Tumgik
#matematik falan olsa bana ne de yani
lemonsherbett · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Aynen.
6 notes · View notes
hayvan mısınız?
cosmopolitan dergisinin bu haftaki testinde sizlerle beraberiz; hayvan mısınız?
şaka tabi konunun cosmopolitan ile alakası yok. bu bizim kendi dünyamızda bir test olacak. bu test ile belirlemeye çalıştığımız şey ise kabaca şu; cahil misiniz yoksa medeniyet görmemiş bir hayvan olmanıza (ya da olanlara) kılıf mı arıyorsunuz?
bu yazının sebebi ise şahsi açımdan bu durumu bir kez daha sorgulamama sebep olan, twitter’da gördüğüm bir yakarış oldu. kabaca; bir doğu ilinde zorunlu görevini yapan doktor bir hanımefendi yaşadığı bazı olayları aktarmış, paylaşımları üzerine dönen tartışmalar içerisinde bir yerlerde de “bölge halkı cahil” ile “cahil demek kolay bu insanlar neden cahil kimse sorgulamıyor” duyarı kasılmış.
işte o esnada bana da bir kasılma geldi, içtiğim 5 kutu guinness üzerine bir tuvalete gittim ve yaklaşık 15 dakika bu konuyu düşündüm.
neyse. konuya gelelim.
cahillik kavramını çok genelleştirmeye başladık ve bu kavram artık “insanlıktan nasibini almamış hayvanları” da içerir hale geldi ki bu tehlikeli işte. benim cahil adamdan/kadından anladığım şey örgün eğitim almamış, doğal olarak kendisi, yaşadığı toplum ya da vatandaşı olduğu ülkenin bazı gerekliliklerini yerine getiremeyen kişidir. adamın yazması yoktur, dilekçe/mektup yazamaz, vatandaşlık bilgisi almamıştır vergi ödeyemez, ödeyecek olsa matematiği yoktur hesaplayamaz, okuması yoktur bir yere gider yolunu bulamaz falan işte neyse yani...
şimdi tamam anlıyorum bu ülkede zaten hakkı ile verilen bir hizmet bulmak imkansıza yakın fakat herhangi bir bölgede eğitim ile ilgili hizmetlerin yeterli verilememesi ile eline silah alıp hastane basarak “karımla ilgilenen olmazsa vururum” demek arasında nasıl bir bağlantı var bunu çözemedim. eline silah alıp hastane basmanın temel dil/matematik ya da okuma/yazma kabiliyeti ile ne alakası var?
belki bende bir kusur var bilmiyorum, cevabı olan lütfen paylaşsın.
“medeniyet görmemiş bir hayvan” olmayı yöresel bir olgu ve gelenek/görenek haline getirdikten sonra bunu “eğitim eksikliği” gibi bir yere bağlayamazsınız bunu lütfen kabul edelim. dünyanın hiçbir yerinde “silahla hastane basmayın” diye bir şeyi size öğretmezler. türkiye mükemmel bir ülke olsa bile eğitim müfredatı bunu içermez. medeniyet görmemiş bir hayvan olmanızı engelleyen-ya kaldı ki konu “medeniyet” bile değil bakın ben bile konudan sapıyorum. akli melakeleri yerinde olan, sıradan, okumuş veya okumamış, medeniyet görmüş ya da görmemiş herhangi bir insanın elinde silah ile kamu hizmeti almaya çalışmasını “cahillik” ile tanımlamaya kalkarak (cahillere haksızlık ediyoruz zaten de) konuyu bayağılaştırıyoruz, eğitim sizin insan gibi davranmanızı hedefleyen değil, olduğunuz insanı geliştirmeyi amaçlayan bir sistemdir.
oturdum düşündüm biraz. misal benim örgün eğitimden çok farklı eğitim almış dostlarım var. misal sanat eğitimi alanlar... hiçbiri bizlerin (ben mühendisim mesela) gördüğü tarzda eğitim görmediği gibi, çok kısıtlı konu başlıkları (misal X enstrümanı çalmak) üzerine yıllarca eğitim görmüş insanlar. e ne olacak şimdi mesela yarın bu insanlardan birisi kalkıp sokak ortasında birini 100 yerinden bıçakladığı zaman “ya tepki göstermeyin bu adam 20 sene klarnet çalmak üzerine eğitim almış adam, nereden bilsin 100 yerinden insan bıçaklanmayacağını” mı diyeceğiz?
enteresan valla. benim hanım balerin, umarım yarın öbür gün cahillikten götümüze falçatayı takmaz. ne diyelim...
0 notes
dersuleyman · 3 years
Text
Neden Glutensiz?
Tarifler
Ekmekler
Kekler
Kurabiyeler
Salatalar
Yemekler
Sevdim/Sevemedim
Oğlumla Tecrübelerim
Sağlık
Ben kimim?
Atölye
İş Birliği
Ara 
 Glutensiz Beslenme ve Yemek Tarifleri
 
Neden Glutensiz?
Tarifler
Ekmekler
Kekler
Kurabiyeler
Salatalar
Yemekler
Sevdim/Sevemedim
Oğlumla Tecrübelerim
Sağlık
Ben kimim?
Atölye
Atölye
GDC EV ATÖLYESİ nedir?
İş Birliği
Ana Sayfa Genel Aşısızların mutasyona sebep olup aşılıları riske attığı doğru mu?
Genel
Sağlık
Aşısızların mutasyona sebep olup aşılıları riske attığı doğru mu?
5 Eylül 2021
21840
7
Facebook'ta Paylaş
Twitter'da Paylaş
Sn. Doç. Dr. Cüneyt KONURALP’in Covid19 ve Aşılar üzerine yazısının ikinci bölümünü aşağıda bulabilirsiniz.
Antikor sayısı önemli mi? Korona’da antikor sayısı kaç olmalı?
Büyükannenin olduğu aşılar torununu nasıl etkiliyor?
Konularının işlendiği ilk bölüm için şurayı tıklayınız…
4- Gelelim şu meşhur mutasyon/varyasyon olayına… O kadar suistimal edilen ve yanlış anlatılan bir konu ki… Bunu açıklamak için önce biyolojinin ana kurallarından birinden bahsetmek zorundayım. Hücre düzeyinde sadece doğa kuralları geçerlidir. Canlı organizmanın bütünün aksine, hücreler duygu (intikam, öfke, nefret gibi) ile hareket etmezler, düşmanlık veya dostluk diye bir şey yoktur bu dünyada. Hücreler hayatta kalmak ve türlerini devam ettirmek için ne gerekiyorsa onu yaparlar (Ökaryotik sistemlerdeki apoptosis programı da türün devamıyla bağlantılıdır).
Bu yönüyle baktığımızda, hiçbir bakteri, virüs veya parazit konak olarak kullanmak istediği bir insana onu öldürmek amacıyla girmez. Çünkü bu bindiği dalı kesmekten başka bir işe yaramayacaktır. Ancak, virüs bariyerleri ve bağışıklık sistemini atlatıp bir insan hücresine ilk girdiğinde (ve hele de Zoonoz ise, yani hayvan hücresine alışık bir form ise) ölümcül veya çok zararlı bir etki yaratması muhtemeldir. Çünkü, o insan hücresine, insan hücresi de ona yabancıdır. Sonuçta virüs canlı ve protein sentezlettirebilen bir hücrede kalamadıkça varlığı tehlike altında olacağı için hem bağışıklık sistemini kandırmanın bir yolunu bulmak hem de bu yeni hücre tipine adapte olmak zorundadır.
İnsan hücresi de, eğer ondan kurtulamıyorsa, o virüsle birlikte yaşayabilecek adaptasyonlara girer (yani, aslında her ikisi de bir adaptasyon yaşar). İşte bu adaptasyondur mutasyon veya varyasyon dedikleri şey. Mutasyon, virüs/bakterinin daha tehlikeli değil, tam tersine daha az tehlikeli, en azından daha az öldürücü olan bir adaptasyona gitmesidir aslında. Yani, bize anlatılmaya çalışılanın tam tersi… Çünkü, biyoloji böyle çalışır. Covid bazı insanların dediği gibi insan yapımı bir virüs olabilir. Ancak, öyle bile olsa, salıverildikten sonra kontrol biyolojiye geçecek ve izah ettiğim aşamaları yaşayacaktır.
Hatırlarsınız, aktör Rock Hudson’ın dramı ile ilk kez duyulan HIV enfeksiyonları eskiden çok öldürücü idi. Hatta Anti HIV antikoru pozitif çıkanlara ölecek gözü ile bakılırdı ve ölürlerdi de (bu arada HIV enfeksiyonu hücresel immunitenin yanında humoral immunitenin neredeyse önemsiz kaldığına da güzel bir kanıttır). Aradan geçen onca yıl  sonra ne oldu?…Yanlış bilmiyorsam bir aşı geliştirilmedi. Geliştirildi ise bile kitlelere yapılmadı. Günümüzde sokakta dolaşan bir sürü HIV pozitif insan var, hasta olduğunun farkında bile değil. Hiçbir tedavi olmadan ömrünü geçiriyor… İşte bu, tipik bir örnektir HIV’in insan hücresine, insan hücresinin de HIV’e adapte olduğuna.
