Tumgik
#rıfat diye biri
doriangray1789 · 2 years
Text
DÖNÜŞÜMDEN SONRA  MİLENA’YA MEKTUPLAR
Kafka’nın bir çok kitabını burada incelemiş ve yazmış biri olarak bu aşk hikayesine yer vermemek olmazdı diye düşündüm... yazdığım mektupların birinde ‘’bana da uzaktaki Milena mı düşünmek kalıyor’’ ifadesini kullanmış biri olarak yazmalıydım... Bir busenin hüznünü yaşarken... ‘’nedir ki öpücük: daha bir yan yana yapılan vaattir, yemindir aşka inanmayana, kulağa değil dudaklara fısıldanan bir sırıdır ve ruhun tadına bakmaktır dudaklardan’’ birazdan Kafka’ya geçeceğim.... önce bu hikayenin özetini anlatmak isterim:  Franz Kafka, Prag'da bir dost meclisinde tanıştığı gazeteci Milena Jesenska'dan öykülerini Çekçe'ye çevirmesini ister. Kafka ile Milena'nın yollarını kesişmesine neden olan bu dilek, bir ilişkinin başlangıcı, Milena'ya Mektuplar başlığı altında toplanan bu yazışmalarsa kısıtlı bir iletişimin tek aracı olur.... Milena'ya Mektuplar eşi benzeri olmayan bir kitap, mektuplarla örülmüş bir aşk romanıdır. Kafka'nın Milena'ya Nisan 1920 tarihli ilk mektubunda yağmurlu bir günden söz ederek, deyiş yerindeyse, bir roman tadında başlattığı bu yazışmalar, yazarın ölümünden kısa bir süre öncesine değin sürerken, ümitsizliğin, çaresizliğin ve tıkanışın anlatımına dönüşür. Çünkü Kafka'nın da dediği üzere, Mektup yazmak, hayaletlerin önünde soyunmak demektir, ki onlar da aç kurtlar gibi bunu bekler zaten. Yazıya dökülen öpücükler yerlerine ulaşmaz, hayaletler yolda içip bitirir onları.Bu yazıyı sonuna kadar okumayan  bir sabah kendisini yatağında Gregor Samsa gibi kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak bulsun...😁  Şimdi bu kitap öyle bir kitap ki, Kafka neredeyse her mektubun başında "Ah Milena, vah Milena" diye sayıkladığında aklıma sürekli Batman'in Robin'e attığı tokat geldi. 20.yy'daki Prag'da Tinder uygulaması henüz icat edilmediği için ve Kafka'nın da yalnızlık başına vurduğu için bu konuda birilerini darlama ihtiyacını Milena'ya yolladığı mektuplar üzerinden sağlamış gibi görünüyor. Kafka o kadar sıkıntılı ve saplantılı bir aşk biçiminin içinde bulunuyor ki, kendi halim aklıma gelip Kafka'nın mektuplarının Milena'ya ulaşmasını engellemek istediğim bile oldu.sayfalarca yazardım 20-30 onlar benden ona ulaşan güzellik olurdu bense onlara ruh olurdum.... neyse Kafka’ya dönelim:  "Ben bütün zamanımı ve bütün zamanımdan bin kat fazlasını ve daha da iyisi, dünya üzerinde var olan bütün zamanları senin için kullanmak istiyorum; seni düşünmek, senin içinde nefes almak için." [s. 111]  Aslında insan yalnızlığına bir tanık, hatalarına da bir suç ortağı arar hepsi bu. Yalnızlığından ayrılmak istemeyen ve hatalarını tekrar etmekten vazgeçmeyen benim gibi birisi de hayatını boş yere tüketir işte böyle . Tek tesellim düşünen,okuyan ve yazan biri olmuşluğum. Böylece gelecekte benimle gönül bağı kuran pek çok dostum olacak. Ölüler aleminde gördüğüm saygıyı ve değeri de buna bağlıyorum. Kafkanın Milenaya yazdığı mektupları hiç kıskanmadım;🤔 ama sevgisini hiç 'seni seviyorum' demeden nasıl bu kadar güzel anlattığına şaşırmıştım. ‘’ Yardım et bana! Söyleyebildiklerimden daha fazlasını anla. ‘’
Aklıma Oktay Rıfat geldi
Ben eski zaman âşığıyım Sevda çeker düşünürüm ağlarım Bazen tilki kadar kurnaz bazen akılsız Bazen çocuk gibiyim bazen bakakalırım. Herkes âşık olur sevdalanır Bir yolu var gönül çekmenin de Benimki sevda değil ateşten gömlek Bir kor düşmüş ışıl ışıl yanar içimde Ama ben eski zaman âşığıyım Sevmek kadar kanatlanmak da gelir elimden Gece hayalimde gündüz fikrimde Ela gözlü o yâr çıkmaz gönülden
aşk denen şey bence kendi içinde ikiye ayrılıyor diye başladığım tespit. bunlardan birincisi: "o" kişiyi sevmek "o" kişiye aşık olmak. bu tamamen o kişinin kendisine duyulan sevgiyle alakalı olabilir. ikincisi: insanın kafasında idealize bir ilişki ve kişinin bulunması. "o" kişinin bu yeri ne kadar doldurduğu ile alakalı olarak doğan aşk farklı bir hal alıyor.hani derler ya  "aşk, bazıları için soğuk savaş; bazıları için sıcak temastır." işte o hesap... bir sürü şarkı var bu yaznın altına koyacağım ancak ben   The Moody Blues ‘ u seçtim... 
youtube
5 notes · View notes
nnnebula · 8 months
Text
​TOM VE JERY
Belediyenin sağlık denetim timi çok sorun yaşadığı bir lokantayı kafaya takmış.
Kesin kapatmak için içeri girer. Tam o sırada içeride bir kovalamaca... Pattttt!
Garson bir fare öldürür. Sonra bir fare arkasında aynı hızla bir kedi, insanların önünden koşarak geçer. Hemen sağlık denetim başkanı: Tamam, tamam kapatın...
Tüm müşteriler dışarı. Kapıya bir mühür derken arkadan lokanta müdürü koşarak gelir.
- "Stop, stooooop, kestik!" diye bağırır.
Herkez şaşkın.
Lokanta müdürü sağlık denetim başkanına dönerek:
"Neyapıyorsunuz kardeşim tam da filmin ortasında..." Bu arada bizim kediyle fare bir tur daha atar...
Lokanta Müdürü yine bağırır: "Tamam!
Tom tamam! Jerry! Siz de durun." Sağlıkçının biri yerdeki ölmüş fareye bakar ve müdüre bunu nasıl açıklayacaksın gibisinden kaş göz eder..
Müdür pişkin :) "Oğlum Rıfat! Dublör fareyi de alın burdan!". 😀
0 notes
gorkisizlik · 5 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Onun adını her duyduğumda, saygı, nezaket, adalet, dostluk gelir aklıma. Erkek güzelidir, babayiğitdir. Gönüllerin ve Yeşilçamın kralıdır. Ayhan Işık, demek baştan aşağı aydınlığa, medeniyete kesmiş insan demektir. Sadri Alışık'ın kalbini çalan kişidir.
5 Mayıs 1929
İyi ki doğdun Taçsız Kral
19 notes · View notes
nesrin-c · 4 years
Text
Rıfat Serdaroğlu: ÇOKLU BARO
22 Haziran 2020 günü hiç unutulmayacak! Bugün, kutsal savunma hakkımızın temsilcileri Barolarımızın 80 Başkanı, Vali tarafından T.C Başkent’ine sokulmadı! Baro Başkanlarına fiili saldırıda bulunuldu. Baro Başkanları yumruklandı, gözlükleri kırıldı.
PKK’yı T.C Devletinin televizyonuna çıkartıp Türk Milletini derinden yaralayanlar, bu defa da Baro Başkanlarımızı Ankara’ya sokmayarak
Türk Devletinin alnına “Kara Leke” sürmeye kalkıştılar. Kim emir verdiyse, kim bizlere bu ayıbı yaşattıysa, o yönetici müsveddelerinden Çoban Ateşi Hareketi olarak hesap sormazsak, aldığımız nefes bize haram olsun. RS.
Bu ülkenin aydınları, etkin işadamları kendi yararlarından önce, demokratik rejimi ve cumhuriyet değerlerini korumazlar, bu konularda açıkça taraf olmaktan geri dururlarsa meydanı demokrasi düşmanı akımlara, mafyaya, kanunsuz eşkıyalara bırakmış olurlar.
İktidara yanaşmak, ona yalakalık yapıp sığınmak, başkalarına yapılan baskıları, özgürlük kısıtlamalarını görmezden gelmek, bu yalakaları bir müddet için kurtarır.
Tek Adam, her an kendisine yalakalık yapanları da daire dışına atabilir ve nasıl ezildiklerini, nasıl mallarına mülklerine el konulduğunu yalakalar bile anlayamaz!
Yakın zamandan iki örnek verelim;
Biri eski Başbakan ve AKP Genel Başkanı Davutoğlu! Genel seçim kazanmış bir siyasetçi!
Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde olmayacak, ancak dikta rejimlerinde gördüğümüz bir olay gerçekleşti. Tek Adam “püf” dedi, Başbakanlık da, Genel Başkanlık da uçtu, gitti. Davutoğlu, atılmayı kabul etti ve Tek Adamın yanından ayrılmadı. Gerçeği göremeyen Davutoğlu, elinden üniversitesi de gidince uyandı ve sözüm ona muhalefete başladı! Yarın Tek Adam, “Gel buraya” dediğinde, koşarak gider. Çünkü yalakalık girdiği yerden kolay-kolay çıkmaz.
Diğeri iş dünyasından TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu!
Abisi emretti TOBB’un parası, babasının parasıymış gibi VİP Helikopter aldı.
Abisi yine emretti, Yassıada’ya TOBB’un parasıyla “Demokrasi Müzesi” yaptı. Hem de ülkede demokrasi ve özgürlükler, AKP tarafından boğulurken!
Şimdi AKP içinden, onu FETÖ’culukla, ihanetle suçlamaya başladılar. Yakında, devre dışı kalır. TOBB Başkanını çizip yerine TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nu yazabilirsiniz…
AKP, yıllardır söylediğimiz gibi adım-adım Federe İslam Devletine giden yolun taşlarını döşüyor.
İrtica ’nın en yalın tarifi, pozitif hukuku yıkıp, yerine şeriat hukukunu koymaktır.
Buna direnecek en önemli kurumlarımızdan olan Barolar, AKP tarafından hedef alınmıştır.
Bunun bir ötesi, “Çoklu Baro” denen ucubeyle, çağdaş baroları yok etmektir.
Eğer bunu başarırlarsa, arkasından “Çoklu Hukuk” gelir. Her dine, her mezhebe, her tarikata göre hukuk! Bunu “Çoklu Dil” takip eder ki, o zaman ne Türk Devleti kalır, ne de Türk Milleti!
Bir gecede, bir parçası ilerde “Kürt Devleti” olacak olan Federe İslam Devleti kurulur. Zaten bir parçası AKP-ABD işbirliği ile Barzani’ye, diğer parçası da yine aynı koalisyon tarafından Suriye’de YPG/PKK’ya kurdurulmuş Kürt Devletinin üç parçası yaratılmış olur. Sıra sonra İran’a gelir.
Yargı da bu arada tamamen KADI hakimiyetine girer. Bir fetva ile, dilediğini din düşmanı ilan edip, malına namusuna ırzına el koyarlar…
Bu dediklerin olmaz, abartıyorsun diyeceklere önerim şudur. Lütfen kıyaslayın;
2002’deki Türk Ordusu ile 2020’deki Türk Ordusunu! (Sayısı azaltılmış-Okulları-hastaneleri kapatılmış, komuta heyeti perişan edilmiş, Genelkurmay Başkanı Terör Örgütü kurucusu diye zindana atılmış, Subay yetiştiren okulların başına FETÖ’cu hainler yerleştirilmiş)
2002’de ki Yargı ile 2020’de ki Yargıyı! (Cübbelerine düğme taktırmaktan fermuar taktırmaya terfi eden yargı. Bir gecede FETÖ’ya teslim edilen Yüksek Yargı’yı, AKP İL ve İlçe Başkanlıklarında çalışan Avukatların yüzlercesinin Savcı-Yargıç yapılmasını)
Türk Milletinin aydın ve vatansever insanları şunu hiç unutmamalıdır;
Vatansever kişi, iktidarlara değil vatana ve hukuka itaat edendir…
Kimse mücadele etmese de, biz Çoban Ateşi Hareketi Gönüllüleri sonuna kadar mücadele edeceğiz.
