#kuş sesi
Explore tagged Tumblr posts
fikret-i · 2 years ago
Text
Paylaşımlarım şiddetli mesajlar içermektedir. Hep birilerine hakikatleri, duygularımı sunma gayretimin göstergesidir. Aslında o birileri değildir; sadece birisidir. Biriciğimdir. O giderse paylaşımlarımda bir mana kalmaz. Hatta paylaşım yapmaya gerek dahi kalmaz. Aslında süblimal mesajlarım O'nadır benim. Hep beni fark etsin çabasındayım. Okuduğunu bilsem, hele bir de beğendiğini görsem bu çok hoşuma gider, gaza gelir daha da şevklenirim ben.
Bir çoğumuz böyleyiz aslında. Paylaşımlar, durumlar, fotoğraflar, yazılar, şiirler. Mesajlarımız vardır hep birilerine. Belki o birileri yoktur, gelmemiştir ama gelecektir. Beklentisiz bir harf dahi yazmaya gerek duymayız çünkü. Fark edilmek önemli hele de fark edilmemizi istediğimiz birilerine...
Fikret İ
53 notes · View notes
demvakti · 2 years ago
Text
Varlığın bir bahar gibi müjdeler taşır... 🐦
63 notes · View notes
1kartanesi-blogs · 6 months ago
Text
Anlattım anlmadın,ben de anlatmayı bıraktım..
27 notes · View notes
nesrin-c · 4 months ago
Text
Akşama yemeğim hazır. Pilav ve kurufasulye. Baran da, Umut da çok sever.
Haklısınız.
Kim onlar değil mi?
Baran eşim, Umut oğlum.
Umut sekiz yaşında. Canımın içi, kara gözlü, kıvırcık saçlı, susmak bilmeyen, yerinde duramayan bir çocuk. Hayatımın anlamı...
Geç evlendim ben.
Bizim buralarda alışık bir durum olmasa da, evlenmeden, çoluğa çocuğa karışmadan önce okulumu bitirmek istedim. Hep derim, kız çocukları okumalı, iyi yerlere gelmeli, erkeğin eline bakıp, şiddeti, eziyeti, yokluğu, kader deyip sineye çekmemeli.
Ailem itiraz etse de, inadımı kıramadılar. Laf aramızda, zaten oldum olası, burnumun dikine bir kızdım. Beni Kur'an kursuna yollarlardı, ben sokak aralarında kuşlarla beraber şarkılar söyler, boyumdan büyük hayaller kurardım. Akranlarım, eğlencelerde, doğum günlerinde, düğünlerde, konuşmaya bile çekinirken, ben en güzel elbiselerimi giyer, ter içinde kalana kadar güler, eğlenir, dans ederdim. Arada bir annem beni çekiştirip "Ah be kızım, bir parça hanım hanımcık ol!" dese de, olamazdım. Hanım hanımcık olanların düşleri yoktu, bilirdim.
Ellerime bakıyorum.
Bir zamanlar kınalar yaktığım ufacık ellerim yok artık.
Zaman bir nefeste geçiyor ve sanırım insanın önce elleri yaşlanıyor.
Sanki, bir zamanlar, şu sokaklarda koşuşturan, yaramazlık yapan, "Anne n'olur beş dakika daha oynanayım." diye ısrar eden çocuk ben değilmişim gibi.
Nerede şimdi, kırık aynasını eline alıp, saçlarını tarayan ve bir sürü pembe tokalar takan küçük kız?
Garip...
Dışarıda inceden bir Eylül yağmur var. Kasvetli havaya rağmen çocukların kahkahaları duyuluyor.
Aralarından Umut'un sesini ayırabiliyorum. En çok da onun sesi geliyor. Eşek herif!
Yine birazdan üstü başı toz toprak içinde gelecek eve, biliyorum. Nefes nefese ayakkabılarını bir kenara atıp, gözlerimin içine bakacak ve "Anne ben acıktım." diyecek. Sonra ben yine dayanamayıp, onu kollarımın arasına alıp, o kirli yanaklarını, gözlerini, saçlarını öpeceğim, boynunu koklayacağım.
Ah oğlum benim!
Ah Umut'um!
Sen niye hep dağ çiçekleri gibi kokuyorsun, her defasında başımı döndürüyorsun.
Anne olduğumdan beri daha kaygılı biri oldum çıktım. Sizde de öyle mi? Hani, Umut eve biraz geç kalsa ya da ne bileyim, camdan bakıp, yakınlarda göremesem, kalbim yaralı bir kuş gibi kanat çırpmaya başlar. "Ya başına bir şey geldiyse..."
Eşim Baran bu halime üzülür, "Yapma canım, kötüyü çağırma." der ama anneyim işte, ne yapayım.
