#sınıfsız toplum
Explore tagged Tumblr posts
pateralba · 1 year ago
Text
Tumblr media Tumblr media
İNSAN
İnsan için doğanın görüngüsü, bulgu, buluş ve üründür. İnsan topladığı-avladığı bulguyu, buluşu ve ürünü paylaşarak yaşar. Doğa ile ilişkiler, insanın tepkiden farklı ve basit sesler çıkarmasını sağladı. Ses-çağrı olarak bulgu, diğer bulgular çevresinde rastgele yaşayan insanı, kendi türüne yakınlaştırdı. İnsanı buluşturan her bulgu, doğadan öğrenme sürecindeki emeğin sonucudur. Buluşmalarda, bulguları paylaşan ve biriktiren insan, buraya değin organize değildi. Taşı kesici alet yapan düşünce ve bilim, farklı bulguları aynı bölgede toplayan ortak emekle oluştu. Paleolitik çağda, buluş için ortak emek, ilkel taş alet yapımına bağlı olarak organize oldu. Mezolitik çağda, beslenme-savunma için üretilen aletler ve buna bağlı gelişen düşünce, insanı toplantı için güvenli ve ortak alanlarda organize etti. Organize olmadan önce de kendi türünün farkında olarak yaşayan "kendinde tür" insan, buluşu ile ortak çıkarlarına bağlı olarak organize yaşayan "kendisi için tür" oldu. İnsan, doğaya ait üretim araçlarına bağlı maddi koşulların belirlediği devrimin sonucudur.
Yaklaşık 50.000 yıl önce, organizasyona bağlı dilin gelişmesi, insanı plan yapma ve sorun çözmede etkin yaptı. Organizasyon çıkarına bağlı olarak ahlak ve buna bağlı hukuk oluştu. Yaklaşık 40.000 yıl önce, müzik yapan, süs takan, simgesel düşünen insan, mağaralara resimler çizdi. Mağara çizimleri, insanın görüngüyü anlatma aracı olarak yazının başlangıcıdır. Doğanın farklı bölgelerinde, yaklaşık 12.000 yıl önce eriyen buzullar, ılıman iklimi başlattı. Farklı bölgelerde, mağaradan düzlüğe çıkan insan, mevsime göre yenebilir bitki ve av hayvanı bulunan bölgeler arasında hareket etti. Bulunduğu bölgede, karşısına çıkan aynı maddelere farklı isimler verdi ve aynı dili farklı kullandı. Ulus, rekabet aracı değildi ve ortak emekle yaşardı. Ulus, ürününü kendiyle paylaşan doğaya bağlı ve yurtseverdi. Uluslar arasında rekabet yoktu. Uluslar arasında işlev farkı yoktur ve ulusların görüngü farkı, doğadaki maddi koşullara bağlı farklılaşan her kalıt gibi dilin kullanım farkıdır.
Göçer insan için taşınabilir eşyalar dışında birikim yoktu. İnsanın iyi avcı-toplayıcı olması önemsizdi. Yaş ile cinsiyet önemsizdi ve ortak yetkeyle karar alınırdı. Hamile ya da emziren kadın, toplum çıkarı gözetildiği için avlanmazdı. Toplanan-avlanan her bulgu, toplum çıkarı için pay edilirdi. Aile yoktu ve toplumda her birey için toplum önemliydi. Göçer insan, av hayvanına ve topladığı bitkiye yakın yerde yaşamaya başladı. İnsan birlikte topladı, birlikte avlandı ve birlikte barınak yaptı. Ahlak, hukuk, gelenek, kültür ve bu süreçte doğayı açıklamada etkin olmayan bilimin boşluğunda doğayla ilgilenen din, doğa ve toplum arasındaki ilişkilere bağlı olarak toplum yetkesiyle belirlendi. Kalıt ve yeni olarak her bulgu ve buluş, insanı ortak çıkarları için eğitti. Sanatın etkin olduğu gelenek ve buna bağlı olarak kültürün görüngüsü oluştu. İnsan, önceki toplumun bulgu ve buluş kalıtı içinde yaşamaya başladı.
Neolitik çağda, dinin bilimden ayırt edilemediği süreçte, toplum için katkısız doğayı anlama aracı olarak doğayla ilgilenen din, doğal gözlem sonucu bitkiyi çözümledi ve tarıma uygun duruma getirdi. Doğa, yapısını belirlediği bağıl toplumla, kendine ait üretim araçları üzerindeki konumlandırma yetkisini paylaştı. Üretim araçları, ilkel, ortak ve yeterliydi. Toplumun, doğal üretim araçlarını konumlandırma yetkisi olarak egemenliği, insanı yaşadığı bölgenin konumunu ve kendi görüngüsünü belirlemede doğaya ortak yaptı. Yerleşik yaşam için toplum, doğaya ait altyapıyı kendi konumlandırdı. Konumu belirlenen üretim araçlarına bağlı olarak, tarım için yerleşik yaşam başladı. İnsan, yerleşik yaşama uyabilir hayvanlar buldu ve eğitti. Yerleşik yaşamda, toprağın düzenli işlenmesi ve besi hayvanlarının bakımı, çalışma düzenini değiştirdi. Toprağı ekip biçmek, yenebilir bitkilerin hazır bulunmasını sağladı. Ekicilik-biçicilik-besicilik yeni işlevdi. Yerleşik yaşam büyüdü ve barınak kalıcı maddeden yapıldı. Doğa ve doğanın bileşeni olarak toplumun altyapı üzerindeki ortak egemenliği, buraya değin üstyapıyı belirledi. Yerleşik toplum değerleri, göçer değerlere yakındı. Gün içinde, yaklaşık üç veya dört saat ortak emekle çalışan toplumda, buraya değin görüngü, doğal toplum içindi. Her bulgu gibi her ürün, toplum tarafından gereksinime göre pay edildi.
İlkel komünal toplum, altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkilerde kendi konumunu belirleyen doğal toplumdu ve bu toplumda aylak-asalak olmaya temel olmadığı için sınıf yoktu. Birey ve toplum, doğal maddi koşulların belirlediği aynı süreç içinde ortaya çıktı. Birey, düşünce, dil ve sanat toplumsaldır. İlkel komünal toplumda, ahlak, hukuk, gelenek, kültür, ulus, din ve olgu olarak varlığı bilinmeyen bilim, doğal-toplumsal olduğu için insana yabancı değildi. Göçer yaşamdan yerleşik yaşama geçiş süreci, her bölgede eş zamanlı yaşanmadı. İlkel komünal toplum, göçer ve yerleşik durumda, doğanın ve toplumun ortak çıkarı için yaşadı. İnsanı insan yapan momentum, doğanın ve doğal bileşeni olarak sınıfsız toplumun ortak çıkarı için yaşamaktır.
0 notes
bazenmahir · 3 months ago
Text
Kıskançlık, bireyler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan bir duygu olarak toplumsal ve ekonomik bağlamda incelenebilir. Marksist düşünceye göre, kıskançlık, kapitalist toplumların bireyleri rekabet ve kıyaslama temelinde yapılandırmasından kaynaklanır. Kapitalizm, sınıf farklılıkları ve mülkiyet ilişkileri ile bireyler arasında hiyerarşiler ve eşitsizlikler üretir. Bu eşitsizlikler, bireyler arasında sürekli bir kıyaslama ve rekabet ortamı yaratır.
Kıskançlık, bu rekabet ortamının doğal bir sonucu olarak görülebilir. Kapitalist toplumda, bireyler genellikle ekonomik başarı, sosyal statü ve kişisel ilişkiler gibi alanlarda diğerlerinden üstün olmaya çalışırlar. Bu durum, bireylerin kendilerini diğerleriyle kıyaslamasına ve bu kıyaslamanın sonucunda kıskançlık hissetmesine yol açar.
Marksist perspektif, kıskançlığın sadece bireysel bir duygu değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin bir ürünü olduğunu öne sürer. Kapitalizm, bireyleri sürekli olarak birbirleriyle rekabet halinde tutarak toplumsal bağları zayıflatır ve bireysel tatminsizlikleri artırır. Kıskançlık, bu sistemin bireyler üzerinde yarattığı baskının bir yansımasıdır.
Bu bağlamda, kıskançlığın üstesinden gelmek ve toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için kapitalist sistemin eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerektiği düşünülür. Marksist teoriye göre, sınıfsız ve eşit bir toplum hedeflenmelidir ki bu durumda kıskançlık ve benzeri duyguların temelinde yatan toplumsal eşitsizlikler ortadan kalkabilsin.
6 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years ago
Text
Ali Şeriati den Marksizim
“Bir gerçek ve bir güç için en büyük tehlike, bu öğretiyi yanlış ve cahilce savunmaktır.”
“Sınıfsız toplum(!) heyecan vericidir, idealdir; fakat biz o güce sahip değiliz.” Hangi dimağ hayal etmemiştir ve hangi toplum buna erişebilmiştir. İslam! diyeceğiz de şimdi değil.
 “Millet, kendinin farkında olma duygusu oluştuğunda ortaya çıkar.”
