#karşı saldırı
Explore tagged Tumblr posts
Text
İsrail ve İran Arasındaki Gerilim Artıyor
İsrail ve İran Arasındaki Gerilim Tırmanıyor İsrail, İran’ın Salı günü gerçekleştirdiği füze saldırısına karşı misilleme yapmaya yönelik hazırlıklarını sürdürürken, Tahran’dan dikkat çekici bir açıklama geldi. Devrim Muhafızları Ordusu’na yakınlığıyla bilinen Tasnim Haber Ajansı, “İsrail’in muhtemel bir eylemine karşı gerekli yanıt planı etraflıca hazırlandı” ifadelerini kullandı. Haber, silahlı…
#İran#İSRAİL#bölgesel dinamikler#Devrim Muhafızları#füze saldırısı#güvenlik#Gerilim#karşı saldırı#uluslararası endişe
0 notes
Text
İsrail’in Gazze’ye Yönelik Hava Saldırıları: Çok Sayıda Can Kaybı
1 minute Kaynak: Aljazeera.com Nuseirat ve Jabalia Mülteci Kampları Hedef Alındı Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail hava saldırılarında Cuma günü en az 25 Filistinli hayatını kaybetti. Sağlık kaynaklarına göre, Nuseirat mülteci kampında bir apartmana düzenlenen saldırıda en az sekiz kişi, Jabalia’daki bir eve yönelik saldırıda ise en az 10 kişi yaşamını yitirdi. [Abdel Kareem Hana/AP…
#etnik temizlik#Filistin can kaybı#Gazze 2023#Gazze çatışmalar#Gazze ölüm tuzağı#Gazze can kaybı#Gazze insani durum#Gazze operasyonları#Gazze saldırı raporu#Gazze sağlık durumu#Gazze son dakika#Gazze Sınır Tanımayan Doktorlar#Hamas karşı saldırı#Jabalia mülteci kampı#Lübnan patlama#Lübnan İsrail saldırıları#Nuseirat mülteci kampı#İsrail askerleri ölü#İsrail hava saldırıları
0 notes
Text
ALKANYİLDİZ - MEGA+ (2)
Alkan Yıldız Hukuk Bürosu: Hukuki Çözümler ve Profesyonel Danışmanlık
Alkan Yıldız Hukuk Bürosu, çeşitli hukuki konularda müvekkillerine uzman danışmanlık ve hukuki çözümler sunan köklü bir hukuk firmasıdır. Hakaret suçu ve cezası, anlaşmalı boşanma, tüketici hakları gibi önemli konularda hukuki destek sağlayan Alkan Yıldız Hukuk Bürosu, müvekkillerinin haklarını korumak ve adaletin tecellisini sağlamak için çalışır.
Hakaret Suçu ve Cezası:
Hakaret suçu ve cezası, bireyin onur ve saygınlığına yönelik saldırı niteliğindeki sözler veya davranışlar olarak tanımlanır. Alkan Yıldız Hukuk Bürosu, hakaret suçlarıyla ilgili olarak müvekkillerine hukuki danışmanlık ve temsil hizmetleri sunar. Tecrübeli avukatları, müvekkillerini hakaret suçlarına karşı korur ve gerekli adımları atarak adaletin sağlanmasına yardımcı olur.
Anlaşmalı Boşanma:
Anlaşmalı boşanma, tarafların anlaşarak ve uzlaşarak boşanma sürecini tamamlamasıdır. Alkan Yıldız Hukuk Bürosu, boşanma davalarında uzmanlaşmış avukatlarıyla müvekkillerine anlaşmalı boşanma sürecinde profesyonel destek sunar. Taraflar arasındaki anlaşmazlıkların çözümüne yardımcı olur ve adil bir şekilde sonuçlanmasını sağlar.
Tüketici Hakları Avukatı:
Tüketici hakları avukatı, tüketicilerin alışveriş ve hizmet alma süreçlerinde sahip oldukları hakları kapsar. Alkan Yıldız Hukuk Bürosu, tüketici hakları konusunda müvekkillerine geniş kapsamlı hukuki danışmanlık ve temsil hizmetleri sunar. Tüketicilerin haklarının korunması ve tüketici davalarında adaletin sağlanması için etkili çözümler sunar.
Alkan Yıldız Hukuk Bürosu, müvekkillerinin hukuki ihtiyaçlarını karşılamak için güvenilir ve uzman bir seçenektir. Hakaret suçu ve cezası, anlaşmalı boşanma, tüketici hakları gibi önemli konularda profesyonel destek almak ve haklarınızı korumak için Alkan Yıldız Hukuk Bürosu'na başvurabilirsiniz.
395 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
238. BÖLÜM - Kan, çiçeği arzuluyor - Yüzü Olmayan Beyaz'a karşı amansız savaş - 3
Guoshi Hua Cheng’e doğru bağırdı, “GENÇ ADAM, RAKİBİNİ HAFİFE ALMA! Artık onun formuyla başa çıkmak yüzü olmayan beyazdan bile daha zor. Ayrıca daha önce daha iyi bir silahın avantajına sahiptin ama artık değil!”
Tabii ki, Jun Wu’un üstündeki tüm yaralar tek bir süpürmede ortadan kayboldu, baştan aşağı yenilendi. Guoshi’ye baktı ve güldü, “Başkalarına önümde benimle nasıl yüzleşeceklerini öğretmek mi? Seni öldürmeyeceğim ama gittikçe daha cesur oluyorsun.”
Bu gülümseme bir uyarı tonuyla süslenmişti. Guoshi konuşmayı kesti ve geriye ona baktı.
Xie Lian, “Sen endişelenme, San Lang asla rakiplerini hafife almaz.” Dedi.
Bu konuda fazlasıyla açıktı. Hua Cheng'in yüzü korkusuz ve küstah olsa bile elleri asla rahatlamazdı.
Jun Wu kılıca baktı ve yavaşça konuştu, “Zhu Xin, uzun zamandır görüşmedik.”
Fang Xin –ya da şu an Zhu Xin olarak seslenilmeliydi, elinde derin, sessiz bir inilti yayıyordu.
Xie Lian her zaman Fang Xin'in çok yaşlı olduğunu, bu yüzden kullanımının kolay olmadığını, kim bilir belki de bir gün öleceğini düşünmüştü, ancak bir zamanlar ustasının elindeyken aurasının ve gücünün kendi elinde olduğundan tamamen farklı olduğunu hiç düşünmemişti!
Zhu Xin ve E-Ming her çarpıştığında, tüm Cennete uzanan Köprü sanki her an yıkılıp lavların içine düşecekmiş gibi sallanıyordu. Daha öncesiyle karşılaştırıldığında, Jun Wu'nun gücü, kuvveti ve hızı belirgin bir şekilde daha fazlaydı. Hua Cheng hâlâ onun hızına ayak uydururken, kaşları hafifçe çatıldı ve ifadesi daha da keskinleşti. Dövüşü uzaktan izleyen birkaç kişi de şaşkın ve endişeliydi.
Çünkü Jun Wu'nun saldırılarının her biri doğrudan Hua Cheng’in sağ gözünü hedef alıyordu!
Hua Cheng iki kez engelledi ama ikisi de endişe verici derecede yakındı ve kısa süre sonra Jun Wu'nun aynı saldırıyı tekrar tekrar kullandığını fark etti, sanki sağ gözün Hua Cheng'in zayıf noktası olduğunu belirlemişti ve yine ona saldıracaktı. Her hamlesinde, doğal olarak Hua Cheng tüm gücüyle savundu ve tekrar tekrar savunma yaptı. Ama bu gelişmeyle, hiçbir şey başarılamayacak bir çekişmeye girmiş olmazlar mıydı?
Sanki E-Ming'in gözü tehlikeyi hissetmiş ve öfkelenmişti. Siyah yeşim benzeri bıçak tekrar çarpıcı bir şekilde geldi ve orada keskin biri vardı, KLANK! Hua Cheng savuşturmak için kılıcını kaldırmamıştı ama Jun Wu kılıcını geri çekmişti.
Tamamen beyazlara bürünmüş Xie Lian, Hua Cheng'in önünü kapatmıştı.
Daha önce, Zhu Xin'in ürpertici bıçağını savurmak için geri tepme kuvvetini kullanmıştı!
Xie Lian her şeye rağmen yerinde duramadı ve dövüşe katıldı. Kılıcı çıplak elle yakalama sanatında yetenekliydi ama yine de böylesine kötü niyetli bir kılıçla ilk kez karşılaşıyordu. Sadece hafif bir fiskeyle kolunun yarısı, özellikle de avuç içi neredeyse uyuştu; hisleri ancak birkaç adım geri çekilip silkelendikten sonra geri geldi. Arkasından Hua Cheng konuştu, “Gege?”
“Hadi bunu beraber halledelim!” dedi Xie Lian.
İkili sırt sırta vererek savaşma iradelerini karşı tarafa yöneltti. Bunu gören Jun Wu’nun gülümsemesi daha da büyüdü, “Ah?”
XieLian sessizce "Sen üst tarafı al, ben de alt tarafı!" dedi.
Sözleri biter bitmez ikisi ayrıldı, biri yukarı diğeri aşağı, Jun Wu'ya doğru savruldular. Xie Lian, Jun Wu'nun saldırı tarzını oldukça iyi biliyordu ve bir sonraki saldırısının nasıl olacağını az çok tahmin edebiliyordu, bu yüzden ağzından kaçırdı, "Tuzak!"
Hua Cheng onu takip etti ve pala geri döndü. Jun Wu'nun neredeyse numaraya kanacağından emin olan Xie Lian, "Patlat!" diye talimat verdi.
Hua Cheng yine onu takip etti ve bu kez kılıcı kullanmadı, ruhani güçlerini köpürtmek için çıplak elini kullandı ve patlattı. Jun Wu'nun omzu vuruldu, aşağıya doğru meyletti, eğer onun aşağılık hızı olmasaydı, o iki hamle muhtemelen onu ölümcül bir şekilde vuracaktı. Onlar savaşırken, Xie Lian aniden dikkat kesildi; Hua Cheng onların zamanının yüce kralıydı, becerileri göz önüne alındığında, neden Xie Lian'ın tavsiyelerine ihtiyacı olsun ki? Ne büyük bir suç, eski alışkanlığı ortaya çıktı ve hemen özür diledi, “Özür dilerim! Beni dinlemek zorunda değilsin!”
Hua Cheng ancak sadece mutlulukla gülümsedi, “Gege'nin bana söylediği her şey en iyi karardır, o halde neden dinlemeyecekmişim?”
Aniden köprü çöktü ve Hua Cheng düşmek üzereymiş gibi aniden dengesini kaybetti. Xie Lian köprünün direklerine adım attı ve RuoYe’yi saldı, Hua Cheng’i sararak geri çekti. Saniyesinde ensesinde bir ürperme hissetti –Jun Wu sırtına yaklaşmış elini omzuna koymuştu, “XianLe, iyi yetenekler.”
Çok yakındı, Xie Lian tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Hua Cheng haykırdı, “Gege!”
Sol elini fırlattı ve E-Ming havada uçarak geldi. Xie Lian inanılmaz hızla hareket ederek başını eğdi ve E-Ming, arkasındaki Jun Wu'ya doğru uçup giderken kafasına hafifçe dokundu. Ancak o zaman Jun Wu omzundaki elini çekti ve Xie Lian bu şansı kullanarak Hua Cheng'in tarafına geri sıçradı. E-Ming bumerang gibi Hua Cheng’in eline geri döndü. İkisi beraber mükemmel bir uyum içindeydiler, diğer taraftaki üçü yalnızca burada ve orada şimşek gibi beliren gölgeler gördüler. o kadar hızlıydı ki, hayal bile edilemezdi ve insanın boğulmasına neden olurdu. O sırada Jun Wu'nun kahkahası sanki onları cesaretlendiriyormuş gibi lav mağarasının her yerinde yankılandı, “İyi, çok iyi! Devam edin!”
Mu Qing köprünün çöktüğü yerden kuvvetli bir şekilde kaçtı ve bu sırada konuşurken korkuyordu, “Guoshi, o… kafayı mı yedi? Gülüyor??”
“Demiştim!” dedi Guoshi, “O sinirliden de beter, mutlu! Bu sadece başlangıç!”
Diğer tarafta Zhu Xin’i ele geçiren Jun Wu kanatlanmış bir kaplan gibiydi. Xie Lian, Hua Cheng’in sağ gözüne acımasızca saldırmak için sürekli kılıcı kullandığını gördü ve hem dehşet hem de paniklemiş hissetti. RuoYe’yi saldı ve Zhu Xin’in kabzasına dolandı. Ancak beklenmedik şekilde Jun Wu onu tuttuğu gibi kendine çekti, Xie Lian ona doğru uçmaya başladı.
Xie Lian ilk başta şaşırmıştı ama çok geçmeden sakinleşti. Zaten ilk başta kılıcı kapmaya gidiyordu bu yüzden korkmaya gerek yoktu, zihni durumu değiştirecek yüzlerce olası hareketi göz açıp kapayıncaya kadar gözünün önünde oynatıyordu. Ancak beklenmedik şekilde yarı yolda, başka bir el onu yakaladı ve geri çekti. Xie Lian yere indi ve arkasına baktı, Hua Cheng’in kalbini delip geçen siyah yeşimden bir kılıca karşı önünde kalkan olduğunu gördü.
Bunu görünce Xie Lian, neredeyse boğularak ölüyordu, “SAN LANG?!”
Hua Cheng'in yüzü biraz karanlıktı. Jun Wu hala Xie Lian’ın kendini Zhu Xin bıçağına geçirmesini bekliyordu ama bunun engellendiğini görünce kılıcı çekti ve geri çekildi, oldukça hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Xie Lian Hua Cheng’in hayalet olduğunu tamamıyla unutmuştu, yani göğsüne dev bir delik açılsa bile yine de etrafta enerjik şekilde zıplayabilirdi. Yine de hala endişeliydi ve Hua Cheng’in göğsündeki kanamayan yarayı kapattı, “San Lang, ne… ne yapıyordun, böyle aniden?!...”
Hua Cheng “Sanki bir kez daha önümde bıçaklanmana izin verirmişim gibi!” diye cevapladı.
Bazı nedenlerden dolayı ses tonu biraz aşırıydı ve Xie Lian şaşırdı ama Jun Wu’nun nazik sesi duyuldu, “Neden sızlanıyorsun, Xian Le? Acıyı hissedecek değil ya. O, ölmüş bir adamdan başka bir şey değil.”
“…” ve o bunu Xie Lian’a hatırlatmaya cüret etti.
Xie Lian kalbi öfkeyle alev alev yanarken ona bakmak için başını salladı, “Ve bunların hepsi senin suçun değil mi?”
Ancak Jun Wu yalnızca kıkırdadı, “Bunlar benim suçum mu?”
Bu ters soruyu duyunca Xie Lian birdenbire şaşkına döndü.
Jun Wu konuyu değiştirdi, “Belki de. Ama, XianLe, Ölümlüler aleminde o kadar uzun süre kaldın ki, ne yaptığını unuttun mu? XianLe düştükten sonra ne yaptığını hala hatırlıyor musun?”
“…”
Jun Wu’nun yüzünde derinden anlamlı bir gülümseme belirdi ve yavaşça şöyle dedi, “Hala hatırlıyor musun, Wu Ming adlı hayaleti?”
Xie Lian'ın yüzü birdenbire tüm renklerini kaybetti ve ağzından kaçırdı, “KONUŞMA!”
Guoshi işlerin ters gittiğini hissetti ve bağırdı, “Ekselansları, o ne diyor? XianLe düştükten sonra ne yaptınız?”
Xie Lian tuhaf bir dehşet duygusu hissetti ve Hua Cheng'e baktı, daha sonra Jun Wu’ya. Daha önce öfke olan şey şimdi belirsizliğe dönüştü. Hua Cheng onu anında yakaladı ve alçak bir sesle onu sakinleştirdi, “Sorun yok, ekselansları, korkma.”
Feng Xin de seslendi, “Aynen, dik dur!”
Diğer taraftan Mu Qing daha uyanıktı, “Ne demek istedi? Hayalet mi? Ne hayaleti?”
Ama Xie Lian nasıl dik durabilirdi?
O günler hayatının en dağınık günleriydi ve en çok pişmanlık duyduğu eylemi gerçekleştirmişti. Ne zaman o solgun, hilal gözlü gülümseyen maske aklına gelse, gözüne uyku girmez ve bir daha kimsenin onu görmemesi için çaresizce top gibi kıvrılırdı.
Hua Cheng zaferin tadını çıkaran bir Xie Lian görmüştü, bir savaşı kaybettikten sonra yenilmiş bir Xie Lian görmüştü, aptal, ahmak bir Xie Lian görmüştü, yoksul ve dilenci bir Xie Lian görmüştü. Bunların hepsi bir hiçti.
Ancak, muhtemelen pis çamurda yuvarlanan bir Xie Lian, bağırıp çağıran ve küfreden bir Xie Lian, kin ve nefret dolu bir Xie Lian, intikam için YongAn Krallığı'nı yok etmeye kararlı bir Xie Lian, ikinci kez İnsan Yüzü Hastalığı yaratacak kadar ileri giden bir Xie Lian görmemişti!
Hayatının o dönemi geriye dönüp bakılamayacak kadar tiksindiriciydi. Eğer bu geçmişte kaldıysa, eğer yüzü olmayan beyaz bunu uzatmak istiyorsa, o zaman her neyse. Xie Lian, Hua Cheng'in Xie Lian'ın hayatında böyle bir dönemden geçtiğini öğrendiğinde nasıl bir yüz ifadesi göstereceğini hiç öğrenmek istemiyordu.
Çünkü Hua Cheng'in düşündüğü kadar iyi biri değildi. Pislikten arınmış, aziz ve saf biri değildi. Hua Cheng gerçeği öğrendikten sonra sadece bir parça inançsızlık gösterse bile, Xie Lian muhtemelen kendisiyle asla yaşayamayacak ve bir daha asla Hua Cheng'i görmeye yüzü olmayacaktı!
Bunu düşündüğü anda, Xie Lian'ın yüzü kontrolsüzce solgunlaştı, alnından soğuk terler aktı ve elleri titredi. Nasıl tepki verdiğini gören Hua Cheng elini daha sıkı tuttu ve ciddi bir güvenle, "Ekselansları, Korkma. Unutma, sonsuz ihtişamın tadını çıkaran da sensin, gözden düşen de. Önemli olan 'sen'sin, senin durumun değil. Geçmişte ne olursa olsun, seni asla terk etmeyeceğim. Bana her şeyi anlatabilirsin."
Son olarak nazik��e ekledi: "Bunu bana kendin söyledin."
Xie Lian hafifçe kendini toparladı ama Jun Wu bir kahkaha attı ve yavaşça, "'Geçmişte ne olursa olsun, seni asla terk etmeyeceğim' En sadık inananlarım, en iyi arkadaşlarım da bir keresinde bana bunu söylemişlerdi." dedi.
Guoshi'nin yüzü değişti ve Jun Wu da ona bir bakış attı, "Ama sonunda, gördüğün gibi. Hiç kimse gerçekten söz verdiği gibi yapamadı.”
Görünüşe göre Guoshi daha fazla ona bakmaya dayanamadı ve kafasını başka yöne çevirdi. Hua Cheng yalvardı, “İnan bana, ekselansları. İnanmayacak mısın?”
Xie Lian'in ona inanmayacağından değildi.
Sorun şu ki denemeye cesaret edemedi.
Sonunda Xie Lian zorlukla yutkundu ve kendini gülmeye zorladı, ardından gülmemesi gerektiğini hissetti ve başını öne eğdi, sesi titriyordu, “… San Lang, neden… ben üzgünüm, ben, ben…”
Hua Cheng bir an ona baktı, sonra başladı, “Ben aslında…”
Bitirmeden önce, yoğun bir öldürme niyeti dalgası hamle yaptı ve ikisi birbirinden sıçradı. Duyular bir şekilde Xie Lian'a döndü ve bazı renkler de onun yüzüne döndü, “Onun nesi var? Neden o daha da fazla…”
Daha hızlı? Daha güçlü?
Önceki yüzü olmayan beyaz formuna göre şimdi Jun Wu'nun hızı ve gücü iki katına çıkmıştı ve hâlâ artıyordu; her saldırıda bu korkunç artışı çok açık bir şekilde hissedebiliyorlardı!
Mu Qing başka bir şeyi daha fark etti ve bağırdı, “Ekselansları! DİKKAT ET TAKTİKLERİNİ DEĞİŞTİRDİ! ARTIK ÇİÇEĞİ ARAYAN KIZIL YAĞMUR’A SALDIRMIYOR… ARTIK YALNIZCA SANA SALDIRIYOR!”
Doğal olarak Xie Lian da bunu fark etti. Elinde yalnızca RuoYe vardı ve RuoYe Fang Xin’i görse küçülür, kafa kafaya saldıramazdı. Neyse ki E-Ming, Jun Wu’un ona karşı kullandığı her hareketi kusursuz bir şekilde engellemişti.
---
ben kitap biteceği için üzülüyorum ama :(
---
#tian guan ci fu#xie lian#feng xin#jun wu#jian lan#hualian#ling wen#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#pei su#peiming#ming yi#xuan zhen#mu qing#nan yang#wu ming#bai wuxiang#ban yue#shi wudu#shi qingxuan#hexuan
25 notes
·
View notes
Text
Uğradığı bombalı saldırı sonucu 24 Ocak 1993’de yaşamını yitiren Gazeteci Uğur Mumcu’yu 31.yılında saygı ve özlemle anıyoruz.
Demokrasimizin güçlenmesi ve halkın doğru bilgi alması adına verdiği onurlu mücadelesinden bir adım olsun geri atmayan basın tarihimizin değerli kalemi Uğur Mumcu’yu kaybetmenin üzüntüsünü hala yaşıyoruz.
Uğur Mumcu, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini uluslararası sermayeye ve yerli sermaye şirketlerine peşkeş çekilmesine karşı çıkarak, “Ben antiemperyalist ve Tam Bağımsız Türkiye’den yanayım!” diyerek ilkeli duruş sergilemiştir.
Mafya ve siyaset ilişkisine, teröre, yolsuzluğa, kökten dinci akımlara karşı, somut belgelere dayalı çalışmaları ve yayınladığı eserleriyle, hayatını, derin yapıların ortaya çıkarılmasına adayan Mumcu, bu yapıların ortaya çıkmasından korkan alçaklar tarafından katledilmiştir. Gazeteci ve aydın cinayetleri karanlık düzenin susturma yöntemidir.
Güçlüden yana değil haklıdan yana olan bir kalem olarak bu ülkenin menfaatlerini savunmuştur.
Uğur Mumcu, gazeteciliğin yanında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü savundu. İlkeli duruşu ve halkın yararına kullandığı kalemi daima onurlu şekilde var olmaya sürdürecektir.
Laik, demokratik, sosyal hukuk devleti ile Cumhuriyet için sözlerini sakınmayan demokrasi şehitlerimiz Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Turan Dursun ve Çetin Emeç’in yanı sıra faili meçhul cinayete kurban giden tüm aydınlarımızı saygı ile anıyoruz.
Uğur Mumcu'nun katledilmesinin üzerinden yıllar geçse de üzerindeki sis perdesinin bilinçli olarak kaldırılmadığını bilmekteyiz. Bu cinayeti azmettirenler hala yargılanmamış olsa da, günü gelecek, tarih önünde aydınlara karşı yapılan katliamların mutlaka hesabını vereceklerinin altını çiziyoruz.
Alıntı
youtube
69 notes
·
View notes
Text
Dazai Osamu'nun Giriş Sınavı 3. Bölüm Çevrildi
Wattpad Linki
MangaTR Linki
12.
Ofiste, gece yarısı sabah kadar sürüyor
Ücra bir ışığın önünde oturuyor, çoğu geceyi uykusuz geçiriyorum.
Sayısız ölüm ve yitirilen sayısız can… Onlarla benim arasında bir fark yok. Hepimiz aynı gezegende, eninde sonunda ölümde ebedi cennete dönmek üzere doğmadık mı? Tanrım, yalvarırım bana bir cevap ver.
"Şirket geneli görev raporuna başlayalım." Önümdeki masaya oturanlara seslendim. Burası şirketin toplantı salonu olarak da kullanılan kabul salonuydu. Ofis çalışanları ve dedektifler dahil birbiri ardına oturmuş toplam 7 kişi, katılımdaydı. Katılımda olanların en iyi üyelerimiz olduğunu söylemek abartıya kaçmazdı. tüm kadronun tek bir odada toplanması oldukça nadirdi. Kağıtları dağıtarak açıklamaya başladım. "Lütfen elinizdeki dosyadaki şu olayla ilişkin kısma göz atın. Özet için affınıza sığınırım fakat Ajans, hedeflenmiş tehditle karşı karşıya ve ayrıca devam eden zalim bir skandalla saldırı altında." Ajansın yegâne doktoru Dr. Yosano konuştu, "Anladık, Ajansın başı dertte. Şimdi bize bombadan bahset." "Bahsedeyim, biraz önce bu tehdit mailini aldık. Suçlunun profilini çıkartmaya yardımcı olabileceği için hepinizden okumanızı rica ediyorum." Mailin kopyalarını dağıttım. Posta kibar tavırlarla şu şekilde yazılmıştı:
Baylar ve bayanlar,
Umuyorum ki bu mektup Ajansın tüm üyelerine sağ salim bir şekilde ulaşır. Birkaç gün önce başlayan soruşturma dahilindeki aceleci çabalarından dolayı son derece müteşekkir olduğumu belirtmek isterim. İlkinden böylesine kısa bir süre sonra yeniden sizden bir ricada bulunmamdan dolayı en derin özürlerimi sunuyorum fakat kesinlikle istemem gereken bir şey var. Yakınlarda, belli bir bölgeye geniş çaplı sayılabilecek bir patlayıcı yerleştirmiş bulunmaktayım. Bombanın yerini tespit etmek ve şehrin güvenliği uğruna bombayı imha etmek için sizi işe almak istemekteyim. Dahası bomba, yarın günbatımında infilak edecek şekilde programlanmıştır bu yüzden belirli zaman sınırları içerisinde umarım ki bu olayı çözebilirsiniz. Ürettiğim bu bomba, başka bir olayda yüzlerce insanın canını alan bombanın aynısıdır. Kazada hayatını yitirenler, yüreklere ateş düşürmüştü. Sanki güneş dünyaya düşmüşçesine parlak, söndürülemez alevler olacak. Çevredeki binalar temellerine kadar parçalanacak, insanlar yanarken uçmaya çalışacaklar. Yollar eriyecek ve patlayan araçların enkazları alevlere sarılı binaların harabelerine saplanacak. Dünya, cehenneme dönecek. Yokohama'nın bu kâbusu yaşamaması için Ajansın elinden geleni yapmasını arz ediyorum. Laf kalabalığım için özür diliyorum ama önceki talebimdeki gibi davranışlarınızın bir kayıtları bende olacak. Bombanın zamanında imha edilememesi gibi talihsiz bir durum yaşanırsa görüntüler suçu şirketinize yüklemek amacıyla kamuyla paylaşılacaktır. Bunun için özür dilerim fakat umarım beni anlayışla karşılarsınız. Son olarak sağlığınız devamını ve iyi şanslar diliyorum. Saygılarımla,
Mavi Haberci
"Hangi deli böyle bir mektup yazar?" dedi Dr. Yosano. "Katılıyorum. Birkaç gün önce terk edilmiş hastanede bulduğumuz gözetleme cihazlarını anımsarsanız kendisine 'Mavi Haberci' adını veren bu şahsın itibarımızı zedeleyen görüntüleri yayınlayan ve bomba tehdidinin ardındaki kişi olduğunu anlayabiliriz. Görünüşe göre amacı bombayı imha etmenin bir yolunu bulamazsak başarısızlığımızı dünya geneline duyurmak." Başkan sakince konuştu, "Öyleyse itibarımızı yerle bir etmeye mi çalışıyor?" "Öyle söyleyebilirim." Ajans, yıllar içerisinde payına düşen zorlukların üstesinden gelebilmişti. Tecrübeli askerlerden oluşan birimlerin bile halledemediği şiddet olaylarına teslim olmayı reddetmiştik. Lakin sonuç olarak ticari bir işletmeydik ve müşterilerimizin bize duyduğu güvenle ayakta kalabiliyorduk. Bu skandala av olmayı göze alamazdık. Bombayı imha etmeyi başaramadığımız ve yargıya müdahaleyle karşı karşıya kaldığımız çok uzaklara yayılırsa, Ajansın itibarı yerin dibine girer ve ismimiz içine çekildiğimiz bu durumla sonsuza kadar lekelenirdi. "İlk amacımız bombanın yerini belirlemek olmalı." "Ofis personelleri patlamanın yüzden fazla can kaybına neden olabileceği bölgeleri araştıracak. Ama Yokohama tren istasyonları, gökdelenler ve dahasıyla dolu. Bize tanınan zamanda her yeri araştırmamız neredeyse imkansız." "Kamera kayıtlarını bizi kaynağına götürene kadar izlesek?" Postada da söylenildiği gibi suçlu, Ajansın başarısızlığını kamuoyuna paylaşması için kamera kayıtlarına ihtiyacı olmalı. Yani önceki vakadaki gibi saklı ekipmanlar gerekiyordu. Fakat-
“Eğer görüntü kayıt aletleri, hatta dinleme cihazları yeni çıkan batarya ile çalışan tiplerdense şarja gerek duymadan birkaç gün boyunca görüntü ve ses kaydedebilir demektir. Ayrıca ekipmanlar kalem ya da zar kadar küçük olabilir ve buna rağmen yine de patlamadan hemen sonra veriyi aktarabilir. Bu yüzden bombanın kendisinden ziyade kameraları aramak daha zor olacaktır. Fakat tedbir olarak imalatçılara bu ekipmanlardan büyük alımlar olmuş mu diye soruşturabiliriz-“
Bizi sıkıntımızdan kurtaracak faydalı bir çözüm yoktu.