Ne Mutlu Türküm Diyene ve Sözünden Dönmeyene…
Sağlık ve başarı dileklerimle 23 Haziran 2020
75 notes · View notes
yusufserkan · 5 years
Text
Atatürk'ün naaşı, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya'nın gözetiminde yıkandı. Atatürk'ün cenaze namazı, 19 Kasım 1938 Cumartesi günü, sabah saat 07.30 ile 08.15 arasında Dolmabahçe Sarayı'nın Muayede Salonu'nda Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı…
Dün 10 Kasım'dı… Atatürk'ümüzü, aramızdan ayrılışının 81. yıl dönümünde saygıyla, özlemle ve minnetle andık.
Bugün 11 Kasım 1938… Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk'süz ilk günü 11 Kasım 1938'di.
Peki, ama 11 Kasım 1938 ve sonrasında neler oldu? Atatürk'ün cenaze töreni nasıl yapıldı?
İşte bugün, Atatürk'ümüzün son yolculuğuna nasıl uğurlandığını anlatacağım.
KOSKOCA BİR TARİH GÖÇÜYOR!
Tarih: 8 Kasım 1938.
Saat: 18.55.
Yer. Dolmabahçe Sarayı.
Atatürk fenalaştı. Yatağında doğrulup oturdu. İstifra ediyordu.
Doktorlar bir taraftan bazı ilaçlar enjekte ediyorlar ve diğer taraftan buz parçaları yutturmaya çalışıyorlardı.
Birden sağındaki saate baktı. İyi göremiyordu ki, hemen yanı başındaki Hasan Rıza Soyak'a “Saat kaç?” diye sordu
Hasan Rıza Soyak, “07.00 efendim” diye cevap verdi.
Birkaç defa daha “saat kaç” diye sordu. Hasan Rıza Soyak aynı cevabı tekrarladı.
Biraz sükûnet bulunca yatağına yatırdılar.
Başucuna sokulan Hasan Rıza Soyak, “Biraz rahat ettiniz, değil mi efendim?” diye sordu.
“Evet” dedi.
Ardından Dr. Neşet Ömer İrdelp yanaşıp şöyle seslendi:
“Dilinizi göreyim efendim!”
Dilini ancak yarıya kadar çıkardı. Doktor, dilini biraz daha çıkarmasını söyledi. Ancak nafile! Artık söyleneni anlamıyordu. Dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen içeri çekti. Başını biraz sağa çevirerek Dr. Neşet Ömer'e baktı. “Aleykümesselam” diyerek gözlerini kapattı. Son sözü bu oldu.
Atatürk'ün cenaze törenine o güne kadar görülmemiş derecede büyük bir kalabalık katıldı.
Tarih: 10 Kasım 1938, Perşembe.
Saat: 08.00 suları.
Herkes Atatürk'ün yanındaydı.
Atatürk, yatağında, rengi tamamen solmuş durumda yatıyordu. Doktorları yanı başında çaresizlik içinde ve üzüntüyle bekliyorlardı. Doktorlardan biri ıslak bir mendille Atatürk'ün dudaklarını ıslatıyordu.
Hasan Rıza Soyak, İsmail Hakkı Tekçe ve Kılıç Ali, başları önde büyük bir üzüntüyle ve derin bir endişeyle Atatürk'e bakıyorlardı. Hasan Rıza Soyak dayanamayıp yanındaki Kılıç Ali'ye şöyle seslendi: “Kılıç bak, koskoca bir tarih göçüyor.”
Hasan Rıza Soyak o sıradaki ruh halini şöyle ifade ediyordu: “Her tarafım uyuşmuş. Bütün duygularım donmuş bir halde. O güzel, o nurlu çehreye dalmış, bakıyorum… Hazin sessizlik içinde kulağıma yalnız Dr. Mehmet Kamil ve Prof. Akil Muhtar'ın hıçkırıkları çarpıyor.”
Saat, tam 09.05'i gösteriyordu.
Atatürk birden bire gözlerini açtı. O derin mavi gözleriyle son bir defa oradakilere baktı, birkaç saniye içinde başını sağa çevirip gözlerini kapadı.
Atatürk ölür ölmez Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak, hıçkırıklarla karyolanın yanında diz çöktü ve Atatürk'ün sağ elini avucunun içine alıp öptü, yüzüne gözüne sürdü. Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe de aynı eli öpüp yorganın altına koydu. Bu sırada Dr. Mim Kemal, yavaşça Atatürk'ün gözlerini kapattı. Dr. Kamil Berk de beyaz ipek bir mendille çenesini bağladı.
Son nöbet defterine şöyle yazıldı: “Saat, 09.05'te vefat etmiştir.”
Hasan Rıza Soyak'ın ifadesiyle koskoca bir tarih göçtü.
Masklar ölüm raporu otopsi, tahnit
Atatürk'ün ölümünün hemen ardından İstanbul Hıfzısıhha Müzesi Müdürü Dr. Nuri Hakkı Aktansel, Atatürk'ün yüzünün ve sağ elinin maskını (mulajını) yaptı. Bu mulajlar bugün Anıtkabir Müzesi'ndedir.
11 Kasım 1938'de Atatürk'ün doktorları; Prof. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Mim Kemal Öke, Prof. Akil Muhtar Özden, Prof. Hayrullah Diker, Prof. Süreyya H. Serter, Dr. Nihad Reşat Belger, Dr. Kamil Berk ve Dr. Abraya Marmaralı “Atatürk'ün ölüm raporunu” düzenlediler. Raporda Atatürk'ün 10 Kasım 1938 sabahı saat 09.05'te vefat ettiğini belirtildi. Raporda ayrıca Atatürk'ün ölüm nedeni kesin olarak bilindiğinden otopsi gerekmediği bildirildi. Ancak hükümet isterse otopsi yapılabileceği de eklendi. Hepsi Atatürk'ün yakın arkadaşı olan bakanlar Atatürk'ün vücudunun kesilip parçalanmasına razı olmadılar. Hükümet otopsiye gerek görmedi. Son zamanlarda bazı tv programlarında bazı fotoğraflar gösterilerek Atatürk'e otopsi yapıldığı iddia edilse de bu doğru değildir; Atatürk'ün naşına otopsi yapılmamıştır.
Naşın uzun süre bozulmadan kalabilmesi için iyi bir tahnit işlemine ihtiyaç vardı. Atatürk'ün naşı, tahnit işleminden önce İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya'nın gözetimi altında İslami kurallara göre yıkandı.
11 Kasım 1938'de Dolmabahçe'de Gülhane'den Prof Dr. Lütfi Aksu, doktorlar heyetinin düzenlediği bir rapora göre Atatürk'ün naşını tahnit etti.
11 Kasım 1938 Cuma günü TBMM, 1924 Anayasası'nın 34. maddesi gereğince gizli oyla yapılan seçimle Malatya Milletvekili İsmet İnönü'yü 348 oyla İkinci Cumhurbaşkanı seçti. Atatürk'ün daha cenaze işlemleri yapılmadan ikinci cumhurbaşkanının seçilmesini eleştirenler vardır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin ömrünü Atatürk'ün ömrüyle eş gören; Atatürk öldükten sonra Cumhuriyetin de yıkılacağını düşünen iç ve dış odaklara karşı hiç zaman kaybetmeden yeni cumhurbaşkanının seçilmesi çok gerekli ve çok önemliydi. İnönü, yeni hükümeti kurmakla yine Celal Bayar'ı görevlendirdi.
13 Kasım 1938 Pazar günü yapılan ilk bakanlar kurulu toplantısında hem cenaze programı hem de Atatürk'ün geçici kabir yeri belirlendi. Anıtkabir inşa edilinceye kadar Atatürk'ün naşının Etnografya Müzesi'nde korunmasına karar verildi.
Atatürk'ün naaaşı Dolmabahçe'de ziyarete açıldı. Halk, Ata'sına veda etmek için Dolmabahçe'ye aktı.
Atatürk'ün naşı tahnit işleminin ardından kurşun galvanizli bir tabuta konuldu. O da gül ağacından yapılan başka bir tabuta yerleştirildi. Üzerine Türk Bayrağı örtülen tabut bu şekilde katafalka konuldu. Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu'ndaki naşın başında Atatürk'ün silah arkadaşları nöbet tuttular. Atatürk'ün naaşı, 16 Kasım 1938 Çarşamba günü Muayede Salonu'nda saat 10.00'da halkın ziyaretine açıldı. Ziyaret, 18 Kasım günü saat 24.00'e kadar devam edecekti. Atatürk'ün naaşı ziyarete açılır açılmaz halk adeta sel olup Dolmabahçe'ye aktı. Dolmabahçe ve civarındaki yollar iğne atılsa yere düşmeyecek biçimde hıncahınç insanla doldu. O gece yarısı yaşanan izdihamda 11 kişi hayatını kaybetti. Üç gün içinde Atatürk'ün naşını yaklaşık 600 bin kişinin ziyaret ettiği belirtildi. Ziyaret sırasında yaşanan izdihamlarda bayılanların, yaralananların sayısı arttı.
Atatürk'ün cenaze namazının İstanbul'da veya Ankara'da bir camide kıldırılması düşünüldü, ancak Dolmabahçe'de Atatürk'ün naaşının ziyareti sırasında yaşanan görülmemiş izdiham; 11 kişinin ölmesi, 40 kadar kişinin yaralanması üzerine hükümet ve Genelkurmay fikir değiştirdi. Atatürk'ün cenaze namazının bir camide halka açık biçimde kıldırılması durumunda bir izdihamdan veya gösteriden korkuluyordu. Çözüm, Cenaze Tören Komutanı Fahrettin Altay Paşa'dan geldi. Fahrettin Altay Paşa, Başbakan Celal Bayar'a şöyle dedi: “Cenaze namazını mutlaka bir camide kılmaya mecburiyet yok. İslam dini müsait, sarayda da kılarız…” Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi Hoca da Atatürk'ün cenaze namazının “onun tertemiz hale getirdiği vatanın herhangi bir köşesinde kılınabileceğini” bildirdi.
Atatürk'ün tabutu İstanbul'dan Ankara'ya götürülürken camilerin üstü bile insanla doldu.
(Fotoğraf: Eminönü Yeni Cami)
Atatürk'ün cenaze namazı, 19 Kasım 1938 Cumartesi günü, sabah saat 07.30 ile 08.15 arasında Dolmabahçe Sarayı'nda Muayede Salonu'nda Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı.
Atatürk'ün cenaze namazını kılanlardan Fahrettin Altay Paşa'ya kulak verelim: “Prof. Şerafettin Yaltkaya'yı çağırdık. Dolmabahçe'nin büyük salonunda hem de birkaç kişi ile değil, birkaç saf halinde; paşalar, subaylar, görevliler, saray mensupları ve Atatürk'ün yakınlarından birkaç kişi olduğu halde kalabalık bir cenaze namazı kıldık.”
Anadolu Ajansı'nın 19 Kasım 1938 tarihli tebliğinde Atatürk'ün cenaze namazı şöyle anlatılıyor: “İçeride merasim başlamadan ailenin isteği ile büyük ölünün namazı kılınmak suretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı İslam Tetkikleri Enstitiüsü Direktörü Ordinaryüs Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır… Sekizi çeyrek geçe en yakın silah arkadaşlarından 12 tüm general cenazenin başucunda toplandı. Sandukayı kaldırdılar ve eller üstünde, vakur adımlarla top arabasının önüne getirdiler.”
İstanbul'dan Ankara'ya son yolculuk
19 Kasım 1938 Cumartesi günü Dolmabahçe Sarayı'nda kılınan cenaze namazından sonra Atatürk'ün naaşı sabah saat 08.30'da top arabasına konulup Dolmabahçe'den çıkarıldı. Saat 09.00'da hareket eden cenaze alayı Karaköy, Sirkeci, Gülhane Parkı'ndan geçip Sarayburnu'na ulaştı.
Halk, Atatürk'ü son yolcululuğuna gözyaşları arasında uğurladı.
Polis süvari müfrezeleri, askerler, çelenk taşıyan öğrenciler top arabasının önünden yürüyordu. Arabanın iki yanında kılıçları ellerinde 6 general yürüyordu. Onların hemen arkasından ise sırayla Atatürk'ün istiklal madalyasını taşıyan bir general, eski Afgan Kralı Amanullah, başbakan, milletvekilleri, İstanbul'un asker sivil görevlileri yürüyordu. Sokaklar, caddeler, dükkanlar, evler, hatta camilerin kubbeleri bile insanla doluydu. Sokaklarda mahşeri bir kalabalık vardı.
Atatürk'ün naaşı, saat 12.45'te Zafer Torpidosu'na konuldu. 13.20'de de açıkta bekleyen Yavuz Zırhlısı'na taşındı.