Marx’ı anlatmak için Marx’ın hayatının özeline az biraz değinmiş yazar. Haklı. Bir insanın kişiliğini oluşturan, sosyal çevre şartları, eğitim ve anne baba eğilimleridir. Marx bir sosyalizm kurucusu değil. Yani merkeze dönersek onu görmeyiz. Onun doğumunun öncesi ve sonrasına denk gelen dünyada yankı uyandıran Fransız ihtilalleri zamanına bir bakmak gerekir. Özgür düşünce ve fikir üretimi gündeme geliyor bir andan. Çok büyük bir dönüşüm yapmasa da toplumda çatırtılar başlar. Yani bir sınıfsallık farklılığını göze koymayı kayıtlarda Fransa’da görüyoruz. Daha sonra sanayı inkilabı. Değişen bir güçler dalgası. Asıl iş orada. İşçi! Yoksul, güç kaynağı ve çoğunluk oluşturan kısım. Kapitalizm kendini yaş sınırı olmadan, iş saati olmadan, güvence olmadan ve her daim dakika farkıyla yenileyebileceği bir işçi gücüyle besler. İşsizlik o kadar çoktur ki, canınızın işinizin yanında kıymeti yoktur.  Yedek işçiler! Canım dediğiniz an bir başka binler o işe taliptir. İşte böyle bir zamanda çocuk işçiler ve ölümleri de sanayi ülkelerinde çoktur. Babacı çocukları bilir misiniz? Dar bacaların temizliği 5 yaşındaki çocuklara yaptırılıyordu. Zaten bu çocuklar da çok yaşamadan kömürün kokusu ve kalıntı gazlarla ciğerin zarar görmesi ile ölüyordu.  1833 yılında ise 10 yaşından küçük çocukların çalışması yasaklanmıştı. Nihayet 1864’te düzenlenen yönetmelik sonucunda artık bu iş için çocuklar değil yeni geliştirilen malzemeler kullanılmaya başlandı. Ancak bu da yeterli olmamıştı. Ardından 1875 yılında, 12 yaşındaki George Brewster temizlemek için girdiği bir hastane bacasında sıkışıp kalmıştı. Onunla birlikte hayalleri, umutları da bu dar ve kirli baca içerisinde sıkışmaktan öte gidememişti… Ama George kuruma kaplanmış siyah bedeniyle diğerleri için bir umut olacaktı, diğer küçük baca temizleyicileri için… Sonra sanayi fabrikaları çok daha güçlü ve kesintisiz çalışsın diye Avrupa’da odunlar evlere verilmiyor sadece fabrikalarda kullanılıyordu. Birçok çocuk soğuktan donarak ölmüştür. Böyle karanlık bir zamanda din algısı da bambaşkaydı. Mesih inancı yoksulu ruhen doyurup bir başka mutlu yaşam vaat eden derken, zengini ve mesihi dilinden düşürmeyenler bu dünyada da besleniyordu. Kiliseye bu açıdan bakanlar çoğaldı. Papa’nın dine verdiği zararları konuşabilmek en büyük başkaldırı olmuştur. “İnsan bu dünya ile öteki dünya arasından birini seçmek zorunda bırakılıyor ve kilise, halkı fakirlik, çile ve dünya süslerinden mahrum kalmaya çağırmasına rağmen kendisi soyluların ve kapitalistlerin servetlerinden faydalanıyordu.” Bu farkındalık yoksulu karnını doyurmakla meşgul eden dünyada yine en çok yoksulu düşündüren şeyleri  düşünürlerin tartıştığı bir dilimde bırakmıştır. Düşünmek bile konfor ister değil mi? Ama konfor asla çoğunluğun olmaz. Bu yüzden okumak zorunluluktur, bilgiye yaslanmak zorunluluk. Zülfü Livaneli’nin değişiyle; ““Doğrudur; kitap okumak karın doyurmuyor. Ancak karnı tok, beyni boş adamlardan çektiğimiz kadar hiç kimseden çekmedik...” Sanat, felsefe, değişim, olacak siyaset hep burjuvanın masa konusu olmuştur. Oysa geçim, olan siyaset, kargaşa yoksulun sofrasının konusu olmuştur. “Evi barkı olmayan kimsesiz halklar hiçbir zaman sanat ve mimariden nasiplenemediler.” Hiç yabancılaşmamış toplumsal düzenler sanki hiç dönüşüme uğramamış.... Marx’ın babası da bir sosyalisttir. İllaki etkileri vardır. Marx hukuk okumaya gittiğinde bir şeylerle en çok felsefe ile tanışır, etkilenir. Engels! Engels’i anlama ve yorumlama da çok çarpıcı bir zeka konuşturur. Sonra bu etkiyi düşüncede geliştirir ve eleştiri getirir. Bahsettiğimiz yaş aralığı 18-21 yaşları. Makaleleri dönemin düşünürlerini oldukça etkiler. Bu yüzden Marx için felsefeci diyerek çoğunluğun içine koyamayız. Çünkü ortaya koydukları ile ister taraflı olun ister tarafsız, ister korkun ister sevin bir şekilde dolaylı ya da dolaysız onu konuşmak zorunda kalmıştır herkes. Buna Ali Şeriati gibi birinin kayıtsız kalması olanaksızdı. İyi ki yazmış. Oldukça da objektif davrandığını söyleyebiliriz. Marx’ın hayatını üç aşamada anlatır. İnsan hayatı aşamalardan anlaşılır. Çünkü düşünce değiştirilir, geliştirilir, dönüştürülebilir. Bir düşünce hangi zammın üretimidir diye bakmak ve insanı o yönden düşünmek gerekir. “Marx’ın ideolojiye düşman olarak çıktığı bu yolda, Marksizm’in en belirgin ideolojiye dönüştüğünü görüyoruz.” İnsan olmak! İnsan Nedir? “İnsan, sadece fidandan ağaç olmaya dek olan yolu kat eden bir ağaç olmayıp kimi zaman hiçten her şeye ulaşan, kimi zaman her şeyden hiçe düşen ve hayatı iniş çıkışlarla dolu olan bir varlıktır.” İşte Ali Şeriati bunu yapıyor. Marx için insan olduğunu hatırlatıyor. Bu gereklidir. Çünkü Marx bugün bir insan değil, bir düşünce olarak, merkez olarak kabul ediliyor ve ona söylenecek bir söz binlerin eleştirisini toplayabiliyor. Marx bir felsefeci değil öyle bakmamalıyız demiştim. Felsefe olanı düşünür ve yorumlar. Marx değişimi ince ince anlatıyor. Bir sınıfa değil tüm sınıflara kapitalizmin sömürgeciliğinin altında nasıl ezildiğini, ezileceğini anlatıyor. Kendi düşüncesinin değişimini kendi yoluyla zaten anlatıyor. Güçlü bir karakter ama nakliyecileri ne kendi düşüncesinde ne de başkasında kabul etmez. Etmemeli. Eksiklikler ya da fazlalıklar düşünceyle değişebilir bu da bir öğretidir. Genç, yetişkin ve olgun dönemlerinin düşünsel aşamaları ile: Genç Marx Filozof  Marx Toplumbilimci Marx Genç Marx. Burada detay aşktan gelir. Alman bir kıza aşık Marx’ın önündeki engeller ruhani liderlerdir. Bu Marx’ın dine olan düşüncelerini ateşler. Papa'nın dine verdiği zararları dinin adını manipüle ederek sermaye aracı olarak kullandıklarını anlatır. İslami bir perspektif ile bakarak kiliseye bulaşan illet, bizim de yazgımızdan uzak değil. Altın, gümüş ve yaşam kapital yaşamın sermayeleri bir barış ve eşitlik nidalarının tekelinde olamaz, olmamalı. Oluyorsa ilgi çekmeli, irdelenmeli. Din fakirin derler ya, bir yandan da fakirin dini olmaz yokluk büyük bir küfürdür denir. Ali Şeriati din için Marx’ın bu sözünü çok kullanır, “Din afyondur!” İşte tüm bunlar kapitalde görünen her şeyin nidalarının sermayesinin din olmasındandır. Kimse günahkara bakmaz herkes günah diyen dinin gerekliliğin yetersizliği diye konuşur. Oysa hiçbir inanç fakirliği övmez. Zekat, sadaka gibi toplum düzeninin devamlılığını sağlayan şartlar gizlilik, süreklilik, gözleme bağlanmıştır.
  yanlış düşünce eylemsizlikte ve her kötülükte günah çıkarma (tövbe)ya da kilise ziyareti (hac, cami ziyaretleri) ile arınmada bulunun anlatı dinindedir. Bunun bir meşhur hikayesi vardır. ABD mafya babası Al Capone: "Çocukken her akşam yatmadan önce Tanrıya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrının çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrıya günahlarımı affetmesi için dua ettim." Yani toplumun düzeni için var olan rehber kutsal kitaplar toplumda alimler dilinden ve yaşamından çok çok farklı olunca ehemmiyetini kaybetme eşliğine gelmiştir.
  Filozof  Marx. Hayatı birebir iliklerine kadar yaşayan Marx’tır. Çalışmak ister ama zihni yazacakları ile doludur. Makaleleri ile gazetelerde yer almıştır. Düşünceler ilgi çekmiş çeşitli siyasi nedenlerle iltica etmiştir. 18 yaşında aşık olduğu kadınla birkaç yol sonra zor bela evlenmiştir. Çocukları olmuş ama yoksullukla boğuşmuştur. Üç çocuğunu kaybetmiş üçüncüde kendi de ölmek istemiştir. Bir erkek, aşık, eş, baba, işsiz, düşünür... her evreyi yaşamış bir Marx. Prusya hükümetinin onu izletmesi sonucu tutulan defterlerden hayatına dair birçok ayrıntıya bakabiliyoruz. Tüm bunlar yaşamdan felsefeyi doğurur. Marx'a göre, insanın kendi emeğine yabancılaşması (meta fetişizmine dönüşen süreç), kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir. Kapitalizmden önce, Avrupa'da var olan piyasalarda üreticiler ve tüccarlar mal alıp satardı. Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte emeğin kendisi bir mal (meta) halini almıştır. Sömürgecilik sadece metadan ibarette kalmadı. “Bugün büyük sistemler ekonomik mal, kumaş, halı, inşaat kalıpları ve araba ürettiği gibi yargı ve teori, aynı şekilde duygu, inanç ve hüküm de üretiyorlar. Bunları aynı güçle herkese sunuyorlar. Çok güçlü zihinlerin, kendisini evrensel fabrika yapımı bu yargı ve inançları zorunlu olarak tüketmeye karşı bağımsızlığını koruyabilme gereğini başarması çok zordur.” Marx’ın en bilindik alanı sınıfta sömürge! “Sömürgecilik geldiğinde bizi sınıflara ayırmadı. Zengin, fakir, varlıklı, varlıksız, köylü efendi; işçi işveren demeden hepimizi yağmaladı...” Felsefe bu düşüncelerle artık bir dönüşüme geçti ve toplumcu komünist Marx işçi sınıfının sesiyle var olmaya başladı. Artık Marx değil, Marksizm vardır. Marksizm göre sosyal devlet işçilerin eseri olacak. Dünyanın çoğunluğunu oluşturan işçilerin hakları, kanunları, yaşam şartları ile onlara insan olma hatırlatılacak ve burada kapitalizmin babalarının şiddetli yüzü görülecektir. Yani hak istenilmelidir.
Tumblr media
3 notes · View notes
gundemarsivi · 2 months ago
Text
Tumblr media
Biz Aslında O Gün Öldük
✍🏻 Kadir Veral
https://www.gundemarsivi.com/biz-aslinda-o-gun-olduk/
Ben eğitimime bir köy okulunda başladım. İlk öğretmenim, Köy Enstitüsü’nde yetişmiş bir vatanseverdi. Işıklar içinde uyusun…
Bizler, birleştirilmiş sınıflarda okuyan, sınıfsız toplum modeli örnekleriydik! Birlikte yaşamasını, paylaşmasını bilen; “Yerli Malı Haftası” çocuklarıydık. Okulun sobasını birlikte yakar, çevresinde toplanır, birlikte ısınırdık. Kimimiz gizli gizli dinlediği “radyo tiyatrosu”ndan, kimimiz siyah-beyaz televizyondaki “Küçük Ev” dizisinden ya da harıl harıl yanan ördek sobanın yanında erken uyuyakaldığından konuşurduk.
Bizler, yoksul, mutlu ve güler yüzlü çocuklardık. Yeter ki sabah takacağımız beyaz yakamız, giyeceğimiz siyah önlüğümüz ve kara lastik ayakkabılarımız olsundu. Bizler, tarım başta olmak üzere kendi kendine yeten bir ülkenin vatandaşlarıydık.
