#işler yığıldı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Kanaviçe yapan kanaviçe yapar mesela, kitap okuyan kitap okur.
Bense daha ilginç duruyorum. Bir elimde kanaviçe, seccadeyi bitirmeye çalışıyorum. Diğer elimde kitap. Şimdi ben bu haftaya bakaluup kaç gün sığdıracağım.
Sınava çalışmayı son güne bırakan öğrenciler gibiyim. Çok çok sık��ştım. Ve ne yârdan geçerim ne serden.
16 notes
·
View notes
Text
Psikolojim bir parça kırık bugün. İşlerim önümde yığıldı duruyor. Yapmaya yetiştikçe elimde olmayan ve dahi gücümün yetmeyeceği başka işler ve durumlar ortaya çıkıyor. Bu beni aşırı yoruyor. Hastalıklar da zuhur edince iyice tıkanıyorum. Zihnimde yapılması gereken; yapamadığım işleri düşündükçe bedenim eror verip başım dönüyor.
56 notes
·
View notes
Text
İsa’nın Meryem’e Dönüşü Üzerine
“Ağaç bu. Hep başka türlü eyliyor insandan.
Unutmuyor,
ama hiçbir şey
hatırlamıyor da.”*
.
.
İnce bir kireç parçası, kimsesi olmayan bir hayalet gibi masanın üzerine süzüldü. Orada kim bilir, kimi bekleyecek. Tavandan ayrılacak başka hayaletleri mi? Belki de��� Eksik olan bir şeyler var içeride. Eşyalar olması gereken yerlerde aslında. Yatağın sağında komodin duruyor. Eskice bir şey, yığıldı yığılacak olduğu yere. En yaşlı kaplumbağanın bağasındaki en yaşlı renkte komodin. Üzerinde ise gecenin bir yarısı uyanan susuzluk için yarısından azı dolu su bardağı bekliyor. Perdeler bir kahramanın pelerini gibi dalgalanıyor asilce, neyse ki korniş sakinleştiriyor, o da günü kurtarmayı bekliyor. En az komodin kadar yaşlı olan gardırop bitkin bir halde bekliyor yatağın sol alt köşesinde. Sağ kapısı açık, içindeki dağınıklığın resmi Hieronymus Bosch’un tablosunu andırıyor. “Dünyevi Zevkler Bahçesi”. Sağa gidildikçe kaos, sağa gidildikçe ölüm, idam, kirli çıplaklık, kirli şehvet… Sağa gidildikçe her şey böyle kirli mi? Halen eksik bir şeyler var içeride. Duvarları yok odanın.
Duvarları olmayan bir odanın içinde, ölmeyi bekleyen yalnız bir ihtiyar gibi öylece yatıyordu yatakta. Hiçbir şeye mecali yokmuş gibi, yalnızca olup bitenleri izliyordu. Hemen sağında ise bir soluklanma sesi duyuyordu. Tanımadığı bir adam, beline kadar çekilmiş bir battaniyeyle beraber sere serpe yatıyordu. Ayaklarından bakınca İsa’nın yorgun halini andırıyor. Aynı yorgunluğu farklı yüklemlerle yüklenmişler. İkisi de kutsal bir yorgunluk. İki yüklemin de sonucu doğum olmalı o halde, ama yalnızca birini Meryem doğurmuş. Öteki ise Meryem ile sevişmiş milattan çok önceleri.
Tanımadığı bir adamla yatakta yatarken bir gün evleneceği adamı düşünüyor. İçeri sızan ilk demetle eşyaların renklerini daha iyi fark etti Meryem. Komodinin cilalı yüzünün altındaki en eski kahverengini ilk defa böylesine dikkatlice izliyor sırtını İsa’ya dönüyorken. Toplasan bir iki damladan oluşan su birikintisi dökülmüş komodine gece şehvetle sallanan bardaktan. Parmağıyla dokundu Meryem. Suyu ahtapot vantuzları gibi emiyor parmakları. Islaklığı hissedince gözlerinin altına kadar ıslandı. Dalgın bakıyordu etrafına, sonra odaklandığı yerde, duvarda ince bir çatlaklığı fark etti. İnce, iki çatallı bir çatlaklık… Daha önceleri de sevişmişti Meryem ama ilk defa bu kadar derin düşüncelere dalmıştı. Odada güneş ışığının uçurduğu toz zerreciklerini dahi fark etmişti bu defa. Güneş ışığı onu da uçurur muydu? Bir yerlere gitmek istediğinden değil, yalnızca uçmak istemişti. Perde havalandı. Denizdi bu defa. Gözleri deniz doldu bu defa. Nefesini tutup ayağa kalktı. Nefesini bırakmadan, acı havayı içine çekmeden yürüdü çatlağa doğru. Oradan dışarı sızmaya çalıştı fakat sırtındaki yalnızlığın kocamanlığı onu her denemesinde geriye püskürtüyordu. İsa, yalnızlığının yerini alamamıştı. Geri dönüp yatağa yattı. Zaten hiç kalkmamıştı, yani gerçekten hiç… Ruhunun ölmek üzere olduğunu biliyordu. O ise sadece ölmekte olan bu ruha ceset oluyordu. Kitap yapraklarının arasına gömülmeye çalıştı cesediyle ama yine kabul görmedi kocamanlık, yani gerçekten hiç…
Denizatı kolyesini fark etti. Sola bakıyordu denizatı. Umuda bakıyordu.
“Ne zamandır saklıyorum bu kolyeyi. Şimdi gidiyorum, döneceğim. Bunu sana vermek istiyorum. Komik bir şey gibi görünüyor, öyle değil mi? Bak, bu kolyeyi çok seneler önce aldım, evlenmeyi düşlediğim kadına vermek için sakladım hep. Şimdi sana veriyorum bunu, artık eminim bunu sana vermek konusunda. Şimdi dön de boynuna takayım.”
Hiçbir şey söylemeden döndüğünü hatırladı Meryem. Boynunda da sola dönmüştü kolye. Gözleri doldu kolyeyi eline aldığı zaman. Sevincin ve hüznün döktüğü yaşlar kutsaldır.
