#pıtrak
Explore tagged Tumblr posts
Text
Pıtrak Dikeni
Pıtrak Dikeni
#Cocklebur, #GüneyKore, #Kolejen, #KolejenÜretimi, #PıtrakDikeni, #XanthiumStrumarium https://is.gd/m1SMnC https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/bitkiler/pitrak-dikeni/
Pıtrak dikeni, bilim insanları tarafından istilacı bir yabani otta yaşlanma karşıtı potansiyel gördüğünü belirtti. Latince adı; Xanthium strumarium, İngilizce ; Cocklebur , bizdeki adı pıtrak dikenidir. Asteraceae (papatyagiller) familyasına aittir. Bu bitki türü dünya genelinde yaygın olarak bulunur ve bazı bölgelerde yabani ot olarak kabul edilir. Pıtrak dikeni, geleneksel tıpta ve bazı etnik geleneklerde tıbbi amaçlarla kullanılan önemli bir bitkidir.
Pıtrak dikeni, genellikle 50 ila 120 cm yüksekliğe ulaşabilen yıllık bir bitkidir. Yaprakları büyük, tüylü ve dişli kenarlıdır. Bitkinin gövdeleri oldukça tüylüdür ve bitki çiçek açtığında sarı-yeşil çiçekler açar. Pıtrak dikeni dünya çapında birçok bölgede bulunur.
Pıtrak Dikeni Kullanıldığı Alanlar
Pıtrak dikeni geleneksel tıpta çeşitli amaçlarla kullanılır. Özellikle aşağıdaki alanlarda kullanımı yaygındır:
İltihap Karşıtı: Pıtrak dikeni ekstreleri, iltihap karşıtı özelliklere sahip olduğuna inanılır ve bu nedenle eklem rahatsızlıkları, romatizma ve diğer iltihabi durumların tedavisinde kullanılabilir.
İdrar Söktürücü: Bazı geleneksel tıp uygulamalarında, pıtrak dikeni çayları idrar söktürücü olarak kullanılır.
Cilt Sorunları: Pıtrak dikeni bazı cilt problemlerinin tedavisine yardımcı olabilir. Ciltteki tahrişleri ve kaşıntıyı hafifletebilir.
Anti-mikrobiyal: Bazı araştırmalar, pıtrak dikeni ekstrelerinin mikroplarla savaşmada etkili olabileceğini göstermiştir.
Pıtrak dikeni hakkında daha fazla araştırma yapılması gerekmektedir ve bu bitkinin tıbbi kullanımı konusunda dikkatli olunmalıdır. Doğal bir bitki olmasına rağmen, yan etkilere ve ilaç etkileşimlerine neden olabileceğinden, uzman bir sağlık profesyonelinin gözetiminde kullanılmalıdır.
Pıtrak dikeni, geleneksel tıpta kullanılan ve bazı modern çalışmalarla desteklenen bir bitki türüdür. Ancak herhangi bir sağlık sorunu için bitki kullanmadan önce bir uzmana danışmak önemlidir.
Pıtrak Dikeninin özellikleri
0,5-1 metre boyunda, otsu bir bitkidir.
Yaprakları ve gövdesi dikenlidir.
Nisan-Eylül aylarında çiçek açar.
Eylül-Ekim aylarında tohumları olgunlaşır.
Pıtrak’ın Kullanımı
Pıtrak yaprakları ve gövdesi, sebze olarak tüketilebilir. Pıtrak tohumları, çeşitli ilaçların yapımında kullanılır.
Pıtrak Dikeni Yan Etkileri
Pıtrak, bazı kişilerde alerjik reaksiyonlara neden olabilir. Çeşitli faydaları olan bir bitki olsa da yan etkilerinden kaçınmak için dikkatli kullanılması gerekir. Bu nedenle, kullanmadan önce doktorunuza danışmanız önerilir.
Yeni araştırmalara göre, dünya çapında yetişen ve genellikle zararlı bir ot olarak kabul edilen Cocklebur bitkisinin meyvesi, cilt koruyucu olarak faydalı olabilecek antioksidan ve anti-inflamatuar bileşenlere sahip. Araştırmacılar, hücre ve dokular kullanılarak yapılan laboratuvar testlerinde, türün dikenli meyvelerindeki bileşiklerin UVB maruziyetinden kaynaklanan hasarı azalttığını ve yara iyileşmesini hızlandırdığını buldu. Pıtrak özlerinin aynı zamanda cilde elastikiyetini veren ve kırışıklıkları önleyen bir protein olan kolajen üretimini de etkilediği görülmektedir .