Aslında bizlerin tek derdi; muasır medeniyetler seviyesine çıkabilmek için çalışan, üreten; mutlu Türkiye, mutlu insanlar olmaktı. Öyle öğrenmiştik! Hatta okulumuzun bahçesinde bulunan Atatürk heykelini öğretmenimizle birlikte yapmıştık. Kimimiz harç kararken, kimimiz de su taşımıştık. Mermerin ön yüzüne de “Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür. Mustafa Kemal Atatürk.” yazmıştık.
Yıl sonu müsamerelerinde ortaya koyduğumuz performans takdire şayan olurdu: Vatan, hürriyet ve özgürlük haykıran dizelerimiz alkışlarla göğe yükselirdi.
“Marshall Planı, II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş, ABD kaynaklı antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır.”
Ben de o Marshall yardımlarından bolca yiyenlerdenim. Hem de son kullanım tarihi bayağı geçmiş olan süt tozu ve yağlarından. Rahmetli öğretmenim bolca saklamış; fakir fukara çocukları yararlansın diye. Önce yağladılar, sonra…
İşte o son süt tozunu içmeyecektik!
“20.09.1951 tarihinde Türkiye’nin NATO’ya katılması kabul edildi!”
Biz de aslında o gün öldük…
Kadir Veral
1 note · View note
onderkaracay · 4 months ago
Text
Tumblr media
🎯 Ulus Toplum ve Sermaye Tehdidi 🎯
Sermaye sınıfı bulunduğu toplumlarda ulus toplumu tehdit olarak görür ve yaşatmak istemez.
Sınıflı toplumlarda ulus toplum hayali yaşamaz.
Sebebi tüm gücü ele geçiren sermaye ulus toplumu kendi sömürü düzeni adına bir tehdit olarak görür ve kendisi dışında kalan tüm sınıfları çaresiz bırakır ve sömürerek ezer.
Ulus toplum sınıfsız toplumlarda yaşar.
Ulus toplumların ekonomisi kamu ekonomisi olmak zorundadır.
Üretim ve hizmet araçları kâr dışında bir amacı olmayan sömürgeci holdinglerin elinde olduğu müddetçe açlık ve muhtaçlık son bulmaz bir müddet sonra devrim ve ulus toplum hayali bile hayal olmaktan çıkar.
Kula kulluk, sermayeye köle ve müşteri olma seviyesi bir bataklığa döner.
Oysa kamu ekonomisinde ve ulus toplumda patron toplumun kendisidir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün en iyi anlaşılacağı konu kamu ekonomisi tecrübesidir.
Özelleştirme ve sömürge talanı iflas etmiştir.
Buradan sermayeye ve burjuva sınıfı partilerine çıkış yoktur.
Türk ulusu devrim ve kamulaştırma ile yeniden üretim ve hizmet araçlarının patronu olmak istemektedir.
Bu kararlılık toplumda gün geçtikçe yaşam pahalılığı zorlaması ile artmaktadır.
Bu direniş ve dayanışma içinde talep karşısında hiçbir iktidar ve siyasi parti dayanamaz.
Sermaye sınıfının bulunduğu toplumlarda ulus toplumu sermaye sınıfı tehdit olarak gördüğü için yaşatmaz.
Güneydoğu Anadolu bölgesini bu amaçla kırk yıl kaşıdılar. Kan döktüler.
Yaşam çok acımasızdır, tükürdüğünü tükürene yalattırır.
Ulusumuzu, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde yaşam anlayışımızı bozguna uğratmak isteyen ziyniyetin kim olduğu net anlaşılmış olup bu zalimliği bizim yurdumuzda yaşatmamız artık mümkün değildir.
Önder Karaçay
1 note · View note
pdfsayar · 1 year ago
Text
Haldun Taner Kabare
10 sonuç Boyut Önizleme İndirme Vatan Kurtaran Aban (1989) Haldun Taner (1915 1986)Ağkabare tiyatrosu Haldun Taner¶in Türk Tiyatrosuna ektiği bir tohumdur. Tohumun filizlenip ağaç haline dönüúmesi Ahmet Gülhan, Metin Akpınar ve Zeki Alasya gibi üç güçlü ismin çabalarıyla olmutur. Kabare tiyatrosu asıl olarak sınıfsız bir toplum anlayıı içinde úekillenen, içerisinde düzene karı çıkıKaynak:…
View On WordPress
0 notes
mantikutayr · 3 years ago
Photo
Tumblr media
severance I dan erickson  I 2022  ve genç hegelcilerden marx.
amerikan bilimkurgu psikolojik gerilim dizisi olan  severance iş ve özel yaşam anılarını ayıran/ iş-yaşam ayrımını sağlayan* lumen industries şirketinde yaşanan olaylar etrafında şekilleniyor.
iş dışı anılarının iş anılarından ayrıldığı ayrılma noktasının bir asansörle gerçekleşmesi, şirketin labirente benzer planı, iki ayrı kişilik (dışşal ve içsel) karl marx ve fazlası.. kimsin sen? sorusuyla başlayan birinci bölüm, oldukça sembolik ögeler içerin bir sezon finali yapıyor.
felsefe tarihinde ‘’genç hegelciler’’ bölümündeyim, karl marx demişken de burada bu konuya değinebiliriz.
genç hegelciler: feverbach, david strauss, bruno bauer.. ve karl marx.
marx’ın kendi felsefesinin kurucu fikirlerini hegel’den devşirmesi üzerine:
mateyalizm, 19. yüzyılda kapitalist toplumlar içinde yaşanan rekabetin birey ve toplum nezdindeki sömürüsüne karşı ekonomik ve politik sistem önerisiyle ortaya çıkan marx’ın felsefi sistemine karşılık gelir. sosyalist sistem, sosyal sorunların temeline mülkiyeti koyarken sınıfsız bir toplumu amaçlamıştı.
hegel’de tin ya da tanrılar var olan yegane gerçekliktir; dünyanın, kendinde ve kendisi için var olan içsel varlığı.. marx, hegel’in tanrıyı doğa ya da dünya ile özdeşleştirmesinden etkilenmiştir; o’nun esas etkilendiği şey ise hegelci diyalektiğin yeniden yorumlanmaya elverişli olması olmuştur.
9 notes · View notes
serhatnigiz · 3 years ago
Text
Komünizmin Evrensel İlkeleri ile Geçici-Dönemsel İlkelerinin Çelişkileri Üzerine Değinmeler
Tumblr media
Komünizm kavramı tarih sahnesine çıktı çıkalı anlamı itibariyle sınıfsız, sömürüsüz ve baskısız bir dünya/toplum tezine dayanıyordu. Paris Komünü isyanı ile birlikte önce Blanqui, sonra Marx ve Engels olası bir komünizm yolunun proletarya üzerinden gerçekleştirilebileceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. O zamana kadar Marksizm’in böyle bir yol önerisi yoktu. Marx ve Engels için bu önerinin önemi emeğin en ileri biçimine dayanıyor olması idi. Başka bir deyişle, onlar komünizme, yani sınıfsız, sömürüsüz ve baskısız bir dünyaya sınıflı toplumların sınıf ve emek çelişkilerinin en ileri çelişki ucu ile birlikte, emek türünün en ileri biçimine dayanarak gitme, sınıfsız topluma bir sınıfın öncülüğünde gitme fikrini benimsemişlerdi. Her ne kadar kendileri sınıfsız toplumu arzulasalar da, sınıflı bir dünyada yaşıyor olmalarından ötürü sınıfsız topluma sınıflar mücadelesi ile gitme fikri onlardan önceki Fransız ütopizminden ve anarşizmden Marx ve Engels’in Marksizm’i ayrıştırarak kendi komünizm teorilerini geliştirmelerine neden olmuştur. Dolayısıyla Blanqui’nin öncül proletarya diktatörlüğü tezinin Marksizm ve hatta Leninizm üzerinde yapmış olduğu kayda değer etki de göz ardı edilmemelidir.
Sorun şu ki; sınıfsız bir topluma sınıflı bir toplumda yaşayarak gitme perspektifi hangi açıdan bakılacak olursa olsun çözümü kolay olmayan bir sorunsaldı. Keza sınıfsız bir toplumun oluşması için gerekli ön koşul emek araçlarının icatçı ve kullanıcı konumlanışlarının arasındaki bölümlenmelerin son bulması hali olmasından dolayı, sınıfsız toplumun oluşabilmesi için gereken emek türünün de tarih sahnesine çıkması gerekliydi. Lakin Marx ve Engels dönemindeki dünya global mekanik-tarım emeğinin hakim olduğu bir dünya iken, nicel anlamda sanayi emeğinin var olduğu bir dünyada onların komünizm tahayyülü komünizmin evrensel ilkesi olarak sınıfsız toplumu temel almış olsa da, o gün ki dünyanın emek türünün en ileri biçimini geçici-dönemsel bir ilke olarak temel almak zorunda kalmışlardı. Sanıldığının aksine Marx ve Engels proletarya diktatörlüğü tezini komünizm idealini proletaryanizme mahkum etmek için değil, komünizme ulaşmanın geçici-dönemsel bir aracı olarak da ortaya atmışlardı. Onlar bu tezle hem Fransız ütopizminden hem de anarşizmden ayrışmışlar ve diğer yandan komünizm tahayyülünü yenileyerek o dönemin şartlarına göre geliştirmişlerdir.
Komünist kuşaklar üzerinde büyük etkisi olmuş olan Gotha Programının Eleştirisi’nde Marx kapitalist sistemden komünist sisteme geçiş süreci üzerine şu öngörü de bulunuyordu: “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birbirinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”. Emekolojik açıdan kesin bir yargı ortaya koymak gerekirse; Marx’ın (ve dolayısıyla Engels’in) proletaryanizm üzerinden komünizme gidiş yolu öngörüsü altı yeterince doldurulamamış bir öngörü olmanın ötesine geçemiştir. Dolayısıyla bu öngörünün tarihsel, toplumsal ve teorik temellerini bilimsel komünist bir pencereden incelemek zaruridir.
Öncelikli olarak şunu belirtmek gerekir ki; Marx ve Engels döneminde komünizm, sosyalizm, sosyal demokrasi vs. gibi kavramlar birbirine paralel ve eş anlamlı olarak kullanılan kavramlardır. Bu durum kabaca söylemek gerekirse Bolşevizm’in/Leninizm’in ve dahası 3. Enternasyonal’in ortaya çıkışına kadar da bu şekilde devam etmiştir. Dolayısıyla Marx ve Engels bu kavramları eş zamanlı ve paralel bir şekilde kullanmış olsa da, genel anlamda kapitalizmden sonraki topluma “komünizm” adını vermeyi daha uygun bulmuşlardır. Kaldı ki Marx ve Engels öncesi devrimci kuşaklar açısından da kapitalizmden sonraki topluma komünizm adının verilmesi haliyle “komünalist” bir geleneğinde izlerini taşımaktadır. Benzer bir şekilde; Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldığı “Komünist Manifesto”nun başlığının da komünist olması bu bakış açısının (kendilerini diğer devrimci akımlardan kavramsal olarak farklılaştırmanın) tarihsel sürekliliğine de işaret etmektedir.
