Tumgik
ihtiyardivit · 3 years
Text
Maviliğim'e mektup 57 ...
Maviliğim...
İyi yanım..
Bütün güzel huylarıma yön verenim...
Güzellik ölçü birimim...
Sol salıncağım...
Tarih 23 Ekim 2021...
Günlerden cumartesi...
Saat 07:37 ve sonrasında ki dakikalar....
Bilirsin, ömrün her anında, tamamında sana serilir gönlün tek renkli narin halısı !
Fikrimin ince külü...
Çöküşle başlıyorum güne, yükselen borsaya inat...
Bismillah deyip şeytanıma gülümserken
aklım;yüz yıldır yıkılıp inşa olan hayretime takılıyor.Kimse bilmez her uçurumdan adını söyleyerek düştüğümü... Ne yapsam olmuyor çünkü ;suretini verdiğim posta memurları ihanet ediyor, görevini kötüye kullanıyor.
Kadınım...
Bir miktar cesurdur herkes ıslık çalınca.
Bense hüner sayarım yağmura direnmeyi.
Şahidim yok, sokağım çıkmaz..
Nasıl diyeyim !
Direnmek, kaybetmenin yarısıdır sevdiğim.
Yaşamakla bir yere varılmaz diye, girmeden kaybettiğim tüm savaşlarda tek celsede ölüyorum.
Bu çaputlar, bu kolonya, bu tütünlerle çürümüş yanlarımı sarıyorum.
Bir bir kırılıyor içimin fay hatları !
Biz seninle el ele iken kervanımızı eşkiyalar zapt etmiş , korkacak değilim elbet yanımda sen varsın ! Yanında ben varım.
Dünya da tek değilsin, ben de SEN'im.
Ki sen gitmezsen, ki ben düşmezsem neye yarar bu yollar.
Şimdi ben,acısı hafiflesin diye vurulan atlar gibiyim; merhemini bir tüfekte arayan.
Yüzünün hendeğine takılmıştı ayağım, ellerim, gözlerim. Hangi yönde sıksan mermini , aynı yerde ölüyorum.
Teselliye gerek yok hiç kıranla kırılan, bir olur mu kadınım.
Canım benim, bilir misin?
Canım dediğimde içimden canımın çıkıp,
sana koştuğunu duyarım hep...
Simdi ben Eski bir Magirus bulsam girip içine ağlarım. Ne yana dönsem karanlık bu ne biçim cumartesi. İçimde bir gölge bilmiyorum ki neyin lekesi...
Hava soğuk ve ben yorgunum.
Gitmeliyim ama yorgunum.
Susmalıyım artık -ki dinleyen de kalmadı zaten !-
Çok yorgunum.
Boş bir vagon bulsam girip içine ağlarım.
Tersiz ve telaşlıyım. Yolun sonuna doğru kopup dört yana dağılan tesbih parçaları gibiyim.
Ama işte umut bu !
Bitsin deyince bitmiyor.
Ömür gibi !
Bitsin demek , günah gibi.
Kırık bir sandal bulsam girip içine ağlarım !
Bütün unutulmuşluklarımı tek bir gecede unutup.
Kabul eder mi beni tahta, su ve karanlık.
Maviliğim...
İçimin gülen yüzü !
Uygunsuzum ve uykusuz
Kesilsin artık sesim !
Yüzün gelsin, üstümü örtsün.
Hazreti Sevgili...
İnsan, hissiyat içinde bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, her birinin gönülden kopup ayrılması, bir ayrı sızı uyandırırmış.
Aslında ben sana sadece bir merhaba deyip gidecektim. Çünkü sevdiğim , bekleyişler pas tutuyor yüreğimiz daldıkça. Kapının arkasındakilerle kuruyoruz hayallerimizi. Bilirsin, kalp atışlarının dahi kapıda beklemekle alakası çoktur. Meçhule olan hislerimiz maluma olan hislerimizden bilhassa daha çoktur. Çünkü hayaldir insanı uzun yaşatan. Sonra kifayetsiz bir sözün hamallığı kalır üzerimizde !
Zira, kâfi olanı bir lahza taşımayız...
Kadınım...
Bir gün baksam ki gelmişsin bir güvercin gibi yorgun uzaklardan yâr.
Gözlerinde bir bitmez, bir tükenmez güzellik, saçlarında ilkbahar.
Bir gün baksam ki gelmişsin...
Gülüşünde taze serin bir rüzgâr, ellerin yine ilk doğduğun an kadar güzel, çiçek açmış dokunduğun bütün kapılar...
Bir gün baksam ki gelmişsin...
Hasretin içimde sonsuzluk kadar.
Şaşırmış kalmışım birdenbire çaresiz !
Dökülmüş yüreğime gökyüzünden yıldızlar.
Yaşanılası iklimim...
Bir gün baksam ki gelmişsin.
Ne yüzünde bir gölge, ne dilinde sitem var.
Tozlu pabuçlarını gözlerime sürmüşüm, benim olmuş dünyalar.
Haklıyım, direnmek kaybetmenin yarısıdır.
"Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku !" diyeni de, "Ben sana mecburum. Bilemezsin !" diyeni de,
"Başka tabipler istemem. Beni derde salan gelsin." diyeni de beni anlar...
Syn Sevdiğim...
Ferdi Tayfur dinler misin ?
Ben dinlerim.
Şöyle der bir eserinde ;
"Sevgim yüce ! Dağlar kadar. İçerimde volkan kaynar. Anlamazsın, sen meleğim ! Sevdalılar beni anlar. Candan seven beni anlar. Aşık olan beni anlar."
Anlayabiliyor muyum ? Sanmam.
Biliyor muyum ?... Bilmem ki...
Anlatabiliyor muyum ? Sanmam.
Biliyor muyum ?... Bilmem ki...
Bir de , aklın da olsun ; seni en güzel ben severim.
O kadar.
Sana saçma gelebilir fakat sormam gerek ...
Bir insan bir kadını böylesine sever mi?
Gözlerinden öperim.
Uykusuzum.
Yanıma uzanıp üzerimizi örter misin ?
Tumblr media
1 note · View note
ihtiyardivit · 3 years
Text
Maviliğim'e Mektup 56...
Maviliğim'e rakamsız , satırsız , hesapsız dert dökümü...
Maviliğim !
Nasılsın iyi kadın ?
İyi değilsindir.
Yani muhtemelen değilsindir.
Tarih 16 Haziran 2021
Saat 14:53 ve sonrasında ki birsürü dakika.
16:00 da online eğitimim vardı , iptal edilmiş.
İşi varmış komutanın.
Neyse dedim, bari fikrimin zarif düşüne mektup yazayım.
Biliyor musun çiçeğim, çiçek solunca dalına eğilir başı ve yalnızlık budur.
Papatya koparılınca yayar kokusunu ve hasret budur.
Güneş ay'a küsmüştür fakat küsmek seni seviyorum'dur ;
Küsmek gitmiyorumdur, gidemiyorumdur ve galiba güzel sevmek budur.
İçimin gülen yüzü , kadınım !
Ben seni bayağı seviyorum bu bir gerçek tamam ama ya bir gün doğarsak biz ölümlüler ?
Canımın en küçük yapı taşı , bikesem ; Maviliğim !
Hava yağmurlu ve çay fazlasıyla demli.
Dem nefes demekti ya hani Farsça da...
Evet , çay fazlasıyla sen'li.
Yağmur , murad'ın yağmasıydı ya hani ?...
Bence de , yağmur senin getirilişindir saç diplerime , yüzüme , yere , göğe , yün kazağıma , saatimin camına ; senle ısınmış şen içime !
Bana bir adım uzaktır yokluğun; sağanak yağış gibisin !
Sana bin varım ki ; varlığın sığınağa kaçış ki , sen bir his'sin.
Taşı yarıp içinden çiçek çıkaran Allah kimin kalbine kimi koyar bilinmez !
Benim kalbime sen ev sahibesi olsan bana kâfi !...
Sevgi , gösterilen değil saklanamayandır diyor bir şair.
Çok doğru...
Seni saklamak !
Ahhh... Ne büyük densizlik.
Seni sevmek !
Offf ... Bu ne büyük sensizlik.
Maviliğim...
Biliyor musun meramım çok fazla fakat minvalimi şöyle kulağına karşı oturup konuşasım var.
Zihnine içimde birikmiş senli hayalleri bırakmam gerek ; anlamalısın direk.
Yoksun ya hani , yokluğunun aklımın ayrı ayrı her metrekaresine ne sıklıkta düştüğünü , düşünce dokunduğu yerleri nasıl bahar ettiğini başımı senli bir göğe kaldırıp , geriye kalan bütün mevcudiyet ile sarılmak istiyorum.
Ama tam da kulağına karşıyken ben , kokun rüzgâr üzerine bin ülke inşaa eder ve 7,5 milyar kez azaltır düşümde dünya nüfusunu.
Seni gökyüzü sanar mı kuşlar ?
Bir kırıntıya merhamet eden ya kuş'tur maviliğim, ya da sen.
Ben bir kırıntı büyüklüğünce koysam başımı dizine , parmakların gezer mi göğe kanat süzen kuşlar gibi saç diplerimde ?
Bak kadın , iyi kadın , kadınım !
Gelmen gerek. Olman gerek.
Benim sana içimi dökmem gerek.
Gerek diyorsam mecburiyetten.
Mecburiyetten diyorsam da haysiyetinden...
Zaifem , Mehlikam !..
Gözlerine şiir yazar seni görmeden seven aklım, çünkü senin yollarına leylaklar döken ağaçlar vardır aklım !
Aklım seni düşlerken sen bizzatsın aklım ...
Aklım , sen ki başım üzerinde tahtım iken taht seni taşır kirpiklerine bahtım.
Bahtım , sen kirpiklerime değen aklım iken nasıl göğe değmez ki seni taşıyan ahd'ım.
Ahd'ım , sen ki göğüme değen tavanım iken nasıl senden ibaret olmasın ki and'ım.
And'ım , sen dileklerimi süsleyen şansım iken nasıl vazgeçer ki içim senden ?
Aklım , Tahtım , Bahtım , Ahdım , Andım , Şansım !
Bir kerecik ömür yaşayacağız neden ayrı yaşamış olalım ki ? !...
Beni hiç anlamıyorsun.
Hiç...
Canım mı sağolsun ?
Bence de , kesinlikle sen sağ ol.
Ben de bunu diyorum işte ; içimde hep sağsın.
Sol yanımın en sağında.
Göğüs kafesimin tam kilidinde.
Kilidi sensin demiş miydim daha evvel , içimin ?
Kaldırım yüksekliğinde ki ömrümde yankılansa ya tabanının yere değmesi...
Endamına kapanıp açılan göz kapaklarım gözlerinin gölgesinde süzülürken sana , yerden yükselip göğe kadar değer sana açan çiçeklerin kokusu.
Yerden yükselip göğe çıkarken kirpiklerimin basamaklarında , yaşamının her evresine seslen.
De ki onlara ; bir gün gelirim...
Gelirim ve orta yer de ateşe veririm o maviliği ; dilimi kırk kez saplarım seni anlatmayan her satıra. Şair ile şiiri iki cihan mesafe boyunda dilsiz bir dar ağacında sallarım , taa ki seni söylemeyen cümlelerin hepsi ölünceye dek.
Ben aslında göğe de isyan ederim de , dalları yağmura hasret kalır seni yansıtan çiçeklerin.
Ben aslında seni çizerim de , çiçeğin boynu bükülür dalına doğru.
And'ım ... Ahd'ım ... Baht'ım ...
Sana söz olsun bir gün tüm meydanların son gördüğü şey en az sen kadar yüce bir parıltı olacak ; ben değil , sevgisizliği Allah yıkacak.
De sevmeyenlere , bir de gelmeyen içine ; de ki bilsinler ;
De ki meydanları maktûl , beni de katil etme.
"Bazı ruhlar bazı ruhlara evvelden aşinadır... işte bunun adı aşktır" demişti bir büyüğüm dolu ve demli çay içtiğimiz bir gece yarısının ışığında.
Hafızamda tutmuşum işte çaresiz ve anlamlı hâller eşliğinde.
Neyse ..
Çay içer misin tamamım , aklım !
Bence gelmen gerek.
Gerek diyorsam mecburiyetten diyorum hep ; duyarsın.
Kokun yerine hasretini çekiyorum içime.
içime batana hasret demeselerdi , bıçak derdim.
Masalda kül kedisini arayan o öküz prensin elinde bile en azından pabucun bir teki var.
Benim aklımda ise , sadece sana tabii olmak ; ne muazzam bir yeti bu.
Bu arada bir derviş şöyle demiş çok eskilerde ;
"Yâri güzel olanın gözünü uyku tutmazmış...."
Demek ki sen çok güzelsin.
Ben hiçbir zaman aksini iddia etmedim zaten , bilirsin.
Murat Göğebakan dinler misin Maviliğim ?
Ben dinlerim.
Şöyle der bir eserinde ;
"O yâr'dan bir haber verin, öleyim valla valla"...
Yaşanılası iklimim ; Mihr'im !
Sana içimi döktüğüm bir mektuba son verirken elim , bil ki ;
Kokun hayran bırakır ilkbaharı cezbedip, seninle amin diyeceğim her dua tek hafızalık ezberim.
Sana olann sevdaya en çokta dualarım dahil, çünkü bu dünya ölümlü , ahiretse baki.
Eksik etmesen beni dualarından, fazla görme sen bizi rüyalarından.
Bir tek böyle sıyrılırım korkularımdan, huzur ki tutkularımdan.
Eğer nasip değilsen ne yapsam da boştur, biz yine de avcumuzu dualarla dolduralım da.
Elimde seni yazan bir kalem, köz üstünde dudağıma azan çayım.
Bir ses duydum köz üstünde gibiydim algın algımı açıyor, gözünü aydan ayır.
Dert ormanlarındayım sanki, suyum sensin de , sen yine de yangın olup yayıl.
Senin nur yüzün yeter gözüme , gel de çek başımdan ayı.
Durup durup dualar ederim bin bir umutla, çünkü duamı duyanın adı Kadir-i Mutlak.
Ol derse duamı kabul edipte , titreyecektir, yeryüzünde toprak, gökte bulutlar.
Garibem , Zaifem , Bikesem !...
Kader bana senli benli bambaşka seçenekler sunuyor ;
Kalbim seni gördü de, gözlerimin suçu yok.
Soruyorum kalbime, bu hasret nasıl dinecek?
Diyor ki elini kaldır iste, başka açık kapı yok.
İhtiyar Sana Mecbur !...
Tumblr media
3 notes · View notes
ihtiyardivit · 3 years
Text
Tumblr media
Maviliğime mektup 55...
Maviliğim...
Aklımın demi, içimin açık çayı...
Nasılsın ?
İyisindir.
Beni sorma...
Kederli...
Saat 02:42 ,Tarih 30 Kasım 2020...
Yer Dağlıca...
Sırf sen sonuna dek okuma diye en uzun mektubum bu.
Çay içer misin ?
Maviliğim...
Hiç kederlendin mi ?
Oturup bir demir bardak içinde soğumayan çayın yanına , Ahmed Arif dinledin mi ?
Satır başım ...
Sayın Sevdiğim !
İçim içine düşse bir gün , "bu ne çok yeis" der misin ?
Deme ...
Yorgunum biliyor musun ?
Omuzlarım iki yanıma düşmüş.
Göz kapaklarımı değen uyku haricinde her şey kirpiklerimle döğüşüyor.
İçim , dışımda olan her şeye "Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem. Ocakta küllenmiş közüm" deme bilginliği dışında her türlü bıkmışlığın eşi , dostu ...
Maviliğim...
Yaşanılası mevsimim.
Bilirsin, ben sana alelusûl mektup yazmam.
Sana erişmek muhakkak vâye'dir.
Ki zaten postası, pulu keemlemyekûn'dür her mektubun.
Saçlarına mihman oluyorsa yanından koşarak geçen rüzgâr , anlarsın meyus sayılmam sana.
Maviliğim...
Layetezelzel gupse'm...
Saçların nasıl ?
Yastığını düzeltmeyi unutma...
Yorganın incedir , üşüme.
Hava kaç derece sıcak dibinde ?
Hava -5 derece fokurduyor; tabanın tavanıma değmediği içindir.
Kirpiklerimden düşen her damlaya şahit evren , içindir.
Maviliğim...
Mehlika'm...
Saat 03:11...
Tarih aynı.
Yer aynı.
Bir de ben ; aynı.
Hiç kederlendin mi demiştim ?
Biliyor musun , biz aslında seninle sevdaya yasaklı bir şiiriz belki de.Sözleri kuytu köşelerde avutulan, dokunamadan gözlerinin serin koylarına ,
ve esemeden gamzelerinin bahar kokulu yamaçlarında...
Oradan öyle gözlerini dikip bakma yüzüme; sebep oldugun olmayışın var yanımda, ayıp edersin ;
Avuçlarıma kadar keder doluyum...
Maviliğim...
Üşüyen elim, ısınan içim ; iyi Kadın...
Sana kızdığımı sanıyorsun ya hani ?
Sanma.
Ben herkese kızıyor gibiyim...
Sen başkasın pek tabii..
Maviliğim ...
Yanılmayan kararım, bitmeyen cümlem....
Biliyorsun "Yaş 35 yolun yarısı eder" diyen Cahit Sıtkı bunu söyledikten birkaç sene sonra göçtü.
Mona Rosa'ya sevdasını dile getirirken "Uzatma dünya sürgünümü benim" diyen Sezai Karakoç 87 yaşında ve halâ yaşıyor...
Bizi yolun yarısına yaş olarak yaklaştıran zaman , yolun yarısını çoktan geçiren kederlerimiz .
Ve biliyorsun ki ölümsüz aşklar var da ölmeyen aşık var mı ?
Güvenme gençliğine , ölenler hep ihtiyar mı ?
Maviliğim ...
Zihnim de balerinim...
Sen güzel gülersin...
Ben güzel severim...
İkimiz de ölünce çürümeyiz !
Saçında beyaz var mıdır bilemem ama bir beyaza sarılırız gözümüzü kapayınca.
Siyahı Beyazdan ayıran şeydir göz kamaşması.
Hiç kederlendin mi diye sormuştum...
Çay içer misin ?
Maviliğim ...
Muhabbeti güneşin sofrasına kuran kadın !
Saat 03:43 !
Tarih , az öncesi ile aynı rakamın tanığı.
Samimi bir şey diyeyim mi ?
Benim , benimle uyu , bana sarıl , benimle uyan , benimle gez , benimle film izle , benimle kahkaha at , benimla ağla , benimle mutlu ol , beni öp gibi dilek ve temennilerim yok aslında.
Bende yaşadığın gerçeğini inkâr etmeyelim müsadenle .
Biz seninle birlikte olmasak da olur, birlikte ölmesek de .
Ben sana varım , sen bana varırsın elbet.
Ölünce çürümezsin sen.
Ben de .
Varırız aynı ortak paydanın dibinde.
Maviliğim...
Sanatı , odanın duvarlarını boyayan parıltı mısın sen ?
Bir yazı da okumuştum , "kişinin zekâ seviyesi sorduğu sorudan bellidir." yazıyordu.
Şimdi ben çok ahmakça bir soru sormuş oldum değil mi ?
Öyle.
Maviliğim...
İçimin sulanası bahçesine kaynak olası kadın !
Az evvel Türk Sanat müziği dinlerken farkettim , şarkı da şöyle diyor ;
"Bana her şey seni hatırlatıyor"
Bunu yazan kişi aşık değil unutkandır.
Çok garip değil mi ?
Maksadım sana cevapsız sorular sormak değil aslında ama sözcüklerin tamamı senin kanıtına ihtiyaç duyuyorsa bu da benim suçum değil.
Soru formunun seninle tanışmaktan haz duyduğu zaman dilimlerini ben üretmiyorum hazreti neşem !
Kederlisindir...
Çünkü kadınlar ölüyor saçma sapan bisürü entrikalar ile.
Çocuklar ölüyor içine tükürdüğümün saatleri içinde.
Sabah 5'te , öğlen 1'de gece 2'de !
Kederlisindir evet.
Çay içmek , of- ah - iç çekmelerinin çare üretmediği tek yılgınlığındır kederlerin.
"Dışından içine çektiğin hava kadardır yaşam dediğin kaygı" diye belirtmişti yaşamayı , bir bilen...
Maviliğim...
Uyuyamıyorum patron.
Kederlenmenin en sancılı yani ne biliyor musun ?
Hiç söylemek istemediklerini bile söylüyorsun.
Ucuz bir şarap şişesinin üstüne köpek fotoğrafı yapıştıran tekel gibi oluyor insan , açık sözlü , cümlesini sakınmayan...
Maviliğim...
Mataramın son damlası , son nefes dilimim , ağzım acik bağlanıp , titrediğim , heyecanlandığım SAYE'm...
Biliyor musun dün öğrendim , "SAYE" gölge demek miş...
Senin sayende seni sevmek ne müthiş haz !
Diyalektik bilir misin patron ?
Un eleği gibidir diyalektik.
Noktaları, ünlemleri , soru işaretlerini elersin. Aşağı noktalar düşer , diğerleri elekte kalır...
Biraz da her şeyin zıttını doğurması hali'dir diyalektik.
"Olumlu bir şey oluyorsa, mutlaka olumsuz bir şey de olacaktır" der felsefi açıklamasında.
Bu kavramın en güzel örneğini Orhan Gencebay vermiş bir eserinde ; ‘’daha güzel, daha mutlu, daha adil sevgi dolu bir dünya için; barış için, insanlık için, batsın bu dünya..’’
Kederlenmek için bahane arıyoruz belki de biz.
Bilinen matematik formülü gibi geliyor bazen hayatta kalmak ile yaşamak arasında ki fark.
Sonuca ulaşmak için bedenin topraklaşmasını bilmek yetiyordur belki de.
Topraktan yaratıldım diyenin camurlaşması ,
Maymundan evrildim diyenin şebekleşmesi oluyor işte sevgisizlik, ilgisizlik , duyarsızlık , umursamazlık !
Birdolu çamur, bir dolu şebek sarsa da her cümlenin tamamını, ben sana soru formunda bir soru daha sorayım , sence biz kederlenmek için kaygılarımızı muhatap almakta ısrar mı ediyoruz ?
Aşık Reyhani'ye atfedilen bir beyit var...
Ne kadar onundur bilmiyorum fakat iç sızısına bire bir tanım ;
"Öyle ölüler vardır ki,
Ben onların öldüklerini düşününce ,
Vakit olur , Yaşadığımdan utanırım." diyor...
Çok konuştum değil mi ?
Çok ...
Maviliğim ...
Doğum günüm , gün ışığım , mihr'im !
Sen , bazı şeyleri sana yazdığımı düşünüyorsan yanılıyorsun.
Ben her şeyi sana yazıyorum.
Yardım et bana !
Yazabildiklerimden fazlasını anla.
Meselâ seni anlatırken , meselâ kederlenince, meselâ neşelenince fazlasını anla.
Maviliğim ...
Efûlim ... Mûtenâm ...
Biliyor musun , yüzünü avuçlarımın arasına alabilmek...
Bilmen gerek , bu öyle sıradan bir eylem değil.
Dünyanın en büyük jürisi elalemin ne dediği çok umrumda değil , ben çayı sadece seninleyken açık içerim.
Geri kalan tüm zaman dilimlerinde demli ve bidolu.
Huzurunda deme ihtiyaç olur mu sence ?
Olmaz.
Dem , Farsça bir kelimedir ve "nefes" anlamına gelir.
Birdaha sorayım , sence huzurunda çayın demine ihtiyaç var mıdır ?
Farkında mısın bilmem ama dünya da ki tüm canlıların parmak izi farklıdır.
Bu bilimsel ve sanatsal gerçek gösteriyor ki dünya da hiçbir canlı benim gibi dokunamaz sana.
Meselâ saçlarına.
Peki sence birlikte olmayı hak etmeyen milyonlarca insan bir aradayken , yan yanayken biz neden halâ ayrı noktalar da demleniyoruz ( nefes alıyoruz ) ?
Çok oldu şu gözlerim nemleneli , kalk bir çay koy da demlenelim .
1994'te Pistino çok müthiş bir söz etmiş eserinde ;
"Bir erkek bir kadına sözleri ile dokunmuşsa elleri de çok uzakta değildir."
Ben aksini iddia etmedim ki ...
Hep kirpiklerimdesin ve gözüm kamaşınca parmak uçlarımla ovuyorum ; bu bahaneyle parmak uçlarım saç uçlarında.
Kavga edebiliriz senle.
Saçma sapan meselelerden de olabilir ama yapabiliriz. Bence sorun yok. Herkes mutlu oluyorsa biz de tersini oluruz. Sana uymaz mı ?
Çünkü kavga , neşenin musikisidir patron !
Veya sen hep tebessüm et , hatta kahkaha at.
Bilimsel veridir; bir insan surat asmak için tam 43 yüz kasını kullanırken , gülmek için sadece 17 yüz kasına ihtiyaç duyar.
Benim derdim senin yüz kaslarının yorulmaması .
Meramım çok , ama ben hep devrik hissiyatlarımla cümleye döküyorum ne varsa içerimde , dışarımda.
Canım mı sağ olsun ?
Bence de ; sen sağ ol.
Maviliğim !...
Bilincim nasırlı ve sen benim bilinci nasırlı bahçıvan çaresizliğime muhatap bahçem ...
