#kim yanan
Explore tagged Tumblr posts
Text
Take you to a place we've never seen
"Keep your eyes closed" your lover chided as they pushed you forward. You laughed because you already had your eyes screwed shut with one hand placed on top.
"Maybe you should have blind-folded me then," you sassed back to them. "Besides where are we going anyways?" you questioned, huffing under your breath as you almost tripped.
"Surprise." You got no other answer as they instead focused on tapping your leg to avoid the both of you tumbling down the concert stairs. Your partner shuffled you forward some more before finally stopping and settling the both of you on a bench. "Ready?" they asked, their voice showing the excitement they had for this.
"Since I was told to close my eyes." They mocked laughed at your response, unbeknownst to you with a small roll of their eyes.
"Alright, open them" they said, watching you closely. Wanting to see every minute change caused by your reaction. Upon uncovering, the sky with a enchanting orange hue was revealed to you. While it wasn't your first time experiencing the seemingly painted horizon; you were never this high up and around nature like this.
"Wow~ it's so breathtaking," you spoke, your words coming out like it was true. Your other half voiced their agreement, sounding similarly in awe to you. You were none the wiser that they had been looking at you at that moment.
(And if one day, in the future, they'd mention this juncture as the point where they knew you were the one then..)
Seunghan & Eunseok of RIIZE, Wow & Donghyun of A.C.E, Taeyong & Renjun of NCT, Younghoon & Sangyeon of The Boyz, Matthew of ZeroBaseOne, Park Jihoon, Vernon, Mingyu & Jeonghan of Seventeen, Kim Jaehwan, Hui & Yanan of Pentagon, Yoon Hyunsuk of Cix, Leehan of BoyNextDoor, Yeosang, Mingi & San of Ateez, Seungmin of Stray Kids, Seulgi of Red Velvet
#kpop#kpop x reader#kpop x gender neutral reader#kpop x poc reader#neomujinjja#kpop fluff#kpop drabbles#riize seunghan#riize eunseok#a.c.e wow#a.c.e donghun#nct taeyong#nct renjun#the boyz younghoon#the boyz sangyeon#zerobaseone matthew#park jihoon#seventeen vernon#seventeen mingyu#seventeen jeonghan#kim jaehwan#pentagon hui#pentagon yanan#cix hyunsuk#boynextdoor leehan#ateez san#ateez yeosang#ateez mingi#stray kids seungmin#red velvet seulgi
24 notes
·
View notes
Text
Bruh we lost 3/4 of the tree line this day :( I saw that YeoOne posted a letter to his insta but I just thought he was going into the military r.i.p Pentagon Never forgetti mum’s spaghetti they ain’t dead but it’s a shame. Based on past big groups that have multiple members leave I think this the end for PentaG’s :(
7 notes
·
View notes
Text
Çok Hızlı! (7) (Orhan 36 Y., Bursa)
Evime varınca güzelce bir duş aldım, sanki heryerim bal kaymak olmuş gibi yapış yapıştım. Gelirken aldığım mezeleri açtım. 2 kadeh rakı doldurdum balkondaki masaya, fotoğrafını çekip, "İkinci kadeh senin! Evde kimse yok!" deyip Merve'ye yolladım whatsapdan. Az sonra Merve balkona çıkıp gülümseyerek, "Yarım saat sonra!" diye yazdı. Saate baktım 21:30'du. Hava yeni kararmıştı.
Yan komşum emekliydi, yazlığa Mayıs ayında gider Kasımda dönerdi. Yaz olduğu için herkes ya tatilde, ya köyünde, ya yazlığındaydı. Benim blokta tek ışık vardı, o da ikinci katta oturan 75 yaşındaki, gözleri görmeyen, kulakları duymayan teyzenin dairedeydi. Tüm siteye göz gezdirdim. Benim araba dahil 6 tane araç vardı otoparkta, oysa kışın araba koyacak yer kalmazdı. Tüm dairelere baktım, benim balkona doğru ışığı yanan 2 daire vardı. Karşıdaki bloğun ön yüzü, yani otoparka bakmayan yüzü geniş bir caddeye baktığından çoğu kişi o taraftaki balkonlarını kullanıyordu. Yani biraz dikkatli davranırsak Merve'nin gelip gittiğini kimse göremezdi.
Yarım saat sonra Otoparktan başörtülü mantolu birisi geçti ve bizim binaya girdi, ama karanlıkta kim olduğunu seçemedim. Herhalde ikinci kattaki teyzenin kızı veya gelini dedim, birkaç kez görmüştüm gelip gittiklerini. Az sonra kapımdan tırmalanır gibi bir ses geldi. Kalkıp delikten baktım, başörtülü kadın sırtı dönük bizim kapıdaydı. Açtım kapıyı, buyrun diyemeden döndüğünde MERVE gülümsüyordu. İçeri girdi ve "Şaşırdın mı? Kamuflaj!" dedi. Sonra anlattı, meğer bizim doktor iç anadoludaki bir ilin bir kasabasındanmış. Çevresi mutaassıp, hatta sülalede açık kimse yokmuş, aralarında anlaşmışlar, Merve (ki 2 yılda bir falan bayramlarda gidip 1-2 gün kalırmış) oraya kapalı gider, kapalı dönermiş. "İlk kilometrenin sonunda çıkarıyorum!" dedi, gülüştük.
İçerdeki ışıkları da söndürüp onu balkona aldım. Kadehleri kaldırıp, "Bu harika güne!" dedim. "Harika adama!" dedi. Sonra usulca halıya uzanıp elimi uzattım. "Burda mı?" dedi. Görülürüz diye etrafına bakındı. O da kimselerin olmadığını görünce yanıma uzandı. "Bana bugün yaptığını tekrar yapar mısın?" dedi. "Sevdin mi?" dedim. "Bayıldım! O kısacık anda sayamadım, ama ardı ardına kaç kez orgazm oldum bir bilsen!" dedi. Onun bacaklarını dik ama kıvrık konuma getirdim. Gidip içeriden kirli sepetine baktım, bir çarşaf aldım. Getirip altına serdim.
Parmaklarımı daha amcığının dudaklarına değdirdiğimde bir anda kendini saldı. Daha yeni dokunmuş, parmaklarımı içine bile sokmamıştım bile, ama orgazm olduğuna yemin edebilirdim. Parmaklarım içinde piston gibi hareket ederken, diğer elimle ağzını kapatmama rağmen sesi balkonda yankılanıyordu. Öyle fışkırıyordu ki amının suları, parmaklarımı çekip bazen amının dudaklarını tokatlıyordum, daha da fazla fışkırtıyordu sularını. Bu kadar güzel bir kadının kölem gibi parmaklarımın ucunda kıvranışı kendime inanılmaz güvenmeme neden oluyordu. Eliyle elimi tutmaya çalışıyor, ama bunu hem bilinçsiz hem de tam olarak istemeden yapıyordu. Ki eli güçsüz ve amaçsız, sadece yeter der gibi sallanmasına rağmen, ağzından, "Öldürdün beni, ohhh aşkım, öldüm!" lafları dökülüyordu...
Alta, yanına yatıp, hemen üstüme çektim. Sanki son yüz metreye girmiş Gazi koşusundaki jokey gibi üzerime zıplıyor, arkaya uzattığı eliyle taşaklarımı avuçluyor, "Offf, nerdeydin sen aşkım, nerdeydin!" diye orgazm olurken beni de boşaltmıştı. Kalkıp oturduk, karanlıkta kadehlerimizi elimize alıp içmeye devam ettik. 10 dakika geçmeden kapı çaldı. Tırsıp 'Sus!' işareti yaptım Merve'ye. Gidip delikten baktım. Kapının önünde bir kadın duruyordu. En fazla 25'lerindeydi. Tanıyamadım, ama tişört ve şortumla kapıyı açtım.
Kadın, "Merhaba!" dedikten sonra eşimin adını söyleyip, "Çağırır mısınız?" dedi. "Şu an müsait değil, banyoda!" dedim. "Ben ikici kattaki Hacer hanımın geliniyim, görümcemle dönüşümlü olarak anneme yemek yapmaya geliyoruz, bu akşam sıra bendeydi, ama sıvı yağ kalmamış, varsa biraz sıvı yağ isteyecektim." dedi. "Bir saniye..." dedim, gidip mutfaktan getirip verdim. Kadın teşekkür edip, "Peki, selam söyleyin eşinize!" dedi. "Kim diyeyim?" dedim. "Güzin ben, iyi akşamlar!" dedi ve gitti. İçeri geçip, soran gözlerle bakan Merve'ye omuzlarımı silkeledim. Kadeh bitince de, "Aşkım ben gideyim, çocuklar uyanır falan!" deyip öpücüğümü verip gitti. Balkon camını açıp, giden Merve'nin arkasından bakarken, gözüm ikinci kat balkonundan bir yukarı kaydı. Bir giden mantolu kadına, bir bana bakan Güzin ile gözgöze geldik...
Ertesi günü sadece mesajlarla geçirdik, ama Sevgi çok ihmal edildiğini söylüyordu, ki kesinlikle haklıydı. Akşam eşim harika bir yemek yapmış, direkt evdeydim. Yemekte bana, "Aşkım, akşam gelen giden oldu mu?" diye sorunca başımdan kaynar sular döküldü. "Yooo!" dedim, ama bir an aklıma geldi, "Hacer teyzenin gelini mi neymiş, bir kadın yağ istedi, onu verdim!" dedim. "Ben de onu sordum, bana mesaj attı, ışığı yanık görünce yağ kalmamış var mı diye sordu, ben de Orhan evdedir, ben annemdeyim dedim!" dedi.
Karımın evde olmadığını bile bile neden gelmişti ki bu kadın? Yoksa, gördüm sobe mi diyordu? Kadınların bu ayak oyunlarına alışmaya başlamış, her hareketin altında bir şey arar olmuştum. O gece karımla güzel bir sikiş yaşadım, hapsız :) O uykuya dalınca, bir kadeh rakı koyup balkona çıktım. Merve sabırsızca oturduğu koltukta bira şişesini havaya kaldırıp, 3 diye işaret etti parmağıyla. Sonra da hiddetli bakışlarla telefonu işaret etti. Baktım 20 tane mesaj vardı. Sevgi, Fatma ve Merve'den. Kendi kendime, Lan oğlum aldın başına belayı! dedim :)
Öyle bir düzene oturtum ki, haftanın her günü birini sikiyordum. 15 günde bir Hikmet, ben, Fatma ve Seygi 4'lü yapıyor, masalar kuruyorduk. Bazen gün içinde hapımı alıp, akşam üstü Merve ile başlayıp, Sevgi ile devam edip, Fatma ile final yapıp eve geliyor, duştan sonra bir tur da karımı sikiyordum...