Öte yandan, Marx ve Engels kendi komünizmlerini diğer ütopik komünizmlerden ve özellikle de Fransız ütopizminden düşünsel açıdan farklılaştırmak ve ayırmak için komünizm kavramına daha çok odaklanmışlardır. Dolayısıyla onların tahayyülündeki komünizm yolu “alt evre komünizmi” ve “üst evre komünizmi” olmak üzere 2 aşamalı bir teorik yol izlemiştir. Bunu da Gotha programı'nda görülebileceği gibi; alt evrede “herkese emeğine göre”, üst evrede ise “herkese yeteneğine göre” şeklinde formüle etmişlerdir. (1). Lakin Marx ve Engels’in eserlerine dikkatli bir şekilde bakıldığı zaman her ikisinin de komünist toplumun tasviri hakkında sanılanın aksine çokta fazla bir şey söylemedikleri görülebilir. Kuşkusuz bu durum onlar açısından gayet bilinçli bir tercihti. Keza yine pek çok insanın gözden kaçırdığı bir gerçek olarak “sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya” tasviri; Marx ve Engels’e gelene kadar Fransız ütopizminin de, anarşizmin de, ortak (mirası) tasviriydi ve günümüzde de bu durum (kısmi farklılıklar dışında) ana hatlarıyla pekte değişmiş değildir. İşin ilginç tarafı ise; tüm bu tasvirlerin yapıldığı dünyada büyük oranda global feodalizmin hüküm sürüyor olması ve dahası bu feodal dünyada kapitalizmin, burjuvazinin ve proletaryanın bile hala küçücük bir adacığa tekabül ediyor olması idi. Dolayısıyla feodalizmin baskın olduğu bir dünyada kapitalizmin, burjuvazinin ve proletaryanın gerçek manada ne olduğu bilen insan sayısının az olması hiçte şaşırtıcı bir olgu değildi.
Diğer taraftan; Fransız ütopizminden ve hatta bunun üstüne Marx’ın proletaryan ütopizminden bu yana “herkesin emeğine göre”, “herkesin yeteneğine göre” şeklinde formlaştırılmış iki evreli komünizm tahayyülü, günümüzde teknik emeğin/protekyanın ortaya çıkması ile birlikte geçerliliğini tümden yitirmiştir. Keza “herkesin emeğine göre” olan bu ilke genel bir komünizm ilkesi değil, sınıflı toplumlarda görülen emek bölümlenmelerine dair olan bir ilkedir. Dahası; “herkesin yeteneğine göre” olan ilke ise, kabul görmüş tüm komünizan tahayyüllerin genel ilkesidir. Öte yandan, “herkesin emeğine göre” olan ilkede icatçı-emeğin icatçı-emeğe göre ilkesi sınıflı toplumların temel ilkesidir. Kaldı ki; “herkesin emeğine göre” ilkesi sınıfsal bir yorumlama getiriyorken, “herkesin yeteneğine göre” olan ilkesi ise sınıfsız bir yorumlama şekli olarak ele alınmıştır. Kısacası; emek türlerinin birleşik diyalektiğine göre bu iki ilke, içerik ve biçim açısından muğlak ve neyi tanımladığı belli belirsiz olan bir ilke durumuna düşmüştür. İster Fransız ütopizmi, ister anarşizm, ister proletaryan-Marksizm olsun, tüm ütopist komünalizmin temel ilkeleri olan bu ilkeler, ütopik komünalist tahayyülünde temeli olma özelliğine sahiptir. Özet olarak söylemek gerekir ise; emek türü ve yetenek/hüner/beceri vs. türü belli olmadan yapılan komünizm tahayyüllerinin tümü boşa kürek çekmekten başka da bir şey değildir!
Her şeye karşın Marx ve Engels’i hem kendilerinden önceki hem de kendi çağdaşı olan devrimcilerden yöntemsel olarak ileriye taşıyan önemli bir nokta vardır ki; o da nicel olarak zayıfta olsa, geleceği sarıp sarmalayacak olan emeğin o dönem için en ileri biçimine/sınıfına dayalı olası bir komünizm yolunu proletarya üzerinden görme biçimleridir. Başka bir deyişle, onlar kendi dönemleri açısından nitel tarım emeği karşısında nicel olarak zayıfta olsa, nicel konumlanış içinde olan sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı emek güçlerini oluşturan proletaryaya (sanayi emekçilerine) dayalı bir komünizm yolunu temel almışlardır. Keza onların emeğin tarihsel ve ansal kesiti tarafından belirlenmiş olan verili koşulları proletaryan bir komünizmi de bu evrede zorunlu kılıyordu. Kaldı ki; komünist bir toplum hedefi olan Marx ve Engels komünizme geçiş teorilerini burjuvaziye dayandıramayacaklarına göre, elbette ki zayıf ve çekinik bir konumlanış içinde de olsa, komünizme giden yolun proletaryadan geçtiğini düşünmeleri de onların genel teorik çerçevesi ile uyumlu bir durum oluşturmaktaydı. Kısacası; geçici-dönemsel bir durum olarak Marx ve Engels’in kendi komünist teorilerini proletaryaya dayandırması, emek türü tarafından belirlenmekte olan verili toplumsal formasyonun ortaya çıkardığı sınıf konumlanışların tabiatına da uygun bir seyir izlemişti.
Aynı emekolojistlerin protekya sınıfı tespitinde yapmış olduğu gibi; Marx’ta, Engels’te, o dönemin koşullarında (sosyalizmin alt yapısının, teknik emeğin ve protekyanın tarih sahnesine çıkmadığı koşulllarda) emeğin en ileri biçimi/sınıfı ile komünizme varmanın yollarını aramışlardı. Başka bir deyişle, kimi proletaryalistlerin hiçbir şekilde aklının ucuna dahi gelmeyecek bir şekilde söylemek gerekirse; hakiki manada Marksist olmak demek, emeğin en ileri biçimine/sınıfına komünizm yolunu ön görmekle eş değerdir. Dolayısıyla; günümüz dünyasında emeğin en ileri biçimini temsil eden teknik emeğin ve en ileri sınıf biçimi olarak protekyanın içinde yer almadığı bir komünizm yolunun var olması da mümkün değildir. Bu açıdan proletaryanist ardıl-izmin aksine, gerçek manada Marksist bilimsel metodu hem taktiksel hem de stratejik manada devam ettirenler emekolojistlerden başkası da değildir.
Öte yandan, Marx ve Engels sıkça tartışılan bir teori olarak proletarya diktatörlüğü tezini ağırlıklı olarak Paris Komünü deneyimi üzerinden geliştirmişledir. Dahası proletarya diktatörlüğü tezinin asıl “fikir babası” Blanqui olsa da, bu tezin geliştirilip güçlendirilmesi de Marx ve Engels sayesinde olmuştur. Her ne kadar onlar proletarya diktatörlüğü tezi üzerinden bir komünizm yolu öngörseler de, Marksizmi proletaryanizme eşitlemek ne o dönem için ne de bu dönem için doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Kaldı ki; madalyonun diğer yüzünden bakıldığında, Marksizm proletaryanizmle de sınırlı değildi, yani Marksizm sınıf fetişizmi anlamında proletaryanist de değildi. Elbette ki madalyonun diğer yüzü proletaryanizme tekabül etse de, bu durum onlar için komünizmin geçici-dönemsel bir ilkesi idi.
Tam da bu sebeplerden dolayıdır ki; Marksizmin “proletaryanizmi savunması” komünizmin geçici-dönemsel bir ilkesi olma özelliğine sahipti. Hal böyle olunca; günümüz komünizminin “komünizme geçiş” noktasındaki evrensel ilkesi emeğin en ileri biçimini temsil eden protekya sınıfının savunulmasından geçmektedir. Bu durumda günümüz proletaryanizminin teo-marksistler tarafından bir din gibi savunulması Marx ve Engels dönemindeki Fransız ütopistlerinin durumuna düşmekle aynı değerdedir. Başka bir deyişle, bu haliyle günümüz proletaryanizmi dünün Fransız ütopizminin yerini alıp doldurmaya yetmiştir. Bu durum neticesinde bilimsel komünizmin hem teorik hem de pratik plandaki gelişimini engelleyen bürokratik-proletaryalist bir kastlaşma da vuku bulduğu gibi, bu donma halinin dünya çapındaki çeşitli parti, örgüt ve çevreler arasında her türden değişime kapalı bir temsiliyetist-proletaryalist-memur tabakasını da yaratmış olduğunu söylemek hiçte abartılı bir tespit olmayacaktır.
Emekolojik yol ve yöntem sorunu açısından ele alınacak olursa; kapitalizmden komünizme doğrudan bir geçişin mümkün olmadığı görülebilir. Dolayısıyla; kapitalist toplum (sanayi emeği yapısı) ile komünist toplum (bilim emeği yapısı) arasında başka bir toplum biçimi, yani sosyalizm (teknik emeğin yapısı) var olmak zorundadır. Marx ve Engels döneminde yapılmış olan komünizm tahayyülleri bugün ki koşullarda aynı komünizm tahayyülleri olarak kalmak zorunda değildir. Şayet asıl mesele komünizme olan inanç olsaydı, isteyen istediğine inanmaya devam edebilirdi! Lakin gerçekler/emek biçimleri her daim inatçıdır. Kaldı ki teknik emeğin ve protekyanın her geçen gün kendisini daha da çok dayatması emeğin tarihsel ve toplumsal yasalarının, daha doğrusu emek türlerinin birleşik diyalektiğinin kaçınılmaz bir sonucudur. Nasıl ki her emek türünün kendine has bir karakteri varsa, teknik emek türüne dayanan protekyan devrimciliğinde kendine has bir karakterinin ve dünya görüşünün ortaya çıkması da bir başka kaçınılmaz sonuç olma özelliğine sahiptir. Dolayısıyla var olan ilerici güçlerin bu noktada tahkim edilmesi ve organize edilmesi de hem taktiksel hem de stratejik planda bilimsel komünistlerin asıl vazifesi olmaya devam etmektedir.