Sonuç itibari ile eğer bir virüs bağışıklık sistemi tarafından kolayca tanınıyorsa ve hücreye tutunma, içeri girme vs. aşamalarında zorluklar çekiyorsa mutasyona uğramak zorundadır. Randomize (veya belki de bizim randomize sandığımız) moleküler değişikliklerle bağışıklık sistemini kandırabilecek bir forma girer, dokuya daha kolay tutunur, hücre içine daha kolay girer ve kendisini çoğaltmak için hücre organellerini kullanırken konak hücreyi de daha uzun veya sürekli canlı tutmanın yollarını bulur. Tabii hücre de son noktaya kadar gelmesine engel olamamışsa, bu durumda hayatta kalabilmenin yollarını geliştirecek mikromutasyonlara uğrar aynı şekilde…
Yani…. MUTASYON İYİ BİR ŞEYDİR. KAÇINILMAZDIR VE OLMALIDIR. Covid’i de sıradan bir hastalık haline döndürecek olan şey de bu mutasyonlar zincirinin tamamlanmasıdır. Zaten Covid’in kendisi kesinlikle tehlikeli bir virüs değil. Covid’de öldüren veya hastalığı ağır geçirten şey, virüsün verdiği hasar değil,  ayarı bozuk olan immün sistemin Covid’e karşı oluşturduğu yanıtın cross reaksiyon nedeniyle otoimmünite ile sonuçlanmasıdır. Bu konuya burada değinmeyeceğim…
Covid mutasyonları devam ettikçe (alfa, beta, delta ve muhtemelen bir sonraki epsilon şeklinde…) Covid’in bulaşma yeteneği artacak, daha çok kişi infekte olacak, ancak oran olarak daha az insan ölecek daha çok insan da hastalığı subklinik olarak geçirecek… Aşı olsanız da, olmasanız da bu böyle…
5- Bu arada, şunu da söylemeden edemeyeceğim. Bir virüsün bir sonraki mutasyonunun ne olacağını, yani yüzey proteinlerinin (antijenlerinin) moleküler yapılarının ne şekilde değişeceğini önceden bilebileceğimiz bir matematik modelleme veya yöntem yok. Bu durumda, virüsün orijinal/mutasyonsuz formu dedikleri alfa varyantı örneği ile hazırlanan ilk aşıların (hadi aşılar üretiliyor iken beta varyantı da ortaya çıkmış olsun) içinde aylarca sonra gerçekleşecek olan mutant formun bulunması imkânsız. Öyleyse, mesela “Biontech delta varyantına karşı şu kadar koruma etkisine sahip” lafını nasıl söyleyebilirsiniz? Aşıları sonradan güncelleseler bile, haftalarca önce üretilip başka ülkelere gönderilen ve stoklarda tutulan aşı flakonlarının bu güncellemeyi on-line olarak gerçekleştirmesi mümkün olamayacağına göre, nasıl olur da bir aşı, üretiminden aylar sonra gelişen mutasyonları da koruyabilir (aslında Kuantum Fiziğinde bu mümkün, ancak bunu savunanların Kuantum Fiziğine veya Morfik Alan Teorisine dayanarak bu şekilde konuştuklarını sanmıyorum)? Bu soruyu kimse sormuyor mu?
6– Ve şimdi de gelelim en büyük yalana… “Covid’in mutasyona uğramasına aşısız insanlar sebep oluyor ve aşılı insanları da riske atıyorlar”!!! İnanın bana; tam tersi doğru… Aşı virüsün mutasyonunu hızlandıracak bir ortam yaratılmasına sebep olur (ama insan hücresindeki mutasyonu hızlandırmadan). Bu nasıl olur?
Siz virüsün bilinen antijenleri ile bir aşı hazırlayıp bu antijenlere karşı bir immün yanıt oluşturtuyorsunuz ya… Aşılılarla karşılaşan virüs bütün antijenleri tanındığı için daha girişte saldırıya uğruyor ve öncelikli olarak şifresini değiştirmek zorunda kalıyor, yani acilen mutasyona gitmek zorunda kalıyor. Aşısızlarla karşılaşanlar ise -eğer bağışık yanıt hızlı ve doğru gelişmez ise- şifre değişimine o kadar öncelik vermiyor, daha çok konak hücreye daha kolay girip bu hücreyi daha fazla hayatta tutmanın yolları üzerinde çalışıyor. Aşısızların konak hücreleri de, aynı şekilde, kendi adaptasyonları üzerinde çalışabiliyorlar.
Gördünüz mü, olay ne kadar farklı? Dolayısı ile, önceki yazımda belirttiğim yan etkilerinden çekinerek aşı olmayan insanlar, aşılı insanların şifre değiştirmeye zorladığı ancak, sonraki aşamalar için mutasyona pek zorlayamadığı virüslerin kaynağı oluyorlar. Bir bakıma onların işini esas, aşılı olanlar zorlaştırıyor. Aşısız olanlar ise -tam tersine- SAĞLIKLI VE DOĞAL MUTASYONU SEKTEYE UĞRATMADIKLARI İÇİN aşılıları koruyacak olanlar aslında… Herhalde, böyle bir cümleyi ilk olarak benden duyuyorsunuz. Her şey tersine döndü şimdi, değil mi? Kısacası, aşısız insanların virüsün daha öldürücü bir forma mutasyon geçirmesi için uygun bir ortam oluşturdukları ve bir süre sonra bu yüzden aşılıların da korunamıyor olacağı cümlesi koca bir yalandır ve hem aşı olmaya zorlamaya hem de aşıların etkisinin yetersizliğine bir kılıf uydurmaya yöneliktir.  Neyse, daha derine girmeden burada keseceğim…
Biyolojiye karşı gelemezsiniz… Siz ne yaparsanız yapın, o kendi kuralları ile ilerlemeye devam edecektir. Ona direnirseniz toplu hastalık ve ölümle karşılaşmanız kaçınılmaz olur. İnsanlara yanlış bilgi vererek, doğruyu arayanlara şarlatan deyip bir de üstüne hedef göstererek ve pozitif/negatif ayrımcılık yoluyla kendi istediklerinizi empoze etme, istediklerinize karşı çıkanları ise cezalandırma yoluna giderseniz, sonradan hiç kimsenin düzeltemeyeceği sonuçlarla karşılaşırsınız. Bu sonuçlarla kastım toplumsal olaylar falan değil (benim politik mesajlarla falan bir işim yok). Cezayı biyolojinin kendisi kesecek…  Ben ondan korkuyorum…
“Bu konularda tekrar yazmak zorunda kalmam inşallah” dileğiyle, hepinize saygılarımı sunuyorum. Doç. Dr. Cüneyt Konuralp
—- Bir Soru Bir Cevap —-
Gruptan bir doktor arkadaşımızın sorusu:
SORU: ” Örneğin belki binlerce yıldır insan-hayvanlar arasında dolaşan kuduz virüsüne karşı neden halen etkili bir bağışıklık gerçekleştiremedik? Örneğin sizi kuduz bir köpek ısırsa aşı olmayı reddeder misiniz? Ya da çiçek virüsüne maruz kalabilir misiniz? Bu iki virüsü özellikle seçmemin nedeni kadim zamanlardan kalan virüsler olması. Burada neden bir denge kurulamadı? Niçin halen aşılara ihtiyaç duyuluyor?”
CEVAP: Çok güzel ve yerinde bir soru sordunuz. Gerçekten Kuduz (Rabies) virüsünde farklı bir durum var gibi gözüküyor.
Kuduz virüsü bir Zoonoz’dur (yanılmıyorsam Çiçek virüsü de bir Zoonoz’du). Yani hayvan hücresine alışıktır. Bu yüzden hayvanlarda daha az öldürücüdür (yani Kuduz virüsünü alan her hayvan ölmez). İnsanlarda ise bu adaptasyonun bir şekilde gerçekleşemediğini görüyoruz gerçekten. Bildiğim kadarıyla, bugüne kadar Kuduz’a yakalanıp ve aşı da olmayıp ölmeyen sadece birkaç vaka var… Kaslardan sinir terminallerine geçene kadar Virüsün immün sistem tarafından tutulma şansı var, sonrasında çok zor. Yani esas mutasyonun sinir hücrelerini öldürmeden enfeksiyonu kronik olarak idame ettirebilme aşamalarında olması gerekiyor. Ancak, nedense bu mutasyon veya karşılıklı adaptasyon nesiller geçmesine rağmen çok yavaş gelişiyor. Yine de, bunun yavaş da olsa gerçekleştiğini kuluçka süresinin uzamasından anlıyoruz. Bazı vakalarda kuluçka süresi 2 yıla kadar uzayabiliyor. Eskiden kesinlikle bu kadar uzun süreli kuluçka süreleri yoktu Kuduz’da.  Bize ters gelse de, biyoloji kendi ajandası ile ilerliyor. Nasıl Jüpiter’in güneş etrafındaki bir turu bize çok uzun bir süre gibi geliyorsa da, bazı mutasyon/adaptasyonların gelişimi de anlam veremeyeceğimiz şekilde uzun olabilir. Biyolojide birbirine çok uyumsuz iki sistemin birbirlerini öldürmeyecek şekilde bir çözüm üretebilmeleri bazen yüzyıllar alabilir.
Gelelim Kuduz aşısına… Tehlikeli bir enfeksiyon olmasına rağmen muhtemelen koruyuculuk süresi 2-3 yıl ile sınırlı olduğu için aşı takviminde yer almıyor… Diğer aşıların aksine, enfeksiyondan sonra ve rapelleri de çok kısa aralıklarla yapılan bir aşı tipi olarak diğerlerinden ayrılıyor. İnaktif bir virüs aşısıdır ve hızlandırılmış immün yanıt oluşturabilmek için de (virüs sinir uçlarına ulaşmadan önceki dönemi yakalayabilmek amacıyla) arttırılmış oranda adjuan madde içerir.
Peki, ben Kuduz olduğu bilinen bir hayvan tarafından ısırılırsam, Kuduz aşısı olur muyum? Kuduza karşı karşılıklı adaptasyon gelişmediği için ve bunu tedavi edebileceğim başka bir yönteme sahip değilsem, hiç düşünmeden olurum. Çünkü, bu vakada fayda/zarar oranı bunu gerektirir. Bu aşının vereceği zararla daha sonra uğraşırım.
Sandığınızın aksine, ben aslında aşı karşıtı değilim. Aşıların içeriği ve etkileri hakkında insanlara yalan söylenmesine karşıyım. Bu içeriklerle üretilmiş olan aşı örneklerine karşıyım. Aşı konseptine ise hiç karşı değilim. Antijenlerin önceden tanıtılması gayet iyi ve faydalı bir fikir… Buna neden karşı çıkayım?
Bu arada, sanırım siz bizim nesle yetişemediniz. Çiçek aşısı benim yaş grubuma yapılmıştı. Kolunda  BCG ile birlikte onun da skarını taşıyan nesillerdenim ben :))
Saygılarımla…
SORU: “Cüneyt Bey, klişe laflar içermeyen bilgi dolu paylaşımlarınız için teşekkür ederim gruplarda böyle paylaşımlara ihtiyacımız var.