Nerdeyse bir ay sonra yaza veda pikniği adı altında bir etkinlik düzenlememiz gerekti. Tam o sırada kaza yapan İK şefi vefat etti. Uzun görüşmeler sonunda benim İK şefi olmama, muhasebeye de başka fabrikadan birinin atanmasına karar verilip, bana teklif edildi. Kabul edip harika bir organizasyon yaptım. Pazar günü fabrika bahçesinde mangallar yanmış, masalar kurulmuş, bira fıçıları dolup dolup boşalırken herkes eşleri ve çocukları ile fabrika dolaşıyor, kadınlar ve erkekler eşleri ve çocuklarına gururla çalıştıkları mekanları ve işlerini, işlerinin önemini anlatıyordu. Herkes mutlu mesut dolaşırken, ben organizasyonun kusursuz olması için uğraşırken, arada birkaç yudum bira içip kağıt bardaklarımı sağa sola soteliyordum.
Her çalışanın getireceği kişi sayısı için listeler asmıştık ve liste serbestti, kişi sınırlaması yoktu. Sevgi listeye 4 kişi yazdırmıştı. Kızı hariç, Fatma da davetliydi. Artık yemek servisi bitmiş, alkol almayanlar aileleri ile yavaş yavaş gidiyor, davul zurna eşliğinde alkol alanlar ortada oynarken, kazan dairesinde çalışan Ümit yanında bir bayanla yanaştı. Kadını bir yerden gözüm ısırıyordu. Selamlaştık. Ümit, "Orhan bey, ben bilmiyordum eşim söyledi, annemin üst kat komşusuymuşsunuz..." dedi. Kadına elimi uzatsam mı, dedim ama ayak bileklerine kadar kapalı, başı da komple bağlıydı. Tokalaşmaz deyip vazgeçtim. Zaten Ümit, "Müsaade istiyoruz biz, güzel organizasyondu, alkol olmasayadı..." diye son kısmı alçaltarak söyledi.
Ama kapıma gece yarısı gelen kadın sanki bu değil gibiydi. O kadın sadece başı yaşmaklı, ama nerdeyse üzerine yapışmış kıyafetler giymiş biriydi. Bir bira alıp karımın yanına oturdum. Karım, "Aşkım, Hacer teyzenin oğlu da burda çalışıyormuş, az önce Güzin'i gördüm, hani geçen yağ almaya gelen komşu gelini!" dedi. O an Sevgi, Hikmet ve Fatma geldi masaya ve "Orhan bey muhteşem bir ortam, teşekkür ederiz!" dedi Hikmet başta, sonra diğerleri sırayla. Herşey bitip 22:00 civarı eve döndüğümüzde, karım, Sevgi ve Fatma'nın bakışlarını sevmediğini, Hikmet'in de kendisine derin derin baktığını söyleyip, "Salak mı, sapık mı anlamadım!" dedi. "Yat hayatım, yorgunum!" dedim, ama aklıma da yazdım.
Artık İK bana bağlıydı, Pazartesi sabahı ilk iş Ümit'in kişisel dosyasına bakmak oldu. Acil durumlarda aranacak kişi bölümünde, Eş: Güzin - 05** *** ** ** yazan numarayı aradım. Saat 10:00'du. "Efendim?" dedi Güzin. Nne diyeceğimi bilemeden telefonu kapadım. Numaramı gizlemiş olsam da tedirgindim. Aslında konuya nasıl girecektim ki, Yağ borcunuz var, ne zaman ödeyeceksiniz mi diyecektim? Bir yandan Sevgi'ye, Fatma'ya ve Merve'ye cevap yetiştirip, bir yandan Güzin'e nasıl ulaşırım diye düşünüyordum. Sonra Facede aradım, fotolarına baktım. Genelde aşırı kapalı fotolar, değişik camilerde fotolar falan. Arkadaşlık isteği göndermekten başka çarem yoktu. Yolladım, ne olursa olsun deyip. Saniyesinde kabul edildi.
"Merhaba!" yazdım. "Merhaba Orhan bey!" diye cevap yazdı. O gün akşama dek yazıştık. Saat 16.00'da çıkarken, Güzin bana, "O duyduğum sesleri ben de çıkarmak istiyorum!" diye yazdı. Meğer Merve'yi girerken görmüş, sonrasında eşime yağ ile ilgili mesaj çekmiş, sonra kimsenin olmadığını bildiğinden bizim kapıya kulağını dayayıp dinlemiş, sesler kesilince de kapıyı çalmış. Kendime, Orhan daha belanı mı istiyorsun, elindekiler varken? derken, sıraya Güzin girmişti. Ya bitkisel haptan ölecektim, ya da karıma yakalanıp infaz edilecektim :)
Güzin de whatsap listeme eklenmişti. Ama bu akşam sıra Merve'deydi. Her zamanki saatte onu işyerinden aldım, eve gittik. Merve her zamankinden temkinli girerken eve, elemanı okul arkadaşının hasta olup evde olduğunu söyledi. Sessizce odamıza geçtik, ama parmaklarım harekete geçince Merve sessiz olamıyordu. Onun çok sevdiği iki parmak her harekete geçtiğinde yeri göğü inletiyordu. Bir saat falan sonra sikişimiz bitip odadan çıktığımızda, mutfak tarafındaki harekete gözüm kaydı. İçeride muhteşem bir yaratık vardı: Sapsarı uzun dalgalı saçları sırtında, yemyeşil gözler, muhteşem bir yüz, taş gibi bir vücut. İnanılmaz güzel bir kadındı, burnunu çeker halde lavabo başında su içerek bize bakıyordu.
Merve farketmedi bile, ama ben orada kalıp ona çorbalar yapıp kendi elimle içirmek ister haldeydim :) Kadın yarı buruk, yarı gülümser halde baıyordu. Ama o anda yapacak bir şeyim yoktu, Merve ile birlikte çıktık. Güzin vardı daha, bu kadın da nerden çıktı diye düşündüm. Üstelik adını bile bilmiyordum. Benim kafa da, vücutta zıvanadan çıkmıştı artık :)
[Orhan]
72 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
235. BÖLÜM - Cennete Uzanan Köprü - Üç salak geçmiş günlere dönüyor -
Kim bilir, yok olma korkusu mu, yoksa kavurucu sıcak lav mı ama Xie Lian’in tüm benliği suyun içine batırılmıştı.
Xie Lian'ın yavaş yavaş kendine gelmesi uzun zaman aldı.
Uyandığı anda soğuk, sert bir zeminde yattığını fark etti, Mu Qing onun yanına çökmüş, şaşkınlık içinde ona bakıyordu.
Xie Lian'ın görüşü hâlâ hafif kırmızıydı ve o anında ayağa kalktı, “SAN LANG!”
Ancak beklenmedik bir şekilde oturduğu anda Mu Qing pat diye bağırdı, “HAREKET ETME!”
Xie Lian yerden kendini desteklemek için elini uzatsa da eli boşluğa geldi ve dengesini kaybetti, tüm kişiliği neredeyse aşağı devrilecekti. Şaşırdı, Xie Lian sonunda düzgün bir zeminde uzanmadığını anladı.
Bir köprünün tepesinde yatıyordu!
Burası muazzam bir alana sahip bir yeraltı kaya mağarasıydı, kubbesi uçsuz bucaksız gecenin gökyüzüne nüfus ediyor, mağaranın içinde kutsal sayılmayan bir köprü "yüzüyordu".
Köprünün gövdesi taş ama aynı zamanda tahta gibiydi. Sanki binlerce yıl yağmur ve fırtına görmüşçesine hasar almış, korkunç derecede zifiri karanlıktı. Onu destekleyen sütunlar olmadan havanın ortasında asılı, her iki uçtan sonsuza kadar sonsuzca uzanıyordu; başlangıcı bilinmez, sonu öngörülemez ve yönü tam bir gizemdi. Bazı yerler otuz metre kadar genişti, bazı yerler ise o kadar dardı ki, yalnızca bir kişi geçebilirdi.
Bu kırık köprünün binlerce metre altında cehennemin kırmızı havzası gibi yanan ve yuvarlanan kırmızı, sıcak lav havuzu vardı.
Cennete Uzanan Köprü?
Bu üç kelime Xie Lian'ın aklına ilk gelen kelimelerdi.
İki bin yıl önce, felaketin üstesinden gelmek amacıyla WuYong’un veliaht prensi cennete uzanan bir köprü inşa etti. Köprü hala duruyor olabilir miydi?
Zorla yüzü olmayan beyaz tarafından aşağı çekildiğini hatırladı, o halde nasıl bu köprüye gelmişti.
Xie Lian ayaklarının üstünde süründü, “San Lang?”
Mu Qing hala kenarda oturuyordu, “Çağırma zahmetine girme, o burada değil.”
Xie Lian ona döndü, “Nasıl buraya geldik? Yarı yolsa mesafe kısaltma rünü mü aktive oldu?”
“Muhtemelen.” Dedi Mu Qing, “Lav havuzuna doğru düşüyordum ama havada yarı yoldayken buraya gönderildim.”
Zavallı Feng Xin; üçü de düşmüştü ve yukarıda geride kalan sadece oydu. Muhtemelen yine sokaklara lanet okuyordur. Ama Hua Cheng’i bulmak öncelikti; nereye gönderilmişti?
Xie Lian Fang Xin’i ve yan tarafa fırlatılan ve onları kaldıran uzun kılıcı fark etti, onu alarak Mu Qing’e doğru yürüdü. Mu Qing Xie Lian’ın ne yapmayı düşündüğünü bilmeden karanlık bir ifadeyle kılıcı sallayarak ona doğru yaklaştığını görünce aniden gerildi.
Ancak Xie Lian ona kılıcını verdi ve ardından ona elini uzattı, “İyi misin? Eğer kalkabiliyorsan yola çıkmalıyız.”
Mu Qing kendisine uzatılan ele baktı ve uzun bir sessizlikten sonra başını salladı, “Gelemem. Ellerin ve ayaklarımın her yeri yaralandı.”