Baran güzel bir adam. Okulun son yıllarında tanıdım onu. Önce arkadaş olduk. Baktık ki, çok iyi anlaşıyoruz, "hadi öyleyse evlenelim." dedik. Baran bana, kucak dolusu papatya ve Ahmet Arif şiiriyle evlenme teklif etti. Papatya, Ahmet Arif, Şiir, Baran, aşk...Kabul edilmez mi hiç!
Tıpkı hayalimdeki gibi bir evde oturuyorum.
Küçücük, mütevazi, duvarları mavi boyalı, bir köşesi kitaplarla dolu ve güllü dallı perdeleri olan bir ev. İnanın, sevgisiz insan sarayda da otursa, mutsuz olur. Çocukluk arkadaşımlarımdan biliyorum. Yarası çok olana, para merhem olmuyor.
Çok gevezelik ettim değil mi?
Ama ne yapayım, oldum olası konuşmayı seviyorum. Kimseyi bulamazsam, kendimle konuşuyorum. Gülmeyin ya! İnsanın kendi kendine konuşması kadar güzel bir şey yok dünyada. Deneyin, bana hak vereceksiniz.
Ha, bir de çok güzel türkü söylerim ben. Arkadaşlar falan bir araya geldiğimizde, ısrar ederler, "Hadi, bir tane söylemeden olmaz." derler.
Dost kırılır mı hiç!
Şu karşı yaylada göç katar katar
Bir güzelin derdi serimde tüter
Bu ayrılık bana (bize) ölümden beter
Geçti dost kervanı eyleme beni
Şu benim sevdiğim başta oturur
Bir güzelin derdi beni bitirir
Bu ayrılık bize zulüm getirir
Geçti dost kervanı eyleme beni
Pir Sultan Abdalım kalkın aşalım
Aşıp yüce dağı engin düşelim
Çok nimetin’ yedim helallaşalım
Geçti dost kervanı eyleme beni...
Bu türküyü her söylediğimde, gözümden iki damla yaş gelir. Neden bilmem ama sadece iki damla yaş! Sanki bu türküde benden bir şeyler var. Sanki, beni incitmişler, canımı yakmışlar, kalbimi kırmışlar da, ben kimselere söyleyeyemişim gibi...
Duvardaki takvime gözüm takıldı şimdi.
8 Eylül 2051
Off! Ben ne vakit otuz beş yaşında koca bir kadın oldum!
Olsun, her yaşın kendine göre bir güzelliği var. İnşallah çocuklarımız da, otuzları, kırkları, elli, altmış, seksen hatta yüz yaşları görür.
Hah, kapı çaldı, nihayet benim eşek geldi.
Hadi bana müsade. Gideyim de yine bıktırana kadar onu öpüp koklayayım.......diye, bütün bunları yazmak isterdim ama yazamam. Çünkü ben sekiz yaşındayken öldürüldüm.
Ben Narin Güran.
Cesedi on dokuz gün sonra derede bulunan o elleri kınalı kız.
Büyüyemedim ben. Baran ile evlenemedim ve Umut'um hiç olmadı.
t a m e r d u r s u n
#tamerdursun #naringüran #hepimizincesedinideredebuldular
Tumblr media
163 notes · View notes
karakedivestars · 2 months ago
Text
Yüzün diyorum bir bir bir bir,
Yüzün diyorum iyi bir gün başlıyor.
Çoktan durmuş gibi bir şeyler orda.
Saatler durmuş, sesler durmuş, savaşlar durmuş.
Ne geç kalma telaşı işçi duraklarında kadınların,
Ne bir köpek havlaması sokaklarda,
Ne de ölü bir çocuk sokulmuş fotoğraflara.
Uyanmayı beklemiş sanki bir dağ yüzyıl boyunca,
Boynunla saçların arasında.
Yüzün bu âlemmiş de sanki
Davud sana gelmiş, Musa sana, İsa sana.
Salmışsın kendini bir hamağa yatar gibi maviyede.
Gökyüzü sanki senden esinlenmiş,
Zebur senden, Tevrat senden, İncil senden.
Binlerce renge doğru koşmuş yüzün,
Bilinmez renklere, çizilmez renklere.
Yüzün adsız bir mevsimi kiralamış,
Ne zemheriler gibi soğuk,
Ne kavurgan yazlar gibi sıcak.
Bir bulut kaçmış da göğünden,
Sanki yüzüne konmuş.
Yüzün, koca bir dünyayı Islatacak, ıslatacak, ıslatacak
İnsan ölmek için yaratıldı korkuya inanma,
Ateşe inanma, suya, havaya inanma,
Aşk bile ölüyor aşka inanma.
Bir ceket al üstüne,
Bir geyiği düşle, bir ağacı hatırla,
İnsan düşmek için yaratıldı, kuşlara da inanma.