Yavuz Zırhlısı, saat 19.30'da İzmit'e vardı. Buradaki törenin ardından saat 20.20'de tabut İzmit'te özel bir trene konuldu.
Atatürk'ün naaşını taşıyan tren 20 Kasım Pazar günü 10.30'da Ankara'ya vardı. Ankara Garı'nda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, milletvekilleri, komutanlar hazır bekliyordu.
Türk Bayrağı'na sarılı tabut, Büyük Millet Meclisi önünde bir katafalka konuldu. Saat 12.10'dan itibaren de halkın ziyareti başladı.
21 Kasım 1938 Pazartesi günü Ankara'da devlet töreni yapıldı. Bu törene pek çok ülkeden gelen yabancı temsilciler de katıldı. Bir top arabasına konulan tabut Etnografya Müzesi'ne getirilip giriş salonundaki katafalka konuldu.
Atatürk'ün Türk Bayrağı ile örtülü tabutu 31 Mart 1939'da Etnoğrafya Müzesi'ndeki geçici kabre konuldu. 1953 yılında Anıtkabir'e nakledilinceye kadar da orada kaldı.
Atatürk;
Bu toprağın bitmeyen umudu,
Bu milletin uyanmış bilinci,
Bu ülkenin tam bağımsızlık ruhu,
Mazlum ulusların özgürlük ateşi,
Doğunun parlak aklı,
Batının oyun bozanı,
Yurtta ve dünyada barışın gür sesi,
81 yıl önce öldü, ancak “etkisi” hâlâ canlı, hâlâ diri,
Unutulmaz!
15 notes · View notes
aykutilter-blog · 2 years
Video
undefined
tumblr
Fulya mahallesinin sınırları, nüfus, seçmen, sokak cadde sayısı çevresindeki mahalleler ve donatılar https://www.youtube.com/channel/UCnmS3zGnGDVqX1M7-Lupliw Fulya, İstanbul'un Şişli İlçesi'nde, Mecidiyeköy'den güneye doğru dik bir eğimle inen eski dere yatağı bugün bir yerleşim bölgesi olarak derenin adıyla, Fulya diye anılır. Teşvikiye, Meşrutiyet (Nişantaşı), 19 Mayıs, Şişli Merkez, Mecidiyeköy, Gülbahar ve Dikilitaş mahalleleri ile çevrilidir. Sıradan bir hayat hüküm sürer. Fakat Mecidiyeköy'e yakınlığı nedeniyle de Fulya, Şişli'nin en büyük yerleşim merkezlerinden biri hale gelmiştir. Fulya sınırları içinde bazı "residence"ler bulunur. (Örneğin; Şişli Plaza ve Polat Tower) Şişli, İstanbul Mahalleler 19 Mayıs mahallesi, Bozkurt mahallesi, Cumhuriyet mahallesi, Duatepe mahallesi, Ergenekon mahallesi, Esentepe mahallesi, Eskişehir mahallesi, Feriköy mahallesi, Fulya mahallesi, Gülbahar mahallesi, Halâskârgazi mahallesi, Halide Edip Adıvar mahallesi, Halil Rıfat Paşa mahallesi, Harbiye mahallesi, İnönü mahallesi, İzzet paşa mahallesi, Kaptan paşa mahallesi, Kuştepe mahallesi, Mahmut Şevket Paşa mahallesi, Mecidiyeköy Merkez mahallesi, Meşrutiyet mahallesi, Paşa mahallesi, Teşvikiye mahallesi, Yayla mahallesi Semtler Bomonti, Çiftecevizler, Elmadağ, Gülbağ, Kurtuluş, Nişantaşı, Okmeydanı, Osmanbey, Pangaltı, Sıracevizler, Topağacı, Zincirlikuyu Şişli Fulya Mahallesi Caddeler B H M O B ile başlayan caddeler BÜYÜKDERE CD. H ile başlayan caddeler HAKKI YETEN CD. M ile başlayan caddeler MEHMETÇİK CD. O ile başlayan caddeler ORTAKLAR CD. Şişli Fulya Mahallesi Sokaklar A B C Ç D E F G H K L M N O Ö P S Ş T U Ü V Y A ile başlayan sokaklar AKINCI BAYIRI SK. ALİ SAMİ YEN SK. AYGÖREN SK. AYGÜN SK. AYŞECİK SK. B ile başlayan sokaklar BAHÇELER SK. BALLICA SK. BELEN SK. BEYAZ GÜL SK. BİLGE SK. BOZOVA SK. BÜLBÜL SK. BÜTAN SK. C ile başlayan sokaklar CAMİ SK. CELAL ATİK SK. Ç ile başlayan sokaklar ÇELTİK SK. ÇİĞDEM SK. D ile başlayan sokaklar DAĞLARCA SK. DENİZHAN SK. E ile başlayan sokaklar EMİROĞLU SK. EMİRŞAH SK. ESENLER SK. F ile başlayan sokaklar FİKİR SK. FULYA BAYIRI SK. G ile başlayan sokaklar G-7. SK. GALİPBEY SK. GARAJ SK. GÖRÜNTÜ SK. GÜLEN SK. GÜLSEREN SK. GÜNGÖREN SK. H ile başlayan sokaklar HÜSEYİN CAHİT YALÇIN SK. K ile başlayan sokaklar KOZACIK SK. L ile başlayan sokaklar LİKÖR YANI SK. M ile başlayan sokaklar MEVLÜT PEHLİVAN SK. N ile başlayan sokaklar NARÇİÇEĞİ SK. O ile başlayan sokaklar OĞUZHAN SK. OTLUCA SK. Ö ile başlayan sokaklar ÖĞRETMEN NİGAR HANIM SK. ÖRMECİ SK. ÖZBAL SK. ÖZLÜCE SK. ÖZTÜRK SK. P ile başlayan sokaklar PEHLİVAN SK. PEHLİVAN YAN SK. PROF. DR. BÜLENT TARCAN SK. S ile başlayan sokaklar SAKIZ AĞACI SK. SAKIZAĞACI SK. Ş ile başlayan sokaklar ŞEHİT NİYAZİ SK. ŞENOL SK. T ile başlayan sokaklar TOSUN SK. U ile başlayan sokaklar UYGAR SK. Ü ile başlayan sokaklar ÜÇOBALAR SK. ÜNSAL SK. V ile başlayan sokaklar VEFA DERESİ SK. Y ile başlayan sokaklar YAVUZ SK. YEŞİL ÇAM SK. YEŞİLÇİMEN SK. Fulya Mahallesi kaç adet cadde var? Fulya Mahallesi kaç adet sokak var? Fulya Mahallesi Durakları İETT Ali Sami Yen Durağı İETT Fulya Durağı İETT Fulya Mahallesi Durağı İETT Hilton Sitesi Durağı İETT Mecidiyeköy 4 Durağı İETT Mecidiyeköy Otobüs Durağı İETT Otim Yolu Durağı İETT Vergi Dairesi Durağı Fulya Mahallesi Parkları Haydar Aliyev Parkı Fulya Mahallesi Camileri Fulya Mehmetçik Cami Fulya Yeni Cami Fulya Mahallesindeki Diğer Yerler Ahi Evran Anadolu Ticaret Ve Tml Ali Sami Yen Stadyumu Beşiktaş Şişli-Mecidiyeköy Vergi Dairesi Fulya Bayırı Çıkmazı Fulya Mahallesi Gym Fitness Center İgdaş Fulya Şebeke Şefliği İtfaiye Mecidiyeköy Müfreze Amirliği Mecidiyeköy İtfaiye Müfreze Amirliği Şişli Belediyesi Fulya Halı Saha Tesisleri Şişli İlçesi Fulya Mahallesi Muhtarlığı Site Tekel Likör ve Kanyak Fabrikası Vefa Çıkmazı Yıldız Otopark Fulya Mahallesi Sokakları Akıncı Bayırı Sokak Ali Sami Yen Sokak Bahçeler Sokak Belen Sokak Bilge Sokak Bozova Sokak Bülbül Sokak Cami Sokak Celal Atik Sokak Çeltik Sokak Çiğdem Sokak Dağlarca Sokak Denizhan Sokak Denizhan Sokak (Belen Sokak.) Emiroğlu Sokak Esenler Sokak Fikir Sokak (Okul Sokak.) G-7. Sokak Galipbey Sokak Garaj Sokak Görüntü Sokak Gülen Sokak Gülseren Sokak Güngören Sokak Hüseyin Cahit Yalçın Sokak İETT Mevlüt Pehlivan Sokak. Durağı Kozacık Sokak Likör Yanı Sokak Mehmetçik Caddesi (Denizhan Sokak.) Mehmetçik Caddesi (Emiroğlu Sokak.) Mevlüt Pehlivan Sokak Narçiçeği Sokak Öğretmen Nigar Hanım Sokak Öğretmen Nigar Hanım Sokak (Cami Sokak.) Örmeci Sokak Örmeci Sokak (Emirhan Sokak.) Otluca Sokak Özbal Sokak Özlüce Sokak Pehlivan Sokak Pehlivan Yan Sokak Prof. Dr. Bülent Tarcan Sokak (Emniyet Müdürlüğü) Profesör Doktor Bülent Tarcan Sokak Saatçi Bayırı Sokak Sakız Ağacı Sokak Şehit Niyazi Sokak Şenol Sokak Tosun Sokak Üçobalar Sokak Üçobalar Sokak (İçobalar Sokak.) Ünsal Sokak Uygar Sokak (Yeşil Çimen Sokak.) Vefa Deresi Sokak Vefa Deresi Sokak (Vefa Bayırı Sokak.) Yavuz Sokak Yeşil Çam Sokak
0 notes
Text
Bir Miktar Kitap Daha
Tumblr media
Osmanlıda kölelik var mıydı? Köleler nereden gelir, nasıl alınır satılır, ne iş yaparlar, nasıl yaşarlardı? Herhangi bir hakları var mıydı? Türk sinemasındaki bacı kalfalarla sevimli hale getirdiğimiz kölelik kurumunun iç yüzünü anlatan Türk klasiklerinden. Bana Sefiller'in ilk bölümünde yaşadığım hisleri hatırlattı, bolca acıma ve üzüntü barındıran hisleri.
Mutlaka okunması gereken bir eser tabi ki orası kesin, çok da beğendim doğru ama yine de bu tarz ezilen, sömürülen sınıfları anlatan eserlerin onları ezenlerce yazılıyor oluşu bana bir eksiklik duygusu yaşatıyor, acaba diyorum bu zavallı halayık kız bu acıları gerçekten yaşadı mı, yaşadıysa bu şekilde mi yaşadı, yoksa sandığımızın aksine hiç mi yaşamadı, o kadar da umurunda değil miydi, durumunu kabullenmiş ve hatta kanıksamış olamaz mıydı, başka türlüsünü yaşamadığı için belki de mutlu muydu? Şunu söylemek istiyorum hiç özgür olmamış, özgürlüğün ne olduğunu bilmeyen biri esirliği için, özgür olmadığı için gerçekten üzülebilir mi? Sömürülenlerin kendi hikâyelerini kendileri anlatabildiği kitaplarda buluşmak dileğiyle, merakla arayacağım.
Tumblr media
Başarı üzerine yazılmış bir araştırma kitabı olmasının yanında bir kişisel gelişim kitabı tadı da veriyor. Başarının insanın kendi kişisel gayreti ve çabasından çok içine doğduğu şartlara bağlı olduğu tezini öne sürüyor, bu şartlar kimi zaman kişinin doğduğu yıl oluyor, kimi zaman da yetiştiği kültür. Savlarını öyle çarpıcı örnek ve istatistiklerle de destekliyor ki etkilenmemek mümkün değil, bu açıdan okunması gereken bir kitap. Ancak anlattığı hikayelerin her birinin üzerinde biraz durulursa hemen bir karşı argüman geliştirmek mümkün oluyor. Mesela önemli olanın yetenek değil de çalışmak olduğunu öne sürdüğü 10.000 saat kuralını anlatırken verdiği örnekteki keman öğrencileri üzerine düşündüğümde neden bazı çocuklar daha fazla keman çalıyor diye sorduğumda, geldiğim nokta yetenek oldu. Çünkü insanlar yapabildikleri, becerebildikleri işi yapmaya istekli ve gönüllü olurlar. Yani benim keman çalmaya yeteneğim varsa, keman çalmayı becerebilirim ve becerebildiğimi gördükçe de şevklenir sonuçta da daha fazla, daha fazla keman çalarım, böylece etti mi sana 10.000 saat. Bu durumda yazarın çalışmak diye yücelttiği şeyin ön koşulu yetenek oldu ve kitap kendi argümanıyla kendini vurdu, bunun gibi pek çok konuya itiraz etmek mümkün, yine de bu düşünme egzersizini yaptırması bile bence kitabın değeridir. Son olarak kitaptan kendi payıma çıkarmış olduğum ders ise çocukları yapabilir diye, zeki çocuk diye, bir sene kazancı olur diye okula erken başlatmamak lazım, en azından şimdilik düşüncem bu yönde Çınar 7 yaş olmadan okula başlamayacak.