Yazınızda kuduz aşısı için kar zarar oranı dikkate alınarak yapılmalı diyorsunuz. Bunu kovit içinde söylemek mümkün mü? Zira veriler, aşı olanlarda ölüm oranlarının ve hastaneye yatışlarının düştüğünü gösteriyor. Yani kovitin kendisi aşıdan çok daha yan etkili gibi duruyor. Kovit sonrası ciddi sekellere şahit oluyoruz. Dr. …..
CEVAP:
…. Bey,
Covid bir virüs olarak -sanıldığının tersine-patojenitesi zayıf bir mikroorganizma… Eğer yüksek patojeniteye sahip olsa idi, aktif immün sistemi henüz tam gelişmemiş olan küçük yaştaki çocuklar ve hele de bebekler telef olurdu. Oysa bu yaş grubundaki hastalarda ölüm oranı neredeyse sıfır. Üstelik, bağışıklık sistemini baskılayan tedaviler gören (kanser vs. için) hastalarda da ölüm veya ağır enfeksiyon oranı çok düşük. Kronik inflamasyonu olan (artrit vs.) hastaların ki yaşlı hastaların çoğunda bunlar olur, ağır geçirme eğilimi de biliniyor… Yani, problem virüsün kendisinin yaptığı hücre hasarında değil. Virüsün antijenik yapılarına karşı oluşan immün yanıt (dikkat edin, özellikle sadece “antikor” oluşumu demiyorum) maalesef yeterince spesifik olamıyor ve farklı vücut dokularına karşı otoimmün yanıt olarak devam ediyor.
Bunun sonucunda da, bu tür hastalar ya hastalığı çok ağır geçiriyorlar ya da multi organ yetmezliğinden ölüyorlar. Bilirsiniz, genellikle virüs enfeksiyonlarının kliniği bellidir. Mesela kabakulak virüsü esas olarak parotis başta olmak üzere tükürük bezlerini, yetişkinlerde de testisi tutabilir ve belirtileri üç aşağı beş yukarı herkeste aynıdır. Ancak, Covid’de böyle bir şey de yok. Kiminde akciğerde, kiminde böbrekte, kiminde kalpte, kiminde kalpte ve iskelet kasında, kiminde sinirlerde, kiminde arterial sistemde …. veya kiminde de bunların birkaçında birden problem oluyor. Bunu ACE veya başka reseptör yoğunluğuyla falan açıklayamazsınız; hiç inandırıcı değil.
Esas problem, ayarı bozulmuş olan immün sistemimizde. Aşıların immün sisteminin ayarını nasıl bozduğu ile ilgili 1.yazımda biraz bilgi vermiştim. İmmün sistem belki de vücudumuzun en komplike ve doğum sonrasında da en son gelişimin tamamlayan sistemlerden biri iken daha doğumun ilk dakikalarına Hepatit B aşısı ile başlayan ve bedeni doğar doğmaz hayatının en büyük savaşına sokan antijen bombardımanlarından başka bir sonuç bekleyemezsiniz maalesef.
Hadi antikor için konuşalım. Bebek daha annesinden gelen antikorlarla idare ederken birden doğal olmayan bir şekilde bir virüs/bakteri antijen grubu + bunun üretildiği doku kültüründen gelen belki de onbinlerce farklı ve alakasız antijenle (civciv embriyosu, fetus hücreleri, maynum böbreği, tavşan dalak hücresi, insan kaynaklı başka immortal hücre dizileri vs.) kapasitesinin tonlarca üstünde bir challenge ile karşılaşan immatur immün sistemden oluşacak antikorlardan ne yeterli kantite ne de -daha önemlisi- yeterli kalite bekleyebilirsiniz. Hücresel immün sistem cevabı da keza aynı şekilde.
Bunun sonucunda, bebekte/çocukta hedef antijenin bir kısmını tanıyamayacak yetersizlikte (sensitivitesi düşük) ve self antijenleri de yabancı sanacak yetersizlikte (spesifitesi düşük) bir immün sistemin oluşması kaçınılmaz olacaktır. Yani, doğal haline bırakılmayıp doğumdan hemen sonra savaşa sokulan oganizma, çaresiz bir şekilde bozuk bir yüz tanıma software’i ile hayatına devam etmek zorunda kalır.
Evet… Hepimizin immün sisteminin ayarı bozuk. Ancak, hiçbirimizin bozukluğunun çeşidi ve ağırlığı bir başkasına eşit değil. Çünkü, atalarımızdan gelen bilgi ve genetik yapımıza ilaveten eskiden olduğumuz her aşıda farklı -aşının konusuyla alakasız- antijenlere maruz kaldık. Aşıyla gelen alakasız antijenlerin hangilerinin vücudumuzdaki hangi antijenlere benzediğini ve cross-reaksiyona yol açtığını Allah bilir. İşte o yüzden Covid ve ona benzeyen başka virüslere karşı oluşan immün yanıt bazılarımızda otoimmüniteye yol açıyorken, bazılarımızda buna yol açmıyor veya sadece hafif derecede reaksiyonla sonuçlanıyor. Covid’e ağır reaksiyon gösterenlerin bir kısmı da belki başka bir virüsten hiç etkilenmeyecekken, o başka virüsle karşılaşan Covid’e dirençli gördüğümüz kişilerden bazıları da bundan ölümcül olarak etkilenecekler.
Her neyse… Bu kadar uzun bir giriş sonrasında soruya geleyim. Risk/fayda oranı göz önünde bulundurulduğunda Covid aşısı olunmalı mı (Kuduz vakasında olduğu gibi)?
Kitlesel aşı yapılması için gerekli olan bazı koşullar vardır. Covid bu koşulu sağlıyor mu? Yanılmıyorsam, Covid’den genel ölüm oranı binde 1.8… Hadi binde 2 diyelim. Bu demektir ki her bin kişiden 998’i en azından ölmeyecek. Bu kişileri aşının büyük (uzun dönem sonra görülecek olan) yan etkilerinin riskine sokacak şekilde aşılamak pek akıllıca olmaz. Kalan 2’sinin de ancak belli bir yüzdesini koruyabilecek aşı. Üstelik, mutasyonlar nedeniyle bir süre sonra aşıya bağlı immünite yine tanımayacak virüsü; güncelleme aşısı da yapmak zorunda kalacaklar. Bu rakamlar kitlesel aşılama yapmak için kabul edilebilir bir kriterse, Covid’den önce araya sokacağım bir sürü güncel hastalık bulurum ben size…. Covid’in oldukça uzun bir bakteri/virüs isminden oluşan bir listede kuyruğun sonlarında girmesi lazım.
Covid’den ölen hastalar genellikle ya otoimmüniteden  ya da tedavi amacıyla verilen bir sürü gereksiz ve zararlı ilaçlar yüzünden ölüyorlar. Bir kısmı da zaten başka hastalık nedeniyle ölüme yaklaşmışken PCR pozitif olduğu için istatistiklere giriyor. PCR rezaletine girmeyi hiç istemiyorum.
Ancak, hepiniz biliyorsunuz ki, Covid’li olup PCR negatif olan veya Covid’le hiç alakası olmayıp PCR pozitif olan bir sürü hasta çıkıyor. Spesifite ve sensitivesi kesinlikle düşük ve güvenilirliği düşük bir test. Dolayısı ile PCR pozitif olup Covid damgası yiyen ve üstelik tuhaf ilaçları almaya zorlanıp daha kötü duruma düşürülen hastaların da dahil edildiği istatistikler hiç güven vermiyor. Kimseyi suçlamıyorum, grupta tersi gözlemi olabilecek hekim arkadaşlara da saygı gösteriyorum. Ancak, yoğun bakımda bulunan Covid’li hastaların büyük bir kısmının aşısız olduğu istatistiğinin hakikati yansıttığını düşünmüyorum.
Bence, burada yapılması gereken şey, riskte olan binde 2’lik hasta grubunu bulmak ve onları ve hastalığa yakalanan diğer hastaları, bu grupta birçok hekimin de başarıyla uyguladığı anti inflamatuar/Anti-otoimmünite tarzı uygulamalara tabi tutmak. Bu, aşıdan çok daha faydalı olur.
Soruya cevabı özetler isem. Kuduz aşısındaki fayda/zarar oranını Covid aşısıyla kıyaslamam bile. Covid’le mücadelenin çok daha kolay ve zararsız yolları var. Olacağımız her aşı, bağışıklık sistemini daha da bozacak ve ilerideki başka pandemilere daha da hassas hale getirecek. Bu fasit daireyi kırmamız lazım artık.
Yine de aşı olmak isteyen insanlar aşı olmalıdır. Yeter ki, riskleri kendisinden saklanmasın. Çünkü unutmayalım ki, bazı insanlar için psikolojik etki bile iyileşmeye giden yolun yarısıdır. Herkes başkalarının seçimlerine saygı göstermeli. Ben o yüzden hiç kimseye “sakın aşı olmayın” demiyorum…
Saygılarımla. Doç. Dr. Cüneyt Konuralp
SORU: Aynı evde 60 yaşında olup ek hastalığı olmayan covidden ölen, ama 80 yaşında olup birçok kronik rahatsızlığı ayrıca demansı olan ama ölmeyen tanıdığım var benim (o zaman aşı da yoktu), geçen yıl 98 yaşında arkadaşımın babannnesi pulmoner ödem kalp yetmezliği, dm tanılı covid geçirdi ve iyileşti, şimdi kime ve neye göre riskli grup diyeceğiz; bunun bir algoritması var mı sizce?
CEVAP: Sorunuza ben cevap vereyim isterseniz. Esas problem hepimizin bağışıklık sistemimizin ayarlarının (en başta daha bebeklik yaşlarda yapılmaya başlanan aşılar yüzünden ve tabii ki diğer bazı başka sebeplerle) bozulmuş olması. Covid’e duyarlı olan kişiler aslında mikrobu kolaylıkla yeniyor, ancak ona karşı oluşturdukları immün yanıt yeterince spesifik olamadığı için, maalesef bağışıklık sistemi kendi dokularına karşı da saldırmaya başlıyor. Ve neredeyse hiçbir hastanın otoimmün yanıtı bir diğerininkiyle aynı değil… Başka bir virüs de belki, Covid’den hiç etkilenmeyen insanlar için -aynı mekanizma nedeniyle- ölümcül olacak.