“Şu ‘Mavi Haberci’ adı bildiğimiz bir suçluyla örtüşüyor mu?”
“Bildiğim kadarıyla hayır.”
“Mavi Haberci”. Bu vaka, zanlının kendisini tanıtmasıyla tamamen özgündü. Bunun önem taşıyıp taşımadığını bilmiyordum.
Durumu gözden geçirmek gerekirse, bu “Mavi Haberci” bombalar konusunda oldukça bilgiliydi ve nedense Ajansı batırmayı planlıyordu.
“Şimdilik bir bomba uzmanıyla iletişime geçeceğim ve Ajansa kin besleyenlerin listesini hazırlayacağım.”
“Ranpo’dan hala haber yok mu?” diye sordu Dr. Yosano.
Evet, başkanın bizzat kendisi Ranpo’ya haber vermeliydi ama-
“Bu sabah konuştum.” dedi başkan, kollarını çaprazlayarak. “Kyushu’daki davanın bitmek üzere olduğunu söyledi, yakında dönecekmiş ancak günbatımından önce gelmesi pek mümkün değil.”
Dr. Yosano’nun bahsettiği “Ranpo” Ajansın en iyi dedektifi olarak da bilinen yetenek kullanıcısı Ranpo Edogawa’ydı. Ultra Tümdengelim denilen fevkalade yeteneği; cinayet, saldırı, adam kaçırma fark etmez davaların gerçeklerini anlamasını sağlıyor. Ranpo-san burada olsaydı dava dakikalar içinde çözülürdü. Fakat ne yazık ki bir hükümet memurunun ricasıyla Kyushu’daki davaya atandı. Beyaz saçlı bir cesedin dirilip karısını ve arkadaşlarını öldürdüğü esrarengiz cinayet davasını çözmeyi bitirmeden Yokohama’ya dönemezdi.
Başkan bir kez daha konuştu. “Gözaltındayken taksi şoförünü sorgulamamız mümkün değil mi?”
“Şoför şu anda polisin özel hava aracında. Mafyanın suikastçılarından korumak için izolasyonda tutuluyor bu yüzden görüşme ayarlamamız zor olacaktır.”
Hedefleri başlarının üzerinde tutuluyorsa Mafyanın bile yapabileceği pek bir şey yoktu. Ama suçluyu korurken aynı zamanda bilgi toplama erişimimizi yitiriyorduk.
“Polisin gizli istihbarat birimiyle konuşacağım. Uçakla iletişim kurmalarını ve sorularımıza cevap yazmalarını isteyeceğim.”
“Hemen gerekli belgeleri hazırlayacağım.”
Taksi şoförünün Mavi Haberci olduğuna inanmakta güçlük çekiyordum. Adamın esir alınıp kaçırılan kurbanların yerlerini Ajansa mail atması için bir nedeni yoktu. Sanki başka bir şeyden çok başka birisi onu ele vermişti. Ama yine de, sürücü ile Mavi Haberci arasında bir bağlantı olduğu belliydi.
Her türlü onun bir şeyler bilmesini bekliyordum.
“Herkes beni dinlesin. Bu dava, Silahlı Dedektiflik Ajansına yapılan alçakça bir saldırıdır. Soruşturmamız iki amacı var. İlki saldırıdan sorumlu olan Mavi Haberciyi bulmak, ikincisi bombayı imha etmek. Önceliğimiz bombanın zaman sınırından önce etkisizleştirilmesi. Bombayı bulamazsak ve insanlar canlarını yitirirse, kendimize dedektif demeye layık olamayız. Durumunuzun bu şirketin bir üyesi olarak gururunuzdan ziyade bir insan olarak onurunuz olduğunu anlamalısınız. Soruşturma resmen başlamıştır.” Başkanın emriyle kalkıp görevlerimize koştuk.
***
Soruşturma alelacele başladı, nefes alacak zamanı zor buluyorduk. Bitiş tarihi bugünün günbatımıydı. Bu kısa süreç içerisinde şehrin neresinde olduğunu bilmediğimiz bombanın yerini tespit etmeliydik. Yeterli vaktimiz yoktu.
Araştırmamın ortasında aklıma bir şey geldi ve telefonla arama yaptım. Rokuzo ilk e-mail ’in izlerini sürüyordu. Eğer bu gizemin gerçeğini keşfedecek olursa davamız da çözülürdü.
Telefonu uzun bir süreliğine çaldırdıktan sonra Rokuzo aramayı açtı.
“Heeey… ben Taguchi. Pardon….” Esnedi. “Şu anda yokum. Bay bay.”
“Oyun oynayacak vaktim yok. Acil bir durumdayız.”
“Oh, sen miydin dört göz? Saat kaç sanıyorsun, hala sabahın dokuzu. Bağırışların için çok erken.”
“Sabah dokuzda uyuyacak kadar uyumsuz bir sen davranırsın zaten. Kaç kere söyledim, erken kalkan yol alır diye.”
“Bana nutuk mu çekiyorsun? Kimsin sen babam mı?”
“Hayır, ben-“
Babanın yerini tutamam. Kelimeler boğazımda düğümlendi.
“Neyse, planlar değişti. O e-postaları göndereni hemen bulmalıyız. Hiç ilerleme kaydettin mi?”
“Hayır. Düşündüğümden daha zormuş. Teknik dili bir kenara bırakıp konuşacağım ama basitçe merkez ağa ne kadar bağlanırsam bağlanayım kaynağını bulamayacağım şekilde ayarlanmış. Elinizdeki şey amatörce bir şaka değil.”
Bu adamın amatör olmadığını ilk elden deneyimledim zaten.
“Aynı kaynaktan ikinci bir mail aldım. Bu seferkinin kaynağını bulabilir misin?”
“Deneyebilirim ama söz vermiyorum. Gerçi başka yollar da var.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Ağa bir virüs programı sızdırıp izini geri sürerek mailin kaynağını bulabilirim. Ama uzun sürer ve birazcık yasadışı kabul ediliyor.”
“Legalliğini dert etmiyorum. Oyalanacak zamanımız yok. Yap.”
“Hohoho. Emin misin? Düzen manyağının ağzından bu kelimeleri duymayı beklemezdim. Konuşmamızın kaydedildiğini biliyor muydun? Ajansa sızdığım zamanın kaydıyla bu görüşmeyi takas edelim mi?”
“Ederiz, acele et.”
Başından beri kaydı yetkililere teslim etmek gibi bir niyetimiz yoktu. Takas yapabilmek için bilerek dilim kaydı ama çocuk bunun farkında değildi.
“Cömert adamsın, dört göz. Bu işi bittiğinde ödememi vermeyi unutma.”
Ve böylece telefonu yüzüme kapattı.
Telefonu tutarak bir süreliğine derin düşüncelere daldım. Duygusallaşacak vaktimiz yoktu. Önceliğim bombaydı. Bize tanınan süreyi aşarsak ölenlerin haddi hesabı olmazdı. Fakat yola çıkabileceğimiz ipucumuz da yoktu. Kahretsin, tam zamanıyken o şeytan Dazai nereye kaçtı?
***
Çok geçmeden Dazai’yi alışveriş dükkanlarının orada buldum. Yola bakan eski usul bir kahve dükkanının önünde bir kadınla konuşuyordu.
“İlk defa mı Yokohama’ya geliyorsunuz? İsterseniz size etrafı gezdirebilirim.”
“Gerçekten mi? Ah, reddetmeliyim… zamanınızı almam sorun olmaz mı? Ajansın bomba tehdidinden dolayı meşgul olduğunu sanmıştım. Kunikida-san soruşturmayı başlatmak için erkenden kalkmıştı.”
“Kunikida işkolik, çalışırken iblise dönüşüyor. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Öğle vakti görüşmesi olsaydı on saniye geçmeden buluşmada olurdu. Demiryolu treni kadar dakiktir.”
“Öyle midir gerçekten?”
“Buraya bak Dazai! Soytarılığın yetti artık! Ve kadınları düşürmek için beni bahane olarak kullanmayı bırak!”
“Oh? Biliyor musun, terk edilmiş hastanedeyken Kunikida hayaletimsi bir kadının sesinden o kadar korktu ki-“
“Beni dinlesene sen!”
Dazai hemen Sasaki Hanım’a cıvıldamaya başlayınca kafasını ardına bir tane geçirdim.
“Ah! Bana neden vurdun Kunikida-kun? Kunikida-kun ne zamandır orada dikiliyorsun?”
“Bana aptalı oynamaya kalkma sakın. Burada olduğumu bile bile sohbete devam etmedin mi? Ajansın etekleri tutuşurken burada canım cicimli randevuya çıkmaktan utanmıyor musun? Daha da kötüsü randevuya çıktığın kişi davanın kurbanı.”
“Kıskandın mı?”
“Kıskanmadım!”
%100 kıskanmadığımdan emindim.
“Ne kabasın. Birisi kadını öldürmeye çalıştı, travma geçirdiğini düşünmedin mi hiç? Ona eşlik edip iyileşmesine yardım ediyorum. Ajans için acil ve önem arz eden bir durum sayılmaz mı bu? Ayrıca kişisel deneyimlerime göre dehşet verici bir olaydan acı çeken kadınların iyileşmesi için tek bir gülüş ve biraz nezaket yetiyor.”
“Susman gerekiyorken susmalıydın…”
Ama içimden anlattıklarını bir kenara not etmeyi düşündüm.
“Yine de senin gibi arsız herifin tekinin nasıl bir şansı olabilir?”
Bu kadar güzel bir kadının çoktan sevgilisi vardır.
“Oh, öyle mi düşünüyorsun Kunikida? Ona sorsaydın adı üzerine tek bir arkadaşı ya da akrabası olmadığını bilirdin. Yalnızca tek bir sevgilisi olmuş ve onunla da yakın zaman önce ayrılmışlar.”
Gidebileceği kimsesi olduğundan bahsetmişti ama bu kadar olduğunu bilmiyordum.
“Yani Kunikida, bir şansın var.” Dedi Dazai, sırıtıp parmağını yanağıma dürterek.
“Ne şansı?” Ne demek istediğini anlamadığımı gösteren bir yüz ifadesi takındım. “Bu kadar yeter Dazai. Sabahki toplantıdan kaçtığın için sana neler olduğunu açıklamaya geldim. Yine kaçarsan kendini öldürmeye kalkıştığın bir sonraki seferde seni hayatta tutmak için her türlü önlemi alırım.”
“Ooh, ne acımasız sözler bunlar.” diye sızlandı Dazai.
Tepkisinden tatmin kalarak belgelerimi masaya yerleştirdim.
“Elimize geçen son bilgiler bunlar. Askeri polis şoförün itirafı esnasında ifadesini almış. Esir tuttuğu kurbanların kaçmasını önlemek için gazı hazırladığını itiraf etmiş. Ama ifadesi burada bitiyor. Gizli kameralar yerleştirdiğini hatırlamadığını söylüyor. Oyunun sonuna geldiğinden yalan söylediğine inanmakta güçlük çekiyorum yani-“
“-olaya dahil olan en az iki kişi var, değil mi? Adam kaçıran ile kameraman. İlki taksi sürücüsüydü ve ikincisinin Mavi Haberci olduğunu düşünüyorsun sanırsam?”
“Evet.”
“Affedersiniz,” Sasaki Hanım araya girdi. “Bunları duymaya iznim var mı acaba? Ne de olsa gizli bir soruşturmaydı… yabancıların bu bilgileri duyması yasak olmalı.”
“Sasaki, siz yabancı sayılmazsınız. Bu davanın kurbanısınız. Endişelenmeyin. Yoksa kural manyağı bu adam sizin önünüzde her şeyi anlatmaya kalkışmazdı.”
“Kural manyağı falan değilim. Diğer herkes gibi normalim.”
“…Pardon. Aynen, çok normalsin. Devam et.”
Neden özür diledi ki?
“Devam edecek olursam, şoförün geçmişine baktım. Hiçbir suç örgütüyle iletişimde olmadığını ve bunun dışında gayet normal bir taksi sürücüsü olduğunu söyleyebilirim. Sicili temiz ve şüpheli arkadaşları yok. Kendi başına kaçakçılığı planladığına ve kurbanları organ toplama örgütlerine sattığına inanması zor. Kısa sürede zengin olmak için organ mafyalığını öneren ve onu bu yola sokan başka birisi olmalı.”
“Ve o birisi Mavi Haberci mi? O zaman şoföre adını sorsak olmaz mı?”
“Sanmıyorum. Şoför ulaşabileceğimiz bir yerde değil. İtiraf etmesi için saçımızı başımızı yolsak da ne yazık ki polisin korumasında olduğu için tek bir kelimemizi duyamaz. Polise gidip bir görüşme ayarlayana kadar zaman sınırımız çoktan dolmuş olur.”
Kimdi bu suçlu? Sürücüye organ mafyacılığını önermek, terk edilmiş bir hastaneye gözetleme kameraları yerleştirmek sonra Ajansı tehdit etmek… ne yapmaya çalışıyordu?
Aniden Sasaki Hanım konuştu, “Pardon, haddimi aşmıyorumdur umarım ama Mavi Haberci adındaki birisinden bahsediyordunuz… Mavi Bayrak Teröristi olayındakiyle aynı kişi olamaz mı?”
“Oh, o dava mı?”
Mavi Bayrak Teröristi vakası…
Rokuzo’nun babasının can verdiği dava. “Mavi” kelimesini duyduğumda şüphelerim vardı.
“Fakat zanlı, Mavi Kral, kendi bombasıyla ölmüş olmalı. Ölüler yaşayanları tehdit edemez.”
“İyi dedin, Kunikida. Yani artık hayaletlerden korkmuyor musun?”
“Bana bir daha hayalet falan deme.”
“Ama… duyduğum kadarıyla patlama o kadar büyükmüş ki cesedin izini dahi bulamamışlar. Belki kendi ölümünü taklit edip saklanmıştır…”
Ben de bunu düşünüp konuyu askeri polise iletmiştim ama cevap hayırdı.
“Polisin patlama noktasında yaptığı analizlere göre Mavi Kral kuşkusuz patlamada öldü. Polisin analiz yöntemleri sağlamdı. Ayrıca iş arkadaşlarından birisi olay esnasında öldü bu yüzden bir hata yapacaklarını ya da gözden kaçırdıkları bir nokta olacağını sanmıyorum.”
“Ama…”
“Mavi Kral hakkında pek bir şey bilmesem de…” Dazai söze karıştı. “…cehennemin dibinden sürünerek çıkıp Ajanstan intikam alacak birisine benzemiyor mu?”
Bu adam daha ne kadar cahil olabilir? Soruşturmaya vakit bile ayırmadı. Her şeyi açıklamak zorunda kaldım.
Mavi Kral, pek çok hükümet binasına saldıran ve yok eden Mavi Bayrak terörist vakalarının sorumlusuydu. Tek bir teröristin eylemlerinin kapsamı ve etkisi yüzünden kamuoyunun gözünde kötü bir şöhrete sahipti.
Mavi bayrağını sallandırmadan önce, Mavi Kral söylentilere göre dürüst bir bürokratmış.
Prestijli bir kurumdan sınıf birincisi olarak mezun olup yurtdışındaki üniversitelerde çalıştıktan sonra bu genç adamın makul beklentisi, hükümetin ve adaletin dünyasındaki bir vatandaş olarak yaşamak için azametli hırslara sahip olmaktı. Dolayısıyla böyle bir yıkımla siyasi tasfiyeye öncülük etmenin amacına nasıl katkıda bulunduğu belirsizdi.
Bir gün, ulusal kanala bir video kaydı gönderildi. Kayıt, yüzünü mavi bir bayrakla gizleyen genç bir adamın suç itirafını içeriyordu. Kayıttaki adam kendisini Mavi Kral olarak tanıttı, bu kusurlu dünya için gözyaşları akıttığını söyledi ve bu kusurların ancak daha büyük kusurlarla telafi edilebileceğini iddia etti.
“Ne arzularsak arzulayalım; komşularımız hastalanıyor, ebeveynlerimiz ölüyor ve yozlanmış olanların yalnızca küçük bir kısmı cezalandırılıyor. Eğer arzularımızın sonucu buysa ideal bir dünyayı arzulayalım. Tanrının asil elleriyle değil, kendi kusurlu ve kana bulanmış ellerimizle arzulayalım.”
Güzel sözleri ağzından üç hükümet binasına yapılan saldırılarla aynı anda çıktı: şehir binasına kundaklama, işe gidiş dönüş yolunda arkadan çarpan bir araçla trafik kazası ve askeri polis istasyonunda bombalama. Saldırıda hayatını yitirenler savcının yetersiz kanıt dosyalamasından dolayı serbest bırakılan sekiz kişiyi öldürmüş bir katil, gelişmekte olan ülkelerde mülteci yardımı için ayrılan bütçeden zimmetine para geçiren meclisteki iktidar partinin bir üyesi ve başka bir polis birliğindeki genç bir üyeye saldırıp ölümünden sorumlu olduğu ortaya çıkan ve sonradan olayın üstünü kapatan askeri polis birliğiydi. Her biri saldırıda öldü.
Mavi Kral, adaletin mahkûm edemediği suçluları hem yargılıyor hem de cezalandırıyordu.
Bu doğrudan savaş taktiği dünyayı şok etti. Pek çok yüksek güvenlikli hükümet kurumu aynı anda yok edildi. Kimse bu derece geniş çaplı bir saldırıyı hayal dahi edemiyordu.
Sonrasında Mavi Kral’ın terörist eylemleri devam etti.
Bu süreç içerisinde tüm itibarlarını yerlere seren hükümet ve ordu memurları ülke çapında bir arama emri çıkarttı. Ajans bile yardıma çağrılmıştı. Sonrasında yaşananları zaten anlatmıştım; sığınak bulması, sızma görevi ve intihar bombası. Olay, yığınla masum canların yitirilmesiyle çözüldü.
“Ama Mavi Kral’ın bu olayda da suçlu olduğunu düşünürsek neden itibarımızı yerle bir etmeyi istediği belirsiz.”
“Sana kin besliyor olmasın Kunikida-kun?”
Mavi Kral bana kin mi tutuyordu?
Doğru, saklanma yeri hakkındaki bilgiyi ben bulmuştum. Bahsedilen bilgiyi şehir polisine götürüp tutuklama kararının çıkmasına sebep olmuştum. Ama hayır, olamazdı… Dehşet verici terörist Mavi Kral, hayalete mi dönüşmüştü? Eğer ölümü Ajansa ve bana duyduğu öfkeyi daha da alevlendirmişse intikam peşinde koşacak-
“Ne olursa olsun kime karşı olduğumuzu öğrenene kadar gardımızı indirmemeliyiz. Kimin neyin peşinde olduğunu bilmiyoruz. Sasaki-san’ı güvenli bir yere saklasak iyi olur.”
“Ajansın binası uygun mu? Ama geceleri boştur. Başka-“
Aniden Dazai’nin kurnaz planını anladım.
“Bu genç kadını korumak için kendi odanda barındırmaya mı çalışıyorsun? Bu ahlaksız, edepsiz, terbiyesiz tavrını gece gündüz sürdürmeye nasıl yüzün var! Sokak köpeği misin sen? Rezalet, senin yerinde olsaydım elimi ayağımı yerinde tutmasını-“
“Sakinleş Kunikida-kun. Sasaki ile aramda hiçbir şey olmuyor.”
“Huh?”
“Sana anlattım ya, bende kaldığı ilk gece diğer odada uyudum ve saçının tek teline dahi dokunmadım. Hem bu zavallı kadını neredeyse öldürüldüğü gün baştan çıkarmaya çalışmam saçmalık olmaz mıydı? Keçi gibi inadı olan senin bile bunu anlayabilmen gerekirdi.”
Oh… öyle miydi? Çok çabuk sonuca atlıyorum…
“Eh, dürüst olmak gerekirse yanlış fikirlere kapıldığının farkındaydım ama izlemesi eğlenceli olduğu için bir şey demedim.”
Seni-
Ancak benim gibi temiz yürekli ve dürüst bir vatandaşın böyle patavatsız bir hata yapması yüzünden daha rezil bir duruma düşebilirdim. Dazai, “Ne, aynı evde tek bir gece mi geçirdiğimiz için mi şüphelendin? Sapığın tekisin Kunikida” diyebilirdi ve tüm geçerli nedenleri görmezden gelebilirdi. Böyle bir suçlamanın aksini kanıtlamanın yolu olmadığı için acı içinde ölmeye mahkûm bırakılırdım. Öyle bir şeyle karşılaşmadığım için şanslı sayılırım.
…ama nasıl olur da şüphelenmezdim? Bahsettiğimiz kişi Dazai’ydi. Dazai’nin gördüğü her kadına asılan bir aptal olmaması rahatlatıcıydı. Davanın kurbanıyla uygun resmiyeti korumak düşündüğümden daha zordu.
“Zamanımı boşa harcamayı bırak Dazai. Ortada olan bir şey yoksa endişelenmemizi gerektirecek bir şey de yoktur. Ama bundan sonra işte müşterilerimizle uygun mesafeyi korumaya dikkat edelim. Profesyonel kalmaya çalış.”
“Duydum seni.” Bir kez daha Sasaki Hanım’a dönmeden önce başını salladı. “Ne tarz erkeklerden hoşlanırsın?”
“Az önce beni dinlemedin mi?!”
Söylediklerimi geri alıyorum. Dazai, gördüğü her kadına asılan bir aptaldı.
“Benim t-tipim mi? Özür dilerim, erkeklerde belirli bir tipi aradığımı söylemekle haddimi aşmış olurum ama… ideallerine tutkuyla bağlanan ve kendini adayan adamları… oldukça çekici buluyorum.”
…Ne dedi?
“Ah be, Kunikida’yı tarif ettin resmen. Galiba hiç şansım yokmuş. Tüh. Neyse randevunuzun geri kalanında size iyi eğlenceler. Ben de parmaklarım yerinde mi diye hepsini sayacağım.”
“D-dazai, geri dön!”
“Ne? Ugh, hangi parmakta kaldığımı unuttum!”
“Somurtmayı bırakıp arabaya bin!”
Beni onunla yalnız bırakamazsın! Ne konuşacağımı bilmiyorum!
“Ama ben sadece sıradan bir kadınım. İdealleri için yaşayan birisiyle beraber olsam bile yararım dokunmazdı. Kendimi bu idealleri desteklemeye versem bile sevdiğimin yoluna çıkıp ikimizi de yorardım… Sonuç olarak ben yerine ideallerini seçer ve ilişkimiz burada biterdi. Bu yüzden ileride idealist birisiyle çıkmayacağım sanırım.”
Gülüşünde keder vardı… ama neden?
“Biliyor musun Kunikida-kun, okunması kolay birisisin?”
“H-hiçbir şey düşünmüyordum! Bana bakmayı kes Dazai!”
“Ah!”
Ters yöne bakana kadar Dazai’nin kafasını çevirdim.
“Önce oturmamı istiyordun şimdi de diğer tarafa bakmamı istiyorsun. Karar verebilir misin artık? Neyse, konumuza geri dönebilir miyiz?”
…Ne hakkında konuşuyorduk biz?
“Oh, Sasaki Hanım’ı güvenli bir yere götürecektik, değil mi? İletişime geçebileceğim birkaç polis tanıdığım var…”
“Hey, um… benim için yaptıklarınızı gerçekten takdir ediyorum ama size daha fazla rahatsızlık vermek istemiyorum. Bu yüzden lütfen benim için endişelenmeyin. Geceyi geçirebileceğim bir otel bulurum.”
“Buna izin veremem. Oteller güvenli değil ve son olaylardan sonra sizi tek göndermek uygunsuz olur. Ayrıca bir gece daha Dazai’de kalırsanız ellerini kendisine saklayacağına güvenmiyorum. Benim evimde kalın.”
“Huh?”
“Huh?
“Yanlış fikre kapılmayın! Art niyetlerimin olduğunu ima ediyorsanız öyle bir şey yok!”
“Aslında konuşmanın gidişatına göre yalnızca art niyetlerin varmış gibi geliyor. Ne zaman pes edeceğini bilmiyorsun, eh?”
“Öyle bir şey yok! Ben-“
“Hahaha! Dalga geçiyorum! Sasaki Hanım, Kunkida’nın evinde güvende olursunuz. O kadar cesareti yo-Ahem… İdeallerine ve erdemlerine bağlı bir adamdır. Defterini gördünüz mü? İdeal kadını hakkındaki sayfayı okumanız lazım. İnanılmaz yazmış.”
Dazai, Sasaki Hanım’a defteri uzattı. Ceplerimi yokladım ama defterim gitmişti.
“Dazai! Ne ara defterimi çaldın!?”
“Bakın, şu sayfa.”
Defterimi açıp sayfayı gösterdi.
“Ah… benim bakmam sorun olmaz mı?”
“Merak ediyorsun ama değil mi?”
“Şey… açıkçası… birazcık meraklıyım.”
Sasaki Hanım yüzü kireç kesilmeden önce çekingen bir gülümsemeyle okumaya başladı.
“Huh? Ne…? Oh, anladım ama bu…”
İdeal kadınım: sekiz sayfayı, on beş konu başlığını ve elli sekiz alt başlığı içeren detaylı bir çalışmamdı.
“Huh?! Oh, bunu kast etmiş… Hmm… Oh…”
Aniden Dazai’nin ne dediğini anımsadım: “Bunu hiçbir kadına gösterme yoksa yüzüne kapıyı çarparlar” demişti. Okumayı bitirdikten sonra Sasaki Hanım başını kaldırdığında yüzündeki ifade neşeden soyutlanmıştı. İfadesindeki tek şey heykellerden farklı, buz gibi, ruhsuz bir tebessümdü.
“Dedektif Kunikida…”
“Evet?”
“Böyle bir insan yok.”
Birisi bana soğuk su getirsin.
***
Politik ve ekonomik merkez işlevlerinin kesiştiği bu vatanın kalbi, ülkenin başkenti Tokyo’da yer alıyordu.
Her millet ve inançtan yabancılar Japonya’daki en geniş yabancı toprağı olan bu binaya, Birleşik Devletler Büyükelçiliğine girip çıkıyordu. Öğleden sonra olmasına rağmen genel ziyaretçiler için ayrılan bekleme salonundaki insanlar sıraları gelene kadar sessizce saatlerini ve dakikalarını harcıyordu. Bir hâkimin kararını bekliyorlarmış gibi susuyorlar, yalnızca kendilerinin görebileceği bir şey seyredermiş gibi boşluğa bakıyorlardı.