Sen sıkı sarıl kalbime dünya sandığın yer değil,
Sandığın yer değil en güzel yerin,
En güzel yerinde değiliz biz bu şiirin.
Yüzün diyorum bir bir bir bir,
Yüzün diyorum huysuz bir yağmur başlıyor.
Olsun, ben böyle yağmurları da severim,
Böyle yağmurlarda büyür insan,
Fırıncılar en güzel ekmekleri çıkarır.
Acısız bir selam verir,
Silinmiş sloganlar içinden duvarlar,
Duyulur en güzel vapurun sesi,
En güzel trene binilir,
Ve gidilir bir cehennemden bir cehenneme.
Ve adına yolculuk denilir.
Zaten insan bir yolculuk değil midir?
Durdur içinde büyüyen hüsran ordusunu,
Kışla bekçilerini, silah çatanları,
Silahşörleri durdur ve bekle.
İşgal edilmeli yüzün bir deniz kokusuyla,
Çocuklar uçurtma uçurmalı,
Taze çaylar demlenmeli kahvelerde,
Yüzüne taptaze bir sabah gibi bakmalıyım.
Yüzün diyorum kayboluyorum.
Bir kuş bir fili boğuyor sanki, kayboluyorum.
Yükünü boşaltıyor kızıl atlar, kayboluyorum.
Kim bulmuş ki zaten kendini kaybolduğu yerde.
Kim anlamış insanı.
Yüzün diyorum yüzünde memleket telaşı.
Binlerce yoldaşım öldürülmüş,
Binlerce çiçek büyüyor ama hâlâ
Pınar ağaçları, çınar gölgeleri büyüyor,
Büyüyor kar bakışlı bir kadın.
Susamış bir nehir yatağıyla gidiyorum ona,
Ve yüzün diyorum bir bir bir bir
Bir yüzün diyorum,
Yüzüne bir geçiş bulmalıyım.
34 notes · View notes
derdiderun · 8 months ago
Text
Tumblr media
"İçinizin rahatlığı doya doya zikretmeye bağlı, bol bol sadaka vermeye bağlı. Ne müzik sesi, ne su sesi, ne kuş sesi, ne sessiz bir orman, ne bir dalga sesi...Bunlardan gavur da pay alıyor ama mutlu olamıyor arkadaşlar."
Abdülmetin Balkanlıoğlu Hocaefendi
111 notes · View notes
nolifewithoutlavinia · 9 months ago
Text
Kuşların sesi miydi baharı müjdeleyen
Çiçeklerin açması mıydı senin gülümsemen
Kopan bir kuş kanadı mıydı masum kalbin
Sevmek miydi seni bana anlatan özlemek miydi seni unutma çabam...
84 notes · View notes
insanzee · 4 months ago
Text
Bülbüller içkiye düşkündür.
Bülbül içkiyi buldu mu bir hayli içer.
Ama bu gerçeği bilginler değil, Tarihçi Reşat Ekrem Koçu'nun annesi Zağralı Hacı Fatma hanım saptamış.
Bülbülleri günlerce, Göztepe'deki evinin bahçesinde dürbünüyle gözetlemiş...
Fatma hanım gözlemlerini şöyle dile getirmiş:
“Bir bülbül sabahleyin bir vişne ağacına gelip konar...
Yirmi otuz kadar vişneyi gagasıyla deştikten sonra çekip gider...
Akşam, yine gelir...
Vişnenin gagayla deşilen yerinde biriken meyve suyu mayalanmış, bir likör ya da şarap haline dönüşmüştür.
Kuş, akşamın son saatlerinde bir iki vişneden kendi elcağızıyla hazırlanmış içkinin ilk yudumlarını içince şöyle bir silkinir; Birkaç külhani ıslık öttürür.
Yırtılmış vişne kadehleri beşi, altıyı buldu mu nağmeler uzar. Ortalık iyice karardığı için küçük bülbül göze görünmez ama yırtık vişneler bittikçe sesi de ağaçtan döküldükçe dökülür.
Artık tan sökünceye kadar gelsin gazeller, şarkılar, feryatlar.”
Vişne mevsimi bitince dut mevsimi başlar.
Ve…Bülbüllerin sesleri de biter.
Aslında bülbül içkisi bittiği için ötmüyordur.
Dutu gagalamanın likör vermediğini bilir.
“Garip Bülbül”, mevsim dut mevsimi olduğu için susmuştur.
Bu yüzden suskun olanlara “Dut yemiş bülbül gibi” derler.
Salah BİRSEL
Tumblr media
33 notes · View notes
edapostblog · 4 months ago
Text
Tumblr media
Bülbüller içkiye düşkündür.
Bülbül içkiyi buldu mu bir hayli içer.