Xie Lian çömelip bir anlığına onu kontrol etti ve tabii ki Mu Qing’in iki eli de kıpkırmızı, ayakları yanık doluydu bu yüzden muhtemelen yalnızca yavaşça yürüyebilirdi. Bir süre düşündükten sonra Xie Lian “O zaman sana yardım edeyim.” Dedi.
Bir kolunu omzuna uzatarak Mu Qing’i kaldırdı ve böylece bir süre bu şekilde yürüdüler. Birkaç adımdan sonra Mu Qing aniden ağzından kaçırdı, “Neden?”
Xie Lian yanıtlarken etrafı hesaplı bir şekilde tarıyordu, “Ne neden?”
“Benim iyi olduğumu gördükten sonra daha çok şüphelenirsin diye düşünmüştüm.” Dedi Mu Qing.
“Ah, hayır?” diye cevapladı Xie Lian.
“Neden?”
“Çünkü biliyorum.”
“Neyi biliyorsun?”
“Yalan söylemediğini.” Yanıtladı Xie Lian.
“…”
Mu Qing'in ifadesinin ne olduğunu tarif etmek gerçekten zordu.
Xie Lian oldukça önemli bir şekilde söyledi, “Sana inanıp inanmadığımı sormadın mı? Sana inanıyorum. Hepsi bu.”
“…”
“Nasıl söylesem…” Xie Lian başladı, “Sanırım seni uzun yıllardır tanıyorum diyebilirim, yani bu konuda hâlâ oldukça eminim. Sen öyle biri değilsin. Bunu daha önce söylememiş miydim? İnsanların içeceğine tükürebilirsin ama asla onlara zehir atmazsın.”
İlk kısmı duyduktan sonra Mu Qing biraz etkilenmiş gibi göründü ama ikinci yarıyı duyduktan sonra yüzünün yarısı karanlıklaştı, “Bu gereksiz bir örnek, cidden, konuyu daha fazla gündeme getirme. Tükürmek falan öyle bir şey yapmazdım. Bu çok bayağı.”
Xie Lian elini salladı, “Bu küçük detayları umursama. Ayrıca bir milyonda bir ihtimal senin hakkında yanlış yargıda bulunsam bile sen beni ya da San Lang’ı yenemezsin. Seni tek vuruşta hallederiz, yani hiç de tehdit oluşturmuyorsun ahahahaa…”
“…” Mu Qing mırıldandı, “Bilerek yapıyorsun değil mi? Beni ölesiye kızdırmak için çok çabalıyorsun.”
“Öhm, şaka yapıyorum. Her durumda.” Xie Lian gülmeyi kesti, ileriye doğru bakarken Mu Qing’in kolunu sıkıca kavradı, “Eğer gerçekten kötü niyetli bir eylemi yapmayı geri çevirdiysen ve Jun Wu da sana lanetli kelepçeyi geçirdiyse o zaman bunun için kötü bir bedel ödemene izin veremem.”
Sakin bir şekilde şunları söyledi, “ Çünkü yaptığın doğru olandı.”
Mu Qing uzun bir süre ona baktı ve sonunda dişlerini gıcırdattı, “Xie Lian, sen cidden şey gibisin…”
Xie Lian anında karşılık verdi, “Boş ver. Benim hakkımda ne düşündüğünü bilmediğimi sanma. Sana burada yardım etmem için hala bana bağlısın, seni bu lav havuzuna atmak istememi sağlayacak hiçbir şey söyleme.”
Mu Qing omuz silkti, “Ve burada, senin hakkında ne düşündüğümü bilmene rağmen beni kurtarıyorsun?”
“Aynen. Seni sadece kendi prensiplerimi takip ettiğim için kurtarıyorum, hepsi bu.” Xie Lian cevapladı, “Ayrıca, sen ise her açıdan ilginç bir şekilde tuhaf olan birisin ve geçmişte seni gerçekten öldürene kadar yumruklamak istediğim zaman oldu, o zamanlar başaramadım ve zamanla umurumda olmadı. Ama ne kadar garip olsan da ya da ne kadar seni yumruklamak istesem de günahların ölümünü gerektirmiyor. Seni kurtarabilirsem tabii ki kurtaracağım.”
Mu Qing'in havası söndü ve birkaç kez homurdandı, ardından bir an sessizlik oldu ve ekledi, “Ekselansları, ben aslında…”
Tam o sırada her ikisinin de ayakları aşağıya doğru meyletti ve her ikisinin de yüzleri aniden renk değiştirdi.
Mu Qing yaralıydı ve zamanında tepki veremiyordu ama neyse ki Xie Lian hala tanrısal bir hızla hareket ediyordu ve ayak parmaklarının ucuna basarak ileriye doğru itti ve otuz adım ileriye hafifçe indi. Geriye dönüp baktıklarında, az önce üzerinden geçtikleri köprünün gövdesi çatlayıp kopmuş ve doğrudan aşağıya düşmüştü!
GÜMBÜR!
Köprünün zifiri karanlık gövdesinin bir kısmı kızıl cehennem havuzuna düşmüştü ve uzun zamandır havuzda yuvarlanmayı bekleyen kederli ruhlar hızla uzandılar ve yüzlerce çift el, sanki onu bu acı denizinden kurtulmak için bir araç olarak kullanmak istercesine yakalamak için savaştı. Ancak sayıları çok fazlaydı. Sakat köprünün o kısmı onları taşıyamadı ve kısa sürede battı. Yukarıdaki iki kişi titreyerek izlediler ve birbirlerine baktılar. Xie Lian yorumladı, "Görünüşe göre bu köprü pek sağlam değil!"
Mu Qing ağzını açıp kapattı, muhtemelen geri dönebileceklerini, daha önce uzandıkları köprünün yüzeyinin oldukça geniş olduğunu ve çökmemesi gerektiğini söylemek istiyordu, ancak o uzantının çökmesiyle artık yol kalmamıştı ve artık geri çekilemezlerdi. İkisi için tek yol ileri gitmekti ama önlerindeki köprünün yüzeyi sanki her köşesinde bir tehlike var, her yeri tuzak dolu gibi değişken bir şekilde bir genişliyor bir daralıyordu, kim bilir bastıkları hangi adım onların düşmesine sebep olacaktı.
Bir kelime etmeden Xie Lian Mu Qing’i sırtına aldı, “Aynı yerde uzun süre bekleyemeyiz yoksa köprü çökebilir. Sıkı tutun, hızlı bir şekilde bunun üzerinden geçeceğim!"
Söz verdiği gibi Xie Lian gerçekten de uçan adımlarla dışarı çıktı. Ne kadar ileri giderlerse köprü o kadar bunaltıcı bir şekilde darlaştı, hatta en geniş alan bile bir kapıdan geniş değil, en dar alan ise bir kişinin omuz genişliğini geçmezdi!
Ancak böyle tehlikeli bir durumda bile Xie Lian'ın geçtiği hiçbir yerde en ufak bir şey bile hareket etmedi. Ayaklarının altı her seferinde sadece hafifçe eğiliyordu ve her seferinde suyun yüzeyini hafifçe sıyıran bir kırlangıç gibiydi, temas olduğu anda geri çekiliyordu. Eğer orada başka savaş tanrıları olsaydı, hepsi dehşete düşürecek kadar zekice kontrol edilen bu adımlar karşısında şaşkına dönerdi, çünkü aynı şeyi yapabilecek ikinci bir savaş tanrısı yoktu. Bu sadece ruhani güçlere bağlı olmayan ve gün içinde güçlü bir şekilde eğitim almış birinin gelebileceği ustaca becerilerdi.
Birdenbire bir ateş sütunu gökyüzüne fırladı ve Xie Lian'ın önünü kesti. Eğer onun inanılmaz tepkisi ve zamanında frenlemesi olmasaydı, doğrudan ateşin içine girip cayır cayır yanacaklardı. İkili aşağıya baktı. Kim bilir ne zamandan beri, erimiş kayalarla aynı renkte milyonlarca kızgın ruh aşağıda toplanmış, çığlık atıp kıkırdayarak ellerini ikisine doğru uzatmıştı ve bu ateş sütunu onlar tarafından gönderilen bir darbeydi. Kulakları belli belirsiz ağrıyordu ve Mu Qing merak etti, "Ne diye bağırıyorlar?
Xie Lian mırıldandı, “… ‘Bize katılın, burada çürüyerek ölün!’ "
Mu Qing korkuyla ona baktı, “Onları anlıyor musun? WuYong dilini konuşuyor olmalılar!”
Xie Lian başını salladı, “En, onlar… Cennete uzanan köprü yıkıldıktan sonra lava düşmüş ve yanarak ölmüş WuYong insanları. Onlarla bulaşmamaya dikkat et.”
“İnsanları aşağı çekerlerse affedilebilirler mi?” Mu Qing sorguladı.
“Hayır.” diye cevapladı Xie Lian, “Başkalarını aşağı çekseler bile affedilemezler. Bu kederli ruhlar asla affedilemeyecekler. Ama, diğerlerinin acı kaderi yaşadığını görmekten zevk alıyorlar.”
Hiçbir zaman affedilemeyeceklerinin ve bu cehennem havzasının azabını çekmelerinin nedeni de tam olarak buydu.
“Ben de bilmiyorum.” Dedi Xie Lian, “Ama muhtemelen… bana söyleyen oydu.”
Tıpkı ceset yiyen farelerin çığlıklarının hatıralarını naklettiği gibi.
O erimiş küskün ruhlar hâlâ düşmedikleri için oldukça hoşnutsuz görünüyorlardı ve bir araya toplanıp fısıldaşarak, el ele tutuşarak yeni bir saldırı darbesi göndermeye hazırlanırken Xie Lian koşmaya başladı. Ateş sütunu anında ortaya çıktı ve zaten çukurlarla dolu olan köprü daha da harap oldu.
Misilleme yapmadan dayak yemeye devam edemezlerdi ve Xie Lian da aşağıya doğru havaya uçurmayı denedi, ancak çok fazla ruhani gücü kalmamıştı, bu yüzden çok uzağa patlatamadı. Mu Qing'in ruhani güçleri daha yeterliydi ve daha uzağa patlatabilirdi, ancak yine de onları biraz ıskaladı. Aşağıdan gelen ateş sütununun neredeyse ayak bileklerini yaktığı birçok zaman oldu ve o kederli ruh kalabalığı büyük bir grup haline geldi, enerjileri muazzamdı ve kıkırdadılar ve güldüler, onları işaret ettiler, gökyüzünde bir gösteri izliyorlar gibi fazlasıyla heyecanlıydılar. İkisi hiçbir şey yapamadılar, çok aşağılayıcı bir durumdu o kadar çok ki Mu Qing'in eklemleri çatladı!