Ben "seninle mutlu olmalıyız" demiyorum.
"Yan yana olmalıyız" hiç demiyorum çünkü yan yana ayrı yazılır, sımsıkı olacaksak kabul...
Ama birlikte ölebiliriz.
Bu da iyi bir şey.
Ütopik geliyor ama söze dökünce çok lezzetli geliyor "Ben seninle" diye başlayan her cümle.
Ben seninle ...
Ben seninle, bir gün Van'daki bir kahvaltı salonunda ...
Ben seninle, sadece bilmek zorunda kalanların bildiği
bir yol üstü lokantasında...
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay kıvamında bakan
Doğubeyazıt'ın herhangi bir toprak damında ,
Ben seninle herhangi bir insan elinin
terli coğrafyasında ....
Ben seninle Ankara'nın Kızılay kaldırımlarında ...
Ben seninle Toroslar'ın sabahın beşinde açılan pastene önü poğaça taburelerinde ...
Ben seninle ...
Sence de çok ütopik değil mi ?
Değil mi ?
Kederli misin ?
Çay içer misin ?
Saat 05:27...
20 yıl öncesini yazayım mı sana ?
Bir simitçi çocuk...
Simitçi Anlatıyor ...
Karne günüydü.
Simitçi takdir belgesi kazanmıştı...
Aferindi ona.
Aferindi ama karne gününün diğer günlerden bir farkı yoktu simit satmak için.
Sabah Kantinci Fahriye teyzeye bıraktığı simit tablasını aldı , karnesini ve takdir belgesini simit tablasının içine koydu , simitlerini dizdi ve başladı simit satmaya...
Simit satarken elin de karnesi olan akranlarına rast geldi gün içinde hep..
Ellerin de ya dondurma,ya oyuncaklar,ya bir çikolata veya bir lunapark'ta oynuyorlar.
Simitçi'den simit alanlar , simit isterlerken o çocukların "simitçi" diye seslenip velilerine simit aldırmaları..
Hürriyet gazetesin de çalışırken rahatsızlanıp tazminatını alarak ayrılan ( o tazminatını da babasına kaptıran ) ve artık bir çay ocağın da çalışan ve yılların deviremediği ama kendi öz ailesinin yıktığı Babasının yanına gitti simit satarken.
Babasına Takdir aldığını söyleyip sadece onu mutlu etmekti amacı.
Babası gözlerinden öpüp "Afferin benim aslan oğluma.Afferin.Okuyup vatanına,devletine faydalı olacak benim aslanım" dedi..
Babası gazoz verdi , gazozu içti ve Babası dışarıdan ona döner ekmek aldı , onu da yedi.
Güzel yürekli Babasıyla ne kadar gurur duysa azdı , çünkü hep üzülüyordu inşaatlar da yaşayan ailesinin aslında büyük bir varlığın içindeyken bir anda zor koşullar da yaşamaya mecbur kalmasına.
Dedesi ve Amcaları sebepti..
Babası "Oğluma karne hediyesi ayakkabı alıcam yarın" dedi.
Simitçi bir yandan sevindi ama diğer yandan buruk...
Bir de oralet içip tekrar simit satmak üzere ayrıldı Babasının yanından.
Babasının yanına giderken simit tablasını simitleriyle beraber yakında ki bir berbere bırakmıştı.
Çünkü Babasının yanına simitleriyle giderse oraya gidip gelenler yanlış düşünür , Babasının onu çalıştırdığını vs düşünürdü.
Babası öyle bir adam değildi...
Hiç hak etmiyordu öyle bir düşünceyi.
Adam gibi adamdı o.
Kardeşleri ve öz Babası tarafından dolandırılıp yoksulluğa itilen bir yiğit yürekliydi o.
Simitçi akşama dek simit sattı.
Akşam oldu , simitler bitti nasıl olsa yarın okul yok diyip kaymak aldı kırathaneler de satmak için.
Saat gece 11-12 olmuş...
Yürüyerek gecekondu mahallesin de ki evine giderken mahallenin girişin de ki kavaklık o kadar çok karanlıktı ki , köpek sesleri ve zifiri karanlık her gece eve giderken tek korktuğu şeydi Simitçi'nin.
Eline taş aldı ve aynı anda da ezbere bildiği tek şarkı olan "Kızılcıklar oldu mu" türküsünü söyleye söyleye yürümeye başladı..
Biri geliyordu karanlığın içinden bisiklet ile.
Dedesi...
Durdu yanında...
"Nerden gelirsen la ambu saatde" diyip küfürlere başlayan dedesi..
Babası ek iş olsun diye sebze halin de sebze meyve kasası taşıyordu. Halk dilin de : HAMAL'dı.
Dünyanın en iyi kalpli hamalı.
Babası henüz işten gelmediği için Annesi yolun kenarına çıkmış onu beklemiş o saatte.
Dedesine karşılık verdi küfür edince.
Dedesi ne de olsa , ama neden küfür ediyordu ki ?
Ne yapmıştı ona henüz 12 yaşında bir çocuk ?
Ne yapmış olabilirdi ki ?
Ondan tokat yiyecek ne yapabilirdi ki...
Aslında birşey yapmış olmasına gerek de yoktu.
Onun için bütün parasını kandırarak aldığı öz oğlunun evladı olması yeterdi artardı bile simitçi'nin.
O öyle zulüm ederse belki mahalleyi terkederdi simitçi'nin ailesi.
Simit tablasını kırdı...
Elinde , simit sattığı bir kırtasiyecinin verdiği şeffat dosya vardı Karnesini ve Takdir belgesini koyması için , o dosyayı alıp karnesini,belgesini yırttı dedesi..
Annesi sesi duyup koşarak geldi..
İşte o lanet olası simit tablasını annesinin kafasına,sırtına vurarak daha çok kırdı.
Simit tablasının içine "BJK" ve "İnşallah birgün" yazmıştı...
Kırdı o simit tablasını...
Annesine her fırsatta zulm etmesi onu kahrediyordu ama lanet olsun ki gücü yetmiyordu.
Devam etti küfür etmeye..
Bir baktı ki yokuş aşağı topallayarak birisi koşuyor..
Babası...
Bu hayatta gördüğü en güzel yürekli o adamın oğlu olmanın ona verdiği gururu düşünsenize..
Annesi yerde ağlarken onun sıktığı dişleri ve dedesinin ona vurmayı kesmesi babasının bağırarak gelmesiyle son buldu.
Babası "Allah seni gahredecah baba.Sen ki bele zulm edirsen,Allah seni gahredecah." dedi...
Kendisi yüzünden bacağı engelli kalan öz evladını ittirdi..
Yere düştü Simitçi'nin Babası...
Simitçi ölecek kahrından.
Belki de sadece o an isyan etti Allaha.
Niye ben bunu engelleyecek güçte değilim ? isyanı ...
Sonra bindi bisikletine gitti..
Simitçi taş attı ama değdiremedi.
Annesiyle birlikte Babasını kaldırdı sonra yırtık karnesinin ve takdir belgesinin parçalarını karanlıkta bulabildiği kadarıyla topladı...
Gittiler eve...
Annesinin avuçlarının içi yere düşünce soyulmuş...
Babasının da diz kapağı soyulmuş çakıl taşlarından...
Allah rahmet eylesin Müjdat diye bir akrabları vardı sülalenin önde gelenlerinden...
O geldi ...
"Sabredin , Allah onun belasını er geç verecek" dedi ve birkaç söz etti..
Aslında bütün mahalle duymuş bağrışmayı.
Ama kimse cesaret edemez oraya gelmeye...
Çünkü Mustafa efendi sülalenin en büyüğü.
Onlara da vurur.
Onlara da küfür eder...
Babasının diz kapağını sardı ablaları , annesinin avuçlarına krem sürdüler.
Gelen akrabaları simitçinin dedesine beddualar ederek gittiler..
Simitçi'nin iki ufak kardeşi , iki ablası , abisi , kendisi...
Hiçbirinin gücü yetmezdi ona.
Hiçbiri gidip yakasına yapışıp Annesine,Babasına yaptığı bu zülümleri durduramazdı.
Annesini ağlarken Babasını da kendilerine karşı boynu bükük mahcup halde görmek onu o kadar çok kahretmişti ki ...
Dünyayı yerinden oynatmak istiyordu ama olmuyordu işte...
10 Simit zor taşıyan 12 yaşında bir çocuk ne yapabilirdi...
Olmuyordu.
İçin için kahrolmaktan başka hiçbir şey yapamıyordu.
Annesine ve Ablalarına henüz gösterememişti karnesini,takdir belgesini.
Annesinin gururla komşulara "Bakın oğlumun karnesi hep pekiyi,takdir almış" diyebilmeliydi.
Annesini gururlanırken görmekti aslında en çok istediği.
Para bandı istedi yan komşunun kızı Zeynep'ten.
Bant'ı alıp karnesinin ve takdir belgesinin parçalarını bırbırıne yapıştırmaya başladı...
Bazı kısımları yoktu. Olsun dedi , bantladı öylece...
Sonra gitti halen ağlayan Annesine gösterdi , çünkü susmuyordu Annesi.
Belki avuçlarının içi acıyordu belki de ciğeri acıyordu.
Ama ağlıyordu işte...
38 Yaşında bir kadının saçları ne kadar beyaz olabilirdi ki ?
Onun oldukça beyazdı..
Evlat acısı , varlık içinden yokluğa mecbur edilmiş ve çocuklarının kendi öz dedelerinden zulüm görmeleri...
En çok da eşinin , o adam gibi adam olan eşinin hiçbirşey yapamamayı kendine dert edinip içten içe kahrolması onu o ak saçların içine sokmuştu belki de.
Simitçi karnesini ve takdir belgesini güç bela yapıştırıp götürünce annesi ağlamayı bırakıp öptü yanaklarından, saçından ve gözlerinden ...
Yüzü ıslandı simitçi'nin..
Yüzü ıslandı Anneciğinin göz yaşları ile.
O yaşta içinden öyle çok isyan etti ki , içinde alevlenen o yangını söndürmenin hiçbir yolu yoktu.
Yoktu gerçekten.
Saat olmuş sabaha karşı...
Babasını abdest alırken gördü...
Namaz'ı oturarak kılamıyordu çünkü bir bacağını katlayamıyordu.
Sandalye de oturarak Namaz kılmaya başladı Babası.
Bütün aile bir odada uyuduğu için simitçi ve kardeşleri yataklarına girip uyumaya başladılar.
Duyuyordu , büyük ablası ağlıyordu yorganın altında.
Annesi camın kenarın da tesbih çekiyordu ve Babası da kapının kenarına sandalye üzerinde Namaz kılıyordu..
Hava aydınlandı ve simtçi halen uyanık...
Ve Babası halen Namaz kılıyor..
O kadar uzun Namaz kıldı ki , namaz sırasın da gözünden akan yaş hiç kurumadı.
O gece öz Babasının ailesine yaptıklarının ahı'nı mı ediyordu yoksa Allaha çıkar yol göstermesi için yalvarıyor muydu bilinmez...
Ama çok uzun sürmüştü Namaz...
Uyuya kalmış simitçi Babasını ve Annesini izlerken...
Öğlene yakın saatlerde Annesi uyandırdı.
Simitçi niye geç kaldırdın Anne dedi..
Annesi de "Simit tablan yok oğlum , kırdı ya deden.
Hem de yağmur yağıyor , bugün gitme evde kal" dedi..
Biraz sevindi , biraz da üzüldü.
Sevindi ,çünkü ayakkabılarının ucu yırtık diye su kaçacaktı yine ayaklarına.
Üzüldü , çünkü babasının alıcam dediği ayakkabıyı alamayacağını biliyordu ve sabahtan akşama kadar,hatta geceye kadar çok simit satıp kendisi toplamalıydı ayakkabı parasını.
Sonra Babasına gidip , "Bak baba birisi bana ayakkabı aldı" demeliydi.
Çok iyi yürekliydi Babası...
Yağmur o kadar çok yakıyor ki , ev buz gibi ama odun yok , kömür yok. Sobayı kurdu Anneciği Ablalarıyla beraber.
Nehrin kenarın da yıkılan ağaçlar olur kışın rüzgarda vs...
Annesi , simştçi ve kendisinden bir yaş büyük abisi bir pazar arabası ile nehrin kenarına gittiler başlarına poşet takıp...
Nehrin kenarın da bir ağaç yıkılmış , dallarını kırmaya başladılar...
Yüklediler getirdikleri pazar arabasına ..
Annesi baltayla ağacı kesmeye başladı...
Seneler önce bileği kırılmış buz da kayıp...
Meşhur "DEDE" hastaneye götürmeyip ilkel yöntemlerle kırık-çıkıkçıya götürmüşler .
Yanlış kaynamış bileği simitçinin Anneciğinin...
Baltayla ağaca her vurduğunda yüzünde ki acıyı görüyordu simitçi...
Annesine "sen dalları eve götür biz Muhammed'le beraber kıralım Anne" dedi ...
Boyundan büyük baltayla ağacı kesmeye çalışırken o baltayı her vuruşun da avuçlarının acıması baltayı bıraktırmak istiyordu , ama Annesi gelene kadar kesemezse eğer Anneciğinin yüzünde ki sancıyı tekrar görmek zorunda kalırdı.
Çünkü Annesi o yağmurun altında daha çok kalmamaları için baltayı alıp kendisi kesmek isteyecekti..
Hiç dinlenmeden , avuçlarının içi su toplayana kadar vurdu ve Annesi gelene kadar kesti ağacı...
Abisiyle beraber ağacın gövdesine ip bağladılar , birkaç parçaya ayırdıkları ağacı iple çekip suyun içinden çıkardıktan sonra taşımak için o arabaya yükleyeceklerdi...
Annesi geldi , üçü beraber o koca ağaçları kaldırıp arabanın üstüne atmaya çalışıyorlar ama zor kaldırıyorlar ve koyamadan düşürüyorlar...
En sonunda birini koydular,ikincisi,üçüncüsü,dördüncüsü derken sonuncusunu koyarlarken güçleri tükenmiş olsa gerek düşürdüler...
Annesinin ayağına düştü o ağaç...
Simitçi ölse de o anı yaşamasa...
Ölse de Annesinin o sızısını hiç görmese...
Ama gördü işte..
Lanet olsun ki gördü..
Çamurun içinde sancı çeken annesi...
Çaresiz iki küçük çocuk...
Yağan yağmur...
Annesini zar zor arabanın üzerine oturttular abisiyle birlikte...
Boylarınca arabayı ittirerek eve kadar geldiler...
Komşu geldi , ayağına patates haşlayıp bağladı , şişmiş ayağı balon gibi ...
Tomurcuk isimli İngilizce ve Matematik derslerine giren öğretmeninin evini biliyordu ve simitçi'yi de seviyordu öğretmeni.
Neye ihtiyacın olursa bana geleceksin söz mü ? diyerek söz de almıştı öğretmeni simitçi'den.
Simitçi'nin aklına öğretmeni geldi.
Koşarak evine gitti...
Çarşı da oturan öğretmenine hiç nefes almadan koşarak gitti..
En az 7-8 km'lik yol...
Koştu , öğretmeninin eşi açtı kapıyı...
"Tomurcuk öğretmenim evde mi efendim" dedi...
"Evde ufaklık , ne oldu , niye ağlıyorsun" ? dedi öğretmeninin eşi..
Öğretmenimin yardımı lazım dedi hıçkıra hıçkıra ağlayan simitçi...
Öğretmeni geldi...
Sarıldı simitçi'ye..
Simitçi'nin bugün halen görüştüğü , her 2-3 günde bir mutlaka aradığı o Dünya iyisi öğretmeni bir nevi ikinci annesiydi..
Eve aldı , ıslanan çoraplarını kapının önünde çıkarttı kendi eliyle öğretmeni...
Üzerinde ki kazağını da çıkarttı.
Banyo da ayaklarını yıkadı.
Kendi oğlunun kazaklarından , atlet , pantolon ve çoraplarından getirdi , giydirdi simitçi'ye...
"Şimdi anlat bakayım , ne oldu , neden ağlıyorsun"dedi...
Anlattı ağlaya ağlaya...
Öğretmeni'nin eşi , Dünya iyisi Aytekin amca simitçi'nin ağlamasına dayanamayıp kalktı salondan gitti , ama ağlıyordu.
Sonra geldi , "Tomurcuk , hadi hep beraber gidelim bu küçüğün annesini alıp hastaneye götürelim" dedi...
Gittiler eve hep birlikte , Annesini aldılar ve hastaneye götürdüler ...
Annesi hastane de pansuman yapılırken öğretmeni de yanların da bekledi..
Eşi Aytekin amca gitti bir yere , simitçi sordu "Aytekin Amca nerde öğretmenim" dedi..
"Gelicek birazdan canım , sizi eve götürücez " dedi..
Doktor film sonuçlarını bekleyeceklerini söyledi , kırık var mı diye bakacak mış...
Devlet hastanesine değil , özel hastaneye götürmüşlerdi Öğretmeni ve eşi..
Bir süre sonra eşi geldi , hazırdı simitçi annesi ve öğretmeni.
Kırık yoktu , ezilmişti ayağı sadece...
İlaç vermiş doktor...
Öğretmeninin eşi odun kömür almış , simitçi ile akran olan oğlunu yanında götürüp simitçiye göre kıyafetler almış birsürü..
Ayakkabılar,pantolonlar,kazaklar ve montlar...
Ablalarına ve kardeşlerine de almış...
Gittiler eve , öğretmeni ve eşi sobayı iyice kurdular...
Eksik soba borusu vardı , Aytekin amca gidip aldı..
Öğretmeni yemek yaptı marketten poşetler dolusu aldıkları yiyecek malzemeleriyle..
Aytekin amca bir poşet dolusu ilacı da almıştı..
Simitçiyi yanına çağırdı öğretmeni..
"Bidaha ağlamak yok,ne olursa olsun hemen bize geleceksin" tamam mı ? diyip söz istedi bir kez daha...
Hava karardı...
Öğretmeni,eşi ve oğlu kendi evlerine gitmek için hazırlanırken bahçede birinin onların nehir kenarından zorla toplayıp,kesip getirdikleri odunları almaya gelmiş...
Dedesi...
Simitçiyle büyük ablası koştu o arabanın bir ucundan tuttu bırakmadı..
Dedesi eline bir odun aldı , tam vuracakken simitçinin öğretmeni ve eşi geldi , tuttu onu ve bağırdılar.
Bidaha bu aileye birşey yaparsan seni polise , savcılığa veririz dediler...
Gitti küfür ederek...
Ama nasıl olsa yine gelecekti..
Öğretmeni eşine polis çağırır mısın dedi...
Ablası hayır öğretmenim çağırmayın.
Dedemiz o.
Polise söylersek bize daha kötü şeyler yapar dedi.
Aslında mesele o değildi..
Babalarının hakkında kimsenin "Babasını polise verdirtmiş" derlerdi , babası böyle bir itham'ı hak etmiyordu , aşağısı sakal yukarısı bıyıktı...
Öğretmeni ve ailesi gittiler size birşey yaparsa bidaha , hemen bize haber verdin diyerek...
Ertesi gün...
Sabah uyandılar...
Bahçede ki odunlar yok...
Simitçi en son uyanmış.
Bahçede ki su birikintisinin içinden koşarak yalınayak gitti arka sokakta ki Dedesinin evine...
Odunlar,ağaçlar Dedesinin evinin önünde ve dedesi elinde baltayla onları kesiyor ufak parçalara ayırıyor...
Eline birsürü taş aldı , başladı bütün camları kırmaya...
Bütün camları kırdı...
Dedesi yakaladı..
Kundura ayakkabısının tabanıyla kafasına vurdu defalarca ard arda...
Simitçi orda bayılmış başına yediği o sert darbelerden...
Mahallede ki bir pazarcı komşu kucağına alıp hastaneye götürmüş..
Simitçi gözünü açmış , annesi ağlıyor ve babası başını öne eğmiş kahroluyor...
2 Gün hastane de kalmış simitçi beyin kanaması ihtimaline karşı..
Mahalleye gelmişler Babasının patronunun arabasıyla.
Dedesinin evinin önünden geçerken babasının dedesine olan bakışlarına baktı simitçi...
O bakışlarda ki ah hiçbir bakışta olamazdı.
Yaz gelince kafasını 3 numara traşlayıp , kara lastik giyen simitçi daha fazla simit almak için büyük bir sepetle simit satıyordu...
Biraz daha büyüyordu boyu artık...
......................................
Şimdi büyüdü Simitçi , çok büyüdü , güçlenmek eğer ezilmemekse , çok güçlendi...
Güçlü olmak sence nedir Maviliğim ?
Pazu gücü mü ?
Öyle mi sence ?
Simitçinin Şimdi dedesi Kanser...
Aramışlar 30 Kasım 2020 00:57 de !
"Deden kötü durumda. İzin alıp gelsen iyi olur." demişler simitçi'ye.
Simitçi'nin çok ah'ını alan Dedesi , şimdi kanser...
Simitçi'den helallik istemiş.
Simitçi'nin ailesi yine helal etmişler haklarını Babalarının hatırına.
Ama Simitçi...
Helallik veremem demiş.
Dilim gitmiyor demiş..
Kapatmış telefonu.
İkinciye Babası aramış...
Açmamış simitçi telefonu.
Çünkü Babasını kıramaz.
Onun lafını yere düşüremez.
Telefonu açarsa hakkını helal etmek zorunda kalırım diye düşünmüş...
Babası mesaj atmış simitçiye ;
"Tamam oğlum , senden babam için helallik isteyemem.Bize yapmadığını bırakmadı.Sen de haklısın.Gözlerinden öpmüşüm.Allaha emanet ol." yazmış...
Simitçi de cevap yazmış...
"Babam... Atam... Devlet sevdasını,Aile sevgisini,saygısını öğretenim.Allah senden razı olsun. O Senin Babandır, helallik istemek hakkındır. Ben bana yaptıklarına değil,size yaptıklarıa kahırlıyım.Anneme,Sana,Elifim'e,Özlemim'e yaptıklarına kahırlıyım ben. Bağışla nolur aslanını , senin tırnağına kurban olurum. Ama ben ona hakkımı helal edemem. İnşallah böyle kolay ölmez. İnşallah. Seni düşürdüğü bu hallere düşmeden,yüremeye takati kalmadan ölmesin. Bağışla beni , ben hak helal edemem. Ellerinden ayaklarından öperim."
Herkesin , "Sen hakkını helal et yine de , kindar olma. Boşver Babanın hatırı var." demesini de duymak istemiyor ..
Çünkü en güzel mutluluklarını çalana,çocukluğunu çalana,zulümler edene "Hakkım helal olsun" diyemiyor...
"Sizden lunapark'ınızı,elma şekerinizi,bisiklet hayalinizi,topunuzu çalıp kışın eldiven yerine ellerinize çorap takmanıza sebep olana siz helal eder miydiniz hakkınızı ?" diyor hep...
"Allahın Adaleti çok büyük...
Dedesi kanser olmasına rağmen kolay ölmeyecek..
Sürünerek ölecek.
Kendi pisliği içinde ölecek ...
Onun canını öyle kolay almayacak Allah.
Küçücük bir çocuk söz istedi Allah'tan ...
Nolursun kolay ölüm nasip etme ona dedi..
Ona kolay ölüm nasip olmamalı...
Yalvarmalı ölmek için...
Yalvarmalı...
Ağlamaya bile gücü kalmamalı..."
dedi Simitçi...
Pir'im der ki ;
"Yorulan yorulsun , ben yorulmazam.Dünya kadısından ben sorulmazam. Kalsın benim davam divana kalsın."
ALLAHIN ADALETİ ÇOK BÜYÜK.
KURBAN OLDUĞUM RABBİM , NEYLERSE GÜZEL EYLER...
Şükürler olsun...
Yani Maviliğim , Seni sevmek yüzümde tebessüm yerine bayağı kasımpatı ...
Seni sevmek , sıkılı bir yumruğa tebessümdür kaskatı ...
Seni sevmek , yıkılı bir huzura şahlandırır hayatı !
Seni sevmek iyidir , senin kadar iyidir ...
Seni sevmek Maviliğim ...
Seni sevmek bir çocuğun annesinin terliğinden korkup annesinin şefkatine sığınması kadar masum ve bir büyük adanmışlıktır.
Ve ben seni aleni Seviyorum.
Atilla İlhan bir şiirinde der ki ;
"Ben sana mecburum, bilemezsin."
Aşık Veysel sever misin çiçeğim...
Ben severim...
Şöyle der bir veciz eserinde :
"Güzelliğin on par etmez, bu bende ki aşk olmasa."
Naçizane bir isteğim var ;
Ben , bana gel demiyorum : ömrüme ömür kat da demiyorum.
Birlikte ölebilir miyiz diyorum.
Ya birlikte olalım , ya birlikte ölelim.
Her şey olacağına varıyorsa herkes de öleceğine varsın !
Sen benim içime bir yarsın , bırak saç uçların kirpiklerime kalsın.
Sen benim göğüme bir baharsın , bırak tebessümün gözlerime yağsın.
Bence gelmen gerek...
Gerek diyorsam da ihtiyaçtan değil mecburiyetten !
İhtiyar sana mecbur...
3 notes · View notes
ihtiyardivit · 5 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime mektup 54 …
 Günaydın Hazreti Şans'ım , Sonsuz da Bir'im ...