Araştırmayı Myongji Üniversitesi Profesörü Jinah Hwang ile birlikte yürüten Güney Kore’deki Myongji Üniversitesi’nde doktora adayı Eunsu Song, ” Pıtrak meyvesinin cildi koruma ve kolajen üretimini artırma potansiyeline sahip olduğunu bulduk ” dedi. “Bu bakımdan kremler veya diğer kozmetik formlar için çekici bir içerik olabilir. Yaşlanmaya karşı hyaluronik asit veya retinoik asit gibi diğer etkili bileşiklerle karıştırılırsa muhtemelen sinerjistik bir etki gösterecektir.”
Song, yeni araştırmayı 25-28 Mart’ta Seattle’da düzenlenen Amerikan Biyokimya ve Moleküler Biyoloji Derneği’nin yıllık toplantısı Discover BMB‘de sunacak .
Cocklebur, Güney Avrupa, Orta Asya ve Çin’e özgü, dünya çapında yayılmış, genellikle yol kenarı hendekleri ve nehir kenarları gibi nemli veya kumlu alanlarda bulunan bir bitkidir. Sert kabuk ve çapaklarla kaplı kendine özgü meyveleri, yüzyıllardır geleneksel tıpta baş ağrısı, burun tıkanıklığı, cilt pigmentasyonu bozuklukları, tüberküloza bağlı hastalıklar ve romatoid artrit için kullanılmaktadır . Son yıllarda bilim adamları romatoid artrit ve kanser tedavilerinde potansiyel kullanımını araştırdılar.
Yeni çalışma, meyvenin yara iyileştirici ve cilt koruyucu olarak özelliklerini inceleyen ilk çalışmadır. Araştırmacılar ilk olarak Cocklebur meyve özlerinin moleküler özelliklerini incelediler ve antioksidan ve antiinflamatuar etkilere katkıda bulunabilecek belirli bileşikleri izole ettiler. Daha sonra bu bileşiklerin kollajen üretimini, yara iyileşmesini ve UVB radyasyonundan kaynaklanan hasarı nasıl etkilediğini incelemek için hücre kültürlerini ve insan derisine benzer özelliklere sahip bir 3 boyutlu doku modelini kullandılar .
Sonuçlar, Cocklebur meyve özlerinin kollajen üretimini teşvik ettiğini, yara iyileşmesini hızlandırdığını ve UVB radyasyonuna karşı koruyucu bir etki gösterdiğini gösterdi. Farklı yerlerde yetiştirilen Cocklebur meyvelerinin biyoaktivitesini karşılaştıran araştırmacılar, Güney Kore’de yetiştirilen meyvelerin, Çin’de yetişenlere göre biraz daha yüksek antioksidan ve antiinflamatuar özelliklere ve daha fazla yara iyileştirici aktiviteye sahip olduğunu buldu.
Araştırmacılar, yüksek dozda Cocklebur meyve ekstraktının zararlı olabileceği ve bunun kozmetik veya farmasötik uygulamalarda güvenli bir şekilde nasıl kullanılacağını belirlemek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğu konusunda uyardı.
Song, “Köstebek meyvesinin çapaklarında aynı zamanda karaciğere zarar verebilecek toksik bir bileşen olan karboksitraktilozit de bulunuyor” dedi. “Cocklebur, kollajen sentezini artırarak kozmetik bir ajan olarak potansiyel gösterdi ; ancak daha yüksek konsantrasyonlarda olumsuz sonuçlar gösterdi. Bu nedenle, uygun konsantrasyonu bulmak çok önemli görünüyor ve Cocklebur meyve özlerinin kozmetikte ticarileştirilmesinde anahtar olabilir.”
Araştırmacılar ileriye dönük olarak, ilgili biyolojik mekanizmaları daha fazla incelemeyi ve Cocklebur meyve özlerini kozmetik ürünlerde kullanıma güvenli bir şekilde uyarlamanın yollarını araştırmak için hayvan alternatifleri üzerinde deneyler yapmayı planlıyor.