Bir zaman sonra Xie Lian’in sırtına yaslanan Mu Qing çok zor bir karar vermeye azmetmiş gibi dişlerini gıcırdattı ve birkaç derin nefes aldı, “Unut gitsin, ekselansları… Xie Lian, indir beni!”
Xie Lian cevap verirken hızla koşuyordu, “Ne diyorsun? Sen tatlı canını çok seversin ve ölmekten korkarsın! Böyle bir şey diyecek biri değilsin!”
Aniden Mu Qing’in alnında damarlar kabardı, “Pekala, tatlı canımı sevdiğim ve ölmekten korktuğum için kusura bakma! Zaten her türlü öleceğimden… kararımı değiştirmeden önce acele et ve beni indir!”
“Dalga geçmeyi bırak, daha fazla konuşma, odaklanmamı bozuyorsun.” Dedi Xie Lian, “Şu anda önemli olan en kısa sürede bu köprünün sonunu bulmak.”
“KİM DALGA GEÇİYOR?” Mu Qing haykırdı, “Eğer bu köprü cidden cennete uzanan köprüyse, kim bilir daha ne kadar koşman gerekecek? er ya da geç onlar tarafından devrileceğiz. İndir beni, Ben gidip o gölgeli çöplerin hakkından geleceğim, sen devam et!”
Ardından Xie Lian’ın omzuna hafifçe vurdu ve hızla fırlayarak arkasına indi. Xie Lian arkasına bakıp birkaç adım ona attı ama Mu Qing konuştu, “Gelme, köprünün bu kısmı dar, gelirsen ikimiz de düşeriz!”
Xie Lian yalnızca adımlarını durdurabildi. Mu Qing yine omuz silkti, “Haklısın, benziyoruz. Sen benim garip olduğumu düşünüyorsun, bence sen de oldukça tuhafsın.”
Xie Lian’in gözlerine baktı, “Madem bu noktaya geldik, bunu sana doğrudan anlatabilirim. Senin hakkında pek çok düşüncem var.”
“Ah… pekala… bunu zaten biliyordum. Uzun zaman önce.” Dedi Xie Lian.
Mu Qing soğukça konuştu, “Ah cidden mi? O zaman biliyor muydun, sık sık senin sadece statüne bağlı olduğunu düşündüğümü, Veliaht Prens Hazretleri olmana ve iyi bir şansa sahip olmana rağmen yeteneklerinin benimkilerden çok daha iyi olmadığını?"
“…”
"Ayrıca, tüm bu iyilikleri sadece başkalarına gösteriş yapmak, övgü ve pohpohlamalardan zevk almak için yapmaktan hoşlandığını düşünüyorum. Aslında, bana yardım etmen tamamen bu nedenden kaynaklanıyordu, çünkü ben senin sempati ve nezaketini göstermen için mükemmel bir özneyim. Dürüst olmak gerekirse, şu anda bile bu inançlarımdan bazılarını değiştirmedim. Belki de hiç değişmeyecekler. Onları bir süre bastırsam bile, bir süre sonra yine ortaya çıkacaklar."
Xie Lian bu noktada ter dök��p dökmeyeceğini veya ne yapacağını bilemedi, "Bunları bu kadar ayrıntılı bir şekilde kişinin kendisine anlatmaya gerek yok?!"
Yine de beklenmedik bir şekilde Mu Qing sözlerine şöyle devam etti: "Ama yine de çoğu zaman... sana hayranlık duyuyorum."
Xie Lian şaşırmıştı.
Mu Qing cesaretini topladı, sanki biri boynunu sıkıp onu konuşmaya zorluyormuş gibi görünüyordu ve sert bir sesle, "Bu normal değil mi? Sen... kesinlikle... oldukça şaşırtıcı birisin. Ayrıca sen… benden… daha iyi… birisin. Uzun lafın kısası, ben… gerçekten de… senin a-a-arkadaşın… olmayı çok istedim.”
“…”
Xie Lian bir milyon yıldır bu sözlerin Mu Qing’in ağzından döküleceği günün geleceğini hiç hayal etmemişti.
İsteksiz, katı, kekeme olmalarına rağmen bu kelimeler o kadar dürüst, samimi ve duygulu kelimelerdi ki!
Gözleri kocaman açıldı, “Sen…”
Mu Qing sonunda bu sözleri dişlerinin arasından sıkarak çıkardı ve bir nefes verdi, "Xian Le'nin düşüşünden sonraki o olay, doğru ya da yanlış, zor durumda olsam da olmasam da yine de sana bir özür borçluyum."
Xie Lian bir an için afalladı, "...Her şey geçmişte kaldı, o yüzden boş ver. Bunun yerine, önce buradan çıkalım!"
Mu Qing sesini yükseltti, "Bana, eğer şüpheli olsam da benim yapmadığımı bilsen bile, yine de akışına bırakacağını ve beni kurtarmayacağını söyledi. Çünkü benden nefret ediyorsun, bana inanmazdın."
"O mu?" Xie Lian bu "o "nun kim olduğunu anladı.
Mu Qing devam etti, "Ona yardım etmeyi kabul etmemiş olsam da söylediği her şeyi ben de düşündüm. Her zaman içten içe benden nefret ettiğini, beni küçümsediğini düşündüm, bu yüzden ben, ben her zaman... Neyse, aslında bunu düşünmüyorsun. Buna sevindim”
Bir başka ateş sütunu göklere doğru kükredi ve Xie Lian ondan kaçmak için birkaç adım geri çekilerek Mu Qing'den uzaklaştı. Mu Qing'e gelince, öfkesi kabardı ve avucunu köprünün yüzeyine şiddetle vurarak yere yığıldı. Xie Lian’in gözbebekleri küçüldü, “NE YAPIYORSUN??”
Beklendiği gibi köprünün o kısmı Mu Qing’i de yanına alarak çöktü. Mu Qing yarı yolda ona doğru bağırdı, “ÇÖPLERİ TEMİZLEMENE YARDIM EDİYORUM!”
Kırık köprü havuza çarparak yüksek dalgaların kabarmasına neden oldu ve erimiş kederli ruhlar ilk başta onu aşağı çekmeye hazır bir şekilde mutlu bir şekilde üzerine üşüştüler, ancak beklenmedik bir şekilde, gümbürdeyen bir patlama meydana geldi ve büyük bir alanı dağıttı. Hayaletlerin feryatları arasında Mu Qing yıkılmış köprünün ortasında durdu, ruhani ışık onu sararak en parlak haline ulaştı ve alaycı bir sesle, "Sizi gölgelerin derinliklerinden gelen süprüntüler, vicdansız yangınlar çıkarmaktan zevk mi alıyorsunuz? İYİ Kİ GELDİM, ŞİMDİ KAÇMAYIN!!!" dedi.
Şimdi, patlamaları nihayet o erimiş kederli ruhlara ulaşabilirdi!
Mu Qing kan kırmızısı avuçlarını kaldırdı, küskün ruhları çılgınca süpürdü, gönlünce öldürdü, o kadar vahşiydi ki, daha aşağıda sadece gösteriyi izleyen kederli ruhlar çığlıklar atarak dağıldılar, her yöne doğru yüzerek uzaklaştılar. Ateş kollarına ve eteklerine bulaşmaya başlamıştı ve Xie Lian yukarıdaki kenardan sarkıyordu, "MU QING? NE KADAR YÜKSEK ATLAYABİLİRSİN?"
Mu Qing bağırdı, “NEDEN SÖYLEYECEK BU KADAR BOŞ ŞEYİN VAR? HALA GİTMEDİN Mİ SEN?”
Xie Lian geri bağırdı, “BU BENİM SORUNUM DEĞİL. HAYATINDA SONUNDA DUYGULU BİR ŞEYLER SÖYLEDİN VE ARDINDAN ÖYLECE ATLADIN, NASIL GİDEBİLİRİM?”
Mu Qing çok öfkelenmişti, “ ‘SONUNDA DUYGULU BİR ŞEYLER’ DERKEN NE DEMEK İSTİYORS…” sözünü bitirmeden ayaklarının altındaki o kırık köprü parçası birkaç çentik battı. İkisinin de yüzü değişti.
Şu anda lav havuzuna gömülecek ve kemikleri havaya karışacaktı!
Mu Qing öncesinde can doluydu ama şimdi yüzü soldu ve kendi kafasını ateşte yanarak ölmeden önce parçalayacak gibi ellerini kaldırdı ve gözlerini kapattı, böylece daha doğrudan ölebilirdi. Xie Lian aceleyle haykırdı, “BEKLEBEKLEBEKLE ACELECİ OLMA! B-B-B-Bİ PLANIM VAR!”
Mu Qing yine gözünü açtı, “ NE PLANI?”
RuoYe en dibe ulaşamasa da yarı yola kadar gidebilirdi, Xie Lian aşağıya fırlattı, “HER ŞEYİNLE ZIPLA! ZIPLA VE YAKALA! SENİ YULARIYA ÇEKECEĞİM.”
Mu Qing’in yüzü daha da soldu, “ZIPLAYABİLSEM BİR YOL DÜŞÜNMEZ MİYDİM?” ardından tekrar kendini ölümüne vuracak cesareti topladı ki Xie Lian haykırdı, “BEKLEBEKLEBEKLEBEKLE! GERÇEKTEN, BEKLE!!! HEMEN BİR YOL DÜŞÜNECEĞİM!”
“PEKALA, KONUŞ, YANİ?”
Bir yol, bir yol. Çabuk, bir yol düşün!
HİÇBİR ŞEY YOLU YOKTU!
İkisinin de dayanma gücünün sonuna gelmişti ve Mu Qing tekrar elini kaldırdı. Ancak beklenmedik şekilde , tam o sırada, başka bir el PAT! Ve onu yakalamadan önce elini tokatlayıp uzaklaştırdı.
Sonra, boş fikirli bir adam Mu Qing'i elinde tutarak sallanarak sıçradı!
Xie Lian beyaz ipek kumaşın diğer ucunun gerildiğini hissetti ve aşağı baktığında hem şaşırdı hem de çok sevindi, "FENG XIN?"