Dediğiniz gibi, mesela 90 yaşlarında bir sürü kronik problemi olan bir hasta Covid’i hafif atlatabilir iken, 30 yaşlarında çok sağlıklı gözüken ve bilinen hiçbir kronik problemi olmayan bir hasta ise ölebiliyor. Çünkü, her seferinde aynı anda Tek yumurta ikizlerini aşılasanız dahi, yan yana duran hazır aşı enjektörleri bile (biliyorsunuz eczanelerden aldığımız aşılar tek kullanımlık; üstelik karma aşıları tek tek bulma şansınız da yok; Avrupa ‘da dört veya beş aşı tek bir enjektörde karışık olarak satılıyor) farklı doku kültürleri nedeniyle birbirlerinden daha farklı -konuyla alakasız- hücre kalıntıları/antijen içeriyorlar. Dolayısı ile ayarı bozulmuş olan immün sistem de her bir farklı antijen için daha farklı -yeterince de spesifik olamayan- immün yanıt oluşturuyor. Bu da herkeste farklı türden bir otoimmünite oluşması demektir.
Herkesin otoimmünite paternini barkod veya parmak izi gibi bir formata çevirseniz, inanın birbirine tıpatıp uyan bir tane örnek bile bulamazsınız. Bu nedenle, bazıları Covid’e çok hassas iken, ileride sürülecek başka virüslere bana mısın demeyecekler. Covid’den etkilenmeyenler ise sağlam bir bağışıklık sistemine sahip olduklarını zannedip bununla övünenler ileri bir sürümde hayatlarını kaybedecekler.
Bence, ille de bir tarama testi yapılacaksa, Covid’in antijenlerine hassas olan insanları belirleyen bir test kullanılmalı (yani kaynaklar böyle bir testin oluşturulmasına ve kullanımına harcanmalı). Bu testte pozitif çıkanlar ya tedaviye (Otoimmünite için özel protokollar vs, ama tabii ki kortizon değil) alınmalı ya da çok istiyorlarsa ve kendi özgür iradeleriyle aşı olmalı. PCR ile insanları fişlemek ve sonrasında içeriklerini ve yan etkilerini gizledikleri aşılara zorlamak çözüm değil, kaos sebebidir  (bu arada delta ve sonraki varyantlar çıktı ise, stokta bulunan PCR kitlerinin zaten zayıf olan spesifite ve sensitivitelerinin daha da düşük olması ve hiç ciddiye alınmamaları lazım ya; o da başka bir konu)….
—–
SORU: Cüneyt Konuralp hocam, peki çocuk aşılamasına 6 aydan sonra mı başlanmalı? Veya ne zaman başlanmalı ya da başlanmamalı mı?
CEVAP: Beden, vücuda giren her substansın (maddenin), molekülün  giriş noktasında kaydını tutar. Dolayısıyla, günümüz teknolojisinde üretilen istisnasız tüm aşılarla birlikte bedene giren -konuyla alakasız- antijene karşı da immün yanıt oluşacaktır. Bu da otoimmüniteyi kaçınılmaz yapar. Aktif immün sistemin 2. yaşta ancak gelişimini tamamlayabildiğini düşünürsek hele hele 2 yaşın altında yapılan aşıların hepsi katastrofik (felaket) sonuçlara yol açıyor.
Eğer biz aşıyla amaçladığımız informasyonu (yani hedef antijenleri) konuyla alakasız informasyonlar olmadan verebilmenin bir yolunu bulabilirsek, işte bu gerçek aşılama olacak… O zamana kadar bedeni -özellikle de 2 yaşın altında yapılan aşılarla- çok büyük bir belaya soktuğumuzu bilmemiz gerekli. Aşı ille de olmak istiyorsanız, yine olursunuz, yeter ki riskleri ve zararları konusunda doğru bilgilendirilmiş olun ve kararınızı özgür iradenizle buna göre verin.
Bu vesileyle sizlerle çok dramatik bir bilgiyi paylaşmak isterim. Otistik çocuklarda “Leaky Gut (geçirgen bağırsak) sendromu” çok gözükür biliyorsunuz. Yanılmıyorsam, 1990’lı yıllarda çok fazla GI semptomları olan bir otistik çocukta Endoskopi yapılıyor. Terminal ileumda yaygın hiperemik bir alan görülüyor ve buradan biyopsi alınıyor. Patoloji incelemesi sonrasında ne çıkıyor biliyor musunuz? Bağırsak mukozasında yaygın inflamatuar hücre birikimi ve aralarda -SIKI DURUN- Böbrek hücreleri….
Bu nasıl olur? Bir teratoma mı? Mosaism mi? Böbrek kanseri metastazı mı? Hayır, hiçbiri değil… Çocukluk çağında en sevdiğimiz aşıyı hepiniz hatırlarsınız. Kesme şekere damlatılan Polio (Sabin) aşısı… Bu aşı Afrika Maymun böbrek hücresi kültüründe üretilir. Ağızdan aldığımız ve adjuan maddelere kuvvetlendirilmiş olan bu aşı ile Maymun böbrek hücreleri ince bağırsağın lenfatik dokusunun en yoğun olduğu (Peyer plaklar) terminal ileumda tutulmuş (belli ki bazı kimyasallardan dolayı sindirilememiş), ancak yok edilemediği için de kronik inflamasyona sebep olmuş. Sonuç: Kronik inflamasyona bağlı mukoza hasarı ve “Leaky Gut Sendromu”…
Bu sendromun zincirleme olarak otoimmüniteyi tetikleyecek bir seri olayı da ayrıca başlatacağını tahmin edebilirsiniz (polipeptidlerin sindirilmeden kana karışması ve bunlara yönelik immün cevap oluşumu, vs…). Mesela, sütteki Kazeinin yapısında bulunan  ve leaky gut sendromunda direkt olarak kana karışabilen Betakazomorfinin Morfin reseptörlerine bağlanabildiğini (otistik çocukların Morfinman gibi oluşlarına dikkat çekerim) ve yine bu peptidin ve Gluten’in ara peptidlerinden birinin Myelin proteinin yapısındaki polipeptide de çok benzediklerini (MS oluşumu?) belirteyim. Gördünüz mü, belki de en masum gördüğümüz aşılardan biri ne problemler çıkartıyor? Bu bilgiyi “aşı ile otizm arasında hiçbir alaka yoktur” diyen hekimlere hediye ediyorum…
Her neyse… Konuyu dağıtmayayım. İsteyen aşı olur, kimse karışmamalı… Lakin istemeyen de -lütfen- aşı olmayabilsin. Çünkü böyle düşünenlerin de haklı sebepleri var. TeleviZyonda ve diğer ortamlarda etiketlendiklerinin aksine, “bilim düşmanı” veya “şarlatan” değiller…
Doç. Dr. Cüneyt Konuralp
Doç. Dr. Cüneyt Konuralp’in son yazısını okumak için tıklayınız
Etiketler
b.1.617 mutasyonu
covid 19 antikor testi
covid 19 aşı
covid 19 b.1.1.7
covid 19 belirtiler
covid 19 belirtileri
covid 19 bilgi
covid 19 ekşi
covid 19 etkileri
covid 19 test
covid aşısı
covid aşısı alerji
covid aşısı ateş
covid aşısı bilgilendirme
covid aşısı biontech
covid aşısı covid testini etkiler mi
covid aşısı covid yapar mı
covid aşısı yan etkileri
COVID-19
Cüneyt KONURALP
dr cüneyt konuralp
mutasyon aşı
mutasyon bulaşma hızı
mutasyon covid
mutasyon covid 19 belirtileri
mutasyon covid belirtileri
mutasyon covid nedir
mutasyon delta
mutasyon ne demek
mutasyon nedir
mutasyon virüs
mutasyonlu virüs ne demek
Paylaş
Facebook
Twitter
Önceki İçerikBağışıklığın takibinde antikorlar doğru kriter mi?
Sonraki İçerikMutasyon halka algılattırılmaya çalışıldığının aksine, KÖTÜ DEĞİL, İYİ BİR ŞEYDİR
İLGİLİ HABERLERYAZARIN DİĞER İÇERİKLERİ
Genel
Mutasyon halka algılattırılmaya çalışıldığının aksine, KÖTÜ DEĞİL, İYİ BİR ŞEYDİR
Genel
Bağışıklığın takibinde antikorlar doğru kriter mi?
Genel
Çocukluk çağı aşılarını 2 yaşından sonra yaptırmak…
7 YORUMLAR
0 notes
ihtiyardivit · 5 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime mektup 54 …
 Günaydın Hazreti Şans'ım , Sonsuz da Bir'im ...
Gün sen , gün saçların.
Boynun tutulur diye başını düzeltmekten çekineceğim herhangi bir gün olsaydı bugün , iyi olurdu ama olsun ; Rabbimin lûtfudur bana yokluğunun bolluğu.
Belki de çok bilmişler tarafından söylenen şu söz doğrudur :
"Zafere giden yol da çekilen çile kutsaldır."
Belki de öyledir; umarım.
Öyledir heralde ; bilmiyorum.
Ben seni seviyorum her halde ; biliyorum.
Yüzün gözün şişmiştir şimdi , çok uyumaktan.
Yüzüm gözüm şiş şimdi , uykusuzluktan.
Nasılsın bu aralar ?
Yastığınla aranızda ki sıkı dostluğu sormuyorum tabii ...
Saçların dökülüyor mu , sebepsiz sıkılıyor musun vs. vs...
Üzgünsen bunlar olur da , onun için diyorum .
Ben iyiyim işte ne olsun , bildiğin gibi .
Sağolasın bolca hâl,hatır soruyorsun günün tamamı aklıma gelerek ; bu ne sadakat ...
İmrendim !...
Türkülere konu , rüzgâr gülüşlü kadın ...
 Tarih , 13 mart 2020 ...
Saat , 06;25 ve sonrasında ki dakikalar ...
 İçimin gülen yüzü…
Aramızda kaç km mesafe var bilmiyorum , ama aklım ile saçlarının uçları arasında pek mesafe yok ; çok şükür...
Anımsamak için zihnimi sağa-sola, öne-arkaya çevirmem yetiyor ; fikrimin yüzeyinde sana değmesi pek basit.
"Seni Sevme Sanatı" diye bir deyim var sana olan tutkumun içeriğinde , ve inan bana TDK dahi henüz bu sanatı izah edici bir kelime türetemedi ; işi zor...
En son boş işlerle uğraşıyordu kendileri , DİL yerine DİN işlerine merak salmışlar.