Duvara sabitlenen düz ekran televizyonda Major League Beyzbol oyunu oynuyor, siyah bir şapka takan orta yaşlı Kafkas bir adam tembelce favori takımının sayıyı atamamasını eleştiriyordu.
Yanımdaki Dazai’ye baktım. Neşeyle sırıtıyordu. Görevi dört gözle bekliyor olmalı. Sırıtılacak bir mesele değildi gerçi.
“Her şey hazır mı, Kunikida?”
“Düşünmekten karnıma ağrılar giriyor. Sakın eline yüzüne bulaştırma. Dikkatli olmazsak uluslararası hukuka göre yargılanabiliriz.”
“Uluslararasında suçlu ilan edilmek… kulağa hoş geliyor değil mi? Eh, neyse. Hadi hayırlısı!”
“Hey!”
Paniğe kapılarak Dazai’yi durdurmaya çalıştım ama çoktan danışmaya varmıştı. Dazai eski püskü, yamalı bir gömlek giyerken ben şık, mavi bir takım ve kravat giymiştim. Elçilik memurunun masasının önünde durdu ve o iğrenç koca ağzını açtı.
“Hey, sen! Daha en kadar beklemem gerekiyor? Kocaaa altııı saattir burada dikiliyoruuuum!”
Çevredeki herkes Dazai’ye döndü ve izlemeye başladı. Resepsiyonda çalışan Japon bayan afallayarak gözlerini kırpıştırdı.
“Artık beklemek istemiyorum! Yeter…! Dayanamıyorum artık! Hemen patronunuzu çağırın!”
Dazai danışmaya laf söylenmeye devam ederken kollarını ve bacaklarını debelendiriyordu. Görevimizin bir parçası olsa da başka bir yetişkinin bu şekilde davranmasını izlemekten ıstırap duyuyordum. Böyle davranmaktansa boğazıma zehir dikip ölmeyi tercih ederdim.
“Pardon… neye ihtiyacım var demiştiniz?” diye hayretle sordu, çalışan. Durumu ele alma biçimi takdire şayan olsa da üstünlük sağlayamazdı.
“Sağır mısın?! Sığınma hakkı istiyorum! İ-L-T-İ-C-A İ-S-T-İ-Y-O-R-U-M! Onurlu ülkenize sığınmak istiyorum! Ama beni ayakta bekletiyorsunuzzz! İsteğimi reddettiğiniz anlamına gelmiyor mu bu? Ha? Küçük Hanım, böyle siyasi kararlar almaya cüretiniz var mı?! Senin hiçbir yetkin yok!”
“Hey! Ne yaptığını sanıyorsun?! Elçilikte huzursuzluk çıkarmanın ağır suç olduğunu bilmiyor musun?!”
Doğal olarak girişteki korumalar Dazai’ye doğru koşmaya başladı. Sıra bendeydi.
“Orada durun. İtirazda bulunan adam benimle. Onu tutuklamaya yetkiniz var mı?” Koşan gardiyanların önüne geçtim. “Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesi, 31. Madde,2. Paragraf! ‘Kabul eden Devlet makamları, konsolosluk şefinin, onun tarafından tayin edilmiş kimsenin veya gönderen Devlet'in diplomatik temsilcilik şefinin muvafakatı dışında, konsolosluk binalarının münhasıran konsolosluk işleri için kullanılan kısmına giremezler.’ Bu adam konsolosluk tarafından engel sayılana kadar elçiliğin bir misafiridir. İzniniz olmadan onu durdurmaya kalkışırsanız uluslararası bir soruna sebebiyet verirsiniz!”
Yüksek sesli azarım gardiyanları şaşırttı.
Elbette Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesi’ni ezbere biliyorlardı ama birisi “uluslararası sorun” diye bağırdığında irkilmeleri gayet doğaldı.
“Pşt, patron! İlticaaaaaa lazım banaaaaa! PATRONNNN!”
Dazai danışmadaki masanın önünde öfke nöbeti geçirmeye başladı. Bekçilerin onu durduramayacağını bilmek rahatlatıcıyken içimden bir parça görevi boş verip şuracıkta boğazını sıkmayı ve öldürmeyi arzuluyordu.
Silahlı Dedektiflik Ajansının önem arz eden, yüksek makamlı bir diplomatik kurum olan elçiliğe saldırmak için beş yaşındaki bir çocuğun taktiğini kullanmasının bir sebebi vardı.
***
“Bombacı başka bir ülkeden mi?” diye sordum, aynı sokaktaki bir kafeye dönmüştük.
“Evet ve profesyonel de.” Dazai kahvesini yudumlarken cevap verdi. Önce Sasaki Hanım üniversitesindeki bir iş arkadaşıyla telefonda konuştuktan sonra bu konuya dikkat çekti.
“İş arkadaşım suç psikolojisinde uzmandı. Belki işimize yarayabilecek bir şey öğrenirim.” dedi.
Sasaki Hanım’ın ana dalı, suçlu psikolojisinde araştırmacı olarak iyi tanındığını biliyordum. Anlaşılan o ki kendisi, çalışmaları pek çok ünlü akademik konferanslarda tanınmış yetenekli genç bir profesördü bu yüzden bir arkadaşının çalışmasındaki yaşanmış benzer suçları bağımsız olarak dikkatle inceliyordu.
“Benzer suçlar için bölümümdeki bir iş arkadaşımla iletişime geçtim fakat araştırmaları e-mail’de bahsedildiği gibi Japonya’da yüzün üstünde can kaybıyla sonuçlanan tek bir bomba olayı olmadığını gösteriyor. Savaştan ölenleri saymazsak tabii.”
“Öyleyse yurt dışında buna benzer bir olay yaşanmış mı?”
“Evet… Diğer ülkelerde ideolojiler ve siyasi çatışmalar etrafında dönen birkaç terörist saldırısı olmuş. Ancak bu vakalarda kullanılan bombanın türü ya da imalatı hakkındaki detaylar belirsiz… özür dilerim, yardımcı olamadım.”
“Hayır, elimize güzel bir bilgi geçti. Bu demek oluyor ki Mavi Haberci Yokohama’ya yerleştirdikleri bombalarının patlayıcı bileşimlerini ve yapılışını biliyormuş. Bence suçlumuzu bulmaya bir adım daha yaklaştık, sizce?”
“Yine de hala bombanın nereye saklandığını öğrenemedik. Bu gidişle zamanında bulabileceğimizi düşünüyor musunuz?”
En azından bu kişinin adını ve neye benzediğini öğrenmeliydik. Bombanın yerini tespit etmenin başka yolu yoktu.
Dazai derin düşüncelere dalmış gibi elini çenesine dayadı.
“Bombacı saklanıyor… onu bulmamız mümkün değil.” diye mırıldandı. “Sanırım kendim yapmam gerekecek.”
“Neyi?”
“Kunikida, e-mail’de bombayı yaptıklarını söylüyorlardı değil mi? Ama yüzlerce insanı öldürebilecek bir bombayı yapmak o kadar kolay mı?”
“Sıradan bir insan için zor olur fakat kapsamlı bilgiye sahip birisi pek zorluk çekmez.”
Şu anda fen ve matematik üzerine lisans yapıyor olduğum için benim bile tehlikeli kimyasallar hakkında belli bir bilgi birikimim vardı. Ayrıca Ajansta tehlikeli bir işte çalışıyordum. Patlayıcılar için kimyasal üretimi, özellikle sıcaklık ile temas konusunda son derece dikkat gerektiriyordu. En ufak hata istenmedik bir felakete yol açabilirdi. Ancak malzemeler basitti ve bir ortaokulun laboratuvarında dahi bulunabilirdi. Hidroklorik asit, nitrik asit, azotlu gübre, alüminyum: Hepsi yasal olarak ucuza satın alınabilen malzemeler. Oranını ayarlamak, yapım aşaması, nakliyesi ve patlatma şeklinde işler karışıyordu.
“Bazıları her profesyonelin, sattıklarında kendi markasını temsil eden kendi tarifi olduğunu söyler ama…”
“Aynen öyle. Bu yüzden önceki terörist saldırılarında kullanılan bombaların aynısını yapmanın kolay olacağını düşünmüyorum.”
“Yani… bu bombayı yapanla yüzün üzerinde insanı öldüren olaydaki bombayı yapan aynı kişi mi diyorsun?”
“Sadece bu da değil, e-mail’deki anlatış biçimi görsel olarak fazla spesifik değil miydi?”
Mail’i tekrar kontrol ettim. “Sanki güneş dünyaya düşmüşçesine parlak, söndürülemez alevler olacak. Çevredeki binalar temellerine kadar parçalanacak, insanlar yanarken uçmaya çalışacaklar. Yollar eriyecek ve patlayan araçların enkazları alevlere sarılı binaların harabelerine saplanacak”
“Benim tahminim sadece ama gördüklerini tarif ediyor gibi değil mi?”
“Ne?”
“Sasaki Hanım, yurt dışındaki herhangi bir bombalanma eylemini gösteren kamera kaydı bulunuyor mu?”
“Ne yazık ki hayır. Bu denli geniş çaplı bir patlamayı kaydetmek kurbanın aklına gelen son şey olur herhâlde.”
“Normalde size katılırdım ama mail, patlamadan yalnızca dakikalar sonra yaşananları anlatıyor. Belki bombayı kurduktan sonra kaçmış, patlamadan sonra da etrafı seyretmek için geri dönmüşlerdir?”
“Yani geçmişte tüm bu insanları öldüren bombacı Mavi Haberci mi?”
Öyleyse suçlunun kim olabileceğine dair listemiz daralır. O eylemde yurt dışında olan ve şu anda Japonya’da bulunan bir bomba uzmanını arıyoruz.
“Hala ilerlemeye yetecek kadar bilgimiz yok.”
“Neden?”
“Toplantıya katılmaya karar verdiğin için mecbur seni ben bilgilendireceğim. Kamu Güvenliği İstihbarat Ajansı ve askeri polise bağlı kuruluşlar çoktan yerli bomba uzmanlarını araştırdı ve şüpheli birisini bulamadılar. Japon adaylardaki kimse yüzün üstünde insanı yaralayacak ya da öldürecek geniş çaplı patlayıcıyı işleyebilmek için gereken yüksek teknolojiye sahip değil, zaten izlemedikleri bomba imalatçısı da yok. Ve gördüğümüz Japon olmayan her insanı sorgulayacak halimiz yok.”
“Hehe” Dazai sırıttı.
“Neden pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun?”
“Askeri polis bile zaman zaman ünlü dedektiflik ajansından yardım istediğine göre kimsenin bakmak istemediği bir yer daha var: dış ülkelerin istihbarat ajanslarının elindeki bilgiler. Eminim ki geçmişteki bombacı şüphelilerinin kayıtları ellerindedir.”
“Dış ülkelerin istihbarat ajansları mı…?”
Akla gelen en ünlü istihbarat ajansları ABD’deki CIA ile NSA ve Birleşik Krallıktaki MI6’ydı. Vatanlarının güvenliği ve refahı için dünya çapında gizli operasyonlar düzenliyorlardı. Fakat…
“Yabancı istihbarat ajansları sırf Japonya istedi diye gizli bilgilerini teslim etmez. Zaten, istihbarat ajansında çalışan birisini tanıyor musun da konuşuyorsun?”
“Yoo.”
“Anlamıştım.”
“Ama nerede tanışabileceğimizi biliyorum.
-İçimde kötü bir his var.
***
Böylece elçilikteki gizli görevimiz başladı. Dazai’nin planı basitti: birimiz elçilikte olay çıkartacak ve şanslıysak yüksek rütbeli birisi olayları kontrol altına alabilmek için gelecek. Daha sonra müzakere için yüksek rütbeli hükümet memuruyla konuşabileceğiz. Yurt dışındaki gizli bir casus için, memleketinin elçilikleri yalnızca üs görevi görmüyor, ayrıca barış ve huzurunun yuvası oluyordu. Elçiliğin ülkelerinin gizli ajanlarıyla ilişkileri olmalıydı.
Pervasız, agresif bir plan olsa da Dazai’nin fikri ümitsiz görünen görevimize umut ışığı oldu. Beraber çalıştığımız zamanlarda zekasını ve eleştirel düşünme yeteneğini olağanüstü buluyordum. Potansiyeli olduğunu inkâr edemem. Eksantrik davranışları arkasında sakladığı bir çeşit ürkütücü, şeytani bir bilgeliğe sahip olduğunu hissediyordum.
Gerçek bir geçmişi olmayan aylağın teki olduğuna inanmakta zorluk çekiyordum. Ne zaman geçmişini sorsam sorudan kaçıyordu. Cevap vermesi için zorlamasam da karanlık bir geçmişi olup olmadığını merak ediyordum. Acaba illegal-?
“Ahhh, n’olur hanımefendi! İltica başvurumu kabul ediverin işte! Rica ediyorum? Senle konuşurken başka yere bakmasana! Bana bak! Aynen öyle! Bana böyle bakmaya devam et!”
-Mümkün değildi. Salağın teki sadece.
“Um… Bekleme listesine adınızı yazabilir misiniz?” Danışma anında bir sayfa kağıt çıkardı.
“O belgeleri çoktan doldurdum!” Dazai bağırdı. Elbette yalan söylüyordu “İnce baskılı tüm boşlukları favori dolma kalemimle doldurdum bile ama hala hizmet falan alamıyorum. Senle neden konuşmaya geldiğimi sanıyorsun, hah?”
Kalın, kömür karası bir dolma kalemi göğsündeki cebinden kadına göstermek için çıkardı.
“Bu dolma kalem Orta Doğulu bir yöneticinin kullandığı kalemle aynı. Havalı değil mi? İstersen inceleyebilirsin. Al. Uzun ve ağır olduğundan kullanırken yazı yazması zor. O küçük alanları tekrar tekrar yazmak zorunda kaldım. Şimdi neden öfkeli olduğumu anladın mı?”
O zaman o kalemi kullanmasaydın!
“Dinleyin bayan, ben yazarım tamam mı? Hiç kitaplarımı okudunuz mu? Dinle, seni sonraki hikayemin baş karakteri bile yaparım bu yüzden lütfen üstlerinizden birisiyle konuşmama izin verin. İkimizin sevgililer intiharına kalkıştığı bir kitap yazarım. İlticama yardım ederseniz yazarken bu kalemi bile kullanırım.”
Berbat bir yazara göre rol yapmakta oldukça iyiydi. Barlardaki kadınlara böyle kur yaptığı izlenimi edindim.
“Hadi ama bana bir fırsat verin. Başım çok büyük dertte. Hem de çok! PSIA’deki(1) korkutucu adamlar kellemi avlıyor! Bak, ben ne istersem yazıya dökerim ve sırf Dışişleri bakanı peruk takıyor dediğim için şimdi beni öldürmeye çalışıyorlar. Yaptıkları ifade özgürlüğümü elimden almaktır ve hükümetin yetkisini kötüye kullanmasına izin vermeye hiç niyetim yok! Ve o perukları da bir yerlerine girsin!”
“Kapa şu çeneni! Oyunu seyredemiyorum hem peruklarla derdin ne?!” Beyzbol maçını seyreden siyah şapkalı Kafkas adam boğuk bir sesle bağırdı ama Dazai’yi susturmak için yetmezdi.
“Hey, buradaki problem benim sanki! İfşa ettiğim adam kızmayacaktı! Madem o kadar üzülecekti parlak kel kafasını bize gösterseydi de onuruyla dursaydı!”
“P-pardon beyefendi? Um, onunla olduğunuzu söylemiştiniz d-değil mi?” Telaşlı ofis memuru bana yardım arayan gözlerle baktı. Özür dilerim ama bunu herkesin iyiliği için yapıyorum.
“Ben onun baş editörüyüm. Size de anlıyorum fakat gördüğünüz üzere kimseyi dinleyecek halde değil. Fakat yetkili devlet memuruyla direkt konuşacak olursa sizi garanti ederim ki pes edecektir. Bu yüzden benim için amirlerinizden birisine haber edebilir misiniz?”
“Tamam…”
Şok halinde enerjisi tükenen resepsiyonist kalkmadan önce başını salladı.
“Size yardımcı olabilecek birisini bulup… hemen döneceğim…”
Muhtemelen elinden geleni yaptığını düşünüyor ve artık Dazai ile uğraşmak istemiyordu. Onu suçlamıyordum, hatta kadına acıyordum.
Biraz bekledikten sonra geri döndü ve başka bir odaya geçmemiz için Dazai ile bana el salladı.
“Bu taraftan lütfen.”
***
“İşimi zorlaştırdığınız farkındasınızdır umarım.”
Kel, beyaz tenli bir diplomatın bizi beklediği diplomatik bir resepsiyon odasına götürüldük. Bize verilen kartvizde 3. Ateşe olduğu yazıyordu. Yetkisi fena sayılmaz ama yeterli değil. İstihbarat ajanslarının sırlarını bilecek kadar makam sahibi değildi yani bunun tek bir anlamı vardı: asıl görev başlamıştı.
“Sizi tamamen anlıyorum, efendim.”
Başımı indirdim. Farklı kültürden birisine eğilmek kafalarını karıştırabilirdi ama daha iyi hissetmelerini sağlamayacaktı.
“Bu işe başladığımdan beri hiç böyle huzurlu bir ülkeden politik sığınma hakkı talep eden kimseyi duymadım. Dışişleri Bakanlığınızla iletişime geçebilirim ama hayır diyeceklerini biliyorum. Her şeyden önce-“
“Oh, artık umurumda değil. Sorun yarattığımız için özür dilerim. Yani bizimle konuşmak için vakit ayırdığınız için minnettarız ama aslında yazar değilim.”
Altın çerçeveli ruhsatın bulunduğu siyah bir defter çıkardım.
“Tokyo Metropolitan Polis Departmanı Kamu Güvenliği Bürosundanız.”
“G-güvenlik… polisi mi…?” Ateşe afallayarak sordu.
Onu suçlamıyordum. Alıcı ülkenin emniyet polisleriyle konuştuğuna inandığında durum daha ciddileşirdi.
“Şartlar nedeniyle iletişim kurmak için sıra dışı bir yöntem kullanmak zorunda kaldık. Fakat bu defter kim olduğumuzun bir kanıtıdır.”
Siyah defterde altın harflerle KAMU GÜVENLİĞİ BÜROSU yazan polis ruhsatımı gösterdim. İçinde birimimin adının yanında fotoğrafım vardı. Ateşe, ruhsatı açıp fotoğrafı benimle karşılaştırdı. Elbette yeteneğim Eşsiz Şair ile yarattığım sahte bir şeydi ama orijinalinden eksiği yoktu. Ve sadece bakarak yalan söylediğimizi anlaması mümkün değildi.
-Ama sonrasında yaşanacaklar sağlam zeminde olup olmadığımızı belirleyecekti.
“Tahmin edeceğiniz nedenlerden dolayı ülkenizin istihbarat ajanslarında bulunan bir bilgiyi gizlice elde etmemiz lazım. Japonya bünyesindeki uzman bomba teknikerleri hakkındaki verileri iletmenizi rica ediyoruz. Ulusal bir güvenlik sorunu olduğundan hızlı olmamız lazım.”
Tek nefeste, gelişimizden önce ezberlediğim cümleleri aktardım.
“S-saçmalık.”
“Büyük bir istekte bulunduğumun farkındayım.” Üstelemeye devam ettin. “İstediğimiz bilgiye sahip değilseniz bizi bilen birisiyle görüştürebilir misiniz?”
"İstihbarat ajanslarından buraya gelen insanlar olduğu doğru ama… isteğiniz basit bir şey değil.”
“Zamanımız kısıtlı. En az yüz masum insanın hayatı söz konusu.”
İnsanların ölebileceğini duyunca ateşenin yüzü soldu. İyi birisine benziyordu.
“B-bir dakika lütfen.”
Korkuyla bolca ter döktükten sonra telefonu alıp birisini aradı. Neredeyse fısıldayarak konuştu, bir süre tartıştı sonra aramayı kapatıp bize döndü.
“Şükürler olsun…” dedi ateşe gülümseyerek. “Normalde böyle bir isteği kabul edemeyiz fakat…”
İçten rahat bir nefes aldım, işlerin ne kadar mükemmel gittiğini görünce heyecanlandım. “Çok teşekkür ederim.”
“Telefonda sekreterle konuştum ve bana patronumun şu anda Kamu Güvenliği Bürosu şefiyle yemekte olduğunu söyledi. Patronum muhtemelen bu kadar yüksek makamlı birisinden gelen ricayı reddedemeyecektir. Oh, şükür.”
“…Ne?”
“Patronunuz on dakika içerisinde burada olur. O zamana kadar keyfinize bakın.”
Alnındaki teri silip ferahlayarak gülümsedi.
…Kötüydü.
İşimiz iyiye falan gitmiyordu.
Kamu Güvenliği Büro Şefi, Metropolitan Polisiyle aynı yetkiye sahip olsa da muhtemelen bomba tehdidinden haberi bile yoktu. Olsaydı bile yabancı istihbarat teşkilatından gizli bilgileri çalmak için sahtekarların yaptığı bir planı asla onaylamazdı, özellikle bombanın varlığını bile kanıtlayamazken.
“Yok biz… bunu kabul edemeyiz.”
“Hm? Ah, endişelenmeyin. İstihbarat Ajansı eminim ki Kamu Güvenliği Bürosu şefi gibi önemli birisinden gelen isteği görmezden gelmeyecektir. Israr ediyorum, rahatınıza bakın lütfen.”
Ne yapacaktık? Şef ortaya çıkarsa tüm görev boşa giderdi.
“Gelmese daha iyi olur çünkü… uh…”
Ateşe kafası karışmış bir şekilde bana baktı.
“Şef bazı nedenlerden dolayı… buraya gelemez”
“Emin misiniz? Neymiş o nedenler?”
Kahretsin. Yalanlar uydurmakta berbattım.
“Şu anda… oldukça meşgul. Çok işi var.”
“Eminim ki meşguldür fakat bana telefonda gelebileceğini ve sorun olmayacağını ilettiler.”
“Evet, öyledir demek istediğim bu değil zaten. Sorun olmayacağını söylese de… yığınla işi var.”
“…?”
“Saatlerce sürecek görüşmeler için birisiyle buluşacak, belgeleri teslim etmek için devlet dairesine gidecek, köpek maması almak için markete uğrayacak…”
“Şef, ev hanımı mı?” Şaşkınlıkla başını kaldırdı.
Ugh, ağzımdan çıkan kelimeleri duyamıyordum bile artık.
“N-neyse şefin bunları öğrenmesine izin veremeyiz.”
“Buraya… onun haberi olmadan mı geldiğinizi söylüyorsunuz?”
“Hayır, um, şey- Tamam, evet. Haber vermeden geldik.”
“Yaptığınız kabul edilebilir gibi değil. Neden şefinize söylemediniz?”
“Unuttuk.”
“Unuttunuz mu?!” Hayretler içerisindeydi.
“Evet bizim… bizim durumumuz acil olduğundan acele ediyorduk o yüzden haber vermeyi unuttuk. Yani, anlarsınız ya, olağanüstü bir durum olduğundan… şefe haber vermeyi unuttuk.”
“Aynı şeyi iki kere tekrar etmenizin bir nedeni var mı?”
“Anlatmama izin verilen ne varsa size söyledim zaten. Neyse, konuşmamız için istihbarat ajanlarınızdan birini getirin sadece!”
Çünkü konuştukça batıyorum.
“Benden ne istediğinizin farkında mısınız? İstihbarat ajanlarımızın yerleri sırdır. Size öylece-“
“Offf… başka seçeneğimiz kalmadı madem.” Dazai derin bir iç çekip önüne eğildi. “Öncelikle konuşma özürlü iş arkadaşım için özür dilerim. Açıklamama izin verin, efendim. Buraya gizlice gelmekten başka seçeneğimiz yoktu. Kamu Güvenliği Bürosunda bombacıya istihbarat ileten bir köstebek var ve şefin yakın danışmanlarından birisi olduğuna inanmak için nedenlerimiz bulunuyor.”
“Ne?”
“Suçluyu ve bilgi sızdıran köstebeği tespit etmek için içeriden dedektiflerle çalışıyoruz bu yüzden gizli göreve çıkmak zorunda kaldık. Şefle buluştuğumuzu anlarsa köstebeğin bombayı patlatabileceğinden korkuyoruz. Böyle bir şey yaşanmadan önce bombanın saklandığı yeri bulmalıyız.”
Ateşenin yüzü soldu. “C-ciddi bir problem olduğu kesin. Daha önce söylemeliydiniz.” dedi bana bakarak.
“İş arkadaşımın bir şey söylememesinin nedeni istihbaratın sızmasından korkması. Berbat bir yalancı olabilir ama gizli bilgileri korur. Bizim yerimizde olsaydınız polise çekinmeden patronunuzun köstebek olduğunu söyleyebilir miydiniz?”
“Doğru diyorsun…” Onaylayarak başını salladı.
“Neyse ki bombacının kim olduğunu bulmaya yakınız. Geçmişte yurt dışında yaşanan geniş çaplı bir terörist bombalama eyleminin sorumlusuymuş. Ülkenizin ulusal güvenliği açısından önemli bir soruşturma olduğu kadar dünyayı teröristlerden koruyacaktır. İstihbarat ajansınızın yardımıyla sistemde saklanan bu düzen karşıtı kundakçıyı sokaklardan temizlemek istiyorum. Bu yüzden iş birliğinizi rica edebilir miyim?”
“Elbette. Hizmetinizdeyim.”
Dazai… muhteşemdin…
“Benimle gelin lütfen.”
Ateşe aceleyle kalktı ve bize takip etmemizi işaret etti.
Elçiliğin bodrum katındaki özel bir ofise getirildik ve gergin bir ifadeyle bize burada beklememizi istedi. Odada bir tek Dazai ile ben kaldık.
“Ateşelerimle uğraşmayı keserseniz minnettar olurum. İyi biri insandır. Hatta başka hiçbir özelliği yoktur.”
Tanıdık, orta yaşlı bir adam ofise giriş yaptı.
“Sen… bekleme salonunda beyzbol seyreden adamsın… ABD’nin istihbarat ajanı mıydın?”
Az önce televizyonda beysbol maçını seyreden siyah şapkalı, orta yaşlı beyaz tenli adamdı.
“Gerçi kimliğim hademe olduğumu söylüyor.”
Göğsündeki yaka kartınızı bize gösterdi.
“Ee, Silahlı Dedektiflik Ajansının meşgul iki dedektifinin burada ne işi var?”
Dazai ile birbirimize baktık.
“Biliyor muydun?”
“Bu ülkede yaşanan sorunlar hakkında istihbarat toplamak benim işim ve bir organizasyonun yeteneklileri sabahın köründe yaygara çıkardığında haberin dünyanın dört bir yanına ulaştığından şüpheniz olmasın. Elçiliğe girdiğinizden beri gözümüz üstünüzdeydi.”
Anlaşılan istihbarat ajanlarının her şeyi bilmesi sadece film ve romanlarla sınırlı değilmiş.
“Şehre bombayı kuran kişiyi arıyoruz. Ayrıca yurt dışında yüzü aşkın kişinin hayatına mal olan benzer bir bombalamanın sorumlusu o. Kayıtlarınızda öyle birisi var mı? Fail şöyle bir ifade kullanmıştı, ‘Sanki güneş dünyaya düşmüşçesine parlak, söndürülemez alevler olacak.’ Ve-“
“Oh… kim olduğunu anladım.” İstihbarat ajanı kafasını salladı.
“Suçluyu biliyor musunuz?”
“’Söndürülemez alevler ve göz yakan parlak ışık’, Alamta ve alüminyum bazlı patlayıcıları olmalı. Buyurun, dosyası.”
İstihbarat ajanı dolabından kağıtları çıkardı.
“Japon kökenli bir erkek, Zadkiel Alamta Orta Doğulu bir terör örgütü için bomba tedarikçisiydi. Bir yıl önce bu ülkeye girdiğinden beri gözümüz üstündeydi.”
“Japonya’daki yetkililere bildirmeden mi?” Belgeleri açarken sert bir şekilde yanıt verdim.
“Nedenlerimiz vardı. Onu kendimiz yakalamak istedik. Bombacı olduğu yetmezmiş gibi üstüne teröristlere patlayıcılar satıyor. Müşteri listesini elimize geçirebilseydik sayısız anti-Amerikan teröristi tutuklayabilirdik.”