Ama bu gerçeği bilginler değil, Tarihçi Reşat Ekrem Koçu'nun annesi Zağralı Hacı Fatma hanım saptamış.
Bülbülleri günlerce, Göztepe'deki evinin bahçesinde dürbünüyle gözetlemiş...
Fatma hanım gözlemlerini şöyle dile getirmiş:
“Bir bülbül sabahleyin bir vişne ağacına gelip konar...
Yirmi otuz kadar vişneyi gagasıyla deştikten sonra çekip gider...
Akşam, yine gelir...
Vişnenin gagayla deşilen yerinde biriken meyve suyu mayalanmış, bir likör ya da şarap haline dönüşmüştür.
Kuş, akşamın son saatlerinde bir iki vişneden kendi elcağızıyla hazırlanmış içkinin ilk yudumlarını içince şöyle bir silkinir; Birkaç külhani ıslık öttürür.
Yırtılmış vişne kadehleri beşi, altıyı buldu mu nağmeler uzar. Ortalık iyice karardığı için küçük bülbül göze görünmez ama yırtık vişneler bittikçe sesi de ağaçtan döküldükçe dökülür.
Artık tan sökünceye kadar gelsin gazeller, şarkılar, feryatlar.”
Vişne mevsimi bitince dut mevsimi başlar.
Ve…Bülbüllerin sesleri de biter.
Aslında bülbül içkisi bittiği için ötmüyordur.
Dutu gagalamanın likör vermediğini bilir.
“Garip Bülbül”, mevsim dut mevsimi olduğu için susmuştur.
Bu yüzden suskun olanlara “Dut yemiş bülbül gibi” derler.
Alıntı.
Tumblr media Tumblr media
Bak sen şu Bülbül'e! 😁
42 notes · View notes
hermes-0 · 5 months ago
Text
8.BÖLÜM
YENİ KEŞİFLER
T ve S, bulundukları adayı keşfetmek için dışarı çıktıklarında, karşılarına çıkan manzara gerçekten büyüleyiciydi. Geniş ve yemyeşil ormanlarla kaplı bu yer, adeta bir cennet gibiydi. Ağaçların arasında, rengarenk çiçekler ve egzotik bitkiler göz alıcı bir şekilde parlıyordu. Ormanın derinliklerinde, kristal berraklığında nehirler ve şelaleler akıyordu. Bu su kaynakları, adanın her köşesine hayat veriyordu. Nehirlerin kenarlarında, çeşitli hayvanlar su içiyor ve doğanın tadını çıkarıyordu.
Adayı çevreleyen sahil şeridi ise bembeyaz kumlarla kaplıydı. Deniz, turkuaz rengiyle göz kamaştırıyordu ve dalgaların sesi huzur veriyordu. Sahilde yürürken, T ve S, deniz kabukları ve renkli taşlarla dolu küçük koylar keşfettiler. Gökyüzü ise masmavi ve bulutsuzdu. Güneş, adanın her köşesini aydınlatıyor ve sıcaklığıyla insanın içini ısıtıyordu. T ve S, bu cennet gibi yerde yürüyüş yaparken, doğanın güzelliklerine hayran kaldılar ve keşfetmenin heyecanını yaşadılar.
T ve S, adanın iç kısımlarına doğru ilerledikçe, ormanın derinliklerinde gizlenmiş antik kalıntılar keşfettiler. Bu kalıntılar, eski bir medeniyete ait tapınaklar ve heykellerdi. Tapınakların duvarlarında, doğanın ve hayvanların betimlendiği karmaşık oymalar bulunuyordu. Bu oymalar, adanın tarihine dair ipuçları veriyordu. Ormanın içinde yürürken, T ve S, çeşitli kuş türlerinin cıvıltılarıyla karşılaştılar. Renkli tüyleriyle dikkat çeken bu kuşlar, adanın egzotik atmosferine katkıda bulunuyordu. Ayrıca, ağaçların dallarında maymunlar oynuyor ve meraklı gözlerle T ve S’yi izliyorlardı.
Nehirlerin kenarlarında, suyun üzerinde yüzen nilüferler ve su bitkileri vardı. Bu bitkiler, suyun berraklığını ve doğanın saflığını simgeliyordu. Nehirlerin bazı bölgelerinde, küçük balık sürüleri yüzüyordu ve suyun yüzeyinde sıçrayan balıklar, T ve S’ye hoş bir manzara sunuyordu. Sahil şeridinde yürürken, T ve S, deniz kabukları ve renkli taşlarla dolu küçük mağaralar keşfettiler. Bu mağaralar, deniz dalgalarının oluşturduğu doğal sanat eserleri gibiydi. Mağaraların içi, deniz kabukları ve mercanlarla süslenmişti.