Gün sen , gün saçların.
Boynun tutulur diye başını düzeltmekten çekineceğim herhangi bir gün olsaydı bugün , iyi olurdu ama olsun ; Rabbimin lûtfudur bana yokluğunun bolluğu.
Belki de çok bilmişler tarafından söylenen şu söz doğrudur :
"Zafere giden yol da çekilen çile kutsaldır."
Belki de öyledir; umarım.
Öyledir heralde ; bilmiyorum.
Ben seni seviyorum her halde ; biliyorum.
Yüzün gözün şişmiştir şimdi , çok uyumaktan.
Yüzüm gözüm şiş şimdi , uykusuzluktan.
Nasılsın bu aralar ?
Yastığınla aranızda ki sıkı dostluğu sormuyorum tabii ...
Saçların dökülüyor mu , sebepsiz sıkılıyor musun vs. vs...
Üzgünsen bunlar olur da , onun için diyorum .
Ben iyiyim işte ne olsun , bildiğin gibi .
Sağolasın bolca hâl,hatır soruyorsun günün tamamı aklıma gelerek ; bu ne sadakat ...
İmrendim !...
Türkülere konu , rüzgâr gülüşlü kadın ...
 Tarih , 13 mart 2020 ...
Saat , 06;25 ve sonrasında ki dakikalar ...
 İçimin gülen yüzü…
Aramızda kaç km mesafe var bilmiyorum , ama aklım ile saçlarının uçları arasında pek mesafe yok ; çok şükür...
Anımsamak için zihnimi sağa-sola, öne-arkaya çevirmem yetiyor ; fikrimin yüzeyinde sana değmesi pek basit.
"Seni Sevme Sanatı" diye bir deyim var sana olan tutkumun içeriğinde , ve inan bana TDK dahi henüz bu sanatı izah edici bir kelime türetemedi ; işi zor...
En son boş işlerle uğraşıyordu kendileri , DİL yerine DİN işlerine merak salmışlar.
Bir harf nelere muktedir , gör.
Sahi , sen kaç harfe sığarsın ?
Alfabem seni ezberinde saklıyor ; bilesin.
Aklımın tavanını istimlâk eden kâkülüm...
Ağrım , Sızım ; güleç yüzüm...
İşe mi gideceksin bugün ?
Okula mı ?
Tatil mi yoksa , izinli misin ?
Derdim muhabbet işte...
Anlatabiliyor muyum ?...
Biliyor muyum ?
Bilip bilmediğimi bilmiyorum.
Ama kesin şişmiştir yine de gözlerin...
Kesin saçların da dağınıktır ; uçları da karışmıştır muhakkak.
Tararken ıslat e mi uçlarını ; krem de sür .
Kolay taranır.
 Ömrümün satır başı ...
Ben mesajlaşmayı sevmiyorum ama seninle mesajlaşırken "Syn Abonemiz , 10.000 SMS hakkınız bitti" mesajı gelsin istiyorum.
Basit bir dilek ama bir de bana sor.
Şimdiler de ise Wodafone utanmasa "Syn Abonemiz olmayan bir numaraya yolladığınız 10.000 SMS'e cevap alamamış olmanıza acıyıp size 10.000 SMS daha hediye ediyoruz. Nasıl olsa cevap yok ,karşıda da kimse yok." diyerek mesaj hayrı yapacak bana...
 Yaşanılası İklimim …
“Acaba nasıl hitab etsem de , bilse ki yeryüzünde bir eşi daha yok” diye düşünmeme gerek kalmadan yüzbin baritonluk güçte hitabet sanatı olan kadın …
Ben şimdi sana Diyanet İşleri Başkanı kadar aşikar bir yalakalık yapmak isterdim ama ne yalan söyleyeyim , hafta sonu- hafta içi farketmez ; ben kahvaltı hazırlamam , çocuğa da sıklıkla bakamam.
Ama sen hastalanırsan seni doktora götürüp , ilaçlarını içirip mercimek çorbası yapabilirim .
Güzel birkaç şey yapabilirim yaşamın genelinde.
Sen uyurken yüzüne krem şanti bulayabilirim mesela. Sinirlendirebilirim seni nedensiz yere …
Benim Milli Maç ve Beşiktaş maçlarında gözüm bir şeyi görmüyor , mümkünse Beşiktaşsız olmaz 
Çayı da çok severim .
Seni güzel sevdiğim gibi çayı da öyle…
Güzel severim.
 “Bahar da aşklar başka tatlıdır” demişler…
Hiç alakası yok , zira ben hep aynı eşitlik ve yoğunlukta seviyorum.
Ben seni hep aynı seviyorum.
Güzel seviyorum.
Barış Manço’dan biliyorum güzel sevmemenin sonucunu …
Diyor ki o güzel adam ;
“Güzel sevmeyene adam denir mi ?”
Denmez dimi ?
Denir mi ?
 Maviliğim…
Aşk , kendinde olan tüm güzellikleri tereddütsüz şekilde aşık olduğun kişiye teslim etmekten çekinmeme fedakarlığı imiş…
Sağlığın ,neşen ,huzurun ,varlığın ve dahi mutluluğun …
Düş Eşim…
Kyoto sözleşmesi , NATO Bildirileri , İran da nükleeer silah olup olmadığı , Kim Yong Un’un Amerika’ya saldırıp saldırmayacağı ve A Haber de sabah haberlerini sunan manyağın günaşırı toplumu ötekileştirme , kutuplaştırma gayreti falan çok umrumda değil şu an ; senle beraber sabahları köşe yazarlarını okumak istiyorum ben artık “Yok daha neler ! Yalakalığın da bu kadarına pes .“ demek istiyorum aynı cümleyi aynı anda kurup , aynı anda tepki vermek istiyorum .
 Yani tabii muhtemelen  Deli Trump'ın küçük oğlunun üzerine "Bu Ahmak'ın yanındayım" yazılı T-shirt giydiği esnada babasının yanında olması kadar Dünya gündemini işgal etmeyiz ama , biz seninle ortak bir çok şey yapabiliriz.
Mesela aynı demlikten çay içebiliriz.
Bence bu da büyük bir şey; zira genelde bir demliği tek başıma ben içiyorum. ( ancak yetiyor )
 Seninle bir test yapalım mı ?
Sorması ayıp olabilir ama olmasın; kaç yaşındasın ?
Kadına yaş sorulmaz edebiyatını geç şimdi; vakit aleyhimize .
Diyelim ki 25...
Tahmini kaç yaşına kadar yaşarsın en fazla ?
Not: Türkiye kadın ölümleri yaş ortalaması 65.Haberin olsun.
Diyelim sen 70 yaşına kadar yaşadın.
70 - 25 = 45
 Yıl da kaç günü sadece kendine ,keyfine ayırıyorsun ?
Ben kendim için diyeyim; yıl da bazen 20 gün bazen 40-50 gün.
Ortalama 30 gün.
Senin kadın olmandan dolayı biraz daha spesifikleştirelim analizi ; her hafta sonu artı yıl da toplu olarak 15 gün.
Yıl da 52 hafta var hafta sonunun her iki gününü de sadece ve sadece kendin için değerlendirdiğini düşünürsek yılda 104 gün hafta sonları, 15 gün de toplu tatil vs. 119 gün eder.
Bu 119 günün 3'te 1'lik kısmına özel zamanlarının denk geldiğini düşünürsek geriye kalır 80 gün…
 Toplamda 70 yıl yaşayacağın ve bu 70 yılın 25 yılını yaşadığın varsayımına göre , geriye 45 yılın kalır.
Bu 45 yılın son 10 yılı hastalık,yaşlılık, hac , umre, ve çocuk telâşı diye geçse geriye 35 yıl kalır.
Ve evliliğin boyunca ortalama 3 çocuğun olsa, bu çocukları da en az 3'er yaşlarına getirene kadar geceni gündüzüne katarak büyütmeye çalışsan , kalan 35 yılın 10 yılı da bu şekilde gider.
Kaç yıl kaldı? 25 yıl.
Başka hiçbir meşgalen ve engelin olmayacağını düşünürsek şu andan itibaren sadece kendin için yaşayacağın 25 adet 80 gün var.
25X80 =2.000 yapar.
Yani 2.000 günlük ömrün kalmış.
Doğru mu ?
Niye bu 2.000 günü seninle beraber geçirmeyelim ?
 Ömründe en fazla 2.000 gün kalmış ve sen altın oran'ı izah kitapçığı gibi bir kadın iken matematiğe karşı gelmezsin ümidi ile oturdum sana
matematiksel hesap yaptım bilmem farkında mısın ?
Amacım dertleşmek işte dedim ya ...
Birbiriyle ünsiyet eden ruhlar , sohbetiyle ziyadeleşir; çabam bundan dolayı .
Matematik Sadeleştirir ; Sen Ziyadeleştir.
 Dokuncu notaya adını veren kadın...
Günlük yaşam kaygıları da pek önemli değil; parliament'in tadını bozdukları gibi cino çikolataları da berbat etmişler.
Neyse ,biz kendi hayatımızı idame ettirirsek bence kötü olan şeyler güzelleşir.
İngiltere kraliçesinin hayatı bir b.ka yaramaz ama ; düzeltmeye uğraşmıyor zaten kimse.
Saçmalama katsayımız yüksek olsun işte ; bütün deliler iyidir ya hani ?
Biz seninle deli ,manyak ; ruh hastası olalım.
 Sen hamileyken sırtina yastık koyarım , hamileliğin süresince yalakalık derecesinde alaka da gösteririm.
Sırf sen seviyorsun diye frambuazlı pasta bile alırım yani o derece.
Gece yarısı uyanıp, seni de uykundan uyandırıp "canın çilek istedi mi ?
Gidip hemen alayım ayıpsın hatun" diye alttan alttan iyi baba ayakları da yaparım işte.
Sen beni anlıyorsun değil mi ?
Ben güzel severim fikrimin ince külü.
Çünkü güzel seven ölür ama çürümez...
 Düş’ü baharın habercisi olan kelebeğim…
Olacak gibi değilsin galiba...
Olsan güzel olur ama.
Gerçi güzel olan hiçbir şey olmuyor Ortadoğu da,orta Asya da ,Orta Anadolu da ve dahası gönlümün Ortasında bu sıralar.
Hep Orta'mız kanıyor.
Sağımız-Solumuz,Önümüz-Arkamız Ortamıza kanıyor ; Ortamız bu yüzden kanıyor.
Seni seversen farkettim ki,sevmek ah çekme gayretiymiş ; Aşıkların esmağı  ‘ah’  mış...
Girebilsen bir sineme, içerimde neler var neler ; Ahh...
 Herkesin vardır illaki bir beklediği.
Ama en çok kimi beklersen o gelmez miş..
Adil olmayan birçok şey gibi bu da trajik.
Biraz da iç SIZIsı işte.
Müsait vakit ara beni yada gel muhabbet edelim.
Hem ben sana güzel şeyler duymak istiyorum demiyorum ki; ben sadece seni duymak istiyorum.
Biz seninle hep romantik susuyoruz; bu defa da romantik olmasa da konuşalım.
Belki Ozon Tabakasının delinmesini dert ediniriz sohbet esnasında , belki 52 milyon ışık hızı yıl kadar uzakta olan kara deliğin keşfedildiği günümüz biliminde Fatih Tezcan'ın nasıl bir kitlesel oksijen israfına sebep olduğundan bahsederiz.
 Belki de Ankara akşamlarında vakit geçirilebilecek en güzel park olan 50. Yıl parkının neden akşam saat 22:00'de kapatıldığını
eleştirip, belediye başkanı Mansur Yavaşa şikayet mektubu yazarız. ; "Biz sana aşıkların çekirdek çitleyip Ankara ayazını iliklerine kadar yaşamasına rağmen yerinden kalkamayacağı parkları akşam 22:00'da kapat diye mi oy verdik ?
İYİ'ler iyi şeyler yapar.Madem İYİ'siniz o zaman 50. Yıl Parkını erken kapatmayın. Birdaha oy vermeyiz." diye sanki oy vermişiz gibi blöf satarız. Bisürü şey yaparız,olsan ; bir olsan neler yaparız neler .
Ah olsan ... Bir olsan.
OL ...!
 Olsan Neler yapmayız ki ...
Dikimevi ve/veya Kolej metrosu çıkışında gece yarısı kokoreç, köfte ekmek yeriz varil içinde yanan ateşin başında.
Ankara kalesine çıkarken lif,bileklik,atkı vs satan o civar da oturan ablalarla "Banyo lifi 50 tl olur mu yahu" diye yalandan pazarlık yaparız .
Sonra en son rakamı düşe düşe 5 TI'ye kadar düşürürüz.
Daha Sonra da ilk başta istediği rakamı verip "Allah size 10 çocuk nasip etsin. Allah Beşiktaş Kurucu başkanı Şeref Bey kadar şerefli çocuklar nasip etsin ,Allah Fenerbahçe kadar şanslı bir hayat nasip etsin" diye dua etmesini sağlarız işte.
Olsan neler yaparız neler ...
 İfadesi Namümkün Olan Değerim …
"Değer" eşittir Meta...
"Mutlak Değer" kavramında öğrenmiştik eksinin mutlak değer dışına artı olarak çıktığını.
Meta ise herhangi bir şeyin değeri karşılığın da başka bir şey ile değiştirilmesi durumudur.
Sözümüzü kırgınlığımıza değişmemiz hata ise , sözümüz kızgınlığımızın özü olduğundan değildir.
Meta , diyalektik bir ahlâkın paramiliter haykırışıdır.
Ve bundandır ki her kişi meta'dır.
Yani ; kimisi özünde güzeldir , kimisi yüzünde...
 Aşk , sele benzer son sözüm ; yatağını aşar .
Adımın çapraz yazılması , yayılması kimin umrunda ilk özüm ; ben seni tek paralel evren ile rekabet halinde seviyorum.
Tabakta bırakılmış "Yazık, atılacak. Bitir onu" endamında sevdaların toplamına eşiti olan zirvem ...
Sen Allah'ın bana "Bak ey kulum , sana yazdım" deme şeklisin.
Bir insanı sevmeye nerden başlanır biliyor musun Maviliğim ?
Bir insanı sevmeye , yokluğundan başlanır.
Yokluğunda ki bolluk buna şahittir ; sor.
 "Yalnızlık değildi ki, sensizlikti..." demiş bir bilen , derdinin , meramının , minvalinin sebebini  sevdiğine arz ederken …
Ben , seni bana düşleten her müziği yara bantsız dinlemekten yanayım !
 Maviliğim …
Öyle tütüyorsun ki gözümde ; hamdolsun hasretini çekiyorum kokun yerine…
Aklımın tabanını - tavanını istimlak edenim…
Ben , bizzat tüm uzuvlarımla ,tüm fikrimle  ve tüm bedenimle topyekün mecburum varlığına.
Anlaman gerek…
Saç uçlarından öperim ... 
Kalk , bi çay koy da demlenelim.
0 notes
ihtiyardivit · 5 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Mektup 53 ...
Burnuma , kokusu yerine hasretini çektiğim hissim...
Hey ,yanı başımdaki uzağım ; yokluğum ...
Hey , uzağımdaki en yakınım ; varlığım... 
Yokluğunun bolluğu varlığının bolluğuna haberci olan beklentim...
Hey !Kirpiği güneşe meydan okuyan kadın ... Hey !Gülüşü göğü sallayan ışıltı ...
Rüzgarı dağıtan saçlı yaldız... Canım mısın ?
Balım mısın ?
Tadmali mi seni ?
Sarmalı mı sımsıkı ?
Hey !Saç uçları müebbetlik sevdaya davetiye kadın !... Sen misin o ?
Bu pus , bu alacalık nedir böyle ?... Ahhh... Ne densizim ?
Pus değil bu , alacalık hiç değil .
Gözümün kamaşması mıdır bu ... (?)Ne hadsizim. Hey ! Göğe parıltı bağışlayan kadın !
Ne hoş geldin böyle ?Yoksa Kadınım mısın ?
Hey !...Saç diplerimi terleten kadın ...
Ne hoş sardın beni öyle ...Yoksa tabiatım mısın ?...
Hey !...Kökümü yeşerten bahçıvanım ...
Anlarım bitkiden filan ama anlatamam toprağın güneşle konuşmasını, sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla ... Hey !...Ayağıma basmaya bir ömür kalan zirve'm...
Ne hoş değdin cemre gibi içime ...Yoksa sebebim misin ? Dur , saçlarının uçlarından öpeyim ...Nefesim tükenmesin ...
Kirpik uçlarına mı değdi az önce parmak uçlarım ?
Neden böyle titredi ki ?...
Yeryüzünü sallandıran huş'um...
Dur kımıldama ; gözlerine aşık olacak şimdi gök,yer,güneş,ay ...
Bunca rakibi reva görme ...
Hey !Başlı başına bir sanat olan kadın ...
Ne beceresi ?
Seni izlemek bile apayrı bir sanat iken beceriksizlik mi gördün kendinde ?
Bak bu güneş Işınları yeryüzüne methiyeler dizmek için değil , saçlarına denk düşmek için değiyor yere , göğe ...
Hey ! Beni bana sorduran kadın !...
Savur saçlarını , değsin dudaklarıma ...
Seni sevmek sevgiye ibadet ...
Öperim güzel yüreğinden kadın .
Ne hoş geldin düşüme ; yoksa kadınım mısın ?
Ne çok değdin içime ; yoksa canım mısın ?
Ne çok düştün kirpiklerime ; yoksa bahtım mısın ?
Aslında sen teninde Cennet kadınlığıyken sana şiir yazmak ahmaklıktır ...
Seni sevmek , başlı başına su gibi ezbere çizilen bir portreye bakakalmak ...
Bakmak ve Kalmak...
Syn aitlik ekim...
İkimizin toplamı ikimize yeter.
Fikrimin zarif düşü ; zikrim sana mecbur...
0 notes
ihtiyardivit · 6 years
Text
Maviliğime Mektup 52 ...
Maviliğimi Anlatayım size...
Ama kıskanmak yok.
Gözünüzü "kapatın" okurken ve kıskanmayın tamam mı? Benim onda gördüğümü bir başkası görecek diye ödüm kopuyor biraz biraz...
Syn Hanımefendi kirpikleri ile ilmek ilmek yeryüzünü işlemiş ve yanımda dolu dolu dağarcıklara sahip bir sürü sözlük.Şimdi bir alim söze başlamış çok eski zamanlarda...
Anlatmış, anlatmış, anlatmış...Bıkmamış, usanmamış, yorumlamış...Bir yudum su içip günlerce yine anlatmış. Ve onu haftalarca dinleyenler dayanamayıp demişler ki ;
"Ey Ermiş, anlattıklarına nasıl Er'din. Bunca zamandır anlatırsın, anlatırsın bitmez. Ağzından çıkan her kelimenin izahına binbir kitap yetmez. Nasıl izah bu? Alim cevap vermek için bir yudum daha su içip başını kaldırmış, etrafına iyice bakmış ve bir kez daha yutkunup söze başlamış.Başlamış ama sadece tek cümle kurmuş...
Kurduğu cümle :" Göğün göğsünden mi başlayayım anlatmaya, yerin yüzünden mi?" Ve yine haftalarca, günlerce sürmüş anlatmış, anlatmış, anlatmış...
Sonuç ; Anlattıkça anlatası gelmiş, anlattıkça içine dolmuş anlattığı dolu dolu... Hani derler ya, insan neyi dilerse onunla uyur ;onunla uyanır ;onunla nefes alır.... Su içerken, yemek yerken ve rüya görürken başını dilediği nazende yad'a yaslar mış...
Bir hayaldir, belki seraptır insanın dilediği her yücelik belki ama hatırlayalım birlikte, Hz. Osman şöyle demişti... "Allah, nasip etmeyeceği hiçbir şeyi hayal de ettirmez." Katsayısı çok yüksek olan bir hayal benim ki lakin Maviliğim epey yüksekte. Çıkmış Ay'ın tepesine, çökmüş göğün göğsüne...
Elimi uzatsam göğe değecek gibi, ama değmiyor. Elimi uzatsam, aklımı uzatsam, gönlümü huzuruna sersem ; tırmanıp yanına erişmek istesem olmuyor. Mutlaka olur birgün ama ben İhtiyar'ım ve çok yaşlandım.
Yaşadığım ömrü bir de onun adına yaşayınca 60 oldum birkaç güne... Çayımın dem'i kırıştı, sigaramın dumanı bembeyaz oldu ve o henüz göğün zirvesinde. Bir tanısanız, siz de çok seversiniz muhtemelen.
Böyle minnoş mu desem, kadife tenli gül yaprağı gibi mi desem, afitap'ın tüm parıltısı o kirpiklerine asmış mı desem ;ne desem bilmiyorum. İşte o anlata anlata bitiremeyen Alim gibi düşünün, anlatacak o kadar çok şey varken bir yudum çay içip bir kez yutkunup günlerce, haftalarca izah etsem yine de denk düşmez huzurunun gölgesini izah etmeye, edebilmeye...
Hani mesela bazen elektrik gider ve bir an da gelince alışana dek hafif kapatırsınız ya gözlerinizi ? İşte, parıltısının yüzüme değmesi aynen öyle. Ya da bir an da kaybolur ya hani ışık... Ve gözleriniz bir an karanlığa alışana dek etraf Zifiri karanlıktır.. Bu durum da aynen öyle işte... Anlatabilmek için yaşanılandan izah gerek. Velhasıl kelam, gözümün perdesine tıp ile işlemişler Maviliğimi ; aklıma iğne ile nakşetmişler - ki başka tanımı olması imkansız -.... Şimdi siz dinleyin, ben Maviliğime kendisini anlatayım....
Syn Maviliğim...
Sol salıncağım...
Aklımın tavanı... Seni sevmek, bir minik simitçi'nin yanağını sıkmak gibi bir şey...
Seni sevmek, yamaç paraşütü gibi.Nereye düşeceğini bilmeden bırakmak kendini, ucsuz bucaksız bir evrenin boşluğuna....
Güzel Sevdiğim...
Seni anlatabilmek iyi çocuklara, bütün kahramanlara, yüz güldürücüler dışında ki iç güldürücülere... Seni anlatabilmek yan yana ekilmiş bir güle, bir papatyaya...
Başlı başına akademik beceri olur. Ama seni sana anlatabilmek....İşte bu yalnız benim cesaretim olur.
Kaç defa rüyama girdin şu an hatırlamıyorum... Bazen iyi, bazen fena halde iyi.Saçıma değen yağmur taneleriyle kavgaya tutuşmuş gibiydin ; bi an ardımı dönüyorum parıltı gözüme değiyor ve bu benim suçum olamaz... Ama ne olursa olsun, hepsi içimin senden uzak kalmadığına dalalet eder. Bu, bu sevda çerçevesinde aklımın aklı ile çarpışan binbir çeşit parıltından sadece birine denk. Gölgesi her yanı kaplayacak bir ağacın dibine uzanmış parıltını gizler gibi ama göğün göğsünü kıskandırır gibi vardığın herhangi bir zemin...
Özün tavanı kadar göğün ve ben berrak bir ırmağa düşüp yüzmeyi öğrenir gibiyim binbir hayalinin birinin binde birinde...
Sen göğün göğsünde öylece salına salına Zülf-ü kaküllerini savuruyorsun ya hani binlerce gezegeni sarsarcasına...
İşte bu edebinden olsa gerek.
Ne güzel işte...
Hani Hz. Ali diyor ya ;
"Hiçbir süs,edep kadar güzel değildir."
Bak, gördün mü? Yine ben haklı çıktım. Ne diyordu hal'den anlar bir şair, hatırlayalım birlikte ; "Dante gibi ortasındayız ömrün, delikanlı çağımızda ki cevher..." Benim seni, sana anlatırken çayımın buz kesmesini izah etmemi bekleme benden. Buna henüz lisan üretilmedi aklının senli izdüşümlerinde.Ama Dante gibi demişken aklıma değdi :
Bir "DANTE" adlı yazar der ki ; "Her karanlık, kendisini sonlandırma ak şafağın tohumlarını içinde taşır."
Anlıyorsun değil mi? Burası fazlasıyla karanlık ve benim bir şafağım var sen kaynaklı.Ve inan bana binlerce tohumu binlerce gün'dür ektim ben zihnimin yamaçlarına...
21X365 = ?
21X6 = ?
Barış Manço soruyor ya hani ; " Anlıyorsun değil mi ? "
Caney, gücümün olancasıyla haykırıyorum sana ;Benimlesin değil mi hala?
Biz seninle aramızda bir görev dağılımı yapmışız binbir Asır evvel...Ben sevmeyi edinmişim, sen ise göğün göğsünden kirpiğin değmeyi.
Seninle suç paylaşımı bile yapmamız gerek...Ben şimdi seninle yastık yorgan kavgası yapacağım yaşa değmişim ama hala oturmuş burada seni anlata dinlete bitiremediğim ve bir yerde çay lafzı geçince, Mavi rengi görünce aklına düştüğün bi dolu insanın gözü önünde seni izah etmeye çalışıyorum.Yere parıltın değiyorken tabanının dememesi çok absürt...
"Yüzün geçmişten kalan, aşka tarif yazdıran. Bir alaturka hüzün, yüzün kıyıma vuran. Anne karnı huzuru, çocukluğumun sesi ; senden bana, şimdi zamanı sızdıran." Ne kadar da denk düşüyor beni sana izaha değil mi bu nakarat?