“Neden denizatı seçtiğimi merak ediyorsundur, etmiyorsun belki de ama sana açıklamak istiyorum yine de. Denizatlarının erkeği eşine en sadık ve fedakar davranan canlıdır bana göre. Döllenme olayından sonra dişi yumurtalarını erkeğin içine gönderir, böylece doğum işini de erkeği yapar. Ne kadar nazik, fedakar ve sevgi dolu değil mi? Hatta çoğu zaman erkek kendini feda eder. Yavruları doğana kadar onunla beslenirler. Erkek denizatı ölür haliyle, yavruları için besin olur. İşte, beni başka bir şey bu kadar iyi anlatamazdı. Bu yüzden denizatı.”
Şimdi kızgın bir sobaya damlalar döküyor Meryem. Kızgın bir sobaya daha kızgın damlalar…
“Bu kolye hep sende kalsın. Döneceğim ve yine boynunda göreceğim elbet. Kaybedersen ben de yok olacağım zihninden. Ben de yitirdiklerin arasına gireceğim sanırım. Belki de hayallerine besin olacağım.”
Kolyeyi hep boynunda tuttu Meryem. Ama dönen olmadı hiç. Gitmelerin sonunda dönmek varsa o gitmek sayılmaz, o zaten dönmektir. Gittiği andan itibaren dönmesi için geriye doğru işler zaman bekleyen için. Dönen hiç olmadı ama kolyeyi hep tuttu, yoksa kolye mi onu tuttu hep? Kim bilir? Yeteri kadar ayrılık yaşadığını düşünüyor, kolyeye sırtını dönüyor Meryem. İsa halen uyuyor duruşunu bozmadan, belki de göğe çıkmıştır. Ama Meryem, o hep başlangıcını yitirdiği dönmeyi bekliyor. Handiyse İsa’nın dönüşünü…
.
.
*Yüzünde Bir Yer - Sema Kaygusuz
1 note
·
View note
Text
PART THREE BÖLÜM 3...
“Ulen zibidi sen bizim sahibimizin, beyimizin isteğini nasıl reddedersin? Seni şu taşlar gibi ezmez miyim?”
Adamın ayakları yerden kesilmişti.
Gözünden yaşlar boşalıyordu.
“Allah aşkın yapmayın. Beni bağışlayın. Köle sizin olsun. Alın gidin. Yeter ki beni bırakın” diye yalvarmaya başladı.
Tam bu sırada Munis Bey, deri çantasından çıkardığı silahı adamlara yöneltmişti.
“Bırak adamı” diye sertçe uyardı.
Adam hırsından hiçbir sözü dahi işitmiyordu. Ardındakiler koluna yapışarak, uyardı: “Ulvi geriye bakar mısın?”
Adam, iyice hiddetlenmişti. İşine engel olunmasından haz etmediği belliydi.
“Niçin?” diye sorar gibi bakış atmıştı. Derken, yüzünü çevirir çevirmez silahın namlusuyla karşı karşıya kalmıştı. Bir silaha, bir Munis Bey’e baktı. Şaşırmıştı.
“Ne oluyor, sen kimsin? Niçin silahı bana doğrultuyorsun?” diye sordu.
Munis Bey, silahşorlarıyla meşhur İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri arasında nice çatışmaya girmişti. Ve iyi bir silahşordu. Her ittihatçı gibi silahı çok iyi kullanıyordu. Ancak, bunu kendisini iyi tanıyanların ve mermisini yiyenlerin dışında bilen yoktu.
“Bana bak, bu çocuğu biraz önce ben satın aldım. Boşuna hayal kurma sakın. Artık satılık değil” diyerek sertçe uyardı.
Katil kılıklı adam inanamıyordu. Kendisine doğrultulan silahı adeta sopa parçası gibi algılıyordu. Zabit’i bir eşya gibi parke zemine bırakır bırakmaz ani bir hamle ile Munis Bey’in elindeki silahın üzerine yumuldu. İkisi birlikte dengelerini kaybederek yüzükoyun yere kapaklanırken aniden ‘pat’ diye bir ses duyuldu.
İri kıyım adam, “Ah anam” diyerek yere yığıldı.
Yanındakiler, ilk başta ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Birbirlerinin yüzüne baktılar. Ardından, yüzükoyun yere uzanmış vaziyetteki arkadaşlarını sırtlayarak aşağı doğru tabanları yağlayıp kaçmaya başladılar. Zabit, korkudan bayılmıştı. Munis Bey, silahşor yaşamından dolayı bu tür vakalara alışıktı. Çevreden yetişen esnaf kendisine yardımcı oldular. Yerden kaldırarak üzerindeki tozu temizlediler.
“Ah, bu serserilerden nedir çektiğimiz?” diyerek dert yandılar.
Birisi, “Munis Bey iyisiniz değil mi?” diyerek şefkatle fısıldadı.
Başını sallayan Munis Bey, “İyiyim, berbat bir durumda lakin ucuz kurtulduk” diye söylendi.
“Allah’a şükür. İyi olmanız bizi sevindirdi” diyerek kendisini teselli ettiler.
Bu sırada üzerine serpiştirilen su ile yeniden kendisine gelen Zabit, “Ah Efendi, bir şeyiniz olmamasına sevindim” diye konuştu. Munis Bey, “Kıyafetini düzeltti. Yerdeki çantasını yeniden eline aldı. İçerisinden para çıkardı”
“Al bu parayı. Bu çocuk da benimle gelecek”
Zabit’in korkudan ayakları titriyordu. Hala kendisine gelememişti.
“Aman Efendim, dilerseniz para vermeden alıp götürün” dedikten sonra, çocuğun ayağına çarık giydirdi.
Başıyla çocuğa işaret veren Munis Bey, kalabalığı yararak aşağı doğru yürümeye başladı. Çocuk da hemen yanında ona küçük adımlarla eşlik ediyordu.
Munis Bey, adamı çapulcuyu kasığından vurmuştu. Ölümcül bir yarası olmadığını düşünüyordu. Ama yine de kan kaybından ölebilir, diye içinden geçirdi.
İttihat Terakki Cemiyeti’nin 31 Mart olayı sonrası Sultan Abdülhamit’i indirmesinin ardından yönetime muktedir olması, üyelerinin gücünü ve kudretini arttırmıştı.
Munis Bey de en çok nam-ı diğer Büyük Cemal Paşa’ya sırtını dayamıştı. Kendisiyle Mersin Valiliği yaptığı dönemde tanışmış ve dostluk kurmuştu. İttihatçıların üç kudretli isminden birisi de oydu. 1908 yılında Meşrutiyet’in ilanıyla Adana Valiliği görevine atanan Cemal Paşa, burada asayişi sağlam tutmaya çalışmıştı. Akabinde darbenin en önemli isimlerinden olan Sadrazamlığa yükseltilen Mahmut Şevket Paşa tarafından İstanbul Muhafızlığı görevine atandı.
