#iç kırım
Explore tagged Tumblr posts
Text
Cerahat Ülkeyi Kuşatırken
Bir yazgı kabilinden çıkagelen cerahat bu ülkenin öyle ya da böyle her gününde belirgin bir sabit kılınıyor. Bütünüyle umut mefhumunun her nasıl yerle yeksan edildiğini açıkça örnekleyen, göstere gelen her eylem bu cerahat tahayyülünü var ediyor / bildiriyor. Aleni bedene yönelik biyolojik-politik şartlanmışlık halleri içerisinde yirmi bir yılı deney sahası kılınmış zeminde cerahat ümidin kırıldığı halleri bildiriyor. Devlet, yöneten, seçilmişlerin o kırmızı çizgi olarak atfedilen vatan, bayrak, millet, ezan dörtlüsünün yamacında / kenar, kıyısında hayatiyet mutlak doğrularından arındırılır. Eğrelti bir cumhuriyetin kepazeliği, taşa duran eylemliliği, her güne içkin kılınmış şiddete tapar hallerle birlikte muğlak ya da belirsiz olmayan bir cerahat hali kutsanır. Yalanların üstüne yalanların bina edildiği yerde şu ülkede hayatın berhava olunmasının istikameti kesintisizdir. Gündelik yaşam halini ve pratiklerini imkansız kılan cerahatli halin var ettiği her açmaz bir kere daha ülkenin hayat veren yer olmaktan ne şekilde alıkonulduğunu da gösterendir. Yaşam tarumar edilmiş bir eylemsellik ile kuşatılır. Seçim mefhumundan öncelikli belirgin bir yarılma / ayrıştırmayı imgeleyen şeylerin yekunudur mesele.
Seçimin son düzlüğünde baş efendi, soysuz, bahçesiz efendiler ile ortaklarının sunduğu her veciz, var ettikleri her hamlede bu keskin ayrıştırma ve eleme hallerinin her ne halde var edildiği birer kere teyit edilebilir. En son seçim öncesi cumartesi gecesi cami kılınmış bir dünya kültürel mirası / semavi iki din için de kutsal kılınan / Ayasofya’da gerçekleşen ibadetin gösteriye dönüştürüldüğü zeminden çıkagelenler o işleme / eyleme halinin her ne şekilde biçimlendirildiğini anlatmaya kafi bir örnektir. Tekbirler ile içeriye giren baş efendi, Fetih suresi, Bakara suresinden ayetlerin okunduğu bir zeminde siyasetin sıradan o insanların hayatlarındaki itiraz haklarını alt etmek için, ötekilere karşı kurumsal bir hal, kimliğe kavuşturulan bakışı bildirir. Dinsiz, imansız, kitapsız diyerek salt Hristiyanları ya da Yahudileri değil, koca bir toplumun yarısını kapsayan, birlikteliği var eden bir temsilin haddini / hududunu bildirmeye bir kere daha din, iman kullanılarak verilen yanıttır mesele misal. Baş efendinin var ettiği ucubelik düzeninin devamlılığını, Kürd halkına yönelik en kestirmeden ötekileştirici kavramlarla saldırmasının etkisiz kılınmasının hemen ardından o dini figürleri / inanç eksenli yorumlar ve eylemleriyle birlikte bir kere daha memleketin en acayip seçimlerinden birisini bir kere daha korkuyla gerisin geriye teslim almak ister. Cerahat bir yazgıymış gibi değerlendirilirken, evladı fatihanın bir kere daha memleketin içinden geçmesinin, başta kalmasının yolunu o dini figüratif sunumun yanında en çok bahsini açtığı, ikinci bir 15 Temmuz kalkışmasına teyakkuz halinde hazırız mesajlarında görebilmek mümkündür. Bunca cerahatle hemhal bir yerde hayatın istikameti her nice olur, bırakılır sahiden!
Seçim günü var edilmiş olagelen temsili değil sahiden linç ettirme pratikleri, kimi yerler / seçim mekanlarında uygulanan son dakikaya kadar tahrik / gerilim siyasetinin yamacında cerahatle bir gelecek tahayyülü var edilebilir mi? Kağıthane İstanbul’da seçmenlere doğru ve direkt olarak var edilmiş saldırganlıktan, Üsküdar, İstanbul’da bir okuldaki yangından, Urfa’dan çıkagelen elini korkak alıştırmadan mührü baş efendiye basıp duran hazıra konma hallerine bir süreklilik halinde cerahat sürsün, katran karanlığına rehin olunsun da her nasıl olursa olsun yollu trajik hallerle bir gelecek tahayyülü bırakılır mı? Biz sıradana, sıradan insanların hayatlarını un ufak edip, iyimser bir rakamla kişisel servetinin yüzlerce milyar dolar civarında seyreden bir baş efendinin hukuku / hakkı / adaleti / hürriyeti aleni bir biçimde savunabileceği ihtimal edilebilir mi? Yaralarına yepyeni yaralar ekleyen, her günü bir başka karabasana dönüştürülen bir zeminde onca afaki var edilmiş olagelen kinin ve kötülüğün yanında beslenip büyütülen nefret ve hiddetin verebileceği her hangi bir iyilik söz konusu edilebilir mi? Seçimin sonucu her neye çıkarsa çıksın bugün bu raddede olan biten yegane şey, tartışılması sorgulanması spor olsun diye değil gerçekten mühim ol mesel budur, farkında mısınız?
Memleketin bir ucundan çıkagelen bir haber dahi durumun her neye evrildiği göstermeye kafidir. Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Cizîr’de köylüler AKP’ye oy vermeleri yönünde tehdit edildi, Qileban’da uluslararası heyet okula alınmadı, koruculardan kullandıkları oyların fotoğrafı istendi, vali Şırnak Lisesi’ndeki tüm müşahitleri okuldan çıkardı.
Şirnex ve ilçelerinde Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde oy kullanma işlemleri ihlallerle başladı. Cizîr ilçesinde köylüler AKP’ye oy vermeleri yönünde tehdit edildi, Qileban ilçesinde uluslararası heyet okul bahçesine dahi alınmadı, asker koruculardan kullandığı oyun fotoğrafını istedi, Şırnak Valisi bir lisedeki tüm müşahitleri okuldan çıkardı.
Cizîr’e bağlı Zêwgê köyünde köylüler açık oy kullanmaları yönünde tehdit edildi. Köylülerin itirazlarına rağmen AKP Hezex (İdil) eski İlçe Başkanı Cihan Güven ve ailesinin tehdit ve baskıları sürüyor. Baskılar nedeniyle köyde bulunan yaşlı yurttaşların büyük bir kısmının AKP lehine oy kullanmak zorunda kaldığı öğrenildi. Köyde bulunan gençler ise yaşanan duruma tepki göstererek ailelerine ve kendilerine dönük baskılara rağmen iradeleriyle oy kullanacaklarını aktardı. Ancak Güven’in oy kullanan gençlerle kabine kadar girdiği ve AKP ile Erdoğan’a oy verdirdiği belirtildi.
Kabin Az
Cizîr’in birçok okulunda ise yurttaşların seçime yoğun ilgisinden dolayı uzun kuyruklar oluşuyor. Sınıfta kurulan tek kabinin yetmediğini belirten Yeşil Sol Parti yetkilileri Yüksek Seçim Kurulu’ndan (YSK) ek kabin talep etti. Talebe olumlu tanıt veren YSK ek kabin gönderdi. Ancak bir süre sonra böyle bir iznin olmadığı gerekçesiyle ek kabin tekrar kaldırıldı. Cizîr’deki bütün okullarda işlemler ağır sürdüğü için oy kullanmanın saat 17.00’yi geçebileceği belirtildi.
Heyet Okula Alınmadı
Şırnak Şehit Teğmen Evren İlkokulunda AKP’li Şırnak adayı Arslan Tatar’ın akrabaları, Yeşil Sol Parti’nin müşahitlerinin fazla olduğu gerekçesiyle okuldan çıkarılmasını istemesiyle gerginlik yaşandı. Polisler, müşahitleri çıkarmak isterken, itirazlar sonucu müşahitler görevli oldukları sandıklarda kaldı.
Qilêban’da (Uludere) seçimleri takip etmek için Almanya’dan gelen Sol Parti Milletvekili Hakan Taş ve beraberindeki heyet, polis tarafından “Yasak” denilerek okulun bahçesine dahi alınmadı.
Koruculara Tehdit
Öte yandan Qileban’da Jandarma Komutanlığı, korucuları tehdit ederek atacakları oyu telefonla çekip kendilerine atılması talimatı verdi.
Şırnak Lisesi’nde Şırnak Valisi Osman Bilgin’in talimatıyla bütün müşahitler okuldan çıkartıldı.”