Mu Qing'in üzerinde durduğu kırık köprü parçası lav akıntısının derinliklerine gömülmüş ve fokurdamaya başlamıştı. Beyaz ipek kumaşın uçlarında Feng Xin bir eliyle RuoYe'yi kavrarken diğer eliyle çelik suratlı Mu Qing'i tutuyordu ve ona doğru bağırdı, "Ekselansları, ÇABUK, BİZİ YUKARI ÇEKİN!"
Aşağıda kürek çeken daha fazla Boş Kabuklu mutant vardı ve görünüşe göre Feng Xin de yukarıdan süzülerek onlara biniyordu. Xie Lian'ın soru soracak vakti yoktu ve onları yukarı çekmeden önce aceleyle köprünün biraz daha geniş ve sağlam bir alanını buldu. İkisi istikrarlı bir şekilde yukarı çekiliyordu, ancak aşağıda, erimiş küskün ruhlardan oluşan yeni bir grup yavaş yavaş toplanıyor, kötü niyetle yukarı bakıyor, toplanırken homurdanıyorlardı ve kısa süre sonra başka bir ateş sütunu yükseldi!
Feng Xin ve Mu Qing havada asılı kaldılar, kaçamadılar ve Xie Lian RuoYe'yi kaldırdı ve bu saldırıdan kaçmak için birkaç adım uzaklaştı. Ama köprünün üstündeki hiçbir yer düzgün ve açık değildi yani o darbeden kaçtıktan sonra ancak yapabileceği tek şey yine geri dönmekti. Feng Xin neredeyse ateş sütunundan dolayı yanacaktı, büyük bir öfkeyle bağırdı, “BU KÖPEK B*KLARININ SORUNU NE? İNSANLARA AŞAĞIDAN SALDIRMAK MI, NE REZİLLİK! TÜM SÜLALENİZİ S*KEYİM!”
Xie Lian cevapladı, “EĞER TÜM SÜLALELERİ BÖYLE GÖRÜNÜYORSA HALA S*KMEK İSTEDİĞİNE EMİN MİSİN??”
Kederli ruhlar pes etmemiş, kıkırdayarak pusularına devam etmeye hazır görünüyorlardı. Feng Xin öfkesinin doruğundaydı ve Mu Qing'i havaya kaldırarak, "Tut şunu!" diye homurdandı.
Mu Qing daha önce gerçekten öleceğini düşünmüştü, şoku çok büyüktü, bu yüzden şimdi bile tepkisi biraz donuktu ve RuoYe'ye tutunma emrine uydu. Onu tutmaya gerek kalmadan, Feng Xin bir elini serbest bıraktı ve sırtında taşıdığı uzun yayı ve kim bilir nereden topladığı birkaç tahta çubuğu çıkardı. Çubukları ok olarak kullanarak, yayı bir eliyle tuttu ve kirişi ve yivleri ısırmak için dişlerini kullandı. Oku telin üzerine yerleştirerek istikrarlı bir şekilde geri çekti –FIŞT FIŞT FIŞT FIŞT, dört ok hızla uçtu.
Oklar lav havuzuna saplandı, dalgaların kabarcıkları patladı ve erimiş kederli ruhlar dehşet içinde kendi üzerlerine yuvarlanarak bir kez daha dağıldılar. Feng Xin sonunda tatmin olduğunu hissetti ve küfretti, "ŞUNU GÖRDÜNÜZ MÜ! SİZİ S*KECEĞİM DEMİŞTİM! S*KTİĞİMİN KÖPEK BOKLARI! BU ATA TEK ELİYLE HEPİNİZİ PATLATABİLİR!"
Sonunda üçü birlikte Cennete uzanan Köprü üzerinde durdular. Xie Lian alnındaki terleri çok kez sildi ve hala kalbi hızla çarpıyordu, “Feng Xin, nasıl geldin?”
Bu konunun tekrar gündeme getirilmesiyle Feng Xin hemen kafasını kavradı, “Nasıl mı geldim? Üçünüz de atladınız, ne yapacaktım? Neredeyse deliriyordum! O uçurumun dibine kadar dolaşmanın bir yolunu bulabildim sonra tüm yol boyunca buraya sürüklendim. Tüm gürlemeler ve seslerden sonra ikinizi buldum. İkiniz lav havuzuna atlayarak ne yapıyordunuz? Delilik!”
Mu Qing sonunda kendine geldi ve haykırdı, “Aşağıya sürüklendim.”
Feng Xin'in tüm yol boyunca küfürler ettiğini hayal eden Xie Lian cevapladı, “Tamam tamam tamam, sakin olun. Ne olursa olsun, sen gerçekten bir tanrının lütfusun, büyük bir yardımdın! Ne derler bilirsin, bazen insanlar cidden… cidden iki yakasını bir araya getirmek için bir insana ihtiyaç duyarlar, gerçekten!”
Üçünün de korkudan ödü patlamıştı ve kendilerini toparladıktan sonra çelikleşmiş yüzlerle nefes nefese kalarak etrafta dolaşmaya cesaret edemediler. Feng Xin Mu Qing'i sırtında taşıdı ve Cennete uzanan Köprüden aşağıya doğru sıçramaya devam ettiler. Bir süre sıçrayıp gördüklerini birbirlerine anlattıktan sonra Xie Lian, Feng Xin'in de Hua Cheng'i görmediğini öğrendi ve yüreğinin sıkışmasına engel olamadı. Hua Cheng neredeydi? Aramaya devam etmek için köprüde ilerlemeye devam edemezlerdi.
Tam o sırada Feng Xin, sırtına binmiş olan Mu Qing'e, "Bu arada, az önce haykırdığın o sözleri biraz duydum. İlk kısmı öfkelendiriciydi, seni dövmek istememe neden oldu ama sonunda seni küçük piçin tüm bunları gerçekten kalbinde düşündüğünü hayal etmemiştim!" dedi.
“…”
Mu Qing'in yüzü tamamen karardı. Feng Xin, Xie Lian'a döndü, "Sana daha önce söylememiş miydim? Bu adamın duyguları derin haremin küskün cariyelerinden bile daha çarpık, tamamen akıl almaz!"
“…” Xie Lian, Mu Qing'in yüzünün artık tamamen örtüldüğünü görebiliyordu ve sinirle elini ona salladı. Feng Xin tamamen habersizdi ve Mu Qing'e döndü, “Ekselansları ile arkadaş olmak istiyorsan öyle desene! Sırf Ekselanslarının seni hor gördüğünü ve artık arkadaş olamayacağınızı düşündüğün için etrafta dolaşıp insanları iğneleyerek hasta ediyorsun, beyninin ne düşündüğünü gerçekten bilmiyorum?"
Xie Lian pes etti ve el salladı, "Küçüklüğümüzden beri böyle değil mi? Artık onu azarlama, bak yüzü kıpkırmızı oldu."
Mu Qing daha fazla dayanamadı ve kükredi, "LANET OLSUN! CİDDEN LANET OLSUN!! SUSAR MISINIZ ARTIK?"
Xie Lian ona, "Feng Xin'in kelime dağarcığını yakalamış gibi görünüyorsun. Ayrıca küfretmek de pek iyi bir şey değil," diye hatırlattı.
Feng Xin, "Kendin söyledin, E-ekselanslarının a-a-arkadaşı olmayı çok istiyordun!" diye söze girdi.
Mu Qing'in dişlerini gıcırdatarak kekelemesini bile bilerek taklit etti ve Mu Qing'in yüzü vahşileşti, eli kılıcını bulmak için çoktan sırtına gitti. Feng Xin ekledi, "Pekala, şimdi her şey açığa çıktı. Her neyse, şunu unutma: Ekselansları seni asla bu kadar pis düşünmedi. Çizgiyi aştığın ve kızdığı o zaman dışında, ama ondan sonra, benim önümde senin hakkında tek bir kötü söz söylemedi! Sen, bundan sonra düzgün bir insan gibi davran, kendini düzgünce ifade et, eğer yine iğneleyici konuşursan sana bağıracağım!”
Mu Qing ilk kısmı başını sarkıtarak dinledi, dudakları mühürlenmiş konuşmuyordu, ama ikinci kısmı dinlerken gözlerini devirdi, “Zaten bana yüzyıllardır bağırmıyor musun?”
Xie Lian “Mu Qing, sen cennet mensubusun, ifadelerine dikkat etmelisin, tamam mı? Öylece gözlerini deviremezsin, eğer inananların bunu yakalarsa hakkında bir şeyler düşünebilirler.” Diye hatırlattı.
“Lütfen.” Dedi Mu Qing, “Bu adam tüm gün üst cennette küfürler savuruyor.”
Feng Xin hıhladı, “Çünkü hakediyorsun.”
“Benimle eski kavgaları gündeme getirmeyi bırak.” Dedi Mu Qing, “Sen de bir oğul sahibi olmak için Majestelerini terk etmedin mi?”
Feng Xin’in alnındaki damarlar da ortaya çıktı ve kollarını sıvadı, “Kavga mı arıyorsun?”
Mu Qing küçümseyerek güldü, “kendinle kavga et. Eğer ekselanslarına bütün gün benim hakkımda saçma sapan konuşan sen olmasaydın bana yukarıdan baktığını ve tuhaflaştığımı düşünmüş olduğunu düşünür müydüm?”
Konu yine yasakların içine gömülmek üzereydi ki Xie Lian konuştu: "Böyle bir zamanda birbirinizin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeseniz olmaz mı? Birbirinizi incitmenin ne anlamı var..."
Mu Qing yine gözlerini devirdi, "Ayrıca, şu haline bak, o zamanlar çıldırmıştın. Ne olmuş soygun yaptıysa? Ben Ekselanslarının yerinde olsaydım, o noktada on sekiz varlıklı, önde gelen haneyi soyardım ve gözümü bile kırpmazdım. Ve senin yardım eli olduğunu, ne olduğunu sormak için Ekselanslarının peşinden koştuğunu düşünmek."
Xie Lian'ın alnından ter boşandı ve arkasına baktı, "Bir saniye, benimkini de havalandırmaya gerek yok? Her halükarda, San Lang'i bulun, San Lang'i bulmama yardım edin! Hahahaha..."