0 notes
Text
Rıfat Ilgaz /
DEFNELER GİBİ
Sevdim döl döş torun torba
Taflan gürlüğü çoğaldım
Kimi tek başıma bozkır yalnızlığı
Kimi çift yaşadım sarmaşıklarca
Neler geldi geçti bir sevgiyi ayırdım
Yaşamayı defneler gibi uzun ömürlü
Pıtrak pıtrak üremeyi kök verip
İçlerinden bir sevgiyi ayırdım
Götürüldümse özgürlüğü yüzüstü koyup
Ben bir yanda sen bir yanda suç kimin
İşsizsem güçsüzsem onlar mı haklı
Ben mi taktım bileklerime kelepçeyi
Duvarları ben mi çektim boylu boyunca
Ben mi vurdum kapılara çifte kilidi
Yılmadımsa dişe diş savaşmaktan her çağda
Sevişip kökleşmekten yorulmadımsa
Söyleyin hadımlar kısırlar güçsüzler
Boş öğretiler çığırtkanı yüreksizler
Kötü mü ettim size karşı çıktımsa
Sevdim haklıdan yana olabilmek için
Çalışıp ezilenden senden yana
Sevdim aldığım soluğu hak etmek için
Ama sevdim halkımca
#rıfatılgaz | Uzak Değil
(1970)
#Rıfat Ilgaz#edebiyat#yazar#kitap#kitapalıntıları#kitapalıntısı#şair#şiir#şiirler#şiirheryerde#keşfet
6 notes
·
View notes
Text
Sesli Meram #471 - Yersiz Yurtsuz (12.08.2024)
"Yaşanan ümit kırımının tüm yüzeyleri noktasına virgülüne yukarıdaki gibi birbirini teyit eder bir halden uzakta, olabildiğince yalın bir biçimde “inkarla”, “örtbas” etmeyi beraberinde getirir. “A. koyduğu Ermenisi” küfrü ile haklılığını bir insanı itekleyerek, öyle ya da böyle darp etmeyi kendine hak gören bir temsilin, bıçaksırtı bir halde yaşamaya devam eden Kınalıada’daki bir avuç Ermeni’ye yönelik gözdağı bir de böylesi bir tahayyülle var edilir. Malum ırkçı hizbin, daha sonrasında pıtrak gibi çoğalan tüm ol zafer-vatan-millet bilmem kimler partileri diye çıkagelen memleketinde “mültecilere ve gayrimüslimlere” yer olmadığını deklare eden sistem aparatı, kullanışlı “neo-naziler” için de boy göstermesi sahnelerinden birisi haline dönüştürülen bir sahnede “saldırı” öyle ya da böyle doğrudan bir müdahaleyle baş başa kalan “Ermeni’nin” halini de açığa düşürür. Her zamankinden açık bir biçimde müdahaleler, daha yeni bir eski belediye başkanı nam zatın 1914 nüfus sayımını projeksiyona baz alıp, veri setini güncelleyerek şu cümleyi kurabildiği bir zemindeyiz halen: “Şu an Türkiye de 15.554.847 Rum, Ermeni ve Yahudi var…” Kekremsi değil, laf kalabalığı değil doğrudan soy kodu fişlemelerinden sokaktaki ol ayrımcılığa, gündelik yaşamın ortasında şıp diye bitiveren bir nefret temsiliyetine ve daha yakın zamanlı Samatya’daki bir kadının canının alınmasından, askerde bir Nisan 24 günü “şakacıktan” katledilen Sevag Şahin Balıkçı’ya, pek çok kere tecrübe ettirildiğimiz o yıkıcılığın belki de en görünür yüzü, Ocak 19, 2007 Hrant Dink cinayetine benzeş ve bariz bir örnek kılınan bir tehdit / sindirme / yok etme ve en basitinden korkuyu diri tutma hallerinin ortasında kim nereye varabilecektir. Böyle bir ülkede hayatın ümidi söz konusu hiç edilebilir mi, kalır mı?" sesli meram
podcast image credit: three monkeys:::banksy:::juxtapoz
#sesli meram#durum#günce#hayat ne olacak#türkiye gerçeği#biyopolitika#demokrasi#adalet#özgürlük#akp#iktidar#tahakküm etme#yıldırı#zor#azınlıklar#tehdit#karabasan#düşmanlaştırma#politikmeram#anlam#anarşizan#nefret söylemi#politik mücadele#sözcükler#kötülük sarmalı#hayat nereye#mücadele#sözhakkı#deneyselişler#demokrasinereye!
0 notes
Text
Victoria Shepherd – Yürüyen Ceset Sendromu (2024)
“Ben aslında ölüyüm” demeye başlayan 19. yüzyıl İngilteresi kadınları, kemiklerinin camdan yapıldığını düşünen ve hareket etmekten korkar olan orta çağ Fransa kralı, Waterloo savaşının ardından akıl hastanelerinde pıtrak gibi çoğalan sahte Napoleon’lar… Uzun yıllar BBC’ye radyo programları hazırlamış araştırmacı Victoria Shepherd, eski zamanlardan bu yana görünüp kaybolmuş ilginç hezeyanların…
View On WordPress
#2024#Elif Zeynep Yıldırım#Hezeyanlar Tarihi#Okuyanus Yayınları#Victoria Shepherd#Yürüyen Ceset Sendromu
0 notes
Text
İnsanlar dedim konuşmuyor, dinlemiyor herkes bir top pıtrak ötekinin ağzında..
137 notes
·
View notes
Text
"insanlar, dedim, konuşmuyor, dinlemiyor, herkes bir top pıtrak ötekinin ağzında..."