Munis Bey, Cemal Paşa’nın talimatı ile gümrük kaçakçılığı ve asayişin sağlanmasına yönelik birimde görev almıştı. Silahşorluğu meşhurdu. Adamı tek mermi ile etkisiz hale getirmesi bu yeteneği ile ne kadar soğukkanlı olduğunu ispat ediyordu.
Dükkânları küme halinde ikiye ayıran yol boyunca hiç konuşmadılar. Çocuk ürkek, yorgun başı öndeydi… Munis Bey, bir an düşündü. Bu duruma nasıl düşmüştü. Neden? Konağına bir köle bir çocuk getirmek, olacak düşünce değildi?
Ani gelişen bir durum kendisine olmadık işler yaptırmıştı. Henüz birkaç adım ötede bıraktığı kaldırımın üzerinde bir adamı vurmuştu. Eli her vakit tetikte olmasına rağmen silahını kullanmayalı aylar olmuştu.
0 notes
Text
bir gün kendini öldürmeyi bırakıp pankek yemek istersen bana haber ver.
yirmi sayısının kulağıma garip gelmesi onun içinde yaşadığımdan dolayı olabilirdi. kendime verdiğim isim alfabenin yirminci harfiyle başlıyordu, boğazımın tıkandığı yerden karnıma kadar yirmi üç ben dizilmişti vücuduma, yirmi beş kere ağlamıştım fikirlerimin cehennemden fırlama olduğunu anladığımda ve yirmi altı yerinden kırılıyordu boynum hayatımın nereden nereye, hangi iklimden hangi denizin dibine düşüşünü izlerken. yirmi sekiz parçaya bölünen kaburgamdan bahsetmiyorum.
yirmi yıl boyunca asla tanrı veya bir kahraman olmayı düşlemedim, en büyük hayalim bir ağaç olabilmekti. kendimi en sevdiğim yere çivileyip bir tilkiye gölge olacaktım, yıllarca büyüyecek ve kimseyi incitmeyecektim. ceviz ağacına dönüşürsem işler değişirdi ama olasılıkların varlığı, sonuçları, ne kadar mantıklı oldukları pek umurumda değildi. hayatım boyunca yaptığım tüm umursamazlıkları böylesine güçlü ve önemli bir umursamazlıkla kapatabileceğime inandırmıştım kendimi.
dediğim gibi, fikirlerimde mutlak cehennemin eli vardı ve farkındalığın dehşet verici sonuçlarından biri olduğunu adım ve kaçıncı yirmi dört saati bitirdiğim kadar iyi biliyordum. tüm bu fikirler kafamın içinde bir fizik denkleminden veya politikacıların sistemlerinden bağımsız yaşıyor; oraya buraya çarpıp kapanmayacak kağıt kesiklerine neden oluyorlardı.
bir gece, eski püskü apartmanımızın yirmi dokuz numarasında yaşayan jose isimli bir göçmen tüm bu düşüncelere dayanamadı ve önce elindeki şişe yere düşüp parçalandı. henüz yirmilerle tanışıklığım olmayan bir zamandı ve bir insanın kendine bunu yapabileceğinden habersizdim, birkaç kedinin çöp kutularında arsızlık ettiğini düşündüm. peşine jose’nin ağırlaşmış bedeni cam kırıklarının rahatsız kırıklarının üzerine yığıldı. canını zor kurtardığı bir savaştan kaçmış, lotus diyarını bulamadan o şişenin yanına atlamıştı. beyin kanaması, düşüncelerinin zehrinin kanına karışması, çeşitli organ yaralanmaları ve kırık bir kalp onun sonunu getirirken jose’nin adını hatırlayacak bir ben vardım bu dünyada. yere çarptığı kafasından irili ufaklı otuz iki tane cam parçası çıkarıldı, yirmiyi aşmak kimseye iyi gelmiyordu demek ki diye düşündüm. jose’nin beynindeki zehir sokağın asfalt zeminine dağılmıştı, oradan kanalizasyona sızdı, atık su borularına, yeraltı sokaklarına kadar ulaştı.
çok değil, bir saat sonra jose’nin ölü bedeni kaldırıldı. belki yirmi dört saat içinde camımın açıldığı lambanın altında ne kandan bir iz kalmıştı ne de cam kırıklarını görebiliyordum. jose’nin bedeni gömülmüş ve beyni yerden temizlenmişti. fakat fikirleri çok derinlerde, yirmileri sağ ve aklı başında atlatmış herkesin, tüm medenilerin girmeye korkacağı çukurlarda büyümeye devam edecekti.
o günden beri sonum göçmen jose gibi olmasın diye dualar ettim. tanrı kavramından habersizdim, kime ve neye dua ettiğimi de bilmiyordum ama geceler boyu yalvardım. birine, sarı sokak lambasının ışığında smiths dinlerken morrissey’e anlattım derdimi. faşist olmasaydı belki ona tapardım, isyanına bağlı yaşamayı yirminci yaşımda bile bırakamadım hala. yeryüzünde onca sokak varken hala kendi içimde kaybolduğumu söyledim, beni dinleyemeyecek haldeydi. biliyordum ama bu da benim işime geliyordu. her şeyi işime geldiği şekilde yaşamaya alışmıştım. evren kanunlarını işime geldiğinde kabul ediyordum.
her türlü düzen beni mahvediyordu, foster the people’ın da dediği gibi onlara hiç benzemeyecek ve asla onlar gibi konuşamayacaktım. parlak içkileri bana göre değildi, sadece sarhoş olup sokaklarda avarelik ettiğim zamanlar var olduğumu hissediyordum. pencereleri üç kez vurup “neden?” diye bağırdığımda ve kimse beni umursamadığında görünmez lanetim geri dönüyordu, yok oluyordum sahte gerçekliklerinde. zaman geçtikçe iltihaplanıyordu ruhum, akıtmanın tek yolunu nilüfer yiyenler biliyordu işte. kim olduklarını sorarsanız ben de bilmiyorum ama zehirsiz bir zihin için o zihni uyuşturmak gerektiğinin farkındaydım.
medeniyeti öğrenmemek lazımdı, yirminin sonuna geldiğinde bu savaş da bitecekti. başkalarının savaşında kendini yitirmenin ruhu ne kadar yıpratacağını görmemek için uygarlığın dayattığı hayatı yaşamanız lazımdı. tilkilerin hayali yaratıklar olduğunu yeni yeni anlıyordum, bir gün bir tanesi çıkıp geldiğinde tüm dünyam aydınlanmış gibi hissettim. yirminci yaşımın ilk günüydü. olmak istediğim şeyden çok uzakta değilim diye düşündüm ama beni görmedi, varlığımı bile kabul etmedi. kendi kendime dedim ki, demek ki dünya böyle bir şey. beni kendine kabul etmiyor. çok güzel.