Nasıl ki başta proletaryan ütopizmi olmak üzere tüm komünalist ütopist akımlar kapitalizmden komünizme geçişi doğrudan bir toplumsal geçiş olarak algılamış olsalar bile, emekoloji kapitalizmden komünizme doğrudan geçişin olmayacağını, kapitalizm ve komünizm arasında başka bir geçiş biçimi olacağını, emek türlerinin gelişim seyrine göre ileri sürüp iddia etmektedir. Marx ve Engels dair ütopistler komünizmi iki evreli bir komünizm türü olarak tahayyül etmiş olsalar bile, bu iki evreli komünizm türünün her iki evresinin bir toplum biçimine denk gelebileceğini her ne kadar tahayyül etmeseler de, komünizmi iki evreli tahayyül etmiş olmaları bile emek türlerinin birleşik seyrine uygun düşmektedir. Dolayısıyla; ne o dönemde ne de bu dönemde sanayi emeğinin üzerine doğrudan bilim emeğinin gelişmesi mümkün değil idi. Bilim emeğinin oluşabilmesi için teknik emeğin kendisini bir toplum türü ve tarihsel bir sistem olarak ortaya koyması gerekmektedir. Nasıl ki ilkel toplumun toplayıcılığının üzerine feodal tarım emeği gelemiyorsa, av emeği üzerine kurulu köleci sistemin üzerine sanayi emeği gelemez ise, benzer bir şekilde sanayi emeği üzerine de bilim emeği gelişemez. Bilim emeği ancak teknik emeğin kendisini bir toplum biçiminde örgütlediği sosyalist bir toplumsal formasyonun üzerine gelişebilir. Her ne kadar eski komünalist düşünce “herkesin emeğine göre” ve “herkesin yeteneğine göre” bir komünist anlatı inşa etmiş olsa da, bu anlatı yine de emek türlerinin biri biri üzerine geçen sıralı diyalektiğine kısmen uygun düşmekteydi. Sadece eski ütopistler ile emekolojistler arasındaki fark; komünizmi iki aşamalı değil, kapitalizmden sonra sosyalizm üzerine kurulan bir toplum biçimi olarak komünist toplumu tahayyül etmeleridir. Kısaca; onlar iki aşama derken, emekoloji ise birbirinden ayrı iki toplum modeli ileri sürmektedir. Keza her emek türü zorunlu olarak bir toplum biçimine tekabül etmektedir. Baskın bir emek türü üzerinde yükselmeyen bir toplum biçimi bugüne kadar hiç görülmemiştir.
Sonuç olarak; protekyan devrimcilik hem teorik hem de pratik açıdan kimsenin denemediği kimsenin düşünmediği yol ve yöntemleri temel alarak bugünden geleceği kuşatan yeni bir komünizm tahayyülünün objektif resimlerini çekme, pozlarını yakalama edimi olarak kendi gerçekliğini inşa etme sürecini de sürdürmeye devam etmektedir. Bu noktada da emekoloji; geçmiş deneyimlerle hesaplaşma sürecinde, geçmişin doğrularına sahip çıkarken, aynı zamanda geçmişin hatalarını da terk ederek kendi bilimsel ve teorik mecrasında yürüttüğü faaliyeti katlayarak büyütmeye devam edecektir.
Komünizmin evrensel ilkeleri ile komünizmin geçici-dönemsel ilkelerinin hiçbir şekilde çelişmeyeceğini söylemek abesle iştigaldir. Keza birinde sınıfsız toplum ve değer yargıları var iken, diğerinden sınıflı toplum ve değer yargıları vardır. Zaten çelişkinin ana kaynağı da budur. Nasıl ki sermaye salt kapitalizme ait bir olgu değilse, ilkel, feodal ve kapitalist sermaye olarak üç ana biçime bölünebiliyorsa; emeğin türleri de toplayıcı, av, tarım, sanayi, teknik biçimler altında farklı toplum biçimlerine bölünebilmektedir. Halde böyle olunca; sınıfsız toplum tahayyüllü emeğin kolektif bir biçimi altında tüm emek türlerini birleştiren ve tüm emek türlerini o kolektif emek türü içinde eriten, yani bir bilim emek türünün varlığını (toplumsallaşmış bir icatçılık sistemini) gerektirir. Dolayısıyla komünizm tahayyülü her sınıflı toplum biçiminde görüldüğü gibi sınıfsızlığa neden olacak bir emek türünde ancak kristalize olmak zorundadır. Kuşkusuz bu bilim emek türünün komünizmle olan bağının tahayyülünü emekoloji öncesi komünizan (Blanqui, Marx, Engels vs.) düşünsel akımların görememelerinin “suçunu” bu akımlara değil, o akımların ortaya çıktığı tarihsel koşullara yüklemek olası bir bilimsel açıklama şekli olacaktır.
Herşey gibi komünizmin tahayyülü de emek türlerinin birleşik diyalektiğine göre gelişir, değişir ve yenilenir. Dolayısıyla; eski dönemin proletarya diktatörlüğü ve yeni dönemin “protekya diktatörlüğü” gibi tezler komünizmin geçici-dönemsel ilkelerine tekabül eden tezlerdir. Ast olan sınıfsız topluma ulaşmaktır. Bu noktada proletarya, protekya vs. geçici-dönemsel komünizmin ilkeleridir. Bu ilkelerin evrensel komünist ilkeler ile çelişmediğini söylemekte insan/emek toplumundan hiçbir şey anlamamaktır.
Kaldı ki; komünizmin evrensel ilkeleri ile geçici-dönemsel ilkeleri arasındaki çelişkilerin bilinç düzeyine çıkartılabilmesi ancak emek türlerinin iş bölümü diyalektiğinin kavranabilmesi ile mümkündür. Haliyle dünyaya hala inatla salt sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı at gözlüğünden bakanların bu somut gerçeği görebilmesi de ne yazık ki mümkün değildir. Onlar bu halleriyle geçmişin Fransız ütopizminin demode bir karikatürü olarak kalmaktan da asla kurtulamayacaklardır!
Dipnot
(1) Kaldı ki; “herkese emeğine göre, herkese yeteneğine göre” şeklindeki ayrım bizatihi Marx ve Engels tarafından yapılmamış olan bir ayrımdır. Dahası; bu iki form onlar tarafından üretilmemiş; Marx ve Engels’in Fransız ütopizminden (Saint Simon, Proudhon vs.) devraldıkları formlar olarak kalmışlardır. Dolayısıyla onlar bu formları proletarya üzerinden yeni baştan yorumlamışlardır. 2. Enternasyonal (Kautsky) çizgisinin bu noktada Marx ve Engels tarafından ortaya konmuş olan bu ayrımı “tahrip ederek” “1’inci aşama sosyalizm, 2’inci aşama komünizm” şeklinde revize ettiği iddiası da gerçekliği olmayan bir iddia olarak kalmaya da mahkumdur. Keza bu ayrım 2. Enternasyonal tarafından değil, doğrudan doğruya Marx ve Engels tarafından Fransız ütopizmine ait formların proletarya açısından yeniden yorumlanması ile oluşturulmuştur.
23.10.2021
Serhat Nigiz
1 note · View note
perrpperrok · 4 years ago
Text
Kapitalist toplumdaki sınıf savaşımı çalışan sınıfın zaferiyle sona erecektir ve bu zaferi sınıfsız bir toplumun kuruluşu izleyecektir. Sınıfsız bir toplumun ortaya çıkışını ümit etmek için birçok neden·öne sürülmektedir. Önce, modern kapitalizm gelecekte yeni toplumsal bölünmeleri üretmesi olanaksız olan türdeş bir işçi sınıfı yaratma eğilimindedir. İkinci olarak, bizzat işçilerin devrimci savaşımı işbirliğini ve bir kardeşlik duygusunu doğurmaktadır ve bu duygu, devrim hareke­ tinin ürettiği ve Marx'ın kençli düşüncesine de sinmiş olan ahlaki ve toplumsal öğretilerle güçlenmektedir.
Seçkinler ve Toplum
6 notes · View notes
multecibekes · 5 years ago
Text
Tumblr media
KÜRTLERİN İLK KADIN GERİLLASI: ZARİFE...!
Eşi Alişêr’e “heval” diye seslenen Zarife, Kürt ulusal çıkarlarının propagandacısı olmakla yetinmedi; eşiyle birlikte elde silah bu uğurda savaştı. Dêrsim’de kalleşçe katledilen Zarife, Kürtlerin ilk kadın gerillası oldu.
Kemalist yönetimler döneminde devam eden “etno-dinsel arındırma”, “tek- tipleştirme” ve “Türk-İslamlaştırma” sürecinde ulus, sınıf ve inanç bağlamında tek tipleştirmeyi sağlamak için çok ulusluluk, çok sınıflılık ve çok inançlılık gerçeği ret ve inkar edilerek, devlet zoruyla tarihsel ve toplumsal gerçekliklere meydan okunarak “tek millet tek din ve tek kitle” temelinde bir yapı kurulmaya çalışılıyordu.
Abdülhamid döneminde “Osmanlı-İslam” şiarıyla başlatılan bu yeni toplum kuramı, İttihad ve Terakki’den sonra “Türk-İslam”a evrildi. Yeni millet “Türk milleti”, yeni din Hanefi Müslümanlığı eksenli “Türk Müslümanlığı” olacak; sınıf gerçeği de reddedilerek “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitlenin” zoraki kabulü ikame edilecekti.
Bu politikanın en acımasız uygulamalarından biri 1915’teki Ermeni ve Süryani soykırımıydı. Bu dönemde başlayan toplum mühendisliği projeleriyle, ülkenin demografik yapısını değiştirme temelinde birçok uygulamaya başlanmış ve raporlar hazırlanmıştı ki, I. Dünya Savaşı yenilgisiyle bu proje tümüyle hayata geçirilememişti.
1919 yılına gelindiğinde bu projenin askeri uygulayıcılarından Sakallı Nureddin Paşa, Ermeni Kıyımı’nı kastederek, “Zo diyenlerin işini bitirdik, sıra lo diyenlere geldi” diyordu. Bu, sıranın Kürtlere geldiğinin habercisiydi. Zaten bu aşamada Kürt demokratik örgütlenmesi fiilen yasaklanmış ve Kürt aydınlanma hareketi “Kürt Azadî Komitesi” adıyla illegaliteye kaymıştı. Daha sonra Kürt Azadî Cemiyeti’ne evrilen, Osmanlıca’da Kürd İstiklal ve İstihlas Cemiyeti, Kürtçe’de Azadîya Kurdistan Cemiyeti olarak adlandırılan bu örgüt, İstanbul gibi büyük metropollerin yanı sıra Kürdistan’ın birçok ilinde de örgütlenmişti ve bugün elimizde örgütlenme şeması ile programı dahil birçok belge bulunmaktadır. Bu örgüt, 1925 Kürt İhtilali’ni örgütlediği gibi 1927’de kurulup Ağrı-Zîlan Hareketi’ni örgütleyen Kürt Özgürlük Örgütü Xoybûn’un omurgasını da buradan gelen Kürt yurtsever aydınları oluşturuyordu. Ayrıca bu örgütün 1925 Hareketi öncesi ve sonrası Talepler Bildirgesi de bugün elimizde bulunmaktadır.