Tumblr media
Geçen yıl Cide’de geçirdiğimiz kısa tatili ve Rıfat Ilgaz Müzesi’ni yazmıştım, o günden sonra kendisini okumak farz oldu, an itibariyle de bir kitabını okumuş bulunuyorum, bundan sonra okuyacağım bir yazar olmaz belki ama bu kötü olduğu anlamına gelmesin, benim kendisinden alacağım bir şeyin olduğunu pek sanmıyorum, daha genç yaşlarda doyurucu olabilir ama bu yaştan sonra güç. Kitap Kurtuluş Savaşı yıllarında Kastamonu’nun yerini bir de kendisi kaleme alıp romanlaştırarak anlatmanın peşine düşmüş, bunu da yine dönemin önemli simge ismi olan Şerife Bacı’ya öykünerek, kaptan bir kadın karakter üzerinden yapmış. Yazar, kadınların da erkeklerle aynı işi yapabileceği mesajına yüklenerek eğitimcilik ödevine yazarlık kariyerinde de devam etmiş, ancak yazıldığı dönem için ilerici olan bu çabası dikkat çekse de günümüzden bakıldığında modası geçmiş ve eskimiş bir düşünce dünyasına sahip olduğu da gözden kaçmıyor. Ayrıca Kurtuluş Savaşı üzerinden bolca hamaset yapmayı da ihmal etmemiş.
Dili açısından bakıldığında yöresel konuşma şekilleri ve kelimeleriyle oldukça zengin ve keyifli olsa da denizcilik terimlerini boca ettiği yerler hem kitabın anlaşılmasını güçleştirmiş hem de kitabı sıkıcı bir hale sokmuş.
Kitapta farkına varılacak önemli şeylerden bahsedelim biraz da. Tarihimizde büyük yer tutan Kurtuluş Savaşı yıllarında halkın durumu neydi, günlük yaşam nasıl devam ediyordu bir pencere açıyor. Tuzun(beyaz tuzun) insan yaşamındaki yerini görmek savaş koşullarının idraki anlamında önemli bir ayrıntı. Cide köylüsünün giyimine ilişkin çok ayrıntılı tasvirleri var, etnografya bağlamında bir kaynak sayılabilir. Kahraman Türk askeri klişesiyle büyüttüğümüz zaferlerimizin arkasında hiç sözünü etmediğimiz asker kaçağı yığınları olduğunu görmek de önemli bir detaydı.
Her şeyi bir tarafa koyup bir dönemin öğretmen yazarları ve aydınlarıyla bir tanışıklık olması açısından Halime Kaptan olmasa bile başka bir kitabının okunmasını tavsiye ederim.
0 notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
Rıfat Diye Biri
İnsanın insana ettiği kötülükler ile dolu karanlık kuyudan, Julio Cortazar’ı ve onun nefis kitaplarını düşünerek çıkabilir Rıfat. Yapabilir bunu, çünkü sahiden çok seviyor Arjantinliyi. Kitapçıda müşteri beklerken onun Lucas Diye Biri kitabını hep elinin altında bulunduruyor. Bir gün bir yazarın çıkıp Rıfat Diye Biri isminde bir kitap yazacağını hayal ediyor. Rıfat’ın yaşadığı hayatı, düşüncelerini, takıntılarını, tuhaflıklarını, zaaflarını ve elbette iyi yanlarını olağan ile olağandışını, gerçek ile düşü birbirine karıştırarak anlatacak bir kitap. Ama, diye düşünüyor, Latin Amerika’nın edebiyat ile günlük hayat arasındaki sınırları kaldıran o büyülü havası bu ülkede yok. Köklü geçmişin mayası yok. Direnişin masalsı ruhu yok.  Hayatın hem içe hem dışa doğru açılan kapıları burada yok. Burada vasat bir cetvel ile çizilmiş sınırlar var. Burada Lucas olamazsın, ancak iriyarı ve sıkıcılık derecesinde gerçek bir Rıfat olursun. İçinde senden beklenenlerin dışında hiçbir şey yoktur, maceralar yoktur derken çıngırak açılıyor, içeri biri kadın üç direnişçi giriyor. Rıfat, hemen anlıyor, biber gazından gözlerini zor açıyorlar.
     “Polis Peşimizde!” diyor içlerinden biri ya da sanki bu iki kelimeyi öksürüyor. Rıfat onları önce tezgâhın arkasına alıyor hemen. Sonra her birini çabucak bir kitabın içine yerleştiriyor. Dışarıdan belli olmasın diye kalın kitapları seçiyor. Direnişçiler hiç yadırgamıyorlar kitapların içine girmeyi, çünkü zaten her biri oradan, o sayfalardan çıkmış. Kapı aniden tekrar açılıyor, içeri gaz maskeleri ve coplarıyla polisler giriyor.
    “Nereye saklandılar!” diye bağırıyor bir polis, “Buradalar biliyoruz!”
     Rıfat müthiş sakin, “Direnişçileri gerçekten bulmak istiyorsanız,” diyor raflarda dizili kitapları göstererek, “bütün bu kitapları okumanız gerekecek!”
      Polisler Rıfat’ın kendileriyle dalga geçtiğini düşünerek öfkeden kuduruyorlar. Biri copuyla Rıfat’ın böğrüne vuruyor. İkinci cop başına inmeden önce Rıfat, Cortazar’ın ne büyük bir yazar olduğunu düşünmeye ve onun “Namuslu mülk sahibine güvence üstüne güvence veren gerçek bizim ne işimize yarar ki. Bizim olası gerçeğimiz uydurma olmalı…” sözünü içinden tekrarlamaya fırsat bulabiliyor.
 -Barış Bıçakçı, Seyrek Yağmur
9 notes · View notes
murekkebblog · 4 years
Text
Alişim / Rıfat Ilgaz
Kasnağından fırlayan kayışa
kaptırdın mı kolunu Alişim!
Daha dün öğle paydosundan önce
Zilelinin gitti ayakları,
Yazıldı onun da raporu:
"ihmalden!"
Gidenler gitti Alişim,
Boş kaldı ceketin sağ kolu...
Hadi köyüne döndün diyelim,
tek elle sabanı kavrasan bile
Sarı öküz gün görmüştür,
Anlar işin iç yüzünü!
üzülme Alişim, sabana geçmezse hükmün
Ağanın davarlarına geçer...
Kim görecek kepenek altında eksiğini
kapılanırsın boğaz tokluğuna.
Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman
beklesin mızrabını.
Sağ yanın yastık ister Alişim
sol yanın sevdiğini.
Kızlarda emektar sazın gibi
Çifte kol ister saracak!
Uzun zaman sonra hatırıma geldi ilk okuduğumda ne çok duyguma tercuman olmuştu şimdi hatırıma gelmeside o tercümanlığının eseri belki de o zamanlar etrafındakileri anlayamamıştım şimdi anlıyorum ki kanadı kırık olmayan anlamıyor sağ tarafının da sol tarafının da sızısını parça parça olmadan bilinmiyor can acısı...
Balıkesire ilk gittigim zaman çok fazla söylenen bir soru vardı " Ali sen neden hiç gülmüyorsun? , veya niye hiç gülen fotoğrafın çıkmıyor? " şeklindeki sorulardı çok garibime gitmişti çünkü bu zamana kadar sorulmadı bana böyle bir soru kendimden şüpe etmeye başlamıştım artık melankolik mi? Oldum diye düşünüyordum sonra fark ettim ki aslında gülüyordum yanımdaki insanın gülüşü gerçekse bende gülüyordum tamam 32 dişimle gülmüyordum ama yüzüme bir tebessüm konuyordu sonra fark ettim ki maske takamıyordum taktıgım madke de oturmuyordu zaten. riya dan o kadar fazla yorulmuştum ki insanların yüzüne bile bakmak istemiyordum
Şuan fark ediyorum ahmaklığımı biri derdini anlatınca ben de anlatıyordum ve bakıyordum ki benden soğuyorlardı anlamıyordum o zaman bunun nedenini benim anlatma sebebim arkadaş bu dünya imtihan herkesin bir derdi var herkesin imtihanı zor bak benden bu musibetler bu imtihanlar geçti savrulduk bir köşeye rabbim var ken bu kadar gam doğru mu? Düşüncesiydi ne kadar ahmakmışım gerçekten...
Neyse uzun lafın kısası canımız yanıyor bu manasızlık karşısında
0 notes
tanidigimtumkediler · 4 years
Text
Tekir'imiz
Eren'in ve dolayısıyla bizim kedi maceramızı başlatan kedi. Bir gün kapıyı açtığında kapının önünde minicik bir kedi yavrusu oturmuş Eren'e bakıyor. Eren'in hiç bir fikri yok ne yer vs. mutfaktan peynir getirip vermiş. Bir süre sonra baktığında kedinin peyniri kustugunu görmüş. Ama gitmemiş diğer gün yine kapıdaymış. Biraz araştırmış ne yer diye dilim salam almış marketten. Onu beslemek Eren'e çok iyi gelmiş. Daha sonra tekir arkadaşını getiriyor, beyaz bir kedi. Biri bir bacağına biri diğer bacağına oturup yan yana uyuyorlar Eren'in kucağında. Yolda çalışma olduğu bir gün beyaz kedi kayboluyor, Eren çok üzülüyor, arıyor ama o günden sonra bulamıyor sadece resimleri kalıyor beyaz kedinin. Bundan sonrası di'li geçmiş ben de dahil oluyorum.
Küçük tekir ve Tekir'le aynı anda tanıştım ben. Tekir'i erkek sanıyorduk. İnternetten araştırıp araştırıp poposuna bakıyorduk ama erkek olarak yorumluyorduk. Bir gün bissuru kedinin Tekir'i kovaladığını gördü Eren. Ama Tekir kaçmıyordu yavaş yavaş yürüyordu, durup su içiyordu falan. Hiç yaşamadığımız saçma bir olaydı. Eren anneme anlattı. Annem bu kız olmasın dedi. Erkekler kovalıyordur belki. Haklıydı, Tekir hamile kaldı. Karnı günden güne büyüdü. Şaşkındık. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Eren doğum videoları izleyip doğum hikayeleri okuyordu, kendimizi hazırlıyorduk. Doğum yapmadan önceki gün evden çıkmak istemedi. Ben zorladım çünkü saatler olmuştu çişini yap yine gel kızım dedim, kovdum kovdum, resmen yalvardı bana lütfen gitmeyeyim dedi miyavlamasıyla. Çıkaramadım. Hiç bir şey de yemedi tüm gün herhalde doğum yakın dedik. Sabah 8 oldu. Tekir Eren'i uyandırdı. Yalvarıyor Eren'e mutfağa gel, bana bişey oluyor Eren yanımda ol diyor sanki. Sonra dönüp dönüp bakıyor, Eren geliyor mu diye. Eren de beni uyandırdı. Mutfakta sekinin altına girmiş, doğum başladı. Eren patisini tutuyordu, kafasını karnını okşuyordu. Acil bir durum olur diye eldivenlerini taktı, çıkmalarına yardım etti, 3 tane yavru doğdu. Simsiyahlardi, miniciklerdi. Onları tekirin memesine koyduk, harikulade bir sahneydi. Bir mucizeydi. Her gün diğerinden daha çok büyüdüler, bir gün gözleri açıldı, bir gün yürümeye başladılar. Eren onları sevince Tekir tekmelemeye ısırmaya başlıyordu yavruları. Eren'i asla paylaşamazdi. O yüzden pek sevmiyorduk.
1 buçuk ay sonra yavrulardan birini Eren'in bir arkadaşına verdik. Daha erken verme dedim ama beni dinlemedi. Ben evde yokken vermiş. Odasında kalıyorlardı ve çok kosturduklarindan Eren uyuyamiyordu. Tekir yavrulardan biri gidince çok tedirgin oldu. Her yerde yaklaşık 1 hafta yavrusunu aradı. Ponti ve simba bizimle kaldı. Yavru ilk gittiği gün gittiği evde bizim evden giden bezin üzerinde uyuyormuş, başka bir yere gitmiyormus. Sonra sahibine alışmış. Sanırım olayın üzerinden 1 ay falan geçti, sahibi bir yere gideceği için 1 haftalığına bize getirdi. İlk tekirin yanına götürdük, tekir yavruyu tanıdı. Ama yavru ondan korktu, Tekire kikledi. Tekir bir kere de onun kumuna çişini yaptı. Yavru çişini koklayınca Tekir'e doğru koştu ama yine korktu, annesini tekrar emmesini çok istedim ama başaramadık. Bu sırada ponti ve simbanin annelerini emdigini gördü. Ama yine de yaklaşamadı. Yanında bir de arkadaşı vardı. Yeni sahibi Rıfat diğer kedisini de bırakmıştı bize, onla arkadaşlık ediyordu bizimki.