Alamta’nın fotoğrafını ve geçmiş suçlarını görene kadar sayfaları çevirdim.
“Bundan daha kötü bir bomba bileşeni olamaz.”
Dişlerimi sıkıca sıktım.
“Bu şey Yokohama’da patlayacak olursa yüzden fazla kayıp verilir.”
Alamta sulu patlayıcılarda alüminyum tozu karışımı içeren demiryolu vagon bombalarında uzmandı. Yolcu vagonuna birkaç yüz kilo patlayıcı yerleştirdikten sonra cep telefonu gibi küçük bir elektronik vericiyi kullanarak uzaktan patlama düzenini ateşliyordu. Ana ham maddesi olarak amonyum nitrat ve yardımcı madde olarak da aseton peroksit kullanıyordu. İki malzeme de ucuz olduğundan bombaları çok miktarda üretebilirdi.
Belgede yazan bileşimin detaylarına bakılırsa bombanın 200 metre yarıçapında yakınında bulunan insanlar anında ölürdü ve menzil dışında kalanlar ise sıvılaştırılmış alüminyuma ile patlamanın neden olduğu ekstrem sıcaklığa maruz kalacaktı.
Alamta’nın alüminyum kullanmasının tek nedeni olabildiğince çok insanı öldürmek istemesi. Alüminyum kör edici beyaz bir ışık yayan ve yandığında patlamanın şiddetini arttıran yanma tepkimelerinin aktivatörüydü. Patlamanın dalgaları alüminyumu uzağa sürükledikçe sıcaklığı 600 santigrata ulaşan, insan vücudundaki eti yakabilecek bir toz bulutunu yaratacaktı. Bu da yetmezmiş gibi alüminyum suyla reaksiyona girdiğinde yanıcı hidrojen gazını oluştururdu yani suyla herhangi bir teması alevleri daha da körükleyecekti. Bu yüzden yangını söndürmek için yangın musluğundan kullanılan su yangını daha da kötüleştirecek ve kurtarma operasyonlarını zorlaştıracaktı.
“Sanki güneş dünyaya düşmüşçesine parlak, söndürülemez alevler olacak.” Abartmıyordu. Bomba, anlatıldığı kadar dehşet vericiydi. Şehrin yoğun bölgesinde patlaması durumunda elektrik kesintisi ve diğer ölümcül kazalar gibi ardıl felaketleri de sayarsak ölü sayısı bini geçebilir. Dahası, tren bombaları polisin gözünden kolayca kaçıp şehre girebilirdi. Yokohama’da patlamasına kesinlikle izin verezdik.
“Alamta şu anda nerede?”
“Meslektaşıma izini kaybettirdi ve iki gün önce saklanmaya başladı. Bir şeyler yapmaya hazırlandığını düşünüyorduk.”
Kahretsin. Bombayı bulamadan önce Alamta’yı aramaya başlamak zorunda kalacaktık muhtemelen. Sanırım bombacının adını ve geçmişini öğrenmekle birkaç adım attık ama. Yüksek ihtimalle Alamta ile Mavi Haberci aynı kişiydi. Fakat Dedektiflik Ajansını niye tehdit ettiği hala belli değildi. Bize karşı kin tutuyorsa belki aşansın geçmişte çözdüğü davalara göz atarsak ipucu elde edebilirdik.
“Ee, Ajan Bey? Bu bilgi karşılığında bizden ne istiyorsunuz?” Dazai kıkırdadı.
“Hiçbir şey, başka bir ülkenin vatandaşları olsa bile yüzlerce hayatın sönüp gitmesini öylece izleyemem. Bunu adalet için yapıyorum. İhtiyacınız olan herhangi bir bilgiyi memnuniyetle temin edebilirim.”
“Aynen aynen, öyledir tabii. Kunikida’yı bilmem ama ben öyle kolay kolay kandırılmam.” Diye cevap verdi, sırıtarak. Sonuçta Amerikan bir istihbarat ajanının görevi vatanının güvenliğini ve refahını sağlamaktır. Ajan yanıt vermeden önce bir süreliğine sessizce düşündü.
“Alamta’yı yakalarsanız onu Kamu Güvenliği Bürosuna değil bize teslim edin. İstese de istemese de bize müşterilerinin listesini verecek.”
“Size mi teslim edelim?” Kaşlarımı çattım. “Eğer tüm bu olanların arkasında o varsa Japon yetkililerle beraber sorguya katılmanız gerekmez mi?”
“O konuda, Kunikida. Bu adamlar bilgiyi almak için bombacıya işken etmeyi planlıyor ve yöntemleri o kadar acımasız ki uluslararası hukukta yasaklar. Anladığın üzere başka bir ülkenin hükümetiyle işbirliğine girecek olurlarsa böyle etik dışı davranışlarda bulunamazlar. Bu yüzden kimse öğrenmeden suçluyu almak istiyorlar.”
“…”
Yüzü ifadesiz ve sessiz kalan ajana baktım. Bahaneler uydurmaya çalışmadığı belliydi. Suçlular hukuka aykırı davranan ve etik standartlara uymayan tek kişiler değildi. Benim gibi birisi ne hissederse hissetsin sonuç olarak yabancı bir istihbarat ajansı yöntemlerini değiştirmeyecekti.
“Resmi bir toplantıda değiliz ve siz de bilgi sızdırmadınız. Bu yüzden karşılığında hiçbir şey vermek zorunda değiliz. Hadi Dazai, gidiyoruz.”
Dazai’ye kalkması için çıkıştıktan sonra dönüp kapıya yöneldim.
“Bundan sonra resepsiyoniste Fenimore Nakliyattan olduğunuzu söyleyin. Burada olduğunuzu bana bildireceklerdir. Neyse, hiçbir ipucunuz olmadan buraya kadar ilerleyebildiğiniz için etkilendim. Yeteneklisiniz. Dedektiflik Ajansından kovulursanız benimle iletişime geçin. Sizin gibi ajanları aramızda görmeyi isteriz.”
“Vay. Ne dersin, Kunikida-kun?”
“Teröristin tekinin Japonya’yı bombalamaya çalıştığını duyduktan sonra gözünü bile kırpmayan bir organizasyona katılmakla ilgilenmiyorum. Artık gidiyoruz.”
Cevap beklemeden ofisten ayrıldım. Ajan sessizce kaldı.
***
Dazai ile belgelerdeki bilgileri organize etmek için Dedektiflik Ajansına döndük. Günbatımına yaklaşık iki saat kalmıştı. Bombacı Alamta’yı yakalayıp patlayıcının nerede olduğunu söylettirmek zorundaydık… yaklaşık iki saat içinde hem de. İyi haberlerimiz olmasa da Ajansla iletişime geçtiğimde içimi rahatlatan haberler almıştım. Artık emindim: bombayı imha edebilirdik.
***
“Ahahaha! Bensiz ne yapardınız!”
Ofise döner dönmez her zamanki gürültülü kahkahasını duydum.
“Ranpo-san! Kyushu’daki dava nasıl geçti?”
“Oh, o mu? Cesetlerin birisine bakar bakmaz kimin neyi nasıl yaptığını anladım.”
Konuştukça neşeyle içeceğini yudumlayan adam, benden büyük bir iş arkadaşım Ranpo Edogawa’ydı.
“Olanları duydum Kunikida. Herkes ufacık bir bomba etrafında dönüp dolanıyormuş, huh? Bazen keşke iş arkadaşlarım kendi başlarının çaresine bakabilse diyorum. Sayenizde Kyushu’yu gezme fırsatım bile olmadı. Of, canım o kadar çok onsen tamago(2) yemek istiyordu ki!”
“Özür dilerim ancak yardımınıza ihtiyacım var.”
“Yardımım mı?”
“Evet. Ne yazık ki davayı kendimiz çözemedik ve çaresizce desteğinize ihtiyaç duyuyoruz. Beceriksizliğim için özür dilerim.”
Bana bir süreliğine gözlerini diktikten sonra Ranpo-san ofladı.
“Ah.. İyi madem sanırım size yardım edeceğim! Ve üzülmeni gerektirecek bir şey yok Kunikida. Suçlanacak birisi varsa bu kadar yetenekli olduğum için ben olmalıyım! Ne de olsa Ultra Tümdengelim dünyadaki en harika yetenek, benden yardım istemeniz gayet doğal!” Yüksek sesle gülerek omuzlarıma vurdu.
“Kesinlikle haklısınız.” Tüm samimiyetimle onayladım.
“K-kunikida iyi misin? İçinde tutmana gerek yok.” Dedi Dazai çekinerek. Neyi içimde tutacaktım? Neyden bahsediyordu? Ranpo-san gayet haklıydı.
“Dazai, Ranpo-san’a belgeleri ver.”
“Oh, tabii. Hey, ben yeni çalışanım, adım Dazai Osamu. Tanıştığımıza memnun oldum.”
“Evet, hakkında çok şey duydum. Güzel bir vaka bulman için sana güveniyorum. Çözen ben olacağım tabii ki.”
Ranpo-san’ın gözleri belgeleri alırken Dazai’ye kitlendi.
“Eh, yeni çocuk. Uh… Dazai’ydi değil mi? Buraya gelmeden önce nerede çalışıyordun?”
“Hmm?”
Ranpo’nun ifadesi karardı, bir şeyler arıyormuş gibi gözleri Dazai’yı taradı.
“Okulu bitirdikten sonra pek bir şey yapmadım aslında. Aylaklık ediyordum, anlarsınız ya?”
Ranpo-san, Dazai’ye sessizce bakarken birkaç saniye geçti. Sonunda…
“Oh, iyiymiş. Neyse, Ajansa hoş geldin.”
Ve bu kadardı. Hiçbir şey olmamış gibi dosyaları masaya dağıtmaya başladı. Az önce ne oldu böyle?
“Dazai, neydi bu?”
“Bana sorma… Bu arada Ranpo-san nasıl bir yetenek kullanıcısı?”
Oh, doğru ya. Yeteneğini hala açıklamamıştım.
“Ranpo-san’ın Ultra Tümdengelimi incelediği davanın aslını öğrenmesini sağlayan inanılmaz bir yetenek veriyor.”
“Ne?! Öyle bir yetenek var mıymış?!”
Dazai bile zar zor inanabiliyordu anlaşılan.
“Evet ve polisten ve hükümet memurlarından zor bir dava hakkında ne zaman yardıma ihtiyaç duysalar Ranpo-san’a gelen pek çok önemli kişi var. Yeteneği sayesinde Dedektiflik Ajansı işini ayakta tutabiliyor.”
“Bilmem ki, böyle bir yeteneğin varlığına inanmak zor.” İkna olmuşa benzemiyordu.
“Gördüğünde inanırsın.”
“Kunikida! Sadece bombanın yeri mi lazım sana?”
“Evet. Zamanımız tükenmek üzere. Önceliğimiz bombayı bulmak. Nerede olduğunu öğrenirsek imha edebiliriz.”
“O zaman şu Alamta adamını bulmam gerekmiyor, değil mi?”
“Önceliğimiz bomba.”
“Tamam, başlayalım madem! Hahaha! Özür dilerim millet, davaya ben dahil olduğum için artık yardımınıza gerek kalmadı. Dazai, bana gözlüklerimi uzat.”
Ranpo-san, Dazai’nin uzattığı siyah çerçeveli gözlükleri taktı. Yeteneğini aktifleştirmek için gözlüklerine ihtiyacı vardı. Gözleri, tüm doğayı delip geçebilecek kadar keskinleşti ve zihni Tanrıların kâhini haline geldi.
-Ultra Tümdengelim
“…………………………………….Buldum.”
Ranpo-san gözlüklerini çıkarttı.
“Bekle, gerçekten mi?”
Ranpo-san’ın arkasında duran Dazai merakla öne doğru eğilirken nefesini tuttu.
“Harita.”
Ranpo-san işaret etti. Kitaplıktan Yokohama’nın geniş bir haritasını çıkarıp masaya serdim. Paniğin ve korkunun havarisi olan bu manyak, saf kötülüğün kitle imha silahını nereye saklamıştı? Tren istasyonuna mı? Büyük bir hastaneye mi? Okula mı? Belki gökdelene? Yoksa belediye binasında mı? Alışveriş merkezi olabilir mi? En kötü ihtimaller ardı ardına aklıma giriyordu.
“Bomba…”
Ranpo-san parmağını haritaya indirene kadar nefesimi tuttum.
………………………..Ne?
Balıkçı malzemeleri dükkanı mı?
Belki gaipten sesler duyuyorumdur. Ya da orada gizli bir tesis vardır? Belki de illegal mallar için satış noktasıdır?
“Anladım.” Dazai biraz vakit geçince kendi kendine mırıldandı. “Anladım… işte bu! Ranpo-san’ın yeteneği gerçekmiş! Bomba kuracak olsan tek mantıklı yer o balıkçılık malzemeleri dükkânı! Kunkida, acele etmemiz lazım!”
“Bakıyorum da, yeni çocuk ne kadar harika olduğumu görünce gözleri kamaştı!”
“Kamaştı! İnanılmazdı! Şüphesiz olağanüstü bir dedektifsin! Bu Ajansa katıldığım için o kadar mutluyum ki! Hadi! Kaybedecek zamanımız yok Kunikida-kun! Şimdi çıkarsak günbatımından önce varırız!”
“Ama Dazai, ben…”
“Yolda açıklarım! Çabuk ol!”
“İkinize de iyi şanslar!”
Dazai kollarımı çekiştirirken Dedektiflik Ajansını zoraki geride bıraktım.
Şirket arabasına binip doğrudan balıkçılık malzemeleri dükkanına yol aldık.
Tekerlekler üzerindeki bir tabutta gitmek istemediğimden sürücü koltuğuna ben oturdum.
“Şimdi bana neler olduğunu anlat Dazai.” Dedim.
“Anlatırım tabii ama Ranpo-san’ın çıkarımından şüphelenmiyorsun, değil mi?”
“Ranpo-san bombanın balıkçı dükkanında olduğunu söylüyorsa balıkçı dükkanındadır. Hala ona neden inandığını anlamadım gerçi.”
Ranpo-san’ın gerçeği görme yeteneği, Ultra Tümdengelim bizi hiç yarı yolda bırakmamıştı. Ama Dazai’nin bu kadar kolay ikna olması aklıma takılmıştı.
“Haritaya baktığında anlaşılıyor.”
Kafamda haritayı canlandırdım. Balıkçı dükkânının etrafında sadece yollar, kurumsal tesisler ve küçük dükkanlar vardı. Makul miktarda kurbana sebep olacak olsa da uluslararası teröristten beklenen kötü niyetten eksikti.
“Beni test etmeyi bırak. İşim başımdan aşkın. Neler olduğunu söyle işte.”
“Alamta’nın dosyalarını kontrol ettikten sonra düşündüm. Dünyanın dört bir yanında pek çok geniş çaplı patlamanın arkasında olsa da asla aynı yeri ikinci kez bombalamıyor. Çoktan turistlerle dolu lüks bir oteli, MSB basın ofisini ve gökdelenin kirişini bombalamış. Hedefine en çok zararı verecek konumları seçiyor. Yani bu sefer nereyi hedefliyor?”
“Oyun oynamayı bırak da söyle.”
“Alamta’nın hedefi… petrol şirket binaları.”
Kafama çekiçle vurulmuş gibi omurgamdan aşağı bir ürperti yayıldı.
Yokohama’daki petrol kompleksi!
Nasıl olur da akıl edememiştim? Japonya’nın en önemli liman şirketi Yokohama, denizden yakıt nakliyesinin en büyük merkeziydi. Limanda petrol ve doğal gaz depolayan çok sayıda tesisin bulunduğu geniş bir alan vardı. Gece gündüz, Kanto bölgesindeki endüstrileri desteklemek için bu tesislerden büyük miktarlarda yakıtlar yola çıkıyordu. Dahası, kompleks petrokimyasal materyalleri kullanan, çelik üretim ve petrol ürünleri fabrikalarıyla çevriliydi. Petrol kompleksinin yakınlarında bir patlama olursa ve depolama tankları ateş alırsa çok geçmeden tüm liman alevler arasında kaybolurdu. Yangın muhtemelen günlerce sürer, ülkenin yaşadığı en kötü endüstriyel felakete sebep olurdu. Petrokimyasalların sebep olduğu yangınları suyla söndürmek zordu bu yüzden yangının neden olduğu tahribat daha da uzardı. Yalnızca insanlar ölmekle kalmayacak, yerel ekonomi de ağır hasarlar alacaktı.
“Anladım. Yani Ranpo-san’dan etkilenmenin nedeni çıkarımının tam isabet olması.”
“Hayır, o yüzden değil.”
Ne?
“Beni ne yakıt deposunun hedef alınması hikayesi ne de Ranpo-san’ın yeteneği etkiledi.”
“O zaman neden şaşırdın?”
“Hehe. Beni en çok şaşırtan Ranpo’nun ‘yeteneğinin’ aslında yetenek olmamasıydı.”
…Huh?
“Saçmalama. Yeteneği olmayan birisi Ranpo-san’ın yaptıklarını yapamaz.”
“Muhteşem olan da bu ya! Bak, dinle. Ranpo-san’ın düşündüğü esnada arkasına gizlice geçip saçına dokundum.”
“Ne?”
Aklıma geldi de Dazai bunca zamandır Ranpo-san’ın arkasındaydı. Ama ne ara-?
“Bildiğin üzere insanlara dokunarak yeteneklerini etkisizleştirebilirim. Bana yetenek karşıtı da diyebilirsiniz sanırım. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar dokunduğum sürece yeteneklerini kullanamazlar. Yani…”
Ranpo-san’ın Ultra Tümdengelimi yetenek değil mi?
“O zaman-“
“Basit bir çıkarımdı. Kendi gözlem ve çıkarımlarına dayanarak göz açıp kapayıncaya kadar teorik bir sonuca ulaştı. Felaketler hakkındaki bilgisini, Alamta’nın dosyalarını ve Yokohama haritasını ilişkilendirip saniyeler içerisinde sonuca vardı. Romanlarda suçlunun kim olduğunu bulan mükemmel bir dedektifi seyrediyormuşum gibi hissettim. Bekle, hayır. Daha çok tüm davaları çözdükten sonra romanın sonundaki harika dedektifi seyretmeye benziyordu. Binadan ayrılmadan ya da şüpheliyle buluşmadan, yalnızca verdiğimiz belgelere bakarak Ranpo-san bombanın nerede olduğunu anladı. Ortalama kurgusal bir dedektifin yalnızca hayal edebileceği miktarda muazzam bir çıkarım ve gözetleme becerisine sahip.”
Çıkarım mı? Yaptığı şey yetenek ya da doğaüstü bir fenomen değil de tamamen düşünce ürünü müydü?
“Ama nasıl mümkün olur? Yani, nasıl…?”
“Bu yüzden etkilendim ya. Yetenek olsaydı etkileyici olmayı bırak şaşırtıcı dahi olmayan sıradan bir fenomen olurdu ama Ranpo-san bu sonuçlara ulaşmak için hepimizin sahip olduğu beynini kullandı. Alamta iki gün önce ortadan kaybolmuştu, muhtemelen petrol depolama tesislerine girecek izni elde edecek ya da tesisteki bir çalışan kılığına girecek kadar vakti yoktu. Yapabileceği en kolay şey, araba kiralamak, bombayı araca saklamak, petrol depolama tesisinin yakınlarına park etmek ve orada bırakmaktı. Eğer patlayıcının menzili 200 metre civarlarındaysa geriye petrol depolama tankına içine alan menzildeki dükkanları bulmak kalıyor ve bu şartları sağlayan limandaki tek yer…”
“Balıkçılık malzemeleri dükkânı.”
“Aynen öyle. Elbette rüzgârın yönü, bombanın keşfedilmesinin zor olacağı yerler gibi koşullar da mevcut ama… Oha! Ranpo-san’ın yalnızca uzattığımız belgelerle tüm bunları anladığına hala inanamıyorum. O adamın muhteşem çıkarım ve gözlem becerileri var! Ve Ranpo-san’ın kendisi bile yetenek kullanıcısı olduğuna inanıyor. İnanılmaz bir dedektif resmen. Biraz örnek almam lazım.”
Sonunda Dazai’nin neden bu kadar etkilendiğini anladım. Ne kadar ulvi olursa olsun yetenekler şaşırtıcı bir fenomendi sadece. Ancak bu çıkarım güçleri kişinin kendisinin sahip olduğu bir şeyse işler farklıydı. Ranpo-san geçmişte sayısız dava çözmüştü ve yalnızca az bir miktar bilgiyle hepsini anında çözmeyi başarabilmişti. Yanıldığı tek bir sefer yoktu. Yaptıklarını insanüstü bir başarı olarak adlandırmak tüm becerileri aşan bir yeteneğin gerçekte ne kadar inanılmaz olduğunu göstermek için yeterli değildi. Bunu yalnızca Japonya’da, hatta dünyada nadiren görülen kutsal bir yetenek olarak tanımlayabilirdim.
Yine de…
Yolcu koltuğundaki Dazai’ye baktım.
“Daha önce başka birinin becerilerine bu kadar hayret ettiğini görmemiştim.”
“Huh? Gerçekten mi? Pek çok şey beni şaşırtır. Mesela bir keresinde yemek çubuklarımla istiridye almaya çalışmıştım ve hala hayattaydı. O kadar şaşırmıştım ki neredeyse-“
“Bundan bahsetmiyorum. Birisinin her şeyi görme ve anlama yeteneğine sahip olmasına şaşırmış gibiydin.”
Garipliklerle dolu birisi için Dazai’nin davranışları dünyaya karşı açık fikirli birisine benziyordu. Tam nedenini bilmesem de tüm duyguları bir dereceye kadar sahteymiş gibi geliyordu. Aptal numarası mı yapıyordu? Muğlak tavırlarının arkasında gizlenen, gösterdiğinden daha fazlası olabilir miydi?
“Sanırım. Ama Kunikida-kun, kim olduğuna dair artık bir fikir edindiğim için hakkındaki hiçbir şey beni şaşırtamaz. Ne yaparsan yap beni şaşırtamazsın. Sonuçta bana kıyasla basit akla sahip basit bir adamsın o kadar.”
“Ne dedin sen?!”
“Gördün mü? İçin dışın bir. Hissettiklerini saklamıyorsun. Aslında güzel bir şey. Başka ne güzel biliyor musun? ‘Gerçekten o kadar basit miyim?’ diye sonrasında kendin için endişeleneceğini bilmek.”
“Neden sen-“
Ama dilimi tuttum. Ne söylersem söyleyeyim eninde sonunda “Bunu diyeceğini biliyordum.” diyecekti.
“Bir gün neler yapabileceğimi görünce ağzın bir karış açık kalacak ve seni garanti ederim ki o günün geldiğini anlamayacaksın bile.”
“Dört gözle bekliyorum. Beni şaşırtmayı başarırsan sana içki ısmarlarım.”
“Tamam, anlaştık. Zamanı geldiğinde sözünü unutma.”
“Unutmam. Ayrıca kaybedecek bir şeyim yok zaten. Oh, bak. Balıkçı dükkanını görebiliyorum.”
Arabayı yavaşlattım ve dükkânı görebileceğim bir noktada, caddenin kenarına park ettim.
***
Arabadan indikten sonra dükkânı inceledim. Günbatımına yalnızca yarım saat vardı. Her şey yolunda giderse bombayı yarım saat içinde imha edebilirdik.
“Nasıl bir araba arıyoruz, fikrin var mı?”
“Aslında basit. İçerisinin görülmesini engellemek için camları karartılmış büyük bir ticari taşıta bakın.”
Şirket aracını biraz uzağa park edip dikkatlice dükkâna yaklaştım. Bombayı korumak için bir yerlerde silahlı personelin saklanmış olması ihtimalini gözden kaçıramazdım.
Balıkçılık malzemeleri dükkânı bugün kapalı gözüktüğünden ondan fazla aracın sığabileceği park alanında yalnızca birkaç araba vardı. Park yerinde kimsenin olduğuna dair bir iz yoktu ve batıdaki eğim her yeri loş gösteriyordu. Arkamda limana kadar uzanan petrol depolama tanklarını görene kadar başımı çevirdim. En yakın tank benden sadece 100 metre kadar uzaktaydı. Otopark patlayacak olursa cehennem alevleri şüphesiz her tanka kolayca yayılırdı.
“Kunikida, şuradaki aracı kontrol et.”
Dazai’nin işaret ettiği yöne dönünce kiralık araba plakalı küçük, beyaz bir ticari taşıt gördüm. Filmli pencereleri uzaktan bile görünebiliyordu. Ayrıca araç, içinde kimse olmamasına rağmen diğerlerinden daha alçaktaydı. Bu da içinin boş olmadığını kanıtlıyordu. Sayfayı yırtmadan önce defterime KABLOSUZ SİNYAL BOZUCU yazıp odaklandım. Sonra kâğıt anında el boyutunda bir sinyal kesiciye dönüştü.
“Dazai, araca bunu yerleştir ama bubi tuzaklarına dikkat et. Ben etrafı kolaçan edeceğim.”
Jammer yani sinyal kesici, cep telefonuyla güçlü benzerlik taşıyan bir aletti. Fakat bu cihaz radyo sinyallerine müdahale ederek yakınındaki kablosuz aletlerin birbirleriyle iletişim kurmasını engelleyebilir. Yaklaşık 500 metre yarıçaplı bir etki alanına sahipti. Jammer yakındayken bombacı bombayı uzaktan patlatamayacaktı.
Park alanını araştırırken silahımı elimle kavradım. Gardımı indirmesem de çevrede keskin nişancı ya da pusuda bir düşman olduğuna dair herhangi bir belirti yoktu. Bunun yerine çimenlerin arasına gizlenmiş iki kayıt cihazı buldum. Kameralardan birisi terk edilmiş hastaneden bulduğumuz kamerayla aynı tiptendi, ikincisi ise daha küçük kablosuz cinslerdendi. Bombanın burada olduğu böylece doğrulanmıştı.
Aniden insanların sesini duydum ve başımı kaldırdım.
-Neler oluyor?
İnsanlar yolun karşı tarafında toplanmaya başlamıştı. Yaklaşık on kişi bir şeyin etrafını sarmıştı, yüzleri endişeyle doluydu. İçimde kötü bir his vardı. Silahımı sakladıktan sonra kalabalığa yanaştım. Sonra tüm bu kargaşanın nedenini görebilmek için ilerledim.
Donakaldım. Yerde yatan olmaması gereken bir şeydi:
Alamta’nın cesedi.
“Hey, Kunikida. Jammerı arabaya yerleştirdim. Şimdi ne yapmamı is-?”
Dazai omzumun gerisinden seslendi ama o bile gördükleri karşısında söyleyecek söz bulamadı.
Bu adam neden buradaydı?
Neden ölmüştü?
Cesede yaklaştım. Hipostaz ve çenede ölüm sonrası sertlik belirtisi yoktu. Kollarının altı hala sıcaktı. Az önce –biz gelmeden hemen önce öldürüldüğü açıktı. Ayrıca cesette görünür bir yara ya da nasıl öldüğünü gösterecek dış değişim yoktu. Bunun yerine vücudunu leke gibi kaplayan sayısız siyah “00” sembolleri vardı. Çift sıfır mı? Dövme miydi? Ya da-?”
“Kunikida, ordunun bomba imha timi yakında gelir. Teknik işlemleri halledip buradan gidelim hadi.” Dazai elini omzuma koydu.
“……Tamam.”
Alamta’nın eşyalarını kontrol ettim ama birkaç bozuk para ve sahte kimlik dışında işe yarar bir şey yoktu. Ve böylece gizem çözülmemiş kaldı, Dazai ile birlikte artan kalabalığın arasından sıyrılıp olay yerinden ayrıldık.
***
Şirket aracını sürerken kafa yordum.
Alamta neden ölmüştü? Ve onu kim öldürmüştü?
“Kunikida-kun, düşünmenin önemini anlasam da nereye sürdüğüne dikkat et, tamam mı?” dedi Dazai yolcu koltuğundan.
“Biliyorum.” Direksiyonu sıkarken konuştum.