44 notes
·
View notes
Text
Sonbahar -ki acının değişmez dipnotudur
Sesinin solgun göğünde,
Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur.
Savrulur her yana kavruk kelimelerle,
Yüreğini acıyla buruşturur.
Bakışının pasıyla zırhlanan dünya,
Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına.
Sonbahar -ki doyumsuz bir aşkın sonucudur
7 notes
·
View notes
Text
Her Köyden Şehire gidişin hikayesi hüzün barındırır, bilirsin.
Her "gitme" bir anı yükler sol yanına insanın.
İnsan, sol yanı olmaksızın nedir ki?
Esasen, Ne zaman başlanılır insan olmaya, hiç sordun mu?
Bu tek soruya bir çok cevap almışsındır, bilirim.
Bilirim, hissettiği kadar insandır her bir beşer....
Bir kamyonun yarısı dahi etmeyen evini sırtlayınca sırtına, asfalt yolda meçhul bir geleceğe yol alanın kendisi mi gitti, yoksa can yandıran çaresizlik mi vakumlayıp çekti içine, bilmiyorum. Sonuçta gitti işte.
Gidenler iki türlü kaybedermiş, bıraktıkları ve umduğunu bulamadıkları zaman...
"Köy işleri" diye bilinen uğraşın içinde aslında daha mahirdi insan. Konuşamayan varlıklarla (doğa-hayvan) arasındaki ilişki, atalarından gelen tecrübeyle yetiyordu ona.
Yetmek ne, artıyordu bile...
Toprağı işlemesini biliyor, hayvanlar aleminde ahenkle sürüyordu yaşam...
Ters-yüz ettiği toprağa yağmur düştüğündeki o mis kokuyu ciğerlerine çeken o idi. Ciğer adamdı köyde. Köy, herkesin birbirini kendisiyle değil, dedesiyle bile tanıdığı yer.
Her ev, her ağaç, her tarla, yüzlerce hatıra...
Şehirlerimizi de bilirsin.
"Gece kondu" ile başlamıştır Anadolu insanını barındırmaya.
Doğrudur bu, gece konmuşlardır oralara çünkü. Ruhsatsızdır yaşam...
"Topraksız mekan" olan Metropol'de bir fabrika işçisi olarak başlayan yaşam, demir dişlilerin arasında öğütürken onu, geride kalan "köy işleri" de sahipsiz...
Toprağı pıtrak bastı, evin tavanı çöktü, hayvanlar el değişti.
Tanıdıkları bir bir ayrıldı bu dünyadan -her bir kaç günlüğüne geldiğinde- tanıdık yüzler de azaldı...
Şehirli olamadı bizimki bir türlü, köye de yükleyemedi evini.
Öğrendim ki vefat etmiş.
Vasiyeti varmış;
Köyüme gömün!
2 notes
·
View notes
Text
YERLEŞİK YABANCI
Kiminin dikenleri vardır, Katlanamaz üstüne. Hep dikine durur Delmemek için gövdesini. Kiminin yoktur bir tek kemiği, Doğrulamaz ayaklarının üstünde. Ona göre varsa yoksa kendisi, Dürülüdür ütülü bir mendil gibi.
Ben eğilmem gündüz ama, Geceleri kanatırım kendimi.
Ben bir söz söylediğim zaman, Kendine küçük bir pıtrak edinir. Çok sürmez, anlar başına geleceği, Çarşılarda, pazarda ondan selam kesilir. Ben birini sevdiğim zaman, Göğünü durmadan genişletir. Ama herkes rahattır kozasının içinde, O sevgi artık kimsesizdir. Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli; Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.
Metin Altıok Bir Acıya Kiracı, S. 43
10 notes
·
View notes
Text
Sonbahar-ki acının değişmez dipnotudur-
Sesinin solgun göğünde,
Küçük bir yıldızla, bir harfi tutuştur.
Savrulur her yana kavruk kelimelerle,
Yüreğini acıyla buruşturur.
Bakışının pasıyla zırhlanan dünya
Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına
Sonbahar -ki doyumsuz bir aşkın sonudur...
Metin Altıok
7 notes
·
View notes
Text
taşlara vuran acı
hatice, dedim. ben leyla'yım, dedi.
ürperdim. yol kayboldu. ay sustu.
rüzgar bütün yapraklardan çekildi.
yalnızlık işte, dedim.
yok, dedi, sevmek arzusu.
bir tek ölüler yalnızdır.
bir daha ürperdim. gülümsedi.
su gülümsedi. kedi kalbime yürüdü.
insanlar, dedim, konuşmuyor, dinlemiyor
herkes bir top pıtrak ötekinin ağzında.
korku, dedi. bilmek korkusu
anlamak korkusu. yaşamak korkusu.
hatice, dedim. benim, dedi.