Lozan ‘güvencesiyle’ ret ve inkar
Abdülhamid yönetiminin başlatıp İttihad ve Terakki Hareketi’nin yarım bıraktığı bu proje, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ile Ankara’daki Meclis’in kabul ettiği Misak-ı Milli Bildirgesi’nin yanı sıra, Erzurum, Amasya, Sivas Kongreleri protokolleri ve Mustafa Kemal’in Ankara’daki Meclis konuşmaları ile rafa kaldırılmış görünüyordu. Nitekim bu yeni süreç, Kürt aydınlanma hareketi içinde de bir bölünmeye ve yarılmaya yol açmıştı. Birkaç yıl sonra 1925 Kürt Milli Hareketi dolayısıyla idam edilecek olan Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyid Abdülkadir ve arkadaşları, “Bu vaatler karşısında Türk kardeşlerini yalnız bırakmanın onları arkadan hançerlemek anlamına geleceğini” söyleyerek bir Kürt milli hareketine karşı çıkarken Bedirxanlar’ın öncülüğündeki kadro ile Cemiyet’in Dêrsim-Koçgirili üyelerinin büyük bölümü bu tutuma karşı çıkarak vaat edilen hakların güvence altına alınması için siyasi ve diplomatik girişimde bulunuyorlardı.
Bu konuda bölge mebusları ile görüşmeler yapılmaktayken dönemin Sivas Valisi Sakallı Nureddin Paşa, Mustafa Kemal’le gizlice haberleşip Karadeniz’den Laz Topal Osman çetelerinin yardımıyla gelip 140 Koçgiri köyünü yerle yeksan ediyor ve büyük bir yıkım yapıyordu. Kemalist rejimin bu katliamı, sonraki uygulamaların habercisi olduğu gibi İttihadçılar’ın eski plan ve projelerinin bu hareketin varisi konumundaki Kemalist yönetim tarafından 1921 Koçgiri Katliamı ve aynı yıl TKP liderlerinin Karadeniz’de boğdurulmasından başlayarak uygulamaya konulduğunu gösteriyordu.
1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve Kemalistler’in kendilerini güvencede görmesiyle birlikte tam bir “ret ve inkar politikası” başlamıştı. Dahası, 1924’te “Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter” yollu sloganlar dillendirilmeye başlanmıştı.
Demokratik Kürt örgütlenmesinin yayınlarının ve kimliğinin tümden yasaklanmasıyla sonuçlanan bu ret ve inkar politikasının ardından meydana gelen, dönemin aydınlarının “Kürt İhtilali” dedikleri 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi’nin bastırılmasıyla birlikte artık gerçek “İttihadçı-Kemalist” kimlikle ortaya çıkmanın zamanı gelmişti. Bu yeni dönemde yasaklanan üç temel kimlik vardı: Kürt kimliği, Alevi kimliği ve sınıf kimliği.
1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun (Susturma Yasası) ve askeri yönetimlerin gölgesinde Kürt kimliği, hazırlanan gizli Şark Islahat Planı ve resmi İzale-i Şekavet Kanunu’yla; Alevi kimliği, Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nun çıkarılması ve Diyanet örgütlenmesiyle resmen yasaklanıyordu.
Devletin hedeflediği 4 lider: S. Rıza, N. Dêrsimî, Alişêr ve Zarife
İşte Kızılbaş-Kürt kimliğiyle Koçgiri ve Dêrsim, tam da bu politikanın merkezine yerleştirilmişti. Tüm bunların uygulanabilmesi için de Kemalizm’in sorgulanmasını da beraberinde getirecek olan bu trajik olgunun irdelenmesi yakın zamana kadar yasaklanmış ve tabulaştırılmıştır.
Nitekim Koçgiri ve Dêrsim Katliamları’nın bir numaralı tanığı Vet. Dr. M. Nuri Dêrsimî’nin 1952’de Halep’te yayımladığı “Kürdistan Tarihinde Dêrsim” adlı eseri, Türkiye’ye sokulması yasaklanan yayınların başında geliyordu. Yetiştiğimiz dönemde ismi halk arasında “efsane” gibi dolaşan bu kitabı tesadüfen elde edenler ise büyük bir gizlilik içinde okuyor ve bir silahtan daha özenle saklıyorlardı.
Kendi payıma Dêrsim’le ilgili en çok yayın yapan araştırmacılardan biriyim. Nuri Dêrsimî’nin “Hatırat”ı dahil bu konuda birçok yayın yaptım ve kitap yazılmasına ön ayak oldum. Ancak hemen belirteyim ki, bugüne kadar Dêrsim konusunda yaptığım yayınlarla yazdığım yazıların hemen tümünden dava açıldı ve kiminden ceza aldım. İlk ceza aldığım ürün, başta Dêrsim’in efsanevi dinî önderi Seyid Rıza ile bölgenin efsanevi şairi Alişêr ve ilk Kürt kadın gerilla olarak adlandırabileceğimiz eşi, yoldaşı Zarife de dahil on binlerce Dêrsimli’yi işleyen, 1980 başlarında yayımladığım bir Dimilkî/Zazakî ağıtlama/kilam derlemesi olmuştu.
Kemal Kılıçdaroğlu, bizden de Dêrsim’le ilgili kaynak istediği bir süreçte, 1980’li yılların sonlarında Yalova’da, Seyid Rıza ve arkadaşlarının idamını organize eden İhsan Sabri Çağlayangil ile bir röportaj yapar. Çağlayangil, burada açıkça söyler: Dêrsim’e tam yetkiyle kor-komutan olarak atanan Abdullah Alpdoğan, aşiret reisleriyle yaptığı görüşmede, 4 kişinin “başını” istemektedir ki, bunlar Seyid Rıza, Nuri Dêrsimî, Alişêr Efendi ve Zarife Hanım’dır. Bunlar katledildiğinde Dêrsim’in “başsız” kalacağını devlet de bilmektedir.
Dêrsim aşiret reisleri heyeti bu talebi kabul etmeyince Nuri Dêrsimî, Seyid Rıza’nın isteğiyle durumu dünya kamuoyuna bildirmek üzere Suriye’ye çıkar; Koçgiri Katliamı’nın ardından Dêrsim’de Seyid Rıza’nın yanına giden Alişêr Efendi ve eşi Zarife, sığındıkları mağarada kalleşlikle katledilirler; Erzincan’a görüşmeye çağrılan Seyid Rıza ise hileyle yakalanıp düzmece bir mahkemede idam edilir…
Alişêr’in eşi, yoldaşı, “hevali” Zarife
Dêrsim-Koçgiri’nin efsanevi şairi ve toplum önderi Alişêr’e, tüm yaşamında eşlik eden Zarife, dost-düşman tüm gözlemcilerce takdirle karşılanan bir kişiliktir. Dêrsim katliamında bizzat görev alıp devletçe satın alınan ihanetçiler marifetiyle Feri Palaxine mağarasında Alişêr ve Zarife’nin katlini organize eden Nazmi Sevgen bile, “Alişêr’in karısı Zarife dikkate şayan bir tiptir. Kocasının mücadelesinde bu kadının etkisi çoktur. Kocasına silahlı olarak her zaman refakat ve eşlik etmiş, sonunda o da kocasıyla birlikte kaçınılmaz sona ermiş fakat bu anda dahi Vanklı Efendi adında birisinin canına kıymıştır” diyerek dolaylı olarak takdir duygularını dile getirmektedir. (Bkz. N. Sevgen: Yakın Tarihin Esrarla Örtülü Hadiseleri ve Koçkirili Alişir, Tarih Dünyası, Sayı:9/ 1950).
İkiliyi yakından tanıyan, yakın dostları Nuri Dêrsimî, Zarife Hanım’ı şöyle değerlendiriyor: “O aslan ki, kendi döneminde okuma yazma bilen, hem siyasi hem de askeri bir Kürt kızıydı. Çok sefer Alişêr, bir şey yapmadan önce onun düşüncesini sorar, fikrini alırdı. Ona sormadan karar vermezdi. Zarife savaşçıydı. Çok sayıda kadın da onunla birlikte savaştılar. Onlar da silahlıydı. Çarpışmalar başlamadan önce ondan silahlı eğitim aldılar.” (Evin Çiçek; Qoçgiri Ulusal Kurtuluş Hareketinin 85. Yıldönümü Vesilesiyle; Kızılbaş Dergisi; Şubat 2008 ve M. Bayrak; Dêrsim-Koçgiri; 2. bas.; Özge Yay.; Ankara; 2012; s.83).
Milli gayelerin propagandacısı
Nuri Dêrsimî, ünlü eserinde de Kürt kadınının kahramanlığı bağlamında bir örnek olarak ona yer verir: “Zarife, kocası gibi Kürt milli davasına bağlı, aynı yüksek gayeleri takip eden, eşsiz bir Kürt kızı olduğunu, hayatında doğrudan ispat etmiştir. Zarife, Kürt kadınları arasında milli uyanış için eşsiz bir propagandacı olmuş ve Alişêr’in milli faaliyetlerinde onun sağ kolu ve iş arkadaşı olmuştur. Zarife, Alişêr’e daima Kürtçe’de ‘arkadaş’ anlamına gelen ‘heval’ sözüyle hitap ederdi. Ne yazık ki fikir ve duygu itibarıyla tam bir birlik olan bu ailenin bir çocuğu olmamıştır.
Zarife, uzun boylu, iri yarı ve her konuda bir Kürt fizyonomisine sahip, simasında bir erkek cesareti ve yiğitliği okunan, eşsiz bir Kürt kızı idi. Her yıl Dêrsim’e gider, milli gayeler hakkında nutuklar söyler ve aşiretler arasındaki çelişkileri ciddi bir hakim gibi hallederdi.” (Vet. Dr. N. Dêrsimî; Kürdistan Tarihinde Dêrsim; Halep; 1952; s. 279).
Zarife’nin bu nitelikleri, olayların doğrudan tanığı Dêrsimlilerce de teslim edilmektedir. Bugün elimizde bu konuda birçok tanıklık ve anekdot bulunmaktadır. (Bunların “savaşçı kadın tipi” ekseninde bazı örnekleri için bakınız: E. Aydar; Sanatı ve Savaşı Birlikte İşleyen İnsan – Alişer ve Zarife; Zülfikar Dergisi; Sayı:25/1998, M. Öztürk; Kürdistan’da İz Bırakan İhanetler; Özgür Politika; 6. 12. 1999, F. Tepeli; Tarih, Unuttuklarımız ve Öncü Bir Kadın Portresi: Zarife Xanım; Zülfikar Dergisi; Sayı:41/ 2001, Munzur Çem; Alîşêr û Zarîfa; Vate Dergisi; Sayı: 16/2002, E. Alataş – S. Yıldız; Tarihe Düşmüş Güçlü Satırlar; Yedinci Gündem; 2-8 Mart 2002 ve İsyanların Kadınları; Özgür Politika, 1 Nisan 2002; D. Munzuroğlu; Dağlara Şecere Yazan Adam: Alişêr ve Zarife; Dêrsim’de İklim; Aralık 2006, H. Tekin; Alişêr ve Zarife’nin Katli; Dêrsim Post; Haziran-2007, R. Çelik – H. Kartal; Alişêr ve Zarife; Newede Dêrsim; Sayı:6/2009, Der. A. Dêrsimî; Dêrsim-Koçgiri Direnişleri/ Alîşêr Efendi ve Zarîfe Xatun; Peri Yayınları; İstanbul; 2010, S. Şahin; Besê ve Zarife; Politik Art; Sayı:29/2009, A. Tunç; Koçgiri Başladı Harba; Özgür Politika; 11.7.2012)
Dêrsim – Koçgiri konulu kitabımdan giderek 2012 yılında “savaşçı kadın” tipi ekseninde Zarife konusunda özellikle dikkatimi çeken ilk kişi sevgili Zeynep Tozduman olmuş ve bu konuda bir çalışma yapmak için benden kaynak istemişti. Kendisine arşivimdeki konuya ilişkin yayınları yolladıktan bir süre sonra Zeynep, inceleyip görüş bildirmem için şu yazısını yollamıştı: “Kızılbaşlık’tan Kesikbaşlığa Giden Bir Kadın Gerilla: Zarife”. Bu yazı, bir yıl sonra İzmir’deki Dêrsim Derneği’nin yılda bir çıkardığı “Dêrsim” dergisinde yayımlanacaktı.