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#hualian#ling wen#jian lan#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#mu qing#xuan zhen#nan yang#mei nianqing#junwu#pei su#pei ming#yushi huang#ban yue#qi rong#shi wudu#shi qingxuan#hexuan
23 notes
·
View notes
Text
Hərkəsin içində susmaqdan qorxduğu bir hiss var elə ki boş boş bir yerə baxıb düşünəndə,ya da özünü hansısa bir işığa göz dikmişkən tapanda susmamaq üçün əlindən gələn hərşeyi edir ancaq çox dərin yaraları olan birinin heç vaxt danışacaq bir gücü olmaz dərdlərindən nələrinsə yarımçıq qalması insanı yerlə bir edər həyatını davam etdirə bilmədikcə tükənərsən hərşeydən yorulmuş kimi,heç kim kimi dolaşarsan bir qucaq gərəkər bəzən,sarılıb unutmaq üçün bir şirin söz də bəs edər,yaranı ovutmaq üçün və bir gülərüz lazımdı,sənin yanan ürəyini soyutmaq üçün.
59 notes
·
View notes
Text
Yanan aşk âteşine âteş-i düzahtan iymindir
Ne kim bir kez yanar yandırmak anı gayr-i mümkindir.
Fuzûlî
12 notes
·
View notes
Text
💍 Put a ring on it - seongjoong au 💍
Hongjoong perde uma aposta com San e tem q postar nas redes sociais q está solteiro, mas seu namorado Seonghwa não gosta nada de saber disso e pede como reparação um vale night, pq afinal de contas, se ele gostasse, era só colocar um anel
💍 avisos 💍
- mini au de dia dos namorados
- totalmente focada nos seongjoong
- por ser mini, não tem grande desenvolvimento, era só pra tirar uma ideia da minha cabeça
- inspirado num edit do TikTok, mas eu não salvei o vídeo e perdi
- sem revisão, então relevem alguns erros
- por causa das limitações do Tumblr, tive que juntar alguns prints
----------------------------------------------------------
— Hongjoong!
O Kim escutou a voz irritada assim que fechou a porta do próprio apartamento. Lembrava de ter combinado de Seonghwa de dormir ali por ser mais perto de onde iam trabalhar no dia seguinte, mas não esperava que fosse o encontrar parecendo extremamente bravo sem motivo aparente.
— Hongjoong? — perguntou manhoso com uma careta. — Cadê o “meu bem”?
— Você não tem nada pra me contar, não? — colocou as mãos na cintura.
— Acho que não, por quê? — terminou de tirar os tênis deixando no móvel da entrada e se levantou, encarando-o.
— Por que você postou que tá solteiro?
Hongjoong congelou no mesmo instante. Okay, ela sabia que tinham grandes chances de Seonghwa ver que ele tinha mudado o status de relacionamento nas redes sociais, mas ele tinha dito que estaria ocupado todo o dia, tanto que nem conversaram por mensagens. Isso o fez acreditar que a brincadeira com San seria algo inocente que passaria despercebido, mas pelo visto não foi.
— Eu? — tentou se fazer de sonso, ainda existia a possibilidade dele estar jogando um verde.
— Tem mais alguém aqui, Hongjoong?
A raiva ainda presente na voz fez o corpo do menor se arrepiar inteiro, mas não era do jeito bom, então desistiu completamente de continuar a fingir inocência.
— Meu amor, eu te explico, mas por favor, não me chama de Hongjoong. — implorou com as mãos juntas. — Odeio quando me chama assim, cadê o “meu bem”?
— Dependendo da sua explicação, eu penso no seu caso. — cruzou os braços e bateu o pé, impaciente.
— Foi uma aposta que eu fiz com o San na academia. Quem não conseguisse fazer o desafio, ia mudar o status por uma hora. — apontou para o celular que estava na mão do namorado. — Se não acredita em mim, pode ligar pra ele aqui agora.
— Hum… — murmurou incrédulo, fazendo um gesto com a cabeça para que continuasse.
— E não tem nada também, meu amor. Só tenho olhos pra você. — pegou o próprio celular no bolso e ofereceu para o namorado, que nem se moveu. — Pode olhar no meu celular, não mandei nem recebi mensagem de ninguém.
— Você não recebeu, mas eu recebi um monte. — comentou como se não fosse nada, desfazendo a pose.
— O quê? — Hongjoong praticamente gritou completamente desacreditado.
— É, dos seus amigos da academia. — entregou o celular para o Kim com a página inicial do chat aberta, com as últimas conversas sendo pessoas que ele conhecia bem. — Todos me mandaram mensagem para me dizer que eu estava solteiro. O único que não me mandou mensagem foi você me explicando isso aí.
— Amigos… da academia?
— Mingyu, Soobin, BM, Yanan…
Enquanto Seonghwa ia para dentro continuar cuidando de suas coisas, Hongjoong abriu as conversas e leu cada uma delas, ficando cada vez mais enfurecido em como seus próprios colegas que viram tudo tiveram coragem de fazer aquilo.
— Que bando de filho da puta!
— Hongjoong! — repreendeu de onde estava.
— Meu amor, eles estavam lá. — seguiu o namorado para dentro, ainda falando suplicante. — Todos eles viram a aposta, eles fizeram de sacanagem.
Seonghwa se mantinha ocupado com algo que não parecia muito importante, como guardar algumas coisas que não estavam necessariamente fora do lugar, só não queria encarar Hongjoong que continuava o seguindo em cada passo que dava.
— Não sei se foi de sacanagem ou não, mas foi muito desagradável saber de outra pessoa que meu namorado tava solteiro.
— Meu amor, eu já expliquei. Por favor, me perdoa. — implorou prestes a ficar de joelhos, mas foi impedido quando o Park foi para outro canto da casa. — Não fica bravo comigo, eu faço o que você quiser.
O maior parou ao ouvir aquilo. A oferta de fazer o que quisesse saía tão fácil da boca de Hongjoong que decidiu fazê-lo se arrepender só um pouquinho por ter aceitado aquela aposta sem sequer pensar em si.
— Deixa eu ver… — tocou o queixo pensativo. — …do momento que você postou até agora que eu descobri o que realmente aconteceu, passou 2… 4 horas.
— Eu sei que foi muito tempo, ma-
— Então tenho direito a 4 horas de solteirice também. — concluiu com um sorriso singelo.
— O QUÊ?????? — se não tivesse apoiado na bancada da cozinha, teria caído no chão naquele instante.
— É, uai. — deu de ombros. — Eu quero 4 horas de solteirice.
— Não, meu amor. — voltou a implorar. — Qualquer coisa menos isso.
— Você disse que faria qualquer coisa. — virou de costas para que o outro não visse o sorriso divertido que surgia em seus lábios com seu desespero. — Você não tem palavra?
— Sim, mas não tava incluso te entregar de bandeja pra outra pessoa. — gesticulava muito com extrema indignação.
— A gente namora há mais de 5 anos, você acha que o quer que aconteça nessas 4 horas vai mudar alguma coisa? — olhou-o erguendo uma sobrancelha, como se fosse o Kim que estivesse colocando sua fidelidade à prova.
— …não… — respondeu com voz e cabeça baixas.
— Até porquê, se você não quisesse insegurança, você já teria mudado o status do relacionamento pra outra coisa que não faria as pessoas acreditarem de primeira que a gente terminou.
Hongjoong abriu a boca para retrucar, mas não encontrou palavras. Desde que San e Wooyoung tinha decidido morar juntos depois de dois anos de relacionamento, Seonghwa sempre jogava indiretas sobre já estar pronto para dar o próximo passo, mas todas eram esquivadas pelo Kim, que ainda não tinha confiança para isso.
Ele sabia que sua falta de atitude irritava e muito o namorado, mas queria que tudo fosse perfeito e não só tomar uma atitude precipitada porque um dia acordaram com vontade de juntar as coisas.
— Mas você não vai realmente sair com esses caras, nee? — ergueu a cabeça e falou mais alto, esperando uma resposta positiva.
— E qual o problema se for com eles? — perguntou colocando uma mão na cintura novamente.
— É que… — começou aflito — É que… — baixou a cabeça novamente. — Deixa pra lá.
— Estamos resolvidos, então. — encerrou meio seco. — O dia que eu for usar, eu te aviso.
--- 💍---
--- 💍 ---
Seonghwa abriu a porta do apartamento de Hongjoong encontrando o local todo escuro. Imaginando que o outro deveria estar no quarto se arrumando, foi entrando sem sequer chamar, até que viu uma luz fraca vir da copa, e foi para lá imaginando que o namorado tivesse esquecido algo ligado.
— Feliz dia dos namorados, meu amor!
A voz do Kim soou animada assim que pôs os pés na cozinha, sendo recebido com uma rosa, um braço circulando sua cintura e um beijo singelo.
— Feliz dia dos namorados, meu bem. — respondeu com um sorriso. — Achei que a gente ia jantar fora. — comentou apontando com a cabeça para a mesa posta.
— É que hoje é especial, decidi fazer diferente.
Hongjoong deu um selinho no namorado e se afastou para puxar a cadeira que o outro iria se sentar, avisou que ia pegar a comida e voltou com a entrada.
— O jantar tá simples, não tive muito tempo de me preparar.
— Se preparar? Isso quer dizer que foi você que cozinhou?
— Então…
Os olhos de Seonghwa brilharam.
— Joongie, é sério?
— Sim. — respondeu tímido.
— Own, meu bem. Tenho certeza que está delicioso. — comentou animado, era
— E-Eu testei a receita antes e pedi para provarem. — explicou ainda se sentindo levemente inseguro. — Eu queria fazer direito hoje, porque é especial.
— E posso saber por que hoje é tão especial? — perguntou provando do prato à sua frente e soltando um som de satisfação.
— Só vou dizer depois do jantar, antes da sobremesa.
— Tem até sobremesa? — perguntou animado.
— A sobremesa eu comprei, não confio em mim fazendo doces.
Os dois riram e começaram a conversar sobre a semana que passaram pouquíssimo tempo juntos. Inevitavelmente o assunto sobre as horas de solteirice veio à tona e Seonghwa fez questão de garantir que não houve nada demais em sua ida ao bar e que Soobin era muito agradável. Apesar das caretas e reclamações, Hongjoong realmente não tinha nada contra o rapaz.
Enquanto o Park se deliciava com o prato principal, reparou que o namorado parecia comer mais lentamente que o normal, e de quando em quando passava a mão pelas coxas, como se estivesse secando o suor. Aquele comportamento estava deixando-o ansioso, mas não queria deixá-lo ainda mais tenso tocando no assunto, então continuou conversando e recebendo algumas poucas palavras de confirmação e alguns acenos de cabeça.