Güneş ne ki özüm ?
Güneş de ne sözüm ?
Güneş sen de...Gün de sen de Eş de sen de.
Dünya da tek değilsin, ben de SENim Hazreti Solum..Her mektupta dediğim üzere, Bir ay kalacak sana rekabet edebilecek güç'te ; 1 ay kalacak elbet bir gün tutulmana.Bir gün gelecek sadece 1 ay kalmış olacak yokluğunun ayazında çatlayan dudaklarımın kadife tenli kirpiklerine değmesine...Diyor ki o nakaratı devamında ;"Omzum da iz bırakma , yüküm Dünya'ya yakın..."
Gerçekten o kadar çok yorgunum ki ,
hayatımda ki tek düzenli şey seni aralıksız sevmek ...
Hem de bir Ekim güneşi'nin yokluğunun ayazına değmesi kadar barok ...
Sayın Merhametim...
Fikrimin zarif düşlerinin yastığı , yorganı...
Do,re,mi,fa,sol yanım acıyo ...
Daha nasıl anlatayım minvalimi ?
Müspet ilim der ki ; doğruluğundan emin olduğunuz tüm sezgileriniz bir başka doğruluk tarafından çürütülmediği sürece tek doğru'dur.
Seni çürütebilecek hiçbir doğru yok.
Bilimsel açıklamam bu.
Ki , sen konu başlığı olunca giriş bölümünü tüm özlü sözleri bir araya getirsem dahi tamamlayamadığım kompozisyonun gelişme ve sonuç aşamalarına varabilmek ümidi bile saç diplerimi terletmeye yetiyor.
Bu anlamda kanıta da ihtiyacım yok.
1 Saat 33 dakika önce takvim'den bir yaprak daha düştü zikrimin direnç kaynağı kadın...
Ve yine gece , yine alt-üst ; karma karışık bir hüzün...
Ve çay demli ... Ve son çayım ...
Ve yine içimde sen ...
Ve biliyor musun ?
İçim de sen olunca dip düzey , orta düzey , üst düzey ; hatta her çeşit hüzün bile güzel...
Özüne yutkuna yutkuna tutunduğum özüm ;
Saç diplerimi terletenim ...
En başım , en sonum ; tamamım.
Benim gözde -güzide frambuaz'ım , çileğim , çilek yaprağım !
Şiir sokakta diyorlar ;
Ne zaman değdi tabanın yerin yüzüne , sokağın göğsüne ?
Ben sana sokağa çıkma demedim mi ? :(
Ozan şöyle diyordu sevdiğine yangısını arz ederken ;
"Ben nelere gark olmadım senin ateşin için ?
Ferhat dağlar delmedi mi Şirin'in düşü için ?
Kusur ise her saniye her yer de seni anmak ;
Mecnun az mı yemin etti Leyla'sının başı için ? "
Ahmed Arif Leyla'sına prangalar eskitmiş ,
Cemal Süreya Zuhal'ine yangısını dile getirmek için ömrünü vakfetmiş ...
Ben seni "Üşüyorum" diye şiir yazan Yiğidin memleket sevgisi gibi seviyorum ;
lafla izahı çok zor...
Esintisiyle alnımı terleten kadın ...
Yaz ortasında gocuğum ,atkım-berem ,sobam ; ısım ...
Ne hoş sancıyor kirpiklerim , sen gözümün ak'ına düşünce ?
Sevgili Hazretleri ...
Bence biz seninle beraber alalım nefesimizi , çünkü bazen sensiz boğazımdan geçesi gelmiyor sırat misali biraz ,kılıç emsali az.
İnan sensiz dudağıma değmiyor ya da değmek istemiyor herhangi bir yutku .
Ve sensiz dinmiyor herhangi bir sen başlıklı tutku ! ...
Sevgili Mefkürem ...
Saçlarını tarasam , ara-sıra "çok çalışıyorsun biraz dinlen artık." diyerek sana kızsam , sabahları senden evvel uyanıp uyandırma alarmını kapatıp perdeyi açarak uyanmanı sağlasam bana yeter aslında...
Hatta , hep diyorum ya hani ;
beraber yaşlanmasak da olur , beraber ölsek bile bana uyar...
Sonuçta hep olduğu gibi her şey öleceğine varmıyor mu nasıl olsa ?
Bir gün mutlak varırım elbet sana .
Değil mi ?
Sana ölen içim , sana varsın da bana yeter bu kadarı ...
Maviliğim ...
Zihn-i Mührüm ...
"Yan yana" ayrı yazılıyor ve en mantıklısı biz seninle "sımsıkı" olalım ..
Bu devrin en mantıklı tanı'sı muhtemelen bu...
Ve Maviliğim ...
Bir Şehir terk edilirken sigara içilir...
Ne yapılır mış ? "İÇ çekilir" miş...
Tumblr media
0 notes
ihtiyardivit · 6 years
Text
Tumblr media
SÜLEYMAN AYDIN...
Şehit...
İlk Terör Şehidi...
"Unutmamalı, Sevgiyle Anmalı." sözü eğer sanatçı Tarkan'dan başka bir şeyi anımsatmıyorsa bizlere, biz bitmişiz, biz ölmüşüz ağlayanımız yok demektir.
SÜLEYMAN AYDIN Adı, Vatanın bekası uğrunda bir şehadeti birkaç bedenin sırtlanması demektir aslında.
Nasıl mı?
Şöyle...
Sene 1984.
Gün geceye…
Kavurucu sıcak ayaza dönüyordu.
Trok trok trok trok!
Tok vuruşlar sessizliği yırttı.
Tarihte ilk kez…
Kalleş kaleş sesi duyuluyordu.
Eruh basılıyordu.
İhanetin miladıydı.
Er Süleyman Aydın düştü orada.
Toprağı ağlatırcasına şehit düştü.
Bölücü terörün ilk şehidiydi.
21 yaşındaydı.
Erzincan'ın merkeze bağlı Mertekli köyündeki mezarlıkta yatıyor.
Sonra ?
Bi daha düştü Süleyman Aydın!
Evet, bi daha.
İlk Süleyman Aydın'dan tam 21 sene sonra, adıyla soyadıyla adaşı Süleyman Aydın şehit edildi.
Şırnak'ta.
O da 21 yaşındaydı.
Sivas'ın Hafik ilçesine bağlı Yarhisar köyündeki mezarlıkta yatıyor.
Şehit vermeyen şehir, ilçe, köy kalmamıştı.
Şehidi olmayan, gazisi olmayan sülale kalmamıştı.
Hatta birinci tur bitmiş, adıyla soyadıyla ikinci tur başlamıştı.
İlk Süleyman Aydın şehit düşmeyip, terhis olsaydı, oğlu olsaydı…
İlk Süleyman Aydın'ın oğlu, öbür Süleyman Aydın'la yaşıt olurdu.
Beş sene sonra ?
Şırnak Silopi'de polis aracına mayınlı saldırı düzenlendi. Dört polisimiz şehit oldu. Biri Polat Aydın'dı. 21 yaşındaydı. Babası da polisti. Babası da Şırnak'ta görevliydi. Olay yerine ilk babası geldi. Oğlunun cenazesini paramparça aracın içinden babası çıkardı.
Babanın ismi neydi biliyor musunuz?
Süleyman Aydın'dı!
“İlk Süleyman Aydın şehit düşmeyip, terhis olsaydı, oğlu olsaydı, öbür Süleyman Aydın'la yaşıt olurdu” demiştim… Maalesef öyle oldu.
İlk şehidimiz Süleyman Aydın'dı.
Son şehidimiz Süleyman Aydın'ın oğluydu.
Her meslekten yaklaşık onbeş bin şehit.
Asker, Polis, Korucu, Öğretmen, Kaymakam, Doktor, Hakim, Savcı, Hemşire,Kamu Görevlisi ve dahası...
20 binden fazla gazi.
45 bin insan öldü toplamda.
Dile kolay, 35 sene mücadele.
Sil baştan'dı.
Habire sil baştan.
Ve 4 Ekim'e Batman...
Sekiz şehit verdik.
Birinin adı ne?
Gene Süleyman Aydın
1984, Süleyman Aydın.
2005, Süleyman Aydın.
2015, Süleyman Aydın.
2018, Süleyman Aydın.
Arada bir sürü osuruktan palavra.
Süleyman AYDIN'ların şehadeti ile AYDIN'lanan Şanlı Vatana And Olsun tüm ömrümüz İlle de Türkiyemiz diye geçecek.
UNUTMAYACAĞIZ !
1 note · View note
ihtiyardivit · 6 years
Text
Tumblr media
Maviliğim Mektup 51...
Sonsuzluğuma ...
Şair Amca ...
şiir yazarken kaç kez doluyor her mısra da gözlerin ?
Cidden , kağıdı sırıl sıklam ıslattığın olduğumu hiç ?
Damlayan göz yaşlarından yazıların mürekkebi dağıldı mı ?
Misal , sonu gelmeyecek şiirin oldu mu hiç ?
Ya da şöyle diyeyim tanımlayamadığın bir aşkı tek sayfa kağıda izah etmeye çalışırken mürekkebin bitti mi ?...
Dur ...
Yazdığın herşeyi sil ...
Tükenmez dediğin kalemin tükenir ..
Bitmez dediğin mürekkep biter ...
Kurşun dediğin kalemin körelir ...
Dur ...
Dur ki aşk acıtıyor ...
Yakıyor ...
Param parça ediyor ...
Mavi'yi tanımlamak olur mu mesela kapkara mürekkeple ...
Bir valiz dolusu kıyafeti boyamaya yeten bir şişe mürekkep , bir sayfa kağıdı doldurmaya nasıl utanır ?
Gök'te , Deniz'de , Gözünün baktığı her yerde mavi'yi görmek ...
Hadi , ben dökeyim dışarı bütün eskileri , sen tart ; gramı paha biçilmez hurda yığını dertlerimi ...
Kaç bin derdin var şair amca ...
Kaç bir derdi var şiirlerinin ...
Biranın asidine , şarabın doyumuna , Çayın demine dokunan şiirlerin kaç mısradan oluşur ?
Kaç kıta'lık şiir anlatır bir mısranın içinde ki gizli sevgiliyi ...
Bak şair efendi ...
Söyle o göz yaşlarına ...
Dertleşsin benimle dosdoğru !
Yada söyle şu eline bulaşmış mürekkebin izine sarılan kağıda , dinlesin Ada'm akıllı ...
Bugün biraz , birazın üstünde , çok üstünde doluyum sanki ...
Yemin olsun birkaç demlik çay dindirmez ...
Saz'ın teli kafasını bana takmış ...
İlle de kederlendirecek ...
Doymuyor hislendirmeye ...
Umrum'u tırmalıyor her notası ,
Senin mürekkebin gibi , gelip taa en derinde çırpınıyor ...
Biraz ağlaşalım ..
Ya da birazcık kısalım gözlerimizi ...
"Çay uzun uzun durunca bayatlamış" dedi az önce Çay'dan bilmez bir manyak ...
Bayatlamış kendisi , çaya söz eder ...
Yere düşen sigara külünü seveyim Şair amca ...
Desene , dimağını kilitleyen kaç ton söz var literatüründe ..
Yazılmayan ,okunmayan şiir var mı hiç ?
Denk geldin mi bir zihinde ?
Ben ezberledim öyle bir şiir ...
Ezberletti kendini .
Doldurdu bütün mısralarını zihnime .
Sigaranı söndür Şair'im ...
Yakacak şiirin son mısrasına varamadan şiiri yazan işaret parmağını ...
İçin için şiir'e ağlarken kaç güzel harfi işaret ettin o parmağınla ?
Kaç güzel rengi işaret ettin göğün kuşağında ?
Kağıdın utanmışlığı olur mu hiç üzerine yazılan şiirin tarif etmeye çalıştığı sevda karşısında ?
Derler ki "Dimağı kuruyana önce çay verilir , su değil." ....
Israrımı mağzur göreceksen eğer , çok konuşmamı Sevda'yı tanımlamakta ki cehaletime , acz'ime vereceksen eğer ; diyeceğim var ...
Cidden , bütün şiirlerin , güzel sözlerin , en güzel önsözlerin toplamı bir Sevda'yı tanıtabilir mi ?
Denedin mi ?
Tarifini yapabildin mi hiç ?...
Kaç çeşit bitki de , kaç çeşit dil de davet ettin Sevgi'yi mürekkebin ve kağıdın huzuruna ...
Sevdiğine Gülüm der mi insan ?
Der ...
Solacak , sararacak , kuruyacak diye düşünmez ...
Sevda solar mı Şair emmi ...
Nasıl tanımlar insan, bir tanımlanamayanı ?
Senin dertleşeceğin de yok aslında ...
Zaten kağıdın kupkuru ...
Mürekkebin bol...
Dur hele , ihtiyar anlatsın azıcık ...
Sıkılmayasın , imrenmeyesin ...
1 note · View note
ihtiyardivit · 6 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Mektup 50...
Maviliğime ve ona değen gün ışığına , onu satırlarında gizleyen tüm şiirlere , saçlarının lepiskasına mektup...
Maviliğim ... Sence Aşk senden ötede midir ? Aşk'ı dilemek başka , dile dökmek başka ve bir de içte yangısını yaşamak bambaşka...
AŞK NEDİR ki ? Aşkın net bir tanımı yoktur, netlik'ler içinde bir kaftan hazırlanamaz aşk'a... Çünkü herkese göre farklıdır aşk. Peki nedir aşk? Aşk kelimesi, Arapça aşeka'dan gelir. Aşeka, bir ağacı saran, besinini ağaçtan alan ve zaman içinde ağacı kurutarak öldüren sarmaşığa denir. Öyle varlıkla yokluğun birleşimidir. Zıtlıkların bir arada olma durumudur. Aşk iki kalbin birlikte atması demektir. Hayattaki en güzel duygudur. Aşk ilk önce gözlerle yaşanır. Sonra kalpte karışık bir duygu oluşur. İşte o zaman aşk başlıyor demektir. İnsan bu duygu içerisinde kendine bile hükmedemez. Tek düşündüğü âşık olduğu insandır. Bir insanın karanlık dünyasını aydınlatan, renklendiren tek şeydir aşk. Zaman geçerken aşkı getirir. Aşk birbirini tamamlamaktır. “Aşk , kovalamaktan çok kaçmaya benzer.” demiş , bir hâl’den anlar büyüğümüz ... Görmekten çok özlemeyi , dokunmaktan çok düşlemeyi sever Aşk... Bir Bilgin şöyle demiş ... “Aşk , uçurumun dibine düşmek gibidir. Onun için sevgilinin adını ‘YÂ’ koymuşlar ..” Aşk , bilmeyenlerin konuştuğu , bilenlerin ise sustuğu şeyin adıdır aslında. Bilmeyenlerin günde kırk kez ‘sandığı’ , bilenlerin ise bir ömür ‘andığı’ iç yangısı’dır... Şifası zehrinde olan birşeydir aşk ... İçtikçe çoğalırsın ... İçtikçe azalırsın ... İçtikçe şifa bulursun ama içtikçe tükenirsin ... “Bilen söylemez , söyleyen bilmez” cümlesinin muhatabı olan yegane konu başlığıdır aslında Aşk... “Bilen susar” betim’inin başlı başına gizli öznesidir Aşk... Gizli öznesidir ama genelde cümle sonuna denk düşen kelimeye sorulan "KİM","NE" sorularının asli cevabıdır özne ... Gizli’si de , Gizsiz’i de ... İşte ikilemdir Aşk ... Susar , susamaz ... Şöyle ki ; iç yangısı durmamak susmamaktır. Dışa aktarıp gün de kırk kez Aşk tutulması yaşamamak susmaktır. “Aşk’tan anlar” olanlar susamaz ... Çünkü der ki bir bilen ; “Arif konuşursa helak olur. Aşık susarsa helâk olur. Arif konuşursa sır ağzında gizlenemez ; Aşık susarsa yanar. İç yangısı kavurur durur içini. “ Hâl böyleyken insanın iç yangısını Aşk meselesinde doyumsuz şekilde anlatan bir cümle daha söylenmiş Aşk’tan anlar bir bilen tarafından ; “Aşık ah etmezse Aşk yerini bulmaz , aşk doyumsuz olmaz. Aşk , doyumsuz olunca Aşk’tır. “ Aşıkların esmağı “ah’tır... Dille “Ah” değil ama ; içten Ah çekmektir ... Ah , farkına varmadan iç çekmektir , ardı ardına binbir nefesi için için içmektir ... Önce Aşk’ın ne olduğundan daha önemlisi “ne olmadığı” konusu aslında . Aşk nedir ? Sorusunun tek cümlelik cevabı da olabilir ; “Aşk üç noktadır “ denilmesi yeter . Aşk’tan anlar olan herkes anlar ne denilmeye çalışıldığını ... Ama burada ne olduğundan daha öncelikli soru “ne olmadığı”dır ... Hz. Mevlana diyor ya hani ; “Kıyamazsan baş’ücana, Irak dur ; girme meydana . Bu meydan da , nice başlar kesilir ; hiç sorar olmaz . “ Yani diyor ki “ Yükünü taşıyacağına inanmıyorsan girme o yükün altına..." Aşk , Ser’den geçmenin adıdır. Yok olmaktır. Var olmaktır. Varlıkta yok olmaktır. Yokluğa har olmaktır. Varlığa kor olmaktır. Bir büyüğümle sohbet ederken demli çay kıvamında bir söz etmişti ; “Yok etmiyorsa aşk yoktur. Yok etmişse eğer ; onun adı Aşk’tır. “ Ki Aşk yokluğa talip olmaktır bir anlamda. Mesela birisini sevdiniz ; Neşeniz , hüznünüz , sağlığınız , huzurunuz vs neyiniz varsa içte yaşattığınız ; hepsini sevdiğiniz ile takas etmeyi yeğlemektir aşk. “Huzuru olsun , huzurum olmasa da olur. Neşesi olsun neşelenmesem de olur. Sağlığı olsun , sağlığımdan olsam da olur. Hüzünlenmesin , hüzünlenen ben olsam da olur. “ dersiniz hep... Aşık olduğunuzu zannettiğiniz kişide dahi böyle düşünmenize rağmen bir de hakikatli şekilde aşık olduğunuzu düşünün ; nelerden vazgeçersiniz (?)... Bir senaryo repliği’dir ama hakikatli bir sözdür ; “Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm ? Ben senin için yaşamayı göze almışım. “ Doğru diyor Seven ; ölüm nedir ki ? Uğrunda yaşamak daha meşakkatli olsa gerek. Ölümü seçmek kaçıp gitmektir ; yaşarsan uğrunda neler yaşarsın ... Başkası için , bir değer için , bir kutsiyet için yaşamak Aşk’tır. Bayrak için , Vatan için , Yâr için , Kutsiyetler için yaşamaktır Aşk . Bir değerler manzumesini aklına nakşedip öylece aynı çizgi de dümdüz yürüyebilmektir Aşk. Üstad Salih diyor ki ; “Aşıkların sözlerini alıp satanlar aşık mıdır ? İçini görmez Saray’ın , vasfeder duvarını.” İşte bilenlerin sustuğu , bilmeyenlerin konuştuğu meselesi bu . Kitap yazıp satar , ticaretini yapar ; “Aşk’tan anlar bir bilen” diye geçinir . Yaptığı ile söylediği birbirini tutmazsa aşık , sazın telinde nanca yaşar ki yüreği ? Aşık mıdır o ? Arvasi Efendi şöyle der ; “Muhabbet , sevilenin suretini sevene giydirir.” Gülüşünü bile kıskanmak , bir kirpik teline kütüphaneler dolusu ansiklopediler sığdırabilecek söz söyleyebilmek bundandır işte... Aşık olmayıp içinde yaşadığını dışa vurup “Aşk’dan Anlar bir bilen” diye tanınan kimseye rastlayamazsınız mesela. Çünkü “Aşk’tan anlar bir bilen” olmak için önce gönül yangısı ile teması olması gerekir. Yanmayan yananı bilmez ... Eskilerin bir lafı var ; “Birbiriyle ünsiyet eden ruhlar bir araya gelince sohbeti ziyadeleşir." derler ... Aşk’ın tükenmez bir cümleler , satırlar zincirlemesi olması bu oluyor işte. Bu yüzden aşk yazılgandır ama anlatmak ile tükenecek bir yazgı değildir. Üstad Necip Fazıl’ın bir betim’i var tam da konuya denk düşen , Hatırlayalım birlikte : “Falan,dağın ardında;seslen seslen işitmez, Filan,toprak altında;göz yaşları diriltmez, Neye vardın,vardın da;ufuk varmak ile gitmez, Bir şey göster kadın da;tılsımını eskitmez, Yââr o ki,hep yad’ında;eksilmez ve eksiltmez , Muradı muradında,seni bırakıp gitmez.” İşte Aşk bu’dur ... Yoksa kimse bir kendi türünden olan için , gözle görüp dokunabildiği yaradılan için neden yok olsun , neden yansın... Aşk , anlamına değmedikten sonra zaten aşk değildir ... Olsa olsa suizan’dır o . İyi bir şeyi kötü zan’netmektir. Ve Zan’nın her hali Hüsn’ü Zan dışında kalırsa kötüdür. Sadettin Ökten okuyan yada dinleyen var mıdır bilmem ama bence başlı başına bir hazinedir Sadettin hoca , şöyle diyor Aşk’ın tanımında ; “Aşk , almak değil ; vermek sanatı’dır.” Çok hakikatli söz ... Ahmet Turan Alkan’ın bir kitabı var , mutlaka okumanızı öneririm ; “Üç Noktanın Söylediği” isimli kitap... Kitabın girişinde Üstad bir hikaye anlatır bu üç nokta ( ... ) ile ilgili ... Şöyledir o hikaye ... “Zamanın birinde Ahmet diye fidan gibi bir delikanlı vardır. Ahmet , civarın en güzeli olan bir kıza aşık olur. Tutulur. Gider babasına , anasına der meseleyi."Durum bundan ibaret , benim içim eriyor , mutlaka nikahıma isteyin o kızı eğer anası babası ve kendisi de razı gelirse"der. Aile hazırlanır , gidilip istenilir kız. Ailesi kızı verir ve düğün olur. Bir zaman sonra Ahmet’in askerlik çağı gelir ve askere gitme günü geldiğinde sevdiğine , eşine der ki ;"bak hanım , ben askerdeyken sana mektup yazıcam. Ama mektupların en sonuna her zaman yan yana 3 tane nokta koyucam. Benim sana hasretim o 3 noktanın içinde gizlidir. Sana anlatmak istediğim ne varsa asıl o 3 noktaya gizlidir"der ve askere gider. Ahmet mektup yazar , mektup köye ulaşır ; önce annesinin eline geçer , birkaç gün annesinde kalır koklar evladının kokusunu. Birkaç gün babasında kalır mektup , civanının mektubudur çünkü... Derken Ahmet’in mektubu sevdiğinin eline geçer , ve sevdiği , eşi hemen mektubu hızla okuyup en sonunda ki 3 noktaya ulaşmak ister sabırsızca ... Uzun uzun bakar 3 noktaya ... Baktıkça ,"vay be ahmedim demek bunu yaşadın orada , vay be ahmedim demek rüyanda beni gördün , demek saçlarımı özledin"gibi gibi kendinden manalar çıkarmış her mektubun sonunda ki o 3 nokta (...)’dan ... Ahmet askerden gelmiş , çoluk çocuk olmuş , torunları olmuş aradan çok uzun seneler geçmiş... Birgün torunu Ahmet’e "Dede tavan arasından bisikletimi indirir misin"demiş. Ahmet çıkmış tavan arasına , bisikleti alacakken gözüne tahta bir sandık ilişmiş ... Sandığı açmış ki askerde iken eşine yazdığı mektuplar Hale’n duruyor ... İnmiş aşağı , eşinin yanına gitmiş hasret ve muhabbetle . "Bak hanım tavan arasında ne buldum"demiş ihtirasla . Eşi hemen heyecanlanmış , almış hemen elinden mektupları , hızlıca çevirmiş çevirmiş sayfaların sonunda ki 3 noktalara bakmış uzun uzun ... Ve dönmüş eşine demiş ki ; "Ya hu bey , sen ne güzel mektuplar yazardın bana askerdeyken... “ İşte size Aşk ... Aşk , üç noktadır . İçinde tonlarca yangı barındırır. Dem barındırır. Yazgı barındırır. Hasret barındırır. Anlatılamayan ne varsa meseleye dair ; içinde barındırır üç nokta ... Bir e-posta , bir mesaj ne kadar süre durabiliyor iletilerimizde ... Üç’er noktanın yazgıları , yangıları nasıl izah ettiğini görebilen şey’dir Aşk... İşte buradan da anlaşılabileceği üzere ; Eğer bahse konu olan mesele Aşk ise , yeri gelir üç noktanın anlattığını bir edebiyat şerh etmekte acz’e düşer : anlatamaz. Bazen susarız ya hani , sözün bittiği yer de susarız ve öylece bakarız . İşte üç nokta o’dur. Hatırlayalım birlikte güzel bir