Durumumuzun analiz edilmesi gerekiyordu. Görünürde iki farklı dava vardı: Yokohama’daki insan kaçakçılığı ve bombacı. Suçlular sırasıyla taksi şoförü ile Alamta’ydı. Bu kadarı kesindi. Ama iki dava arasında ortak bir amaç vardı: kurbanları kurtarırkenki başarısızlığımızı kamuya paylaşarak ajansın adını lekeliyorlardı. Taksi şoförüyle Alamta büyük ihtimalle bu amaca dahil değildi gerçi. Birisi onları sahne arkasından kontrol ediyor olmalıydı.
O kişi de Mavi Haberciydi.
Bu kişi hem taksi sürücüsünü hem de Alamta’yı manipüle ederek onları suçlu göstermişti. Ve böylece Mavi Haberci, bu işlenen iki suç kendi amaçlarına hizmet etmiş gibi gösterip ellerini kirletmeden Dedektiflik Ajansına saldırmıştı.
Suçlulara birkaç talimat verip istediklerini yapmalarına izin verdiğinden Mavi Haberci’ye saldırmamız neredeyse imkansızdı. Taksi şoförü de bombacı da kendi etki alanlarında ve yöntemleriyle suçlarını işlemişti. Hatta kullanıldıklarını bile fark etmemiş olabilirler. Tüm bunların arkasında olan kişiyi durduramazsak çok geçmeden üçüncü bir saldırıyla yüzleşebilirdik ve Ajans bunun altından kalkamayabilirdi. Elimizdeki ipuçları neredeyse yok sayılırdı bu yüzden suçluyu nasıl bulacağımız konusunda kafam karışıktı.
Endişelendiğim bir şey daha vardı. Mavi Haberci neyden hüküm yiyebilirdi? İşlediği tek suç gizlice bizi videoya kaydedip tehdit etmekti. Kimseyi öldürmemiş, hiçbir şeyi patlatmamıştı ve cinayet ile adam kaçırmadan ceza alabilmesi için bir dava açmamız çok düşük bir ihtimaldi. Mavi Habercinin suç mahallinde yanlışlıkla kanıt bırakmasını mı umacaktım? Yine de-
Telefonum çalmaya başladı. Dedektiflik Ajansının başkanıydı. Arabayı yol kenarına çekip telefonu açtım.
“Kunikida, ordudaki muhbirim beni aradı. Taksi şoförü… ölmüş.”
Ne?!
“Ama ordunun uçaklarının birisinde uçmuyor muydu?”
“Uçuyordu. Soruşturma sırasında aniden yoğun acı çekmeye başlamış ve çok geçmeden ölmüş. Ölüm nedeni bilinmiyor fakat tüm bedeninde çift sıfırların oluşmaya başladığı söylenildi… ajansa geri dönün ve durumu dikkatlice ele alalım.”
Telefon kapandı. Kafam sorularla doluydu.
Mavi Haberci’yi yakalamamız için kalan son yolumuzun önü kesilmişti. Mavi Haberci’nin yerini tespit etmek için sahip olduğumuz tek ipucu şoföre organ mafyacılığını kendisine kimin anlattığını bulmaktı ama bu ipucu da şoförle beraber ölmüştü. Sanki Mavi Haberci bizi izliyordu, hep bir adım öndeydi. Alamta tam biz olay yerine gelmeden önce ölmüştü, şimdi de son umudumuz taksi şoförü gitmişti. Kimdi bu? Düşman, Dedektiflik Ajansının soruşturması hakkında her şeyi ve attığı her adımı bilen birisiydi. Sürekli suç mahallini kurcalayabilen ve uzaktan durumu manipüle edebilen birisi…
“İyi misin, Kunikida? Gerçekten gergin gözüküyorsun.”
Cevap dahi veremedim. Düşman içeriden bilgiyi nasıl alabiliyordu? Nasıl olur da hep Dedektiflik Ajansından bir adım öndeydi? Telefonum düşüncelerimi bölerek bir kez daha çaldı, Rokuzo arıyordu.
“Hey, dört göz. Bir dakikan var mı?”
“N’oldu?”
“İzlememi… istediğin e-mail vardı ya hani? İzini bulabildim.”
“Ne?!”
İşte bu! Tehdit maillerini gönderen kişi adının Mavi Haberci olduğunu söylemişti ve adam kaçırmayla bombalama eylemlerinin araştırılmasını istemişti. O mailin nereden geldiğini bulabilirsek…
“Kısa keseceğim. İki mail de sıkı korunan aynı bilgisayardan gönderilmiş. Ama bak işe, içeri sızabildim. Neyse-“
“Kimle konuşuyorsun Kunikida-kun?”
Dazai’nin konuşmasını susturmak için elimi kaldırdım. “Devam et.”
“Benden sadece e-maillerin nereden gönderildiğini bulmamı istemiştin o yüzden bulduklarımı sorgulama, tamam mı? Çünkü ben de bilmiyorum. Yani şu şekilde düşünürsek-“
“Uzatma.”
“Tamam, söylüyorum…
…o mailler Dedektiflik Ajansının yeni çalışanı… Dazai’nin bilgisayarından gönderilmiş.”
------Pardon?
Donup kaldım, beynim durdu.
Olamaz. Tuzak falan olmalı. Dazai tüm soruşturma boyunca benim yanımdaydı…
-Düşman Dedektiflik Ajansının soruşturması hakkında her şeyi ve attığı her adımı bilen birisiydi. Sürekli suç mahallini kurcalayabilen ve uzaktan durumu manipüle edebilen birisi…
“Sana geri dönerim.” Telefonu kapattım.
“Ne oldu? Rokuzo’yla konuşuyordun sanki.”
“Bir dakikalığına şu çeneni kapat.”
Dazai. Dazai Osamu, yok yerden ortaya çıkan Dedektiflik Ajansının yeni çalışanı.
İşe girdikten sonra yaşanmaya başlanan bu olaylar…
“Ordunun istihbarat departmanındaki yakın bir arkadaşıma geçmişini sorgulamasını istedim fakat tuhaf bir şekilde hiçbir şey bulamadı.”
“Sanki birisi dikkatle sicilini temizlemiş gibi.”
Terk edilmiş hastanedeki zehirli gaz kaçırılan kurbanları kurtarmaya çalıştığımız esnada Dazai’nin tuzağa basmasıyla yayılmıştı… ve buna rağmen nedense yayınlanan kamera kayıtlarında yüzü gözükmüyordu.
Kameralardan kaçınmayı nasıl başarabilmişti?
Zeki ve kurnaz bir kuklacı, Mavi Haberci asla kendi ellerini kirletmez.
Dazai oldukça akıllı birisi, rol yapma yetenekleri elçilik memurlarını bile kandırabilir ve organ mafyacılığı hakkındaki bilgisi…
Arabayı çalıştırıp yeniden sürmeye başladım.
“Dazai.”
“Efendim?”
“Biraz dolaşalım.”
***
Direksiyonu çevirip ıssız bir dağ yoluna girdim ve terk edilmiş bir depoya ulaşana kadar ilerledim.
“Burası neresi?” diye sordu Dazai, depoya bakarak.
“Bir zamanlar iş için kullandığım depo. Eskiden endüstriyel materyaller için kullanılırdı ama şirket yurt dışına taşındıktan sonra terk edildi. Artık buraya kimse gelmiyor yani özel meseleleri tartışmak için ideal bir yer.”
“Oh, ne güzel.”
Soğuk bir cevap geldi. Deponun içine sürüp park ettim. Binanın dört duvarı da hala dikili kaldığından izlenmekten endişelenmiyordum ve gelen kişileri de duyabilirdim.
“Çık dışarı.”
Tek kelime etmeden Dazai arabadan indi. Ben inmeden önce otomatik tabancamın şarjörünün doluluğunu kontrol ettim. Defterimi karaladıktan sonra araçtan indim.
“Ah, burası gerçekten sessizmiş. Gizli bir şeyler konuşmak için dediğin gibi ideal bir yer. Ama neden biz-?”
Silahı Dazai’ye doğrulttum.
“O silah ne için?”
“Tahmin et.”
“Bekle, Kunikida. Böyle şakaları sevmediğini sanmıştım.”
“Doğru. Ama ben şaka yapmıyorum.”
“O telefon aramasıyla mı ilgili? Şey, ne duydun bilmiyorum ama eminim ki bir yanlış anlaşılma yaşanmış. Bana Rokuzo’nun neler dediğini anlatırsan kendimi açıklayabilirim.”
“Umarım.” Parmağımı tetiğe sardım. “Kurbanlar terk edilmiş hastanede gaza maruz kaldığında bir şekilde kamera kayıtlarında yüzünü göstermekten kaçınabildin. Nasıl?”
“Bu muydu?” Dazai sıkkın gözüküyordu. “Odaya girdiğimde güvenlik kameralarını fark ettim. Sana söyleyecektim ama hemen sonrasında kurbanları bulduk bu yüzden anlatmaya şansım olmadı. O yüzden bir şey diyemedim. Özür dilerim-“
“Gerçekten mi? Daha en başından kameraların yerini bilmediğinden emin misin?” Dazai’yi sıkıştırmaya devam ettim. “Sıradaki sorum, bombacıyı bulmak için elçiliğe gitmemizi sen önermiştin. Nasıl oldu da hemen o fikri bulabildin? Belki öncesinde Alamta’yı tanıyordun?”
“Yapma. Dalga geçiyorsun değil mi? Zekamı övmen lazım, benden şüphelenmen değil. Her şey bunun hakkında mıydı?”
“Organ mafyacılığı örgütlerini nereden biliyorsun?”
“O… Bak, sana zaten söylememiş miydim? Barda otururken-“
“Daha iyi bir yalan uyduramadın mı? Özel Yetenekler Birimi Şef Taneda ile karşılaşman sıradan bir tesadüf müydü?”
“B-bekle! Hadi Kunikida-kun, silahı indirir misin? Sonra her şeyi anlatacağım.”
“Mavi Habercinin mailleri neden senin bilgisayarından gönderilmiş?! Cevap ver!” Silahın tetiğini tutarken bağırdım. Dazai’nin yüzü bembeyaz kesildi.
“Anladım. Rokuzo telefonda sana bunu anlattı, huh? Yetenekli çocukmuş hakikaten… eminim ki bir gün harika bir dedektif olur.” Sesi duygusuz, yüzü herhangi bir ifadeden yoksundu.
Düşününce, Dazai hep esrarengizdi. Bana eksantrik bir kişilik gibi gelse de ayrıca her türlü entrika ve bilginin diğerlerini etkilemek için gerekli olduğuna dikkat çekmişti. Elçilikteki mükemmel rol yapma yeteneğinin herkesi kandırması gibi Dazai’nin kişiliğinin de yalnızca bir rol olmadığına kim itiraz edebilirdi?
“Hemen bana masumiyetini kanıtlamazsan ateş edeceğim.”
“Beni vuramazsın.” Kafasını salladı. “Vicdanlı ve idealist birisisin. Tüm gizemleri çözer, suçlunun itiraf etmesini sağlar sonra onları tutuklayıp yasalara göre yargılatırsın. İdeallik anlayışın bu. Gerçek daha tam belli değilken asla böyle bir yerde şüpheliyi öldürmezsin.”
“Hukuk Mavi Haberciye bir şey yapamaz.” Mavi Habercinin yargılanmasını talep etsem de kimseyi öldürmemiş ya da kaçırmamış birisini tutuklamak bir kenara soruşturma açılması bile garanti değildi. Başka çare yoktu. “Yapılması gereken buysa seni vururum.”
“-Eğer kalbinde herhangi bir art niyet fark edersen onu vur.”
Başkanın sözleri. Bana emanet edilen ağır silah…
“Yapılması gerekeni yap.”
“Kunikida, teorik olarak konuşursak diyelim ki ben Mavi Haberciyim ve ideallerinin acele edip beni öldürmen belirttiğini varsayalım… yine de beni vuramazsın.” Gözlerinde sanki her şeyi görebiliyormuş, her şeyi biliyormuş gibi parıldayan insanlık dışı, soğukkanlı bir ışıltı vardı. “Alamta’nın cesedini bulduğumuz zamanı düşünsene. Üzerinde sadece sahte kimlik ve biraz para vardı ve bu da akıllara şu soruyu getiriyor: Ateşleyiciye ne oldu?”
Fünye, yani ateşleyici bombayı patlatmak için kablosuz da kullanılabilirdi ama onsuz tehdit oluşturmazdı.
“Tüm bunların arkasında kim varsa fünye onda.”
“Öyle. Ve ya o kişi Dedektiflik Ajansının her hareketini biliyorsa? Ya Dedektiflik Ajansının bombanın nerede olduğunu bulduklarını fark etmişse? Sence bombanın yerini mi değiştirirlerdi yoksa yedeğini mi hazırlarlardı?”
Dazai’nin sağ eli ceketinin cebine gitti. Durduğum yerden elinde neyi tuttuğunu kontrol edemiyordum. Başka bir bombanın olduğunu ve fünyenin kendisinde olduğunu mu ima ediyordu? Bu yüzden mi onu vuramayacağımı söyledi?
-Aptalca.
“Şüphelendiğim için hazırlıklı geldim. Bak.”
Yere yerleştirmeden önce cebimdekini çıkardım. “Öncesinde kullandığımıza benzer kablosuz bir jammer. Benim 500 metre yarıçapımdaki kablosuz aletlerin hiçbiri çalışamaz. Uzaktan kumandalı ateşleyici de buna dahil.”
“Ne-?” Dazai’nin ifade şaşkınlıkla değişti. Silahımı hala ona doğrultmuştum. Ellerimi cebine soktum ve bir şey hissedince tutup geri çektim.
Dolma kalem ile mavi bir bez vardı.
“Sanırım seni kandıramıyorum. Yazık oldu, sıradan bir kalem sadece.” Neşeyle sırıttı Dazai. Elçilikte favorisi olduğunu iddia ettiği aynı kalemdi.
“Başka birisi olsa sana inanırdı ama ortağını kandırmak için fazlası gerekecek.”
Kalemin ucunu söküp çıkardım, mürekkep kartuşu yerine açık devreli ince uzun bir elektrikli cihaz çıktı. Küçük bir alıcı-vericiydi.
“Fünye bu mu?”
“…Etkilendim Kunikida. Gözünden hiçbir şey kaçmıyor huh? İnanılmazsın.”
Gülüşü soğuk, merhametsizdi. “Ortağım olmana sevindim.”
Sözleri başımdan aşağı kaynar sular döktü.
Silahı doğrultup ateş ettim, mermiyi ayaklarının yanındaki zemine isabet ettirdin. Dazai kılını dahi kıpırdatmadı.
“Ne istiyorsun?! Neden Dedektiflik Ajansını tehdit ettin?! Kaçırılan insanları öldürmenin ve bomba kurmanın amacı neydi?! Sen… Sen-“
Çok yetenekliydin.
Senden daha iyi bir ortak isteyemezdim.
“Son kez uyarıyorum. Her şeyi anlat yoksa ateş ederim.”
Kimsin? Mavi Haberci kimdi? Parmağını dahi kıpırdatmadan işlerini başkalarına yaptırıp onları bir kenara atıyordu… ve işe masum insanlar da dahil oluyordu.
Suçluyu öldür-
“İdeal bir dünyayı arzulayalım.”
“Tanrının asil elleriyle değil, kendi kusurlu ve kana bulanmış ellerimizle arzulayalım.”
Mavi Kralın kim olduğunu biliyorduk. Yüksek rütbeli bir hükümet memuruydu. Fakat uzman yardımı olmadan birisinin yüzünü ya da geçmişini değiştirmek imkansızdı. Askeri polisin adli tıp birimini dahi kandırmak ve birisinin ölümünü taklit etmek akıl almazdı. Yoksa…?
-“Geçmişi sorguladık ama sicili temizdi. Bomboştu.”
Yoksa Dazai…?
“Sen… Mavi Kral sen misin? Dedektiflik Ajansından intikam almaya mı çalışıyorsun?”
“Vur beni.”
Dazai baştan sona neşeyle sırıtıyordu. Gülüşünde bir dinginlik vardı.
“Sen kazandın, Kunikida. Beni vur. Ateş etme iznini almış olmalısın, değil mi? Yapılması gereken bu ve yapmaya hakkın var.”
“Ne demek ‘yapmaya hakkım’ var?!”
“Beni vuran sensen vurulmayı dert etmem.”
Hayır. İstediğim şey bu değildi. Gerçeği öğrenmek istiyordum. Dazai’nin bana gerçeği söylemesini istiyordum.
“-Fakat eğer kalbinde herhangi bir art niyet fark edersen…
Hayır. Gerçeği öğrenmeliydim.
“Beni vuran sensen vurulmayı dert etmem mi?”
Anladım.
Artık her şey anlam kazanmıştı.
“Anlaşıldı.”
Silahı kaşlarının arasına hizalayarak kaldırdım. Kollarımı sabitledim, dikkatle hedef alırken tek gözümü kapadım. Bu mesafeden hedefi kaçırmam mümkün değildi.
“Ateş edeceğim Dazai. Gerçekten tetiği çekeceğim bu yüzden paniğe kapılacaksan hemen kapılsan iyi edersin.”
Huzurlu gülüşü değişmedi.
“Vur beni” dedi.
Artık sözlerinde tereddüt yoktu. İşaret parmağımla tetiğe bastım ve namludan bir kurşun çıktı.
Mermi, iki gözünün arasına vurmadan önce havda ilerledi. Dazai’nin başı ardına düşerek omurgasının geriye doğru kemerlenmesine neden oldu. Geri tepindi, havada asılı kaldı ve-
…Yere düştü.
Silahımı indirdim. Beyaz barut namludan hafifçe süzülüyordu.
“……”
Mükemmel isabet: mermi tam kafatasının ortasına isabet etmişti. Bu kadar yakın mesafeden kaçırmam mümkün değildi. Yanlışlıkla ateşlenmemesi için güvenlik kilidini geri taktıktan sonra silahı cebime koydum. Dolma kalem şekilli fünyeyi ezdim, katladım ve işlevini yitirmesine yetecek kadar kıvırdım.
Sıradaki hareketimi düşünmem gerekiyordu. Park edilmiş arabaya yürümeye başladım. Birkaç adım attıktan sonra cep telefonum çalmaya başladı. Kablosuz jammerın menzilinden çıkmıştım artık. İfadesiz bir şekilde ekrana baktım. Dedektiflik Ajansından arıyorlardı.
“Efendim?”
Arayan Dr. Yosano’ydu.
“Kunikida? Dinle, siktiğimin Mavi Habercisinden yeni bir tehdit aldık! Hemen sana gönderiyorum, acele et!”
“Ama ben-“
Arama sonlandı ve mail geldiğini gösteren bir bildirim aldım. Gelen kutusunu açınca şu mesajla karşılaştım:
Sayın Baylar ve Bayanlar
Üçüncü bir ricada bulunmak için sizlerle iletişime geçiyorum. JA815S uçuşlu yolcu uçağı şu anda havada süzülmekte. Uçağın motoruna ve lövyesine işlevlerini devre dışı bırakacak bir parazit sinyal gönderme cüretinde bulundum. Uçaktaki bu aleti kaldırmanızı ve yolcuları kurtarmanızı talep etmek durumundayım.
Anlayışınız için teşekkür ederim.
Saygılarımla,
Mavi Haberci
“Uçak mı…?”
Başka bir tehdit mi? Şimdi mi?
Devam eden bir uçak saldırısını engellemek adam kaçırma ya da bomba imhasından çok daha zordu. Yüksek hızlı bir uçağa uçuş esnasında birkaç devreyi bozmak için binmeye çalışmak neredeyse imkansızdı. Hatta askeri savaş uçağını bile kullanmam gerekebilirdi. Hayır, eğer yolcu uçağı izinsiz girişi engellemek için bir sistem kullanıyorsa içeri giremezdim.
Motoru ve kontrol panelini kapatmak uçağın gücünü kesse de kısa süreliğine de olsa süzülebilecektir. Ama yine de uçağı yönlendiren güç olmadan çarpışmadan önceki ani düşüşünü önleyebilecek hiçbir şey yoktu ve evrenin yaratılışından daha büyük bir mucize yaşanmadığı sürece uçak yere çarptığında içindeki herkes ölürdü.
Bu kaçınılmaz felaketi önlemek için tek bir yol vardı.
Dazai’ye baktım. Gözleri kapalı bir şekilde sırt üstü yatıyordu.
Yavaşça yanına yaklaştım.
***
“Daha ne kadar ölü gibi davranacaksın? Kalk. İşimiz var.” Bedenini tekmeledim.
“Hmm? N’olur birkaç dakika daha uzanayım.” Dazai somurttu.
***
“Bir şey mi oldu?”
“”Evet. Gerçek düşmandan uçağı düşüreceğini söyleyen yeni bir tehdit aldık yani tüm bunların arkasında sen yoksan kalk ve yardım et.”
“Beni vurmak için onu kullanacağını biliyordum, Kunikida.” Dazai sırıttı, hala sırtüstüydü yatıyordu.
“Bakıyorum da her zamanki hallerindesin. İstediğin gibi entrikalar çevirmekte özgürsün ama saçma sapan skeçlerine beni bulaştırma.”
Az önce ateş ettiğim silahı alıp Dazai’ye fırlattım. Tabancayı yakaladı ve tutar tutmaz anında ellerinde defter yaprağına dönüştü.
“Ama nasıl anladın? Aynı buna benzeyen bir silahı başkandan teslim almıştım. Gerçek silahla seni vurmayacağımdan nasıl emin oldun?”
“Çünkü sana güveniyorum. Senin gibi temkinli birisi yok yerden silahla tehdit edemez.”
“Güven kelimesini diline alman bile kelimeyi lekeliyor.”
Dazai’yi vurduğum tabancayı Eşsiz Şair yeteneğimi kullanarak yaratmıştım. Mermileri de yeteneğimle yarattığımdan Dazai’nin yeteneğiyle temas edince etkisiz hale gelip kayboldular.
“İlk ne zaman fark ettin?”
“Bana seni vurmamı söylediğinde.”
Dazai asla “Beni vuran sensen vurulmayı dert etmem” gibi bir şey söylemezdi. Onunla çalışırken öğrendiğim bir şey varsa böyle basmakalıp sözler söylediği on seferin dokuzunda karşısındakiyle dalga geçtiğidir. Normal şartlar altında “Sonunda ölebilirim” deyip dans eder ve sevinçle havalara zıplardı.
“Oh, bir sorum daha var. Kalemin, fünye değildi. Gizli dinleme cihazıydı değil mi?”
“Öyle.”
Bunca zamandır gösteriş olsun diye dedektiflik yapmıyordum. Gördüğüm şeyin fünye olup olmadığını anlayabilirdim. Bu küçük maskaralığı dinleme cihazımı engelleyebilmem için çıkarmıştı. Jammer getirip kullanacağımı tahmin etmişti.
“Dolma kalemin ne zaman değiştirildi?”
“Balıkçı malzemeleri dükkânında olduğumuz zamanı hatırlıyor musun? Eh, birisi ben kalabalığa karışmışken kalemleri değiştirdi. Ugh. Gerçekten en sevdiğim kalemim oydu. Bedelini ödettiğimde benden özür dilenmek için yerlere kapaklanacaklar. Gerçi kullanırken yazması acayip zordu.”
“Mavi bayrağı da o sırada cebine tıkıştırmış olmalılar.”
Düşman, bu olaylar arkasındaki kişiyi Dazai gibi göstermek istiyordu ama biz ondan bir adım öndeydik.
“Ama seni tanıyorum. Düşmanın geldiğini anlamışsan öylece gitmesine izin vermemişsindir herhâlde?”
“Tabii ki vermedim. Şu an için kötü adam rolünü oynamamın iyi bir sebebi var. Dinleme cihazını bana yerleştirdiği anı bekleyip kendisine GPS taktım. Benden daha zeki olduğunu düşünerek aptallık etti.”
Dazai düşmanın ne planladığını bilmesine rağmen oynamaya devam etti. Mavi Haberci kirli işlerini yaptırmak için hep başkalarına ihtiyaç duyuyordu. İnsan kaçakçılığı, bombalama -her suçun kaynağı dışarıdan sağlanmış, her olay şüpheyi üzerine çekmemek için titizlikle planlanmıştı. Öyleyse neden “Mavi Haberci” ünvanını da başka birisine vermeseydi ki? Ve Dazai de bunu anladı.
“İlk terk edilmiş hastanede kurbanlar gaza maruz bırakıldığında anladım çünkü kafesin elektrikli kilidine hiç dokunmamıştım ve buna rağmen zehirli gaz kim bilir nereden yayılmaya başladı. Yani düşmanımız bizi seyrediyor, zehirli gazı ben salmışım gibi gösteriyordu. ‘Neden böyle bir şey yapsın ki?’ diye düşündüm. İşte o sırada bir şeyler döndüğünü anladım ve ne yapmaya çalıştıklarını anlamam uzun sürmedi.”
Düşmanın amacı suçu başkasının üstüne atmaktı ve geçmişi belli olmayan yeni çalışandan uygun başka kim olabilirdi? Fakat Dazai de bunu engellemek için uğraşmamıştı.
“Düşmanımız kendisini asla göstermiyor. Kimliğini tespit etmemiz için hiçbir kanıtımız yok ve kesinlikle iz bırakmıyor. Yine de kuklalarını yapmak için zaman zaman dış dünyayla iletişime geçmek zorunda. Mavi Haberciyle kısa süreli de olsa tanışacak kadar şanslı tek kişiler, gerçekten suç işleyen şoför ve bombacı gibi katillerdi. Yani Mavi Haberci ile iletişime geçmek için tek fırsatım suçlu olmamdı ve eğer fark etmemişsen o zaman da suçluların mekanında kilitli kalacaktım.”
Bu yüzden Dazai dinleme cihazını dikkat çekmeden kırmak için kendisine kumpas kurulduğunu fark etmemiş gibi davrandı. Bize kulak misafiri olan düşmanımıza göre dinleme cihazının artık çalışmaması sorun teşkil etmiyordu. Muhtemelen her şeyin planlarına göre ilerlediğini düşünüyordu.
Düşmanın gözetiminden özgürdük -Dazai bana neler olduğunu anlatmadı ve doğru anı yaratmak için rol yapmaya devam etti.
Bir kez daha hayran kalmıştım.
Bu adam inanılmazdı.
Düşmanımız deneyimli bir bombacıyı manipüle edecek zekaya ve kaynaklara sahipti. Kendisine tuzak kuruluğunu anlamak bile başlı başına muhteşem bir başarıydı. Fakat Dazai düşmanımızı açığa çıkarmak için entrikalarına ortak oldu.
“Eminim ki dinleme cihazını yerleştiren adam şu anda kendi kendine gülüyordur. Muhtemelen küçük planlarının başarıyla sonuçlandığını ve kendi iş arkadaşımın beni öldürdüğünü sanıyor. Sonraki adıma geçmesi için mükemmel bir zamanlama.”
Başımı salladım. Düşman, uçakla bizi tehdit etmek için büyük ihtimalle bu anı bekledi. Konuşmamızı dinledikten sonra Dazai’nin öldürüldüğünden ve varsayımlarının gerçekleştiğinden kuşku dahi duymadı. Üçüncü tehdidini göndermek için Dazai’nin elenmesini bekliyordu.
“Dedektiflik Ajansının yeni bir tehdit alması için en berbat zamanlama şimdi olurdu. O cihazı kaldırmak için uçan bir uçağın içine girmek imkânsız. Ayrıca Kunikida-kun daha az önce tehditlerin yazarı olması gereken beni öldürdü. Dava batar ve Dedektiflik Ajansı için perdeler kapanmış olurdu.”
Haklıydı. Düşmanın yazdığı senaryo gerçek olsaydı aynen böyle olurdu.
-Ve hedef aldıkları kişi Dazai olmasaydı, muhtemelen planı başarılı olurdu.
“Davayı sonlandırmamızın tek bir yolu var… Düşmana yerleştirdiğin GPS’i saklanma yerlerine kadar takip edip noktayı kendi ellerimizle koyacağız!”
“Şu ‘Mavi Haberci’ye kimle uğraştığını gösterelim.”
Dazai ayağa kalktı.
***
Dinleme cihazını ve jammerı terk edilmiş depoda bıraktıktan sonra arabaya binip araştırmamıza başladık. Dazai el tipi vericisini açarak GPS’in yerini tespit etti. Dağlara nispeten yakındı ve hareket etmiyordu. Dedektiflik Ajansından bu bölgeyi araştırmalarını istemeliydim. Düşmanın saklanma yeri burasıysa savunma sistemi kurmuş olabilirdi.