Bir yazgı kabilinden var edilen cerahatin her nasıl her güne ama her güne sabit kılındığı mefhumunu Şirnex’teki tek bir örnek dahi ifade etmeye yeterli kılınıyor. Pazar gecesinde oluşan tablo, daha en başta rakamlar bildirilirken var edilen yüzde 60 gibi klasik sallama oranlarıyla baş efendi güzelleme yarışlarının arasında, Kürd özgürlük mücadelesinin de enikonu hakir görülmesine çalışılır. Kemal Kılıçdaroğlu ve Cumhuriyet Halk Partisinin bir biçimde barajları / engelleri ve tüm ön yargıları yerle bir ederek Kürdistan’dan da oy alabildiği bir müşterek irade beyanına ket vurulmaya çalışılır. Yetkin Report’tan Murat Yetkin’in bahsiyle oy farkı yüzde on aralığında tutulması için baş efendi anadolu ajansı nam yapıya talimat vermiştir. Hezimeti ne kadar ertelersek o kadar iyidir diye çıkagelen bir gümbürtü içinde kim olduğu, dahası nasıl oluyorsa oluyor üç milyon civarında oya her nasıl ulaştığı muamma bir ırkçının parlatıldığı zeminde, hakkaniyetli bir demokrasi erimi, mücadelesi söz konusu edilebilir mi? Nedir yani, savaşa gider gibi zaten yeterince ayrışan bir ülkeye bir de ırkçı / kafatasçı bir akıl da mı müdahil olacaktır. Bir kamp da o akılsızlık cephesi, çoktan toprak olmuş ayrımcılık fikriyatı ile mi var edilecektir, nedir yani her neyin nesi?
Okullarda var edilen kolluk şiddeti, bitimsiz bir iktidar payandası olaraktan çıkagelen kimi silahlı / külahlı tiplemelerin şiddet seremonileri, bitimsiz, aralıksız bir kötülüğün kutsanması halinin vardığı her eşik aşımında olduğu gibi zorbalığın bir normatif kılına gelmesinin iç kıyıcı halleri de mi bir şeyleri aksettirmemektedir. Hizipçiliğin, dinci bir siyasetin temsilcisi, şimdilik silahsız oldukları zikredilen bir yapının ki geçmişlerinin her ne kadar karanlık olduğu birkaç arama motoru araştırmasından dahi çıkabilecek bir yapının dahi dört vekille temsil edilebildiği bir garip / garabet memleket şablonunda o hayat imgesinin hali ve istikameti nice olacaktır, her nereye varacaktır ki bu ülke? Kürd’e sürekli bedel ödettiren, bir değil on, yüz, binlerce defa saldıran bir mahlukat aklın / zikrin, fikri birlikteliğin yamacında bütün bu cerahatle hangi iyi güne varılabilir sahi ama sahiden! Pazar gecesinden bugüne kadar aralıksız bir deney sahnesi kılınan, devletin asıl yüzünü göstere geldiği Şirnex gerçekliğinde, biber gazları, yakılan kurşunlar ve bitimsiz devletli şiddetinin suna geldiği şeyler de mi bir şey ifade etmemektedir. Cerahat hemen her güne sabit kılınırken, bunca badireden, bütünüyle ayrıştırmadan sonra halen etle tırnak gibiyiz lafzını yiyen kalmış mıdır? Baş efendi, kurmayları ve bütünüyle sağcılığı ırkçılıkla bütünleyen bir toplama karşısında o cerahate dur diyecek cüret sahiden var edilebilecek midir, mesele buradadır. Takdirinize.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Francisco SECO – AP Photo
#seçim2023#biyopolitika#türkiye gerçekliği#yol nereye?#yıkım#söz hakkı#arzihal#meram#bakur kürdistan#ysp#saldırılar#devlet şiddeti#tahakküm etme#hak#hukuk#adalet#geleceksizlik#çürüme#iç kırım#mahal#yara#mesele#sorgu#hakikat meseli#demokrasiye ne oldu
1 note
·
View note
Text
🗣️ Mana Devleti
16 devleti mana ile kurduk maddeye karşı manayı kaybettiğimiz için o devletleri kaybettik.
Türkiye Cumhuriyeti 16 devletin manası en yüksek değerde bir anlayışın gerçekleştirdiği devrimle kurulduğu için çok yivli bir madde zihniyetinin saldırısına uğradı.
12 Eylül askeri darbesinin ve özelleştirme talanının amacı manayı maddeye karşı kaybettirmekti.
Kaybettik mi? Hayır.
Bunun farkında olan milyonlarca insanın var olması kaybetmediğimizi gösteriyor.
Bugün sorunumuz hem içimizde büyüdü hem dış tehdit kapıya iç tehdidin gayretine paralel dayandı.
Kapalı kapılar ardında karanlık odalarda Türk mevsimi düzenleyen madde bağımlısı işadamı görünümlü işbirlikçiler görevi ve işleri gibi Irak ve Suriye'de faaliyet gösteren terör örgütlerini batılı ve kendilerini kullanan ağa babaları ile görüşüyorlardı açılım yapılan yıllarda.
Bunu çok yazdım.
Bilderberg adına ülkemiz ayağını kim yönetiyor ise devlet gitsin onlara bunun hesabını sorsun.
Chathaum house adlı derin devlet kuruluşuna kurumsal ortak olarak destek veren holding kimse devlet bunun hesabını sorsun.
Kim olduğunu biliyorlar.
12 Eylül askeri darbesine mektup yazarak destek veren holding sahibi kimse devlet onlara hesabını sorsun.
Kadim devlet soracak. Bugün kendini devlet sananlar soramaz. Dün birlikte madde bağımlısı oldukları için haklarımızı cebe indirme ortaklığı içindeydiler.
Yarın hepsi birbirini kendini kurtarmak adına satacak.
Kadim devleti mana boyutunda savunan herkes bunların hepsini hesaba çekecek.
Üç saldırı cephesi açtılar. Üç saldırı cephesi de Amerika ve Rusya'nın birlikte hareket etmesi sonucu bize karşı başarı sağlar onlara.
✓ Yunanistan
✓ Irak ve Suriye
✓ Azerbaycan
Yarın Amerika ve Rusya çıkarları gereği işbirliği yaparak bize karşı birlikte hareket edecekleri günü bekliyorlar.
Kurmay bir asker değilim. Jeopolitik strateji bilen bu konulara meraklı kurmay bir yurttaşım.
Bugün birileri de batı ve Rusya arasında top çevirme peşinde.
Yumuşak karnı olanlar kuyruğu dik tutamaz. Ülkemizi karnı yumuşak olanlar yönetiyor ve karşı yumuşak olacaklara yönettirilmek isteniyor.
Biz istemiyoruz. Biz ülkemizi Atatürk gibi yöneteceğiz.
Silahların kabiliyeti ciddi bir savaş sonrası ortaya çıkar.
O sonucu başarıya ulaştıran ise kurmay ortak aklın yönetmesine bağlıdır.
Kurtuluş savaşını kazandıran madde gücü değil mana anlamında kurmay akıl ve irade gücüdür.
O gün bu kadim ulusu kurtaran aklın lideri Mustafa Kemal oldu. Bu kadim ulus onu mana boyutunun en yüksek yeri olan yere Atatürk adı ile koydu.
Atatürk; Oğuz Kağan'dan başlar Mustafa Kemal'e gelene kadar kut verilmiş her değerin ortak ismidir.
Mananın fırsatını maddeye karşı yaratan verir.
Türk ulusunun diğer uluslardan farkı şudur; kut verilmiş kişilere yaratanın yeryüzünde ki temsilcisi ve onlara bir din tahsis ederek bunu tüm insanlığa dayatmaya dönüştürmemesidir.
Bu anlayışın tersini savunan bütün dinler zaten Sümer tabletlerine baktığımızda görüyoruz ki bu anlayışın tersini dinlerine taşıyarak bunu yaratanın yeryüzünde ki temsilcisi şeklinde bir anlayışa dönüştürmüş ve bizim devlet yönetme anlayışımız olarak benimsetmeye kalktıkları için Osmanlı ile birlikte 16 devleti maddeye karşı kaybettik.
Atatürk sonrası tüm çabalar bu yönde bir çabaydı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti'ne aynı kaderi yaşatmak istiyorlar.
Kumpas davalar ile kurmay akılları ordudan uzaklaştıran, hapiste çürüten ziyniyet son mana devletini böyle bir ateşin içine attıktan sonra mı akıllanmayı düşünüyor?