anlatı’yı : “Bir bakış , bir bakışa neler neler anlatır , Bir bakış , bir bakışı senelerce ağlatır .” Bir bakış bazen o üç nokta olur ... Bazen yanaktan süzülen üç damla yaş o üç nokta olur... Bazen bir beraat dilekçesi olur üç nokta... Bazen kelimelerin yetirilemediği için susulduğu figan’dır üç nokta. Üç noktadır Aşk (...) Her nokta bir aahh’tır ! Seviyorum deyip haykıramamaktır mesela ; Boğaz da düğümlenen iki çift söz’dür bazen. Dilin lâl , gönlün melâl olduğu an’dır. Göz kapakları altında birikip dışa taşmamak için çırpınan 3 damla yaş’tır 3 nokta ... Hissedilen fakat kelimeler ile izah edilemeyen’dir üç nokta . Bitmeyendir , bitemeyendir üç nokta ... Öyle bir sevelim ki , mahşer günü sevgimiz gelip bize desin ki ; “Ne güzel doldurdun sen , üç noktaların arasını” (...) diye düşlemektir Aşk.. Aşk kifayetine bürünür ... Aşk ezelinde gizlidir. Mesela asırları aşmış sevdalara bakalım : KEREM kendi suretini görmeden , “sen artık ASLI'na bürün” demişler... FERHAT doğduğu gün, isim vermeden “bu çocuk ne kadar ŞİRİN” demişler... FERHAT'ın ŞİRİN'liği daha babası ona Ferhat demeden başlamıştır ! ASLI'yı, kaâlû bela’da ruhlar aleminde görmeseydi KEREM , Aslını nerden bulacaktı ? KAYS'a , Kays demeden evvel başlamıştır MECNUN’da LEYLA'nın rüzgarları … Bir anlatılası gerçek yaşanmış sevda daha vardır , romantizm diye nitelenir ama değildir fedakarlığı özetler her haliyle ... Şöyledir o hikaye ; Genç bir denizci subay, bir güzeller güzeli huyları olan kadına aşık olmuş.. Akademi’den Mezuniyetine az zaman kala vurulmuş iyice . Tanışmışlar . Derken , muhabbet- sohbet’ler edilmiş ; kaynaşmışlar. Evlenme teklif etmiş Subay , Sevdiği kabul etmiş. İki çılgın aşık kavuşmuş ve nihayet iki evli insan : mutluymuşlar ; hem de çok . O küçücük yuvada herşey dört dörtlük. Bir evlilik ne kadar güzel olursa, o kadar güzelmiş evlilikleri. Ama bir gün kader değmiş kapılarının kilidine . Hep böyle bir a'nı bekler ya hani sınanmalar , imtihanlar ... Gelip çalmış kapılarını bir sıkıntı. Kadıncağız hastalanmış, doktora gitmişler yanlış bir teşhis ve tedavide yanlış olmuş haliyle.. Gözleri kör olmuş genç kadının. O andan itibaren birşeyler değişmeye başlamış hayatlarında ; kadıncağız işini bırakmış . Biraz sıkıntılı , sinirli üzülüyor çünkü.. “Bu adam daha gencecik yaşta , benim gibi a'ma bir kadını çekmek zorunda değil” diye düşünüp durmuş sürekli... Adam da dert ediyor “o şimdi bana yük olduğunu düşünüyordur.” diyerek ... Mahsun ve perişan gerilmişler.. Sıkıntılar , kavgalar başlamış ... Genç subayın aklına bir fikir gelmiş . “Buldum” demiş bir gün gelmiş ; – “Ya hu hanım neden tekrar işine başlamıyorsun ?” diye seslenmiş sevdiğine , eşine ... – “Nasıl başlayacağım bilmiyor musun a'ma bir kadınım artık ben . Nasıl başlayabilirim o işe ?nasıl giderim ? nasıl ? nasıl ? …” demiş kadın. – “Bi dakka yahu , bi dakka bi dakka... Ben seni her gün arabamla bırakırım . Bir deneyelim .” demiş adam . Kadın heyecanlanarak “olur” demiş. Adam onu hergün işine götürüp getirmeye başlamış.Bakmışlar ki kadıncağız biraz daha yaşama asıldı, biraz daha hayata tutundu ; evlilikleri tekrar eskisi gibi... Genç subay ikinci perdeyi aralamış ; – “Hayatım , istersen sen işe otobüsle de gidebilirsin bunu yapabilirsin.” demiş ... – “Yapabilirmiyim ? “ demiş kadın ... – “ Yaparsın yaparsın , niye olmasın hadi bi deneyelim.” demiş adam ... Ve başlamışlar bu düşüncelerini uygulamaya ... Kadın her gün otobüs durağına gidip otobüse binip , işyerinin önünde iniyormuş. Böyle olunca birazcık daha mutlu , biraz daha neşeli , hayata iyice sarılmış , artık tek başına da ayakta durabilen bir kadın nihayetinde ; epey mutlu.. Hergün bindiği otobüse binmiş yine birgün ... Şoför kolundan tutmuş ; – “Hanımefendi” demiş kadına ... – “ Efendim” bana mı seslendiniz diye başını sağa sola çevirerek kadın ... – “Evet evet size sesleniyorum , siz çok şanslı bir kadınsınız “ diyince şoför , kadın şaşırmış .. “ Neden ? niye böyle söylüyosunuz ?” demiş a’ma olan kadın anlam veremeden “ Üç yıldır siz her bu otobüse binişinizde arkanızdan genç bir subay biniyor, geçip tam karşınızdaki koltuğa oturuyor. Hayran hayran sizi seyrediyor ineceğiniz durağa kadar . Siz inip işyerinize doğru yürürken arkanızdan el sallayıp öpücükler gönderiyor.” diye açıklamış şoför ... AŞK dediğimiz şey böyle olsa gerek ... Sevdiğinin gergin cildini , yüzünü sevmişken , kırışmış cildini ve yüzünü de sevebilmektir... Güzelliklerini paylaşmak değil meziyet , onun her haline tahammül edebilmektir . Kendinizi onda kaybetmek , yok olmaktır . Sevdiğinin gözbebeklerinde onsuz olamayacağını bildiğiniz için kendinizde kendinizin kalmamasıdır aşk dediğiniz şey ... Hasılı... “Ben seviyorum , o da beni seviyor diye mutluyuz . Eksiğimiz yok. Sevmese sevmem , sevmesem sevmez .” mantalitesine aşk değil "SANMAK" denir... Sözün özü ; Laylaylom değildir Aşk.. ! Aşk “romantik bir eylem” değildir  ; ötekileştirmeden sevmektir Aşk... Herşeyine rağmen , her haline rağmen .... Keşke herkes sevdiğinin saçlarının uçlarının dibindeyken bile saçlarının gölgesinde serinlerken saçlarının uçlarına hasret ölebilse ... Aşk yazılgandır ve aşk’ı bilenlerin susup bilmeyenlerin konuştuğu ; satışını yaptığı ; ticaretini sergilediği merhale’dir Aşk ... Anlatılası , dinlenilesi’dir Aşk... Veee döneyim şimdi sana ; Üç boyutlu halim ,Maviliğim ... Maviliğim , sen şimdi rüya'nda arabalı vapurun güvertesinden denize bakıyorsun ya hani... İşte bunu Ciddiye alma... Sana olan her tutku ve  benim sevgim daha büyük... Hazreti Düşüm ... Saç diplerim ter taşıyor alnıma seni her düşlediğim vakit... Sancı mı,yangı mı,yargı mı,yoksa her ter damlası senden aldığı bir damla buse saçağını kirpiklerime değdiren düşüne sargı mı ...? "Her kalp , kendi içinde ki çiçeğin kokuusunu verir." demiş Abdulkadir Geylani... Binbir yaprak çeşit binbir saç telinin kokusu ve bakışlarının kokusu papatya ; ölür mü rüzgar her değdiğinde kirpiklerinde , yaşar mı güneşin herhangi bir parıltısı bir damla tebessümünde ? Tebessümünün çiçek kokusu gül kurusu... "Seni Seviyorum" cümlesininin utancından köşe-bucak saklanasıya koşuşturması bundandır... Kimbilir sevdiğim , belki de Dünya sadece bir yutkunma yeridir... Bilemiyorum. Ama şöyle bir gerçeklik var bence ;Acı duymak ruhun fiyakasıdır. ​Öyle ya , aşk yokluğa talip olmak değil miydi ?... Öyleydi elbet... Bilmem kaç bin yudum çay damlası düştü dudaklarıma bilmiyorum,saymaya kıyamadım ... Bilmem kaç bin adım attım seni dileyen her mektubun başından sonuna koşarken , sayamadım... Bilmem kaç bariton dolusu haykırdım seni içime , duyamadım... Ben bir milim titresem göğüs kafesim kayıyor dışıma ama sen hep aynı zirvedesin ; biraz olsun titretmedim seni içimin ayazında... Ben , hiç MAVİ kalacak bir mevsime çıkmadım yolun yarısına beş kala ömrümün tamamında yorgun yokuşlarından kışın... Bu aslında güzel bir şey.. Şey işte.. Yangı... İç-dış yangısı... Üzerine melhem sürülemeyesi yaraya sargı bu belki de... Haziranın ortasının sonrasında ki adımları sayıyor doğan güneşler bu günlerin devamında... Ne yüce huzur aslında doğan güneşin en evvel senin yastığına değip oradan evrene yayılması... Ne yüce tutku ... Maviliğim... Seni seviyorum. Ama deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Gariplik içime taşınmış ,zihnimin zeminine hafriyat taşır gibi gürültüleri nakış nakış işliyor biraz biraz... Bir de şu var; Gönlün’ün eşini bulan gârip değildir. Anlatabiliyor muyum Sevdiğim... Çok okumadım kendisini ama Murat Menteş şöyle demişti ;
"Dünya'nın neresine gidersem gideyim, gönlümün başkentinde oturanla bağlantımı koparmıyorum." Bire bir ben...
Benim senden çok beklentim olmuyor genelde... Saçını tarayayım , küstüğün kişi olayım , gülmek için gülmesini beklediğim ol yeter bana... Bir de annemin sarıldığı gibi onun sarıldığı uzunlukta onun sarıldığı yerden sarıl bana ... Dahası canının sağlığı ...
Çay demledim şimdi... Biraz ağır demledim , koyu... Zifiri karanlık bardağın her yanı. Ve nelere baskın gelmezdi ki seni düşünmenin tadı ? ...
Ben bütün bu manasız iç sıkıntılardan senin var olduğunu hatırlayarak sıyrılıyorum. ​Sana seni anlatan mektup yazarken , seni şiire tattırırken ... Hem , bir sokağın kaldırımları tavanı ve tabanı ile topyekün çıkıp misafirliğe gelmesi gibi bir şeydir Şiir'de seni anlatmak...
Düşüm ... Düşeşim... Düş eşim... Ben Seni Seviyorum... Aklımdan çıktığın yok ,zira  ; Sevgili'nin kendisi kapıdan çıkınca hayali girer içeri... Aşık yalnız kalamaz. Yalnız kalıyorsa aşık değildir. Ki seni bile 8 gün 25 saat tavanında tutmayacaksa akıl niye olsa ki ? Yemek yerken üzerime dökmemem gerektiğini bilmesi dışında bir işe yaramaz daha :) Biraz da sen insaf et,ki bas zihnimin tavanına sevdiğim... İnsaf din yarısı'dır ... Sevdiğim... 8/25 Zihnimin tavanında salınan fikrim , düşüm , mihr'im... Âşık tek başınayken bile yalnız kalamayandır. Yalnız kalamaz o, ya sevgilinin hayali vardır ya sen kendisi. Hz. Mevlana gibi seslenir ; ”İki gecem var ikisinde de uykusuzum, biri sensiz olduğum gece. Hasretin bırakmaz ki gözüme uyku girsin. Diğeri senle olduğum gece. Yanımda sen varken uyumak olur mu?”   Âşık yalnız kalamaz. Ayrılık, hasretlik de kâr ediverir bazen câna. Bir gün bir aşık almış âşık başını sevgilinin yanına gitmiş. Boynunu bükmüş ‘özledim’ demiş... "Perişanım, derdim çok, gamım çok, kederim çok." demiş Ermiş'e.. Ermiş cevaplamış ; "Âşığın kederi olmaz ! Âşıkta keder ne arar ? Sevgilinin yüzünü gördüğün anda bitiverir bütün kederler, bütün tasalar, bütün dertler." Doğru demiş ermiş... Belki Hz. Mevlana onun için der ;"Kimisi yüzünü sevgiliye döner, kimisinin yüzü sevgiliye dönmüştür.." Aşık yalnız kalamaz. Kalkar gider sevgilinin yanına. Derdini, tasasını anlatır. Sevgili güler, ayaklarını âşığının dizlerine koyar ve döner bakar ; "kederin var mı?" der... Durur bir âşık, yoklar kalbini ‘yok!’ deyiverir. Mâşuk güler. "Var deseydin, yalancısın diyecektim." der.. Sevgilinin yüzünü görünce kalbinde hâlâ dert olan adam aşk iddiasında bulunmasın. Sesini duyunca, hayali hatırına gelince, kalbini yoklayınca, kalbinde hâlâ dert varsa, keder varsa, gam varsa sen âşık değilsin demeli ona.. Çünkü sevgilinin derdi öyle bir derttir ki ; bütün dertleri siler, kaldırır, atar. "Ayrılık, hasretlik kâr eder bazen câna" demiştim ya hani ... Seher yelinden haber gönderir âşık. Âşığa herşey onu söylemezse o adama âşık denir mi ? Seher yeli güzel bir koku getirse ”Yâr oturmuş yele karşı, alıp getirdiği koku onun kokusu” diyemeyen adam âşık mıdır ? Yüzüne yağan kar tanesini sevgilinin parmakları zannetmeyen, bir bardak çayı iki tane söyleyip ”İki çay söylemiştik ordan, birisi açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni”. Ne güzel demiş Cemal Süreyya. "İki çay söyler orda birisi açık, birini kendi yerine, diğerini sevgilinin yerine içer." Herşey onu söyler. Mesela ;"Bana herşey seni hatırlatıyor’ diyen adam âşık değil, unutkandır. ‘Hiçbir şey seni unutturamıyor’ diyen adam aşktan birazcık haberi vardır. Birazcık haberi oluşu ; hiçbir şey unutturamıyorsa onu hala kendisi vardır. Tam haberi olsa kendisi de kalmayacak.
Ben sana mecburum Sevdiğim... Ve ben bugün de seni çok seviyorum... Çay içer misin ; ben açık , sen gölgesi koyu ...?....
2 notes · View notes
ihtiyardivit · 6 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Mektup 49 ...
Maviliğime ve Onu tanıyan şehirlere , bulutlara , göğün her damlasına mektup... 
Maviliğim’in Saçlarını izah edeyim size...
Saçları Güneş’e değmiş , bir Haziran ayazını ikiye bölüp ... Değmiş parmak uçlarım önce saç diplerine , sonra saç uçlarına . Saç uçları değmiş göğe , hatta ; birinci katına hava’nın.
Benim dudağım Mayıs’ın sonuna denk düşen ayazda birkaç’a bölünmüş gibi ; öpememişim uzadıkça her yeni Haziran’ın ayazını birkaç’a bölen saç uçlarından ... Lepiska derim ya hani saç uçlarına ... Spiral halde dipten uca doğru döne döne kıvrılıp , uçlarının bir göğü , bir güneşi , bir kirpik düzinesini işaret etmesi ; ahhh bu nasıl evren ? Başımı döndüren cümle sonuna değmeyen nokta mı ? yoksa hazreti virgülüm mü ? 
Bilmiyorum ...
Bir cümle de saçlarını anlatmak öyle izahi değil ... Bir mısra’ya sığdırabilmek saç uçlarını ... Ne büyük hadsizlik...
Güzel olan şeyleri şiir ile tanımlamazdık şiir güzel olmasaydı ... Peki şiir gibi saçları neyle tanımlamak akla uygun gelir ? Onu da bilmiyorum.
Cevabını bilmediğim herhangi bir şeyi sevemezken bu muallak nedir ? Bilmiyorum ... Kaldırın başınızı , gök’te kaç bulut var sayın... Yada gök’te kaç hudut var sıralayın ... Olmuyor değil mi ? Normaldir...
Dudağım biraz kurudu şimdi . Başım tavanda , ritmik herhangi bir müzik fonda ve çay orta demli ..
Ancak ; sallama çay ... Herşeyi sallayalım ama çayı demleyelim bence... Hiç olmazsa hasreti bastırır dem ...
Diyor ya hani bir ozan hasret yangısı’nda ... “Açma ... Yaram derindedir . Benim yaram derindedir , Başka tabipler istemem ; Beni derde salan gelsin ... Ölüm bir nefes arası , Size de gelir sırası , Bu yara gönül yarası ; Dermanını bilen gelsin ....”
Çay içer misiniz ? Sallama ama demli ...
Şeker de yok , mis gibi uykusuz bir sabahın gecesindeyiz ... Maviliğim salına salına çıkmış gökler dolusu kat kadar yüksekliğe , saç uçları kirpiklerine değmiş sanki salınırken...
Saç dipleri bin yaz’ı aşmış sanki göğün tavanına ... Güneş sarışınlığını onun parıltısından almış ama değmiş tavanı tabanın zeminine .
Evren dediğimiz her saniye genişleyen kâinatı çepeçevre süsleyen saçları , bir tek benim parmak uçlarıma değmedi ...
Ozanın da dediği gibi ; “Açma , yaram derindedir : dermanımı bilen gelsin ....”
Ağlamaklı bi hava çöktü kapının önüne az önce ; içeri alasım yok ama , çay ikram etmesem olmazdı .
Kirpiğime düştü az önce saç uçları aklımdan Maviliğimin... O biraz evvel , daha az - çok az evvel kapadı gözlerini ; uyudu ... O uyurken ben kirpiklerini izledim biraz. Belki korkar diye perdeyi bile kımıldatmadım. Oysa ki sevmez uykuyu hiç... Kirpiklerime düştü saç uçlarının gölgesi ve ben bunu bahane ettim , ellerimle tutup kaldırdım aklımın tavanına kondurmak için yeniden , parmak uçlarım şimdi biraz titrek ; saç uçlarına değdi sanırım . Şimdi siz durun şöyle bir kenarda , Hazreti Virgülüm’ün saçlarını ona anlatayım ;
Saat gecenin 01:23′ü ..
Muhtemelen uyuyorsun ; rüya da görüyorsundur kesin : Erciyes’in zirvesinden Kayseri’yi izler gibi birşey olsa gerek gök’te kendini düşlemek ...
Havanın aydınlanması ile birlikte , ilk “Günaydın” diyenim olasıca kadın ...
Saçlarına kıskandığım yağmur damlaları dokunan Kadın...
Nasılsın ?
Saçların dağınıktır kesin şimdi ... Dümdüz , toplu olsa da dağınıktır. Ben az önce yanındaydım Hürmet-i Fikrim... Sen uyuyordun , şimdi de uyuyorsundur muhtemelen ... Az öncesi gibi şimdi de mahmursundur.
Kim bilir ne güzel görünürsün başımı göğe yaslayıp kirpiğime assam mahmur özünü ... Bir sabah vakti kapıyı çalsam uykudan uyandırsam seni... Bunlar , bu hayaller hep gece saçlı olmanın beni gecelere saklamasından ... Ama birgün saçların yüzüme düşse, bu bir düşse inan ağlarım... Gece karanlığının sonundayız ve gökte senin tabanın benim ise göz kamaşmışlıklarımın zirvesinde bir boşluk var göğün ortasında ... Parmak uçlarım , seni kirpiklerimden kaldırıp aklımın tavanına asınca saç uçlarına titredi...
Ve saçlarına, ve boynuna, ve omuzlarına baktım ise; ki bakmışımdır mutlaka ;aklımın tavanında’dır kesin  . Zihnim ,saç uçlarının gölgesinde iken bir kuşun uçuşunu sezme derinliğindedir...
Biz , akşamdan EDİ-BÜDÜ gibi küsmüşüz , sabah olmuş ... Serin ve sakin bir sabaha uyanıp balkonda kahvaltı ediyoruz ve senin saçların dağınık, gözlerin uykulu olsun mesela . Sırf o halinle bile, bir kere daha seni sevmeye bahanem olur benim. Herhangi bir sebep bulabilirim hergün sevda zirvesini edinebilmek için seni sevmenin...
Saçların dağınık , gözlerin uykulu ... Başka hiçbir şey yapmana gerek yok huzuruna hergün ,yeniden , daha fazla serilebilmem için ...
“Her erkeğin kıyameti ,sevdiği kadının saçlarında kopar...” demiş bir ozan ...
“Keşke herkes sevdiği kadının saçlarının uçlarına hasret ölse. Gece gündüz aralıksız şekilde saçlarının gölgesinde serinlese ama yine de hasret olsa...” demiş biçare bir seven ...
İnsanın Sevdiği kadının saçlarının kokusu omuzlarına henüz sinmemişse hasreti anlatacak herhangi bir ansiklopedi yok...
Saçlarının teline dizeler döktüğüm, Amber’im ... Saçlarının kokusuna hasret düştüğüm kadın... Muş’un yokuşu rüzgar rüzgar sevdiğim.. Kah bir lodos gök’te esen; Ilık mı ılık.. Kah ustura gibi bir deli poyraz.. Bırak saçlarını rüzgarlarına bu yokuşların ; Bu şehirde sevdasız ve rüzgarsız yaşanmaz.. Erzurum'da da yaşanmaz mihr'im... Sivas'da da yaşanmaz hem.. Ankara'da da yaşanmaz ... Ve Ağrı dağı zirvesinde de yaşanmaz ...
Türkü söyler gibi saç uçların ve gök gibi dipleri ; mutlaka ... Maviliğim ...
Parmaklarım diyorum, dolaşır mı bir gün saçlarında ?...! Saçlarına dokunduğum gün, parmaklarımın devrimidir sevdiğim ; anlatabiliyor muyum mihr’im ...
Bu gece bir dem dokundu aklıma ve parmaklarıma... Saçların yerine hep olduğu gibi sessizlik ortasında sensizlik dolanıyor. Ve anıyorum, bir papatya bahçesinden farksız kokan saçlarını… Muhtemelen öyledir ...
Dün gece Rüyamda sarıldım sana ve kokladım buram buram,saçını okşadım , sonra sen uyandın ; ben uyandım , gök süzüldü kirpiklerinden ... “Ve herkes anlatabiliyor bir ağrıyı... Ben söylesem bu yaz akşamını :
Biri , bir sevda titreşiminden söz etse ,
Düşün ki saçlarını savuruyordu rüzgar ,
Gözleri gülüyor ama karanlık kirpikleri.” demiş bir şair ... Her bir saç telini ayrı sevecek kadar hayranım ben sana mesela ..
Her birini ayrı ayrı ... Öyle ki ; binlerce kütüphane dolusu ansiklopediye sığmaz bu yangı ... Saçların edebiyat kokuyor be kadın , her bir teline şiir , tamamına kitap yazılır ... Ciddiyim ...
Fikrim , Zikrim , Mah’ım , Mihr’im , Ötem ... Az öncem , Az sonram , tümüm ... Göz göze değmese yüzümü çevirmezdim...
“Güzel sevmeyene adam denmez” miş ... Barış Manço hep doğruyu söyler Maviliğim ... Bence de denmez ... Saat 02:47 ...
Çay bitti , satır bitti , sensiz kaç asır bitti ... Özlemini bilsen bir de sen rakip çıkarsın bana kendini böyle sımsıkı sevip ...
Ve biliyor musun Sevdiğim ... Şaka değil , ben seni SEVME SANATI'nı ciddiye alıyorum.
Ve düşünsene Maviliğim ; az önce içtiğim çayı sen demlemiş olsaydın , yudumlarken odaya sızan güneşten gözümün kamaşmasını saçlarının gölgesinde serinletseydim...