Kürt kadınının tarihinde en ilginç simalardan biri, 1854’te Osmanlı ordusu bünyesinde, bu devletin İngiliz ve Fransızlarla birlikte ortak cephe halinde Ruslara karşı gerçekleştirdiği Kırım Harbi’ne 300 süvari ve piyadenin başında katılan Maraşlı Kızılbaş Kürt kadını Fataraş’tır (Kara Fatma). Osmanlı kadınını belli bir kimlik olarak Batı literatürüne en çok sokan kadın odur. Bu nedenle de Batı literatüründe o, “Kürdistan kahramanı, Kürt prensesi, Kürt Amazonu” gibi sıfatlarla anılır. O, Osmanlı veya Batı literatüründe bir “kahraman kadın savaşçı“ olarak nitelendirilse de bir “kadın gerilla” olarak adlandırılamaz. Çünkü her şeyden önce halkının kurtuluşu için savaşan bir “savaşçı” değil, devletin ordusunda kahramanlık gösteren bir “milis kuvveti komutanı”dır. Bu nedenle de konumu Koçgiri’de ve Dêrsim’de mücadele veren Zarife’ninkinden çok farklıdır.
‘Hevalêmin hepimizin doğruları var…’
Alişêr ile Zarife’nin Dêrsim günlerine ilişkin ilginç anekdotlardan birini D. Munzuroğlu aktarmaktadır. Görüşme, Lozan Görüşmeleri sırasında Meclis’e milli giysilerle giden ve 1925’te idam edilen Dêrsim Mebusu Hasan Hayri Bey, Dr. Nuri Dêrsimî, Alişêr Efendi ve Zarife Hanım arasında cereyan etmektedir. Buna göre Hasan Hayri Bey, Mustafa Kemal’in Kürtlerin haklarını kabul edeceğine inanmakta ve diğerlerinin görüşlerine karşı çıkmaktadır. Herkes görüşünü beyan eder ve sonunda Zarife, Alişêr’e dönerek şunları söyeyecektir: “Hevalêmin, anlaşılan o ki, hepimizin kendi doğruları var. Belli ki herkes kendi yolunda yürüyecektir. Dileğim o ki, ileride karşılaşacağımız yer Dêrsim’in selameti olsun. Biz kendi yolumuzu yürüyelim. Kanımca bu müzakerenin devamında bir fayda yoktur. Gelecek, davrananın olacaktır. Bizim daha çok yürüyecek yolumuz var, kalk gidelim.” (Agy)
Bu görüşmeden bir süre sonra Hasan Hayri Bey Elazığ/Harput’ta idam edilecek; Nuri Dêrsimî 13 Eylül 1937’de Suriye’ye geçecek; Alişêr ile Zarife, bulundukları mağarada kalleşlikle katledilecek ve Alişêr’in bir sandık dolusu kitabı ile defterine el konularak Genelkurmay Harp Tarihi’ne gönderilecekti. Nazmi Sevgen, Alişêr’in el konan eserleri arasında bir “Dêrsim Destanı”nın da bulunduğunu söylüyor ki, bunun bugün elimizde bulunan Dêrsim şiirinden farklı bir manzum eser olduğunu sanıyoruz.
Sözlerimizi, katkımızla hazırlanan ve 1992’de yayımladığımız “Koçgiri” ve “Dêrsim” destanlarının şairi, dostumuz Ozan Telli’nin dizeleriyle noktalamak istiyoruz:
Uğrular uğursuzlar
gelip geçmişler buradan
Salgınlar/ saldırganlar
Kabuk kazıyor yaradan
Kan içmişler
Düğümcü İskender
Topal Timur
Barbar Hülagu
Ve Uzun Hasan
Ve kötülük tanrısı Ahriman.
Ve yine de her zaman
Tırnaklarını avuçlarına saplamış
Isırmış dişleriyle dilini Dêrsim
Dilememiş düşmandan aman…
(…)
Söylenmemiş bir başka
türküdür bu
Ermail’den Kermail’den beri
Biraz ateş
Biraz çelik
Biraz su
Bu toprağın tutkusu
Özgürlüktür…
5 notes · View notes
pateralba · 8 months ago
Text
KISACA, DEVRİM NEDİR?
Dünyanın neresinde olursa olsun, devrim, zora ya da yasal yeniliğe bağlı olması farketmeksizin, üretim araçları ve dolayısıyla üretim biçiminin değişmesinden kaynaklanır. Yani toplumu ekonomi-politik olarak yorumlarken, alt-yapısı (üretim araçları, üretim biçimi ve üretim ilişkileri) ve buna bağlı üst-yapısı (alt-yapıya bağlı değiştiğini bildiğimiz kültür, ahlak, gelenek, hukuk, din vb.) olarak bileşik ve her bileşeni bir diğerini etkileyen bir bütün olarak açıklarız. Bu bütüne "toplum" deriz. Üretim araçlarına bir sınıfın sahip olduğu ve dolayısıyla bu egemen sınıfın üst-yapıyı kendine göre değiştirebildiği, küresel olarak yaklaşık 99% nüfusa sahip ücretli çalışanların günümüz toplumuna ise "sınıflı toplum" deriz. Bilim bize bunu söyler.
(Genel olarak marksistler, yine alt-yapıdaki değişimin üst-yapıda toplumsal kaosu tetiklemesinin yetmeyerek, devrimin, bu son sınıflı toplumda, tek devrimci sınıf proletaryanın tekelleşme sonucu ücretsiz işçiler olarak çoğalarak ve "kendinde sınıf" olarak bilinçsiz halden, marksizm ışığında bilinçlenerek "kendisi için sınıf" olmasıyla birlikte, zor yoluyla gerçekleşeceğini kabul eder.)
Dolayısıyla sınıflı toplumun son türü kapitalizmde patlak verecek devrim de, örneğin üretim araçları ve üretim biçimi değiştiğinde, artık sömürecek "artı değer" kalmayacak kadar makinalaşıldığında, makinalar çalışmayı işçisiz sürdürebildiğinde, sermayenin eğer varsa "yararlı emek" dediğimiz işçinin kendisi için değer ürettiği (kullanım değeri olan emek) emek gücü ya da sermayenin makinalaşırken ve araçlarını yenilerken kullandığı kendisi için emek gücü değerini de (yine kullanım değeri olan) kapsayan, temelde işçiyi sermayeye dahil etme çabasıyla verilen işçi ücretleri toplamını ve işçinin artı değer yaratarak burjuvaziye kaptırdığı değerin toplamını da kapsayan sermaye birikimi, kapitalizmde "katma değer" olarak hesaplanır ve bu katma değerin tamamı işçinin kullanım değeri olduğunda gerçekleşir. Ayrıca burjuvazi, hesabında, işçiyi ve onun koşullarını sermayeye, kendine ve koşullarına dahil edemediğinde ve bunun sonucunda fabrika ya da herhangi bir iş yerinde hiçbir işçiye gerek kalmadığında, üretimden sonra piyasayı belirleyen tüm toplumsal ihtiyaçların artık burjuvaların birbirleriyle yarışamayacağı ve artık sömüremeyeceği, önce enflasyonsuz ve ardından kârların olmadığı, sabit fiyatların olduğu bir kaos sürecinin sonu geldiğinde belirlendiğinde, toplumsal üretimi gerçekleştirirken toplum toplumsal emeği toplum için yararlı emeğe dönüştürdüğünde, bu durumda yeni ve toplumsal olan üretim ve dağıtım da ürün bolluğunda gerçekleştirildiğinde, para ortadan kalkarak ürünlere ulaşımın ücretsiz olarak karşılanılabilecek kadar paranın vb. gereksizleştiği koşullarda, yani emek gücüne ve dolayısıyla artı değer sömürüsüne sebep kalmadığında, değişim değeri dediğimiz, örneğin para vb. biçimindeki değer, değişim için biçilemediğinde, paranın, hatta her türden değişim değeri (altın, dijital para, hisse senetleri, tahviller vb. olarak) saltanatının zorunlu olarak bitişinden sonra, toplumun üst-yapısında olan "ortak değer yargılarının" alt-yapıya bağlı olarak kaçınılmaz değişimiyle ve sonucunda çalışanların tüm ihtiyaçlarını ücretsiz karşıladığı, tam olarak beslenebildiği uygun koşullarda gerçekleşen toplumsal aydınlanmanın ardından, üstelik bir aşamadan sonra burjuvazi "yeniden sermaye" üretimi gerçekleştiremeyerek, kâr elde edemeyerek çöküş yıllarına girdikten sonra, sonunda burjuvazinin kendi sermayeler arası rekabetini yaratan tüm koşullar ortadan kalktıktan sonra ve üretim araçları kamusallaşırken dağıtımda yaşanan krizin de toplum tarafından planlanarak sona ermesiyle, önceden ücret karşılığı emek gücünü satarak yaşayan bir sınıfın, burjuvazi ile birlikte kendi sınıf varlığına da son vererek sınıfsız toplumu kurmasıyla birlikte "yasal olarak" gerçekleşebilir. Burada dikkat edilmesi gereken kavram sermayedir.
Özetle, sermaye, katma değerdeki işçi ücretleri, biriken toplumsal artı değer ve varsa kullanım değeri toplamından oluşur ve belirlediği ücretlerle ücretli çalışanları kendi denetimine sokar; devrimciler ise ücretli çalışanların sermayeden kopması ve kendisiyle birlikte kendi sınıfının çıkarına harekete geçmesi için (kimileri de tepeden inmeci jakoben ya da bir grubun öncü devrimci olduğu klasik gerillacı tezler vb. birçok marksizmle ilgisiz yöntem ya da zorba stereo tiplerin marksizme karşı yücelttiği tezler ile, toplumda karşılığı olmadan çırpınıp durur) kendinde sınıf proletaryaya dışarıdan bilinç taşır. Komünistler olarak "devrim" dediğimizde, aklımıza aksiyon sahneleri gelmez, önümüzde bir rehber ve eylem klavuzu olarak marksizm bilimini buluruz.