Osmanlı sonrası Türkiye Cumhuriyeti'ni toplumun yüzde birini temsil eden ve o aklı yöneten Mustafa Kemal kurtardı.
Bugünde yine o akıl ulusu ve devleti kurtaracak.
Toplanmamız gereken yer Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği mana yoludur.
Temiz para bulduk diye sizi kandıran madde yolu yeni bir hileye düşmektir.
2002 yılında bol para bulduk hilesi ile kaybettik herşeyi.
Balık hafızalı olmaya gerek yok.
Kırım savaşı ile borca bulaştı Osmanlı padişahları. O parayla saray yaparak toprak ve ülke kaybettiler.
O zaman İngiltere ve Rusya rol almıştı.
Bugün yine aynı oyun aynı oyuncular var karşımızda.
Türkiye Cumhuriyeti yaşamaz ise dünyada başka bir Türk devleti yaşayamaz. Sadece Anadolu değil orta asya da elimizden gider. Amaç budur.
Kadim toprak Anadolu'nun bekçisidir Türkler.
1071'de biz bu topraklara yeni gelmedik daha önce sahibi olduğumuz toprakları geri almaya geldik.
28 Şubat süreci ile bin yıl süreceği söylenen düşmanlığın amacı bizden bu toprakları almak içindir.
Kendimize gelmek için daha açık ne yazayım bilemedim.
] Önder KARAÇAY [
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#devrim#din#sömürge#sermaye#mana Devleti#türkiye cumhuriyeti#mustafa kemal atatürk
2 notes
·
View notes
Text
Mide Kaldırır!: Eski Vakitlerde Protez Dişlerin ve Diş Beyazlatmanın Nasıl Yapıldığını Öğrenince Günümüz Teknolojisine Bir Kez Daha Teşekkür Edeceksiniz
Mide Kaldırır!: Eski Vakitlerde Protez Dişlerin ve Diş Beyazlatmanın Nasıl Yapıldığını Öğrenince Günümüz Teknolojisine Bir Kez Daha Teşekkür EdeceksinizKısa bir diş hekimliği tarihine değineceğiz lakin asıl ilgi cazibeli ve biraz mide kaldırıcı olan 19. yüzyıllardaki metot. Diş çürükleri ve kayıplarının ağır olarak yaşandığı periyotta, protez dişler için değişik bir usul tercih edilmiş. İlk diş implantlarının tarihi eski Mısır’a dayanıyor. MÖ 2.500 yılarında birinci implantlar, dişleri sabitlemek için altın telden ibaretti. Birkaç bin yıl sonra ise öküz kemikleri ve altın şeritlerle yedek dişler üretildi. Ayrıca beyaz dişler, Mısırlılar için epey kıymetliydi ve statü göstergesiydi. Bunun için ise beyaz sirke ve ponza taşından yapılmış macun kullanıyorlardı. Bunda bir şey yok lakin eski Roma’da durum daha da berbattı. İçindeki yüksek amonyak sebebiyle diş beyazlatmada insan idrarı kullanıyorlardı. Gelelim asıl problemimize. Diş protezinde en dikkat alımlı ve rahatsız edici uygulama 19. yüzyılda yaşandı. 1815’teki Waterloo Savaşı’nda yaklaşık 51 bin meyyit insan vardı. Kimileri da bunu fırsat bilerek resmen meyyit insanları yağmaladılar ve ölü askerlerin dişlerini toplayarak protez imali için sattılar. Genç ve sağlıklı askerlerin dişleri toplandı ve bu dişler de “Waterloo dişleri” olarak isimlendirilerek protezler üretildi. Doğal görünümleri ve ahenkleri ise tercih sebebiydi. Aynı durum, Amerikan İç Savaşı ve Kırım Savaşları’nda da yaşandı. Neyse ki birileri bundan rahatsız oldu. Ölen insanların dişlerini takmaktan hoşlanmayan insanlardan sonra porselen diş konusunda birtakım gelişmeler kaydedildi. 20. yüzyılın başlarında meyyit erkek dişleri yerine porselen dişler kullanılmaya başlandı. Fransız Diş Tabibi Nicolas Dubois de Chémant, 1788'de porselen dişlerin avantajlarını anlatan bir makale yayımladı ve 1791'de porselen dişlerin üretimi için patent aldı. Ancak doğal olmayan bir beyazlığa sahip olmaları ve kırılgan yapıları nedeniyle dişler, altın yaylarla sabitlendi. Sertleştirilmiş kauçuk diş protezlerine geçişten sonra birinci sefer nitekim birçok insan protez diş yaptırabildi. 20. yüzyılda ise işler biraz daha olağana döndü ve akrilik reçine, metal ve porselen karışımından yapılan dişler kullanıldı. Bu gelişmelerden sonra da diş hekimliği artık daha da profesyonel hâle geldi ve günümüzdeki durumu ortada. Neyse ki teknoloji ve bilim var diyoruz o vakit. Kaynaklar: BBC, Newby Diş Hekimliği Uygulaması, Bilimoloji, Arkeofili Bunları da inceleyebilirsiniz: Webteknohttps://hepsigundem.com/mide-kaldirir-eski-vakitlerde-protez-dislerin-ve-dis-beyazlatmanin-nasil-yapildigini-ogrenince-gunumuz-teknolojisine-bir-kez-daha-tesekkur-edeceksiniz/?fsp_sid=2158#Diş #İnsan #Porselen #Protez
0 notes
Text
Üç Remziye | Agos
Üç Remziye
Hulusi Üstün
Yazar Hulusi Üstün bir aile hikâyesi anlatıyor. 1915’lere dayanan, Erzurum’a uzanan bir hikâye. Ermeni yetim bir kızın, Remziye’nin çarpıcı, iç burkan hikâyesi bu. Fazla söze gerek yok, sizi Hulusi Üstün’ün satırlarıyla baş başa bırakıyoruz.
İnsan neden Ermeni olur Sevan? Bir asırdır yenilen, muhtemelen birkaç nesil sonra esamesi okunmayacak bir halka mensup olmanın anlamı nedir? diye sordular...
-İnattır, dedi.
Sonrasında söyledikleri sadece bu soruya verilmiş bir cevap değil bütün bir insanlık tarihinin yenilmişlerine, yok olmuşlarına ve çaresizce varlığını sürdürmek için uğraşan topluluklarına adanmış bir oratoryo idi. Öyle ki bir daha dinlemeye yüreğimin dayanmayacağından korkarım.
***
“Neden Çerkessin?” diyene verilecek en isabetli cevap bu. Daha önce neden aklıma gelmedi? Bir sürü tarih bilgisi aktarmaktan daha kestirme, daha çarpıcı, daha isabetli bir gerekçe bu. ‘İnattan…’ Öyle ya, bir acının tazmini için Çerkes değilim. Yamçımı sırtıma alıp, kalpağımı başıma takıp yeniden at sürmek için Çerkes değilim. Ne bağımsız bir siyasi yapı, ne güçlü bir literatür, ne sağlam bir ekonomi oluşturmak, ne de yüz elli yıl önce dağılmış insanları yeniden anayurduna toplamak imkanı var artık. O halde neden Çerkessin sorusuna verilecek yegâne akılcı cevap bu. ‘İnattan…’
Ermeni olmanın gerekçesi değil bu. Yenilmişlerin davasını sürdüren herkesin hatta belki bütün insanlığın ayakta durmak için dayanacağı son derece geçerli, son derece insani, son derece ahlaki bir gerekçe.
Öyle ya… Yunan Historya ciltlerinde üç beş paragrafla geçiştirilir beş asırlık Turkokratya dönemi. Oysa beş asır ezan sesi çınlamıştır Yunan yarımadasının taşlık zirvelerinde. Bulgar tarihinde, Rumen tarihinde, Sırp tarihinde Osmanlı çağları def edilmiş bir hastalık salgını gibi anlatılır. Oysa Tuna’ya söylenmiş Türkçe türküler vardır, Yıldız Dağı’na, Vardar Irmağına söylenmiş türküler.
İspanya tarihinin Mağribileri o toprakların sekiz asır hâkimi… Sicilya adıyla Arap, Malta adıyla Arap… Kırım, meyvaları bal ile şerbet bir bahçe… Soçi’de kayak yapılan Krasnaya Polyanna çayırının altında on beş bin Çerkes sivilin kanı var.
Aynı yaşlı adamın sırtından çıkarıp attığı kirli gömleklere benzer insanın etnik, dinsel ve linguistik aidiyetleri. Biri sırtından çıkartır, diğeri sırtına alır.
İnat, o kirli gömleği bir kenarda saklamaya benzer.