Demiş ki bir bilen ; "Allah nasip etmeyeceği bir şeyi hayal de ettirmez..." Ben inanıyorum . Ve biliyor musun : Ben hakikaten sana mecburum ... ​
3 notes · View notes
ihtiyardivit · 6 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime mektup 48… Sevgili Hazretleri… Güzel yanım, huyum, zirvem… Seni sevmek başlı başına özel bir yetenek bence. Bu yetenek senden sırayet eden bir gen belki de… Hani biz seninle BİR'iz ya? O işte… Özüm… Saat 23:11 Sana seni sevmenin nasıl birşey olduğunu anlatayım günüm, güneşim, gün eşim… Ömrümden bir 24 saat daha gidiyor az sonra. İçine sığdığın 86400 saniye daha geride kalıyor yolun yarısına adım adım yaklaşırken… Her gün 86400 kez düştüğün kirpiklerim terledi, saç dilerim biraz daha küheylan şahlanışı gibi hınca hınç huzurlu şimdi… Ki parmak uçlarım seni anlatacak herhangi bir harfe boyun eğercesine koşar gibi. Çay soğudu bak… Güzel Maviliğim… O kadar güçsüzüm ki, sana herhangi bir beyit'ten senli örnek verecek olsam çaresizim ; çünkü sesim bile çıkmıyor. Saat 23:40… Uyusam mı bilmiyorum… Uyanmaktan korkmasam uyanmadan yüz yıl uyurum sanki ve ağaçlar, evler, kuşlar bile uykuya dalar az ötelerde az sonra. Bir lokma alabilir miyim uykundan? Bu sıralar bir garip, bir tuhaf, bir huysuzum ki sorma… Sana söyleyemediklerimi bak gaybına söylüyorum içinden konuşma bence, ayıptır ardımdan konuşman. Bu yeryüzü tamam ; bu gökyüzü iyi - güzel : amenna… Ya sen? Nasılsın? Bu arada, her işte bir hayır vardır bu doğru ; bunları geçmeyelim ancak ben bıktım artık hayırdan şer, şer'den hayır damıtmaktan. Misal, şimdi yanyana uyumak da vardı. Uyumamakta hayır var da, uyumakta ne mahsur var ki? Bir güzel olsak ya seninle.. Bu anlaşmazlıklar niye sence?.. Secdelere küs alnımda bir kara, bir kara… Yani şimdi biz seninle kalksak gitsek ya bütün mahallenin zillerine basıp basıp kaçsak, nefes nefese kalsak koşarak ve bir an dursak, hızlı hızlı nefes alırken gözgöze gelsek, ben o an içimden ; “öyle güzel ki az önce yanımda geçirdiğin saniye, içinde ki dakika, içinde ki saat, içinde ki gün, hafta, ay, yıl, asır… Öyle güzel ki… Ve güzel olan herhangi bir şey gibi bu anlar da bitmeyesice olsa…” diye iç geçirsem… Belki Abant olur, belki Porsuğun kenarı ama illa bir yer olur bir bayram namazı sonrası ben anlatsam sen anlasan, beraberce ağlasak… Ya da sadece sen anlasan, ben öylece yansam… Ağlamak anlamaktır aslında. Birlikte ağlasak mı acaba…? Biliyor musun herhangi bir alengirli sevginin dibiyim gibi ; uykundan bir damla, saçının terinden bir damla… Seni sevmek eşittir huzura eş, seni sevmek başlı başına önemli meziyet. Sevgili Sözüm, Özüm… Şimdi biz seninle denk düşsek aynı güneşin altında ki saçakların gölgesinde ve sen kafam karışık giyip gitsen, benim ilk ekmek soran Ermiş ile aramda geçecek diyalog şöyle olur muhtemelen ; - Gitti… - Sen ne yaptın? - Hiçbir şey… - Nasıl hiçbir şey? - Öyle işte, hiçbir şey yapmadım. Gitti. Ağladım sadece, öylece içli içli ağladım. Önce gözlerimle ağladım, sonra tüm vücudumla sarsıla sarsıla ağladım. - O ne yaptı peki? - Bana mı ? - Sana, kendisine…Neden gitti yani? - Bilmem… Kafası karışık mış… Kendini iyi hissetmiyor muş… Gitmesi gerekiyor muş… Öyle işte… - Sevmiyor muymuş seni ? - Seviyor muş aslında… Ama kafası karışık mış işte. - Tutsaydın ellerinden, bırakmasaydın. Gözlerini gözlerinden kaçırmasına izin vermeseydin? Neden bıraktın.? O zaman gidemezdi belki? - Denedim. Ama beceremedim, gücüm yetmedi. - Ama böyle de olmaz. Gidelim hadi… - Nereye? - Gidelim. Sevenin üzülmeyeceği bir yere… - Ben de üzmüş olabilirim belki… Saçını tararken canını acıtmışımdır, gözüne toz kaçtığında çıkarırken gözüm kamaşıp fazla üflemişimdir belki. Bilmiyorum… - Olsun, gidelim biz. Kimsenin kimseyi üzmediği, sözün öz olduğu bir yere gidelim. - Var mı öyle bir yer? - Var. Ama uzak biraz, dönüşü de olmaz ama… - İsterdim. Ama gelemem. - Neden? - Beklemem lazım. - Onu mu? - Evet onu. Beklemem lazım, belki gelir. - Gelir mi? - Bilmem. Umut işte. Belki gelir, belki umudumu kesmediğimi, ağlamanın vazgeçmek olmadığını, eğer dönerse yaralarını iyi edebileceğimi hisseder ve gelir.. Yalnız kalınca içi acır belki onun da. Eksikliğimi hisseder belki. Ensesine dokunmamı, saçlarını okşamamı falan ister belki. Bilmiyorum işte, belki diyorum. İhtimal. Belki kendi gelir, belki bana gel der. Benim beklemem lazım. - Ya gelmezse? Ya gel demezse? - Olsun. Beklerim ben. Usul usul ses çıkarmadan, sadece yağmurlu havalarda ağlayarak beklerim ama yine beklerim. Hem ya gelirse? - Haklısın. O zaman gelmiyorsun benimle? - Hayır… - Hoşçakal o zaman… - Bakalım… Tastamam böyle bir diyalog olur.. Benim gözde güzide Sevdiğim… Çayım bitti, yenisini doldurdum. Soğumuş, ısıttım ve biliyor musun öylece durup demliğin kapağının fokurdayan suyun kuvvetiyle titremesini izlerken sana titreyişimi sığdırdım demliğin kapağı arasına… Sonra dedim “her neyse…” Beni biliyorsun, ağlamaktan usanmış iki gözü olan Sen'den ibaret BEN'im… Sence sızısı olur mu gözyaşının ? Oluyor… Böyle tadı tuzu yüzünü sancıtır gibi… Ve sana bir sır vereyim mi? Bu hayatta ağlamaktan benim kadar nefret eden bir insan daha yoktur. 9 yaşımdayım, sabah 5-6 civarı. Dedem bisiklete binmiş, mahallenin yokuşundan çıkıyor. Ekmek almaya gidiyor efendimiz. Sulu kar yağıyor, hava buz gibi… Ben ilkokul 3'e gidiyorum Köprübaşı ilkokulunda. Simit tablam alüminyum, havanın etkisi resmen işlemiş simit tablama… Ayağımda siyah lastikler, uçları yırtık ama babam naylon iple uçlarını içine muşamba koyup dikmiş. Biraz tamir etmiş işte canını sevdiğim güzel kalpli idolüm… Elimde eldiven yerine çorap, ellerim soğuğun etkisinden metal simit tablama yapışıyor ve evden çıktığım daha birkaç dakika olmuş. Pantolonum kısa geliyor biraz, ayak bileklerim açık kalmış. Ama şimdi moda o tip pantolonlar. Burnum, kulaklarım buzhane de dondurulmuş gibi donmuş. Biliyor musun “Islak karın sancısı” diye kitap yazsam, o soğuğu yine de anlatamam sana. Neyse, planım her sabah olduğu gibi simit fırınına sabah 7'de ulaşıp erkenden simit alabilmek için fırına ulaşan ilk simitçi olmak. Çünkü ilk alan olunca fırının yakınında ki zengin mahallesinde ki binalarda hemen bitiyor simit. Böylece bir tabla bitirip okul vakti gelmeden ikinci tablayı da alıp satabilirim. Bir de orada ki binalar hep yüksek bina, bağırınca ses yankı yapıyor ve yüksek sesle bağırmaya gerek kalmıyor. Boğazım ağrımıyor, çok yorulmuyorum kısacası… İşte ilk simitleri ben alırsam, erken biter ve ikinciye gider tekrar alırım öğlene kadar onları da bitirip okula gidebilirim. Bir seferde 10 simit taşıyabiiyorum, iki sefer de 20 simit satmak , havalara uçmak demek benim için… Mahallenin yokuşundan çıkarken dikenliklerin ardında çimenliğe çökmüş çöpü karıştıran köpekleri gördüm. Olduğum yerde durdum, geri dönemiyorum, ileri de gidemiyorum. Öylece kaldım. Simit tablamı tuttum iki elimle, öylece bekledim bi süre birisi gelir onunla beraber geçerim düşüncesiyle. Yerden çakıl taşları alıp yeleğimin cebine doldurdum önce montumu açıp, sınıf arkadaşım Ferdi'nin annesinin artık Ferdi'ye olmadığı için bana verdiği, ama bana da kolları kısa gelen montumun ceplerini de taş doldurdum… Artık cesaretliyim. Birkaç adım attım ve orada ki köpekler hemen ayağa kalktılar. Bağırsam mı acaba diye düşündüm, bağıramadım.. Bağırırsam saldırırlar belki diye.. Bağırmadım korkudan. Fikrim… Bir anda ne oldu biliyor musun? Dedemi gördüm… Bisikletle geliyor. Öyle bir sevindim ki, o an birisi gelip bana ayakkabı alıp giydirse, birisi mont giydirse, birisi bir seferde 100 simit alsa benden, o kadar sevinmezdim… Ciddiyim o an yaşadığım sevincin tarifi yok. Yanıma kadar geldi dedem. Ellerim, yüzüm, ayaklarım buz tutmuş orada birkaç dakika da. Simit fırınına da geç kaldım zaten. Dedem geldi yanıma ve ben içimden diyorum ki ; “Dedem büyük, o korkmaz köpeklerden. Şimdi kovar köpekleri, ben de bisikletin arkasına binerim, Dedem beni Devoğlu-Çark Caddesi dolmuşlarının kalktığı durağa bırakır.” Biraz da burnum akıyor tabi… Kolları kısa gelen montumun kolları ile bazen de avuçlarımın içiyle, elimin tersiyle burnumu siliyorum ; parmaklarım donmuş. Dedemin yanıma gelir gelmez ilk söylediği şey ; “ Neye gezirsen la burda hayvan oğli hayvan, itin döli.”…. İçimde ki o heyecanın tamamı kayboldu. Ve sana yemin ederim o an o köpeklerin orada olması umrumda bile olmayıp yürümeye başladım Dedeme “Simite gidirem,köpekleri gördüm durdum ısırırlar diye.” dedikten hemen sonra. Bu cesaretim fazla sürmedi ama, köpekler saldırdı. Kaçabilecek alan da yok. Düştüm ben dikenliğin üstüne. Köpek ısırmıyor ama bana doğru dişlerini çıkarmış hırlıyor ve yaşadığım korku tarif edilemez. Dedeme baktım bi an… Bisikletin üstünde öylece duruyor kendini korumak için. Sonra bisikleti köpeklerin üstüne sürdü, taş attı ve gitti köpekler. Bisikletine binip geldi benim düştüğüm dikenlerin önüne. Üzerim sırıl sıklam, ellerim ayaklarım buz tutmuş. İndi bisikletten küfürler ederek, elinde ki file lastiğiyle vurdu bana. Ayağıma bi de yüzüme denk geldi. Vücud Islak olunca o lastiğin verdiği sancı en az milyon kat artıyordur herhalde… Ben köpekleri saldırtmışım. Öyle dedi. Suçlu benim… Üstüm ıpıslak, her yanım donmuş. O lastiğin canımı nasıl yaktığını bilemezsin. Bak yemin ederim, o anın bir saniyesi bile hayatım boyunca aklımdan hiç gitmedi. Ellerime, kalçama dikenler batmış hep, zor kalktım oradan. Tabi dedem bindi bisikletine gitti. İçli İçli ağlaya ağlaya çıktım yokuşu. Seyran yenge vardı bizim uzaktan akraba komşu, o gördü beni yokuşun başında. Halk ekmek satılırdı mahallenin aşağısında, ucuz diye herkes oradan alırdı ekmeği sabahın ilk saatlerinde. Oraya gidiyormuş Seyran yenge de. Ne oldu dedi, anlattım. Bir dolu beddua etti dedeme. Ama ben içimin dopdolu şekilde ah etmesini dile dökemedim. Elimden tuttu, yolun karşısına geçirdi beni. Gittim fırına üşüye üşüye. Üzerim sırıl sıklam. Fırıncı yaşar abi beni fırının yanına oturttu, alev rüzgarıyla üzerimi kuruttu uğraşarak. Çay verdi bana, simit verdi sıcacık. Pantolonum, montum, yeleğim hepsi kurudu. Yaşar abi çok iyi adamdı, çok seviyordum onu. Şimdilerde ayakkabı satıyor Aziziye camisinin orada ki simit fırınının yerinde, çok yaşlanmış, baya da kilo almış. Arefe günü iftar yaptık birlikte Ülkü Ocağında. Bana çok doyumsuz bir huzur verdi Allah razı olsun. Her neyse, ben o gün simitleri aldım, hiç bağıramadım. Zaten yüksek binalarda hiç satılmadı simit. Benden önce simit alan simitçi satmış oradan geçerken ondan almışlar. Sulu kar vardı, montumu serdim simitlerin üstüne, kısa geldi, bazıları ıslandı satamadım … 10 simitten 6 tane kaldı, gittim kahvehaneye. Sulu karın ardından sert yağmur başladı. Öğleden sonra okul var ve ben yol parası kadar simiti ancak satmışım 20 simit satarım diye düşlerken. Ayaklarım ıpıslak, donmuş. Ellerim buz gibi donmuş simit tablamı tutamıyorum elimde eldiven niyetine giydiğim çoraplar da ıslak… Elim sanki metalden olan simit tablama yapışır gibi oluyor soğuktan. İnan bana, bir an bütün Dünyanın en güçlü, en cesur, en zengin insanı niye ben değilim ; niye hemen şimdi güneş çıkmıyor ve benim hemen şu an güneşi çıkaracak gücüm niye yok, bu yağmuru durduracak gücüm niye yok diye hayıflandım içli içli. Gözlerim dolu, ellerim ayaklarım buz gibi… Gittim Özkan abinin “Garaj Kıraathanesi” isimli kahvesine… Cam da bir yazı : “Seyyar satıcı giremez.” Ben kendimce uyanığım ya hani? Dedim oralet içicem desem kahvenin önünde ki masada oturmama izin verir kahveci. Simit tablamı masanın üstüne koyup içeri girdim, oralet istedim ; soba var kahvenin ortasında tüm hırsıyla yanıyor. 10 kuruş bir oralet. 1 simit de o kadar zaten. Sabah ki dayak, ıslanmak, üşümek, korku, simitlerimin ıslanması, saat neredeyse öğlen olduğu halde benim henüz 4 simit satmış olup birinin parasını da oralete verecek olmam ve kahvede ki bazı insanların bana acıyarak bakması… Birkaç saat içinde hepsi üst üste . Aldım oraleti, 5 tane de şeker aldım kahvecinin kızgın bakışları arasında. Dışarı doğru çıkarken önce bir elimle, sonra diğeriyle bardağı tutarak ellerimi ısıttım, masaya koydum bardağı dışarı çıkınca, ellerimi ısıtıp ısıtıp dudağıma yanağıma sürdüm yüzümü de biraz ısıttım. Biraz açım… Oraletle birlikte bir simit yiyeyim dedim, en ıslak olanını seçtim “nasıl olsa ağzımda ıslanacak” diyerek kendimi ikna edip… Islak simit yedin mi hiç? Hiç tadı yok… Yedim onu, oraleti de içtim… Üşüdüm, pantolon kısa geldiği için açıkta kalan ayak bileklerim iyice dondu… Ayaklarım sandalye de otururken yere değmiyor ve bir defasında fırıncı yaşar abi şöyle demişti ; “eğer sandalye de otururken ayakların yere değiyorsa büyüdün demektir.” Ayaklarım yere değsin diye sandalyenin ucuna oturdum, yine de yetişmedi ayaklarım. Değmedi yere. Büyümemişim daha… İyice üşüyünce çaresiz içeri girdim tuvalete gidicem bahanesiyle… Sobanın yanından yavaş geçip tuvalete gittim, bekledim biraz tuvalette, sonra geri dönerken de aynı şekilde yavaşça geçtim sobanın yanından. En az 10 defa böyle yaptım. En sonunda kahvede bir masada oturan mükemmel kalpli bir abi çağırdı beni… “Simitçi, üşümüşsün. Otur sobanın yanına. “ dedi… Eğer yaşıyorsa Allahım ona asla zor gün göstermesin. Hayatta değilse de zaten o kalbi ile cennettedir. Çok sevindim… Şu an bile hatırlıyorum o anı. Devamında ekledi ;” Simitlerini de getir, dışarıda durmasın. “ Gittim getirdim simit tablamı. Yanıma geldi o abi. Bana oralet söyledi. Bir de simit aldı benden. Islanan simitlerimin hepsini sobanın üstünde kuruttu. Ellerimden çorapları çıkardı, ısıt ellerini dedi. Lastiklerini de çıkar, çoraplarını da kurut dedi… İlk başta çok utandım lastiklerimi çıkarmaya. Çoraplarımın ikisi de başka renkli çorap, uçları yırtık… İkinciye tekrarladı, zaten çok aşırı üşüdüm diye çıkardım lastiklerimi, çoraplarımı da çıkardım. Aldı çoraplarımı sobanın borularına sarıp kuruttu… İçim, gözlerim ışık ışıl… "Bir çocuğun içine dokunmak” deyimi var ya hani ? İşte o abi benim içimde o an pamuk şekeri dağıttı… Isındım iyice, çoraplarım kurudu, lastiklerimin içleri bile kurudu. 5 simitim kaldı, kalktım onları satıp okula gidicem öğleden sonra okul var. Okuldan çıkınca kaymak satmaya gidicem kahvelerde. O gün birkaç saat içinde şöyle birşey oldu adeta ; Sabah köpek korkusu ve dedemin dayağı, üşümek, simitlerimin ıslanması eşittir ölmek. O abinin bana oralet söylemesi, simit alması ve benim terleyene kadar ısınmam eşittir dirilmek. En yalın haliyle böyle açıklanabilir. Sabahki korku ve üşümek başıma ağrı sokmuştur kesin, şu an hatırlamıyorum ama üşümem ve korkum hiç gitmedi aklımdan. 3 numara traşlı yine saçım, biraz uzamış. Saçlarım dümdüz, simit tablamı kafamın üzerinde taşıyorum diye saçımı dümdüz yapmış. Çıktım kahveden, yağmur durmuş… Kaldırımdan, suyun olmadığı yerlerden gittim Yeşilyurt - Hendek arabalarının kalktığı “Eski Garaj” denilen yere. Orada hemen biter çünkü simitler. Yolcu otobüsünün içine çıkınca hemen alıyorlar yolcular. Ve o garajda izbandut gibi bir simitçi mesken edinmiş orayı, kimseyi sokmuyor simit satsın diye. İstisnasız beni her gördüğünde zevk için bile olsa, simitlerim bitmiş bile olsa döven birisi. Sabahki köpek korkusunun gözlerimi doldurmasının bire bir aynısı yine… Gözlerim doldu, ayaklarım oraya gitmek bile istemiyor… Ve ben artık çok güçlü olup o Simitçiyi dövmek istiyorum. Dövmeyi geçtim, artık beni dövemese bana o da yeter… Yine gördü beni. Kafamda simit tablam, simitlerim düşmesin diye koşamıyorum ama hızlı adımlarla Kaldırımdan yürümeye başladım o yetişti bana.. “ Ulan piç, ben sana demedim mi Bidaha girme buraya diye. S.ktir git burdan.” diyip tekme vurdu ayağıma, kalçama. Benim boyum onun beline ancak geliyor… Yeryüzünün delinmesi ne demektir sence? Ya da gökyüzünün yere çakılması? Ben yere düştüm, simitlerim düştü… Ve emin ol yer delindi, gök parçalandı çektiğim acıdan. Çamur, yağmur suyu ve az önce sobanın yanında kuruttuğum üzerim sırıl sıklam yine. Simitlerim her dayak yediğimde olduğu gibi yine çamurlandı, suya düştü… Gözyaşı, yağmur suyu, çamur, simitlerimin suya düşmesi ve çamurlanması, içimin yangısı, içli içli ağlamam, yaşadığım korku… Etrafta ki esnafın camların ardından bakıp karışmaması, kafamı ne yana çevirsem bir dolu umursamaz “büyük”… Simitlerim düşünce o kahvede ki abinin verdiği simit param da düştü suyun içine, kayboldu. Simit tablama koyuyordum her zaman en son sattığım simitin parasını, simit tablama bereket getirsin diye. Simitçi arkadaşım Bekir öyle derdi, ben de öyle yapardım hep. Simit tablam, simitlerim düşünce o da düştü kayboldu. Ve bu simitçi beni ne zaman dövse hep param kayboldu. O tablama koyduğum param her dayak yediğimde kayboldu. Simitlerim ıslandı, çamurlandı ve ben yine birşey yapamadım, simitlerim tamamen su gibi oldu, susamları hep dağıldı. Artık sobada ısıtmak da işe yaramaz. Kaybolan paramı da bulamadım. Çaresizim ama içimden neler diyorum neler. Bir simit parasını da oralete vermiştim. Sadece 3 tane simit parası var ve o da ancak yol parası zaten. Kalktım yerden, avucum soyulmuş, üzerim tamamen su gibi. Ve büyüdüğüm zaman mutlaka bu Simitçiyi dövücem diyorum her dayak yediğim zaman. Sana yemin ederim o gün yaşadığım iç yangısı bambaşkaydı. Ağlamak çare midir bilmem ama insan acımasaydı bilemezdi yüreğinin yerini. Ben yüreğimin yerini o gün daha iyi anladım. Kalktım o suyun içinden, oturdum önünde çöp kovası olan bir bakkalın cips kutusunun üstüne. Bakkalcı da kızdı, kalk ordan dedi… Her yanım ıslak… Ağlamak nedir sorusunun en yalın örneği haldeyim. Simit tablam elimde, yürüyerek okula gittim, öğretmenim Suzan KAYA üstümü görünce eve yolladı. Geldim eve, Annem ağlıyor. Hem de nasıl ağlamak. 9 yaşında bir çocuğun Dünyayı yerinden oynatacak güce sahip olmak istemesi kadar korkutucu birşey olmaz herhalde. Ama yok işte, çok istesem de olmadı o gücüm. Ne oldu Anne dedim… Niye ağladığını demedi, ağlamaya devam etti. Başına eşarbını yazma şeklinde bağlamış. Başı ağrıyınca öyle bağlardı hep… Benden küçük olan ortanca kardeşime sordum, “Dedem dövdü” dedi. Sabah beni mahallenin yokuşunda gören Seyran yenge anneme demiş mahalleye dönünce. “Mustafa dede çocuğu set'in orda dövmüş, üstü ıslanmıştı, gitme simit satmaya dedim dinlemedi ağlayarak gitti” demiş… Annem de gitmiş dedeme, “Baba ne yaptı çocuk sana, niye dövdün” demiş. Dövmüş annemi, çok dövmüş… Ben durur muyum. Aldım elime bisürü taş, gittim bütün camlarını kırdım, evin her camını en az 50 defa kırmışımdır ben toplamda… Ne zaman bizden birini veya beni dövse gidip camlarını kırdım. Şimdi bütün akrabalarım halen daha söyler, “çok dövdü sizi ama senin cam kırmanı birtürlü engelleyemedi” derler… Hani diyorum ya, çok güçlü olmak istedim… Çok güçlü olmak istedim ama hiç olmasa bari dayak yemesem, her fırsatta annemi yada babamı bir şekilde dövmesine engel olabilsem veya o simitçinin beni dövmesine, simitlerimin yere düşmesine, paramın kaybolmasına engel olabilsem de bana yeterdi… Olmadı işte, ben o yaşlarda hiç güçlü olamadım. Ne o Simitçiyi, ne de Dedemi durdurmak mümkün olmadı. Ben camları kırarken Nenem alt katta odunları kömürlüğe diziyor, bağırmaya başladı, “Mustafa koş camları kırıyor.” Ben durur muyum hiç , yakalarsa bayıltana kadar döver. Kaçtım o aşağı inene kadar. Onların evin iki ev yanında inşaatta kalıyorduk, adamın birisi tek katlı gecekondu yapmış, inşaat halindeyken yarım bırakmış imar izni yok diye. Biz de kendimize ev yapana kadar orada kalıyoruz. Sadece duvarlarını yapıp üstüne beton yapmış adam, ne tuvalet ne kapı pencere, ne elektrik ne su hiçbir şey yok. Bildiğin inşaat hali… Babam kış diye camlarına naylon çakmış, battaniye çakmış naylonun üstüne, soğuk geçirmesin diye. Kaçtım oraya ben, dedem geldi peşimden… Annem dedemin önüne geçti, ben inşaatın arka camından atlayıp kaçacaktım aslında ama annemi yine döver diye kaçmadım, geldi yanıma, elinde şemsiye var, vurmaya başladı bana. Düşmanına bile öyle vurmaz eminim. Annem vurma diyip engel olmaya çalıştıkça ona da vurdu… Ona vurdukça ben engel olmaya çalıştım, ikimizi de dövdü, dövdü… Annemin saçından tutup çekti, tekme attı. Bak sana yeminler ederek söylüyorum, kendi yediğim dayaklar hiç önemli değil ama annemi öyle dövmesi beni öldürüyordu sancıdan her defasında. Ve ben ona öyle çok ah ettim ki, ona kolay ölüm nasip olmayacak. Asla…. Peki Dünyanın yerin dibine girmesini istedin mi sen hiç? Ben istedim… Neden biliyor musun? İnşaatta tuvalet yok diye babam bir yağ tenekesinin üstünü kesmiş, üzerine sünger çakmış, onu klozet gibi tuvalet olarak kullanıyoruz, dolunca annem yada babam götürüp bir çukura döküyorlar. Biliyorum miden bulandı belki ama bu malesef böyle. Dedem bizi iyice dövdükten sonra çıkarken o tenekeyi gördü, ayağıyla ittirip döktü inşaatın ortasına. Ve bütün o pislik yere saçıldı. Yeryüzünün tamamı parçalansın istedim o an. Parçalanmadı. Komşulardan Dilber yenge, Aysel yenge ve Halime yenge annemin ve benim ağlamalarımıza geldiler inşaata. Zaten en ufak kardeşimle benim ufağım çılgına dönmüş korkudan. Akşama kadar sürdü ağlamamız annem ve kardeşlerimle. Ablamlar geldi tarladan, onlarla birlikte annem temizledi inşaatın pisliğini. Kovayla kapının önünde biriken yağmur suyunu alıp yıkadılar yerleri annemin sessiz ama sanki göğü parçalayan ağlaması gölgesinde. Ben ne sanıyordum biliyor musun? Dedem Dünyanın en güçlü insanı ve biz ömür boyu hergün ondan dayak yiyeceğiz. Biz ömür boyu her gün üşüyeceğiz. Her gün elektriksiz evde oturacağız. Ben onun yaşattığı sancıları hayat boyu unutmak bile istemiyorum hiçbir zaman onun gibi bir insan olmayayım diye. Neyse… Şu an bile o anları hatırlayınca içimde dinmeyen sancılar oluşuyor ama Allah büyük. Çok büyük. Kolay ölüm nasip etmeyecek. Belki şimdi ah etsem tutmaz, bilmiyorum. Ama 9 yaşımdayken benden öyle ah aldı ki, eğer biz onunla aynı Allaha inanıyorsak o ayağıyla yıkıp yere saçtığı o tuvalet pisliği gibi pisliğin içinde ölecek. Maviliğim, işte ben en çok o gün nefret ettim ağlamaktan…. Sabahın en erken saatinde üşüyüp, elim ayağım buz tutmuşken, köpek korkusundan gözlerim dolup dizlerim titrerken dedemden yediğim dayak, öğlende bir tekmeyle yere serilip Simitlerimi çamurun içinde görmek ve çektiğim acı ; vücudumun buz tutması, aynı gün yine dedemden annemle birlikte tonlarca dayak yemek, inşaatın ortasına tuvalet pisliğinin saçılması… Ağlamaktan ben tam olarak en çok o gün nefret ettim. Ve Maviliğim… Ağlamak, çok satabilmek için ağlak edebiyat yapanların algılayamayacağı bir iç yangısıdır. Bir Simitçi çocuk ağlar, bin yazar yazamaz. Anlıyorsun değil mi ağlamak nedir ? İşte seni sevmek, ağlamanın olmadığı herhangi bir an kadar güzel. Öylesine huzur, öylesine yeniden doğuş. Yeryüzümün tek rengi… Seni sevmek, ıslanan Simitlerimi sobada kurutup yeniden satabilecek olmak kadar iç cıvıltısı, göz kamaşması, bir çocuğun heyecanı ile bire bir aynı… Ve ben Seni Seviyorum. Belki hayatın boyunca hep duyarsın bu cümleyi başka başka bisürü insandan ama ben başka seviyorum. Cino çikolatanın jelatinine sarmalayarak seviyorum. Ağlamanın olmadığı herhangi bir an kadar çok seviyorum. Rengi şeffaf olan göğün ve okyanusun Maviliğisin sen… İhtiyar Sana Mecbur…
3 notes · View notes
ihtiyardivit · 7 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Mektup 47 … Fikrimin Naif Düşü…
Düşümün Kadife Tenli Özü… Zihn-i Mührüm … 
Benim , omzumu nasırlaştırması için göğe bakıp bakıp iç geçirdiğim fikrim … Biraz zaman oldu sana ulaşır ümidiyle geleceğe mektup asmayalı…
Aynı senin kadar tatlı bir minnoş ile tanıştım dün Muş Ovasının hemen köşesinde adına okul denilmiş bir taş binanın önünde … Adı Gülpınar ama Baharı getiren Pınarlar gibi minnoş …
Ben Gülbahar diye çağırınca adının Gülpınar olduğunu söylerken ki tebessümünü görmen lazım … 
O gülünce göze değen parıltı İnan bana Bahar …
O gözlerini kısarak bakınca ben güneşin gözünü bana dikip kirpiklerimi kavurduğunu sanıyorum…
Bir görsen , o gülünce iç çekip baharı omuzlarıma asmak istedim bi an… 
Bence en az senin kadar yeryüzü , en az gülüşün kadar gökyüzü … Neyse …
Saat 01:29 …
Az önce kaldığım otelin akşamdan kalma çayından bir yudum alıp şöyle uzun uzadıya seni sana tarif etmek geldi çayın deminin ardından dilime … Hani herkesin, yanına gitmek istediği birileri vardır; Gecenin üçü, Sabahın körü, Hatta cehennemin dibi bile olsa….