Gökyüzünde ise, güneşin batışıyla birlikte ortaya çıkan renk cümbüşü, adanın güzelliğini daha da artırıyordu. Turuncu, pembe ve mor tonlarındaki gökyüzü, adanın üzerinde büyüleyici bir manzara oluşturuyordu. T ve S, bu manzarayı izlerken, doğanın sunduğu bu eşsiz güzelliklerin tadını çıkardılar.
T ve S, adanın derinliklerinde yürüyüş yaparken, büyük bir kaya parçasının üzerine oyulmuş eski bir yazıt keşfettiler. Yazıt, antik bir dilde yazılmıştı ve üzerindeki semboller, adanın eski sakinlerine dair ipuçları veriyordu. T ve S, yazıtı dikkatlice incelediklerinde, kendi isimlerine rastladılar. Bu, onların geçmişte bu adada yaşadıklarına dair bir kanıttı. Yazıtın üzerinde, T ve S’nin adanın koruyucuları olduklarına dair bilgiler yer alıyordu. Onların, adanın doğal güzelliklerini ve kaynaklarını korumak için büyük bir sorumluluk taşıdıkları anlatılıyordu. Ayrıca, yazıtın etrafında, T ve S’nin geçmişteki yaşamlarına dair sahneler betimlenmişti. Bu sahnelerde, onların adanın çeşitli bölgelerinde nasıl yaşadıkları, hangi görevleri üstlendikleri ve adanın diğer sakinleriyle olan ilişkileri anlatılıyordu.
Bu keşif, T ve S için büyük bir sürpriz ve heyecan kaynağı oldu. Geçmişte bu adada yaşamış olduklarını öğrenmek, onlara adaya olan bağlarını daha da güçlendirdi. Yazıtın etrafında biraz daha zaman geçirip, geçmişlerine dair daha fazla ipucu aramaya karar verdiler. Ancak, bu anılar onlara tamamen yabancıydı, sanki paralel bir evrende her şey onlardan habersiz yaşanmış gibiydi. Bu durum, onların merakını daha da artırdı ve adanın gizemlerini çözme isteğini pekiştirdi.
27 notes · View notes
seydattr58 · 1 year ago
Text
Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken
Gidersen kim sular fesleğenleri
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca
Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
Sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
Bir de seni ekliyorum susuşlarıma
Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz doslar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam
Gidersen kar yağar avuçlarıma
Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar
Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık
Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine
Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
Bir tufan olurum sustuğun her yerde...
~Huzurum~
...Şair'in;
"Oturur soluksuz izlerim Seni,
en güzel manzaramsın"
dediğisin işte.....❤️
28.01.2024
74 notes · View notes
1kartanesi-blogs · 6 months ago
Text
Neyin var deseler saatlerce ağlarım ama kimseye neyim olduğunu anlatamam..
17 notes · View notes
musfika-hanim · 10 days ago
Text
minik kuş biraz rahatsız okula gidemedi bende evdeyim gitmedim derneğe. ortanca işe gitti english teacher'ın öğleden sonra özel dersi var o vakte kadar ailelere koli dağıtımı yapacağız dedi. evde iki farklı yardım kurumu üyesi çalışanı mevcut :) iki büyük kızçe genç kızılay yönetiminde ben malum. kızılay bizim destekçimiz biz de onların destekçisiyiz burada her daim paslaşırız yardımlarımızı. önemli olan hayr kapısında buluşmak ortak olmak. küçük kızçeyle evdeyiz ilaç verdi ablası battaniyenin altına gir terle dedi. uyumuş terlemiş de inşallah uyandığında bir şeyi kalmamış olur. evi süpürsem sesi seni rahatsız eder mi diye sordum evet dedi :) tamam madem uyan öyle yaparım dedim. evi toparladım karşısındaki üçlü koltuğa da ben uzandım. ev ıpıssız keşke bende burada sızıp uyusam geceden de uykusuzum ne güzel olurdu..
7 notes · View notes
kur-an-ve-risalei-nur · 8 months ago
Text
Tumblr media
⭐⭐⭐⭐⭐
Uçmayı öğrenmeden göçmeye mecbur kalmış yaralı bir kuş gibi kalbimiz, bu yüzden kanadı kırık serçe ürkekliğimiz...
Elimi kalbime koyuyor ve diyorum ki; Allah'ım mekan senin, sen toparla...
Aynı konuma, aynı insanlara, aynı eşyalara tutunup durmayı istiyoruz. bir yandan da bundan sonsuz şikayet ediyoruz. bir yandan da alışkanlıklarımızı değiştirmekten ödümüz kopuyor. Çünkü vazgeçmek zor bir eylem.
Yaşamak isteyip yaşayamadıklarının,
Yapmak isteyip yapamadıklarının,
Bütün güzel ihtimaller gözünün önünde yitip giderken kurtarmak isteyip de elin kolun bağlı bir köşede durmak zorunda olmanın verdiği bir kırgınlık vardır. Bu kırgınlığın bir "kırılma sesi" vardır.