Bir harf nelere muktedir , gör.
Sahi , sen kaç harfe sığarsın ?
Alfabem seni ezberinde saklıyor ; bilesin.
Aklımın tavanını istimlâk eden kâkülüm...
Ağrım , Sızım ; güleç yüzüm...
İşe mi gideceksin bugün ?
Okula mı ?
Tatil mi yoksa , izinli misin ?
Derdim muhabbet işte...
Anlatabiliyor muyum ?...
Biliyor muyum ?
Bilip bilmediğimi bilmiyorum.
Ama kesin şişmiştir yine de gözlerin...
Kesin saçların da dağınıktır ; uçları da karışmıştır muhakkak.
Tararken ıslat e mi uçlarını ; krem de sür .
Kolay taranır.
 Ömrümün satır başı ...
Ben mesajlaşmayı sevmiyorum ama seninle mesajlaşırken "Syn Abonemiz , 10.000 SMS hakkınız bitti" mesajı gelsin istiyorum.
Basit bir dilek ama bir de bana sor.
Şimdiler de ise Wodafone utanmasa "Syn Abonemiz olmayan bir numaraya yolladığınız 10.000 SMS'e cevap alamamış olmanıza acıyıp size 10.000 SMS daha hediye ediyoruz. Nasıl olsa cevap yok ,karşıda da kimse yok." diyerek mesaj hayrı yapacak bana...
 Yaşanılası İklimim …
“Acaba nasıl hitab etsem de , bilse ki yeryüzünde bir eşi daha yok” diye düşünmeme gerek kalmadan yüzbin baritonluk güçte hitabet sanatı olan kadın …
Ben şimdi sana Diyanet İşleri Başkanı kadar aşikar bir yalakalık yapmak isterdim ama ne yalan söyleyeyim , hafta sonu- hafta içi farketmez ; ben kahvaltı hazırlamam , çocuğa da sıklıkla bakamam.
Ama sen hastalanırsan seni doktora götürüp , ilaçlarını içirip mercimek çorbası yapabilirim .
Güzel birkaç şey yapabilirim yaşamın genelinde.
Sen uyurken yüzüne krem şanti bulayabilirim mesela. Sinirlendirebilirim seni nedensiz yere …
Benim Milli Maç ve Beşiktaş maçlarında gözüm bir şeyi görmüyor , mümkünse Beşiktaşsız olmaz 
Çayı da çok severim .
Seni güzel sevdiğim gibi çayı da öyle…
Güzel severim.
 “Bahar da aşklar başka tatlıdır” demişler…
Hiç alakası yok , zira ben hep aynı eşitlik ve yoğunlukta seviyorum.
Ben seni hep aynı seviyorum.
Güzel seviyorum.
Barış Manço’dan biliyorum güzel sevmemenin sonucunu …
Diyor ki o güzel adam ;
“Güzel sevmeyene adam denir mi ?”
Denmez dimi ?
Denir mi ?
 Maviliğim…
Aşk , kendinde olan tüm güzellikleri tereddütsüz şekilde aşık olduğun kişiye teslim etmekten çekinmeme fedakarlığı imiş…
Sağlığın ,neşen ,huzurun ,varlığın ve dahi mutluluğun …
Düş Eşim…
Kyoto sözleşmesi , NATO Bildirileri , İran da nükleeer silah olup olmadığı , Kim Yong Un’un Amerika’ya saldırıp saldırmayacağı ve A Haber de sabah haberlerini sunan manyağın günaşırı toplumu ötekileştirme , kutuplaştırma gayreti falan çok umrumda değil şu an ; senle beraber sabahları köşe yazarlarını okumak istiyorum ben artık “Yok daha neler ! Yalakalığın da bu kadarına pes .“ demek istiyorum aynı cümleyi aynı anda kurup , aynı anda tepki vermek istiyorum .
 Yani tabii muhtemelen  Deli Trump'ın küçük oğlunun üzerine "Bu Ahmak'ın yanındayım" yazılı T-shirt giydiği esnada babasının yanında olması kadar Dünya gündemini işgal etmeyiz ama , biz seninle ortak bir çok şey yapabiliriz.
Mesela aynı demlikten çay içebiliriz.
Bence bu da büyük bir şey; zira genelde bir demliği tek başıma ben içiyorum. ( ancak yetiyor )
 Seninle bir test yapalım mı ?
Sorması ayıp olabilir ama olmasın; kaç yaşındasın ?
Kadına yaş sorulmaz edebiyatını geç şimdi; vakit aleyhimize .
Diyelim ki 25...
Tahmini kaç yaşına kadar yaşarsın en fazla ?
Not: Türkiye kadın ölümleri yaş ortalaması 65.Haberin olsun.
Diyelim sen 70 yaşına kadar yaşadın.
70 - 25 = 45
 Yıl da kaç günü sadece kendine ,keyfine ayırıyorsun ?
Ben kendim için diyeyim; yıl da bazen 20 gün bazen 40-50 gün.
Ortalama 30 gün.
Senin kadın olmandan dolayı biraz daha spesifikleştirelim analizi ; her hafta sonu artı yıl da toplu olarak 15 gün.
Yıl da 52 hafta var hafta sonunun her iki gününü de sadece ve sadece kendin için değerlendirdiğini düşünürsek yılda 104 gün hafta sonları, 15 gün de toplu tatil vs. 119 gün eder.
Bu 119 günün 3'te 1'lik kısmına özel zamanlarının denk geldiğini düşünürsek geriye kalır 80 gün…
 Toplamda 70 yıl yaşayacağın ve bu 70 yılın 25 yılını yaşadığın varsayımına göre , geriye 45 yılın kalır.
Bu 45 yılın son 10 yılı hastalık,yaşlılık, hac , umre, ve çocuk telâşı diye geçse geriye 35 yıl kalır.
Ve evliliğin boyunca ortalama 3 çocuğun olsa, bu çocukları da en az 3'er yaşlarına getirene kadar geceni gündüzüne katarak büyütmeye çalışsan , kalan 35 yılın 10 yılı da bu şekilde gider.
Kaç yıl kaldı? 25 yıl.
Başka hiçbir meşgalen ve engelin olmayacağını düşünürsek şu andan itibaren sadece kendin için yaşayacağın 25 adet 80 gün var.
25X80 =2.000 yapar.
Yani 2.000 günlük ömrün kalmış.
Doğru mu ?
Niye bu 2.000 günü seninle beraber geçirmeyelim ?
 Ömründe en fazla 2.000 gün kalmış ve sen altın oran'ı izah kitapçığı gibi bir kadın iken matematiğe karşı gelmezsin ümidi ile oturdum sana
matematiksel hesap yaptım bilmem farkında mısın ?
Amacım dertleşmek işte dedim ya ...
Birbiriyle ünsiyet eden ruhlar , sohbetiyle ziyadeleşir; çabam bundan dolayı .
Matematik Sadeleştirir ; Sen Ziyadeleştir.
 Dokuncu notaya adını veren kadın...
Günlük yaşam kaygıları da pek önemli değil; parliament'in tadını bozdukları gibi cino çikolataları da berbat etmişler.
Neyse ,biz kendi hayatımızı idame ettirirsek bence kötü olan şeyler güzelleşir.
İngiltere kraliçesinin hayatı bir b.ka yaramaz ama ; düzeltmeye uğraşmıyor zaten kimse.
Saçmalama katsayımız yüksek olsun işte ; bütün deliler iyidir ya hani ?
Biz seninle deli ,manyak ; ruh hastası olalım.
 Sen hamileyken sırtina yastık koyarım , hamileliğin süresince yalakalık derecesinde alaka da gösteririm.
Sırf sen seviyorsun diye frambuazlı pasta bile alırım yani o derece.
Gece yarısı uyanıp, seni de uykundan uyandırıp "canın çilek istedi mi ?
Gidip hemen alayım ayıpsın hatun" diye alttan alttan iyi baba ayakları da yaparım işte.
Sen beni anlıyorsun değil mi ?
Ben güzel severim fikrimin ince külü.
Çünkü güzel seven ölür ama çürümez...
 Düş’ü baharın habercisi olan kelebeğim…
Olacak gibi değilsin galiba...
Olsan güzel olur ama.
Gerçi güzel olan hiçbir şey olmuyor Ortadoğu da,orta Asya da ,Orta Anadolu da ve dahası gönlümün Ortasında bu sıralar.
Hep Orta'mız kanıyor.
Sağımız-Solumuz,Önümüz-Arkamız Ortamıza kanıyor ; Ortamız bu yüzden kanıyor.
Seni seversen farkettim ki,sevmek ah çekme gayretiymiş ; Aşıkların esmağı  ‘ah’  mış...
Girebilsen bir sineme, içerimde neler var neler ; Ahh...
 Herkesin vardır illaki bir beklediği.
Ama en çok kimi beklersen o gelmez miş..
Adil olmayan birçok şey gibi bu da trajik.
Biraz da iç SIZIsı işte.
Müsait vakit ara beni yada gel muhabbet edelim.
Hem ben sana güzel şeyler duymak istiyorum demiyorum ki; ben sadece seni duymak istiyorum.
Biz seninle hep romantik susuyoruz; bu defa da romantik olmasa da konuşalım.
Belki Ozon Tabakasının delinmesini dert ediniriz sohbet esnasında , belki 52 milyon ışık hızı yıl kadar uzakta olan kara deliğin keşfedildiği günümüz biliminde Fatih Tezcan'ın nasıl bir kitlesel oksijen israfına sebep olduğundan bahsederiz.
 Belki de Ankara akşamlarında vakit geçirilebilecek en güzel park olan 50. Yıl parkının neden akşam saat 22:00'de kapatıldığını
eleştirip, belediye başkanı Mansur Yavaşa şikayet mektubu yazarız. ; "Biz sana aşıkların çekirdek çitleyip Ankara ayazını iliklerine kadar yaşamasına rağmen yerinden kalkamayacağı parkları akşam 22:00'da kapat diye mi oy verdik ?
İYİ'ler iyi şeyler yapar.Madem İYİ'siniz o zaman 50. Yıl Parkını erken kapatmayın. Birdaha oy vermeyiz." diye sanki oy vermişiz gibi blöf satarız. Bisürü şey yaparız,olsan ; bir olsan neler yaparız neler .