Assim que terminaram de jantar, olhou para o Kim com expectativa, mas ele estava apenas em silêncio, evitando olhá-lo nos olhos. Esperou mais alguns instantes, mas nenhuma palavra e muito menos um movimento, então começou a juntar a louça e chegou abrir a boca para falar, mas foi interrompido.
— Seonghwa, meu amor. — Hongjoong começou a falar com finalmente o encarando. — Eu sei que isso pode parecer um ato desesperado por causa do que aconteceu essa semana. — começou a mexer nos próprios aneis. — Mas eu pensei bastante e achei que fosse a melhor hora para isso.
Hongjoong se levantou e caminhou até o Seonghwa fazendo um gesto para que não se levantasse, então ele apenas se virou para ficar de frente para o namorado, que segurou suas duas mãos e se ajoelhou, fazendo-o se exasperar.
— Meu bem, por que você está ajoelhando? — tentou puxá-lo para cima. — Vamos, levanta.
— Não, tem que ser assim.
O Park tombou a cabeça confuso.
— Seonghwa, meu amor, eu tentei procurar palavras para dizer isso, mas elas não são o suficiente para expressar o quanto eu te amo, então eu decidi criar um símbolo desse amor. — soltou as mãos para pegar algo no bolso. — Seonghwa, você aceita se casar comigo?
A pergunta foi feita enquanto abria uma caixinha de joia revelando um anel de diamantes, e fazendo o Park cobrir a boca com as duas mãos em surpresa e ficando imóvel enquanto seus olhos se enchiam de lágrimas.
— Meu amor, fala alguma coisa. — Hongjoong pediu com a voz baixa, receoso.
— … sim… SIM! SIM! SIM!
Seonghwa pulou em cima de Hongjoong, enlaçando seu pescoço e beijando-o profundamente. Após o susto, o menor abraçou a cintura do namorado se ajeitando melhor no chão, enquanto o posicionava em seu colo. Ao se separarem, uma mão foi esticada na frente de seu rosto.
— Coloca em mim, por favor. — o maior pediu balançando os dedos.
Hongjoong sorriu pegando o anel da caixinha, colocando em seu dedo anelar e beijando com devoção. O mesmo foi feito pelo Park que beijou o anel e ficou encarando por alguns segundos para logo depois segurar o rosto do menor com as duas mãos e beijá-lo novamente.
— Eu amei, meu bem! — disse dando pequenos beijos pelo rosto do outro. — É lindo! Lindo!
— Fico feliz que gostou, meu amor.
— Você sabe que eu não queria que você necessariamente me pedisse em casamento, nee? — falou rápido tentando se explicar.
— Eu sei, meu amor. — respondeu com um sorriso.
— Eu poderia pedir também, mas eu não sabia se você ia querer porque você nunca comentou a respeito. — continuou desviando o olhar, naquele momento a ideia de que poderia ter forçado o namorado pairou em sua mente.
— Eu sei, meu amor. — disse ainda com um sorriso, entrelaçando seus dedos. — Me desculpe por nunca falar sobre isso. — beijou sua bochecha. — Eu sempre quis me casar com você, se você me pedisse eu ia dizer sim sem nem pensar.
Seonghwa sorriu se aconchegando no colo do outro.
— Nós nem podemos casar no papel aqui.
— Então a gente casa em outro lugar. — propôs como se fosse algo simples. — A gente não precisa casar no papel também. Podemos fazer uma festa com nossos amigos e é isso.
— Hongjoong, você é louco. — comentou negando com a cabeça e sorrindo. — Eu te amo tanto.
— Eu também te amo muito.
Voltaram a se beijar, dessa vez com calma, transmitindo todo o sentimento que tinham acabado de expressar em palavras. Naquele instante todos os desentendimentos que tiveram ao longo da semana desapareceram e restaram apenas os dois e a promessa de um enlace.
Aos poucos os beijos foram esquentando, com mãos passeando por seus corpos com saudade, como se tivessem passado tempos sem se encontrarem. Mesmo que estivessem pensando a mesma coisa sobre onde a noite iria terminar, quando o ar se fez necessário, afastaram minimamente seus rostos e se encararam por alguns instantes com um sorriso. Hongjoong deu dois tapinhas na coxa do namorado que tinha sido promovido para noivo. NOIVO.
— Vamos levantar.
— Não quero. — respondeu com um biquinho adorável.
— Eu tenho que pegar a sobremesa.
Com um sorriso sugestivo, Seonghwa deslizou os dedos pelo peito do outro, entrando pela gola da camisa aumentando o contato de pele com pele.
— Eu pensei que você fosse a sobremesa. — sussurrou mordendo a orelha alheia.
Hongjoong parou a mão do Park no mesmo instante e o fez levantar ouvindo suas reclamações manhosas. Assim que ficou em pé, passou o braço por trás dos joelhos do maior e o ergueu, posicionando-o em seu colo como uma noiva.
— Acho que a sobremesa pode esperar.
Seonghwa riu e passou seus braços pelos ombros do namorado — agora NOIVO — e começou a distribuir beijos por seu rosto, maxilar e pescoço, enquanto era carregado até o quarto.
--- 💍 ---
#seongjoong#seonghwa#hongjoong#ateez#fanfic#ateez fanfic#seonghwa x hongjoong#dias dos namorados#proposed#matz#put a ring on it#lovesick#fluffy#estabilished relationship#são tão boiolas que chega doer#plot twist
11 notes
·
View notes
Text
herkes bir parça alıp gitti gençlikten ömürden, sonra uzaklardan izleyip gülümsediler yaptıklarına kim geldi ki kim dönüp bir kez olsun baktı yakıp yıktığı eve. kim vicdanına yenilip su tuttu yanan bu yaraya.
33 notes
·
View notes
Note
ne yapıyorsun
bir yudum şarap içiyorum. isa'nın bedenindeki yaralardan bahseden bir kitap var elimde. fonda stellamara. aklıma çakmakla avuç içimi yaktığım bir gün geliyor. yarası su topladı mı acaba? böyle düşünüyorum. paslı çiviyi, yanan ateşi, kuruyan kanı. raftaki incillerden birine düşmancıl bir bakış atıp kitaba dönüyorum. tavşan dağa küsmüş, dağ üstüne yıkılmış. altını çiziyorum. "hristiyanlık bir bedenin, isa'nın bedeninin yok oluşu üzerine kuruldu." küller yanıyor mudur acaba? ellerimi kül etmek istiyorum. yeni bir soru. kim yakmalı? isa yaşıyor. muhammed'i düşünüyorum. mağarayı. ısıtıyor cılız bir ışık, odayı. kuran'a bakıyorum ve içimden tanrı'ya sesleniyorum. bak diyorum, ben yusuf'tan şüphelendim. yasef tamamen terane. yaşadıklarının altını çizer gibi, ısrarla bastın yaranın üstüne. kuyunun dibinde, ateşin içinde, firavun peşinde. acıyı anlatıyorsan, acı olmalı yaşam. ve acıyorsa canım, yaşıyorum ben işte. duymuyor, kitabı kapatıyorum. biten kadehi izliyorum. kurumuş kan damlaları süslüyor camı. ben kemiriyorum kalbimi. kanı akmayanı. isa diyorum. tanrı gönderdi onu. acıyor canı. yalnızca kendi kendine inandırması gereken bir peygamberim ben, olmayanı.
3 notes
·
View notes
Text
Kim bilir kaç kez içindeki karmaşadan kaçıp bu pencereye gelmiş, dışarıdaki huzur dolu manzaraya bakarak rahatlamıştı; karşı kıyıda evler sevimli bir şekilde yan yana dizilmişti, mavi suları zarafetle yanan küçük bir vapur, kıyıda neşeyle süzülen martılar, kırmızı bacalardan çıkan ve öyle yeni çalan çan sesleriyle birlikte göğe yükselen gümüş renkli dumanlar o kadar açık, o kadar net bir şekilde; "Huzur! Huzur!" diye bağırıyorlardı ki dünyanın delirdiğini bilmesine rağmen bu güzelliklere inanıyor ve kendisine vatan seçtiği bu ülke sayesinde birkaç saatliğine de olsa kendi vatanını unutuyordu
Mecburiyet-Stefan Zeweig
7 notes
·
View notes
Text
Yaklaşık iki buçuk yıl kadar önce yazmışım;
.............................
Umutlarımın gölgesi uzadığında, bilmiyordum güneşinin battığını, sandım ki, sonsuza dek taşıyacak dudaklarım adını.
Gittin ve karanlık çöktü. Unuttum mutluluğun tadını...
Kime sarılsam diken, kim dokunsa yara oldu yüreğim, kapayamadım yaramı.
Kime sığınsam boşa, kim sığınsa soluma, dolduramazdı yarımı...
.............................
Devamı da vardı da, bana kalsın. Bugünlerde yazmak, anlatmak istediğim çok şey var. Silmediğim bir kaç yazımı görünce, bu yazma duygusu daha fazla depreşiyor, saçma da olsa iki üç kelime karalayıp sonra yok etmek istiyorum...
Onu çok özlüyorum, sürekli, daima... Fakat tam da şu anda hasret duygusu, ateş ölçere tutturulmuş bir kibrit gibi, ve ruhum bu kibritte kaynayan civadan farksız...
Bu sabah güneşin doğuşuna yakın çıktım yürüyüşe, yönüm denizin üzerinden doğacak olan güneşe doğru dönmüş bir şekilde ilerledim, bu yol zor olsada, dönüşü ters olsa da özellikle seçtiğim yol oluyor hep, fakat sadece vakit güneşin doğuşundan hemen önceyse.
Çünkü onun eşi benzeri olmayan kahverengi gözleri vardı... Gerçi kahverengi demeye binbir şahit gerekiyor, çünkü bu yürüyüşte birazdan doğacak olan güneş gökyüzünü turuncuya nasıl boyuyorsa, o da bana öyle bakardı... Bir insanın gözlerinin rengi gün doğumu kadar güzel olabilir mi? Gün doğumu kadar canlı hissettirebilir mi insana?!
Tam olarak öyle bakardı ve ben de dipdiri hissederdim içimde yanan ruhumu.