Bu his, bu ses; insanı uykusundan uyandırır.
____________🌺💞🌸______________
🎀
26 notes · View notes
kimsegibi · 5 months ago
Text
*Ruhunun sesi neye benziyor?*
KOÇ: Yükselen bir ateş
BOĞA: Rüzgarda hareket eden yapraklar
İKİZLER: Kuş cıvıltıları
YENGEÇ: Şelale
ASLAN: Yırtıcı bir hayvan kükremesi
BAŞAK: Derin uğultu
TERAZİ: Yoğun yağış
AKREP: Okyanus dalgaları
YAY: Rüzgar çanları
OĞLAK: Gök gürültüsü
KOVA: Piyano
BALIK: Çocuk kahkahaları
11 notes · View notes
beyefendiastolfo · 4 months ago
Text
Anlatılmamış Hikayeler Part 1: Carl
Carl her gün yaptığı gibi erkenden uyandı ve 1 haftadır bitirmeye kıyamadığı ekmekten küçük bir parça aldı. Çayın yanında diz çöktü ve ekmeğini ıslattı, bu sayede yarı çıplak ayaklarından bile daha sert olan ekmeği yiyebildi. Carl fakir bir insandı, ayağında yırtık pırtık bir çarığı ve üstünde kirli kıyafetleri vardı. Artık orta yaşlarına gelmiş, yavaştan saçları dökülmeye başlamıştı. Bir deri bir kemik denecek kadar olmasa tüm gün güneşin altında tarla sürmekten zayıflamıştı ve biraz da kızarmıştı. Carl her sabah tarlaya çalışmaya giderdi. Evi biraz uzaktı ama bedavaya kaldığı için sorun etmiyordu, zaten sorun etse de kimsenin umrunda olmazdı. Bu ev şehre taşınan amcasından kalmıştı. Amcası bu evi depo olarak kullanıyordu ve içerisi dardı. Işığın içeriye girmesi için bir tanecik pencere olmasına karşın tahtalarla kapatılmıştı. Bunun nedeni Carl'ın gece yürüyen olması değildi. Yeni gelen pencere vergisini vermek istemeyen amcasının pencereleri kapamasıydı. Carl yemeğini bitirdi ve güçlükle ayağa kalktı. Sırtı çok ağrıyordu ama oturarak ekmek parası kazanılmazdı değil mi? Carl gıcırdayan kapısını açtı ve tarlanın yolunu tuttu.
Carl yürümeye devam etti ve tarlaya ulaştı. Diğer herkes çalışmaya yeni başlamış gibiydi. Carl bunu nereden mi anlamıştı? Kimse uflayıp puflamıyordu. Ayrıca onlara bekçilik yapan herif bağırıp çağırmıyordu, büyük ihtimalle onun da uykusu vardı. İlk başlarda işler rahat gider çünkü bekçi uyuklar, işçiler uyuklar, çoğunlukla herkes daha hava açmadan gelmenin işlevsiz ve saçma olduğu hakkında hemfikirdir. Bir zaman sonra bekçi uyuklayan işçilere bağırır ve derin uykuda olanlara birer tokat atar. Bu herkes için bir uyarı işaretidir ve çalışmaya koyulurlar. Nadiren çiftliğin sahibi gelir ve tüküre tüküre bir şeyler anlatır. Açıkçası Carl onun ne dediğini anlamaz çünkü farklı bir dilde konuşur. Galiba şehirde bu dil konuşuluyor, Carl emin değil ama çok umrunda da değil. Carl şehre yaklaşamaz bile, girmeyi ise rüyasında bile göremez. Aslında pek rüya da göremez, çoğunlukla yorgunluktan kendini yatağına atar ve ne zaman uyduğunu bile bilmeden uyanır. Kısaca carl şehre gidemez, iyi yanından bakarsak şehir hasreti de çekmez. Bu yaşına kadar şehire gitmeden yaşadıysa, bu yaşından sonrada yaşar. Carl çok düşünen biri değildir, düşünmeyi sevmez zaten. Düşünürsen soru sormak istersin, soru sorarsan bekçi sana "Ağzını çalıştırıcağına elini çalıştır hergele!" diye bağırır. 
Carl her zaman ki gibi işine yapmaya devam eder. Büyük ihtimalle hayatının sonuna kadar yapacağı işi yapmaya devam eder. O gün şansızlığı tutar ve çiftiliğin sahibi gelir. Gene ne olduğu anlaşılmayan şeyler söyleyip bir sigara yakar. Garip bir şekilde bu gün işçilerle ilgili konuşuyorlar gibidir. Normalde işçiler yokmuş gibi davranırlar. Çiftliğin sahibi, ona kısaca patron derler, işçelere doğru bakar ve "Siz beş para etmez heriflerden hanginiz biraz para kazanmak ister?" diye sorar. İlk başta herkes afallar ama birkaç kişi el kaldırır. 