ürperdim. ölüm yok, dedim. yok, dedi.
yalnızlık bile yok. bir tuhaf ayrılık bu.
gitmemişsin. birazdan geleceksin.
varsın ve yoksun. elbette varım, dedi.
aynaya bak. duvara bak. sokağa bak.
gözyaşıyla yazılmış bir yazıyım yüzünde.
her bir kirpiğinde iç geçiren zaman benim.
sokaklar kalabalık ama odalar benim.
sana bakan herkesin gözbebekleri benim.
öyle oluyor dedim. sen nasıl biliyorsun bunu.
ömür hanım, dedim. ben leyla'yım, dedi.
ömür hanım, dedim. benim, dedi.
yalnızlık yıkıcı dedim. bilmem mi , dedi
hele geceleri, hele sen evdeyken.
yazıyor musun? döne döne, dedim.
yazmasam bir daha öleceksin
yazmasam seni sevemeyeceğim.
dünya yetmedi
mezarda bile yalnız bırakıyorum seni.
biliyor musun hatice
şimdi binlerce ömür hanım seni seviyor
ben binlerce ömür hanım'ı seviyorum
binlerce güzellikle büyüyorsun, büyüyorsun.
sana layık bir ölü olmak için çırpınıp duruyorum.
11 notes
·
View notes
Text
"Bir tarafta her köşede pıtrak gibi açılan özel eğitim kurumları, okullar, kolejler ve diğer tarafta devlet okulları. Bir tarafta “uzaktan eğitim” için her türlü maddi olanağa sahip olan, özel derslerle, telafi eğitimleriyle vs. desteklenen çocuklar, diğer tarafta evinde doğru düzgün interneti, bilgisayarı, tableti olmayan, televizyonda izleyeceği derslerden bir şeyler öğrenmeleri beklenen çocuklar.
Özelleştirilmiş ve piyasalaştırılmış eğitim sisteminin, kendisi bizzat bir patron olan ve eğitim sistemindeki en büyük yük olarak öğretmenlerin maaşlarını gördüğünü söylemekten kaçınmayan bakanı ve hayata on sıfır geriden başlayan yoksul halk çocukları…
Bir zamanlar iyi bir iş bulmanın ve sınıf atlamanın bir aracı iken şimdilerde derinleşip keskinleşen eşitsizliklerle birlikte fiili kast sistemini destekleyen, yoksul çocuklarına hayatın kapılarını daha baştan kapatan bir eğitim sistemi…
Ve bugününü çaldığı çocuklara, gençlere, hayali bir geçmişle hayali bir gelecekten, ergen sağcı fantezilerinden, kostümlü müsamerelerden, Ayasofya’dan, “fetih”ten, “şehit” olmaktan başka bir şey sunamayan bir düzen…
“Ölümün adil olması için hayatın adil olması lazım” diyordu şair. Bugün hayat adil değil, bugün hayatımız hastane patronu bakanlarla okul patronu bakanların ve “serbest piyasa” adlı insanlık dışı mekanizmanın iki dudağının arasında. Her şeyin metalaştırıldığı bir çağda, sana paran kadar sağlık hizmeti alabileceğin, paran kadar sağlıklı konutlarda oturabileceğin, paran kadar eğitim alabileceğin söyleniyor ve tüm bunlar özgürlük denilerek, demokrasi denilerek makyajlanıyor.
Oysa Nazım’ın bir başka şiirinde söylediği gibi “Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan/yoğurursun bütün nimetlerin hamurunu./Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı/Karun etmek hürriyetiyle hürsün!”
Bu düzende halka düşen, sadece bizde değil tüm dünyada, tam olarak budur, “ el kapısında çalışıp, ananı ağlatanı Karun etmek özgürlüğü”dür yani ve tam olarak adil olmayan bir hayat ve adil olmayan bir ölüm demektir bu.