Ah olsan ... Bir olsan.
OL ...!
 Olsan Neler yapmayız ki ...
Dikimevi ve/veya Kolej metrosu çıkışında gece yarısı kokoreç, köfte ekmek yeriz varil içinde yanan ateşin başında.
Ankara kalesine çıkarken lif,bileklik,atkı vs satan o civar da oturan ablalarla "Banyo lifi 50 tl olur mu yahu" diye yalandan pazarlık yaparız .
Sonra en son rakamı düşe düşe 5 TI'ye kadar düşürürüz.
Daha Sonra da ilk başta istediği rakamı verip "Allah size 10 çocuk nasip etsin. Allah Beşiktaş Kurucu başkanı Şeref Bey kadar şerefli çocuklar nasip etsin ,Allah Fenerbahçe kadar şanslı bir hayat nasip etsin" diye dua etmesini sağlarız işte.
Olsan neler yaparız neler ...
 İfadesi Namümkün Olan Değerim …
"Değer" eşittir Meta...
"Mutlak Değer" kavramında öğrenmiştik eksinin mutlak değer dışına artı olarak çıktığını.
Meta ise herhangi bir şeyin değeri karşılığın da başka bir şey ile değiştirilmesi durumudur.
Sözümüzü kırgınlığımıza değişmemiz hata ise , sözümüz kızgınlığımızın özü olduğundan değildir.
Meta , diyalektik bir ahlâkın paramiliter haykırışıdır.
Ve bundandır ki her kişi meta'dır.
Yani ; kimisi özünde güzeldir , kimisi yüzünde...
 Aşk , sele benzer son sözüm ; yatağını aşar .
Adımın çapraz yazılması , yayılması kimin umrunda ilk özüm ; ben seni tek paralel evren ile rekabet halinde seviyorum.
Tabakta bırakılmış "Yazık, atılacak. Bitir onu" endamında sevdaların toplamına eşiti olan zirvem ...
Sen Allah'ın bana "Bak ey kulum , sana yazdım" deme şeklisin.
Bir insanı sevmeye nerden başlanır biliyor musun Maviliğim ?
Bir insanı sevmeye , yokluğundan başlanır.
Yokluğunda ki bolluk buna şahittir ; sor.
 "Yalnızlık değildi ki, sensizlikti..." demiş bir bilen , derdinin , meramının , minvalinin sebebini  sevdiğine arz ederken …
Ben , seni bana düşleten her müziği yara bantsız dinlemekten yanayım !
 Maviliğim …
Öyle tütüyorsun ki gözümde ; hamdolsun hasretini çekiyorum kokun yerine…
Aklımın tabanını - tavanını istimlak edenim…
Ben , bizzat tüm uzuvlarımla ,tüm fikrimle  ve tüm bedenimle topyekün mecburum varlığına.
Anlaman gerek…
Saç uçlarından öperim ... 
Kalk , bi çay koy da demlenelim.
0 notes
Text
Karalamaca (Vol.2)
Naber kardeşim? (Bu günlerde ihtiyacımız var bu sıfata) Çok değişik bir ortamda yaşıyoruz kardeşim. Daha düne kadar mahalle maçlarında beraber kolasına maç yaptığımız adamlardan nefret eder hale geldik. Eskiden arkadaşın bir kızla sevgili olmuşsa o artık senin bacın oluyordu, şimdilerde ''sol memesini çok emdim, oraya dokundukça beni hatırla hehehe'' diyebiliyoruz. Evet, aynı kızı sikmek için kullanılan arkadaşlar edinmeye başladık. Hiç kusura bakma kızım, böyle ve sen benden daha iyi biliyorsun bu ortamı. Eskiden kız var diye küfür edilmezdi, şimdi kızlar benden daha çok kullanıyor alt takımları. Eskiden akşam milli maç varken herkes seyrederdi, şimdi istiklal marşını yuhalıyor bir tarafımız. Hatta en vatanseveri bile evinde seyrederken istiklal marşında ya kanalı değişiyor, ya da sesini kısıyor, ki bitsin de açayım diye. Hatta ve hatta lise zamanlarında cuma günleri istiklal marşlarını okurken yanındaki arkadaşını güldürmeye çalışanlar bugün neler yazıyorlar neler... Eskiden sevgi emekti, şimdi sikene kadar alttan almak... Böyle yazarsam uzar gider. Peki kardeşim, ne değişti?Bak sana kardeşim, diyorum ama aynı soydan bile gelmiyoruz. Yani ''biz'' demek buydu. Birine kardeşim diyebiliyorsan ona yamuk yapamazsın oğlum. Arkadaş, dost, kardeş, yol arkadaşı hep aynı anlamdaydı. Konuşmasan bile götünü açamazsın, kuyusunu kazamazsın ve gerekirse o bunu fark etmeden yardım bile edersin. Bu konuda hala ümitlerim var. Bknz. Tekin Kale. Bu piç çok sağlamdır bu konuda. Neyse götü kalkmasın. Ama masum olan ne varsa hepsini siktik biz. Önce sobadan başladık sıcak ve samimi olanı kesmeye. Sonra Milli maçlarda yanımıza gelip ''beyazlılar mı bizimkiler?'' diye soranları bitirdik. İleride de ''al oğlum lazım olur'' diye zorla para veren eşi dostu bitireceğiz, ki kalmadı galiba öyle dostluklar. Artık dost kelimesinin anlamını ''henüz kazık atmayan'' olarak değiştirebiliriz gönül rahatlığıyla. Güveni de bitirdik. Eskiden kapıyı kilitleyip komşuya verirdik anahtarı, şimdi götümüze sokacağız aynı anahtarı neredeyse. Eskiden okumanın ve araştırmanın amacı ''doğru bilinen'' yanlışları bulmaktı, şimdi birilerine hava atmak. Hiç ''ne alağöaakası var amuğaa goyen'' deme, siktiğimin ÖSYM puanını bile alnına yazıp dolaşacaksın neredeyse. Annen-baban sırf millete hava atmak için dünyaya getirmiş seni. Fazlası değilsin aslanım. Tahsilsiz adam geri zekalıdır bizim topluma göre, tıpkı eskiden matematik ve Türkçe'si zayıf olanlara yaptıkları gibi. Zeka nedense hep bir puandır. Başkalarının vermiş olduğu puanla kendini geri zekalı hisseden ne kadar dalyarak varsa amına koyim. (Kendim dahil) Doğru olan her şey zamanla yanlış kullanılır. Bu kesindir. Çünkü belli bir çoğunluğun kararıdır ve o çoğunluk da Allah tarafından gönderilen peygamber değildir, ki gönderdiklerine bile bir kulp bulduk geçmişte ve halihazırda da bulmaya çalışıyoruz. O nedenle neyin doğru olduğuna ''bakış açısı'' dediğimiz olgu karar verir. Ne yazık ki bu bile değişkendir. Atatürk üzerinden düşünürsen kardeşim, seveni de çoktur sevmeyeni de. Hatta git sor hepsinin mantıklı bir açıklaması vardır. Zaten birilerini körü körüne bir şeye inandırmak için mantıklı ve kafa yorucu cümlelerle yapmalısın. Mantık da basit sorulardan geçer. Dene oğlum, göreceksin. Sürekli değişir dünya. Bu değişimin iyi yönünü nedense kapamıyoruz. İleride robot olacağız. bak bunu unutma. Ben göremem o günleri belki fakat emin olun torunlarınız görecektir. Makinelerin yönettiği geri zekalı bir toplum olacağız. Bunu bile ayarladılar. Yok edecekler bizi. Hazırlanın. Aslında buraya içimdeki çatışmaları yazacaktım ama sanki içimdeki çatışmalar gündeme yansımış gibi oldu. Bugün spor salonunda İbrahim hocamla biraz muhabbet ettik. Bana, ''sen Allah'a inanıyor musun?'' diye sordu. Ben de gülerek, ''inanmazsam bunu sorun etmez herhalde heheh'' dedim. Sonra konuşmaya başladık bir parça. Aynı şeyleri size de söyleyeyim. Allah, o kadar farklı şekilde işlemiştir ki bize bunu birazdan anlayacaksın. Bir arkadaşın sana söz verip yapmazsa ona gönül koyarsın. Ama Allah, dualarını kabul etmezse ona gönül koyamazsın. Hatta çalışıp yaptığın şeyleri bile ona bağlarsın. ''Allah'a şükür'' ile başlarsın başardığın her şeye, ve bu doğrultuda da ''Allah izin verirse'' diye başlarsın başarmak istediğin her şeyin cümlesine. Olmazsa da ''Allah'ın dediği olur'' diye bitirirsin cümleni. Gram düşünmezsin. Çünkü hayırlısı değildir falan filan. Düşün abicim, fanatik derecede tuttuğun takımı getir gözünün önüne. Birileri sana şu cümleyi çok kurmuştur; ''ne kazandırıyor la sana x takım?'' Evet ulan kazandırmıyor. Hatta zararı var, yararı yok. Ama seviyoruz. Sevgiden bile üstün amına koyim. E hal böyleyken tuttuğun takım sana en fazla şampiyonluk sözü verip tutmaz, fakat yine de bırakamazsın. Ne kadar küfür edersen et bırakamazsın. En fazla maçlarını seyretmezsin. ''Fanatikler'' için söylüyorum. Şimdi bu olayı al inancına yapıştır. Allah sana bu dünyada hiçbir şey vaat etmiyor kardeşim. Bana inanana gökdelen dikeceğim ya da inananı kadrolu işe sokacağım demiyor. Dünya ile hiçbir vaadi yok ama inanıyorsun. Kimimiz korkudan inanıyor, kimimiz mecburiyetten, kimimiz alışkanlıktan, kimimiz ortamından, kimimiz bu dünyanın anlamının o olduğunu düşündüğünden, kimimiz sorguladığından, kimimiz cevap bulamadığından, kimimiz de cevapları bulduğundan... Herkesin bir sebebi var. Diğer taraftaki vaatleri unut, o söz konusu olmasa kimse inanmaz zaten. Tuttuğun takım da öyle, sana bir taraf için vaat veriyor sonuçta. Spor hocam sorunca nedense kendimi boşlukta gibi hissettim. Sanki rol yapıyor gibi. Düşünsene hacı; namaz yok, oruç