-Güzel. El kaldıranlar gidip beni atların orada beklesin, eliniz değmişken onlara yemekte verin. Eğer bir atımın bile huysuzlandığını görürsem derinizi yüzüp eğer yaparım. Anladınız mı beni?!
Bu cevap bekleyen bir soru değildi, Patron işçilerin cevaplarıyla ilgilenmezdi. Onlar düşünceleri önem arz eden insanlar değillerdi. Carl bir anda bir şey fark etti, keşke daha erken fark etseydim diye içinden sövdü. Birkaç kişi el kaldırınca istemsizce elini kaldırmıştı. Şimdi vaz geçtiğini söylemek demek güzel bir dayaktı. Carl'ın bu gün dayak yiyesi yoktu, aslında onun hiç bir zaman dayak yiyesi yoktu. Carl istemeye istemeye 4 kişi ile birlikte atların olduğu ahıra gitti. Elinden geldiğince beslediler atları. O sırada içeriye Patron girdi. Herkesin sesi kesildi. 
-Siz kuş beyinliler bu vericeğim görevin ne olduğunu anlamayabilirsiniz ama eksiksiz bir şekilde halledilmesini istiyorum. Bunun karşılığında hepinize 10 demir para vericem. Aranızda bölüşün, beni ilgilendirmez. Bu görev için gizli olmanız önemli, ayrıca şu kokuşuk kıyafetlerinizi de değiştireceksiniz. Bir yerlerden ucuza bulurum. Sizden yan köyün sakinleriymişsiniz gibi bizim köye saldırmanızı istiyorum. Sizi biraz hırpalıyacaz, yakalayıp sorguluyacaz ve kaçmışsınız gibi göstericez. Bundan sonra bir süre köye gelmeyin, geldiğinizi görürsem yemin olsun ki hepinizin kafasını kendi ellerimle keserim! Anlaşıldı mı?
Bu soru cevap bekliyordu anlaşılan, çünkü arkasını dönüp gitmemişti. "Anlaşıldı efendim" dedi herkes hep bir ağızdan. Kıyafetler alındı, plan hazırlandı. Biraz etraf yıkılacaktı ve askerler gelip biraz dayak atacaktı. Sonra sorgulanmak için herkes sırasıyla alınacak, herkes "Loockwood köyündenim. Siz piçler bizi kazıkladınız, bunu ödetmeye geldik." diyecek ve hapse girilecekti. En sonunda da Patron ile anlaşmış bir gardiyan herkesi çıkarıcak ve kaçacaklardı. Carl bu planın nedenini anlamamıştı ama 10 demir para için iki dayak yemeyi göze alırdı, canını bile verirdi 10 demir para için. Carl'ın canını verdikten sonra parayı kullanamayacağı aklına gelmedi, Carl düşünmeyi pek sevmezdi. Patron dinlenmeleri için o gün izin verdi. Bir şişe şarap ve biraz ekmek verdi. Dört adam aralarında paylaştılar. O gün Carl'ın en iyi günüydü, en son ne zaman şarap içtiğini bile hatırlamıyordu. 
Akşam geldi çattı. Güneş battı ve dört adam planı uygulamak için köyün dışına çıktı. Kıyafetlerini değiştirdiler ve ellerine birer kör kılıç verildi. Bu kılıçlar yerine büyükçene bir sopa daha yararlı olurdu ama Carl ağzını açmadı, zaten dayak yiyeceklerdi bunu erkene çekmeye gerek yoktu. Dört adamda koşa koşa köye girdiler. Evlerin kapılarını kırıp ordaki insanlara demir çubuklarıyla vurmaya başladılar. Erkekleri öldürdüler, kadınların ırzına geçtiler, yiyebilecekleri ne varsa yediler. Belki de bu Carl'ın düşündüğünden daha da güzel olucaktı. Belki biraz sonra dayak yiyeceklerdi ama bunu o zaman düşünürdü, belki de düşünmezdi Carl düşünmeyi pek sevmezdi.