Adil bir hayat ve adil bir ölüm için önce bu “özgürlük”ten kurtulmamız gerekmektedir demek ki, ancak bu sahte özgürlüğün yerine gerçek özgürlüğü koyabildiğimizde herkes için adil bir hayat ve adil bir ölüm mümkün olabilecektir çünkü. "
11 notes
·
View notes
Text
Eskilerin altın çağ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış. İçinde bulunduğumuz demir çağda bu kadar değerli olan altın, o talihli çağda kolaylıkla bulunabildiği için değil; o çağda yaşayanlar senin ve benim kelimelerini bilmedikleri için. O kutsal çağda her şey ortaktı; günlük besinini elde etmek için, kimsenin, tatlı, olgun meyveleriyle kendisini davet eden sağlam meşelere elini uzatıp koparmaktan başka bir iş yapması gerekmezdi. Olağanüstü bolluktaki duru pınarlar, ırmaklar, insanlara lezzetli, berrak sular sunardı. Kayaların yarıklarında, ağaçların oyuklarında, çalışkan ve becerikli arılar cumhuriyetlerini kurarlar, hiçbir çıkar gütmeden, uzanan her ele, tatlı emeklerinin verimli mahsulünü bağışlarlardı. Ulu mantar meşeleri, hiçbir araç gerece ihtiyaç olmadan, geniş, hafif kabuklarını kendiliğinden, kibarca bırakıverirlerdi; bunlarla, sırf gökyüzünün gazabından korunmak için, kaba kazıklarla destek yapılarak evlerin üstü örtülmeye başlandı. O zamanlar sadece huzur, sadece dostluk, sadece uyum vardı; kıvrık sabanın ağır demiri, henüz ilk anamızın cömert karnını deşmeye cesaret etmemişti. O kendisi, verimli ve geniş göğsünün her yanından, o zamanlar kendisine sahip olan çocuklarını doyuracak, yaşatacak, sevindirecek şeyleri zorlanmadan sunardı. O zamanlar, saf, güzel bakireler vâdiden vâdiye, tepeden tepeye, başları açık, üstlerinde, namus gereği her zaman örtülmesi gerekenden fazla yerlerini örtecek giysilerden başka şey olmadan, gezerlerdi. Süsleri de, şimdikiler gibi, Sur firfiriyle, çeşitli şekillerde çarpıtılmış ipekle allanıp pullanmış süsler değildi; sarmaşıklarla örülmüş birkaç yeşil pıtrak yaprağından oluşurdu; belki de bu süslerle, günümüzde saraylı hanımların, aylaklık meraklarıyla öğrendikleri tuhaf, aşırı icatlarla dolaştıkları kadar gösterişli ve gururlu dolaşırlardı. O zamanlar, ruhun aşkla ilgili kavramları, tıpkı algılandıkları şekilde, basitçe, safça ifade edilir, daha şatafatlı olsun diye yapmacıklı, dolambaçlı lâflar aranmazdı. Gerçeğe ve içtenliğe hile, yalan ve kötülük karışmazdı. Adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi. Gelişigüzel yargı alışkanlığı, henüz yargıçların kafasına yerleşmemişti, çünkü o zamanlar yargılamaya gerek yoktu, yargılanacak kişi yoktu. Bakireler ve namus, söylediğim gibi, istedikleri yerde, tek başlarına, yabancıların arsızlığı ve şehveti tarafından lekelenme korkusu olmadan, dolaşırlardı; bakireliklerini kendi istek ve iradeleriyle yitirirlerdi. Oysa şimdi, iğrenç çağımızda, hiçbir bakire emniyette değil, Girit labirenti gibi bir labirentin içine kapanıp gizlense bile; çünkü orada, çatlaklardan ya da havadan, lanet olası ısrarın zoruyla aşk hastalığı içine sızar ve inzivada olmasına rağmen mahvına sebep olur. Onların emniyeti için, zaman geçtikçe ve kötülük arttıkça, gezgin şövalye tarikatları kuruldu; bakireleri kollamak, dulları korumak, yetim ve muhtaçlara yardım etmek için. İşte ben de bu tarikata bağlıyım, çoban kardeşlerim; bana ve silâhtarıma yaptığınız ikramlar ve gösterdiğiniz konukseverlik için sizlere teşekkür ederim. Gerçi tabiat kanunlarına göre bütün canlılar, gezgin şövalyeleri kayırmak mecburiyetindedir; ancak, Sizlerin bu mecburiyetten haberiniz olmadan beni ağırlamanız ve ikramda bulunmanız, iyi niyetinize en derin iyi niyetimle teşekkür etmem için yeterli sebeptir.