Günler geçti, tam eski kardeşleriyle birbirlerine alışmaya başlıyorlardı, gitme zamanı geldi. Ona dedim ki sen anne olamayacaksın, Ponti ve Simba olacak yüksek ihtimalle. Ama tam tersi oldu. Rıfat bir gün kendi kedisinin hamile olduğunu söyledi. Sanırım dedi arkadaşı olan kediden. Biz de fikrimizi değiştirip Ponti ve Simbayi kisirlastirmistik. Böylece Tekir annane oldu. Yavrusunun da 3 tane aşırı şirin yavrusu oldu.
Günlerden bir gün Tekir içeri girmek için camları tırmalıyordu. Annem bana videosunu attı ben işteyken, bak bu yine hamile kaldı eve girmek istiyor napıcaz diye. Ya anne dedim hamile olsa anlardık, karnı aynı Tekirin hiç büyümedi ki. Bir saat falan geçti Eren'den bir fotoğraf geldi. Dolabının içinde Tekir ve karnında iki minik siyah şey. Şok oldum. Eren daha da şok olmuştu. Meğer videoyu görünce arka bahçeden Tekiri odasına almış, ısrarla girmek istiyor diye kıyamamış, Tekir dolabına girmiş Eren'in. Eren de kulaklığını takmış, bir ara Tekir Eren'in camına gelen kedilere hırlayınca Eren ne oluyor diye bir bakıyor, iki tane siyah şey Tekir'i emiyor. Daha hamile olduğunu bile bilmiyorduk. Meğer doğum yapmak için girmek istiyormuş. İsimlerini inci ve gölge koyduk. Daha sonra Tekir'i kısırlaştırarak annelik macerasını sonlandırdık. Şimdi Tekir, Ponti, Simba, Gölge ve İnci kocaman bir aileyiz. Onları çok seviyoruz. O ilk bakıştıkları gün Eren'le, daha minicik bir kızken hayatta, onun bize bizim de ona ihtiyacımız varmış ve Allah bizi buluşturmuş. Çok şükür, iyi ki hayatımıza dahil oldu, hepimizi iyileştirdi. Dünyanın en tatlı bakışlı, en olgun, en akıllı kızı. Asla bir yaramazlık yapmaz, asla Eren'i üzmez. Bazen sarılıp uyur Eren'e. Sokakta aile fertlerimizden birini görürse muhakkak selam verir. Hepimizi her kiligimizla her mesafeden tanır. Canımız Tekir'imiz ❤️
0 notes
gorkisizlik · 7 years
Photo
Tumblr media
Ayhan Işık, Rıfat Diye Biri
8 notes · View notes
Text
Herkes matematik öğretmenidir
Naber la? Keşke ben de senin gibi "iyi" diyebilsem, ama diyemiyorum. Moralim çok bozuluyor yalan söyleyince. Bazıları yalan söyleyince kendini eleverir. Ben de öyleyim. Birilerine uzun uzun bir şeyler anlattığımda "anlamadım" derse ve ben ikinci defa anlatamazsam biliyor ki yalan. İşte bu da en gereksiz bilgiler dalından verdiğim sayısız örneğin meyvelerinden biriydi. Saygılar. Geçen yazıda "öncelikle şunu söyleyeyim... diye başlayan her cümle dayatmadır" demiştim ya şimdi o sözümü yalamadan öncelikle söylemek istediğim birkaç şey var. Onları söyledikten sonra bugünkü "anlamsız şeylerden mana çıkarma sanatı" ifa etmeye devam edeceğimden hiç şüpheniz olmasın. Ya bu cümleyi bitirirken blog için gün içinde tuttuğum nüshaların üzerine meyvesuyu döküldü. Hay sikeyim.
Tumblr media
Okumaya çalışma, buraya zaten temize çekip yazıyorum onları. Bak da gör, senin için nelere katlanıyorum. (Bu gözüm bozuldu diyenlere ithafendi) Emeğe saygı çığırtkanlığı yapmayacam rahat ol. Çünkü emek sikinde değil biliyorum. (Hatırla bu sözü aşağıda) Moruk, öncelikle şunu söylemek istiyorum; senin kim olduğunu bilmiyorum, adını da bilmiyorum, cinsiyetini de, hatta neden okuduğunu da, benim hakkımda ne düşündüğünü de bilmiyorum, kısacası seni tanımıyorum. Ama varlığını biliyorum. Nasıl mı? Bu blogda yeni bir şey öğrendim. Yazdığım başlıkları kaç kişinin okuduğunu gösteren bir sayaç var paylaşmının olduğu e-mailde. Sayı azımsanacak derecede olmasa da beni başbakan yapmaya yetecek oy kadar yok. (Manyağın biri 300 kere girmiyorsa tabii. Hihih.) O nedenle eğer bu yazıyı okuyorsan elindeki silahı alnıma dayayıp beni sevdiğini söylemeni istiyorum. Çünkü ben seni seviyorum. Bu blogu hangi niyetle okursan oku cidden seviyorum seni. Düşmanım olmadığı (en azından ben bilmiyorum) için gönül rahatlığıyla "seni seviyorum" diyebiliyorum. Hiç okumadan küfür eden sığırdan, yazdıklarımı sonuna kadar okuyup içinden kaptığı şeylerle kendi de bir şeyler yazan insan evladı daha hayırlıdır. Çünkü yeni bir düşünce atabilir ortaya. Kutsal kitabı okuyup kendi düşüncesiyle ateizmi yaratan adan gibidir o, gözümde. Teşekkür ediyorum hepinize. Kaç kişiyseniz artık. Bu blogu açmamın sebebi "içimdeki pisliği dökmekti". Dökmek için de böyle bir yer lazımdı. Hem kaybolmssın, hem de düzgün olsun anafikriyle. Önce Yuja bana tumblr açtı. Orası ergence geldiği için blog aç dedim. Çünkü ben bilmiyordum blog açmayı. Yuja da orası html, veri tabanı ve komutlu çalışıyor falan deyince, hepimizin o "teknik cümle profesyonelliktir" düşüncesine ben de kapıldım ve merak edip açmayı denedim. En fazla açamam la diyerekten ve de aklımdan "çok kurcalarsan kafan karışır" cümlesini çıkarmadan. Açtım blogu. Bir baktım milyonlarca tema var, hemen en gösterişsiz olanını aldım ve siyah üzerine beyaz fontu yapıştırdım abisi. Bilerek veya isteyerek değil ha, sırf gösterişsiz olsun diye. Benim bilgisayarda göz yorulmasını engelleyici bir parlaklık kısıcı var. Onun sayesinde gözü yorduğunu fark etmedim. İyi ki de fark etmedim. Ben yazarken ruhumun ayarını bozuyorsam, sen de gözlerini feda edeceksin psikopat çocuk. Her neyse. Sadece kendine olan Arşiv bölümü haricinde de tek bir ekleme yapmadım. Çünkü bir şeyin her bokunu bilirsen "işin orospusu" olursun. Gerek yok. Yeni evliler gibi zamanla çözeceğiz birbirimizi. Daha yeni "blog ölçer"le tanıştım. Hayret ettim. Acaba bu sayılar ne işe yarıyor la diye sorarken aklıma geldi. Lütfen yan sekmede Demet Akalın'ın Evli Mutlu Çocuklu şarksını açar mısın Youtube'dan. Aç da sikeyim seni. Evet bu kadar lak lak yeter hanımevladı. Tekrar merhaba. Dayatmaları ve bildiğin doğruları unut. Sıfırdan başlıyoruz. En baştan keşfederek ve beynini kullanarak varacağız sonuca. Ben seninkini kullanmayacağım, çünkü pedofili değilim, çocukları kullanamam. Hehehe. İğrencim amına koyim ya. Buraya gelmenin sebebi vaat değil mi? Ama sana hiçbir vaat etmiyorum. Hatta "bu yazıyı okuma. Sana okuma dedim. Okursan her şey kötü olacak senin için..." gibi şeyler yazıp en alta da "bazen korkularının üzerine gitmelisin. Bu gün bunu öğrettim sana..." argümanlarıyla farkındalık da satmıyorum. E niye giriyorsun? Neden okudun buradakileri? Kendini rahatlatmak için mi? Niye abicim niye? Sebebi ne? Nietsche miyim lan ben! Siktir git. Not: kölelik, rant için satılan insanlıktan daha onurludur. Devam edelim... Ben buraya hep ağlayıp sızlıyorum, ama sana güçlü cümleler kurmaya çalışıyorum. Belki git intihar et diyorum sana, belki n'olur elimi tut diyorum. Ama asla ortasını söylemiyorum. Not 2: insanoğlu ya Nikola Tesla'dır, ya da Thomas Edison'dur. Ortası yok. Etliye sütlüye karışmam diyen ya orospu çocuğudur, ya da içten içe Edison'dur. Devam devam... Mevlana'ya son halife muamelesi yapmaktan farksızdır moruk okumadan birilerini eleştirmek. Tıpkı Tanrı'yı suçlamak için yarattıklarını eleştirirken kendini görmemesi gibi. Kendini gör, eğer halinden memnunsan ve bunun için şükretmiyorsan kimseyi eleştiremezsin. Şükreden insan da "kabullenme"yi bilir ve sesini çıkarmaz. Bu büyüklüğü de ne anlarsın, ne de okuduğun kitaplar sana anlatabilir. Not 3: din ile bilimi sürekli sikiştiren insanlar, ikisi hakkında da bir sik bilmez. Küçükken düşündüğüm şeylerden biri "Allah'ın bozuk verdiği insanları doktorlar düzeltebiliyor da, neden bizim bozduğumuz insanları O düzeltemiyor?" Sorusuydu. Bak cidden samimi bir soruydu benim için. Çünkü dişlerim yamuktu. Ortodonti'de yapılıyordu en bozuğu bile. Bacak mesela. Doğuştan yamuksa ortopedi bölümünde fizik tedavi yöntemiyle düzeltiliyordu. 13-14 yaşlarında bunu düşünüyordum. Şimdi ise kafama kaval kemiğiyle vuruyorlar gibi hissediyorum. Ayrıca kalça kemiği betondan serttir. Teknik bilgi veriyorum ki cahil sanmayın. (Bknz. G.O.R.A) Not 4: 9000 serisi 9001 serisi kadar iyi değil kanka. (Bknz. Teknik bilgi) Eğleniyor musun kanka? Bak şimdi biraz daha güzel şeylerden konuşmayalım. Şimdi moruk, şu sanalda hümanist takılan insanlar bunu neden yapar ben de aynı cümlelerle açıklayayım sana biraz. Çöplerden malzeme çıkarıp satıp ekmek parasını çıkaran insanlar var ya, hiç onlarla konuştun mu? Ben konuştum. Hem de üç gün önce akşam balkonda elimde elmalı soda varken onu fark edip, bir tane de ona alıp karşıdaki durakta içip konuştuk. Acayip kafa adamdı. (Bunu, helal reyiz* adamsın başgan* gibi yarak kürek övgülerinle tatmin olmak için demiyorum. Ananı sikeyim öyle diyorsan.) Şimdi o amına koduğumun hümanistleri var ya, AVM'ye alınmayan inşaat işçisi için neredeyse kan davası güdeceklerdi hani. Şimdi git tarihini veya o işçinin adını sor bilen çıkarsa ben de götümü siktirecem amına koyim. Google'dan ayet indirip paylaşan orospu evlatları sana neyi söyleyebilir lan, dalyarak mısın? İşte bu kadarlar oğlum. "Kitaplardaki insanlar daha samimi yhaa" diyen at yarrakları, sana neyin cevabını verebilir lan? Egosunu ütülediklerim. Not 5: Aynı cümle olmadı lan tüh. Sen yine de ilk önce 2+2'den başla, sırasıyla Roma'yı kim yaktı, Vatan bizim neyimiz, son halife kim, İstanbul'u kim fethetti... tarzında sor. (Eğitim sistemini protesto etmek amaçlı yaptığı film serisi için Rıfat Ilgaz'ın toprağına kurban olayım.) Ya la ve yala ayrı anlamlara gelir. Tıpkı şöyle... gibi benzetmelerime kurban ol orospu çocuğu sen. Neyse devam... Bir benzetme yapacağım kardeşim iyi süzmeye çalış. Küçükken bir kayısı için kafamı yarmıştım. Kayısı ağacının dibinde olgun kayısılar vardı ama ben gözüme dalındaki kayısıyı kestirmiştim. Almak için ağaca çıkmam gerekyordu fakat tehlikeliydi. Yine de yaptım. Hepimiz yaparız zaten. Çıktım ve düştüm. Dedem geldi, yerlerde olmuşu varken niye çağla olanını yiyorsun evladım, diye sordu. Onu istiyorum dedim. Dedem de eline sopa alıp ağacın dalını eğdi ve onu bana verdi. İnamılmaz ekşiydi ve bir ısırık alıp önce kayısıyı fırlattım, sonra ağzımda kalan kısmını tükürdüm. Dedem haklıydı. Neden yanlış olanın peşine düştüğümü anladım tabii sonra. "Gösterişli" olduğu için. Hayatımız da böyle kuzen. Hep yanlışların peşindeyiz. Doğru olanı görmüyoruz, çünkü ilgimizi çekmiyor. Basit geliyor. Doğru demek basit ve anlaşılır demek. Herkes anlar, bazıları anladığını anlamak istemez. Anlıyor musun? İtinayla devam ediyoruz... Şimdi insanlar neden o AVM'deki olayı hatırlayamaz biliyor musun kardeşim? Çünkü işin içinde "kendisi" yokturdur. Bilirsin örneğim bitmez benim. Hepimizin işi gücü vardır. Ya da önceden çalıştığı yerler falan. Olmayanlar da iyi okusun, çalıştıklarında gereksiz hümanist olmasınlar. Hiç kimse işin içinde "kendisi" yoksa bir şeyi savumaz. Daha doğrusunu söyleyeyim "gerektiği" gibi savunmaz. Nefret ettiğin bir yerden çıkınca (kurtulunca) orada haksızlığa uğrayan insanlar için ne yaptın? He yarrağım, dernek açtın. Neyse. 