Benim gibi … Çay dem tutana değin gelsen ve kirpiklerimin kamaşması bir an önce son bulup gülüşüne haykırsam içimden gelip içimde donakalan düşünü … Aklımdan çıktığın yok tabiki , ancak arada sırada düşün düşüyor gözlerimin buğusunda gözlerinin kuyusuna ve işte tam o an kirpiklerinin uçları mışıl mışıl uyusa, ben başımı yaslasam huzuruna diyerek iç çekişimi görmen lazım … “Sevgiliye verilen en güzel hediye sadakattir.” demiş Hz. Ali .. Bilemezsin sana nasıl sadık olduğumun dozajını..
İnan tahmin bile edemezsin . Nasıl birşey biliyor musun ? Psikoloji’de der ki ; insanlar düşündüklerini yazmaktan ziyade , yazdıklarını düşünürler. Çünkü yazı düşüncenin matematiğidir. Başımı yarıp bir mektup pulu ile , hokka kalemin divitinden damlayan mürekkep gibi senli damlaların damlaya damlaya bir seni nasıl okyanusa çevirdiğini zihnimde görebilirsin … Gülüm , Gül bağımı deren … Bütün şairler sana mı aşıktı ki her okuduğum şiirde, dinlediğim ezgide ve her çayın deminde sen vardın.. Ansızın , durup dururken hiç doyasıya içime çekemediğim kokunu getirse rüzgar … 
Yani canım burnuma gelse …
Henüz bakışlarının aromasını gözlerime değdirme şerefiyle aynı pay’da değilim ama aynı payda’dayım … Sevdiceğim kelimesi,sevdim ve seveceğim kelimelerinin birleşimidir hiç duydun mu Sevdiceğim ? Saat gece 02:57 …
Maalesef sen delisin, çatlaksın, sıyırmışsın. 
Ama sana bir sır vereyim mi, iyi insanların çoğu öyledir sol sızım… 
Ki zaten günümüz koşullarında psikolojisi düzgün olana anormal deniliyor. Hangi normal kişi hiç tanımadığına mektup yazıp onu anlatır ki ? 
Belki de tanıyor , belki de hergün görüyorum . 
Saçlarının uçları lepiska olması dışında herhangi bir izdüşümüm yok aslında , çayı seviyorsan , Beşiktaşlıysan ve saç uçların kıvırcığa yakın bukle bukle yani lepiska ise eğer , vallahi sensin o … Gülüm , Günüm , Güneşim … Ben seni sırıl sıklam olasıya , oldurasıya sevdiğimi sana daha net ifadelerle izah edebilirim ancak sen de , ben de , toplum da buna hazır değiliz muhtemelen … 
Nükleer denemeler, Kyoto sözleşmesi, küresel ısınma , boşanma oranları , son 20 yılda % 700 artan vesika başvuruları , son 10 yılda % 400 artan kadına şiddet göze , kulağa , akla mıhlanmış duruyorken topluma sevdayı dinletebilmek kolay mı ? Sen bil beni şimdilik, içine sığdırmaya uğraşma ama gülüşünün kapladığı evreni… Shakespare kendisine “seni seviyorum” diyen kadına “bu cümleden korkuyorum” demiş … “Kadın neden diyince başlamış cevaplamaya Shakes … - Bana Seni Seviyorum diyorsun , korkuyorum. Çünkü ; sen güneşi de sevdiğini söylüyorsun ama güneş çıkınca gölgeye kaçıyorsun…
- Bana Seni Seviyorum diyorsun , korkuyorum. Çünkü ; sen yağmuru da sevdiğini söylüyorsun ama yağmur yağınca gölgeye kaçıyorsun … 
- Bana Seni Seviyorum diyorsun , korkuyorum . Çünkü; sen rüzgarı da sevdiğini söylüyorsun ama rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun…
Korkuyorum , beni de sevdiğini söyleyip benden kaçarsın diye… “ demiş… Bizim aramızda asla böyle bir dialog da geçmez , söz bak … 
Nedensiz , bahanesiz , amasız, öylece körü körüne sarılırız …
Bazen de çay içeriz , gece vakti tüm mahallenin zillerine basarız , Ankara da bir huzur evi var bir görsen sakinleri nasıl minnoş , gider tırnaklarını keseriz , saçlarını tarayıp öreriz , ben öğrendim saç örmeyi orada ki görevli abladan …
Mesela sokakta ki arabaların tekerlerine vurup gece vakti tüm mahalleyi uyandırırız , lösemili bir çocuğun hayalini gerçekleştirmek için birşeyler yaparız mesela , maça gider hakeme su şişesi atarız sonra da kendimizi kınarız …
Çok minnoş şeyler yaparız cidden söz … Ben seni nasıl sırıl sıklam sevdiğimi aslında tüm evrene duyurabilirim ama düzenim bozulur diye korkuyorum … 
Durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar diye çekiniyorum aslında …
Her sabah uyandığım an aklıma , her gece uyuduğum an kirpiklerime değmenin içimde evren boşluğunu doldururcasına sıkışmasının dudaklarımı kurutmasına alışamam … Belki sen çok uzaksın , belki benim ruhum ölü ,
Belki de biraz Nietzsche biraz Kant okuyunca kafan karışmış … 
Zaten Çay’ı da , Parliament'i de bozdular tutunacak dalımız mı kaldı ? Çayhane de tanıdığım bir filozof vardı , güzel kadınlar insanın ömrünü uzatır derdi. Tamam ama ben ömrümün kısa olmasına da razıyım , öyle uzun uzun süren ömürlere pek gerek yok, birlikte ölebiliriz dilediğin bi evde veya mevsimde … 
Sana serilebilir gönlün tek renkli , sen renkli , mavi renkli narin halısı … Düşüm , Düşeşim , Düş Eşim … Bence bizi yaratan Rabbim de ister benim senin huzurunda sana bakarken açık çay içmemi… 
Her şeyin güzelini sever o ideal birliktelikler ister mesela … 
Seninle benim yan yana oturacağımız çekyata 
Ne ilahi adalet sığar ne de diyalektik.. 
İçime çöreklenmiş sığ bir “sen aydınlığı” var benim… 
Bir şiir dizesi gibisin sen…
Şey gibi.. 
Kelebek…
Bana bir günlük tebessümün dahi bir ömüre denk düşer İnan bana … 
Kirpiklerini kısabilirsin ancak gözlerin gülünce karanlık aydınlığa kavuşabilir , ihtimal değil mutlak … 
Ve sana yemin ederim , yüzünden önce gözlerini güldürmezsem bu ülkenin vatandaşlığından çıkarım …
Benim için nasıl riskli bir bahse girdim farkında mısın ? … Saat sabah 09:23 … Bir çayhane’de oturuyorum , karşı da park var …
Saçları pınarlar gibi dalgalı minnoş olan adına Gülbahar dediğim tebessümü ile baharı dize getiren miniğin olduğu yere gidiyorum az sonra … Parkın üzerinden siyahın bir sürü tonu geçti. Çayhane’de kumandaya gitti elim, ekrandan peş peşe programlar geçti. Önümden elinde çay bardağıyla limonlu ve tek şekerli çay taşıyan genç bi çocuk geçti.İçimden kısık sesle söylenen şarkılar geçti. Hatta bir ara içim geçti. Beklerken bir sürü şey geçti ama inan bana bir türlü senin düşün geçip gitmedi … Hiç değilse, içer misin? diye sormadan ocağa çay suyu koyduğun güzel günlerin gelebilme ihtimalini bil … 
Sen suyun kaynamasını beklersin , ben seni beklerdim ve aradaki boşluğa sana bir kez daha aşık olma ihtimalimi sıkıştırırdık.. Biliyor musun Maviliğim , kaçırdığımız sabahlara ciddi bir özür borçluyuz, beraber uyanmadığımız bütün sabahlara… Aynı güneş ve aynı gökyüzü altındayız biz seninle , ve sen büyürken kimselerin fark edemediği yerlerdesin belki de ; bilmiyorum…
Belki de benim tarife cesaret edemediğim saç uçların bir kıymet bilmezin elinde … Şimdi sana gözlerimi anlamsızca dikerken en yükseklere , durmaksızın seni düşündüğümü söylemem doğru olmaz…
Ama günün başka kimselere anlamlı gelmeyen anlarında , bazen onu elli geçe mesela , bazen ikiye altı kala , çorabımın tekini ararken ya da
kaç yumurta kıracağımı düşünürken tavaya
mütemadiyen seni düşündüğümü söyleyebilirim.
Sevgilim denmez artık uzaktaki sevgiliye , hatta yakında olana da denmez … 
Sevgili denmez , bence çok ayıp geçip girişildik gibi ; ama sevdiğim diyebilirim … Sevdiğim , belli olmaz saçma sapan bir zamanda , bir çocuk gülüşüne tanık olurken ya da eski bir Türk filmine dalmışken farkında bile olmadan seni birdaha birdaha birdaha severim … 
Sen ben de huy değilsin , ruh’sun. “Vücudunun %70'i su olan bir canlının nasıl olur da içi yanar ? “ derler … 
Bana sorabilirler aslında cevabını … Ömrümün Sarmaşık Fikri …
Ben artık ayakkabılarını ayakkabılarımın yanında , kapımın önünde görmeyi istiyorum!
Çayımı senin çay kaşığınla karıştırmak istiyorum gülüşünü ekip mesela … 
Ciddiyim ben artık her sabah aynı gazeteyi okuyup , aynı kapıdan çıkıp , akşam aynı kapıdan girmek istiyorum … Belki de şimdi ki zamandan biraz daha geç rastlarım sana …
Bilemiyorum …
Ama zaten her şey geç gelmiyor mu zaten yurdumuza ? … 
Herşey geç düşmüyor mu aklımıza ? 
Herşey geç değmiyor mu yüreğimize ? Maviliğim , Ömr-ü Zikrim… 
Sen gelsen , ben kirpiklerine sarılsam ve üstüm başım gülüşün koksa keşke… Mart’ın sonu Nisan’ın başı tam bu hayale göredir bana kalırsa, gel…
Zira fazlasıyla kamaştı şimdiye dek kirpiklerim … Sevdiğim , Maviliğim , Sözüm , Özüm , Fikrim , Zikrim …
Benim durmayan sol salıncağım … 
Ben seni seviyorum ve sanırım toplum buna hazır , Umurumda bile değil artık nükleer denemeler … 
Bıraktım Nietzsche'yi Kant'ı kafam hiç karışık değil !
Ruhum en güzel yaşında ve sen yeterince büyüksün.
Ayrıca kitaplarda tanıdığım tüm kadınlardan da çok daha güzelsin..
Ben seni severim ve ikimiz de bundan yararlanırız bence , ikimize de yetebilen bir ömür süzerim ben saçlarından … 
Şiirler demlerim sana , saçlarında çiçekler yetiştiririm …
Beşiktaş'ın maçı olur mesela , diğer kanalda da senin sevdiğin bir kadın dizisi … 
Ne dizisi yahu , Beşikt’AŞK’ın maçı var diyip her gol’den sonra önümüzde ki mısırı, çayı , bardakları deviririz … 
Ben seni severim ve rabbim buna razı olur eminim… 
Diyalektik dediğin zaten kanıtlanmamış bir varsayım , kanıtlansa da fark etmez şu dakikadan sonra !
Olsa olsa çayımıza teorik gerekçe olur . Ben seni severim ve tüm toplum buna hazırdır eminim… 
Gülüm, Günüm , Gül Bağımı Deren Rengim … Saat 18:56 …
Baharı bugün de dize getirdi pınarlar çağlası saçlarıyla Gülbahar … 
O tebessüm ettikçe sanırsın şimşek çakıyor kirpiklerime … 
İnan bana en az onun masumiyeti kadar fazla seviyorum seni … İhtiyar Sana Mecbur … 
Bence gelmen gerek … 
En azından milyonlarca bardak çay içimi kadar bir zaman için bile olsa gel ; aklına gelen her deliliği yaparız … Biz deliyiz , biraz sıyırmışız , biraz manyağız ama tüm iyi insanlar biraz delidir … Saat 19:13 ve tarih 20 Mart 2018 … Gelmen gerek … 
Demli ve tek şekerli çay içmek istemiyorum artık …
3 notes · View notes
ihtiyardivit · 7 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Mektup 46.... Tarih 14 Aralık 2017.... Sabahın ilk Işık'larının yere düşmesine biraz zaman kala Kocatepe camii'nin alt tarafın da çayı berbat olan gidilmeyesice bir simit sarayı , saray diyorum bariz harabe burası... Çayı az önce kendim doldurdum , bu kez güzel ve bir dolu demli. Onur Akın'ın dediği cinsten bir gecenin sonu şu vakitler... Hani şöyle diyordu ya ; "Geceyi sana yazdım. Sensizim, sana koştum iklimler boyu"... Yaz'lar , Sonbahar'lar geçip gitti , kara kışlar geldi de bir sen zuhur edemedin. Pek yüzsüzüm gelmeni ısrar etme konusunda biliyorum ancak insan içine söz dinletemiyor. Mutlak denk gelmişsindir "Evladım olmaz sonra alırız o oyuncağı" diyen ebeveyne ille de ısrar edip istediğini aldıran miniklere... İçimin içine düşmesi için ısrar mı gerek bilmiyorum ama bu sana 46.ncı mektubum... Minvalimi belki anlarsın... Meramıma belki kulak kabartırsın... 45 Mektubu dilek ağacına assaydım ağaç kururdu :) Yokluğunun ortasında ki varlığın ; Sol sızım... Zihni'min vitamini... Dilimin Mührü... Kirpiklerimin Zikri... Bu , sana berbat bir çayı yudumlarken döktüğüm mürekkebin harflere dönüşmesi sonucu aklını yitiren 46.ncı mektubum... Benim Ömrümün Gelinciği... Taaşşuk-u Kübram... Ekim'li Kasım'lı değil Aralık'sız düşlediğim ömürlüğüm... Başımı yasladığım an bir sert zemine , gülüşün düşüyor kirpiklerimin tam dibine ... Bir gülüşün var , sanırsın Kudüs de topluca Kudüsün Kurtuluşu Namazı kılmamızın sonrası arka arkaya saflarda birbirimize dua ediyoruz ... Muazzam bi mutluluk... Bir gülüşün var , aynen gece gibi... Gece gibi diyorum ama gerisini anlatabilmek imkansıza ramak kala ... Uykusuz bırakıyor insanı işte... Ama öyle güzel ki ; benim gördüğüm gülüşünü sen görsen kendi yanağını sıkarsın "Yahu bu ne minnoşluk böyle" dersin... Galiba şizofreni oldum . Kendi kendine konuşana deli derler biliyorsun ... Fakat , Dünya da tek değilsin ki ; ben de SEN'im... Sen bu çivisi çıkmış dünyada duvara astığım en güzel fotoğrafsın sözüm,özüm... Çerçeveleticem ama utanıyorum bir küçük çerçeveye bir ağız dolusu kahkaha bolluğunda ki gülüşü sade duvara nasıl asabilirim... Neyse ... Bak nasıl bir şey biliyor musun sana olan tutku ? Seni Seviyorum diyemem huzurundayken , ama ne zaman karşıma çıksan durur öylece seni izlerim . Yavaş yavaş yutkuna yutkuna tadarım huzurunun şerefini.. Ve biliyor musun , az önce bütün Ankara uyurken camii imamına seni anlatan bendim. Sesim yankı yapıyordu camii akustiğinde , belki dertli belki çaresiz belki de neşesinden dua eden bir amca tebessüm ederek baktı bize... Belli ki Aşk'tan anlar bir amcaydı... Sol yanımın ince sızısı ... Öyle çok yorgunum ki... Ama seninle şehirlerce yürürüm. Yağmur altında yürürüz mesela , sırf o çok meşhur olan "orta düzey romantizm hayali" kalıbını yerine getirmiş olmak için ... Mesela sana çilekli pasta alırım önce kızdırıp , tam minnoş minnoş güldüğün esnada günün gıcıklığını yapıp pastayı yüzüne bulaştırırım... Ama sana müstahak. Kim diyor böyle ahududumsu ol diye ? Aslında seninle olmasını hayal ettiğim daha bi dolu şeyleri ancak rüyamda görebiliyorum. Sana birşey diyeyim mi ? İnsan bu kadar imkansız olmaya utanır.. Bizim bi Mahmut abi var , "Öyle bir sev ki, tüm çektiklerine değdi desinler." demişti bana ... İlk aşama tamamdır ömürlüğüm.. Senin içimde saklı olup , Zihnimin zeminine hakim olup kirpiklerime değmiyor olman nasıl bir cümle ile tanımlanabilir tam emin degilim ama kabaca tanımlarsak şöyle ; sen benim evimsin ama ben sokakta yatıyorum.... Sana , seni gözlediğim yeryüzümü , seni düşlediğim gökyüzümü veremem ama gece üstünü örtebilirim , sana benzeyen ve Sana Anne bana Baba diyen kızımın saçlarını tarayıp sabah okula bırakabilirim ... Sadece gülüşün yeter dizlerimin tüm direncini harab etmeye ... Gülüşünü kirpiklerimden sakınıp içime asmam gerek , gözümün kamaşmasının bir türevi yok henüz... En azından senin yokluğunda ... Varlığının ortasında dimdik durup öpülecek bir alın ile bana bakan yokluğun var ya hani ?... İşte benim tüm meramım bu... Benim en sevdigim alışkanlığım, en tutkulu yanım... Ne alışkanlığı , tiryakisi olduğum uykusuzluğum... Parıltın , bitkin düşen yüreğimin yumuşacık yatağı... Uzun uzun uykulara dalıp uçlarında kirpiklerinin, gözlerinin gülüşünü aklıma asmak çok mu ütopik ? Şimdi seni düşürdüm şu an yine kirpiklerime ... Güzel yüreğin ve gülüşün o kadar uyumlu ki toprak ve güneş gibi ... ikisi bir araya gelince çiçekler açıyor yüreğimde .. Göz hakkı , gönül bahtı diyip öpesim var alnını... Alnından öpüyorum çünkü kaderinde dudak izim kalsın... Kirpiklerinin uçlarından öpüyorum seni , dudaklarım hiç kimsenin gözleri karşısında titremesin... Özüm , Dünüm , Bugünüm , Az Öncem .... Yarınım ... Gel bence ... Sen aklıma düşersin, ben kaldırıp kirpiklerimin tahtına kondururum . Hem bu vesileyle ellerini de tutmuş olurum.. O güzel gülüşüne aklımı daldırırım. Hem bu bahaneyle özlemini de yutmuş olurum… İnsanım , sevmek; farzıdır doğamın ve ben sana binbir kaşık sevgide dahi susarım... Sen yanımda uyu yeter ki , ben durup seni seyreylerken öylece uzun uzun susarım ... Ölsem de seni düşleyip yeniden doğar mıyım sanmıyorum , reenkarnasyona inanasım yok. Ama , körsem de ben seninle görürüm,mis kokun bulmamı sağlar yönümü. Kirpiklerinin parıltısını unutmadan anarım her yıl dönümü; gel ve bana değ ki ellerinden olsun ölümüm sevgili sonsuzluğum ... Ne diye gelmiyorsun anlamıyorum ki.... Sonuçta senden gelen ölüm olsa varım,ölüm olsan bana gelsen yarım. seninle aynı hayallere varıp,mutlu olabiliriz belki yarın ? Kaç ihtimal daha var bu cebirsel gelmeyişinin merkezinde ?.... İçimde yaktığım bir yanardağa akarsular yutturmuşsun , kim bilir kaç yangını tutuşturmuş su.. Hazzında değilsin ... Ben sana böyle susamışım, sen kana kana iç çekilecek arş'sın... Sonuçta kalemim bir senin önünde eğilir ... Gel Sol'um,Son'um,Sonsuzluğum ... Sen gel de , bir gör sana sakladığımı, ki ben bir kibrit çöpü yerine yakmadığınım ! farkındayım hiç arkana bakmadığının, ki amacım huzuruna denk düşmek ; ardına değil . Ama düşlüyorum yine de beni içinde akladığını. Bu bende ki sen tutkusunu saçlarının uçlarında hakladığını... Sonuçta tutku haktır. Bu Sen tutkusu bana , müstehaktır. İçimde sakladığımsın çünkü senin için aktır ; İçten Dışa ak-karayım çünkü beni senin aşkın pakladı ve yaktı... Çok bilgeye sordum, ne çok kitaba baktım; Seni Seviyorum çünkü sevdiğim , seni sevmek haktır ! Seni içimin zeminine ekip yine de özlüyorum çünkü özlenecek gibisin ; herkes mutlu, kavuşturamadık bir bizi iç içe , dış dışa ... Gözümü içime diktim , gözüm üstünde... Çünkü gözlenecek birisin... Sana tutuğum, çünkü bu kıvılcımın ortasında közlenecek gibisin ... Sahi , ayrı ayrı özgürken biz, asıl esir biziz. İçime yasladım başımı seni orada filizlendirecek ümidiyle içimden sessiz sessiz diliyorum kesintisiz, nasıl bir bahar, sen nasıl bir esintisin ? Nasıl güzel bir sesin tizi bu , taşıdığın nasıl bir kahramanlığın izi ? Nasıl hayatta kaldın, bunca vakit benden uzaklarda ? Dışımda sensiz her adımda tuzaklar var ... Acaba ne bekliyorsun uzaklardan,bende olmayan ne var ki o yıldızlarda ? Nefesimi dışa vururken hisseder oluyorum özünü ve sen nefesini tut bir süre ; sonra bırak nefesini : hızlı hızlı nefes alıp verirken ben taşırım kalp atışlarının yükünü . Bence sen beni dinle , bağrıma bağ��şla yaprağını , dalını , gövdeni ve kökünü ! Daha güzel bir oyun oynayalım, doyasıya , oldurasıya ... Mesela ; karşı takımlardan olmayalım.. Daha güzel bir oyun bulmalıyım,ki eğlenceye, kahkahaya doymayalım… Kısacası yârim , ben artık burnun burnumda uyumak istiyorum... Canım burnumdayken değil ... Bu uzun bekleyiş sarılmayla bitsin nolur... Do,re,mi,fa,sol,ya,nım,a,cı,yo Gel Artık... ! Ki ben ; senin muhtemelen ilkokul da sürekli yere düşürdüğün ucunda kurşun kalem gibiyim , dışım sapasağlam : içim biraz sen biraz ben .... Alacalı ... Ömrüm Huzuruna Hasret ! Bence gelmen gerek .. Gelsen iyi olur. Tamam , söz çok ısırmicam :) İhtiyar Sana Mecbur ...