2 notes
·
View notes
Photo
✓ Zamanın Solmuş Artıkları
Kaygılandırıyor insanı Alacakaranlığı görmezden gelenlerin Telaşsız ve içerlek halleri
Sessiz ve suskunuz Yıkım karşısında
Çıkan sesler yetmiyor ki Kabullenmişliği yenmeye Umursamadan yaşama yolculuğu Yerleşmiş bünyelere
Sürüklenişin tanığı Bu kaçıncı şiir Öfkemi şimdilik katlayıp yüreğime koyuyorum
Biri başkaldırsa İlgisizliğin kabuğunu Çekiyorlar üzerlerine
Vasatlık ve sıradanlaşma Pıtrak gibi sarıyor hayatı
Kalbinin ve ruhunun aynası çatlamış Beyni karanlık oda pazarlıklarında çölleşmis Zamanın solmuş artıkları Çoraklaştırıyorlar ülkemi
Toprağımızda bizim gibi sessiz
Gölge yüklü bir güneş Sırtımızı sıvazlıyor
Aynı gönülden olduğumuzu sandığımız İşbirlikçi ihanetler düşlerimizin boynunu vurmaya devam ediyorlar
Bu karanlığın yeni bir zamana Açacağı kapının açılmasını Bekliyor sabrımız
Önder KARAÇAY
#önderkaraçay #mobbinbank #zamanınsolmuşartıkları #şiirhayattır #şiirheryerde #şiir #öfke #tepki https://www.instagram.com/p/CLQMSNDgTSW/?igshid=atu6m38070ny
1 note
·
View note
Photo
Size bir soru : “Tarihte uygarlığın ilk işareti nedir? “
Uygarlık deyince aklınıza ilk gelen tekerleğin icadı, ateşin bulunması filan olacaktır muhtemelen. Kastettiğim bu değil. Aslında “uygar insan” olmaktan bahsediyorum.
Antropoloji üniversitedeyken en sevdiğim dersti. Toplumların tarih boyunca gelişimlerini incelemek müthiş ilginç gelirdi bana. Dolayısıyla bu sorunun cevabını da en doğru verecek kişi bir Antrolopolog olsa gerek. Margareth Mead şöyle cevaplamış bu soruyu : “Kırılıp iyileşmiş kaval kemiği”.
Şimdi ne alaka dediğinizi duyar gibi oluyorum. Oysa açıklama o kadar güzel ki. Şöyle diyor devamında: “Doğada hiç bir hayvan kırık kemiği iyileşene kadar hayatta kalamaz. İyileşmiş kemik demek, birisi o bacağı sarmış, onu güvenilir bir yere taşımış, iyileşene dek ona bakmış demektir.” Yani kısacası zor zamanda birine yardım edilmesiyle başlar uygarlık.
Sevgili Ahter Kutadgu, #ArtıkBirbirimizeEmanetiz etiketiyle paylaşmış. O kadar etkilendim ki…
İçinden geçtiğimiz şu akla ziyan günlere ders niteliğinde bir yorum değil mi sizce de?
Uygarlığın teknoloji anlamında doruklara çıkarken insanlık yönünde dibe vurduğu günlerde başımıza hiç beklenmedik bir şey geldi. Film olsa amma da usturaymış diyeceğimiz bir senaryonun oyuncularıyız hepimiz şu anda. Kaçış var mı, yok. İnsanlığın verdiği en büyük sınavlardan birindeyiz ve “Bana ne, ben girmiyorum” demek gibi bir şansımız da yok.
Mücadele dönemleri hep kahramanlarıyla taçlanır ya, şu dönemin kahramanları olarak tarih birinci sıraya doktorlar ve sağlık çalışanlarını yazacak. Gece gündüz demeden, her türlü riski göze alarak, ailelerinin yüzünü görmeden çalışıyorlar ve görünen o ki, daha da çok uzun günler çalışacaklar.
Sadece onlar da değil üstelik. Gölgede kalan kahramanlar var. Evden çıkmama duyarlılığını gösteren bizlere hayati ihtiyaçlarımızı ulaştıran kişiler. Apartman görevlileri, kargocular, market çalışanları, depo sorumluları, çöpleri toplayan emekçiler, sokak esnafı, eczaneler, bankalar, televizyon ve gazete sektöründe çalışanlar, güvenliğimizi sağlayanlar…
Bize düşen ise sıcacık evimizde koltuğumuzda oturmak. Kusura bakmayın ama hiç birimiz, gerçek anlamda “hiç birimiz” sıkıldım deme hakkına sahip değiliz. Bu mücadelede üstümüze düşen “durmak”. Sadece durarak, evde kalarak, özellikle tıp cephesinde mücadele veren kardeşlerimizin yükünü hafifletebiliriz, yaşlılarımızı, büyüklerimizi koruyabiliriz.
Öyle manasız bir hızla gidiyorduk ki… Kürek mahkumu gibi, beşinci vitese takmış, son hız, kocaman geniş bir çevreyolunda, dip dibe, egzos dumanı içinde , mecburmuşuz gibi gidiyorduk. Ne yaptığımızın çok da farkında olmadan, anı hep pas geçerek, hep bir yerlere yetişme telaşında, hep bir olma, oldurma paniğinde gidiyorduk. Derken… Zaman bize DUR dedi.
Sanki zaman yaramaz bir çocuğu azarlarcasına kolumuzdan hoyratça çekip eve götürdü bizi. “Otur ve yaptıklarını düşün! Doğruyu bulana kadar cezalısın “ dedi.