yok... yok abi, ne yalan söyleyeyim ağır geliyor. Bunları düşünüp nasıl inanıyorum diyeyim şimdi, elini vicdanına koy. Ama inanıyorum. Yapmazsan yakarım diyor ama yine de inanıyorum. Belki onun da bir beklentisi yok benden, o benden daha az inanıyor bana, hatta blöf yapıyor fakat ben inanıyorum. Düşünsene moruk, tek istediği şey kurallara uyman. Şimdi sorsam sana, ''neden uymuyorsun?'' diye, vereceğin cevap yok amına koyim. İhtimal diye bir şey var bilinçaltında. İnanıyorsun fakat uygulamıyorsun. Çünkü ölünce ne bok olacağını gerçekten bilmiyorsun. Bilmediğine de bilinçaltın karşı çıkıyor. İşe atlamak için önünü görmen gerekir ya, sermayeni ona göre koyarsın ortaya. Ha işte bu tam tersi moruk. Şansa koyuyorsun sermayeni ortaya. Önün karanlık. Sora şunu soruyorsun kendine; ''ne için çabalıyorum?'' Şu sorduğun soruya verdiğin cevap seni tatmin etmemeli. Çünkü cevabını bildiğin soruda, bile bile yanlışı işaretliyorsun. Siliyorsun ve işaretliyorsun. Sürekli. O şıkkı kaybedene kadar. Kaybedince de ölüyorsun. Peki moruk, düşünelim. Ömer Hayyam'ın espriyle karışık sözünden yola çıkalım. ''İnsanlar, cennet için yaşar. Cenneti verirsen onları kontrol edersin.(yönetirsin)'' Sen buna inanıyor musun? Gerçekten cennet sende olursa kontrol edilir misin, ya da yönetilir misin? E oğlum verilmemiş mi cennet Hz. Adem'e? Tek bir şey istenmemiş mi karşılığında. Ne olmuş peki? Dünyadayız. Demek ki kontrol cenneti vermekle olmuyor. İnsanlara cenneti vermek yerine sağlam bir yalana inandırmak daha mantıklıdır. Bak ''doğrudur'' demiyorum, ''mantıklıdır'' diyorum. Çünkü o zaman geldiğinde sana hesap soramaz. Sen de istediğini almış olursun çoktan. Bedeller kimin umurunda? Her yalanda bir parça gerçeklik payı bulundurmak gerekir. Ekmeğin ucunu bölüp yemek gibi düşün. tadını vermekten bahsediyorum. (Örn: cennet = bu dünyadaki hazların bilmem kaçıncı katı) Bu neye benziyor biliyor musun? Şu reklamlarda ''milyonlarca bedava panda stix'' diye götünü yırtan dondurma firması var ya, ha işte bir farkı yok ondan. Hatırla küçükken ''en çok bedava çileklide çıkıyor kanka'' diye kandırdığın ve kandırıldığın günleri. Bunları bana küfür et diye yazmıyorum sadece. Biraz da olsa düşün diye yapıyorum çoğunu. Çünkü eğer ben yaşadıysam bu buhranları sen de yaşamışsındır biliyorum. ''Dünyadayız'' dedim ya, dünya burası ve eğer bu dünyaya bir felaket girerse eninde sonunda hepimiz yaşarız. Sadece tarifi zor olur, ya da farklı. Ulan çocukluğumuz bile aynı. Duygularımız, tavırlarımız, konuşmalarımız... anasını amı işte aynıyız. Kimliğinde ne yazdığı önemli değil. İnan bana sen bensin, ben de sen. Eğer inanıyorsan kitaplara, akrabayız da. (Sözümü kesme piç) Darwin'e dahi inanıyorsan Bing Bang olayı bile bizi aynı kılar. Her şeyi siktir et de bir şeyler soracağım; ''acı mı insanı yarattı, yoksa insan mı acıyı yarattı?'' ''Kötülük mü şeytanı yarattı, yoksa şeytan mı kötülüğü yarattı?'' ''Din mi insana yayıldı, yoksa insan mı dini yaydı?'' ''Allah mı şeytanı kovdu, yoksa şeytan mı kovulmayı seçti?'' ''Kin tanrıdan mı bulaştı, yoksa şeytandan mı?''
11.07.2020
0 notes
belkidebirharfimben · 6 years
Text
Kur’an’a arz ediyormuşum gibi çek kanka!
"Nazarlarını makûl (akıl yoluyla bilinen ve akla dayanan) üzerinde yoğunlaştırdılar. Menkûle (nakil yoluyla gelen ve nakle dayanana) ise pek itina göstermediler. Akıllarıyla uyuşan bir şer'î emir gördüklerinde bunu kabul ettiler. Aksi takdirde reddettiler ve 'Peygamberler bunları avam için tasvir etmişlerdir' dediler. Akla çok fazla bel bağladılar ve en sonunda küfre düştüler. Kâfir oldular." İmam Gazalî (r.a.), Kân��nu't-Te'vîl'den.
Herkese böyle gelir mi bilmem ama bana tuhaf geliyor arkadaşlar. Nur talebelerini ‘kendilerini Kur’an’a arz etmeye’ çağıran atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu’nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” isimli kitabında (Bediüzzaman’a dolu dolu iftira ettiği ebced/cifir ile ilgili bölümde) ‘ebced veya cifirin Kur’an’da karşılığının bulunmadığına’ dair bir tane bile ayet alıntıladığı yok. İlginç değil mi?
Nasıl söylesem? O bölüm yeterince Kur’an’a arz edilmemiş gibi geldi bana. Öyle ya, bu olmayış bilgisi, hem de Mustafa İslamoğlu’nun dimağındaki haliyle (muhalif fikre hakk-ı hayat tanımayacak katiyette) bu kadar kesin bir bilgi, herhalde Kur’anîdir diye düşünmüştüm ben. “Mutlaka bir ayetten almıştır yahut Kur’anî bir ibareden çıkarmıştır bu nehyi!” diye hüsnüzanda bulunmuştum.
Yanılmışım. İslamoğlu’nun Kur’an’daki harflerin veya lafızların ardında matematiksel işaretlerin bulunmayacağı yönündeki kesin hükmü Kur’an’dan gelmiyor demek ki. Ya nereden? Muhtemelen onu da Pisagor’u okuduğu yerden okumuş. Zaten bu ülkede İslam geleneğine çatan ne kadar adam varsa mürekkebini yaladığı kitaplar Avrupa matbaalarında basılmış oluyor.
Her neyse… Asıl bu vesileyle İslamoğlu gibilerin kafalarının çalışma şekline yönelik bir tesbitimi aktaracağım ben size. Bediüzzaman’ın “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor…” dediği bölümün devamında geçen birşeyle ilgilidir bu mesele aslında. Hemen alıntılayalım:
“Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icaba, icada medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Mesela, seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.”
İşte, bence, Mustafa İslamoğlu’nun gerek ebced ve cifir meselesinde, gerek ehl-i sünnete sataştığı diğer meselelerde böylesi bir durum var. ‘Hikmet’ ile ‘illeti’ birbirine karıştırıyor atanmamış müçtehidimiz. Nasıl? Mesela: Ebced ve cifir meselesinde, öncelikle başka başka yerlerden/kişilerden öğrendiği bilgiler ve kanaatlerle, ebcedin ve cifirin kötü veya yanlış olduğuna tastamam karar veriyor. Sonra sağdan-soldan indirip emin olduğu bu yanlışla beraber Kur’an’a uğruyor. Eğer kendisini terse yatıracak ifadeler varsa başlıyor onları tevil etmeye. Kur’an’da (mesela ebced/cifir meselesinde) kendisini doğrulayacak sarih bir nehye, bir yasaklamaya, bir kötülemeye rastladığından yapmıyor bunu. Hayır. Yolu bu değil. Bir nevi akıl ile vahyi büküyor. Kafasındaki doğruyla Kur’an’ın karşısına oturuyor ve onun dersinin kafasındaki doğruya göre/uygun olması gerektiğini dayatıyor.
Kur’an’la bu şekilde işini bitirdi diyelim. Peki bitti mi iş? Asla! Daha hadisler var. Bu sefer çeviriyor yüzünü hadislere. Onların içinden zayıf da olsa bir tevil ile fikrini destekleyebilir bulduklarına tutkal gibi yapışıyor. Fakat kendisini yalanlayan veyahut tevile müsait olmayan hadisleri de, isterse en sağlam hadis kaynaklarında geçsin, hemen bir kulp takarak ‘uydurma’ sınıfına sokuyor.
Bu da yetmiyor, bıçak yeniden bileyleniyor, yeni bir kıyıma geçiliyor. Eğer kendisinin zayıf gördüğünü güçlü gören âlimler varsa onlara geliyor sıra. Bir açıklarını bulup, bulamazsa uydurup, olmadı magazine yatıp, alaya alıp, makaraya sarıp bir bıçak da onlara çalıyor… Gördünüz mü ne güzel arz ediyor kendisini Kur’an’a İslamoğlu? Yani dostlarım, İslamoğlu’nunki kendisini Kur’an’a arz etmek falan değil, cerbezesi o işin, asıl Kur’an’ı ve hadisi kendisine arz ediyor. Uygun bulursa alıyor. Bulmazsa bırakıyor.
Burada öyle, kader meselesinde öyle, âdemler ve havvalar meselesinde öyle. Yeter ki birşeyin kötü olduğuna kendisi karar versin. Allah’ın (hâşâ) onu kötü bulmamak gibi bir şansı yok. Bitti o iş. Mümkün değil öyle bir emir vermiş veya yapmış olması. Tıpkı yukarıdaki illet meselesinde olduğu gibi… Burada, Bediüzzaman’ın, Tûr sûresi 37’nin “Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” tefsirinde söylediği ifadeyi alıntılayacağım kaçınılmaz olarak: “Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar?” İşte yaptıkları tam da bu bence: Kendilerini Halıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül etmek. Cenab-ı Hakka, yüzbin kere hâşâ, ‘Öyle olmaz böyle olur’ demek.