0 notes
Text
Saatleri Ayarlama Enstitüsü [Ahmet Hamdi Tanpınar]
Tanpınar The King Ah Hayiriciğim İrdal Beyfendiciğim. Sizinle tanışmamız ne kadar da geç kalınmış bir hadisedir. Varlığınızdan haberdar olmama rağmen bunca yıldır sizi dinlenmeye bıraktığım için ne kadar müteessirim bilemezsiniz. Bir rafta, benim ya da onun olgunluğu için sıra bekleyen kaç kitap var Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bilemezsiniz. Ama geç olsun da güç olmasın değil mi ya? Vaktiyle Boğaziçi Üniversitesi'nin TK derslerinin okuma listesindeykendi ilk tanışıklığımız. Ben o dönem o dersi almıyordum fakat herkesin elindeydi kitap. Bir alıp karıştırdım. Saatler, ayarlar, enstitüler, Hayriciğim İrdal, Halit Ayarcı derken sıkıldım. Yirmi sene evvelin sabırsız tabiatı. Gençlik ya da. Bugüne geldiğimde belki de hatim için doğru zamanı şimdi buldum diye düşünüyorum. Lafı uzatmadan Hayri İrdal büyüğümün, Faust da diyebilirsiniz siz, hayatının inkılap öncesi dönemine geçeyim. “Belki de şahsiyet dediğimiz şey bu, yani hafızanın ambarındaki maskelerin zenginliği ve tesadüfü, onların birbiriyle yaptığı terkiplerin bizi benimsemesidir.” “O vakte kadar saatten başka bir şeye merak etmemiştim. Ondan da büyük bir şey anlamıyordum. Rahmetli Nuri Efendiden saat hakkında bir yığın malûmat edinmiştim. Fakat ciddî şekilde saatçiliğe yanaşmamıştım. Üstelik sakardım. Elimle gözüm beraber çalışmaktan uzaktı. Her ikisi birbirinden ayrı yaşıyorlardı. Yaradılıştan amatördüm. İş olarak üstüme aldığım her şeyden çarçabuk sıkılıyordum. İçimde birdenbire bir yol açılıyor ve ben elimdeki işten sessizce ona kayıyordum.” Hayri İrdal, Şark'ın bu bahtsız evladı. Maatteessüf biçarenin ömrü oradan oraya savrularak geçiyor. Modern zamanlara ulaşan insanlığın yanında yürümeye çalışırken hasta bir adam gibi; "hasta adam" gibi tökezliyor. Dura kalka ilerlemeye çalışıyor. “Yüzlerce, binlerce insan, orada, öbür dünya dediğimiz büyük depoda, kendi sırlarının üzerlerine kapanmış, kıskanç ve sessiz bekliyordu.” “Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.” Halası gibi o da ölmek üzere. Ölecek, mezara indirilecek, ve ardından "kefen yırtan" halası gibi, küllerinden var olan bir Anka gibi yeniden var olacak. Fakat önce kahve köşelerinde pineklemesi lazım biraz. “Zaten bu cins ciddî şeylerden bahsedenler, hususî bir isim altında tanınırlardı. Onlar Nizamıâlemcilerdi. Dünyayı düzeltmek zahmetini üstlerine alan bu aristokratların altında daha geniş bir tabakaya “Esafil-i Şark” adı verilmişti. Onlar kültürden, medeniyetten bu kahvedeki müşterek hayata yarayacak kadarını almakla yetinen günlük hazların ve geçim sıkıntısının veya çaresizliklerinin dışında yalnızca komiğin, aksayanın üzerinde zararsızca durmakla yetinenlerdi. Nihayet üçüncü bir tabaka, Şiş Taifesi gelirdi. Şiş, hiçbir inceliği olmayan, şehir hayatına intibak etmemiş yahut kaba insiyaklarını yenememiş insanlardı. Şiş Taifesi’nden bir insan kavga edebilirdi, bir Esafil-i Şark veya Nizamcı ancak Şiş’liği tutarsa kavga ederdi. Binaenaleyh, Şiş’lik biraz da iptidaîlik mânasına geliyordu. Ve yalnız bu taife, belki de kalabalık olduğu için Yarım Şiş diye kendi içinde de ayrıca sınıflanırdı.” “En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.” “Fakat düşündüğüm olmadı. Müstakbel damadım sanki üm-i menâfiü’l-âzâyı ve ilm-i simayı iflâs ettirmeğe karar vermişti. Hiç kimseyi öldürmedi. Hattâ bir tokatçık bile atamadı. Bilâkis evvelâ suratına, hangi pir aşkına olduğunu fark edemediğim iki sunturlu tokat yedi. Ağzının tam üstünü birinci sınıftan bir yumruk okşadı, sonra kafasında kahvenin en sağlam görünüşlü iskemlesi parçalandı. Daha sonra birbiri peşine gelen fâsılasız tekmelerle âdeta ayakları yerden kesildi, havada uçmağa başladı ve kahvenin kapısı önündeki kaldırıma yığıldı. Ah Yârabbim, o andaki sevincim!” Sonra velinimeti, Mephisto'su Halit Ayarcı ile karşılaşır bir gün. “Taşlıkta bizi lokanta sahibi karşılıyor. Halit Ayarcı elini sıkıyor. Demek bu da âdet. Param olursa ben de yaparım. Fakat onun gibi yapmam imkânsız. O güveni ben kendimde bulabilir miyim hiç? Bu lokantaya giriş değil, bütün bir fütuhat! O zamanlar el sıkmak âdeti olsaydı, İskender Mısır’a, Dârâ Yunanistan’a girdikleri zaman muhakkak böyle yaparlardı.” “Demek Kulüp rakısının başka cinsi de var. Niçin olmasın? Her şey sınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi? Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize, sonra Pakize’nin kardeşi olduğu hâlde meselâ büyük baldızım... Hepsi ayrı cinsten. Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat.” “Psikanaliz, devrimizin en mühim keşfidir. Halit Ayarcı’nın sesi birdenbire diken diken oldu. - Bırak doktor şu psikanalizi... Allah belâsını versin! Biz şimdi rakı içiyoruz. Doktor Ramiz derhal psikanalizi bırakıyor ve hemen onun yerini İstakozu alıyor. Doğrusunu isterseniz, on senedir, onunla beraber olduğumuz zamanlarda benim de yapmak istediğim hep bu idi. Fakat beni davet ettiği meyhanelerde, masanın üstünde psikanalizden başka ağza konacak doğru dürüst bir şey bulunmazdı.” “Yeni gelen adam bir el işaretiyle bizi yeni baştan yarattı. Doktor Ramiz’le ben Tevrat’ın yeni yaratılmış adamı gibi, o anda duyduğumuz sevinç, hayranlık ve mahcubiyetle giyindik, örtündük.” “Demek son derecede şahsî! Mesele halloldu. Orijinal ve yeni... Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur.” “Evet, bütün mesele burada. Siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. Sonra idealistsiniz. Realiteyi görmüyorsunuz... Hulâsa eski adamsınız. Yazık, çok yazık! Biraz realist olsanız bir parça, ufak bir miktarda, her şey değişirdi.” “Dostum, işler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder. Biz de bunu icat ettik. Bunu bizden evvel kimsenin düşünmemesi veya başka şekilde düşünmüş olması müsbet olmasına mâni midir, sanıyorsunuz? Biz bir iş yapıyoruz, hem mühim bir iş...” “Bütün kuvvetimi, cesaretimi topladım. “Ya pîr!” Fakat yalancıların piri kimdi acaba?” “Bununla beraber muhakkak insan eliyle öldürülmesi mukadder idiyse, Cemal Beyin ilk rast geldiği insan tarafından ve sırf Cemal Bey olduğu için, burnu o kadar kısa, alnı o kadar dar ve karışık, yüzü o kadar parlak ve itinalı, sesi öyle nazlı ve hımhım, gözleri öyle küçük ve parlak ve bakışları öyle yırtıcı kuş bakışı olduğu için, öldürülmesi icap ederdi.” “Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima ödersiniz... Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz...” “Yüzündeki tebessüme hayran oldum. İnsan bu istihzayı bulduktan sonra ebediyete kadar müsamahalı olurdu. Çünkü bu istihza insanoğlunun toptan inkârıydı. Ona erişen insanın yapmayacağı, yapamayacağı şey yoktur. Eğer içine yerleşmiş yalnızlık hissinden bir lahza zehirlenmezse.” Saatleri Ayarlama Enstitüsü bir kitap olarak bir okurun başına gelebilecek en iyi şeylerden biri. Bu kitap başucuna koyulur. Ara sıra açıp okunur. En beğendiğin roman hangisi diye sorulduğu zaman tereddüt etmeden ismi zikredilir. Sıradan bir okuyucunun ilk onunun içine rahatlıkla girer. Hayatı değiştirir, farklı bakış açısı sunar, düşünceye yeni ufuklar açar. Bir kere daha ruhun şad olsun Ahmet Hamdi Tanpınar... Read the full article
0 notes
Text
Ateizm Derneği kendini feshetmeye hazırlanıyor
Detaylar için https://bagimsizweb.com/ateizm-dernegi-kendini-feshetmeye-hazirlaniyor/
Ateizm Derneği kendini feshetmeye hazırlanıyor
2014 yılında kurulan Ateizm Derneği, Pazar günü kendini fesih etme ana gündem maddesiyle genel kurul çağrısı yaptı. Ancak toplantı yeter sayısı olmayınca genel kurul 14 Ekim tarihine ertelendi.
Yeni Akit gazetesinin genel kurulu “Ateistler yarın Kadıköy’de toplanıyor! ‘Hain Barbi’ de katılacak” başlıklı haberle duyurması üzerine olası bir olumsuzluğa karşı iki polis, genel kurulun yapıldığı restoranın önüne gelerek kimlik kontrolü yaptı.
Yaklaşık 170 üyesi bulunan Ateizm Derneği’nin genel kuruluna altısı dernek üyesi toplan 12 kişi katıldı.
“Eskiden üye olmadan para gönderenler desteklerini çekti”
Amerika’nın Sesi’nde yer alan habere göre, Ateizm Derneği’nin başkanlığını yürüten Zeynep Ayça, hem üye aidatı toplamakta zorluk çektiklerini hem de derneğin yükünün birkaç kişinin üzerine kaldığını söyleyerek derneğin feshini gündeme aldıklarını söyledi.
Ayça, “Bir dönem eski dernek başkanlarımız ve üyelerimiz çok tehdit ediliyordu. Ancak şimdi böyle bir durum söz konusu değil. Şu an ki başlıca sorunumuz üye aidatı toplamak. Üyelerimiz bile aidat göndermekten çekiniyor. Eskiden ismini belirtmeden, üye olmadan aidat gönderenler de bu desteklerini çektiler. İşler birkaç kişinin üstüne yığıldı. Biz de genel kurula fesih gündemiyle gitme kararı aldık. Eğer üyeler kapatmayalım derlerse kapatmayabiliriz. Ancak katılım oldukça sınırlı” dedi.
“Kamuda çalışmamız imkânsız hale getirildi”
Yönetim kurulu üyesi Şanar Atik ise politik ortamının insanları kendilerinden uzaklaştırdığını belirtti.
Atik, “Benim hakkımda dini değerleri aşağılamaktan dava açıldı. Önce altı ay cezaya çarpt��rıldım, sonra bu ceza beş aya indirildi. Ve sonunda 3 bin TL para cezasına çevrildi. Bana bu cezayı veren FETÖ’yle bağlantılı olduğu gerekçesiyle meslekten men edildi. Ardından Cumhurbaşkanı’na hakaretten 14,5 ay hapis cezası verildi. Kamuda çalışmamız imkansız hale getirildi. İşsizim. Böyle bir politik ortam olunca insanlar ister istemez dernekle ilişkili görünmek istemiyor” dedi.