0 notes
lyovocka · 5 years ago
Text
Her şey bizim için basit hale getirildiğinde zayıf düşeriz; yaptığımız şeyi kavrayamadığımız için de işle olan bağlantımız yüzeyselleşir. İnsanlar, kendilerini ve etrafındaki dünyayı okumaya çabalarken de bu yüzeysellikten mustarip olabilirler. Sınıfsız toplum görüntüsü, ortak bir konuşma, giyinme ve hayata bakış biçimi, derindeki farklılıkların gizlenmesini sağlar. Herkesin eşit gözüktüğü bir düzlem var, ama insanlar bu yüzeyi kırabilecek bilgiye sahip değiller. İnsanların kendileri hakkında sadece en kolay ulaşılabilen gerçekleri bildiği bir toplumda bu zaten mümkün olamaz.
49 notes · View notes
gazetelinkmedya · 6 years ago
Text
İmtiyazsız, sınıfsız, ırksız  ve mezhepsiz bir direniş /
İmtiyazsız, sınıfsız, ırksız  ve mezhepsiz bir direniş /
İmtiyazsız, sınıfsız, ırksız ve mezhepsiz bir direniş
Bu kadar başarısız, bu kadar kalitesiz, bu kadar geri ve bu kadar yolsuz bir siyaset anlayışı nasıl ayakta durur? Normalde üçüncü hükümet döneminde tarihin çöplüğüne gitmesi gereken bir siyasi parti, nasıl olur da hala bu ülkeyi felakete sürüklerken, bu derecede oy alabilir? Din bezirganlığı, ırkçılık, sahte milliyetçilik, b��l ve yönet, her…
View On WordPress
0 notes
umutlarkelebek · 6 years ago
Text
İnsanlar yıllarca toplumun düzelmesini isteyip durdu. Belki sınıflı belkide sınıfsız bir toplum yaratmak için türlü uğraşlar içine girdiler. Biz insanlar yani o toplumun bir parçası olarak hep izlemeyi seçtik. Ne bir adım geriye gittik nede bir adım öteye. Televizyonda gördüğümüz haksızlığa ağzımızı açıp bir sürü laf söylerken, adımımızı dışarı atıp sokaklarda yaşanan haksızlığa gözlerimizi yumup yürüdük. Hiç bir zaman dönüpte o düzeni değiştirmek isteyenlerden olmadık. Belki bütün her şeyin cevabı çok basitti.
  İnsanların sokakta yürürken bir güvenlik hissi hissetmek istemesi en büyük hakkı iken kendi hakkını koruyup başkasının hakkını hor gören insanlar dolu dışarısı. Daha küçükken bile buna alıştırıldık aslında. Bazen hor görüldük bazende hor görüldüğümüz için başka insanları hor görmeyi hak edindik. Buydu aslında. O düzeltmeye çalıştıkları koskoca toplumu darmaduman eden düşünce bu nedenlerin altından çıkıyordu. Ellerini kaldırıp haklıyla haksızı ayıramayan bir toplum varken o düzen hiç bir zaman kurulamaz.
  Bu yüzden en büyük hayalim adaletin arkasında durup bir öyle bir böyle olmayan toplum yaratmaktı. Dışarıda yanında birinin olma ihtiyacı gütmeden özgürce dolaşabileceğin bir toplum olmasıydı. Küçükken gittiğin okulda istemedende olsa bilinç altına yerleştirilen en güçlü ve en korkusuz olanla arkadaş olma içgüdüsünü ortadan kaldırmak istememdi. Bunlar çokta zor istekler değil. Daha yaşadığım hayatın yarısında olabilirim yada belkide sonundayımdır. Hiç farketmez. İnsanların büyük küçük ayırmadan bilgisini insanlara özgürce anlatmasını istiyorum. Cümlenin yarısını söyleyip yarısını korktuğu için söylemekten vazgeçtiği bu toplumda yaşamak istemiyorum. Evet ben herkesin özgürce yaşadığı ve empati kurduğu bir toplumda yaşamak istiyorum. İnsanların iki yüzlü yaşamak zorunda olduğu bu toplumda yaşamak istemiyorum. Ben dışarıya adım attığımda insanlardan kaçmak istemiyorum. Dışarıdaki milyonlarca gencin insanlardan kaçmak için kendilerini bağımlı ettiği ve onları olmadıkları bir karaktere empoze eden o sosyal medyadan kurtulmak istiyorum. Önümüzde belki bir yıl belkide bir ay vardır. Bilemeyiz. Ve sizde toplumun bir parçası olan insanlar olarak izlemeyi lütfen bırakın. Çünkü benim istediğim toplum tam olarak sizin düşüncelerinizden geçiyor olabilir.
20 notes · View notes
baybaykus · 5 years ago
Text
BİR ÜLKÜCÜ OLARAK BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM!!!
ya, bunlar nasıl insanlar bilmem ki
eşitlik diyorlar
adalet diyorlar
özgürlük diyorlar
herkese güvenceli iş
herkese güvenceli gelecek
herkese aş diyorlar
zengin yoksul olmasın
toplum sınıfsız
kış günü herkesin evi barkı olsun diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
çocuk işçiler
çocuk gelinler olmasın diyorlar
insanlar sömürülmesin
emeklerinin karşılığını alsın diyorlar
hastane kapılarından
okul kapılarından döndürülmesin diyorlar
herkes için parasız sağlık
parasız eğitim diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
insan ayrımı yapmıyorlar
sen Türksün
sen Kürtsün
sen alevisin
sen sünnisin demiyorlar
sen başı açıksın
sen başı kapalısın demiyorlar
sen siyahsın
sen beyazsın demiyorlar
sen Diyarbakırlısın,sen teröristsin
sen Yozgatlısın,sen faşistsin demiyorlar
insana insan oldukları için değer veriyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
doğayı seviyorlar
temiz bir doğa
sağlıklı bir çevre diyorlar
doğayı talan eden HES'lere
rant için yapılan köprülere hayır diyorlar
ODTÜ'de ağaç kıyımına hayır diyorlar
Ankara nefes alsın
dünya nefes alsın
çocuklarımız nefes alsın diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
hırsızlığa
vurguna
soyguna
yolsuzluğa
rüşvete
talana cephe alıyorlar
halkın vergilerini halka hizmet olarak döndürmeyip
cebe indirenlere lanet okuyorlar
halkını seviyorlar
ülke insanını seviyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
savaşlara
emperyalizme hayır diyorlar
savaşı zenginler çıkarır
yoksullar ölür diyorlar
savaş zenginlerin terörüdür
çocuklar öldürülmesin diyorlar
barış diyorlar
halklar kardeştir diyorlar
dostluk
insanca yaşam
tam bağımsız Türkiye diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
biz dine karşı değiliz
din sömürüsüne
dini kullananlara karşıyız diyorlar
yoksullara din iman
zenginlere han hamam
yoksula ancak öbür dünya cennet
zengine her daim bu dünya cennet
diyen afyonculara
bu dünyayı yoksullara cehennem
fakat
zenginlere cennet eden kapitalizme karşı direniyorlar
yoksullar için
bu dünyayı da cennete çevirmek
kısacası
başka bir dünya mümkün diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
nerede bir ezilen
nerede bir sömürülen
nerede bir mazlum
nerede bir ötekileştirilen varsa
onun yanında oluyorlar
sen ben farkı bilmiyorlar
ezildikten sonra hepimiz şarabız diyorlar
gelin dayanışalım
gelin birlik olalım
gelin insanca bir düzen kuralım diyorlar
bizi
birbirimize düşürenlere inat
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
GECELERİ KİMSENİN AÇ YATMADIĞI
GÜNDÜZLERİ KİMSENİN İŞSİZ GEZMEDİĞİ BİR TÜRKİYE DİYORLAR
SOSYALİST TÜRKİYE CUMHURİYETİ DİYORLAR
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM...
👍👏👏👏
1 note · View note
wozwaldllik · 6 years ago
Text
Marx-6
Şimdi kapitalizmin neden kendi kendini yıktığına dair bir örnek verelim:
Elinde çok para bulunan bir kapitalist olsun. Parasının bir kısmıyla işletmesini yenilesin. Tabii aynı zamanda çocuğunun keman dersi için para ayırması lazım. Karısının da bazı pahalı alışkanlıkları var herhalde. Ama bunlar o kadar önemli değil. İşletmeyi modernleştirdi, yani yeni makineler aldı ve bu yüzden de artık eskisi kadar çok insan çalıştırması gerekmiyor. Bütün bunları rekabet gücünü artırmak için yaptı. Ama bu şekilde düşünen yalnız o değil. Bir daldaki bütün üretim durmadan daha akla uygun, daha verimli hale gelmekte. Fabrikalar büyüdükçe büyüyor, sahipleri de giderek azalıyor.
Tumblr media
Yani işini kaybedenlerin sayısı durmadan artar. Böyle olunca toplumsal sorunlar da durmadan büyür. Marx’a göre bu tür krizler kapitalizmin sonunun yaklaştığını göstermektedir. Ama kapitalizmin kendi kendini yıkan özellikleri bu kadarla kalmaz. Malların fiyatlarını rekabete dayanacak düzeyde tutmak için kârın giderek daha büyük bir kısmı üretim araçlarını modernleştirmeye ayrılır, ama yeterli artı değer de üretilemez.
Tumblr media
Böylece işçilerin ücretlerinin düşürülmesi yoluna gidilir. Ve sonunda işçiler öyle fakirleşir ki hiçbir şey alamaz olurlar. Bu duruma bir toplumda alım gücünün düşmesi deniyor. Şimdi artık tam bir kısır döngüye girdik. Bu durumda Marx’a göre kapitalist özel mülkiyetin ölümçanı çalacaktır, çünkü artık bir devrim durumu oluşmuştur.
Daha sonra ise kapitalizmin yerini sınıfsız bir toplum olan komünizm alır. Üretim araçlarının herkese, yani halka ait olduğu bir toplumdur bu. Böyle bir toplumda herkes yeteneklerine göre çalışacak ve ‘ihtiyacı kadar’ alacaktır. Emek halkın kendisine aittir, dolayısıyla artık yabancılaşma söz konusu değildir.
Tumblr media
Marx’tan sonra Sosyal Demokrasi ve Leninizm hareketleri ortaya çıktı. Daha insanca ve daha adil bir topluma adım adım ve barışçı bir yoldan varmak isteyen Sosyal Demokrasi Batı Avrupa’da ağırlık kazandı. Bu yolu bir tür yavaşlatılmış devrim olarak görebiliriz. Eski sınıflı toplumun ancak devrimle ortadan kaldırılabileceğini savunmaya devam eden Leninizm ise Doğu Avrupa’da, Asya ve Afrika’da öne çıktı. Her ikisi de değişik şekillerde yoksulluk ve baskıya karşı mücadele ettiler.
(Jostein Gaarder, Sofie’nin Dünyası)
Tumblr media
39 notes · View notes