***
Bir de acıları saklarız. Saklar ve başkasına aktarmayız. Son zamanlarda aslında sakladığımız acıları tıpkı kanımız, yüzümüz, ellerimiz, hastalıklarımız gibi bizden sonrakilere genlerimiz aracılığıyla devrettiğimizi konu eden bir sürü metin okudum. Aslında hepimiz kişiliklerimizi bizden öncekilerin yaslarıyla, korkularıyla, endişeleriyle oluştururmuşuz. Tabii ki aynı zamanda sevinçleriyle, ümitleriyle, coşkularıyla da…
Benim ailem yüz yıl önce yaşanmış böylesi bir acıyı dördüncü kuşağa aktarmış olmalı ki oğlum bu yaz bir bahçe kahvaltısında anlattı rüyasını.
Eski bir evin loş aydınlığı içinde küçük bir kız çocuğu ağlıyordu. 'Beni bıraktın'
‘Hayır seni ben bırakmadım’ diyorum ona.
‘Beni burada bıraktın!’ diyor küçük kız.
***
‘Onu ben bırakmadım,’ dermiş büyükbabam. Sarhoş olduğunda onu anlatırmış hep. ‘Onu ben bırakmadım. İki at vardı, dört de can… Onu ben bırakmadım.’
O bırakmamış gerçekten de. Zorunda kalmışlar belli ki, anlaşılabilir gerekçeleri varmış. Fakat sabah olmuş, tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız ve ayağının ucunda uyuyan köpek yavrusu uyanmış. Küçük kız seslenmiş, cevap veren olmamış. Küçük kız minik adımlarla dolaşmış boş evi. Küçük kız hiç kimseyi bulamamış.
***
Devlet Arşivleri’ndeki memuriyet siciline göre Hicri 1275 Asitane doğumlu büyük dedem Halis Efendi Osmanlı Telgraf Mektebi’nin ilk mezunlarından. Rusçuk, Varna ve Selanik’te telgraf memuru olarak görev yaptıktan sonra sağlık sorunlarından ötürü İstanbul’a dönmüş. İlk eşinin vefatı üzerine ikinci evliliğini Cevriye Hanımla yapmış. Bu evliliğinden iki oğlu dünyaya gelmiş. İkinci oğul benim büyükbabam.
İlk evliliğinden olan kızı Remziye’yi İstanbullu bir askerle evlendirmiş ve Erzurum merkez muhabere memurluğu göreviyle Erzurum’a tayin olunmuş. O, 1915’te Erzurum Merkez Posta Müdürlüğü vazifesi icra ederken büyükbabam on beş yaşında. Büyükbabamın anlattığına göre birkaç gün içinde gerçekleştirilen tehcir günlerinde babası bir gün eve dört beş yaşlarında bir kız çocuğu getirir. Kız, Halis Efendinin tanıdığı, dostluk ettiği bir Ermeni eşraf ailenin kızıdır. Ailesi sürgüne gönderilirken alıkonulan çocuk, Halis Efendi’nin bacaklarına tutunup ağlayınca dayanamayıp ve onu eve getirdiğini söyler.
‘İstanbul’da bıraktığım kızımın yerini doldursun. Adını Remziye koyalım. Günü gelir ailesi arayacak olursa bizde bulsun’ der.
Cevriye Hanım, belli ki eşinin ilk evliliğinden olan kızını hatırlatan bu küçük çocuğu istemez. ‘Ya o gitsin ya ben’ diye tutturur. Büyükbabam ve ağabeyi de çocuğun kalmasını rica edince çaresiz kabul eder. O yılarda on beş yaşlarını süren büyükbabam küçük Remziye’yi çok sever.
Kış, savaş…
Erzurum halkı yaklaşan Rus Ordusunun önünden kaçıp şehri boşaltırken muhabere görevlisi Halis Efendi’ye şehri terk etme emri gelinceye dek görevinin başında kalması gerektiği bildirilir. Güvenliklerini sağlamak üzere iki asker görevlendirilir ve iki at tahsis olunur. Rus toplarının sesi gece şehirden duyulurken büyükbabam, iki genç asker ve küçük Remziye odanın ortasındaki tandıra ayaklarını uzatarak sohbetler ederler.
1916 Şubat’ında bir gece vakti Halis Efendi görev yerini terk edip gitmesi yönünde emir içeren telgrafı alır. Cevriye Hanım oğullarını uyandırır, daha önce yüklenip hazır edilmiş olan atlara binmelerini ister. Büyükbabam tandırın yanına serilmiş birkaç koyun postundan ibaret yatağında uyuyan küçük Remziye’yi kucağına almak istediğinde annesi kolunu tutar.
-İki at var, dört can var. Onu götüremeyiz, der.
Büyükbabam ısrar eder, Halis Efendi rica eder ama Cevriye Hanım keser atar.
-Rus geldiğinde ailesi buraya döner, burada kalırsa bulurlar onu. Ben gittiğim yere onu taşıyamam, der.
Ayağının ucunda bir köpek yavrusu ile birlikte uyuyan Remziye’yi bırakıp kapıyı çekerler.
***
Kar, kış, tipi altında birkaç gün yol yürüdükten sonra Erzincan’a yaklaşırken askerler atları alıp terk eder onları bir mezrada. Halis Efendi İstanbul’a bir telgraf çekip Erzincan’a vasıl olduğunu, refakatçi askerlerin atları ve eşyaları alıp kaçtıklarını bildirir, maaşının Erzincan Valiliği’ne gönderilmesini ister. Savaş sonunda görev yerine gönderilmek üzere Nahiye Müdürü olarak geçici memuriyete atandığı Sulusaray’da vefat eder. Cevriye Hanım, eşinin mezarının olduğu köyü terk etmez ve orada ölümü bekler.
Yıllar geçer aradan. Savaş biter, cumhuriyet ilan olunur. Büyükbabam önce ablası Remziye’yi arar. ‘Saltanat lağvedilince eşi onu alıp Şam’a hicret etti’ derler. Gidiş o gidiş, büyükbabam ablasının izini bulamaz. Yıllar sonra yolunun düştüğü Erzurum’da küçük Remziye’yi arar ama oturdukları Sultaniye Mahallesi’ndeki evlerini tespit etmek bile mümkün olmaz.
Evlenir, ilk çocuğu kız olur. Ona da Remziye adını koyar. Remziye büyür, babasına sofra hazırlar. Babası akşamları bir kadeh rakı içer, sarhoş olmasa da efkarlanır.
-Tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız uyanmış, bizi aramıştır. Ah annem ne var idi atın terkisinde ona da bir yer bulsaydık. Çorbaya bir kase su da onun için koysaydık. Ah annem ne var idi Remziye’yi bırakmasaydık, der.
***
Tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız uyanmıştır. Evi dolaşıp kendisine İstanbul’u anlatan büyükbabamı, bacağına sarılıp ağladığı Halis Efendi’yi, büyüyüp aileme karışır endişesi ile yüzüne gülmeyen Cevriye Hanım’ı aramıştır. Sonra ne olmuştur? Birileri gelip almış mıdır küçük kızı. Bakıp büyütmüş, gelin etmiş midir? İhramlı atkılı bir Erzurumlu kadın olarak yaşayıp, Ermeni adını hakaret yerine kullanan oğullar doğurmuş mudur? Yoksa soğuktan donmuş mudur, kurda kuşa yem olmuş mudur? Alıp götürmüşler midir onu gelen Rus askerleri, acep yakınları onu bulmuş mudur? Belki savaşın galiplerinin Ermenilere yurt olarak belirlediği Erivan Rezervasyonuna kapağı atmıştır. Saçları ağarana kadar yaşamış ‘Hayastan bostan, sirun Yerevan’ şarkısını söylemiştir torunlarına. Belki Erzurum’u, belki büyükbabamı, belki o evde kendisine verilen Remziye adını unutmuştur.
***
Ama biz unutmadık. O kış gecesinden yüz sekiz yıl sonra bir yaz günü bahçeye kurulu kahvaltı masasında hatırladık Remziye’yi. On beş yaşını süren oğlumun rüyasının hatırlattığı bu acıyı eski bir elbiseyi sakladığımız yerden çıkarıp güneşlendirir gibi…
O bizim elbisemiz Sevan… Ermeni’nin, Çerkes’in, Türk’ün, Kürdün. Bu toprakta var olmuş, bu toprakta doymuş herkesin elbisesi. Bunu anlaşılır kıldığın için sağ ol.
0 notes
Text
BİR TATAR KADINI ANLATIYOR, “KÜLTÜRÜMÜZ MİRASIMIZ…”
Sultançayır köyünden değerli kardeşim Cihan Temel'in gönderdiği bu yazıyı sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Kendisinin “Tatar kültürüne” dair düşüncelerini aktarmak benim için büyük bir onur…
“Ben Ankara’da yaşıyorum. Susurluk Sultançayır köyündenim ve Tatarım.