“İnsanlar, bizimle birlikte görünmekten korkuyor”
Eski başkanlardan Zehra Pala ise eski ilgiden uzak kalmalarını laikliğin dahi riske girmesiyle açıklıyor:
“Biz 2014’te kurulduğumuzda daha özgür bir ortam vardı. Gezi’den daha yeni çıkılmıştı. İnsanlar bize daha sıcak bakıyorlardı. Şimdi durum daha riskli hale geldi. İnsanlar laikliğin bile tehlikeye girdiğini görüp onu savunmak için çalışmaya başladı. Daha geri bir noktaya itildiler.”
Ateizme yöneliş azaldı mı?
Peki, Ateizm Derneği’nin kendini feshetme noktasına gelmesi Türkiye’de ateizmin azaldığının bir işareti değil mi?
Ateizm Derneği yöneticileri, bu konuda bütünüyle aynı fikirdeler:
“Kesinlikle böyle bir durum yok. Mart, Nisan, Mayıs aylarında İmam Hatip Lisesi mezunu, Yüksek İslam Enstitüsü mezunu üç kişi derneğimize geldi örneğin. Aslında bu dönem dinin çok ön plana çıkarılması ve birçok haksızlığının hukuksuzluğun olması birçok insanın din ile mesafe koymasını yol açtı. Bize olan ilgiden bunu görebiliyoruz. Şimdi biz derneği feshedersek kimileri ‘Türkiye’de ateist kalmadı’ diyecek. Ama öyle değil. Bu baskılar insanları dinden uzaklaştırıyor. Ama burada görünmekten korkuyorlar. Bu toplumda ateist çok ama cesaretli ateist yok.”
Ateizm Derneği yöneticileri yaklaşık iki saat bekledikten sonra yeterli katılım sağlayamadıklarını gösteren tutanağı imzalayarak genel kurulu on beş gün sonraya ertelediler.
0 notes
Text
Ferman Toprak “Yapacağım Bir Yanlış, Her İki Aşirete De Dokunur”
Bakmayın siz Ferman Toprak’ın tespih sallayarak ulusal kanallarda boy gösterdiğine; tesbih sallamadan önce Etiler’de geceleri sallıyordu. Onu tanımak isterseniz; eskilerin üniversite gençliği, şimdilerin orta yaşlarını yaşayan gece kuşlarına sorun. Daha kimseler bilmezken, O Etiler’de geceleri sabahlara bağlıyordu. Üniversite gençliği arabasında Ferman Toprak’ın yorumundan “Beyaz Mendil”i dinleyip, sevgililerine gönderme yapıyorlardı. Yıllar geçti, bir şarkısı ile müzik piyasasını tesbih yapıp salladı. Sonra da “sen bizi aşirete rezil mi edeceksin” diyen babasının koltukları kabardı. Devamı mı? Devamı röportajda, hadi iyi okumalar…
23 senedir sahnelerdesin…
1997 yılında ilk albümümü çıkardım. İlk çıkardığım albümden, o zaman ki şartlar, promosyon eksikliği, kliplerimizin dönmeme sebebinden beklediğimizi alamadık. Albüm olmayınca ben bu işi albümsüz, İstanbul’un en gözde mekanlarında ismimi altın harflerle yazdıracağım dedim.
Baban istememiş galiba sahnede olmanı…
Annem de istemedi, babam da… Anne tarafım Urfa’da çok büyük bir aşiret, baba tarafı da Adıyaman’da çok büyük bir aşiret, feodal bir yapıya sahip oldukları için komedyenlik, sanatçı, film artistliği gibi şeyler bizimkilere ters geliyordu. Benimde çocukluğumdan beri bir hayalim vardı, hayalimin peşinden koştum. Okurken, babamın yanında tıbbi malzeme şirketinde çalışıyordum ama sanatçı olacağım diyordum. Babam da olmaz bize göre değil milletimi eğlendireceksin, aşiret karşısında bizi mi ezdireceksin diyordu, o zaman madem öyle bana ayrı bir işyeri tutacaksın dedim. Daha 15 – 16 yaşlarındaydım. Adamcağız, sırf sanatçı olmamam için iş hanında bir medikal şirketi kurdu. Bir gün iş hanının yönetiminden babamı arıyorlar, biz size tıbbi malzeme şirketi olarak verdik ama sabaha kadar müzik sesleri geliyor diyorlar. Ben şirketin bir odasını stüdyo yapmıştım, Adana da ne kadar saz çalan arkadaşım varsa çağırıp, demo yapıp İstanbul’a gönderiyordum. Babam o halimi gördükten sonra İstanbul’a git albümünü yap içinde ukde kalmasın ama tekrar buraya gel çünkü sana ihtiyacım var, şirketlerin, arazilerin başında durman lazım dedi.
Ailenin tek erkek çocuğu sen misin?
Yok, 3 erkek 1 kız. En büyük erkek benim. O dönem albüm çıkarabilmem için2 – 3 tane daire sattılar. Tabiri caizse Unkapanı’na değil kurtkapanına geldik zaten. Unkapanı’nda o 3 dairenin parasını alıp, 1 odasının parasını harcadılar, elime de al sana albümün dediler. Klip çekildi, müzik kanallarında dönmedi vs., iki gün sonra da albümün tutmadı dediler.
Ferman Toprak gerçek ismin mi?
Sahne ismi falan değil, orijinal.
Kaç yaşındaydın İstanbul’a gelip, bu işlere bulaştığında?
17 yaşındaydım. Liseyi bitirmiştim, Ankara Üniversitesi tarih-coğrafya bölümünü kazanmıştım, 2 ay okuyup direkt İstanbul yatay geçiş yaptım. Aileme evim 4 oda, 2 salon falan diyorum. Hâlbuki küçücük bir dairede, soğuktan hasta oldum. Ailem halimi görse alır direk memlekete götürürdü. Ben bu işi başaracağım dedim. Madem albümle olmuyor bu iş, İstanbul’un en gözde yerlerinden birisi olan Etiler’e ismimi altın harflerle yazdıracağım dedim.
Ama kimseyi tanımıyorsun…
Hiç kimseyi tanımıyorum. O dönem babama klip çekeceğim diyorum para gönderiyor ama Etiler’in en iyi müşterisiyim. Bütün şefler beni tanıyor, abi ne iş yapıyorsun falan diyorlar, sanatçıyım diyorum. Onun sahnesinde 1 şarkı söyle, bunun sahnesinde 1 şarkı söyle derken ufaktan sahne maceram başlamış oldu.