1 note · View note
ihtiyardivit · 7 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Mektup 45... Düşünü kurunca kalp atışımı hızlandıran kadın... Gömleğimin en üst düğmesi; düzü-tersi ... Ben seni Özdemir Asaf 'ın kafiyeleri gibi seviyorum... Dilaver Cebeci'nin memleket sevgisi gibi tutkunum sana sarılma hasretine... Cemal Süreya 'nın Zuhal'e mektupları gibi tarifsiz ve uçsuz seviyorum.. Angara da bağıran seçim otobüsleri gibi bağıra bağıra sessiz,ıssız haller içinde herkese duyurdum renginin binbir türünü saç uçlarında topladığını... Eylül'ün sonuna yaklaştı ömür ve bir demli çayın buharı gibi bir asırlık bir yudumluk ve binbir sevimlik ömrünün bir karışı ... Anlamıyorum ... Seni mutlu etme görevini neden hâlâ bana vermedi Rabbim ?... Hep benim inadımdan belki de... Sen Asi... Ben zaten aksi... Ancak , "dilenileni vermeyecek olsaydı dileme hissini vermezdi" tefsirine sığınıp biraz da yüzsüzlük edip bol bol seni diler oldu zihnim... işi biraz zor ... Keşke ben o "en son yaprağı" koparmasaydım; mundar etmeseydim sen kokulu papatya bahçesini... Öylesine , ölesiye severken saçlarının gölgesin de kirpiklerini izlemeyi ; parmak uçlarımı tütünden sarartacak kadar özlerim seni bir nefeslik yakınında olsam dahi... Lakin, anlatamam yine bana seni , sana "BİZ"i ... Hangi eşsiz lûgat'ın tercümesi hasretin sahi? Gözlerimi kamaştıran her yanım ... Güzel olan şeyleri şiirle tanımlar mıydık , şiir güzel olmasaydı ? Seni anlatan mısralar dolusu ışıklar saçar mıydı GÖK , saçlarının rüzgarın da YÜZÜ dalgalanmasaydı ? Hangi güzel kelimelerin toplamına denk düşer ki seni tarif edebilmek Şanlı Zirvem... Hangi özel kelimelerin tamamına denk düşer ki seni anlatabilmek kutlu özlemim... Seni anlatırken mütevazi olmak ahlaksızlık olur diye içime geldiği gibi yazıyorum her mektubu... Abarttığımı düşünme... Aslın da bi gelsen göreceksin karanlığın aydınlığa kavuşmasını... Ne güzel demiş şair ; "Geleydin bir çay içimi Sen çay dökerdin ,ben içimi.".. Güzel seven ölür Maviligim... Ama çürümez... Kaç asır kaldı ki ölümümüze ?... Bir çeyrek asrın kaçta kaçı kadar vakit kaldı seni sevmeye , saç uçlarına hasret ölmeye ?... Gel artık.. Nedenini ve nereden çıktığını bilmediğim bir konu hakkında yardımına ihtiyacım var zira gelmemen ilk başta olduğu gibi halen anlamsız... Gel yanıma ziyan etmem tek bir taneni... Bu can yalnız yaşamayı da başarır ama adı sen olmazsın bu kez tasamın... Aslinda göz bebeklerine mesafem, bir dudak payı ; yere - göğe haykirinca yankılanıp kirpik uçlarına çarparak bana geri dönen "Seni seviyorum"lardan biliyorum bunu... Bir evrenin bir köşesinde bir sen bir ben bir de BIZ... Peki ya güneş bizim için varsa gölge ne için ? Güneş ne ki ? Güneş de kim ? Gün ve Eş ne için ? Sessizce, Sensizce doğan güneşin gezegeni saramaması parıltısının yetmemesinden değil , seni tahtında taşıyan gezegenin seni görünce güneşe sırt dönüşünden dir... Sana bakanın, gözüne değenin güneşe tamah'ı kalmaz aklımca... Sahi , seni kim israf ediyor ben kirpiklerinin gölgesinde bir açık çaya muhtaçken ? Özlemek mi daha zor yoksa beklemek mi ? Hangisi , bilmiyorum... Ama ; İkisi bir arada olunca nefes aldırmıyor sol yanıma her yanımı saranım ... Bence gel biz seninle birbirimize "Hayat" olalım... Birimiz diğerimizden önce ölürsek hayatta kalan da hayatını kaybetmiş olsun... Ki , öyle içten ki yüreğimin en derinin de ki yerin : Çıkarı yok ... Çıkası yok... Çıkarasım yok... Binbir ışıltılı cevherim... Deli gönüllü güllerin en sahi hazzı... Ellerim kol düğmemi çözemezken bileklerim bir çuval senli düşü mahvetmez ! Bu , derin saçların da dalgalanan rüzgarların  farklıca tonlarında sessizliği , sensizliği göl kenarında aramak kârlı hızım...  Sen gündüzü göster geceye ... Pariltinin arasinda kirpiklerinde gördüğün  bir gülün geçmişinden hisler ... Nasıl bir kısırlık bu sessizliğin dibiyimartık ;İnsan gelmese de arada sırada gözler... Sırtıma vurduğum her zincirimde varsın :Her yarım,her yarın ,her hüznün dününde varsın ! Sevdiğim her gözün yanaklarına karsın :varsın ve her yönüme darsın ! Bir kelebek olsam da ömrümü feda edip bir gününe ; ömrüne ömür olurum : ekerim gözlerine Ay ışığı, saç teline  güneş ,Çölüne su ,yıllarına aşk tohumu ! ...    Seni böyle arayanı görmediğini söyleme yalanın garipsenir . Bir rüzgar alıp seni  yanaklarıma  değdirse de, gideceğini bildiğimden nefesin boğuk gelir...  O yüzden özlemim kara vuslatım  donuk deniz ve soluk tenim bir  yanım hala eksilerde ...   Saçlarında gizledigin yıldızlara sor beni yar... Bulursan el ver !.. "Yazık koşamadın mı bir sevdaya" derler !.. Sensizliği adet ettim gözlerime yarim ,özlüyor benimle gök bulut ve yerler , yeller !... Yarim biz senle sevmek için doğmadık mı ? Karanlık çervelere bu güneş doğmadı mı ? Ölmeden önce korkularını yolla : Hayat bu ya !.. Yarim hâlâ gözaltlarına dolmadım mı ? Neredesin bilsem hiç durur muyum ! Duyar gibiyim hüznünü nasıl ya gurur mu bu ? Ufak bir odadayım bilirsin , "sen yanaklı yastığımı", bir tek başın eksik omuzumda; hissedersin  yazdığımı .. Hazzım... Yastığınla hâlâ arkadaş mı bal yanağın? Sol salıncağım ... Bence Gelmem Lâzım (!) Aynı masanın iki yanına oturup birer açık çay içsek de yeter bana ; şekersiz... İhtiyar Sana Mecbur...
0 notes
ihtiyardivit · 7 years
Photo
Tumblr media
Maviligime mektup 44 ... Benim bitmemeyi anlatan kitap kokum , düş-eşim , his dünyamın ekvatoru , sarjimin bitme sebebi olma ihtimalli solum-sağım ; her yanım ... Mektuplar dolusu dizilen göz kamaşmasının bir nedeni var mıdır bilmiyorum ama herhangi bir bestekâr seni haykıran hiçbir nakaratı notaya dökemez. Çünkü aşk yazilgandir . Sevgili Hasretim ... Hazreti Hazretim ... Birkac dilegim var sadece ... Dizine koymak başımı, açık çay içmek huzurunda , bana Baba diyen bir sana benzeyen parıltınin sana Anne demesi gibi... Gelmemek neyi hallediyor bilmiyorum ama bence gel. Yüzünden önce gözlerini güldürmezsem bu ülkenin vatandaşlığından çıkarım ... Gelmeyişini sevdiğim nede güzel varsın yokluğunun tam ortasında ... "Sevmek mübalağa sanatıdır ; abartın" diyen İsmet Özel'in sözünü dinleyip "Sevdiklerinize gül verin, gülünüz yoksa gülüverin" diyen Mevlana'ya uymak bütün yaptığım,yapacağım. Toprağa yağmur ,kirpiklerime gözlerin değince yeşerip ışıldayacak soluduğum her nefesim ... Seninle geceleri mesajlasırken telefon suratuma düşsün istiyorum, hem de ben... Bu mesajlaşma meselesi bana bayağı uzak , geldiğinde anlatırım :) "Gayem zatıaIinizi taciz etmek değiI efkar-i umumiyrde muhabbet kurmaktır cevabı müspetiniz kaIbi hayaIimi tamiri tayan edeceğinden dest-i muhabbetinize taIibim." diye iç gecirsem seni düşleyip , gelir misin acep ?.... Bak sana diyorum! Bu sokaklar bizim için var. Seninle el ele yürümek için. Seni sinir edip yalandan elimi bırakmaya çalışasın diye tüm gıcıklıklar. Bütün bitkiler biz nefes alabilelim diye var. İkimiz sarılırsak “bir” oluruz; buna inan… 10 parmağında 10 marifet olmasına gerek yok; birinde yüzüğümüz olsa yeter... Gel de gör ; 10 yüreğim de 1 seni nasil yuceltmisim gör... Aslında bana gelmeyişin, bana çok benzediğin içindir belki de... Benim de eksikliğim işte sensiz doğmak... Düşüm, Düşeşim, Düş Eşim.. Seni içinde barındıran bütün güzellikler, tek bir alemde ; tabii, bu alem önce sana binayen de... Sökülmen mümkün değil içimden acısız, Ki canım, canımın en küçük yapı taşısın. Yüreğim de ki eğim sana koşan yüreğime suizan ; eğimin başından beri içimde senden bir yangın yeri, nefessiz bacasız bu hengamede, seni canlı tutmak çabası cabası... Kader nasıl izin verir güneş ve yaza, biz hala kavuşmamışken aynı masanın iki kenarına koyulmuş iki çaya ?... Sabır bu mu ?... Zaar... Çok geliyor geceler güneşten aza ama sığar mı dualar bir avuca yada Maviliğim diye başlayan bir mektuba ? Sığmaz evet , lâkin gönül yolundan geçeni bile, geçip gitmeyecekten dileyen ahlâk değil mi herşeyin en güzelini sevdiren ? Sonum, Solum... Karşılaştığım her işlemin sonucunu SEN + BEN = BIZ diye buluyor olmamın dahi bilimsel izahı yok. Olsa olsa kadersel .. KADER ve SEL ... Seni sevmek başlı başına kalbin işi.. Sevme sanatı aklın işi... Sevgili Hasretim .. Seni ona buna değilde sana anlatabilsem. Güneş bir parça daha sen damlatabilse ve sen kirpiklerime bin perde Senli düşler saçsan... Bin perde Senli düşün içinden tam karşıma düşsen ; konuşsak , söylesem ve sen dinlesen. Gelişinin görkemini bir de böyle düşün... Yahut ben susup kalsam sen anlatabilsen. O vakit heyecanımın kısraklara binişini düşüne dursun düşün... Sevgili Salıncağım ... Seni düşe düşüren her düşünceye direncim , tükenmeyecek mürekkepler şöleni ! Sevgi imparatorluğunda bu en parlak dönemim benim... Haricen bide şuvar : Elim bir kagıda bir kaleme bir başıma birde sana yönelir. Bir de eğer gelirsen saçlarının uçlarına yönelir. Saçların kirpiklerime yön verir ! Seni sevmek bir ilimsel deneyim... Seni kirpiklerinden öpmeme fırsat ver, o hazzı deneyim... Seni sevince yeşeren bilime deney'im !.. Ben bir sana hasretim , birde saçlarının gölgesinde bir yudum sen sevmeye.. Buna kara hasret denilir işte.. Gel ki Afitap'ın Ağustos'ta doğumu değsin ömrümün tavanına ... Hazreti Sevgilim... Sen kilitli kasamın anahtarını yuttu bu mektuplar , ağustos'ta doğan afitap bir dirhem merhamettir içimde senle kaplı senlilik kutbuna ! Gelişin gözümde o kadar güzel bi renk ki , her halin masmavi ... Ömr-ü Virgülüm... En harika satırların özendiği kadın; Arzularım küllerinden tutuşur ve biz yakarız sönmüş her külü ... Bizi söndürmeye yeter mi yer altının saf suları ? Hafızam sıfır,sen anne sütüsün ; bozuluyor zaman geçtikçe yüzümün ütüsü . Yaşlanıyor İhtiyar... Kırışan alnımın isyanı dilden düşenlerdir , kurtuluş yok ; ölüm senden sen ölümden ötesin... Içimde biriken senlilik karnavalı Ağustos'un ayazında ikiye böler oldu gömleğimin en üst düğmesini ; göresin ... Düşümde Bir Gülüm ... Sen denen şu güneşi gözüme ektiğimden beri öncüyüm kafiyelere , mecnun sanıyo el beni... Şu ağlak satırlarda "bu ben değilim" desem bile duymamazlıktan gel emi ? Hürmet-i Fikrim... Sen, sol kaburgamdan yaratılan şaheser: Sana serilen gönlün sen renkli zarif halısına yaslayıp kirpiklerimi ; seni düşürmek istiyorum saç uçlarının gölgesinde gözümün kahvesine... Insan görmekle bile bazı şeylerin ağırlığına dayanabilir; avunabilir , hayal kurabilir. Sen anlamazsin tabii... Anlaman için önce kalemi güçlü biri seni anlatan bir destan yazmalı... Henüz üremedi o güç'te kalem... Sana tutuk ben dahi seni anlatma sanatının henüz çırağıyım... Merhamet-i Nefs'im... Akıl gelir baş aşağı bir harbin hakkından, kalp yuvarlanır sen dikine giden bir aklın tahtından... Akıl kalpte görünen senli her zerrenin farkında, kalp akılda ki eşsiz benzersiz özünün hazzında ! Mühr-ü Zihnim... Apartman boşluğunun gün ışığı görmeyen penceresinde kuş sesleri bekler gibi beklediğim saç diplerimi terleten hasretim ; ah, gerdanında ki rüzgârı merhametle öptüğüm hazretim... Beni yazsalar , beklemek üzerine felsefe kitabı olur seni dileyişim... Canımın em küçük yapı taşısın canım !... Katre-i Matem'im... Zühre-i Rahşan'ım... Buy-u Erguvan'ım... Kalbine mektup yazamıyor insan ama kalpte gizlediği özlemine dilediğince yazabiliyor... Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, tırnaklarıyla düzeltemiyor insan... Ömrümün tavanı ... Melek Soylum... Gelmem lâzim ... Ihtiyar Sana Mecbur...
0 notes
ihtiyardivit · 7 years
Photo
Tumblr media
Maviligime mektup 43 … Göğ'ümün evresi… Yüz'ümün çevresi… Ayakkabimin bağıcıklarin da , Saatimin kordonun da , Çay tabağım da , Sigaramın paketin de Seni düşleten müzikleri dinlediğim kulaklığım da , Kabanım da , Gömleğim de ve sadece seni düşlerken gözlerim de sakladığım renk'sin. Çok mu abartı bu ? İç mi karartır hû ? Ah mı çektirir Hây ? Ok'u kaç çeyrek asır önce bırakmalıydı ki Yây ? Dili susarmı seni okuyanin ? Gözü kırpılır mı mesela ? Dizleri titrer mi örneğin ? Ahh ! Ne densizim. Ne cahilce sorular. Kişinin zekâ seviyesi sorduğu sorularda gizlidir demiş , diyen birisi. Şimdi anımsadım. Ne cahilim. Bilineni bilememek değil mi Cehl ? Seni aradığım yalanına inandığını sanmam… Binbir çiçek kokusunun mabedi olanı arar mı akl ? Bunun adı belki de AR… Belki de HAYÂ… Dur , şöyle uzun uzun düşlesin düşüm düşünü… Dur , şöyle upuzun özlesin özüm özünü… Bak , bu mısraların tamamı sana methiye değil , övgü hiç değil. Her harfi apayrı ; ayrı ayrı göğe yüz süren birer pulsar. “Sevda ateşten gömlek'tir demiş biz Halk Ozanı… Ateşten gömlek nedir ki ? Köz'den Hırka giyene Ateşten gömlek nedir ? Bu satırı okuyunca tebessüm eden yüz işte kirpiklerimi ıslatan. Tam olarak bu yüz. Aynen , evet sen. Tam olarak sen. En tam halim anca yarım ; “İlle de Sen” diyen diğer yarim. En az halim senin yarın ; “İlle de Biz” diyen eksikliğim… Hazreti Virgül… Hazreti Bir Gül… Yokluğu Hazır zatî zûl… “Olmasada da olur yeterki düşüme insin göğümün göğsünden ama bizatihi sureti olsa ne iyi olur” dediğim dem'im. Cidden sormadan edemiyorum… Bunca yalan arasında böylesine gerçekliği nasıl başarabiliyor şu özün ? Bu güzellik soyundan mı ? Benim Ferhat ile genetik bağım yok ama senin Şirin ile var muhakkak. Yoksa çayın demini delercesine koşmazdı dizlerim suretine … Düşünü düşleyen zihnime düş de bir gör güzelliğini. Sevgili ayracım , virgülüm .. En nihayetin de olduğun yer yaz'dır. Bir yudum düşle seni , bir yudum düşle beni. Bul bir amatör yazarı ve bu trajediyi yazdır. Orası yaz'dır evet , ancak burası kış masalı. Elimde tek silah , tek kurşun. SENİ mi durdurayım BENİ mi ? Kalp kalbe alt ama kalp kalpten neden üstün ? Sonuçta bende ki Sen , senin de Üst'ün ! Kelimeler doğuyor , doğanlar dağıyor ve her harf bir şenli düş sağıyor. Anlıyorum bu velfecri kuvveti… Beni anlayan tek dem bu. Beni anlayani anlamak tek meziyetim. Matematik de böyleydi. Seninle aramızda ki Altın Oran'i çözmeme ramak kala vakitler içindeyiz muhtemelen… Gözümün gözüne olan mesafesini , hüznümün kirpiklerine olan mesafesine bölünce çıkan rakkam 13.ncü ay'ın 32.nci günü… kendimden öte bir yer olsa..  ilk seni götürürm…  ölmek olsa , ölüm olsan..  bu en büyük ödülüm.. !  hanqi yönden estin oyle…  hanqi yelsin bana soyle…  hanqi yelsiz günden öte düştün biryerde…  Çare yok derde… Sayın Sevdiğim … Derler ki “her rüzgar estiğinde güller'den bir yaprak büker miş boynunu… Sen , buralardan gitmeyen kışlar yüzünden Gül bahçesinin kuruduğunu neden görmezden gelirsin ki ? Gözümün kahvesinin karası der ki "yetmez mi bana bunca zulüm ? ” Sahi , yetmez mi ? “Belki bir gün doğarız biz ölümlüler” ümidiyle beklemek vallahi nefsani değil , akıl zoru. Belki de birlikte yanarız aynı alevler de ? Köz'den Hırka beni yakmaz ancak böylesine zulüm seni yakar … Pariltinda kıvılcımlar üzerime akar. Huzur ki , seni okuyunca sesimin ışık saçması… Böylesine bekleyeni elbet gök yazar yer'in göğsüne… Belki birlikte yanarız. Ama öncesin de “Canım çilek istedi” diyerek kışın ortasında , gecenin köründe beni uyandırmani diliyorum ben. Yada bir hastane koridorun da bir sağa bir sola hızlı hızlı yürüyüp , içeriden gelen bir minigin sesiyle kalp atışlarımin değişmesini istiyorum. Ben çayı artık açık içmek istiyorum… Gök seni sarmış göğsüne , yüzüne… Yer seni zincirlemiş yüzüne… Hangisi rakibim ? Gök mü , yer mi ? Gök göğsü mü yoksa Yer yüzü mü ? Kıyamet onlar içinde var … Senin içinde yok o sonsuzluk. Gel ki şafaklar tutuşsun . Alnımda dalgalansın mesela saç uçların. Ve ben olurken bile saçlarının uçlarına hasret öleyim istiyorum. Tamam edebiyatın kötü , onu anladık senelerdir . Yahu insan psikolojisinden de mi anlamazsın ? Peki ya toplum sosyolojisi'nden ? Bak bu geçen ömür “replay” yapmıyor. “Pause” da yapmıyor. Sayende “mute” vaziyetindeyiz. Bir posta pulu daha tükendi şimdi… Her cümlemin başı , sonu , ortası … Galiba gelmen gerek. Bence en mantiklisi gelmen. Ayrıca bir güzel şey diyeyim sana… İnsanın kirpiklerinin bugulanmasi heyecan'dan olur muş… Yoksa sen mi yaklaşıyorsun ? Bak bu çay biraz daha açık… İhtiyar Sana Mecbur… Gelirsen muhabbet ederiz , çay iceriz falan… Gelmesen de severiz ama ne gerek var şimdi böyle gereksiz gelmeyişlere … Göğün göğsün de kıymet bilmezler , gel sen burada takıl. Cicim ayları boyunca ben demlerim bütün çayları. Koş gel … Hoş gel ...
3 notes · View notes
ihtiyardivit · 7 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Şiir ,Şiir de saklanan mektup 42...
Epey zaman oldu gelmeyeli... Epey zaman oldu kirpiklerimden gitmeyeli.. Epey zaman olsa alnının dudaklarıma kirası... Bir parodi , bir muallak , bir dram...
Çünkü; Kokun yoksa eğer burnum bana yüktür. Zihin seni hayal eder, ağız iki büklüm. Kokun yokken nefes almak bile büyük yük. Tıbben ölümcül kalbimdeki büyüklük.
Mücadelem sonsuz, kararlarım keskin. Peşlerinde bir ben koşar mı, sen olsa hepsi? Yolladım gerisin geri, adrese teslim. Ne yapayım manzarası sen olmayan resmi?
Bütün marifetim sensin, tüm maharetim. Seni kendim için sevdim, ne âdeti? Mücadelem laf olsun diye değildi. Mülkün temeline düştüm,üstünden adaletin.
Suçluyum, suçum bu! Suçlusun dediler ama söylemediler suçumu. Seni unutturacak kadar önemi var mı ki çulun? Dilin , uçurtmasını göğüs boşluğumda uçurur.
Elimi tutan elin aslında, ipini tutar yüreğimin. Uçur beni hep merak ettim gözlerinin güneyini. Görünenden fazlası var eminim.. Gördüğümden fazlasına koyarım yüreğimi!
Aşk bir macera, mesaj macerapereste; Kar kış yalnızsın, kürkün: pencere keresten. Rabb denmez gayri, gayri rabb nefeste. Kelâmullah bütün gizleri saklayan bedesten.
Başta aşk, bir başka aşkta yaş. Daha güzel olamaz, bir başka yaşta aşk! Başka aşk, ama yine de aşk da yaş. Bir başta yaş ortada sen bir diğer başta aşk.
Güçleniyorum istemeden, yerimde her kim olsa sitem eder. Diyemem istesemde siteme dert. Başka bir şey eklemez adın listeme dertten. Beni görmesinler özgürlük istemez perdem.
Duvarlarına hapsolmuşsun dert hanemin. Tanımadın mı ateşine mahkum pervaneni? Öyle bir sarhoşum ki meyhanem dert alemi. Dağıttım sabra yenik her taneni.
Sonra topladım tabi tek tek ipe dizdim. Tek tek içimdesin, içimde dibe gizli. Dün, seninle yaşanacak yarınlara valizdir. Dudaklarından varlığıma yok mu bir kal izni?
İntikamdan başka ne kazanırım ki? Ne geçer elime vazgeçersem telef edip seni. Çok yüksekte sana gelen bir teleferikteyim. Kesildi kalbimin elektrikleri.
Çakılmayı öğrendim de , uçmak nasıl ? Öğret...
Gel...
Aciz İhtiyar Sana Mecbur...
1 note · View note