Annem Tatar, babam Tatar, eşim Tatar, kızım Tatar.
Ankara’da Kırım İlim ve Hayır Cemiyeti Kadın Kolları Başkanıyım.
Sizi takip ediyorum. İlk öncelikle çok güzel şeyler yazıyorsunuz.
Mesela bizim köydeki Ceneviz köprüsünü yazdınız. Herkes tanıdı, merak ettiler, soran bile oldu bana: ‘Ne köprüsü, hangi köprü?’ diye.
Benim sizden bir ricam olacak, olursa çok sevinirim.
Biz Susurluk ve çevre köylerde yaşayan Tatarları, yemeklerini ve kültürlerini de yazsanız çok sevinirim.
Tatarlar, Stalin'in emri ile sürgün edilmişlerdir. Sürgün sadece Tatarlar için değil, Çerkesler için de Stalin yüzünden yurtlarından edilme anlamına gelmiştir.
Bazı kaynaklara göre, Tatarlar Abdülhamit zamanında Türkiye'ye gelmişlerdir. 1800'lü yıllarda Tatarlar, Türkiye'nin her yerine dağılmışlardır.
Balıkesir'de Tatarlar, Halkapınar, Karakaya, Sultançayır, Babaköy, Ovaesemen ve Bandırma gibi yerlerde yaşamaktadır.
Atatürk zamanında da Tatarlar Türkiye'ye gelmiştir.
Hatta Atatürk, Tatarlar için yer tahsis etmiştir.
Bazı Tatar soydaşlarımız Çanakkale'de gelip savaşmıştır Yunanlılarla.
Tatarlar arasında akraba evliliği yoktur; komşu kızı alınmaz, dilencimiz yoktur. Ailelerine bağlı ve düşkün bir milletiz.
Sultançayır'da Tatarlar, Çerkesler ve sonradan gelen Bulgaristan muhacirleri iç içe yaşamıştır. Hatta Çerkesler ve muhacirler, Tatarların çayı olan sütlü çayı içerler; bu çaya ‘Nogay çayı’ da denir.
Tatarların oyunlarından biri olan ‘Kanıkıy’, Çerkes oyununa benzer.
Tatarlar, at eti yerlerdi ve sütünden kımız içerlerdi. Tatarlar, eti ve kımızı çok severler. Hatta ‘Tatar Ramazan’ adında bir film vardır ve gerçek bir hikâyeye dayanır. Tatarlar, kişilik olarak çok temiz ve misafirperver insanlardır.
Tatarların kendine özgü dilleri ve yemekleri vardır; çi börek (çi; nefis, güzel), kıymalı köbete böreği, peş lokum, kaşık börek çorbası ve koca kulak gibi.
Bunlar bize ait yemeklerdir.
Mesela geçen yaz yemek programı için Vahe Kılıçarslan’ı çağırmışlar.
Çaylak'ta tarhana çorbası yapıyorlar.
Belediye tesisinde çi börek tanıtılsaydı, ‘Kırım’dan sürgün edilen Tatarların yemeği’ denilseydi, olmaz mıydı?
Trabzon çekimlerine baktım, adamlar mıhlama, hamsi tava, hamsili pilav yapıyorlar. Biz ise kendi insanımızı, kendi değerlerimizi, kendi özümüzü yansıtamıyoruz.
Abi, kültürlerimizi kaybediyoruz.”
Kültürlerimizi korumanın,
Kültürel mirasımızı yaşatmanın öneminihatırlatan Cihan Temel kardeşime, paylaştığıkıymetli bilgiler için çok teşekkür ediyorum…
Ramazan S.TOPRAKTEPE
1 note
·
View note
Text
Uzmanından KKKA hastalığı uyarısı
https://pazaryerigundem.com/haber/178508/uzmanindan-kkka-hastaligi-uyarisi/
Uzmanından KKKA hastalığı uyarısı
İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji bölümünden Doç. Dr. Servet Öztürk, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığıyla ilgili önemli noktalara değindi.
İSTANBUL (İGFA) – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi nairovirüs cinsine ait bir virüs tarafından yayılan bir hastalıktır. Genellikle yaz aylarında görülen bu hastalık sıcaklıkların artmasıyla birlikte kendisini göstermeye başlıyor. İDoç. Dr. Servet Öztürk, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığıyla ilgili açıklamalar yaptı.
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Nedir?
Keneler doğada özellikle kırsal kesimde çok yaygın canlılardır ve bazı hastalıklar için risk oluşturabilmektedirler. Özellikle son yıllarda Kırım Kongo Kanamalı ateşi, Tularemi, Lyme hastalığı en sık görülen kene kaynaklı hastalıklardır. İlkbahar ve yaz aylarında kırsal kesimde insanların daha sıklıkla bulunmasından dolayı bu hastalıklar bu mevsim dönemlerinde daha sık görülmektedir.
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Nasıl Bulaşır?
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, kene tutunması ile bulaşan başlangıçta gribal semptomlarla başlayıp ağır kanamalı hastalığa ilerleyebilen ve ölümcül olabilen bir hastalıktır. İnkübasyon dönemi olarak tanımladığımız virüsün bulaşması ile semptomların başlaması arasındaki süre 1 ile 14 gün arasında olabilir.
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Belirtileri Nelerdir?
Başlangıç semptomları ateş yüksekliği, baş ağrısı, kas ağrıları, boğaz ağrısı, gözlerde kızarıklık, karın ağrısı, bulantı- kusma ile başlar. İlerleyen ağır vakalarda vücudun değişik bölgelerinde kanama ile seyredebilir. Özellikle ilkbahar/yaz aylarında meydana gelen gribal semptomlara kırsal bölge seyahati öyküsü varsa Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığı akılda tutulmalıdır. Spesifik bir tedavisi yoktur ancak tedavi semptomlara yönelik ve destek tedavisidir.
Kırsal Kesimlerde Sık Karşılaşılıyor!
Ülkemizde vakaların büyük çoğunluğu (%95) İç Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin kuzey bölgesinden, özellikle de Tokat, Sivas, Çorum ve Erzurum’dan gelmektedir. Spesifik bir tedavisi olmaması nedeniyle en önemli tedbir riskli bireylerin kendini kenelerden korumasıdır. Kırsal bölgede çalışan veya ziyarete giden kişilerin açık renkli kıyafetler giymesi, uzun kollu giyecekler tercih etmesi, çoraplarını pantolonun üzerine çekmesi ve kırsal bölge ziyaretinden sonra vücudunu kapsamlı kene tutunması açısından kontrolü önerilir.
Kene Tutunması Sonrası Tedavi ve Süreç Nasıldır?
Kene teması saptanması durumunda sağlık tesisine başvurarak kenenin uzaklaştırılması, gerekirse tetkik edilmesi ve 10 günlük semptom takibine alınması önemlidir. Akdeniz diyeti ile beslenin, sigara ve alkolden uzak durun, fiziksel olarak aktif olun, dostluklar kurun, erişkin yaş aşılamaları için doktorunuza başvurmayı unutmayın.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
ANMA
BUGÜN 25 NİSAN(1969)
KAZANLI TATAR TÜRKLERİNDEN
ABDULLAH BATTAL TAYMAS!IN VEFATININ YIL DÖNÜMÜ. RAHMETLE ANIYORUM.
HAYATI HAKKINDA BİLGİ
8 Aralık 1883’te Tataristan’ın Samara ilinin Buzavlık/Yanga Aktav köyünde doğdu. Abdülber ve Abdülbârî adlarıyla da bilinir. Babası bir çiftçi ailesinden gelen Abdullah, annesi Mesrure Hanım’dır. Orenburg’daki Kervansaray Medresesi’nde başladığı eğitimine üç dört yıl sonra Kargalı’da müderris Hasan Halfe’nin yanında devam etti. Troitsk’e giderek Şeyh Zeynullah Medresesi’nde Arapça, tefsir ve hadis gibi ilimlerde bilgisini genişletti. Bir yandan da Türkiye, Kırım ve Kazan’dan medreseye gelen kitapları ve gazeteleri okuyordu. Medreseden icâzet aldıktan sonra daha çok tarih, edebiyat ve dil konularına ilgi duydu. Tatar-Başkırt şairi Akmolla hakkında ilk kitabını burada iken yazdı (1903). Muhtemelen medresedeki hocalarının tavsiyesiyle ve maceralı bir yolculukla İstanbul, Eskişehir, İzmir üzerinden Mûsâ Abdullah adına düzenlenmiş bir Osmanlı pasaportuyla Kahire’ye gitti (1904). Dört yıl kaldığı bu şehirde modern Arapça bilgisini ilerletti; çeşitli konularda eserler okudu; İslâm dünyasındaki gelişmeleri yakından izledi. Bir yandan da el-Cerîde gazetesinde çalışmaya, el-Müʾeyyed, el-Muḳaṭṭam gibi gazetelerde ve el-Menâr dergisinde Rusya müslümanları hakkında yazılar yazmaya başladı. Bu sırada Cemâleddîn-i Efgānî ve Muhammed Abduh’la ilgili olarak kaleme aldığı İslâm Feylezofları adlı eserini Kazan’da Mûsâ Abdullah imzasıyla bastırdı (1905). 1907 Ramazanında dünya müslümanlarına dair bir kongre düzenlemek amacıyla Kahire’ye gelen Gaspıralı İsmâil Bey’le birlikte çalıştı, onun yardımıyla en-Nehḍa adlı Arapça gazeteyi çıkardı. Mısır’da iken Akçuraoğlu Yusuf ile tanışıp hakkında el-Muḳaṭṭam’da bir yazı yayımladı.