İlk kimin sahnesine çıktın?
O zaman İstanbul’da kim varsa onun sahnesine gidiyordum zaten. Bu arada aileden gelen parayı da harcıyorum. Bir gün annem bana sürpriz yapmak için İstanbul’a geldi, adresi de öğrenmiş, kapıyı açtım, kadın evin içini bir gördü, orada yığıldı, benim oğlum burada mı yaşıyor diye. Bu kadar mı istiyorsun bu mesleği dedi. Hemen akabinde bana 3+1 ev tuttular, halıfleksli, kombili. Kombinin ne olduğunu da bilmiyorum. Kombiyi açtım evden çıktım, eve bir geldim, ev yanıyor. Bir kovaya su doldurdum, yangın nerede onu bulmaya çalışıyorum. Ev sahibi de üst katta oturuyordu, ‘abi ev yanıyor ama ateşin nereden çıktığını bulamıyorum’ dedim. Adam da ‘kardeşim kombiyi en sona getirmişsin, bu ne 240 derece’ dedi. Hayatımızda kombimi görmüşüz dedim. Öyle öyle derken sahne hayatımız başladı. Etiler’de sahneye başladık bu döneme kadar devam ettik.
Ve Etiler de sahne almaya başladıktan sonra yavaş yavaş sanat camiası da seni keşfedip dinlemeye başladı.
Şehir efsanesi gibi kulaktan kulağa yayıldı. Etiler’e girdiğim zaman çok aykırıydım. Etiler’e aykırı bir tarzım vardı. Etiler’de olmak için ya pop okuyacaksın ya kadın sanatçı olacaksın. Hem erkek olacaksın hem arabesk okuyacaksın… Olursa olur, olmazsa ceketimi alıp giderim demiştim. Elhamdülillah finalde herkes gitti, biz kaldık, herkes sevdi. Üniversite gençliği bizi çok tuttu.
Gençlik tutuyorsa sırtın yere gelmez.
Kesinlikle. Dediğim gibi o dönemde Etiler’de kulaktan kulağa bir şehir efsanesi oluştu.
17 yaşından beri sahnelerdesin yani…
Öncesi de var. Adana’da sahne alıyordum. Ama ailem bilmiyordu. Adana Sular’da, Çingene diye bir bar vardı, para bile istemiyordum, Adana’da çevrem çok genişti. Bütün arkadaşlarımı topluyordum, gelin hesaplar benden diyordum. Kendimi tatmin ediyordum yani. Akşam evde yatıyorum diyorum 22.00 – 23.00 gibi evden kaçıp, gidiyordum.
Peki bu müzik aşkı nerede başladı? Birine mi özendin, ailede mi örnek aldığın biri vardı?
Çocukluğumdan beri içimde bir İbrahim Tatlıses vardı. Bütün filmlerini izlemişimdir, bütün albümlerini almışımdır. Müziğe aşık olmama sebep olan imparatordur. İnşallah bir an önce aramıza döner.
Sonra “Tesbih” ile sende başka bir dönem açıldı. Sen mi seçtin bu şarkıyı?
Tesadüf bir yerde dinledim. 13 sayısı benim hayatımda çok önemli bir sayı. Kimileri için uğursuz bir sayıdır ama benim için uğurlu bir sayıdır. Hep diyordum, beni herkesin tanıyabileceği yıl 2013 olacak. Tesbih şarkısı 2013 yılında çıktı. Benim için çok büyük bir dönüm noktası oldu. Boşuna 2013’ü beklememişim.
Senin sahneni dinlemeye gelenler bilir. “Beyaz Mendil” senin sahnenin vazgeçilmez şarkısıydı, sonra İbrahim Tatlıses okudu. O şarkı da seninle özdeşleşmişti.
Sahnelerde hep okuyordum. Ben onu kayıt ettirmiştim, aranjesini yaptırmıştım. Piyasaya çıkmadı, beni dinlemeye gelen dostlara hediye ediyordum. Ama İstanbul’un bütün gençleri, üniversiteliler, arabalarında son ses o şarkıyı dinleyip geziyorlardı.
Yedi ceddin sana tesbih hediye etmiştir herhalde, kaç tesbihin var?
Tabii canım. Artık şaşırmıyorum yani. ‘Abi sana fena bir hediye aldım’ diyor, acaba araba mı, yat mı, kat mı diyorum, bir açıyorum ama bir yat parası kadar da tesbih almış. Bir dizayn yapıyorum şimdi, evde güzel bir pano, güzel bir aksesuar yeri yaptıracağım.
Şimdi baba ne diyor? İyi ki beni dinlemedin diyor mu?
O dönem bizim aşiret ayaklanmıştı, oğlun nasıl sanatçı olur, bize yakışır mı, bütün sanatçılar bizim düğünümüze geliyor, biz para veriyoruz, nasıl bizden biri gider milleti eğlendirmeye falan diyorlardı. Bu başarı noktasını ben düz bir çizgide kullandım. Çünkü attığım her adımda, yanlışımın sadece bana değil, iki aşirete de dokunabileceğini
düşünerek hareket ettim. Geldiğim noktada bütün aşiret, ayakta alkışlıyor.
Sen kaç düğüne bedava gittin çok merak ettim.
Çok gittim. Zaten internete ‘İzol Aşireti’ yazdığın zaman görürsün. Bilinen nüfusumuz 3 milyon. Fazlası var eksiği yok. Türkiye’nin en büyük aşiretiyiz. 3 milyon nüfusta düğün biter mi? Yetişmeye çalışıyorum.
Dur bakalım çocuğun doğunca kaç altın gelecek.
Nisan ayında geliyor, bahar çocuğu olacak kızımız. Ben her zaman söylüyorum, vatana, milletimize, ailemize hayırlı, uğurlu, sağlıklı bir evlat olsun. Altınları değil, duaları alıp gelsinler, bize yeter.
Eşini nasıl tavladın?
Onu bende bilmiyorum. Arkadaş ortamında tanıştık, aynı sitede oturuyorduk. Birbirimizle çok iyi anlaşıyorduk, çok iyi arkadaştık, bir anda baktık karı koca olmuşuz. Ben hep kız arkadaşlarımı onunla tanıştırırdım, hep ‘yok bu sana göre değil’ derdi. Ben onu çok samimi bir arkadaş olarak görüyordum. Hatta ‘sen baştan planı kurmuşsun’ diye esprisini yapıyorum.