2009-2011 yılları arasında askerdeydim. Orada herkes bir şeyleri düzeltmek için çırpınırken... şaka lan şaka, "torun" olduğu dönemlerde kendine yapıldığını düşündüğü haksızlığın tıpkısının aynısını "dede" olunca kendisi de yapar. Hepimiz yaptık ansını sikeyim. En fazla ne gelir elinden biliyor musun kardeşim? "Bizin bir piç dede vardı, çok orospu çocuğuydu yaa" dersin. Dilinden geliyormuş, elinden değil. En fazla bunu yaparsın. Ötesi yok. İşte o AVM'de olan haksızlığa da "yöneticileri işten almak lazım, imza toplayalım arkadaşlar, boykot edelim" der, hiçbir sikim yapmazsın. Not 6: hadi ya, Türkiye'ye geldi mi? (Anlarsan) Geri zekalı insan neden değişir biliyor musun? Etrafı için. O üstteki AVM olayı da "insanlar benim ne kadar duyarlı olduğumu görsün ve bilsin" amacı güder. Her cuma günü "cumaya gitmeyen erkek vurduruyordur" paylaşmı atan insanın, birer gün arayla "pembe pantolon giyen erkekle olmaz" ve "işçiler onurumuzdur" paylaşımı atmasını samimi buluyorsan yukarıda yazdıklarımı unut gitsin. Sonrasını da okuma zaten. Abi şu sanalda "doğru düzgün bilgi" dışında paylaşım yapmayın n'olur. "Kokun diyorum, cennete kanıttır" yazdığın kız/erkek için ertesi gün "orospu/çocuğu" yazmayı n'olur bırak. Lütfen. Kapanmayı "Allah'ın emri" deyip "moda" tutkusuyla yaşama. Makyaj malzemesinin adlarını ayetlerden çok bilip din çığırtkanlığı da yapma. Sen de her "kötülüğü" dine bağlama çocuğum. Mallaşma. "Sike sike" tabiri nedir biliyor musun kuzen? "Alternatif yok" demektir. Ama sen o kadar alternatif arasında gidip en saçma olanını seçer ve savunursan yozlaşmaya mahkumsun demektir. Hem de sike sike. Bunu neden söyledim biliyor musun? Artık çıkış yoluna doğru yürümekten vazgeçtim. Hem de "bile bile". Şöyle düşün, popüler bir dizide "asıl kahraman" ölürse dizi biter değil mi? Çünkü anlamı kalmaz. Ha işte, benim dizimin senaristi öldü lan. Yazan adamı öldürdüm ben. Kahramanını çarmıha gerdiler. Bir amacım yok artık. Süt dişin düşünce araya sokmaya çalıştığın dilin gibi soktular hayatıma benim. Ama buna rağmen sana inandığım doğruları söylüyorum. İçimden gelmeyen süslü cümleleri de yırtıp atıyorum, ki onlar bile sözde yazarım diye geçinen popüler gavatlardan çok daha iyiydiler. Başlığı neden "herkes matematik öğretmenidir" yaptığımı kısaca anlatmaya çalışıp, konuya bağlayıp, sona geleceğiz. Abi bu dünyada herkes matematik öğretmenidir, çünkü birbirlerine toplamayı, çıkarmayı, çarpmayı ve bölmeyi öğretirler. Önce sizi etrafına toplarlar, kendikerinde olanı çıkarıp size bölerler, sonra da kapıyı çarpıp giderler. Hayat hesap kitap işidir moruk. Hesapların uymazsa boşlukta kalırsın ve o boşluğu da daha büyük boşluk açması için kitabına uydurmaya çalışırsın. Her insan önce yamadır, boşluk doldudur. Sonra o boşluğa başkasını uydurmaya çalışır. En sonunda da aslında hiçbir boşluğun dolmayacağını bilir. (En azından nefes alırken) Çünkü boşluk dolarsa, Palahniuk'un Tıkanma kitabında bahsettiği "beklemek" eylemsizlik eylemi kalır geriye. O zaman da diri veya ölü olmanın hiçbir farkı yoktur. Zira kıyamet her türlü gelecek. Not 7: "doğru" insan; değişmek için bir şeyler yapmaz, değiştiğini fark ettiği için yapması gerekeni yapar. Kaygısı da bu yönde olur. O kadar darbeye rağmen hala doğru olanı yapmanın en mantıklı açıklaması nedir biliyor musun? Doğru bildiğini yaptığın için seni yanıltan insanlardan "doğru" sorumlu değildir. Doğru olan her yerde doğrudur. Savunman da bu yönde olmalı. Çünkü not 7'de bahsi geçen "değişim"in asıl sebebi doğruların sorgulanmasıdır. İnançsızlık "ispat" derdine neden düşer biliyor musun? Not 8: Yıkım Projesi'nin son kuralı; "soru sormamak" olan birinci kural, son kuralda da aynen geçerlidir. Bu kadar. 
13.06.2020
0 notes
barkoturktv · 5 years
Text
Yeşilçam’ın güldüren yüzü Kemal Sunal vefatının 19. yıl dönümünde çeşitli etkinliklerle anılıyor
Tumblr media
Oynadığı tüm karakterlerle Türk sinema tarihinde ön plana çıkmayı başaran ve yaptığı zeki esprilerle akıllara kazınan tiyatro ve sinema oyuncusu Kemal Sunal, vefatının 19. yıl dönümünde çeşitli etkinliklerle anılıyor. Kemal Sunal, 3 Temmuz 2000 tarihinde, Balalayka isimli filmin çekimleri için bindiği uçakta, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmişti. 82 filmde rol almış sanatçının son filmi 1999 yılında vizyona giren Propaganda olmuştu. SUNAL AİLESİNİN İLK ÇOCUĞU Tam adı Ali Kemal Sunal olan usta oyuncu, annesi Saime Hanım ve babası Mustafa Bey’in ilk çocuğu olarak 11 Kasım 1944’te İstanbul Küçükpazar semtinde dünyaya geldi. Aslen Malatyalı olan Sunal’ın ayrıca Cemil Sunal ve Cengiz Sunal adında iki kardeşi bulunuyor. Fiziken babasına çok benzeyen, çocukluğunda yaramaz ve bir o kadar çekingen bir karaktere sahip olan Kemal Sunal, ilk öğrenimini Mimar Sinan İlkokulu’nda, lise eğitimini ise Vefa Lisesi’nde 11 yılda tamamladı. PROFESYONEL OYUNCULUĞA KENTER TİYATROSU’NDA BAŞLADI Çocukluk yıllarında tiyatroya ilgi duyan ve okulunda çeşitli müsamereler düzenleyen Kemal Sunal, lisedeki felsefe öğretmeni Belkıs Bakır’ın kendisindeki yeteneği fark etmesi üzerine, öğretmeninin aracılığıyla Müşfik Kenter’le tanışma fırsatı buldu. Lisede amatör olarak ilk kez “Zoraki Tabip”le sahneye çıkan usta oyuncu, aynı tarihlerde oynadığı oyun ile bir gazetenin düzenlediği liseler arası tiyatro yarışmasında “En İyi Karakter Oyuncusu” ödülünü aldı. PROFESYONEL OYUNCULUĞA 1966’DA BAŞLADI Lisede okul arkadaşları Uğur Dündar ve Müjdat Gezen gibi isimlerle birlikte eğitim alan Sunal, mezun olduktan sonra profesyonel tiyatro oyunculuğuna 1966’da başladı. İlk kez Kenter Tiyatrosu’nda “Fadik Kız” adlı piyeste 3 farklı karakterle rol alan sanatçı, daha sonra “Deli İbrahim” adlı oyunda canlandırdığı celladın yardımcısı rolüyle de repliği olmamasına rağmen seyirciyi güldürmeyi başarmıştı. ÜNİVERSİTE HAYATINI 27 SENEDE TAMAMLADI Yeşilçam filmlerinin gülen yüzü olarak bilinen Kemal Sunal, bir yandan tiyatroya devam ederken şu anki adı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi olan Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu’nda 2 yıl öğrenim gördü. Buradaki eğitimini yoğun tiyatro turneleri sebebiyle yarım bırakan Sunal, 1992’de çıkan öğrenci affı ile tekrar üniversitenin 2. sınıfından devam ederek, 51 yaşındayken 1995’te mezun oldu. Mezuniyet töreni sırasında, “4 yıllık üniversite maratonu sonunda bitti, ama benimki biraz zor bitti. Ben 4 yıllık üniversite hayatını 27 yılda bitirdim.” diye konuşan ünlü sanatçı, daha sonra Radyo, Televizyon ve Sinema dalında yüksek lisans yaptı ve “Televizyon ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü” başlıklı bir tez hazırladı. Sanatçının bu tezi 2005’te ailesi tarafından kitaplaştırıldı. BİR DÖNEM ELEKTRİKÇİ ÇIRAKLIĞI YAPTI Üniversite dönemi ve sonrasında Emayetaş Fabrikası’nda çalışan sanatçı, tiyatro ve sinema dünyasına adım atmadan önce elektrikçi çıraklığı da yaptı. Dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak zorlu şartlar altında çocukluk ve gençlik dönemini geçiren Kemal Sunal, bir röportajında “İşte o yokluklar, Kemal Sunal’ı yarattı.” ifadelerini kullanmıştı. VATANİ GÖREVİNİ ANKARA’DA TAMAMLADI Kemal Sunal, vatani görevine Ankara Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu’nda başladı, usta birliğini de 1981’de Ankara Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda yaptı. Daha sonra Kenter Tiyatrosu’nda bir yıl kalan usta oyuncu uzun yıllar arkadaşlık yapacağı Bülent Kayabaş ile tanıştığı Pendik Tiyatrosu’nda bir süre sahne aldı. 1973 YILINDA SİNEMAYA ADIM ATTI Pendik Tiyatrosu’nun kapanmasıyla idol olarak gördüğü Ulvi Uraz’ın tiyatrosuna geçerek 4 yıl burada çalışan Sunal, ardından da Aksaray Küçük Opera’da, Ayfer Feray Tiyatrosu ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda görev yaptı. Burada oynadığı “Dün Bugün” adlı oyunla ünlü yönetmen Ertem Eğilmez’in dikkatini çekerek beyaz perdeyle tanışan Sunal, ilk kez 1973’te Eğilmez’in yönettiği Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Tarık Akan, Halit Akçatepe ve Filiz Akın’ın yer aldığı “Tatlı Dillim”in oyuncu kadrosuna katıldı. Usta sanatçının, Devekuşu Tiyatrosu’nun Ankara turnesi sırasında tanıştığı ve 1975’te evlendiği Gül Sunal’dan Ali ve Ezo adlarında iki çocuğu oldu. “Tatlı Dillim” filminden sonra da tiyatro ve sinema çalışmalarını bir süre birlikte yürütmeyi başaran sanatçı, daha sonra kariyerine sinema ile devam etti. KISA SÜREDE TÜRKİYE’NİN EN SEVİLEN İSİMLERİNDEN BİRİ OLDU Başarıya giden yolun disiplinden geçtiğine inanan, işinde her zaman titiz ve tertipli olduğunu söyleyen Kemal Sunal, Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” eserinin sinema uyarlamasında canlandırdığı “İnek Şaban” tiplemesi başta olmak üzere, birçok filmde özgün fiziği ve hayat verdiği tiplerin halka olan yakınlığı nedeniyle kısa zamanda Türkiye’nin en sevilen oyuncularından biri oldu. 26 SENELİK SANAT HAYATINDA 82 FİLMDE ROL ALDI Oynadığı rollerde genellikle halk kahramanını canlandıran Sunal, filmlerde her zaman haklının haksıza, güçsüzün güçlüye karşı mücadelesini temsil eden komedi ustası haline geldi. Yüzü ve fiziki yapısı ile Fransız komedyen Fernandel’e benzetilen usta oyuncu, 26 yıllık sanat hayatına tiyatro oyunları hariç 6’sı yan rol, 76’sı başrol olmak