1908’de Kahire’den ayrılarak Bahçesaray’da Gaspıralı İsmâil Bey ve Akçuraoğlu Yusuf ile görüştükten sonra Orenburg’a geçti. Orada Fâtih Kerîmî’nin çıkardığı Vakit gazetesinde çalıştı. Troitsk’te başladığı askerlik hizmetinden hastalığı sebebiyle dokuz ay sonra terhis edildi. Tekrar Orenburg’a gidip A. Battal, Seyyah, M. A imzalarıyla Vakit ve Şûrâ’ya yazı yazmaya devam etti. İlk eşi Kâfiye Veli’nin tifüsten ölümü üzerine Troitsk’te Muhammediye Medresesi’nde muallimlik yaptığı sırada Rusça öğretmeni Azize Şam ile evlendi (1913). 1910-1913 yıllarında Troitsk’te Rusça’sını geliştirdi. Ahmed Hâdi Maksudi’nin daveti ve Alimcan İbrahimov’un tavsiyesiyle Kazan’a gitti (1913); Yulduz gazetesinde sekreter olarak çalışmaya, siyasal ve sosyal olaylar karşısında aktif bir tavır almaya başladı. O yıl yayımlanan Mekteb dergisi yazarları arasında yer aldı. 1914’te toplanan Rusya Müslümanları Kurultayı’na Yulduz temsilcisi sıfatıyla katıldı. Rusça öğretmenliği için dışarıdan sınava girerek diploma aldı (1915). 1912-1918 yılları arasında Tatar mekteplerinde okutulmak üzere hazırladığı dil, edebiyat ve tarih kitapları ilgiyle karşılandı.
1917 Bolşevik İhtilâli’nin ardından Fuad Toktar’la birlikte Millî Şûrâ adlı bir teşkilât kurup Kurultay gazetesini çıkardı. İki arkadaş diğer Türk-Tatar gruplarıyla ortak hareket imkânlarını araştırmak için Moskova, Kazan, Samara, Orenburg üzerinden Taşkent’e ulaşt��. Orada Münevver Kari ve diğer Türkistanlı aydınlarla, o sırada Taşkent’te bulunan Duma milletvekili Sadri Maksudi ile de (Arsal) görüştü, ancak fazla bir şey yapamadan Taşkent’ten ayrıldı. Taymas, Ufa’da toplanan İç Rusya ve Sibirya Müslüman Türk-Tatarları Meclisi’nin çalışmalarına Kazan temsilcisi olarak katıldı. Rusya Kurucu Meclisi’nin bolşeviklerce dağıtılmasının (1918) ardından Kazan’da da hâkimiyet bolşeviklerin eline geçince Kurultay dergisi kapatıldı. Başyazarı olduğu Altay ancak on üç sayı yayımlanabildi. Bolşevikler tarafından tutuklanarak bir daha gazete çıkarmayacağına dair yazılı belge imzalatıldıktan sonra serbest bırakıldı. Siyasî hayatta aktif rol alamayacağını anlayınca bazı öğretmen arkadaşlarıyla birlikte Uslan köyüne çekildi; Tatar mektepleri için ders kitapları hazırlamaya koyuldu.
1918 yazında kurucu meclis taraftarı ordu (beyazlar) bolşevikleri uzaklaştırıp Kazan’ı ele geçirince Kazan’a giderek arkadaşlarıyla Kurultay’ı yeniden çıkarmaya başladı. Ancak çok geçmeden bolşevikler Kazan’a döndü, Taymas da Ufa’ya gidip bolşeviklere karşı direnen gruplara katıldı. Sibirya’nın Kızılyar (Petrovlosk) şehrinde toplanan İç Rusya ve Sibirya Türk-Tatarları Millî İdaresi’nin çalışmalarında bulundu ve burada Muhammed Ayaz İshakî İdilli ile birlikte teşkilât adına Mayak adlı haftalık bir gazete yayımladı. 1918-1919 kışını Kızılyar’da geçirdi. Bolşeviklerin gittikçe kuvvetlenmesi ve daha çok yeri ele geçirmesi onu da sık sık yer değiştirmeye ve Rusya dışına kaçmanın yollarını aramaya mecbur etti. Önce Omsk’a dostu Fuad Toktar’ın yanına gitti; ardından Uzakdoğu yoluyla Rusya’dan çıkma ümidiyle Irkutsk’a ulaştı. Buradan dışarı çıkamayacağını anlayınca Kızılyar yoluyla Kazan’a döndüğünde aradan bir yıldan fazla bir zaman geçmişti. Tutuklanıp bir çalışma kampına gönderildiyse de sahte kimlikle kaçarak Astarhan yoluyla Ağustos 1920’de Bakü’ye, oradan tekrar Kazan’a, Petrograd’a ve nihayet Moskova’ya vardı. Bu süre içinde küçük çapta ticaretle meşgul olarak geçimini sağlamaya çalıştı. Moskova’da sürgünde bulunan Azerbaycan’ın ilk cumhurbaşkanı Mehmed Emin Resulzâde ile görüştü. Fin körfezi üzerinden Eylül 1921’de Finlandiya’ya kaçıp orada Tatarlar için açılmış bir okulda öğretmenlik yaptı (1921-1925). Bu sırada Fince ve Fransızca öğrenmeye başladı, Kazan Türkleri adlı eserini yazdı. Bir yandan da o sırada İstanbul’da bulunan Mehmed Emin Resulzâde’nin çıkardığı Yeni Kafkasya dergisine “Kazanlı” imzasıyla yazılar gönderdi. Kasım 1925’te kendisi de İstanbul’a gitti, çeşitli gazete ve dergilerde çalışmaya başladı; Rusya muhaciri ve Sovyet karşıtı Türkler’in çıkardığı yayın organlarında yazılar neşretti. Matbuat Umum Müdürlüğü’nde işe girdi (15 Haziran 1927). 1928’de eşi ve oğlu Rusya’dan Türkiye’ye geldi. Dışişleri Bakanlığı mütercimlik kadrosuna geçti (1931) ve buradan emekliye ayrıldı (1947). Ankara’da dişçilik yapan eşinin de emekli olması üzerine aile 1953’te İstanbul’a taşındı. 25 Nisan 1969’da İstanbul’da vefat etti. Abdullah Battal Taymas hakkında en geniş çalışma Ali Birinci tarafından yapılmıştır (bk. bibl.).
Eserleri: Akmolla (Troitsk 1903); İslâm Feylezofları (Kazan 1323; eserde Muhammed Abduh ile Cemâleddîn-i Efgānî’nin hayat hikâyeleri ve düşünceleri anlatılmaktadır); Tatar Târihi (Kazan 1911, 1913; Türk-Tatar Tarihi adıyla, Mukden 1938); Nazariyyât-ı Edebiyye (Kazan 1913, 1918); Yana [Yeni] Edebiyat (Kazan 1914, Alimcan İbrahimov’la birlikte); Süyünbike Minaresi (Kazan 1918); Kazan Türkleri (İstanbul 1925; Ankara 1966, 1988); Rusya’dan Ayrılan Milletler (Ankara 1927); İbnü-Mühennâ Lûgati (İstanbul 1934, 1988; eserin Türkçe bölümünün indeksidir); Kırgız Sözlüğü (İstanbul 1945-1946, 1998; K. K. Yudahin’in Kırgızca-Rusça sözlüğünün çevirisidir); Kazan Türkçesinde Atasözleri ve Deyimler (Ankara 1968, 1988); Rus İhtilâlinden Hâtıralar I 1917-1919 (İstanbul 1947, 1968, 2002); Ben Bir Işık Arıyordum (İstanbul 1962, 2000; Rus İhtilâlinden Hâtıralar’ı tamamlar nitelikte bir eserdir); Yeşil Rize ve İli (Ankara 1950; yolculuk hâtıralarıdır); Rızâeddin Fahreddinoğlu (İstanbul 1958); Musa Carullah Bigi (İstanbul 1958); Âlimcan Barudî (İstanbul 1958); İki Maksudîler: Sadri Arsal-Ahmed Hâdi (İstanbul 1959; son dört kitap Kazanlı Türk Meşhurları’ndan adıyla dizi halinde yayımlanmıştır).