O başından beri sana aşık mıymış?
Yok, onda da öyle bir şey yokmuş. Zamanla demek ki arkadaşlık aşka dönüştü. Çoğu insanın da başına gelmiştir.
Birlikte çok eğleniyoruz. Eve moralim bozuk geldiğimde bir şey söyler, bütün enerjim değişir. Birbirimize çok güzel enerji veriyoruz.
O zaman, Ferman Toprak’tan doğru ilişki tanımını alalım…
İki taraf da birbirine saygı duyacak, sevgi zaten olacak. Kavga asla olmayacak diye bir şey yok. Kavga da olacak. Kavganın olmadığı yerde zaten ilişki de olmaz. Eğer bir ilişkide kavga bittiyse, o ilişki zaten bitmiştir. Artık kavga yoksa iki taraf da birbirinden vazgeçmiştir.
Kıskanç mısın?
Kıskancım tabi, yerine göre.
Eşimde tek geçerim dediğin bir şey?
Çok dürüsttür.
Kızınla ilgili nasıl bir heyecanın var?
43 yaşında ilk kez baba olacağım. Hayatımda hiç tanımadığım, hiç görmediğim, hiç bilmediğim birisi gelecek, kucağıma alacağım ve benim için dünyanın merkezi olacak. Çok heyecanlıyım. En son ultrasona gittiğimizde hanımefendinin keyfi hayli yerindeydi, eli enseye atmış, ayakları uzatmış. Zaten çıkınca direkt tesbihle çıkacak. Çok güzel, değişik bir duygu. Allah olmayanlara da nasip etsin inşallah.
Çok küçük yaşta İstanbul’a gelmişsin ama tamamen Doğu gelenekleriyle büyümüşsün. Doğu kültürüne göre neyin Batılı, İstanbul’dakilere göre neyin Doğulu?
İstanbul’a göre samimiyetim, misafirperverliğim, çabuk inanmam Doğulu. Doğu’da yolda tanımadığın biriyle bile göz göze gelince selam verirsin. Ben burada senelerce apartman katlarında oturdum, hiçbir zaman yan komşumu göremedim, hiçbir zaman tanışamadım. Doğu’ya göre ise şivemi biraz Batı’ya uydurdum, düzelttim.
Kendinde değiştirmek istediğin bir şey var mı?
Kendimle ilgili her şeyi seviyorum. Çünkü Allah böyle yaratmış. İnsanlara çok çabuk güveniyorum, insanlara çok şans veriyorum. Bunu değiştirmek isterdim.
Kariyer basamaklarına çok eklemek istediğin bir şey var mı?
Kendi kariyerimde en çok istediğim şeylerden biri, nasip olursa Harbiye Açıkhava konseri yapmak. Halk konserlerini çok seviyorum. Karabük konserine gittik, 40 bin kişi geldi. Arabaya bindim konser alanından ayrılacağım, insanlar arkadan koşturmaya başlamışlar, arabayı kenara çektirdim, hepsiyle fotoğraf çektirdim. En son menajerim ‘Ferman Bey çok yorgun, dinlenmesi lazım’ dedi, 20 yıldır bu anı bekliyoruz ne yorulması bırak fotoğraf çektirelim dedim.
Gelelim mutfak kısmına, Urfalı birinin mutfakla arasının olmaması mümkün değil.
Anne tarafı Urfa, baba Adıyaman, doğma büyüme Adana, dolayısıyla mutfak deyince direkt kebap. Et pişirmekten anlarım, patlıcanlı kebabı sarmasını çok iyi bilirim. O kültürle büyüdük zaten.
İstanbul’a sonradan geldin, çok isteyerek geldin, doğduğun yer değil doyduğun yer oldu. İstanbul senin için nasıl bir yer? Nereler senin için gerçek İstanbul? Nerelerde vakit geçirirsin? Kafayı dinlemek için gittiğin kendine özel yerler var mı?
İstanbul zaten bir tutku, vazgeçilmez bir şehir, bir aşk. Dünyanın neresine giderseniz gidin İstanbul gibi bir yer yok. Her şeyiyle seviyorum. İstanbul anlatılmaz, yaşanır. Özel olarak gittiğim yerler de var. Mesela Kadıköy’de Adanalı Hasan Usta var, kebapçı, vazgeçilmezim. Etler direkt Adana’dan geliyor, birebir aynı lezzeti alıyorsunuz. Ataşehir’de Dedecan var. O da Urfa’dan geldi buraya. Ben hep kebap olan yerlere gidiyorum.
Anadolu Yakası’nda mı oturuyorsun?
Beykoz’da oturuyorum. Kafa dinlemek için, Hisar’da bir tepe vardır, bütün İstanbul ayaklarının altındadır, orada 5 – 10 dakika oturduğum zaman iyi gelir. Kafam bozuk olduğu zaman direkt oraya giderim.
Son olarak yeni albümünden de biraz bahseder misin?
Çıkalı 4,5 ay oldu.“Saldır Moruk” adlı şarkımıza klip çektik, çok güzel tepkiler aldık. Hatta, Avrupa’da Şampiyonlar Ligi’nde oynadığı için Beşiktaş’a uyarladık. ‘Moruk’ bizim kültürümüzde kanka, kardeş anlamında kullanılıyor. Şarkıda da; ‘çalışın, çalışmadan bir şey olmaz, ekmek aslanın ağzında’ mesajı var. Bu şarkıyı 14 sene önce rahmetli Müslüm Gürses seslendirmişti. Albümde, Serdar Ortaç’ın da bir şarkısına cover yaptık. İbrahim Tatlıses’ten de bir şarkı var. 9 parçalık çok güzel bir albüm oldu. Tepkiler hep olumlu yönde.
The post Ferman Toprak “Yapacağım Bir Yanlış, Her İki Aşirete De Dokunur” appeared first on Şehri Keşfet & Explore the City.
from WordPress http://ift.tt/2i7ccyo
0 notes
Text
Planlamalarım dışında farklı işler çıkması deli ediyor beni. Her şey yarım kalıyor. Gün sonunda elde var sıfır. Alakasız işler yüzünden asıl işlerimi yetiştiremiyorum. Okulda işler yığıldı. Üstüne bir de resen dört gün seminere almışlar. Herkesin pazartesi sendromu olur benim Eylül Ayı depresyonum.
42 notes
·
View notes