En sonunda askerler geldi. Ellerinde sivri mızraklar vardı. Adamlardan biri kendini role o kadar kaptırmıştı ki "Loockwood köyündenim. Siz piçler bizi kazıkladınız, bunu ödetmeye geldik!" diye bağırdı ve askerlerin üzerine koştu. Askerlerden birinin kafasına kör kılıcıyla vurdu ama karşılarında köylüler yoktu. Kılıç adamın kafasına sopa gibi çarptı ve sekti. Açık veren adama iki adet mızrak saplandı. Adam çığlık atmaya başladı ama artık çok geçti. Mızraklar göğsünden çıkarıldığı gibi adam öldü. Askerler kanlı mızraklarını Carl ve yanındakilere doğrulttular. Hepsi birden kaçmaya başladı. Askerlerin üzerinde ağır zırh yoktu ama mızraklar tabiki de ağırdı. Ormana kaçmayı başardılar. Askerler meşalelerle onları arıyordu. Carl bunun hayatının sonu olduğunu düşündü, demek ki düşünmesi için hayatının tehlikeye girmesi gerekiyordu. Üç adam saklanmaya karar verdiler ve tepenin üstünde duran bir ağacın arkasına sığınarak geceyi geçirdiler. Yarın sabah askerlerin onları bulacağı korkusuyla yerlerinden kıpırdamadılar, konuşmadılar, hatta nefesleri bile sessizleşti. Öğlene doğru içlerinden biri biraz daha uzaklaşmayı teklif etti ve kabul ettiler. Yavaş yavaş köyden uzaklaştılar. Akşam olunca ateş yaktılar ve vahşi hayvanlar onları bulmasın diye dua ettiler. Carl vahşi hayvan saldırısının mı askerlerin onları bulmasının mi daha korkunç olduğuna karar veremiyordu. Carl iki şey arasında kolay karar verebilen biri değildi, genelde ona söyleneni yapardı. 
Yaşananların üzerinden 2 hafta geçti ve köye dönme kararı aldılar. Yavaşça köyün yolunu tuttular ve herkes orda dağıldı. Carl kendi evine döndü ve güzelce dinlendi. Yarını tarlanın yolunu tuttu. Bekçi Carl'ı görünce şaşkına döndü. Patrona haber vermesi için birine emir verdi. Patron çok kısa bir sürede tarlaya ulaştı ve bağırmaya başladı "Siz serseriler neden kaçtınız!? Ben size teslim olun demedim mi be aptallar!?" Carl afallamıştı, patronun öyle bir şey dediğini hatırlamıyorudu ama Carl hafızası güçlü veya tartışmalarda galip gelen biri değildi. Özür dilemekle yetindi. Patron sakinleşti ve diğerlerinin nerde olduğunu sordu, Carl cevapladı. Patron diğerlerini çağırıp ambara gelmesini söyledi. Carl denileni yaptı. Üç kişi ambarda patronu beklemeye koyuldular. En sonunda patron geldi ama ne yapıcaktı ki? Patronun arkasından beş tane asker gelmesi işleri ele vermeliydi, ki diğer iki adam için verdi, ama Carl pek parlak değildi. Diğer iki adam kaçmaya çalışınca Carl peşlerinden koştu. Bunu yapması için bir nedeni yoktu ama iki hafta ormanda kaldığı arkadaşları yapıyorsa bir sebebi olucağını varsayıyordu.
Carl arkadaşlarının arkasından koştu, koştu ve en sonunda birlikte büyük bir ambara geldiler. Askerler de arkalarından koşmuştu. Carl ve arkadaşları hemen samanların arasına saklandı. Samanlar her zamanki gibi batıyordu ve bu çok rahatsız ediciydi. Ama askerlere yakalanma düşüncesi daha da rahatsız ediciydi. Beş asker dağılıp ambarı aramaya başladılar. Mızraklarıyla samanları dürtüyor, kaçakların yerini bulmaya çalışıyorlardı. Askerlerden biri Carl'ın arkadaşına çok yaklaşınca adam bir anda samanların arasından fırlayıp kaçmaya başladı ama asker mızrağını çevik bir hamleyle adamın sırtına saplamayı başardı. Sırtından aldığı darbeyle yere düşen adam acı içinde inledi. Mızrağının ucu kana bulanmış asker mızrağını son bir kez havaya kaldırdı ve adamın boynuna sapladı. Yerde acı içinde kıvranan adamın sesi kesilmiş, hareket edemez hale gelmişti. Bu sahneye gören Carl neler olduğuna anlam vermeye çalışıyordu. Neden Patron onları öldürtmeye çalışıyordu? Teslim olmadıkları için mi? Ama askerler içlerinden birini öldürmüştü. Başka ne yapabilirlerdi ki o durumda? Bunlar Carl'ın aklından geçerken bir mızrak Carl'ın kaburgasına girdi. Askerler sonunda Carl'ın yerini bulmuştu. Carl acı içinde bir çığlık attı ama çığlığı askerin mızrağının kafasına girmesiyle yarıda kesildi. Son anlarında ne kadar tembel olduğunu, daha fazlası için çalışsa şu an bu durumda olmayacağını düşünemedi bile. Zaten düşünmezdi de, Carl düşünmeyi pek sevmezdi.
Tumblr media
13 notes · View notes