Fakat daha ben arayamadan önce Ajans beni aradı ve uçaktaki birisiyle iletişime geçtiklerini söylediler. Anlaşılan yolcuların eşyalarını kontrol ederken birisi görüntülü bir iletişim cihazı bulmuş. Ajans görüntülü aramayı telefonuma aktardı, uçağın kabinini görebiliyordum.
“Ben.. um, uçaktaki yolculardan birisiyim. A-anneciğim iyi hissetmediği için… o-onun yerine konuşuyorum. U-uçak çok hızlı… düşüyor. Herkes a-ağlayıp çığlık atıyor…”
“Kahretsin!”
Kameraya konuşan küçük kız en fazla on yaşındaydı. Uçak ileri geri sallanırken gözyaşları yanaklarından akıyordu.
“P-pilot koltuklarımızda kalmamızı istedi a-ama… kimse dinlemiyor ve bazıları kavga ediyor…”
“Karadan konuşuyorum, beni duyabiliyor musun? Zor olduğunu biliyorum ama uçakta neler olduğunu anlatabilir misin?”
“D-düşüyor. M-motorun durduğunu söylediler ve… d-dediler ki pervaneler artık çalışmıyormuş.”
Korkmuş olmasına rağmen küçük kız neler olduğunu anlıyordu. Elinden geldiğince çaresizce bulunduğu durumu tarif etmeye çalışıyordu.
“Beni duyabiliyor musunuz? Ö-ölecek… miyiz? H-herkes öleceğimizi söylüyor… korkuyorum… Annem kıpırdamıyor… b-bana cevap da vermiyor. L-lütfen bize yardım edin…”
“Merhaba küçüğüm, beni duyabiliyor musun?” Dazai konuşmayı devraldı. “Biz uçak uzmanlarıyız. Artık korkacak bir şey kalmadı. Uçağı tamir edeceğiz. Adınız nedir küçük hanım?”
“Ch-Chiyo…”
“Chiyo her şey yoluna girecek. Yanında atıştırmalıkların var mı?1
“Annem şeker vermişti…”
“Şeker mi? Ben de şekeri çok severim. Tatlılardır ve rahatlamana yardımcı olurlar değil mi?”
“Dazai-“
“Bende… Chiyo, öncelikle keyifle o şekeri yemeni istiyorum. Sonra şu anda bizimle konuştuğun aleti pilotun odasına götürmene ihtiyacım var. Pilot kabini nerede biliyor musun?”
Chiyo gözlerindeki yaşları silerek başını salladı.
“Merak etme. Oradaki kimse çığlık atmıyordur ve eminim ki annen kısa zamanda daha iyi hissedecek.”
“A-ama… yalnız gidemem. Annemi ardımda bırakamam…”
“Annen iyi olacak. Pilot her şeyi yoluna koyacak. Bu yüzden cihazı pilotların odasına götürüp onlara vermen gerekiyor, tamam mı?”
Küçük kız bir süreliğine yere baktı, sonra cebindeki şekeri titreyerek çıkardı ve ayağa kalktı. Kokpite doğru yürümeye başladı. Ellerimi direksiyonun etrafında sıktım.
“815S numaralı uçuşun kaptanı konuşuyor. Şu anda motorumuz arızalandı ve kontrol kulelerinin hiçbiriyle iletişim sağlayamadığımızdan dahili navigasyona geçiş yapmak zorunda kaldık. Kiminle konuşuyorum?” Pilot aramayı devraldı. Yaşı kırkı biraz geçmiş gibi gözüken deneyimli bir pilota benziyordu.
İletişim cihazına bakarak yanıt verdim, “Silahlı Dedektiflik Ajansından konuşuyorum. Askeri birimler geç kalacağı için durumu biz ele alıyoruz. Uçakta neler olduğuna dair daha spesifik olmanızı rica edeceğim.”
“Silahlı Dedektiflik Ajansı mı? …Kayıp kurbanların ölümünü seyreden dedektifler mi? Mükemmel. Bize bir şey olursa-“
“Sizi hayal kırıklığına uğrattıysak özür dileriz ama neler olduğunu anlayan tek kişiler bizleriz. Askeriyenin neler olup bittiğini anlaması ve kurtarma görevine başlaması saatler alır.”
“’Saatlerimiz’ yok! Uçaktaki neredeyse tüm elektronik cihazlar çalışmayı durdurdu. Yön değiştirmeyi bırak; hızımızı ne arttırabiliyoruz ne de azaltabiliyoruz. Hesaplamalarım doğruysa çarpışmadan önce yalnızca bir saatimiz var!”
“Beni dinleyin, uçak sabotaj edilmiş. Uçakta gözünüze takılan garip bir alet var mı? Ya da yok edilen bir şey?”
“…Yardımcı pilotum yükleme odasında büyük demir bir kutu keşfetti. Devrelere kablolarla bağlı olduğunu bulduk ama demir kutunun kendisi uçağa kaynaklanmış. Elimizdeki aletlerle yerini değiştirip yok edemeyiz.”
Anladım. Cihaz, uçağın sistemini kurcalıyor olmalı. Düşman uçağın beklediği hangara sızdıktan sonra kontrol sistemini bir süreliğine devre dışı bırakan cihazı kaynaklamış. Uçak havalandıktan sonra düşürmek için uzaktan cihazı etkinleştirmiş olmalılar.
Buna benzer bir işi daha önce okuduğumu hatırlıyorum. Eski Ulusal Savunma Kuvvetleri, uçakların fonksiyonlarını sekteye uğratabilecek ekipmanlar geliştiriyordu. Ancak cihazı önce uçağa yerleştirmeleri gerektiğini öğrendiklerinde projeden vazgeçtiler. Buna karşın, şimdiki davayla güçlü benzerlikler taşıyordu. Eğer bu uçağa da aynı tipten cihaz yerleştirilmişse karadan gönderilen sinyallerle uçaktaki parazitlenme kontrol ediliyor demektir. Kısacası karadaki kontrol ünitesinin sinyalinin kesilmesiyle uçak kontrolünü yeniden kazanabilirdi.
“Kaptan, sorunun kaynağını ortadan kaldıracağız. Size sinyal verdiğimde uçağın irtifasını geri kazanmaya hazırlıklı olmanızı istiyorum.”
“Anlaşıldı. Fakat yere çok yaklaşırsak irtifa kazanamam. Acele etmeniz lazım. Uçuşta dört yüz on yolcumuz var ve hesaplamalarıma göre Yokohama’nın vergi cennetine çarpmadan önce yalnızca bir saatimiz var.”
Sadece bir saat.
Uçağın nasıl düştüğü fark etmez, büyük olasılıkla yaşayan kimse kalmayacaktı. Daha da kötüsü, vergi cenneti gibi yoğun nüfuslu endüstriyel bir bölgeye çarpacak olursa alınan hasarın haddi hesabı olmazdı. Alamta’nın bombası böyle bir felaketle kıyaslanamazdı bile.
Kaybedecek vaktimiz yoktu.
Gaz pedalına bastım.
GPS’in izini sürerek Yokohama’nın dağları arasında ilerledik. Görünürde hiçbir ev yoktu ve sıkı çalılar arabaya gölge düşürüyordu.
“Sanırım burası.”
Aracı durdurdum. Dağın eteğine siyah demir bir kapı inşa edilmişti. Kapı, artık işlevini yitirmiş Ulusal Savunma Kuvvetleri için savaş esnasında inşa edilen bir hava saldırısı sığınağına açılıyordu. Hiç kullanılmamış, yıkık dökük askeri üs zamanın amansız akışına yenik düşmüştü.
Şimdi anlıyorum, cihazı burada saklamak bir kenara sığınağın içinden topla ateş etsen bile kimsenin dikkatini çekmezdin.
Tam bu sırada iki tarafımızdan da silah sesleri duyulmaya başlandı. Üzerine kurşunlar yağarken şirket arabası tıngırdıyordu.
“Saldırı altındayız! Araçtan in!”
Gaza yüklenip aracı hızlandırdıktan sonra çalılıkların arasına kaçmadan önce arabadan atladım.
“Sanırım doğru yerdeyiz…!”
Silahlı düşmanlar, eğimli kayalıkların ardından namlularıyla ateş ediyordu. Üç… hayır dört kişiydiler.
“Ne yapacağız Kunikida?!” yamacın gölgesinde saklanan Dazai bağırdı.
“Zaman kazanmaya çalışıyorlar sadece! Sana destek sağlayacağım, binanın içine gir yeter!”
Ben bağırdıkça mermiler kafamın üstünden uçuyordu. Saldırganlara göz attım. Siper alıp rastgele ateş ediyorlardı. Silahları iyi kalitede olsa da Liman Mafyası üyeleri kadar tecrübeli değillerdi.
“Eşsiz Şair: Flaş Bombası!”
Son zamanlarda defterimin yapraklarını biraz fazla yırtıyordum!
Flaş bombasını fırlattım ve düşmanlar başlarının üzerindeki gürültülü patlamadan irkildiler.
“İşte fırsat! Git hadi!” Silahımı ateşlerken Dazai’ye bağırdım. Hemen koşmaya başladı.
***
Kunikida’dan ayrılan Dazai, harabeye dönüşen hava saldırısı sığınağına doğru koşmaya başladı. GPS sinyali diğer taraftaki bakım deposundan geliyordu. Çukurdan çıktıktan sonra muharebe yükleme noktasını geçip vakit kaybetmeden iki katlı bakım deposunun galvanizli demir duvarlarına koştu.
Terk edilmiş bakım deposunun ilk katta araçları ve uçakları depolamak için hangarı, ikinci katta ise hangara dönük bir operasyon odası vardı. Dazai merdivenlerden yukarı tırmanıp operasyon odasına ilerledi.
“Demek burada, huh?
Zeminin rengi atmış ve her yanı pasla kaplanmışken kapı menteşeleri yeni gözüküyordu, bu da birisinin eskimiş odayı sık sık ziyaret ettiğini kanıtlıyordu. Boş bir likör şişesi, hafifçe yanan bir sigaranın yanına konulmuştu. Duvara monteli geniş sinyal vericiden yanıp sönen ışıklar cihazın hala çalıştığını gösteriyordu.
Dazai sinyal vericiye yaklaşırken üzerine bir gölge düştü. İri yapılı, yabancı uyruklu bir adam ardındaydı. Kaslı, bronz tenli, kolunda kamelya dövmesi bulunan adam sessizce Dazai’ye bakıyordu. Kel başından aşağı ve koyu yeşil gözünün üstünden eski yara izleri geçiyordu.
“Burada ne işin var?” diye bağırdı devasa adam.
“Burada ne işim mi var? …Belli değil mi?! Seni uyarmaya geldim!” Dazai hızla arkasına sönüp bağırdı. “Silahlı Dedektiflik Ajansı saklanma yerinizi buldu! Hemen çıkmazsak işimiz biter! Patron nerede? Hadi, zamanımız yok! Her an girişten içeriye girebilirler!” Tek nefeste konuştu.
“Seni tanımıyorum.”
“Tabii ki tanımazsın. Patron için el altından çalışıyorum. O adamın ne kadar esrarengiz olduğunu biliyorsun. Acele etsene! Hemen patronu çağır!”
Adamın kafasının karıştığını gösteren bir ifade yüzünde belirdi.
“Tamam.”
Dazai’yi ardında bırakıp operasyon odasından çıktı.
Çat
İri adam yavaşça yere düştü. Kafasında büyük bir şişkinlik beliriyordu. Arkasında, kırılmış içki şişesinin yarısını elinde tutan Dazai sırıtarak duruyordu.
“Patron gerçekten esrarengiz bir adam. Kendisiyle hiç tanışmasam da içime öyle doğdu.”
Artık işe yaramayan şişeyi, bir kez daha sinyal vericiye dönmeden önce yere fırlattı.
“Geriye şununla dur sinyalini göndermek kaldı.”
***
Düşmanı etkisizleştirdikten sonra Dazai’nin peşinden gittim. Binanın iç kısmında girişteki silahlı saldırıya tezatlık oluşturan bir sessizlik hakimdi. Yerdeki yeni ayak ve lastik izleri, burasının saklanma yerleri olduğunu doğruluyordu. Ama şu anda Dazai’yi bulmam mümkün değildi. Ayrıca vericinin takip cihazı da ondaydı.
Fakat bakım deposunun galvanizli dış duvarlarından geçerken aniden içeriden gelen bir cam kırılma sesi duydum.
-Dazai düşmanla mı savaşıyordu?
Sırtımı duvara dayayarak silahımla pozisyon aldım. Namluyu doğrultarak girişten içeriye daldım, gözlerim düşmanı aradı. İlk kat zırhlı araçları ve uçakları depolamak için kullanılıyora benziyordu ama bunun dışında artık boş bir toprak parçasından başka bir şey değildi. Sanırım ikinci kata ofis ve askeri operasyon odası kalmıştı. İletişim cihazı da muhtemelen ikinci kattaydı.
O sırada bir şeylerin ters gittiğine dair korkunç bir hissiyata kapıldım. Omurgamdan aşağıya bir ürperti indi ve sanki derimin altında böcek sürüleri geziniyormuş gibiydi. Dayanamayıp dizlerimin üstüne çöktüm an yere çizilmiş desenleri fark ettim, çeşitli diyagram ve harflerle çizgiler ve çemberler vardı. Okunaksız harfler antik sembollere benziyordu. Kara büyü kitaplarındaki ritüellerde kullanılan büyülü çemberleri andırıyordu ama… üzerine bastığımdan beri içim ürperiyordu. Yani-
Kolumu sıvadım, dayanılmaz bir kaşıntılı ağrı kolumu sardı.
Cildimin üzerinde “39” yazıyordu.
Tüm bedenimi kontrol ettim. Kollarım, göğsüm, ayak bileklerim; her yerimi kaplayan sayılar dövmeye benziyordu. Birkaç saniye önce bunların derimde olmadığından kesinlikle emindim.
“Bana… bana numaranı ver.”
Refleks olarak silahımı zayıf sesin geldiği yöne doğrulttuğumda bir çocuğu, daha doğrusu kısa boylu genç bir adamın bana doğru sendeleyerek ilerlediğini gördüm. Silahımı ona hedef aldım.
“Kıpırdama! Biz Silahlı Dedektidlik Ajansı-“
Cümlemi bitiremeden yan tarafımdan beni yere düşüren görünmez bir darbe aldım. Takla atıp galvanize demir duvarları bükecek kadar sert bir şekilde çarpmadan önce zemine düştüm. Başım dönüyor, görüşüm bulanıyordu. O darbenin etkisiyle takla attıktan sonra denge hissiyatımı kaybetmiştim. Geri savaşmak zorundaydım.
Bir şekilde yanımda yerde duran silahımı elime alır almaz koluma görünmez bir darbe daha çarpıp silahı havaya attı ve beni geriye itti. Tabanca havada uçarken kemiklerim çatırdadı.
“Pek yüreklisin, huh? Muhteşem. Mükemmel bir numaran olmalı.”
Cılız adam tabancayı alıp merakla namlusuna baktı.
Kuşkusuz yetenek kullanıcısıydı ve yeteneği savaş odaklıydı. Uzun menzilli saldırılar yapabiliyordu belli ki. Cildimdeki sayıya baktım: “32”yi gösteriyordu.
İmkansız-
“Burayı bulmuşsunuz, etkilendim. Bak sen şu Silahlı Dedektiflik Ajansına. Muhteşem Silahlı Dedektiflik Ajansı…”
Zayıf adam silahımı bana doğrultup tek bir kurşun kalmayana kadar şarjörü boşalttı ve ateşleme pini göğe fırlayana kadar ateş etti. Mermiler önümdeki zemine isabet etti.
“Sakın- seni vurmam. Ne de olsa önemli bir numaran var. Sana ateş etmem.”
Zayıf figürün dudaklarında bana bakarken hastalıklı bir gülüş belirdi.
“Aldığın her hasarda numaran azalıyor. Zaman geçse dahi azalıyor. Ve sıfıra ulaştığında-“
“Sen… şoförü ve Alamta’yı öldüren yetenekli misin?”
“Hehe… Haha… Ahahaha! Bir dedektif başka ne soracaktı? Hahaha!”
Gözlerimi eski bir kapüşonlu ceket giyen genç sarışın adama diktim. Yalnızca görünüşüne bakarak dövüşte kabiliyetli olmadığını söyleyebilirdim. Fakat bir şeyden emindim.
-Bu yetenek kullanıcısı düşmanımızdı.
***
Dazai sinyal vericiyi çalıştırdı.
“Off, bu alet kaç yıllık?! Bir bakalım, frekans buysa ve bu yöne-“
Arkasında bir gölge hareket etti.
“İşe yaramıyor! Son komutu giremiyorum -Bekle, ayarları değiştirmek için kontrol anahtarına mı ihtiyacım var?!”
Devasa yumruklar Dazai’nin ardından şakağına çarptı ve bez bebek gibi yerde yuvarlanmasına sebep oldu. Masayla çarpıştığında donuk bir küt sesi duyulmuştu.
“…Acıttın.”
Dazai ayağa kalktı, yanaklarından taze kanlar akarken dudakları vahşi bir sırıtışla yukarıya doğru kıvrıldı.
İri adam duygusuzca ve yavaşça Dazai’ye yaklaştı. Her iki elinde de çekice benzeyen çelik muştalar vardı. Adam kolunu kaldırıp bir kez daha yumruğunu salladı ama Dazai masayı tekmeleyerek kaçtı. Sadece tek bir vuruşta demir yumruk ahşap masayı parçalarına ayırdı.
“Ne güçlü kolun varmış senin öyle! Nakliye hizmetlerinde çalışmayı düşündün mü hiç?”
Dazai, cüsseli adamla karşı karşıya gelmeden önce arayı açmak için zemin üzerinde kaydı.
“Eh, durum benim için pek iç açıcı değil. Gördüğün üzere zayıf birisiyim. Senin gibi iri bir adam beni ikiye ayırır… ama Chiyo’ya onu kurtaracağıma dair söz verdim.”
“Sinyal vericiyi kullanmana… izin vermeyeceğim.”
Adam cihazın önünü kesti.
“Gerçekten mi? Pes edip kaçacağım o zaman.” Dazai arkasına dönüp kapıya doğru kaçmaya başladı.
“Geri dön!”
Devasa adam peşinde koşarken Dazai ahşap kapıdan geçip çıkarken kapıyı kapattı. Düşman kapıyı açmak için uzandığında Dazai diğer taraftan tekme atarak rakibine vurdu. Kapı dolayısıyla aksadı ve Dazai’nin tekmesinin ağırlığını dengeleyemeyerek ardına düştü. Yerde yuvarlanırken ahşap kapının parçaları dağıldı.
“Tam isabet!”
Yere indikten sonra Dazai başka bir tekme atmak için deve yaklaştı. Tekmeden etkilenmemiş gibi gözüken düşman hemen hücuma geçse de Dazai vuruşunu tahmin etmiş gibi geri çekildi.
“Biliyor musun? Gerçekten güçlüsün!”
Adam yerden kalkmak için sırtındaki kasları kullandı, sonra bir kanca fırlattı. Dazai kaçınıp yoldan çekilmeyi başarsa bile giysisinin bir kısmı çelik eklemlere takılması dengesini bozmaya yetmişti.
“Agh-“
Atılan yumruk Dazai’nin karnına gömüldü. Darbeyi yumuşatmak için hemen geriye zıplasa da adamın kocaman kolu masayı yok edebilecek kadar güçlü bir vuruşla Dazai’nin bedeni geriye düşene kadar onu takip etti. Dazai iki büklüm kalarak odanın diğer tarafına fırladı.
Ağından kan ve tükürük akıyordu. Düşman kalın kollarını havada cop sallar gibi sallıyordu. Dazai kaçınmak için yanına yuvarlandı ama adam elinin tersiyle çarparak dedektifin kafasına o kadar sert vurmuştu ki yere çarparken neredeyse boynu kırılıyordu. Dazai titreyerek ayağa kalktı.
“Hem güçlü hem hızlısın, eh? …Ne, yoksa seni goriller falan mı büyüttü?”
Dalga geçiyor gibi gözükse de Dazai’nin gözlerindeki panik farklı bir hikâye anlatıyordu.
-Bu adamı yenemem.
Dazai altındaki depoya baktığında yetenek kullanıcısıyla savaşan Kunikida’yı gördü.
***
Genç adama doğru hücum ettim. Artık silahımı kaybetmiştim, düşmanımı yenebilmek için tek şansım yakın dövüştü. Yetenekli geri çekildi ama kolunu tutana kadar ilerlemeye devam ettim. Bildiğim çoğu savaş sanatı, rakibin ivmesini rakibe karşı kullanmayı içeriyordu bu yüzden saldırmayı reddederlerse ilk önce onları tutmam gerekiyordu. Yolumdan çekmeden önce dengesini bozmak için kolunu sürükledim. Sonra rakibimi kavramak için adım attım ama kolunu kaldırdığını görünce aniden durdum.
-Bir şok dalgası daha geliyordu!
Yana yuvarlanarak kolundan çıkan ışık hüzmesinden kaçındım. Saldırısından kaçsam bile kaçamıyordum. Dalga beni geri savurduğunda bedenimdeki tüm kemikler çatırdadı. Başım dönüyordu, bedenimdeki ani hız değişimine ayak uyduramamıştım ve gözüm kararmaya başlıyordu. Saldırısından kaçındığımı biliyordum o zaman neden-?
“Sana saldırılarım hakkında bir şey söyleyeyim… darbelerimden kaçamazsın. Sana şok dalgasıyla vurmuyorum. ‘Numaralarla’ işaretlenmiş olanları istediğim yöne savurabiliyorum. İstediğim yöne. Her yere hem de. Bu yüzden-“
“Agh?!”
Omurgamdan çatırtı sesleri geliyordu. Kolunun sallayışıyla yere çarptım. Sanki yerçekimi yüz kat artmış gibiydi.
“Oh, bak! Uçuyorsun!”
Kolunu bir kez daha indirmeden önce havaya kaldırarak beni yere sinek gibi yapıştırdı. Defalarca yere vurmaya devam etti. Sanki tekrar tekrar üzerime tren çarpıyordu. Kemiklerim çatladı, derimde yaralar açıldı. Bedenimdeki sayı çoktan “21”e düşmüştü.
“O numara yaşamak için ne kadar zamanın kaldığını gösteriyor! Sıfıra ulaştığında ölene kadar acı içinde kıvranacaksın! Kimse kaderinden kaçamaz! Kimse! Kimse! Kimse! Kimse!”
Beni yere vurdurmayı bıraktı ama parmağımı dahi kıpırdatamıyordum. Bedenimdeki her bir kas yırtılmıştı sanki. Aldığım her nefeste sıcak bir sıvı akıyordu.
“Pes ettin mi, Dedektif?”
Ben hareket etmekten aciz yerde yatarken genç adam yanıma doğru yaklaştı. Nefes almak canımı acıtıyordu. Vücudumdaki tüm eklemler acıyla sızlıyordu.
“En başından hepinizi teker teker öldürmeliydim. Dedektiflik Ajansını içeriden çökertmek için şu gizemli yeni gelenle komplo kurma zahmetine girmeme gerek yoktu. Zaten o plan suya düştü.”
Yanımda duran genç adam gelişigüzel bir şekilde kafamı tekmeledi. Görüşüm bulanıklaşsa da elimden bir şey gelmiyordu.
“Ama iyimser olmak her dair iyidir. Seni öldüreceğim. Seni öldüreceğim ve sonra yukarıdaki arkadaşın var ya, onu da öldüreceğim. Sonra uçak düşecek ve Dedektiflik Ajansının itibarı yerin dibine girecek. Sonra Yokohama’daki işim daha kolaylaşacak. Kolaylaşacak değil mi?”
“İşin mi…?”
“Sizin gibi yetenek kullanıcısı özel organizasyonların korkusuyla yaşarken malları gizlice getirip götürmekten bıktım usandım artık. Bana gereken tüm organları alabileceğim ve tüm silahları satabileceğim bir dünyada yaşayacağım. Çok para kazanacağım.”
Organlar… ve silahlar.
Organ mafyacılığı örgütü! Satıcı Liman Mafyasıysa bu adamlar da alıcı olmalı. Karaborsada organlar ve silahlar gibi illegal malların satışını yapan yeraltı suçlu organizasyonları ve genel ticaret şirketiydiler! Emirleri altında sayısız kaçakçıları vardı ve ulusal, uluslararası suç örgütleriyle bağlantıları bulunuyordu.
“Mavi Kral olayından Dedektiflik Ajansının hafife alınmaması gerektiğini öğrendim. Bizler tedbirli adamlarız. Tehdit oluşturamadan önce düşmanlarımızı ezip geçeriz. Ticaretin en basit kuralları bunlar.”
Bedenimdeki sayı artık “11”di. “00”a ulaşırsa taksi şoförüyle Alamta’ya ne olduysa bana da olacaktı diye tahmin ediyordum.
“…Yabancı tüccarlara silah satarak baya iyi para kazanıyor gibisin.”
“Bu şehirde o kadar çok şey var ki: Liman Mafyası, yabancı topluluklar arasındaki çatışmalar, Yokohama’nın kanunsuz bölgeleri ve kızışmayı bekleyen kavgalar. Bayılıyorum buraya.”
Haklıydı. Bu şehirde savaş asla bitmeyecekti. Onun gibi silah tüccarları, yeni bir kıta bulan kaptanlar gibi hissediyor olmalı. Yabancı örgütlere satmak için organlar ve gözü kara serserileri alıp kar elde etmek için ülkeye kaçak askeri silahlar ve deneyimli paralı askerler getiriyorlardı. Ve böylece hukukun ve ahlakın anlamsızlaştığı bir dünyaya yurt dışından yeni bir ölüm ticareti girmiş oluyordu.
Ancak…
“Daha fazla silah satmana… izin veremem. Ateşli silah ya da hançerin bulaştığı en ufak sokak kavgası bile ciddi yaralanmalarla ya da ölümle sonuçlanabilir. Bu yüzden-“
“Hop, dur bakalım orada. Ne yaptığını sanıyorsun?”
Düşman kolunu kaldırarak beni yukarı gönderdi. Akciğerlerimdeki hava dışarı çıkarken göğüs cebimde sakladığım defterim düştü.
Siktir!
“Defterine yazarken konuşarak zaman kazanabileceğini düşündün demek, huh? Ama öyle bir şey olmayacak. Olmayacak. Yeteneğinin ne olduğunu biliyorum. Neyse, şunu ben alayım.”
Defteri havaya kaldırıp bana doğru salladı. Yeteneğimin iki dezavantajı vardı: İlki, yazı yazmam ve sayfayı yırtmam vakit alıyordu. Diğeri ise… defterim çalınmışken yeteneğimi kullanamazdım.
Ve böylece yeteneğim de işe yaramaz hale geldi. Hala geçen savaştan kalan, belime sıkıştırdığım kanca tabancası vardı ama öldürmek bir kenara, kimseyi yaralayamazdı bile. Ne olursa olsun pes edemezdim. Bırakıp gitmek söz konusu dahi değildi. Uçaktaki kurbanların hayatını kurtarmam gerektiği ya da Silahlı Dedektiflik Ajansının bir dedektifi olarak görevim olduğu için değil, yapılması gerekenin bu olduğuna karar verdiğim için pes edemezdim.
Şiddetli bir acı tüm bedenimi sardı ama acıyı görmezden gelip ayağa kalktım.
“Vay… gözlerinde hala hayat var, huh? İkinci bir tur daha mı istiyorsun?!”
“Agh!”
Kan öksürdüm. Görüşüm bulandı. Bedenimin hangi posizyonda olduğunu bile kestiremiyordum artık.
“Ve sıra büyük finale geldi. Bak, anahtar. Neyin anahtarı diye sorarsın şimdi. İletişim cihazının kilit kaldırma anahtarı. Bu olmadan uçaktaki insanları kurtaramazsınız… istiyor musun? İstiyorsun değil mi?”
Cebinden ince bir anahtar çıkardı. Hafif sarı tonlu küçük ve narin bir anahtardı. Anahtarı inceledim.
“İstiyor musun? Kap hadi.”
Çat sesiyle ikiye ayrılana kadar büktü.
“Ne-?