üzere 82 film sığdırmayı başardı. HER YAŞTAN KESİMİN BEĞENİSİNİ KAZANDI “Saygılar Bizden”, “Şaban Askerde”, “Şaban ile Şirin” ve “Bay Kamber” olmak üzere 1993-1996 yılları arasında toplam 4 dizide de oynayan Sunal, Türk sinemasında öncesinde “İnek Şaban” tiplemesi olmak üzere canlandırdığı iyi, saf adam rolleriyle her yaştan izleyicinin beğenisini kazandı. İnsanları güldürürken düşündürmeyi de başaran sanatçı, filmlerinde öğretmenden bekçiye, kapıcıdan çöpçüye kadar birçok karaktere girerek, her dönem seyirciler tarafından ilgi gördü. Aynı zamanda canlandırdığı her karakterle seyircilerin yüzünü güldürmeyi başaran ve halk tarafından fazlasıyla benimsenen Kemal Sunal’ın oynadığı filmlerin genelinde Türk halkının geleneklerinden, adetlerinden, inanışlarından örnekler öne çıktı. Usta oyuncu, güldürü filmlerin yanı sıra çeşitli dram filmlerinde de rol alarak, izleyicilere adil olma, affedici olma, aile kurma, aile birliğine önem verme, arkadaşlık, bilimsellik, cesaret, cömertlik, çalışkanlık, demokrasi, dini değerler, duyarlılık, dürüstlük, emeğe saygılı olma, fedakarlık, misafirperverlik, öğüt verme, sabır, saygı, sevgi, sorumluluk, takım ruhu ve dayanışma, temizlik, tutumlu olma, vatanseverlik, vefa ve yardımseverlik konularını anlatmaya çalışmıştı. BİRÇOK ÖDÜLE LAYIK GÖRÜLDÜ Bugüne kadar birçok ödüle değer görülen Kemal Sunal, 1976 yapımı ”Kapıcılar Kralı” filmi ile 1977 Antalya Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü aldı. Sanatçı ayrıca, 1989’da “Düttürü Dünya” filmindeki rolüyle Ankara Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü alırken, 1998’de de Antalya Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ne layık görüldü. 2000 SENESİNDE HAYATA GÖZLERİNİ YUMDU Uçak fobisi olduğu bilinen ve hayatında daha önce hiç uçağa binmeyen Sunal, oynayacağı son film “Balalayka”nın 3 Temmuz 2000’de filmin çekimlerine başlamak için Trabzon’a gitmek üzere bindiği uçakta kalp krizi geçirerek, hayatını kaybetti. Read the full article
0 notes
ulaksancak · 6 years
Photo
Tumblr media
Gündem olacak sözler: Rıfat Ilgaz, Şaban hazretlerinden intikam almak için İnek Şaban'ı yazdı Yazar Rıfat Ilgaz’ın Kastamonulu olduğuna dikkat çeken Fatin Dağıstanlı, İnek Şaban karakterinin, Kastamonu’nun önde gelen Allah dostlarından Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerinden intikam almak için yazıldığını söyledi ve dikkat çeken yorumlarda bulundu. yeniakit.com.tr Akit TV’de Fatin Dağıstanlı’nın sunumu ve Yeni Akit Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Karahasanoğlu’nun yorumlarıyla ekranlara gelen Manşetlerin Dili programında, gündem belirleyecek bir konu masaya yatırıldı. Yeşilçam’da, Müslüman Türk toplumunun değerleriyle nasıl dalga geçildiğini, insanlara hissettirilmeden İslamî değerlerin alaya alındığı programda, Rıfat Ilgaz’ın 15.-16. yüzyılda Kastamonu’da yaşayan Hazreti Şaban ile dalga geçmek için ortaya attığı İnek Şaban karakteri konuşuldu. Marko Paşa, “Öküz Paşa” oldu Aziz Nesin, Sabahattin Alive Rıfat Ilgaz’ın, 1940’lı yıllarda çıkardıkları Marko Paşa isimli mizah dergisinin, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından sürekli kapatıldığını anımsatan Fatin Dağıstanlı, üç ismin son olarak Öküz Paşa isimli dergiyi çıkardıklarını belirtti. Dergiyi çıkaran isimlerden Rıfat Ilgaz’ın, İnek Şaban isimli karakteri hayatımıza sokan kişi olduğunu da hatırlatan Dağıstanlı, Ilgaz’ın Kastamonulu olduğunu söyledi ve şu tespitte bulundu: “İntikam almak için yaptı” “Rıfat Ilgaz Kastamonu, Cideli. Şaban Hazretleri (1497 doğumlu Allah dostu) nereli? O da Kastamonulu. Niye Şaban’la uğraşmış Rıfat Ilgaz anlayabiliyor musunuz? Öyle bir kutsal adam ki Şaban Hazretleri... Kastamonu’ya gittiğinizde, mutlaka türbesine gidin. Öyle kutsal biri ki, aynı Çankırı’daki Karatekin Hazretleri gibi. Bu kadar önemli biri. Ama o sırf, Hazreti Şaban’a kızgınlığından dolayı, İslam düşmanlığından dolayı Rıfat Ilgaz, Şaban filmleri yaptı ve İnek Şaban diye Şaban’dan öcünü aldı.” “Genel olarak sorun var” “Genel olarak Türk filmlerinde o sorun var. Sadece Şaban ismiyle ilgili değil, dizilerde hala birçok kötü karakterlere Şaban vs. ismi veriliyor.” diyen Ali İhsan Karahasanoğlu, iyi karakterlere de Yağmur, Deniz gibi isimlerin verildiğini söyledi. (Istanbul Province) https://www.instagram.com/p/Bt2s7JWnOTzG3cXWB0QaUhikmFCamGAjBGs3Tg0/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1357254jhvznj
0 notes
bitmemis-cumleler · 8 years
Photo
Tumblr media
Nasrettin Hoca "Kaç yaşındasın Hocam?" diye sordu yaştaşlarından biri: "Tam kırk yaşındayım, Ali Ağa!" "Hoca geçen yıl sordum, gene kırk dediydin!" "Beni ne sandın sen? Kırk yıl sonra sor, gene kırkındayım! Sözünden dönecek adam mıyım ben!"
Hoca Nasrettin ve Çömezleri, Rıfat Ilgaz
69 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 4 years
Text
Şükran Kurdakul / Nesnellik, yapıt incelendikten sonra varılan sonuçtur
Tumblr media
İlk kez 1971'de yayımlanan Şükran Kurdakul'un Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, 1999 yılına kadar her basımda genişletilerek altı kez basıldı. Sözlüğün dördüncü basımının ardından, Kurdakul, şair ve yazarların seçimindeki ölçütler ve diğer eleştirilerle ilgili soruları yanıtlamıştı.
Oya Adalı - Sayın Şükran Kurdakul, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü adlı yapıtınız bugünlerde dördüncü baskısını yaptı. Sizinle, bu kitabınızla ilgili olarak konuşmak istiyoruz. Kitabınızdaki biyografilere baktığımızda, bunların eski - yeni, yaşayan - yaşamayan, edebiyatla ilgili olan - edebiyatla ilgili olmayan yazarları kapsadığını görürüz. Kitabınıza aldığınız yazar ve şairler için nasıl bir seçme ölçütü kullandınız? - Şimdi eskileri dönemlerine, yapıtlarıyla etkilerini göz önünde tutarak aldım. Onlar zaten edebiyat tarihlerinde, ansiklopedilerde bu türden sözlüklerde bulunan kişiliklerdi. Bu nedenle Dede Korkut'tan XIX. yüzyılın sonlarına kadar uzanan dönemde seçim açısından pek bir sıkıntım olmadı. Bir araştırma kitabı olmadığı için genel yargılarla yetinmek olasıydı. Çağdaş edebiyatçıların seçiminde üç - dört ölçütü benimsedim. Birinci ölçüt, yine yazarın ya da şairin yapıtlarıyla dönemi içinde hareket uyandırması. İkinci ölçüt verimliliği, sürekliliğiydi. Şimdi burada diyelim yedi - sekiz kitabı çıkmış bir yazarın niye sözlükte bulunmadığı gibi bir soruyu yanıtlamak da bana düşüyor.
Nesnel davrandım, görüşlerini paylaşmadığım Emine Işınsu’ya da yerverdim
O. A. - Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt ve son zamanlarda epey satan Şule Yüksel Şenler'in kitabınıza alınmamasını nasıl açıklıyorsunuz? - Sorunuzun ilk bölümünde adı geçen romancıları kimi edebiyat tarihçileri, "aşk ve serüven romancıları " olarak nitelemişlerdir. Bizim edebiyatımızda bu tür roman, deyim yerindeyse, geleneğini Saffet Nezihi'nin kitaplarına bağlayabiliriz. Bu yazarın özellikle Zavallı Necdet adlı romanı İkinci Meşrutiyet öncesinden Cumhuriyet dönemine kadar okur bulmuştur. Genel çizgileriyle aynı yapı ve içerik özellikleri gösteren bu roman türünün öteki çalışanlarından Mükerrem Kâmil Su ile Muazzez Tahsin Berkant'a yer vermekle yetindim. Şule Yüksel Şenler (Kars), bunu da ben ekleyeyim, Münevver Ayaşlı'yı izliyorum. Onunla aynı dünya görüşünde olduğunu söyleyebileceğimiz Emine Işınsu'ya (Okçu) yer vermekle bu anlayış karşısında nesnel olduğumu gösterdiğimi söyleyebilirim. Kitabınız edebiyatı belli dönemleri içinde ele alan bir kitap değil, genel olarak şair ve yazarları tanıtıyor. Bu nedenle bu yazarların kitabınızda bulunması gerekmez mi? - Sözlüğün birinci basımını ancak 767 şair ve yazar oluşturuyordu. Bu sayı ikincide 815, üçüncüde 1078, dördüncüde 1143'e ulaştı. Sözlük genişleme olanağını buldukça öne sürdüğünüz gelişmeler daha fazla göz önünde tutulabilir. Ama şu nokta üzerinde durulmasını istemek de benim hakkım. Dede Korkut'tan günümüze 767 yazar ve şairi kapsayan birinci baskıda dahi Berna Moran'dan Atilla Özkırımlı'ya, Şerif Hûlusi'den Kemal Sülker'e, Emin Türk Eliçin'den Emin Özdemir'e kadar alanlarında ün yapmış yazarlara yer verilmiştir. Yusuf Çotuksöken - Edebiyat dışı alanlarda aldığınız biyografilerin ölçütü nedir? - Çağdaşlaşma süreci içinde düşün yaşamımıza birinci dereceden katkısı olan yazarlar arasında dil, tarih, felsefe ve toplumbilim alanlarında çalışan kişilikler var. Basında yazar olarak çalışanlar var. Ben gene birinci basımdan itibaren diyelim tarih ve felsefede Yusuf Akçora, Agop Dilaçar, vb. Başkalarının yanı sıra Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği dilbilimcilerden Berke Vardar, Özcan Başkan, Doğan Aksan gibi alanlarında ün yapmış kişiliklere de yer verdim. Bu seçimde de sözlüğün oylumu açısından eksik bıraktıklarım olabilir, atladıklarım da olabilir. O. A. - Önay Sözer, Ertuğrul Özkök, İlber Ortaylı'nın alınmaması oylumla açıklanabilir mi? - Benim demek istediğim şuydu: Önce çağdaşlaştırmak süreci içinde yapıtlarıyla gelişmeye katkısı olduğu kabul edilen, "ilk felsefe dergisini çıkaran", "ilk toplumbilim kitabını çıkaran" gibi kişiliklere karşı görevi yapmak gereği, sonra ötekiler. Yapılan eleştiriler içinde Nâzım Hikmet'in bir şiirinde adı geçti diye Kemal Ahmet gibi dönemi içinde de ilgi uyandırmamış bir yazarın bulunmadığı da vardır. Sorun bir kişiye bağlı olan bir çalışmanın yapısında görülebilecek aksaklıkların saptanmasıdır. Önay Sözer, A dergisinden (1956) bu yana ilgiyle izlediğim bir yazar. Yazko'nun roman yarışmasında yargıcılar kurulu üyesi iken Öteki adlı romanına oy vermekten onur duyduğum bir yazar. Ama son yıl şimdi Avrupa'da bulunduğu için kendisiyle ilişki kuramadım. İlber Ortaylı ise Kültür Ansiklopedisi'nde birlikte çalıştığım, geleceğine güvendiğimiz tarihçilerden biri. Ertuğrul Özkök toplumbilimdeki çalışmalarıyla sözlükte bulunan Önder Şenyapılı gibi yeri olması gereken yazarlardan. Tek kişinin çabasına bağlı olan çalışmalarda bu atlamalar eleştirilerle her baskıda biraz daha azaltılabilir.