O yüzden yukarıdaki yazıyı yazdığımda, birbirimizden "olması gereken bu" kisvesi altında 87nci kopuşumuzdu.
Gittiğinde güneşim battı, karanlık çöktü, ve sonsuza dek adını taşıyacak olan dudaklarım, o karanlıkta gömüldü...
Tekrar yollarımız kesiştiğinde, eskisi gibi olmadı hiç bir şey, çünkü onun kendi hayatı vardı, benim kendi tabutum. Onun kendi hayatını yaşaması gerekiyordu, benim toprağıma sadık kalmam. Yine de gökyüzü bakışı içime işliyordu, her baktığında ateşiyle yanan ruhum gözlerimden eriyordu.
Artık ne zamanı tutabiliyorum, ne hükmedebiliyorum... Karanlığa gömdüğüm dudaklarımın mührünü kırdım fakat o yaşaması gereken hayatın içinde kaybolduğu için hâlâ duymadı çığlıkları.
11 yıllık bir sır bu, 11 yıl daha taşırım... Yüz on bir yıl daha, bin yüz on bir yıl daha taşırım, ama o kadar göz yaşım kaldı mı bilmiyorum.
Sizi de üzdüysem özür dilerim.
Gitmeden önce bir şarkı daha dinleyelim birlikte; Cem Adrian - Derinlerde
Bir de size gün doğumu fotoğrafımı bırakacağım.
Sağlıcakla.
7 notes
·
View notes
Text
"Varlığım, gökyüzünden düşen sönmüş bir yıldız gibi kaybolur, unuturum kim olduğumu. Uçup giden hayallerimi,bazen karanlık ve sonsuz uçurumlara ve karanlığın kollarına bırakırım kendimi ve sonra ışığın ruhumu aydınlattığı yansımam bile kırık, eksik.
Sesim, dizelerin anlamını yitirmiş gibi, yankılanır boşlukta. Viran bir manzara içindeyim, yanan ateşlerden geriye kalan enkaz gibiyim. Kendi içimde yabancılaşmışım, öz benliğimden uzaklaşmışım. Hiçlik içinde boğulurken, sevinçlerim çaresizce çırpınıyor.
Bir bulutun soğuk rüzgarıyla titriyor bedenim, sessizlik her anı ölümle dolduruyor. İçsel gözyaşlarım acı bir geleceği haber veriyor. Ama bir gün belki, ruhumu aydınlıklara çıkaracak bir yol bulurum. Artık yüreğimdeki sessizlik, ölüm kadar yalnız"...
12 notes
·
View notes
Text
Peki cümleleri sığdırmak neden bu kadar zordu kalbime. Hiç mi birşey öğrenmedim ben?
Duymadım, görmedim.. bu kadar mı çok yalnızlığa boğdum kendimi. Sessizce öldüm belki kim bilir.
Sahi gidecek neresi kaldı geriye aklımda. Yok mu benim zihnimin bir sonu? Çıkış kapısı yok mu? Dudaklarım da kahkaha düşerken kalbimin de yanan şu görkemli alevlerin, sebepsizce akan damlaların, çıkışı yok mu?
Keşke susturabilsem kendimi. Benim olan ne varsa atsam bir kenara ve bir daha görmesem. Sahiden bu kadar çaresiz miyim ben?
@kaossairi
#edebiyat#şarkı listesi#sanat#geceye bir şarkı bırak#türk sanat müziği#günün şarkısı#şarkı önerisi#yeşilcammüzil#şarkı alıntısı#edebîyatsözlleri#queer
2 notes
·
View notes
Text
ŞİİR ADINA
Ben değildim o gün şiiri ağlatan
Yalnızca bir öfke çiçeği giyinmiştim
Rengi sesime bulaşmıştı çiçeğin
Körkütük yalnızdım üstelik
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şiir
Güneş mi paylaşılamıyordu neydi
Şiirin ‘’ş’’sine kim asıyordu kendini
Ya da kim şiir adına
Tırnaklarını geçiriyordu yüzünün okyanusuna
Yüzü kan-alnı kan oluyordu kimin
Okyanuslar hep mavi kanar bilirsin
Çünkü o gün yüzünle okyanus arasında
Mor bir gürültüydü şiiri güldüren sesin
Anıların neyzen dudağında bir neydi
Yolları hep umuda çıkıyordu hüznün
Islıklı rüzgarlar koşuyordu saçlarında
Sesinde turnalar geçiyordu bölük bölük
Demir attığın umut adaları
Yüzündeki denizlerde vardı yalnızca
Zamanın kıraç topraklığında bir gün
Gelişin var ya hani yağmur yağmur
Ne çok çocuksu
Ne çok umutsu
Ne çok tepeden tırnağa hüzün
Güneşin kapıları açıldı açılacak gibi
Yediden yetmişe bütün renkler
Çılgın bir tonda çıldıracak gibi
Kaç yıldız kaydı gözlerimden-bilemezsin
Bin kez ölürüm belki o günün adına
Hiçbir ölümümü söyleyemem
Gözpınarlarımdan iki tomurcuk damlasın artık
Sil desen de silemem
Gözlerinde yanan ışıkları söndüremem
Bak turnalar mola veriyor sesimizde
Ellerimiz neden bu denli sazlık
Ayvalar nereye götürüyor bu yaz ölüsünü
Böyle yapayalnız
Böyle çığlık çığlık
Bırak yüzünde çiçekler yorgun açmasın
Bu şiir tufanında hiçbir sözcük kaçmasın
Adnan Yücel
6 notes
·
View notes
Text
🥺😔
"Yanan kandili söndürün 'Zeynep geçiyor' gölgesini görmesinler" diyen asr-ı saadet çınarlarının; daha fazla beğeni almak uğruna yatak odasında açılmadık çekmece bırakmayan nesillerinin 'kim daha çok evini çekip paylaşacak' yarışlarını izliyoruz.
Yağmur ibiç, Ahir Zamanda Fıtrat Mücadelesi, s.228
47 notes
·
View notes
Text
26.
Kitaplarım kadar defterlerim de çoktur benim. Yazıp yazıp bıraktığım yazıların arasında, bir türlü bitmeyen sayfaların kaybolduğu raflarda saklı olan hissel anıların kaybı, odamı dağlamaktadır. Duyulması gerekenler değil olması gerekenler yazılı olduğundan kimi zaman şaşan dünyanın dengesizliği bitmeyen defterlerin sonusuzluğunda yitip gitmiş veya öylece sallanmaktadır. Benim düşüşlerim hep buralardadır. Bu nedenle parmak uçlarımdaki kesikler, dizlerimdeki morarıp saramış yerleri yoklarken onu bir tuval misali kullanmakta, bir baş yapıta imza atarken saklanması gerekenleri kalıcılaştırmaktadır. Belki de bu nedenle yaşadığım zaman hiç buralarda olmamaktadır. Aklım, dedikleri gibi bir karış havadadır. Aşık olduğum ne bir siluet ne de gölgede saklanan bir et parçasındadır. İsteklerim tam buradadır. Ancak, direkt olarak söylenemeyecek kadar nadidane ve anlaşılmak isteyen parçalar olduklarından bir türlü dudaklarımdan isteklerim dökülememektedir. Benim sıkışıklığım, bu dört duvar arasında olmaktan çok uzun zaman önce çıkmış, daha somut ancak kimselerin duyumsayamayacağı kadar soyut bir yapıda olduğundan sızılarım kale alınmaz olmuştur. Bu acı gerçekten de benim tarafımdan mı oluşturulmuştur? Kurtulabileceğim hiç mi bir açıklık yoktur? Bu sızı; yüreğimi ellerimin arasına alıp var gücümle sıkıştırsam da en ücra köşelerde paralasam da kemiklerimin içine- yerinde düzgün dursun diye- sıkıştırsam da hatta kırılsa da bütün kemiklerim baştan ayağa bin parça, ruhum bile eşlik etse bu çöküşe dinmeyecek gibidir. Kurtuluş gerçekten bir başkasından elde edilemeyecek bir parça mıdır? İnsan hep mi kendi ayaklarının üzerinde durmalı, kendisini doğru düzgün iyileştirmeyeceğini bilmesine rağmen çabalamalıdır? Bizler, henüz bilmezken neyin ne olduğunu deneyeceğimiz tedavi yolların etkili olmasının yüzdesi, sıfırın yanına gelecek olan virgülden ne kadar daha sonra değiştirecektir rakamını? Atmak istediğim çığlıkları saysam sizlere yıldızlardan daha çok olur gibi göğüs kafesimde biriken nefesle. Aldığım ve verdiğim nefeslerin ağırlığını hesaplayabilir misiniz bu benzetmeyle? Söyleyeceklerimle bile sızlmaktayım baştan ayağa. Durumun ciddiyetine ne kadar daha vurgu yapabilirim, fikir verin bana! Yalvarırım, kurtarsın biri beni buradan. Çok da ücra, kokutucu bir yerde bulunmam öyle. Erişilemeyecek kadar da yol katetmeniz gerekmez. Ellerimi uzatsam hemen yanımda, parmak uçlarımın bir adım ötesinde ancak galaksiler kadar uzakta olan sizlerleyim ben, tam karşınızda. Olması gereken yerde, bir milim hareket etmeden. Bana söylendiği gibi kendimi belli etmeden, anlaşılmayı beklerken için için ağlamakta, kimi zaman mahfetmekteyim yanaklarıma tutturulan mandalların şeklini. Kim bilirdi bir insanın gözlerindekilerin dökülmemesi adına verilen savaşta içi kadar yanan gözlerinin mutluluk diye tutturulan dudaklarının kıvrımında ölüp ölüp dirileceğini? Kim bilirdi verilen bir savaşın, bin bir türlü ölüm şekline tabi tutulan tek vücut içerisinde sıkışıp kalan halkın dökülen kanlarının sonucunda, hiçbir cesete rastlanmayacağını? İnanılır gibi değildir. Belki de bu nedenle kimselere inandıramadığım acımın ciddiyeti anlaşılamamktadır. Vazgeçişim belki de bu yüzdendir. Can çekişlerim belki de bu nedenle gün yüzünden uzak, bir başına bir yastık altında, öylece bırakılan bedenin sarmalandığı yorganında, sıkı sıkıya tutulan tutamlarında can bulmaktadır. Böylece bir insan daha anlaşılmadan sadece yitip gidecek gücü kendisinde bulacaktır.
16 notes
·
View notes