“Ahahaha… Hahahaha! artık tüm umutlarınız söndü! Uçağın düşüşünü hiçbir şey kurtaramaz! Bitti! Bitti! Her şey bitti! Hahahaha!”
Genç adam alaycı bir tonla, dünyanın yanmasını izleyen bir adam gibi güldü.
“Artık şu işi bitirelim seni öldüreceğim. Seni öldüreceğim ve dağların tepesinden zafer çığlıklarımı atacağım!”
Elini kaldırdı. Vücudumdaki numaralar “04”ü gösteriyordu.
İçgüdüsel olarak ikinci kattaki operasyon odasına baktığımda Dazai’yi gördüm. Kana bulanmış ve dövülmüştü…
***
Pencerenin ardındaki Kunikida yaralarla kaplıydı. Dazai pencereyi anında parçalayacak güçte yüzüne bir darbe daha aldı. Cam parçaları havaya dağıldı.
Dazai Kunikida’ya baktı, gözleri buluştu. Bağırdılar.
***
“KUNİKİDA!”
“DAZAİ!”
***
Bu kadardı. Ne yapacağımızı biliyorduk.
Hızla cebimdeki kanca tabancasını çıkarıp Dazai’ye doğru ateş ettim. Kanca tam istediğim yere, hemen yanındaki duvara isabet etti. Hemen kabloyu sarmaya başladım, bedenimi havaya kaldırdım.
***
Dazai pencerenin çerçevesini tekmeleyip pencereden atladı. Çelik kablonun ucunda havada süzülürken Kunikida’nın gözleri Dazai’ye kitlendi.
Aralarındaki mesafe yeniden açılmadan önce birbirleriyle bakıştılar.
***
Kablonun çekme gücünden yararlanarak hızla havada süzüldüm Dazai çoktan operasyon odasından çıkıp yere inmişti. Operasyon odasının penceresinin hemen altındaki bir noktaya geldikten sonra kablonun beni çekmesine izin vererek direkt duvarda koşmaya başladım.
“HAAAAH!”
Duvardan sıçrayarak odaya daldım. Ellerine muşta takan bronz tenli dev bir adam gördüm. Bir insanı ezmeye yetecek kadar güçlü yumruğu başımın hemen yanından geçti.
Devasa adam havaya fırlatıldı.
Havaya fırlatıldıktan sonra duvara çarptı. Yüzü hayret ve şaşkınlıkla kaplıydı. Kendisini omzumdan atmak için ivmesini kullandığımı anlamamıştı. Fakat çok geçmeden adam ayağa kalktı ve ikinci bir yumruk attı.
“Yerinde kalmalıydın.”
Saldırısının etkisini hafifletip bileğini kavradım. Sonra adamı öne çekip dengesini bozdum, bedenini kaldırıp duvara ve tavana fırlatmadan önce ağırlığımı geriye vererek dirseğini kavradım. Gözleri geriye döndü.
***
“Ne-? Sen…”
“Özür dilerim fakat bundan sonra benimle savaşacaksın.”
İlk kata iniş yaptıktan sonra Dazai, rahatça genç adama doğru yürüdü.
“Neden…?! Neden numaralar çıkmıyor?! Savuramıyorum da! Neden, neden, neler oluyor?!”
“Ödevini yapıp da gelseydin. Yetenekler benim üstümde işe yaramıyor.”
Düşman elini kaldırırken geri çekildi ama Dazai aldırış etmeden yaklaşmaya devam etti.
“Kendini açıkla! Yalnızca birbirinize bakarak nasıl yer değiştireceğinizi anladınız?! Nasıl bir hile kullandınız?”
Tereddütsüz bir gülümsemeyle Dazai mesafeyi kapatmaya devam etti. Genç adam ne yapacağını bilmez halde geri adım attı.
“K-kimsin sen?! Tüm geçmişin silinip temizlenmişti! Kimsin dedim?! Kimsin?! Kimsin?!”
“Oh, sanırım kendimi tanıtmayı unuttum.”
Dazai genç adamın üstünde yükselip gözlerini dikti. Sonra havaya kaldırmadan önce yumruğunu sıktı.
Dazai’nin sağ yumruğu genç adamın yüzüne isabet ederek 180 derece döndürdü. Bayılırken gözleri geriye yuvarlandı.
“Adım Dazai Osamu, Silahlı Dedektiflik Ajansının çalışanıyım.”
***
İri adamı havaya fırlatmadan önce bana vahşi bir hayvanmış gibi baktı. Düşmanım ne kadar güçlü vurursa, o kadar sert fırlatıyordum. Birkaç kez düşürdükten sonra adamı pencereden ittim ve ilk kata düştü.
Pencereden aşağı baktığımda bayıldığını ve ağzından köpükler çıktığını gördüm. Bir süre uyanmayacaktı. Sonra bedenime baktığımda numaraların kaybolduğunu gördüm. Dazai yetenek kullanıcısını yenmiş olmalı.
Oh, şükürler olsun.
Rahatlamış halde sinyal vericiyi kontrol ettim. Geriye bu makineyi kapatmak kalmıştı. Frekans ve yönünde beceriksizce çalışarak eski aleti inceledim. Eski bir makineydi ama yine de idare edebilirdim.
“Kunikida-kun!”
Alt kattaki düşman yenildiğinde Dazai koşarak merdivenlerden çıktı.
“Sinyal vericiyi kullanmak için bu kilit kaldırma anahtarını kullanmalıyız! Ama o puşt bayılmadan önce kırmış!”
Öfkeyle ikiye ayrılmış anahtarı bana gösterdi.
“Biliyorum.”
“Bu olmadan sinyal vericiyi kullanamayız. Uçak-“
“Sürekli sorunlarla karşılaşırım. İlk defa beklenmedik bir olayla karşılaşmıyorum. Bu yüzden…”
Arka cebimdeki dikişleri yırtıp bir sayfa kâğıt çıkardım.
“…Acil durumlar için yedek bir sayfa taşırım.”
Katlanmış kâğıdı açıp kendi kanımla yazdım.
“Eşsiz Şair: Kilit Kaldırma Anahtarı!”
Kâğıt parçası sarı bir anahtara dönüştü.
“Ve ürüne iyice bakmışsam yeteneğimi kullanarak mükemmel bir yedeğini üretebilirim.”
“O-Oha… gerçekten mi?”
“Gerçekten. Şaşırdın mı? Bence şaşırdın. Sözümüz vardı. Bana içki borcun var.”
Sinyal vericinin kontrol panelini ayarlarını ayarladım, kilit kaldırma anahtarını yerleştirip çevirdim. Hemen ardından kontrol panelinde yeşil bir ışık yandı. Devre dışı bırakma tuşuna tüm gücümle bastım.
“Artık uçak yeniden kontrol edinilebilmeli! Dazai, pilotu ara!”
“Arıyorum zaten!”
Dışarıya doğru koştuk ama aynı zamanda kısık bir gürleme sesi duyuyordum. Gittikçe yaklaşıyordu.
Bu ses-
Ses, kulakları sağır eden bir gürültüye dönüştü.
“Kaptan! Beni duyabiliyor musunuz?! Parazitlenmeyi durdurduk! Artık uçağı kontrol edebiliyor olmanız lazım. Acele edin! Uçağın burnunu kaldırın ve irtifa kazanın!”
“Deniyorum! Ama çok irtifa kaybettik! Sikeyim böyle işi! Hadi!”
Duyduğumuz gürültü hemen üzerimizden geçen yolcu uçağından geliyordu!
Dazai ile birlikte binadan çıktık. Devasa bir gölge üstümüzden yeri karartıyordu. Gökyüzüne baktım.
Gittikçe yaklaşıyordu! Uçak üzerimizde uçuyor, ilerideki araziye doğru gidiyordu.
Şehre… ve karaya doğru ilerliyordu…
Düşme. Düşmemelisin.
Düşme. Göğe uç! Uç!
“UÇ!” Bağırdım.
Burnu havalanmadan önce yolcu uçağının gölgesi zemini sıyırdı. Uçak yeniden irtifa kazanırken karada şiddetli bir rüzgâr esiyor ve akşam güneşine doğru uçuyordu.
Başarmışlardı.
Dazai ile uçağın kızıl gökte yavaşça kaybolmasını seyrettik.
Çevirmen Notları:
(1) Kamu Güvenliği İstihbarat Ajansı (PSIA)
(2) Onsen tamago, yumurtanın Japonya’daki kaplıcaların sıcak suyunda yavaşça pişirilmesiyle hazırlanan geleneksel bir Japon yemeğidir.
22 notes
·
View notes
Text
Zahide Uçar
Arap Baharı Ortadoğu ateşi olarak devam ediyor. Birinci Dünya Savaşının haritası, Gazi Mustafa Kemal tarafından engellendiği için tamamlanamadı. BOP’ni bu haritanın tamamlanma projesi olarak görmeliyiz.
ARA REKLAM ALANI
Irak, Libya çok kolay parçalandı. Irak’ta bir tarikatla, Libya’ya dışarıdan sokulan terör gruplarıyla parçaladılar…
AKP Hükümeti en başından beri bu projenin ortağıdır. Unutmuş olabilirsiniz, hatırlayalım; Davutoğlu Libya’ya sokulan yüzer-gezer teröristlere bavulla elden para dağıttı. İş bitince yaralı teröristler Türkiye’de tedavi edildi. Kaddafi linç edildiğinde Davut’un oğlu Hillary Clinton ile çak yapıyordu. AKP Ortadoğu’ya sokulan bir Truva Atı mı? Türk Milleti bu sorunun cevabını bulmak zorundadır!
*** *** ***
Ateş yüzümüzü yalıyor!
Suriye’ye binlerce terörist sokuldu. Esat ailesinin yaptığı zulümler nedeniyle içeride bulunan muhalif gruplarla birleştiler. Kürtlerin ilk açıklaması, “rejimin yanındayız” oldu. AKP Salih Müslim ile iletişime geçti. İstanbul’da ağırladılar. Davutoğlu’nun Salim Müslüm’e ; Kürdistan vaat ettiğini” öğrendik. Yani, PYD dedikleri yapının ebesi, ABD ile birlikte AKP’dir.
Bush Irak’a saldırmaya hazırlandığında “bu bir haçlı savaşıdır” dedi. AKP Genel Başkanının geçmişte Haçlı Savaşını övdüğü konuşmadan bir paragraf hatırlayalım: “…. Haçlı seferleri çok yoğun bir şekilde bilim ve sanat noktasında alışverişlerde bulunduğu dönemdir(!)?…”
Ateş yüzümüzü yalıyor!
Suriye Ordusu birden yok oldu. Tıpkı Saddam’ın ordusu gibi…
Bu demektir ki, iki devletin ordusu da operasyon yemiş. Ya Türkiye?
Balyoz ve Türevi davaların BOP ile bağlantısı artık ortaya çıkıyor. Kozmik oda casusluk faaliyeti BOP’nin bir operasyonuydu. Bu operasyonu neden yedik? Türkiye Cumhuriyeti Devleti için ne planlanıyor ki, önce içeriden çökertme operasyonu yapıldı?
Suriye’de iç savaş başladığında Halep’ten arayan Türkmen kökenli bir Suriye Vatandaşı şunları söyledi; “Nüfus kütükleri yakıldı. Buraya dışarıdan bilmediğimiz birçok insan yerleştirildi.”
Şimdi dönelim Türkiye’ye;
Bizde nüfus kütükleri yakılmadan içeriye ABD askeri olan Afganlar sokuldu. ABD askeri Afganlar Türkiye’ye neden sokuldu? O askerler Suriye’ye sokuldu mu? Ya da Türkiye’de planlanan bir operasyon için kara gücü olarak mı bekletiliyor?
**** ***** ******
Suriye’nin parçalanması zamana yayıldı? Neden?
İç savaş uzun sürünce devletin gücü tükenir. Yoksullaşan halk rejime öfke duyar. Süre uzadıkça ve maddi imkanları gerileyen, yoksullaşmadan payını alan ASKERİN moral gücü çöker. İnancı zayıflar. İşte o noktada devreye istihbarat örgütleri girer. Sosyal medyada; Katar eski Başbakanı Hamad Bin Casim’in bir açıklaması paylaşıldı. Açıklamaya göre Suriye ordusunda en üstten erine kadar para dağıtmışlar. Yani, bir orduyu satın almışlar…
*** *** ***
Gelelim Türkiye’ye;
Türkiye’de üretim bitirildi. İşsizlik çok yüksektir. Fakirleştirme bir tercih haline geldi. Gençlerin gelecek umudu yok edildi. Adalete olan güven sıfırlandı. Kadın cinayetleri ve çocuk tecavüzleri, imam diye ortaya çıkan bazı kişilerin sapkın fetvaları ve bu fetvalara sessiz kalarak adeta onaylayan siyasi iktidar… Yandaş ihale soyguncusu şirketlerin tekrarlanan vergi afları… Bir de üstüne fakir halka yüklenen vergiler..
Uyuşturucu batağına düşen gençler… Mafyalaşma ve mala çökmeler tıpkı Osmanlı’nın 1909-1919 yıllarına benziyor.
Bütün kurumlar çökertildi. Korkunç bir toplumsal çürümeyle karşı karşıyayız. Kimsenin kimseye güveni kalmadı.
Farklılıklar derinleştirildi. Trol denilen maaşlı yaratıklar kin ve nefret tohumları ekme görevi aldı. Bir paylaşımda; “Bu Kemalistlerin eline fırsat geçse bize kezzap içirir” diyordu. Atatürk ve Cumhuriyete olan saldırı, iftira, yalan korkunç boyuta vardı. Bu paylaşımların sadece trol işi olduğunu düşünemeyiz. Belli ki bu paylaşımları okuyan Cumhuriyetçilerin nefret duyguları şiddetlensin isteniyor. Yarılma ne kadar derin olursa, çatışma da o kadar şiddetli olur. Bunların arkasında yabacı istihbarat elemanlarının olduğunu düşünüyorum. Kurtuluş Savaşında iç düşmanla birleşen yabancı istihbarat elemanlarının yayınlarını bir düşünün. O zaman da din kullanılmıştı.
İmam kılıklı bazı görevlilerin Cumhuriyet düşmanlığını körükleyen paylaşımları, Atatürk düşmanlıkları, iftira ve yalanları…
Türk Milletinin değerlerinin sürekli aşağılanması, Türklerin varlığını inkara varan açıklamalar… Türk adının birçok yerden kaldırılması, Türkiyelilik dayatması Türklerin sürekli dolmasına neden oluyor. Türkler kurucu unsurdur. Ülke bizim diye sabrediyor. Elinden almaya kalkınca oluşacak patlamanın şiddetini kimse tahmin edemez.. Belki de tahmin edip öncü rolüne soyunanlar satın alınır, kimbilir..
Bütün kışkırtmalar bir iç savaş planı için hazırlığa benziyor. Ve siyaset bu hazırlığı belli ki idrak edemiyor. Belli ki akıl hocalarının etki ajanı olduğunu idrak edemiyorlar. İdrak etseler hedefte sadece Türkiye’nin değil, kendilerinin de olduğunu anlarlardı…
Türkiye’nin 2024 yılı Ekim Ayı itibarı ile cari açığı 7.7 milyar dolardır. Brüt Dış borç stoku 512 milyar dolar, net dış borç stoku 265.4 milyar dolardır. Bu miktar cari açık ve dış borç başlı başına güvenlik sorunudur.
*** **** ****
Güney Kıbrıs Rum kesimi hızla silahlanıyor. Rumlar askerlikten terhis olunca silahlarını yanında götürüyor. Böylece sivil halk silahlanmış oluyor. Tıpkı Kıbrıs Barış Harekatı öncesinde olduğu gibi… Emekli Albay Aziz Ergen Rum kesiminde hükümetin bilgisi altında 15 yaş grubuna silah dağıtılıyor diye açıklama yaptı. Ve biz AKP Genel Başkanı’nı Yunan Başbakanı ve Rum kesiminin başbakanı ile kahve içerken görüyoruz. Bu resmin anlamı şudur: “Rum tarafını devlet olarak tanıyoruz. “ Peki Yunan Başbakanı Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin Başbakanı ile kahve içer mi? Asla! Rum tarafı AKP’nin sessiz kalışıyla Avrupa Birliğine girmişti. Ne güzel değil mi(!)? Belli ki Rumlar bir savaş hazırlığı içinde. Bir savaş durumunda NATO’da birlikte olduğumuz Avrupa Devletleri AB ülkeleri olarak karşımıza çıkacak…
AKP Yıllardır Ege’de taviz veriyor. Akdeniz’deki haklarımızdan feragat ettiler. Belli ki Kıbrıs konusunda yeni taviz isteniyor. Yoksa savaş mı?…
Türkiye’de iç çatışma çıkarttıkları an Rumlar Kuzey Kıbrıs Türk Devletine saldırır mı? Türkiye kendisiyle uğraşırken, Kıbrıs Türk Devleti’ne sahip çıkabilir mi?
*** *** ***
YENİ ABD İSTİHBARAT DİREKTÖRÜ Tulsi Gabbard;
“Türkiye yıllardır İŞİD ve El Kaide teröristlerine perde arkasında destek veriyor. Türkiye ve Erdoğan dostumuz değil. Dünyanın en büyük diktatörlerinden biri, İslamcı bir halifelik kurmak istiyor.” Diye açıklama yaptı.
Bu açıklamadan ne anlamalıyız? ABD görevlileri Kaddafi, Saddam, Esat için de buna benzer açıklamalarda bulundu. Sonuç ortadadır.
Bu açıklamadan benim anladığım şudur;
Sayın Erdoğan, istediğimiz her şeyi kabul etmezsen, diğerlerinin başına ne geldiyse, senin de başına aynısı gelir diye şantaj yapılıyor.
Ve sarayın bazı danışmanları Erdoğan’ı Saddamlaştırmak için her şeyi yapıyor.
ABD NATO ülkesi, bize saldıramaz diyenler var. Bilgisizlik.. Arap Baharında ülkeler terörist gruplar kullanılarak şekillendirildi, parçalandı.
Türkiye’de ne kadar terör grubu var, biliyor muyuz? Bilmiyoruz. Bir patlama için ortam nasıl hazırlanıyor, görüyoruz. Her şey bir ajanın provakasyonu ile başlar. İşte o zaman bize direk savaş açamayan ABD, NATO OLARAK ÜLKEYE GİRER. Sahi, Yunanistan’da NATO ülkesi değil mi? Yunanistan’ı da yanında getirir mi? Malum, bir karışıklık durumunda NATO’nun çoook iyi niyetle müdahale hakkı var ya(!)?
Ateş yüzümüzü yalıyor…
Türk Milleti Bu süreçte birlik olmalıdır. Kışkırtmalara, provakasyonlara soğuk kanlı bir akılla yaklaşmalıdır. “Böl ve yut” taktiğine malzeme olmadan ülkemize sahip çıkmalıyız.
Türkiye AKP’den de, AKP Genel Başkanından da, meclis tiyatrosunun oyuncularından da çok büyüktür!
Azim ve Karar, 17. 12. 2024
5 notes
·
View notes
Text
Kandemir - Gold
Denizli'de doğru avukatı bulmak göz korkutucu bir görev olabilir. Denizli avukat, denizli ceza avukatı konularında uzmanlaşmış Av. Fersu Ege kandemir ile dilediğiniz desteği alacağınızdan emin olabilirsiniz. İster mahkemede sizi temsil edecek bir avukat arıyor olun, ister sadece hukuki tavsiyeye ihtiyacınız olsun, yasalarına aşina, deneyimli bir avukat bulmanız önemlidir. Kandemir hukuk, hukuk alanında uzmanlaşmıştır ve size herhangi bir cezai meselede öneriler ve yardım sağlayabilmektedir. Uyuşturucu bulundurma, saldırı, hırsızlık ve daha fazlası dahil olmak üzere ceza hukukuyla ilgili davaları ele alma konusunda geniş deneyime sahiptirler. İster suçlamalarla karşı karşıya olun, ister hukuk sisteminde gezinmek için yardıma ihtiyacınız olsun, Avukat denizli arayışında olanlar için Kandemir hukuk, size ihtiyacınız olan desteği sağlayabilir.
310 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing Revize edilmiş versiyon, kitap 1 bölüm 3 - Hayalet gelini alıyor, Veliaht prens gelin arabasına biniyor
…
Tüm kurtları ve binusları boğan Ruoye geriye doğru uçtu ve uysal bir şekilde bileğine sarıldı.
Xie Lian, sonsuz karanlık ve hışırdayan ağaçlardan oluşan bir denizle çevrili arabada sessizce oturuyordu.
Bir anda, herşey sessizliğe boğuldu.
Rüzgârın sesi, ormanın sesi ve iblislerin kükremesi sanki bir şeyden korkuyormuşçasına anında ölüm sessizliğine dönüştü. Daha sonra çok yumuşak sesli bir kıkırdama duydu.
Bu bir erkek olabileceği gibi bir genç de olabilirdi.
Xie lian hiçbir ses çıkarmadan dikleşerek oturdu.
Ruoye sessizce elinin etrafında döndü ve harekete geçmeye hazırlandı. Ziyaretçi masum olmayan bir niyet belirtisi gösterecek olursa eğer, on katı güçle çılgın bir güçle karşı saldırıya geçecekti.
Kim bilebilirdi ki ani bir saldırı ya da öldürme niyetiyle sonuçlanmayacağını, bunun yerine başka bir şeyle sonuçlandı.
Gelin arabasının perdesi biraz açıldı ve parlak kırmızı düğün duvağının altındaki aralıktan Xie Lian ziyaretçinin ona elini uzattığını gördü.
Parmak eklemleri iyice bitişmişti. İnce ve soluk elin üçüncü parmağına, parlak ve canlı bir yakınlık düğümüne benzeyen kırmızı bir ip bağlanmıştı.
Elini vermeli miydi? Yoksa, vermemeliydi?
Xie Lian öylece kaldı, bu şekilde oturmaya devam mı etmesi yoksa paniklemiş bir gelin gibi davranıp çekingen bir şekilde geri çekilmesi mi gerektiğine henüz karar veremiyordu. Ama elin sahibi oldukça sabırlı ve nazikti; Xie Lian hareket etmedi ve o da hareket etmedi, görünüşe göre bir yanıt bekliyordu.
Uzun bir süre sonra, tanrıların ya da hayaletlerin açıklanamayan etkisi altında kalmış gibi Xie Lian elini uzattı.
Ayağa kalktı, perdeyi kenara çekip arabadan inmek üzereydi ama karşı taraf bir adım öndeydi ve onun için kırmızı perdeyi kaldırdı. Ziyaretçi elini tuttu ama sanki onu sıkmaktan ve incitmekten korkuyormuş gibi çok sıkı tutmadı, bu da ona azami özen gösterdiği izlemini veriyordu.
Xie Lian başını eğdi ve elinden tutarak yavaşça arabadan çıktı. Ayaklarının dibinde yatan, Ruoye tarafından boğulmuş bir kurdu gördü. Başı dönerken, hafifçe takıldı ve nefesi kesilerek öne düştü.
Ziyaretçi yardım etmek için hemen elini hareket ettirdi ve onu yakaladı.
Bu yakalamanın ardından Xie Lian’ da onun elini yakalamak için elini hareket ettirdi ama dokunuşunda buz gibi bir şey hissetti; Ziyaretçinin bir çift gümüş önkol koruması taktığı ortaya çıktı.
Önkol koruması muhteşem ve zarifti, akçaağaç yaprakları, kelebekler ve vahşi hayvanlarla oyulmuş ilginç deseni oldukça gizemli görünüyordu ve Merkezi Ovalar’daki hiçbir şeye benzemiyordu, daha ziyade yabancı bir ırktan kalma eski bir eserdi. Onun bileğini tam olarak çevreliyordu, zarif ve çevik görünüyordu.
Buz gibi gümüş, soluk beyaz eller, cansız ama yine de öldürücü ve şeytani bir enerji yayıyordu.
Düşüşü sahteydi, aslında kasıtlı bir testti ve Ruoye, saldırmaya hazır şekilde gelinliğin geniş kolunun altında yavaşça kıvrılıyordu. Ancak ziyaretçi sadece elini tuttu ve onu ileri götürdü.
Öncelikle Xie lian başı düğün duvağıyla örtülü olduğundan yolu net bir şekilde göremiyordu ve ikinci olarak biraz zaman çalmak istiyordu. bu nedenle kasıtlı olarak çok yavaş yürüdü, ancak karşı taraf şaşırtıcı bir şekilde onun hızına ayak uydurarak çok yavaş yürüdü ve diğer eli de zaman zaman sanki tekrar düşeceğinden endişeleniyormuşçasına ona yol göstermek için uzanıyordu. Her ne kadar Xie Lian bu şekilde davranıldığı için temkinli davransa da şunu düşünmeden edemedi: "Eğer bu gerçekten bir damatsa, kesinlikle son derece nazik ve düşünceli.”
Bu noktada aniden bir tıngırdama sesi duydu. İkisi her adım attığında, o çan sesi duyuluyordu. Tam bu sesin ne sesi olduğunu anlamaya çalıştığında, her yerden vahşi hayvanların bastırılmış ulumaları duyuldu.
Vahşi kurtlar!
Xie lian biraz hareket etti, ve Ruoye bileğine sıkıca sarıldı.
Kim bilebilirdi, herhangi bir hareket yapmadan önce, onu yönlendiren kişi, görünüşe göre onu rahatlatmak ve endişelenmemesine izin vermek için elinin üstüne iki kez hafifçe vurmuştu. İki vuruş o kadar hafifti ki neredeyse nazik oldukları söylenebilirdi. Xie Lian biraz şaşkına dönmüştü ve alçak uluma sesleri çoktan bastırılmıştı. Tekrar dikkatlice dinlediğinde, aniden bu vahşi kurtların ulumadığını, sızlandığını fark etti.
Xie lian’nın ziyaretçiye dair olan merağı giderek artıyordu. Ve şu düğün duvağını fırlatıp bir göz atmayı çok istiyordu ama bunun uygun olmayan bir hareket olduğunu biliyordu, bu yüzden sadece kırmızı düğün duvağının altındaki aralıktan bakabildi. Gördüğü şey kırmızı bir kabanın eteğiydi. Kırmızı kabanın altında bir çift siyah deri çizme, rahat bir yürüyüş.Bir çift küçük siyah deri bot sıkı bir şekilde sarılmıştı ve bunların üzerinde yürürken olağanüstü hoş görünen bir çift ince ve düz baldır vardı. Siyah botların yanlarında iki ince gümüş zincir sallanıyordu; Her adımda gümüş zincirler sallanıyor ve kulaklara çok hoş gelen keskin bir tıngırdama sesi çıkarıyordu.
Adımları sakindi, hareketli, daha çok bir gence benziyordu. Yine de attığı her adım sanki onu kimse durduramayacakmış gibi özgüven yayıyordu. Her kim onun yoluna çıkmaya cesaret ederse, parçalara ayrılmayı bekliyor olacaktı. Bu göz önüne alındığında Xie Lian bunun tam olarak nasıl bir insan olabileceğinden emin değildi.
Kendi kendine düşünürken birdenbire yerdeki ürpertici beyaz bir şey görüşüne girdi.
Bu bir kafatasıydı.
Xie lian’nın adımları bir anlığına durdu.
Kafatasının yerleştirilmesinde bir sorun olduğunu ilk bakışta anlayabilirdi. Bu belli ki belirli bir dizinin bir köşesiydi ve eğer ona dokunulursa büyük olasılıkla tüm dizi anında bu noktaya saldırı başlatacaktı. Ancak genç adamın adımlarına bakılırsa orada bir şeyin olduğunu bile fark etmemiş olduğu anlaşılıyordu. Keskin bir "tık" sesi duyduğunda ve genç adamın oraya dönüp kafatasını anında parçalara ayırdığını gördüğünde, bir uyarıda bulunup bulunmamayı düşünüyordu.
Sonra hiçbir şey hissetmemiş gibi göründü, toz yığının üzerine bastı ve kayıtsızca oraya doğru yürüdü.