Edebiyat sosyolojisine katkıda bulunmayı öngördüm
Y. Ç . - Yaşayan yazarların yaşamöyküleri, çok eski tarihlerde kalmaktadır. Sözgelimi Halûk Aker hakkındaki bilgi 1972 yılına kadar geliyor. Ömer Asım Aksoy'un Türk Dil Kurumu genel yazmanlığından hiç söz edilmiyor. Sormak istediğimiz şu: Biyografileri derlerken hangi kaynaklardan yararlandınız? Kimi yazarların yaşamöyküleri hakkında oldukça geniş bilgi verilirken (sözgelimi Rıfat Ilgaz) bazı yazarların yaşamöyküleri (sözgelimi Afet Ilgaz) kısa tutulmuş. - Sözlüğün birinci basımını hazırlamadan önce yaşayan şair ve yazarlarımıza özel mektuplar yazdım. Birçoğu yanıtlama inceliğini gösterdiler. Daha sonra da bu tür çalışmayı sürdürdüm. İstanbul'dakilere telefon ederek bilgi aldım. Bizde biliyorsunuz sözlük çalışması bir yönüyle tezkirecilik geleneğine dayanır. II. Meşrutiyet döneminde Bursalı Mehmet Tahir Bey, İbn-ül Emin Mahmut Kemal, Cumhuriyet'te Murat Uraz yapıtlarıyla bir anlamda bu geleneği sürdürdüler. Ben incelediğim yazarların yaşamöykülerini saptarken onların yaşantılarındaki olağanüstülüklerin üzerinde fazlaca durarak edebiyat sosyolojisine katkıda bulunmayı öngördüm. (Bu, Ömer Asım Aksoy'un Türk Dil Kurumu'nun genel yazmanlığını vermemenin gerekçesi değildir.) Yaşamlarındaki ayrıntı noksanlığı yolundaki eleştirilerinizi sözlük ele aldığı yazarların değerleriyle yanıtlar. Y. Ç. - Afet Ilgaz'la Rıfat Ilgaz'ın biyografilerini bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz? - Rıfat Ilgaz bir öncü. Biliyorsunuz 1940 edebiyat hareketinin toplumcu gerçekçi şiir kanalında yenilik ve kendine özgü bir estetik yaratan şairlerinden biri. Ayrıca tek parti döneminden bu yana şiir kitapları, oyunları, Marko Paşa gibi Cumhuriyet döneminin dergilerinden birini çıkaranlarla birlikte çalışması, ayrıca yapıtlarıyla siyasal iktidara tavır alması nedeniyle onu aşkın ceza davası görmesi. Bütün bunlar elbette ki Rıfat Ilgaz'ın yaşamöyküsünün zenginlikleridir. Ben, bunları görüp yazmazsam toplumsal olgunun gelecekte tarihe yansımasına gizli bir sansür koymuş olurum. Birkaç edebiyat ödülü aldığını bildiğim Afet Muhteremoğlu (Ilgaz) ise yaşamı öğretmenlikle geçmiş ve öğretmenlikle süren bir yazar. O. A. - Gelelim biyografilerde yer alan yorumlara: Bazı biyografilerde yorumlar size ait, bazılarında alıntılarla verilmiş, bazılarında ise dolaylı bir anlatım (sözgelimi Bilge Karasu"... usta bir anlatımcı olarak kabul edildi." s. 360) kullanılmıştır. Bazı şair ve yazarlar hakkında ise hiç yorum yapılmamış (sözgelimi: Arif Nihat Asya, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören gibi). Böyle yaparken bir ilkeniz var mıydı? - Doğaldır ki sözlüğe aldığım 1143 yazarın yapıtlarını tek tek okumaya olanağım yok. Yapıtlarını okuduğum yazarların kimileriyle fazladan ilgilenmişsem, onların üzerinde genel yargılar verme olanağını buluyorum. Belli yapıtlarını okuyup üzerinde durmadığım yazarlar için verilen yargıları denetleme değerlendirme olanağına sahibim. Bir de hiç okuma olanağı bulamadıklarım var. Bir de, toplumun yüzyıllarından beri değer vermede birleştiği adamlar karşısındaki tavrım var. Bu tavır günümüz için de geçerlidir elbet. Adlarını saydığımız yazarlar belli edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılanmış, kimilerinin kitaplarına sayısız değerlendirme yazıları yazılmıştır. Bu yazılarda öne sürülen yargıları paylaşmıyorsam, bu yargıları bölümlerine yansıtmamakla nesnel kaldığımı sanıyorum. Aksi halde Necip Fazıl Kısakürek'le de az uğraşmam gerekirdi. Bunu yapmadım. Necip Fazıl'a verilen yer, 60 satırdır (Yaşar Kemal 83, Melih Cevdet Anday 57 satır). Arif Nihat Asya'ya gelince, hece ile şiir yazdığı dönemde, yaşları 15 - 18 olan Yedi Gün şairlerinden daha zayıf düzeyde bir şair olduğundan, sözlük ölçeğinde bunun gerekçesini veremeyeceğim için şair kişiliğinin üzerinde durmamayı yeğledim. Ama kişiliğini kendi açılarından değerlendiren incelemelerini gösterdim. Aynı şekilde Karakoç için de üç kaynak gösterdiğimi belirtmeliyim.
Genel yargı vermeyi sağlayacak noktaların üzerinde duruyorum
O. A. - Bazı şair ve yazarlar hakkında yorumlar ise çok eskilerde kalmış. Sözgelimi "Ferit Edgü'de 70'li yıllardaki ürünlerinde de bu genel özellik değişmedi." (s. 228) deniyor. Oysa Edgü bu tarihten sonra yazdığı yapıtlarıyla da yankı uyandırmış, hattâ ödül almıştır. Edgü'nün 1970'ten sonra dört kitabı çıkmıştır. Hüseyin Cöntürk'ün nesnel eleştiri kuramına katkılarından söz edilmediği gibi Tahsin Yücel'in eleştirmenliği de belirtilmemiştir. Yorumları dolaylı - dolaysız vermede ya da hiçbir yorum yapmamada neleri göz önünde bulundurdunuz? Bunu açıklar mısınız? - Cöntürk'ü o kadar unuttuk ki. Edgü'nün son yıllarda öyküleri, ”O” ve kimi yazılarından oluşan kitapları çıktı. “O” üzerinde bir değerlendirme yapmanın gerekliliğini kabul ediyorum. Öyküleri ve yazıları için daha önce vermiş olduğum yargıları geçerli saymış olmalıyım. Tahsin Yücel konusundaki uyarınız da doğrudur. Nitekim Bülent Ecevit bölümünde şairin bir şiirini değerlendirdiği gerekçesiyle, Yazının Sınırları (1982) kitabını kaynak gösterdiğime göre, bu yönüne değinmiş olmam gerekirdi. Y. Ç. - Böyle bir kitap hazırlarken, yazar öznellikten (duygusal ve düşünsel öznellikten) ne kadar uzaklaşabilir? Uzaklaşmalı mıdır? - Öznellik - nesnellik konusunun bu konuşmanın sınırlarını aşacak nitelikte olduğunu biliyoruz. Geçende Cumhuriyet Gazetesi'nde Melih Cevdet Anday Şairler ve Yazarlar Sözlüğü üzerindeki düşüncelerini belirtirken bu konuya da değindi. En tehlikeli olanın da nesnel görünüp öznel davranmak olduğunu yazdı. Haklıydı Melih Cevdet. Sözlük ölçeğinde eğer siyasal bir amacınız yoksa, gizli bir sansür yapmayacaksanız bu tehlike çok az. Kaynaklara başvurarak, kendi içinde bir nesnellik yaratabiliyorsunuz. İki sorun var. Birincisi yazarın yaşamöyküsüne ilişkin nesnellik. Örneğin Mehmet Akif Ersoy'la ilgili maddeyi yazarken "1925'te Mısır'a gitti, orada on yıl kaldı" demişseniz, bu bilgi nesnel değildir. Çünkü nedensellik ilkesi göz önünde tutulmamıştır. Şair, Kahire'deki üniversiteden büyük para aldığı için mi on yıl Mısır'da kalmıştır? Sağlığı Türkiye'de yaşamasına engel mi olmaktadır? Yoksa "Türk Arap'sız yaşayamaz" dizesindeki, yazdığı gereksinmeden ötürü mü? Bunların okurun soracağı sorular olarak havada kalmaması için sözlük hazırlayıcısı nesnel ise Cumhuriyet'ten sonraki yenilikler karşısında Mehmet Akif'in aldığı tavrı belirtmek zorundadır. Aynı şekilde Sait Faik Abasıyanık'ın sonradan, Birtakım İnsanlar adıyla yayınlanan Medar-ı Maişet Motoru romanının ad değiştirmesinin nedenini de sözlük hazırlayıcısının belirtmesi nesnellik açısından gereklidir. Yorumlara gelince bu nokta elbette ki somut ölçütlerle değerlendirilebilecek bir iş değil. Okuyacaksınız, sözlük hazırlayanın filanca romancı karşısındaki tavrını anlayacaksınız. Ben az önce belirttiğim gibi okuduğum yazarlara yaklaşırken, daha çok genel yargılar verme olanağını sağlayacak noktalar üzerinde duruyorum sözlükte.
 Yazarın tüm yapıtları incelenmeden, analiz edilmeden biyografi yazımında nesnellik olmaz
O. A. - Öznellik sorunu sizin şair olmanız açısından da ele alınabilir. Her şairin şiir anlayışı kendi şiiriyle belirlenirse, öbür şairleri yorumlamada bu belirlemenin etkisi olmuyor mu? - Sanmıyorum. Çünkü basılmış olan Çağdaş Türk Edebiyatı - Meşrutiyet Dönemi kitabımda incelediğim kimi şairlerin dünya görüşleri benim dünya görüşüme karşıt felsefeye bağlı olduğu halde onların Türk şiirine dil ve yapı olarak kazandırdıklarını değerlendirdiğim ortadadır. Önümüzdeki dönemde basılacak olan Cumhuriyet Dönemi'nde Ahmet Hamdi ve Nâzım Hikmet sonrası 40 şairimize yaklaşırken kullandığım ölçütler de daha belirgin olarak gösterir bunu. Meraklısı bu dergide yayınlanan Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil üzerine çıkan inceleme yazılarına bakabilir. Şunu demek istiyorum: Eğer bir şair üzerine başkalarına başvurmadan yargı vermişsem bu yargılarım büyük boyutlu çalışmalardan kaynaklanmıştır. Nesnelliği ben şairin ortaya koyduğu yapıtları tek tek incelemeden, analizlerden sonra varılacak bir sonuç olarak kabul ediyorum. Bu görüşümü sözlükte Ahmet Hamdi, Cemal Süreya maddeleri vb. doğrular. Y. Ç. - Böyle büyük çaplı bir çalışmayı, her baskısında biraz daha genişleterek yürütmeniz doğrusu herkesin göze alamayacağı bir iştir. Her şeyden önce kutlanması gerekir. Ayrıca bize bu konuşma olanağını verdiğiniz için de teşekkür ederiz. (Oya Adalı - Yusuf Çotuksöken / Çağdaş Eleştiri dergisi / Mayıs 1985 / Arşiv çalışması, dizgi: Ferruh Yazıcı)
0 notes