Her yok saydığımız hayvanda, her balta vurduğumuz ağaçta, her kirlettiğimiz deniz damlasında, her zehirlediğimiz toprak zerresinde, ve her sırtımızı döndüğümüz insanda parça parça yitirdik insanlığımızı. Görmedik, anlamadık, umursamadık. Doğanın her anlamda bir parçası olduğumuzu yeniden hatırlama şansı verdi bize bir minicik virüs. Onun anlamı yanında bizler küçücük kaldık.
Durabilmek nasıl bir lüks farkında mıyız acaba? Yavaşlamak… Kendine dönmek… Basit şeylerin kıymetini bilmek. Aslında neyi sevdiğimizi, neyi sevmeden mecburi yaptığımızı anlamak… Ve sadeleşmek… Belki de en çok yapmamız gereken.
Şimdi o ürkünç seslerle dönen çarkın içinden çıktık. Sadece o çarkın parçası olmayı biliyorduk yıllardır. Çark durdu. Serbestiz. Özgürüz . Biz bunu hapis zannederken asla hürüz. Her şeye daha tepeden bakabilme şansımız var. Kullansak mı o şansı artık?
Anlaşıldı ki, memleketlerin sınırları hikaye, zengin-fakir hikaye, o ırk bu ırk hikaye, seçen seçilen hikaye… Bir mini minnacık virüsün karşısında hepimiz eşit şekilde savunmasızız.
Çünkü biz bunca zaman sandık ki, daha lüks evlerde otursak, daha son model arabalara binsek, daha pahalı çantalar alsak, saatler taksak, daha yüksek, daha da yüksek makamlarda çalışsak dünya daha güzel bir yer olacak. Ta ki bir ufacık virüs hepimizi duvardan duvara vurana kadar.
Şimdi uygarlığın manasını gerçek anlamda yazmamız için bize bir şans verildi. Zaman, kırık kaval kemiğini el birliğiyle iyileştirme zamanı.
Bunu eğer durarak yapacaksak duracağız. Sabır gerekiyorsa sabredeceğiz. Belki zaman zaman yenileceğiz, ama asla pes etmeyeceğiz. Yardımlaşmak zamanı geldiğinde omuz vereceğiz birbirimize. Tek başına kum tanesi sıfatında hiç bir hükmümüz olmadığını gösterdi zaman bize. Diğer kum taneleri olmadan kocaman bir hiçiz.
Bizlerden kurtulunca sanki nefes aldı doğa. Ne zamandır ilk defa balkon kapısını açtığımda daha önce duymadığım güzellikte kuş sesleri duyuyorum. Orada bir yerlerde çiçeğe duran ağaçlar var biliyorum, tam on gündür göremiyorum. Belki de ilk defa insansız patlatacak tomurcuklarını bu bahar. Belki buna ihtiyacı var, bilmiyorum.
Bahar açık havada insan eziyetinden uzak özgürlüğün tadını çıkartırken biz de boş durmayacağız elbet. Yüreğimizde yerlere kapaklanan insanlığı kaldıracağız düştüğü yerden. Muhasebe yapacağız. Gökte uçan kuştan, yerde gezinen karıncaya, kendiliğinden açan kan kırmızı gelincikten pıtrak gibi çiçeğe bezenmiş badem ağacına kadar, üstü yırtık pırtık evsiz adamdan, arabanın camını tıklatan mendilci çocuğa, beli bükülmüş komşumuzdan yolu süpüren çöpçüye kadar yeniden “görmeyi”, yeniden “anlamayı”, yeniden sevmeyi öğreneceğiz. O kırık kaval kemiğini en şanımıza yaraşır şekilde nasıl onarabiliriz onu düşüneceğiz.
Ve kapılar tekrar açıldığında dış dünyaya, artık yepyeni, tazelenmiş, yaşadıklarından ders almış, yurduna yuvasına, doğa anaya, sevdiklerine, hayallerine hak ettikleri değeri veren, daha arınmış bir varlık olarak atacağız adımımızı dışarı. Bu değişimi yaşamadıysak yeni bir sınavla sınanacağız.
O yüzden güzel kardeşlerim, önümüzde iki seçenek var: Ya bu sınavı alnımızın akıyla geçeceğiz, ya bu sınavı alnımızın akıyla geçeceğiz.
Çünkü artık anladık. Sadece ve yalnızca “birbirimize emanetiz”.
Bige Güven Kızılay
01 Nisan 2020, bensenobizsizonlar
#soru#tarih#uygarlık#uygar#onkoloji#antropoloji#bilim#pisikoloji#doğa#canlı#hayvan#dünya#zaman#sabır#bensenobizsizonlr#bensenobizsizonlar#tıp#görmek#farkındalık#bilinçaltı#bilinç#insan#insanoğlu
1 note
·
View note