Xie Lian, “… …”
Bir şekilde tek bir adımla tüm diziyi ayaklarının altına alıp bir atık toz yığınına dönüştürmüştü…
Bu sırada genç adam adımlarını durdurdu. Xie Lian'ın kalbi heyecanlandı ve harekete geçmesi gerekip gerekmediğini merak etti ama genç adam ona doğru ilerlemeye devam etmeden önce yalnızca bir anlığına duraksadı. Birkaç adım sonra yukarıdan yağmur damlalarının şemsiyenin yüzeyine çarpmasına benzeyen bir "pıtırtı" sesi geldi. Az önce genç adamın bir şemsiye tutup ikisini de yağmurdan koruduğu ortaya çıktı.
Doğru bir an olmamasına rağmen Xie Lian bu kadar düşünceli olduğu için onu övmeden edemedi ama aynı zamanda oldukça şaşırmıştı: "Yağmur mu yağıyor du?”
Karanlık dağ sessizdi ve vahşi orman uçsuz bucaksızdı. Uzak aralığın derinliklerinde kurtlar aya uludu. Belki yakın zamanda dağda bir kavga yaşandığı için soğuk havada hâlâ hafif bir kan kokusu vardı.Bu sahne, bu atmosfer, ikisi de son derece ürkütücüydü. Ancak genç adam bir eliyle onun elini tuttu, diğer eliyle şemsiyeyi kavradı ve yavaşça ileri doğru yürüdü; hiçbir sebep yokken kışkırtıcı derecede romantik ve kalıcı derecede şefkatliydi.
Tuhaf yağmur döngüsü garip bir şekilde gelip gitti ve kısa bir süre sonra şemsiyeye çarpan yağmur damlalarının "pıtırtı" sesi kayboldu. Genç adam da durdu ve sanki şemsiyeyi kapatıyor gibiydi. Aynı zamanda sonunda onun elini bırakmıştı ve ona bir adım daha yaklaştı.
Onu tüm bu yolu yönlendiren el, yavaşça düğün duvağının bir köşesini tuttu ve yavaşça kaldırdı.
Xie Lian başından beri bu anı bekliyordu; hareketsiz durarak, önünde kalan kırmızı perdenin yavaşça yukarı doğru kaldırılmasını izledi -
Ruoye ortaya çıkmıştı!
İlk önce saldırmak niyetindeydi ama beklenmedik bir şekilde Ruoye, uçup gittiğinde ters bir rüzgar çıkardı, parlak kırmızı düğün duvağı genç adamın elinden sıyrıldı, yükseldi ve düştü. ve Xie Lian, Ruoye'nin içinden geçmeden önce kırmızılı genç adamın görüntüsünü ancak bir an için görebilmişti.Genç adam binlerce gümüş kelebeğe bölündü ve parıldayan gümüşten parlak, yıldızlı bir rüzgârın içine dağıldı.
Her ne kadar doğru bir an olmasa da Xie Lian birkaç adım geri gittikten sonra bu sahnenin gerçekten bir rüya kadar güzel olmasına yüreğinde hayret etmeden duramadı. Sonra gümüş bir kelebek gözlerinin önünden uçtu. Daha yakından bakamadan, gümüş kelebek onun etrafında iki kez dönmüş, sonra kelebek rüzgarına karışmış ve havayı dolduran gümüş parıltının bir parçası haline gelmiş, kanatlarını çırparak gökyüzüne uçmuştu.
Uzun bir süre sonra Xie Lian nihayet zihnini temizledi ve şöyle düşündü: "Bu genç adam gerçekten hayalet damat mı?”
Doğrusu durumun böyle olduğunu düşünmüyordu. Ama eğer değilse genç adam neden gelin arabasını kaçırsın ki?
Düşündükçe daha da tuhaf görünüyordu olay ama Xie Lian, önce doğru işi halletmeye kararlı bir şekilde Ruoye’i omzuna attı. Gözüyle Etrafı tarayıp "huh" dedi. Çok uzakta olmayan bir yerde, şaşırtıcı bir şekilde, orada ciddi bir şekilde duran bir bina vardı.
Xie Lian düğün duvağını yerden aldı ve yaklaştı ve binanın benekli kırmızı duvarlara sahip olduğunu ve aslında eski bir tapınak olduğunu gördü. Tasarıma bakılırsa bu muhtemelen bir savaş tanrısı tapınağıydı. Tabii ki, ön kapıların üzerinde çelik gibi üç büyük harf vardı: "Ming Guang Salonu"!
Bu Kuzeyden sorumlu savaş tanrısı Ming Guang olmasına rağmen tapınağı neden dağların derinliklerinde gizemli bir düzende gizlenmişti?
8 notes
·
View notes
Text
Syn Bakan Mehmet Şimşek SOKAĞA makyajlı Çıkan Kızlardan VERGİ alsın.Adıda
1....kusurları saklama vergisi,2..karbon ayak izine muhalefet vergisi.3..Ekonomiye faydası olmayan harcama vergisi.4..kişilik değişimi vergisi...5...Silahı olmayan karşı cinse Orantısız saldırı.
4 notes
·
View notes
Text
Eski Türkiye/Yeni Türkiye
Biliyor muydunuz?
Türkiye Cumhuriyeti dışında hiç bir devlet bağımsızlığını 6 ülke ile savaşarak kazanmamıştır.
YIL 2002
17. Dünya kupası
A milliler Güney Kore ile 3.’luk maçına çıkmış ve alınların aklarıyla Dünya 3. olmuşlardı.
Tüm Türkiye işte o gece sokaklara dökülmüş. Ellerinde ki bayrakları sallayarak coşku ile kutladılar.
Yeşil sahanın çocukları yense de yenilse de hep gururu oldular bu ülkenin, Eski Türkiye’ye gülle güle…
Yıl 2021
Hollanda:6 Türkiye: 1
07.09.2021 A milliler grup birincisi olduğu halde büyük bir hezimete uğrayarak tüm Türkiye’yi şaşkına uğrattı. Yorumcuların hakaretleri, taraftarların küfürleri, olmayan takım ruhu ve izlenmeyen A milli maçları Yeni Türkiye’ye merhaba…
YIL 2007
21 Ekim 2007
“Saat 00.20’de PKK’nın Hakkâri ilinin Yüksekova ilçesine bağlı Dağlıca Köyü’nde konuşlu Türk Silahlı Kuvvetleri Komando Taburu’na karşı ağır silahlarla gerçekleştirdiği saldırıdır.
Saldırı sonucu 12 askerin şehit edildiği ve 10 askerinde kayıp olduğu bilgisi alınmıştır.”
Şehit haberi olduğu zaman gözlerden yaş akan bir millet, sabahlara kadar sokaklarda “ŞEHİTLER ÖLMEZ VATAN BÖLÜNMEZ” diye haykıran bu millet, günlerce TV’lerde gündemi şehit olan bu millet, Eski Türkiye güle güle…
Yıl 2021
07 Eylül 2021
“Suriye’nin El Bab kentinde üs bölgesine PKK/YPG’li teröristler tarafından düzenlenen roketatarlı saldırıda Uzman Çavuş Muammer Yiğit (31) şehit oldu, 4 asker yaralandı.”
“NEFES” Filimin den ufak bir kesit;
“Asker: Hakan Atakan, Hatay. Emret komutanım!
Yüzbaşı: Öldün sen Hataylı. Annenizin gözü yaşlı, hüngür hüngür ağlıyor kadın.
Komşularınızın kolları arasında.
Bileklerini ovuyorlar kolonyayla. ‘Evladım’ diye ağlıyor.
Babanız da ağlıyor.
Göstermiyor ama yıkılmış bir köşeye içten içe ağlıyor adam.
Ama ağzında bir cümle, ‘Vatan sağolsun, memleket sağolsun, bir oğlum olsa onu da gönderirim’ diye ağlıyor.
Aldılar hepinizi, aldılar.
Gönderdik cenazeleri ailenize, kurşun izlerini silerler, yıkarlar sizi.
Bir güzel de bayrağa sararlar.
Böyle öldü.
En değer verdiğim adam böyle öldü.
Ama uyuduğu için değil, buraya erken gelelim diye.
Koydular helikoptere, gönderdiler memleketine.
Televizyona bile çıkarsınız. 45 saniyeliğine kahraman olursunuz.
Çıkar süslü bir karı, hüzünlü sesle anlatır.
Hekim Bulut, karakol baskınında şehit düştü.
45 saniye.
Sonra da magazin haberleri.”
Peki şimdi 45 saniye bile gösterebilecek bir haber kanalı görebiliyor musunuz? Ne ara böyle olduk ne ara bu kadar Türklüğümüzden benliğimizden çıktık.
Belki de;
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “Senin Bilal’in de böyle bayrağa sarılı gelirse bizi anlarsın. Senin oyların azaldı diye bizim çocuklarımızın, ağabeylerimizin bedel ödemesi mi lazım” dediğini ve Erdoğan’ın da yanıt olarak “Ağabeyin de bu mesleği seçmeseydi” dedi…
Belki de tamda bu yüzdendir, Yeni Türkiye’ye merhaba….
#Eskitürkiye#yenitürkiye#türkiye#tbmm#meclis#İstanbul#Ankara#gündem#köşeyazısı#mustafa kemal atatürk#recep tayyip erdoğan#devlet bahçeli#özgür özel#Ümit özdağ#ak parti#CHP#MHP#Zafer partisi#yildirimkemal#siyaset#siyasiistikrar#tumblr yazarları#black tumblr#artists on tumblr#ülkemde mülteci istemiyorum#ülke
3 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
236. BÖLÜM - Kan, çiçeği arzuluyor - Yüzü Olmayan Beyaz'a karşı amansız savaş
Tam o sırada hepsi aynı anda alttan gelen kabarık sıcaklık dalgasını hissetti ve hep birlikte haykırdılar, “DİKKAT EDİN!” ve daha hızlı adımlarla gitmeye başladılar. Yedi sekiz ateş sütunu gökyüzüne fırladı, aşağıya baktıklarında ise artık daha fazla erimiş kederli ruh vardı!
“Feng Xin, Mu Qing’i bana ver!” Xie Lian seslendi.
Tek kelime etmeden Feng Xin, Mu Qing’i Xie Lian’ın sırtına verdi, Xie Lian’in sırtına döner dönmez Mu Qing haykırdı, “Beni hemen yere indir! Ne baş belası!”
“Demene gerek yok!” Feng Xin cevapladı ve yayını geri çıkartıp birkaç kez etrafa atış yaptı. Silahının saldırı gücü Xie Lian’dan daha genişti ve körü körüne atışlar yapıyordu. Oklar lavları patlatıyor, dalgalanmalar yükseklere, havaya doğru uzanıyor ve her yandan çığlık sesleri geliyordu. “İYİ İŞ!” Xie Lian iltifat etti.
“İyiydi, sanırım!” Mu Qing arkadan yorum yaptı.
Kederli ruhlar kin doluydu, bir araya geldikten sonra alevler uçurmak için birlikte çalışarak daha ileri ve uzağa yüzdüler. Birkaç gürlemeden sonra Xie Lian, “Köprünün ilerideki kısmını yakmışlardı, yolumuzu engellemeye çalışıyorlar.” dedi.
Feng Xin küfretti, “Vay anasını, bir araya gelip nasıl da sıkı çalıştıklarına bak, neden insanlara zarar vermek yerine gidip başka bir şey yapmıyorlar! Eğer böyle devam ederseniz affedileceğinizden ve başka bir sekiz bin yıl bu lavdan kaçabileceğinizden şüpheliyim!”
Yayını kaldırdığı an o erimiş kederli ruhların hepsi yine dağıldı. Xie Lian konuştu, “Pekala, daha fazla bağırma, hazır ol! Zıplayacağız! Bir, iki, üç –!!”
Bir’de hızlarını ve güçlerini arttırmaya başladılar, İki’deadımlarını hesapladılar ve Üç’te ayaklarını itip zıpladılar –üç figür köprü arasındaki kırık boşluktan geçerek havaya sıçradı ve diğer tarafa inerek hızla koşmaya devam ettiler. Bu köprü ‘cennete uzanması’ için yapıldığından doğal olarak yukarıya doğru çıkıyordu ama Xie Lian koştukça bir kırlangıç kadar hafifleşiyordu, “Üçümüz böyle bir şey yapmayalı uzun zaman oldu, ha!”
“Yan yana savaşmamızı mı kastediyorsun yoksa canımız için kaçtığımızı mı?” Mu Qing sorguladı.
“İkisi de!” diye cevapladı Xie Lian.
“Bunu açık bir şekilde her zaman yapıyoruz!” Feng Xin haykırdı!
“Cidden mi?” Xie Lian meraklandı.
Ancak bazı şeyler açığa çıktığında, zihniyet tamamen farklı olacaktır. Xie Lian bir süre güldü ama hala gözleri dikkatlice aşağıyı izliyordu, kırmızı bir silüetten hiçbir iz yoktu, kendini kenardan bağırmaktan alamadı, “SAN LANG!!”
Seslenişi geniş ve boş yer altı mağarasında yankılandı ama cevap veren yoktu. Xie Lian’ın dudakları kuruyordu, yaladı. Sırtındaki Mu Qing onun her yeri arayışını izliyordu, bir süre sessizlikten sonra konuştu, “Ekselansları, onu gerçekten seviyorsun, ha?”
“…”
Xie Lian aniden bunu sormasını beklememişti, “ Ah. Ah?... Ah.”
Yüzü tamamen şaşkınken kulaklarının uçları yavaş yavaş kırmızıya dönüyordu. Onu böyle gören Mu Qing’in nutku tutuldu, bir anlık bir tereddütten sonra konuşabildi, “Seni bilerek korkutmaya çalışıyor falan değilim, ama sana hatırlatmalıyım. Hiç düşündün mü… belki biz köprüye gönderilen tek iki kişiydik ve Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur... değil mi?”
“Bu tamamen saçmalık değil mi?” dedi Feng Xin, “İkiniz burada olduğundan tabii ki başka bir yere gönderildi…”
Mu Qing’in ne demeye çalıştığını fark etmeden önce çoktan bunları söylemişti bile. Hua Cheng’in başka yere gönderildiğini söylemiyordu, ama… belki, Hua Cheng lav havuzuna düşmüştü.
Xie Lian dudağını yaladı, “B-bu nasıl mümkün olabilir?”
“İmkansız olduğunu düşünme.” Dedi Mu Qing, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur bir yüce hayalet kral, buna şüphe yok, ama yüzü olmayan beyaz da öyle. Ayrıca o yüce hayalet kralların ilk jenerasyonu, TongLu dağının efendisi. Burası onun bölgesi, güçlerinin en kuvvetli olduğu yer.”
Feng Xin, Mu Qing'e deli gibi baktı ve azarladı, “Kapa çeneni! Senin sorunun ne? Böyle bir zamanda iyi bir şey söyleyemez misin? Sana söyleyeyim o Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur!!” Mu Qing gerçekten de bu konuyu durdurdu ama yine de onun aksini ispat etmek zorundaydı. “Sadece her durumda ne yapmamız gerektiğini bir gözden geçirmemiz gerektiğini düşündüm.”
Xie Lian'ın gözlerinin önünde Hua Cheng'in soluk avucundaki anormal derecede parlak kırmızı nokta belirdi ve o da ne diyeceğini bilemedi. Tam konuşacakken aniden durdu ve arkasındaki Feng Xin neredeyse ona çarpacaktı, “O NE?”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda sormasına gerek olmadığını fark etti.
Önlerinde, havayı çepeçevre saran, yıldızlar gibi parıldayan milyonlarca gümüş ışıltı vardı. Sanki biri gümüş tozuyla dolu bir hazine kutusunu devirmiş gibiydi.
Xie Lian Mu Qing'i yere bıraktı ve ileri doğru yürüdü. Elini uzattı ve diğerlerinden biraz daha büyük bir gümüş ışık parçasını yavaşça hissetti. Ona dokunduktan sonra avucunu kapattı ve yavaşça kendi gözlerinin önüne getirdi.
Diğer ikisi de bakmak için yaklaştı ve Feng Xin mırıldandı, “Bu, bu…”
Mu Qing bunu açıkça söyledi, “Bu hayalet kelebeğin… parçalanmış bir kısmı?”
Feng Xin ona yine öfkeyle baktı, muhtemelen Mu Qing'in aşırı açık sözlü olmasından dolayı onu küçümsüyordu. Xie Lian'ın eli biraz titredi ve hâlâ zayıf bir ışık yayan gümüş kelebek kanadının kırık parçasını sıktı, ardından uzun bir nefes verdi.
Feng Xin kafasını kaşıdı, “İyi yanından bak, en azından lav havuzuna düşmedi. Hala buralarda olmalı, değil mi?”
Mu Qing yan tarafı işaret etti, “O zaman burada birisiyle kavga etti. Büyük bir kavga.”
Xie Lian'ın bakışları işaret ettiği yönü takip etti ve gözleri hafifçe genişledi.
Etraftaki tüm kayalar sayısız keskin bıçağın korkunç yarık izleri ile kaplıydı.
Bu E-Ming kılıcının izleriydi.
Her kılıç darbesi adeta kemiğe kadar saplanıyordu. Xie Lian geçmişte Hua Cheng'in kılıç kullandığını hiç görmemiş değildi ama onun tarzı her zaman kolay ve yavaş, soğukkanlı ve rahattı. Bir silah tuttuğunu söylemekten ziyade, küçük bir bıçakla oynuyormuş gibiydi. Yine de bu bıçak izleri öldürme niyetiyle doluydu. Onunla darbe alışverişinde bulunan kişinin ne kadar yetenekli olduğunu ve bu savaşın ne kadar tehlikeli olduğunu hayal etmek kolaydı.
Xie Lian tek kelime etmeden kontrol etmek için yere eğildi. Köprüde kimsenin düştüğüne dair bir iz yoktu ve köprünün altında toplanan neşeli kederli ruhlar da yoktu, bu yüzden Xie Lian sonunda biraz rahatladı ve sürünerek ayağa kalktı, tek başına kararlı bir şekilde ileri doğru koştu. Arkasında Feng Xin, Mu Qing'i sırtında taşıyarak ona yetişti, "Ekselansları!"
Xie Lian nefesini tuttu, çünkü kendi sert ve endişeli nefes alışını duymak istemiyordu. Nefes alıp vermeyi karıştırmak dövüş sanatlarıyla uğraşan biri için büyük bir tabuydu çünkü bu sadece vücuda gereksiz yük bindirmekle kalmaz, aynı zamanda kalbin ritmini de bozardı. Ama nefesini tutmak bile işe yaramazdı; elleri ve bacakları titriyordu, koştukça onlarca kez neredeyse köprüden aşağı düşecek kadar ayağı takıldı, yere düştü ve yuvarlandı. Feng Xin ve Mu Qing ikisi de ona dikkatli olması için bağırmaya başladılar. Aniden Xie Lian konuştu, “Bu ses ne?”
Xie Lian olduğu yerde ayakta dikildi ve arkasına baktı, “Siz bir şey duyuyor musunuz? Bu bir şeyin sesi değil mi?”
Çatışan silahlar ve çarpışan ruhsal güçlerin gürleyen ve kırılan sesiydi. Cennete uzanan köprünün vücudu bile hafiften sallanıyordu. İlerleyen yolun karanlığında yanan sönen ışıklar vardı.
İleride birileri savaşıyordu!
Xie Lian ileri doğru hücum ederken yarısı sürünürken yarısı tökezledi. Arkasında Feng Xin homurdandı, “Sevgili tanrım, tüm tanrılar ve budalar kutsamalarını versin ki o Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur olsun, yoksa kafayı yiyecek!”
“Saçmalamayı bırak.” Mu Qing fırçaladı, “Biz o tanrılar ve budalarız ve bir bok veremeyiz, sadece ona yetiş. Şu koştuğu engelli yola bak, daha adamı görmeden takılıp düşecek ve eceline kavuşacak!”
Xie Lian nefesini tutmayı tamamen unutmuştu, beş, altı kilometre boyunca sadece kendi düzensiz nefes alışını dinledi. Birkaç devasa dolambaçlı yolu ve nihayet son köşeyi döndükten sonra, parlak beyaz ışık aniden görüşünü doldurdu.
Asılı Cennete uzanan Köprü'nün sonunda, kırmızı giysili bir adam ile beyaz giysili bir adam şiddetli bir savaşa tutuşmuşlardı.
Kırmızı giysili adam ince ve uzun, gümüşi beyaz bir pala kullanıyordu, formu baştan çıkarıcıydı, şimşek gibi çakıp sönüyordu –Hua Cheng’di. Artık gülümsemiyordu, tamamen odaklanmış ifadesi keskindi, yakışıklı ve solgun yanağındaki kanlı bir leke ısıran ayazına canlı bir parlaklık katıyordu. Bu beyaz giysili adam elbette yüzü olmayan beyazdı ve kim bilir nereden gelen bir kılıç kullanıyordu, yüzündeki o yarı gülümseyen, yarı ağlayan, ağlamaklı gülümseyen maske hâlâ yerindeydi. Yalnız, bu maske ile Xie Lian'ın daha önce gördüğü maske artık biraz farklıydı.
Ortadan çatlamıştı.
Bu çatlak göz ardı edilemeyecek kadar önemliydi ve alnın ortasından gözün altındaki yanağa kadar uzanıyordu, sanki her an kırılacakmış gibiydi!
Her ikisi de ayakları üzerinde son derece hafifti, saniyeler içinde saldırmadan önce devriliyorlardı, kötülüğün aurası havada patlıyordu, ancak her bir vuruşları binlerce ton gibi ağırdı, güçleri gökyüzünde patlıyordu. Kılıcın rüzgarına karşı kılıcın aurası, manyakça bir dans, kaotik bir uçuş ve yukarıdaki gümüş kelebekleri de aşağıdaki erimiş kızgın ruhlarla eşleşiyor, dağların çökmesi ve denizlerin devrilmesi gibi birbirlerine feryat ediyorlardı. Her çarpıştıklarında, havuzun içindeki erimiş lav ve alevli ateşler patlıyor, korkunç dalgalar metrelerce yükseğe çıkıyor, hiç kimse yaklaşamıyordu!
Feng Xin ve Mu Qing ikisi de arkalardan geldiler ve bu sahne karşısında kalakaldılar, sanki ayakları yere çivilenmiş gibi bir adım bile atamadılar.
Hiçbir savaş tanrısı yoktur ki böyle bir savaşı izleyip heyecan hissetmesin.
Hua Cheng'in gayet iyi olduğunu gören Xie Lian'ın gergin kalbi nihayet dinlenebildi ve hemen yere yığılıp çığlık atıp bağırmak istedi ama kendini tutmaya zorladı. Yetenekli dövüşçüler çarpıştığında, en ufak bir rahatsızlık zaferi ve yenilgiyi belirleyebilirdi. Üstelik bu, zamanlarının iki Yüce Hayalet Kralı arasındaki savaştı!
Yüzü olmayan beyazın uzağında bir yerde duran başka bir figür vardı, o Guoshi’ydi. Doğal olarak buraya yüzü olmayan beyaz tarafından getirilmişti. Xie Lian ve diğerlerinin geldiğini görünce rahatça nefes aldı ama dikkatsizce bir ses yapmaya da cesaret edemedi. Ancak kim bilir, Hua Cheng çoktan yeni gelenleri fark etmiş, donmuş, buz benzeri odağı yavaşça eridi ve sonunda yüzünde bir gülücük genişledi, “Görünüşe göre yine kaybettin. Ekselansları geldi ve yanında getirdiği kimselerden tek bir kişi bile eksik değil.”
Xie Lian daha fazla dayanamadı ve bağırdı, “SAN LANG!”
Hua Cheng başını eğdi ve cevap verdi, “Gege.” Ardından sesi yine uyarıcı bir tona döndü, “Gege, bir dahaki sefer kendini yine öyle aşağı atarsan, kızacağım.”
Xie Lian da cevapladı, “Bir dahaki sefer sen de yine benimle atlarsan, ben daha fazla kızacağım!”
“…” bunu duyunca Hua Cheng'in ifadesi bir anlığına sanki Xie Lian'ın sözleri gerçekten onu bir anlığına temkinli hale getirmiş gibi sertleşmiş gibi görünüyordu. Yüzü olmayan beyazla yüzleşirken bile hiç böylesine temkinli bir yüz göstermemişti. Yüzü olmayan beyaz içeri doğru itmişti, vurduğu Hua Cheng’di ama konuştuğu Xie Lian’dı, “XianLe, Siz ikiniz bahar rüzgarlarınızın tadını çok fazla çıkarmıyor musunuz, ve beni aşırı küçümsüyor?
E-Ming’in kabzasındaki göz topu Xie Lian’ı fark etti ve çatırdayarak çılgınca dönmeye başladı. Hua Cheng elini çevirdi ve itti ve Xie Lian bir ÇATIRTI duydu!
Ve kalbi küt küt atmaya başladı.
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#ling wen#hualian#hua cheng#heavenlyblessing#jian lan#heaven official's blessing#xuan zhen#he xuan#mu qing#mei nianqing#nan yang#shi wudu#shi qingxuan#peiming#pei su#ban yue
16 notes
·
View notes
Text
Bunca Ülkenin koruma sağladığı İşgal Rejimine karşı bu saldırı Filistin halkının daralan yüreğine nefes olmuşsa eğer kalbi kötülük dolu tefrika ehlinin üzüntüsünden bize ne?! Varsın da kinlerinde gebersinler.
Mazlumlar gülsün...
2 notes
·
View notes
Text
“Siz bir sanatçıyı ne sanıyorsunuz? Eğer bir ressamsa sadece gözleri olan, bir müzisyense sadece kulakları olan, bir şairse kalbinin her köşesinde sadece lir olan bir aptal mı? Tam tersine, dünyadaki ateşli, mutlu ya da korku verici olaylara karşı her an uyanık, bu gibi olayları yansıtmaya hep hazır siyasal bir varlıktır sanatçı. Tarafsız kalmak bahanesiyle, kendinizi yaşamdan nasıl koparabilirsiniz? Yaşantınıza böylesine çok şey katan diğer insanlarla ilgilenmemek nasıl mümkün olabilir? Hayır, resim evleri süslemek için yapılmaz. Düşmana karşı bir saldırı ve savunma aracıdır resim”
-Pablo Picasso
28 notes
·
View notes
Text
Sevgili Peygamberimiz, “Öfke şeytandandır, şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateşi su söndürür, dolayısıyla biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3) buyurarak öfkenin şeytanla ilgili olduğuna dikkat çekmiştir. Öfke, insanın iradesini zayıflatarak onu her türlü olumsuz yönlendirmeye açık hâle getirmektedir. Atalarımızın “öfke gelince akıl gider” diyerek tarif ettiği bu hâl elbette şeytanın işine gelecektir. Esasında öfke gayet doğal bir duygudur. İnsanın kendisini tehlikelere karşı korumasında, kişiliğine ve değerlerine yönelik bir saldırı karşısında savunmaya geçmesini tetikleyen içgüdüsel bir duygudur. Ancak kontrol edilemeyen öfke hem kişi hem de karşısındakiler için son derece tahripkâr olan bir duygudur. Öfkeye kapılıp ne dediğini ve ne yaptığını bilmez bir hâlde savrulmak insanın kolayına gelir. Oysa aklıselim sahibi yetişkin bir kimsenin zarara dönüşecek bir öfke duyduğunda bunu en kısa sürede dindirerek sabırlı ve sağduyulu olması lazımdır. - ÖFKE ŞEYTANDANDIR
8 notes
·
View notes
Text
🎯 DEVRİM ZAMANIDIR ŞİMDİ 🎯
Bizi sömürdüğünüz gün dündü,
Ateş gökyüzünden bir yıldırım, bir şimşek ve insanlığın adı gibi
Kurnaz şeytanlığı yakmak için indi,
Zalime ve zulmüne öfkemiz birazcık dindi,
DEVRİM zamanıdır şimdi.
Anadolu da insanlık kenara itilmiş idi
Cebine tefecinin parasını koyan
Kendini adam sayıyor koruyordu şeytanın düzenini
O düzeni bir ibretle bozan kimdi?
DEVRİM zamanıdır şimdi
Uyuyan her toplumu bir uyanık uyardırdı
Bu son saldırı normal bir saldırı değildi
Karşılığı insanlıktan geldi
Akıllara bir durgunluk verdi
Şeytanın oyunlarına bile bu kadar şaşırmayan
Aydın/cahil karışımı insanın hakka karşı derdi neydi?
DEVRİM zamanıdır şimdi
Önder Karaçay
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#atatürk#insan#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası
5 notes
·
View notes