Twitter’da bir İslamoğlusever ile aramızda geçen diyalog da ilginçti. Benim, ebced/cifirin de ötesinde, vahyin arkasında matematiksel hiçbir mesajın olamayacağını topyekûn reddeden bu anlayışı eleştirmek için söylediğim; “Allah kainatı bile içinden matematik çıkarılacak bir şekilde yaratmış. Her neye baksanız ancak rakamlarla anlayabileceğiniz ve anlatabileceğiniz bir ölçü, düzen, sanat, ihsan var. Allah’ın bütün eserlerinin ardında, onu keşfetmemizi ve okumamızı sağlayan böyle matematiksel bir dil olsun da bir tek vahyi bundan hariç kalsın, bu mümkün olabilir mi? Veyahut en azından Kur’an’da sarih bir ‘yoktur’ beyanı yokken, böylesine kesin bir dille yokluğuna hükmedilir mi? Arayanların tamamı tefrik gözetmeksizin sapkın ilan edilir mi?” ifadelerime bu arkadaş şöyle cevap verdi: “Allah herşeyi yaratabilir. Yaratabilir olması yarattığı anlamına gelmez.”
Doğru, fakat ‘yaratmadığı’ anlamına da gelmez, tahdite de karine olmaz. Ki ben burada bir esma ve şuunat okuması yapıyorum. Diyorum ki: Kainatın her köşesini, Kamer sûresinde buyurduğu gibi, ölçülerle yaratan Allah’ın şanındandır ve kudreti yeterdir ki, Kur’an’da böylesi işaretler de bırakabilir. Ve beklenir. Huruf-u mukatta başta şifreli ifadelerdir zaten. Fakat yok, sen bu kadar ‘yapabilmeye kapı açan’ kainat okumasına ve yaptığını doğrulayan hadis rivayetine rağmen, olmadığını özgüvenle söylüyorsan, sorarlar adama: Aga senin dayandığın ayet nedir? O nasıl bir ayettir ki sizden başka kimse görmemiştir?
Bir de tuhaf olan, birşeyin yokluğunu isbatlamak, varlığını isbatlamaktan zordur. Hatta kayıtsız, mutlak bir yokluk isbatı, imkansızdır.
“Evet, bir fende ve bir san’atta mütehassıs bir iki zatın o fen ve o san’ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hatta başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes’elede, mesela, Ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek ve ‘Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rû-yi zeminde var’ diye dava etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefiy ve inkâr eden bütün rû-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefiy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile dâvâyı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; ‘Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar— zâtında muhâl olmamak şartıyla— ispat edilmez!’ diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler.
Şimdi İslamoğlu ve benzerleri, yatmışlar-kalkmışlar, “Ya bu ebced/cifir meselesi bizim kafamıza yatmadı. Çok da suistimal eden var. Bu kötü birşeye benziyor. Bunun Kur’an’da bulunmaması lazım…” demişler, sonra Kur’an’da açık yasak bulamamışlar, belki birşeyleri eğip bükmüşler (ama, dedim ya, kitapta öyle birşey de yok), o konuda kendilerine uymayan ne kadar rivayet varsa ‘uydurma’ demişler, konu hakkında çalışma yapan ne kadar âlim varsa, bulduğu şeyin isabetine bakmadan ‘bu sapkındır’ diye hükmetmişler vs. Rezillik de rezillik. Ne kadar mesafe alsan bir o kadar rezillik. İşte, arkadaşlar, ahirzamanın geldiğinin bir tane delili de burada saklanıyor, cehalet eşeğini boyayıp ilim diye satıyor.
0 notes
feyruzan-blog · 7 years
Text
Leyla
O günkü havanın hiçbir hayranı olmadığı kesin gibiydi. Murat bu tatsız havada uçsuz bucaksız bir buluta bakıp hiçbir şekle benzetemiyordu. Uzun süredir hayal kuramıyor oluşunun acemice yapılan, göze sokularak çizilen bir karikatürüydü o gün. Nehir'i terk edişinin üç, Fedai'nin keyif kaçıran beyit tefsirinin 5 zaman sonrasıydı. Murat bu süreçte perhiz yapmış, sigarayı günde 28'e çıkarmıştı. İkinci paketinden kalan 12 sigarayı tam bir gün yettirince bol oksijenli bir haz almıştı. Küçük olaylardan mutluluk çıkarmak hiç bu kadar kalitesiz, hiç bu kadar zor olmamıştı. Bir defasında naneli diş macununu dilinin üstüne hiç değdirmeden tükürmüş, bunu 4 gün sonra bile hatırlayıp sevinmişti. Arkadaşlarıyla arası iyice açılmıştı. Fedai'nin davetsiz gelişleri de olmasa insanlarla hiç muhatap olmayacaktı. Fedai insiyatif alarak kazıttığı saçları ve çelimsiz vücuduyla kapıyı çalar, selamlaşma faslını es geçerdi.
Fedai'nin bu hareketi ona Hollywood filmlerindeki psikopat katilin polis sorgusu sahnesini anımsatırdı. Prosedürleri umursamadığı için büroyla ters düşen ve fakat nevi şahsına münhasır metodlarıyla tüm cinayetleri çözen dedektif; sorgu odasına girer ve muhtemel seri katil ya da tecavüzcü "Elmanın çift cinsiyeli bir meyve olduğunu biliyor muydun?" tarzı bir giriş yapar. İzleyici bu absürd çıkışa doğru irkilir, bu sahnede akıl yoracak şeyler olacağına, basit bir hadise yaşanmayacağına kayıtsız inanırdı. Fedai de o gün kapı açılır açılmaz "Vallahi sade soda benim, sen diğerlerini iç" dedi. Murat'ın dedektif kadar dikkatinin çekildiği söylenemese de oturma odası bu alışılmışın dışındaki arkadaşlığın bulutu altında kararır, dış dünyayla bağlarını keserdi.
Sodaları çakmaklarıyla açtılar. Murat'ınki vişneliydi. Damakta balgam bırakan içeceklerden biri daha. Lakin Murat bu tartışmaya girecek havada değildi. Fedai'nın ağzından mimiksizce dökülecek yüzlerce cümleden herhangi birini bekliyordu. Konuları asla havalar, futbol, kadınlar olmazdı. Murat bu durumdan gayet memnundu. Farazi şeyler üzerine konuşmak, hayatında konuşulacak hiçbir somut şeyi olmayanlar için bir tekneden soğuk sulara atlayış gibi ferahtı. Murat burnundan geğirip gözlerinin doluşunu hissederken Fedai'nin konuşmaya başlama nefesini aldığını gördü:
- Bu Leyla falan fişmekan bırak artık yahu. - Nasıl? - Ne bu yani aşk adamı olduğunu mu kanıtlıyorsun kendine? Olmasan ne farkeder lan? - Ne Leyla'sı sabah sabah kel. Tad kaçırmaya mı geldin?
Fedai yine gelen cevaplara hiç aldırmadan konuşuyordu. Sahi, Murat'ın konuşmasına neden fırsat veriyordu o zaman? Nezaketen sanırım.
- Hayır ne olur yani çabuk unutsan? Devlerin aşkına ayıp mı etmiş olursun? Kimsin oğlum sen? Götünü mötünü silebiliyor musun oğlum sen düzgünce aşkı mı seçtin kitabına uygun yaşayacak? Önemsiz hayatına "aşkı için süründü" notu mu düşeceksin? Bu Leyla felan fişmekan. Bırak artık. - Fedai yaşamadan bilemezsin bunu. Elimde olan bir şey olsa ben de sürünmemeyi seçerdim heralde. Saçma sapan konuşma sodanı iç aldığın sodaya bak, ağzım çamur gibi oldu. - İçme birader. İçme. Sevme de. Hadi bu kızı sevmemek elinde değil, vişneli sodayı içmemek de mi elinde değil? Aciz misin oğlum sen Murat bu halini hiç sevmiyorum. - Hislerimi inkar mı edeyim? Ben yaşadığım aşkın da, yaptığım hatanın da arkasındayım. Bu aşkın ateşi sönene dek burdayım. Ateşi izliyorum. Sen de beni ateşi izlerken izle Fedai zırıltı çıkarma. Senin bu "doğrucuyum ben" tavırlarına da boydan boya sıçarım. Hayatında kendi kendine verdiğin doğru bir karar mı var da bana dan dun konuşuyorsun? Ulan lisede hukuk kitapları okuyup üniversitede matematik öğretmenliği seçtin sen be. - Seçtim. Okuyasım gelmedi. Sonra gittim Kimyager bi kız sevdim onu da sevmeyesim geldi sonradan. Bu kalp dediğin şeyin hükmedeni sen değil misin maymun oluyorsun karşısında? Sodaları aldım merdivenleri çıkarken sana gelesim kaçsaydı geri dönerdim.
Konuşma Murat'ı iç dünyasında anne babasına "beni anlamıyorsunuz" diyen ergen bir kıza dönüştürdü. İşin kötüsü Fedai'nin onu anlamamasına imkan yoktu. Doğruluğu can acıtan yüzlerce fikrinden biriydi bu da onun. Fedai bu sefer Murat'a söz hakkı bile vermedi:
- Bu arkasında gururla durulacak bir hata değil ki. Sen güzel gibi duran kelek karpuzu seçmedin ki. Ne bileyim kardeşim yanlışlıkla küllüğe doğru hapşırdın sen. Çöp yanındayken izmariti yere attın. Bunların sonuçlarıyla böyle "heyt" diye yüzleşilmez ki. Kabul eder çekilirsin kenara. Elinle külü küllüğe iteklersin elin pislenir. O yetmez masa da pislenir. Buna da mı içlenelim? Bazen bir hata yalnızca bir hatadır. Bazen bir duygu yalnızca yanlış kişiye hissedilmiş bir duygudur. Her yaşadığımız tutkunun bitişine gazel okuyacak olsaydık yandıydık be Murat. Biten bir ilişkinin anlamı bir ilişkinin bitişidir. Eğer bu ilişkinin temelini oluşturan nane aşk ise bu durumda o da düşer. Biter yani. Yediğin yemekten kalan boş tabağa bakıp zorla acıkıyorsun Murat. Ben sana "sana kız mı yok" demiyorum. Yoksa yok, varsa yengemizin şansını sikeyim ama mantıksız işe tahammülüm yok biliyorsun. Hele ki sen yapınca. Bu Leyla falan fişmekan. Bırak artık. - Fedai bana bunları neden anlatıyorsun? - Yolda yürürken gördüm Leyla'yı, akşama buraya geliyor.
0 notes