Çevirileri: Harflerimizin Müdafaası (İstanbul 1926). Bakü Türkiyat Kongresi’nde Kazan delegesi Âlimcan Şeref tarafından okunan raporun Rusça’dan çevirisidir. Kayyûm Nâsırî’nin Lehçe-i Tatarî adlı sözlüğünü Türk Dil Kurumu adına 1935’te Latin harflerine çevirmişse de eser basılmamıştır. Nikola el-Haddâd’dan tercüme ettiği Maişet Yolları, Sevmek ve Evlenmek adlı eserlerin basılıp basılmadığı bilinmemektedir.
0 notes
Text
COĞRAFYA KADER MİDİR?
Bir ülke düşünün...
Sınır komşusu olan 2 devlet de tarihin gördüğü en büyük terör örgütü tarafından istila edilmiş olsun...
Bir ülke düşünün...
Her yıl topraklarını bölmek isteyen başka bir terör örgütü tarafından vatandaşları defalarca hedef alınmış... Ve binlerce canını teröre kurban vermiş...
Bir ülke düşünün...
Yine hemen yanı başındaki sınır komşularındaki terör yuvalanmalarından roketlerle saldırılar yapılsın, insanlar düğüne giderken ölüme, son nefesini vermeye gitsin...
Bir ülke düşünün...
Sınırındaki ülkelerde bulunan terör yapılanmasına kendi müttefikleri tarafından silah yardımı yapılsın ve desteklensin....
Evet doğru bildiniz...
Bu ülke bizim ülkemiz... Türkiye!
Türkiye haritasını karşınıza alın ve çevresine bir bakın.. Ve sadece son 13-14 yılda yaşananları düşünün...
Arap Baharı ile Orta Doğu'nun çalkalanması
Suriye'deki iç savaş
Irak'ta Saddam'ın devrilmesi ile başlayan istikrarsızlık
Suriye ve Irak'ta DEAŞ terör örgütünün kurulması ve komşu ülkelerden Türkiye'ye yapılan füzeli saldırılar, metropollere yapılan terör saldırıları
DEAŞ'ın yerini PKK'nın 3 harf değiştirmiş halleri olan, YPG/PYD/SDG gibi terör örgütlerine bırakması ve bu bölücü örgütlerin Türkiye'ye saldırıları
Azerbaycan-Ermenistan arasında 2. Karabağ savaşı
2014'te Rusya-Ukrayna arasında Kırım Çatışmaları
2021'den günümüze Rusya-Ukrayna savaşı
İran-İsrail gerilimi
Yunanistan ile havada, karada ve denizde yaşanan gerilimler
Mülteci krizi
Şimdi bir de karşımıza Avrupa haritasını alalım...
Ve fark etmez hepsi için durum aynı ama bir ülkeyi seçelim... Mesela o ülke de Almanya olsun.
Almanya'ya Polonya'dan, Belçika'dan, Hollanda'dan, Avusturya'dan ya da İsviçre'den hiç roketle saldırı yapıldı mı? Ya da yapılır mı?
Almanya'nın sınırındaki ülkelerden birini bir terör örgütü kontrol altına aldı mı? Ya da alabilir mi?
Komşu ülkedeki insanlar kafalarına bomba yağdığı gerekçesiyle hiç Almanya'ya akın etti mi, Almanya hiç mülteci akını yaşadı mı?
Bir üniversitenin 2016 yılında yayınladığı rapora göre Türkiye 30 yılda terörle mücadele için 40 milyar dolar harcadı...
Avrupa topraklarında yer alan hangi ülke terörle mücadele için bu kadar büyük bir bütçe ayırmak zorunda kaldı?
Ama Rusya-Ukrayna Savaşı başlayınca ne oldu...
Bir Avrupa ülkesi endişeye kapıldı...
İsveç derin bir korku yaşamaya başladı. Güvenliğinin tehlikede olduğu için tarafsızlık ilkesini bir kenara bıraktı ve NATO üyesi olmak istedi..
En son İsveç'te ne zaman savaş olduğunu hatırlıyorsunuz? İsveç'te en son ne zaman terör saldırısı oldu?
İsveç'e Finlandiya'dan, Norveç'ten hiç füze atıldı mı?
İsveç'e hiç mülteci akını oldu mu?
Hayır hiçbiri olmadı...
Ama İsveç, Ukrayna topraklarında yaşanan savaş nedeniyle güçlü bir korku yaşadı. Sonra İsveç, Türkiye'nin yıllardır başına bela olan terör örgütüne verdiği desteğin, aniden yanlış olduğunu fark etti..
Can korkusu bu tabii...
Peki şu haliyle bile İsveç'in bulunduğu coğrafya, Türkiye'nin bulunduğu coğrafya ile aynı risklere mi sahip?
Yani İsveç bir tehdidin gelme ihtimali dahilinde tüm uluslararası politikasını, savunma stratejisini tamamen değiştirdi...
Sadece bir varsayımla ve bir ihtimal için...
Ama biz yıllardır Uluslararası Kamuoyuna Türkiye'nin çevresindeki ülkelerin istikrarsızlaştığı için tehlikelerin arttığını, sınır ötesi operasyonların neden yapıldığını, güvenlik endişelerimizin haksız olmadığını anlatıp anlatıp duruyoruz...
Sizce anlamıyorlar mı, yoksa anlamak mı istemiyorlar?
Batı'nın en güzel bildiği, diline pelesenk ettiği empati sadece içi boş bir kavram olarak mı kullanılıyor?
Bütün bunlar göz önüne alındığında şimdi sormak istiyorum;
Coğrafya kader midir?
0 notes
Text
İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Polat Vatandaşları Uyardı!
İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Cahit Polat, kurban kesiminde yaşanabilecek yaralanmalar ve kurban eti tüketimine bağlı meydana gelebilecek hastalıklara karşı vatandaşları uyardı. Kurban kesimi, kurban etinin parçalanması ve doğranması sırasında meydana gelen yaralanmalara karşı vatandaşların en yakın sağlık kuruluşuna başvurmalarını belirten Prof. Dr. Cahit Polat, Kurban kesiminin de mutlaka deneyimli kasaplar tarafından yapılması gerektiğini söyledi. POLAT: İÇ Organlarında Kistler Oluşturarak Ölümü Sebep Olabilmektedir Kurban Bayramı nedeniyle hayvanlarla daha fazla temasın ve gereğinden fazla kurban eti tüketiminin bazı zoonotik hastalıklar açısında riskli olabileceğini belirten Prof. Dr. Polat “Ülkemizde zoonotik hastalıkların başında kist hidatik, şarbon, bruselloz, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA), tüberküloz, toksoplazmoz ve teniyoz gelmektedir. Kurban bayramında özellikle kist hidatik hastalığına dikkat etmeliyiz. Kist hidiatik insanların karaciğer, akciğer, dalak, beyin gibi iç organlarında kistler oluşturarak ölümü sebep olabilmektedir. Hastalık insanlara etçil hayvanlar özellikle de köpekler tarafından bulaştırılmaktadır. Hasta hayvanların kesilmesi ve pişmemiş kistli sakatatlarının köpeklere yedirilmesi, hastalığın tekrar köpeklere bulaşmasına neden olmakta, böylece hastalıkta bir döngü meydana gelmektedir. Kişide bulantı, kusma koyu renkli idrar, karın ağrısı, karın şişliği ile baş gösteren ve kistli sakatatlardan bulaşan Kist Hidyatik hastalığına karşı pişmemiş kistli organların köpeklere yedirilmemesi, derin çukurlara gömülmesi bu döngünün kırılmasında hayati öneme sahiptir” dedi. Polat: Gerekli Korunma Önlemlerini Almaları Oldukça Önemlidir Kurban kesiminin mutlaka belediyelerin belirlediği alanlarda veya mezbahalarda yapılmasının altını çizen İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Cahit Polat “ Kurbanlık hayvanın kesinlikle veteriner hekim kontrolünden geçmiş sağlıklı hayvan olduğuna dikkat edilmesi, kesim işleminin hijyenik yerlerde yapılması, kurban kesen, hayvanı yüzerek et taksimi yapan kasap ve yardımcıları ile kurban sahiplerinin çıplak elle hayvanların kan ve çıkartıları ile dokularına temas etmemesi, önlük giymek ve eldiven kullanmak gibi gerekli korunma önlemlerini almaları oldukça önemlidir” şeklinde konuştu. Polat: İhtiyaçtan Fazla Et Tüketimi Böbrekleri Yormaktadır Kurban eti tüketimi ve saklanmasına da değinen Prof. Dr. Polat “ Et, yüksek protein içermesi sebebiyle mikroorganizmaların üremesi için uygun bir ortam oluşturmaktadır. Dolayısıyla kurban kesildikten sonra etler dış ortamda ve oda sıcaklığında uzun süre bekletilmemelir ve sakatatlar kesinlikle çiğ veya az pişmiş bir şekilde tüketilmemelidir. Bir insanın günde ortalama 50 ila 100 gram protein ihtiyacı bulunmaktadır. İhtiyaçtan fazla et tüketimi böbrekleri yormaktadır. Vatandaşlarımızın ileride tüketmek üzere buzlukta saklayacakları kurban etlerini oda sıcaklığı ortamında değil de, yine buzdolabında (yaklaşık +4˚C) çözdürmeleri gerekmektedir. Çözdürülen etler de tekrar dondurulmamalıdır. Etin içindeki vitamin ve mineral kaybını önlemek amacıyla et pişirme tekniği olarak kızartma yerine haşlama veya fırınlama tercih etmeliyiz. Bu vesileyle buradan tüm vatandaşlarımızın kurban bayramını tebrik eder, sevdikleriyle bir arada güzel ve mutlu bir bayram geçirmelerini diliyorum. ” şeklinde ifade etti. Read the full article
0 notes
Photo
BU BİR KÜRD JENOSİTDİR
Kısa aralıklara Türkiye’nin bir çok bölgesinde veya kentinde Kürt emekçi ve bireylerine ırkçı saldırılar olmaktadır. İnsanlar darp edilmektedir; linç edilmekte ve öldürülmektedir. Bu mevcut iktidarın ideolojik ve politik yönlendirilmesinin sonuçlarıdır. Kürtlere yönelik baskı ve katliamlar; bazen hendekteki gibi, devletin bizzat kolluk kuvvetleri ile gerçekleştirilmektedir. Bazen Suruç ve Ankara katliamı gibi gizli ırkçı ve faşist yapılamaları ile genç, çocuk, kadın ve yaşlı demeden toplu katliamlar yapılmaktadır. Bu paralelde yoğun gözaltılar, işkenceler ve tutuklamalar gerçekleşmektedir. Bütün bu faşist ve insanlık dışı ırkçı uygulamaların biricik amacı; demokratik Kürt ulusal muhalefetini etkisizleştirmek ve Kürtleri mevcut sömürgeci konumuna “ razı” etmektir. Bu faşist sömürgeci uygulamaların bir diğer boyutu da, devrimci demokratik Türkiye kamuoyunu sindirmek; Türkiye halkları ile Kürdistan halkı arasında gelişecek bir güçlü ittifakın ihtimalini şimdiden barikatlaştırmaktır. Devlet politikası olarak bunlar karşımıza çeşitli biçimlerde çıkmaktadır. Bazen politik “soykırım kırım”, bazen Roboski katliamı gibi ve bazen Suruç ve Ankara katliamı olarak insanlık dışı uygulamalarla karşımıza çıkmaktadır. Bu katliam ve sindirmelerin önemli bir kısmı direkt politik birey ve kurumlara yöneliktir. Toplu katliamların da önemli bir bölümü devrimci, yurtsever, demokrat politik kitleleri hedeflemektedir. Bu yeterli olmuyor. Mücadele her koşulda bir biçimde devam ediyor. Faşist sömürgeci ve ırkçı iktidar; varlığını Kürt halkının ulusal demokratik mücadeleyi bitirmek üzerine kurmuştur. Uzun yıllardır iktidarda olan AKP bu konuda, bütün kirli ve katliamcı politikalarında sonuca ulaşamadı. İktidarda kalma süresi de azalıyor. Altındaki zemin kaydıkça, giderek daha çirkinleşiyor ve katliamcılıkta sınır tanımıyor. Uluslararası emperyalizmin bir Orta Doğu Projesi olan Ak Parti iktidarı kendisine tanınan sürenin sonuna yaklaşıyor. Ömrünü uzatmak ve verilen süre içinde kendi misyonunu yerine getirmek için her türlü gerici ve faşist ilişkiler geliştirmektedir. Bu gerici ve kirli ilişkiler yurt içindeki ittifaklarla vücut bulmuş durumda. Aynı ittifaklarını uluslararası arenada gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Nerdeyse, Orta Doğu ve Afrika’nın tüm gerici güçleri ile bir işbirliği içindedir. Elbette bu uluslararası emperyalist güçlerin oluru ve rızası ile yapmaktadır. Emperyalistlerin çıkarına geldiğinden bu kirli ittifak ve savaş oyunlarına izin vermektedir. Gerek Kürt Ulusal Demokratik Muhalefeti etkisizleştirmek ve onların söylemiyle 39. başkaldırıyı da bastırmak için her türlü kirli ittifak ve yöntemi uygulamaktan çekinmeyen faşist iktidar; kendi topraklarındaki zemin kaymasını önlemek ve gelişen anti iktidar tepkilerini bastırmak için ülke içinde kirli oyunlarını derinleştirmektedir. Bundan sınır tanımamaktadır. Tüm egemen yasa ve hukuku çiğneyerek; yargı ve kolluk kuvvetlerine keyfi uygulama alanı açarak devrimci demokratik ve Kürt ulusal muhalefeti ezmeye / bitirmeye çalışmaktadır. Geliştirdiği savaş ve halklar arası düşmanlık tohumları giderek filizlenmekte ve can almaktadır. Karadeniz’de mevsimlik Kürt emekçi ailelere saldırılar ve linç girişimleri; Ege ve İç Anadolu’da iğrenç bir biçimde uygulamaya geçmektedir. Bu Kürt düşmanlığı ve ırkçılık öyle bir boyuta ulaşmış ki, Telefonda annesiyle Kürtçe konuşan öğrenci linç edilmekte ve yurttan atılmaktadır. Toplu taşımada Kürtçe konuştu diye, Kürtler linç edilmektedir. Bütün bu saldırılar karşısında devletin ilgili kurumlar sessiz kalmakla kalmayıp bu eylemleri yapanlar korunmakta ve ödüllendirilmektedir. İktidarın politik söylemi bu yönelimleri kışkırtmaktadır. Saldırılar için yeni hedefler gösterilmektedir. Özellikle, ırkçı ve gerici sivil faşist kesimlerin bu pervasız saldırıları bireysel saldırı diyerek olayların politik ve kasıtlı yönü manipüle edilmektedir. Bunu bizzat bakanlar ve Devlet Başkanı yapmaktadır. İktidarın bu söyleminden cesaret alan gerici ve ırkçılar daha da saldırganlaşmakta ve en yakınındaki Kürt birey ve ailesini hedef almaktadır. Linç etmekte ve katletmektedir. Bilindiği gibi, son dönemlerde HDP il veya ilçe örgütlerine yönelik saldırılar yoğunlaştı. Sivil faşist güçlerin polis güdümünde bu saldırılar oldu ve olmaktadır. Devlet yetkililerin nefret ve ırkçı söyleminden vazife çıkaran faşist ve ırkçı kesimler; saldırılarını daha büyük bir pervasızlıkla icra etmektedirler. Özellikle son dönemlerde, iktidar güçleri yeni katliam ve provokasyonlara zemin hazırlamaktadır. İzmir’ de Deniz Poyraz’ın katledilmesiyle ortaya çıkan büyük bir katliam girişimi söz konusudur. Onlarca HDP kadrosunun katledilmesi planlanmış. HDP`liler tesadüfen bu katliamdan kıl payı kurtulmuşlar. Bu katliam planları farklı biçimde uygulanıyor. Son olarak Konya’daki Kürt aileye yönelik saldırılar. İlk saldırıda gözaltına alınanların çoğu serbest bırakılıyor. Bir kaç ay ara ile ikinci saldırı katliamla sonuçlanıyor. Yedi kişilik bir Kürt aile kadınlı, erkekli ve çocuklu katlediliyor. Katledenler, siz Kürtleri burada yaşarmayacağız diye polislerin yanında tehdit savuruyorlar ama polis hiç bir işlem tapmıyor. Polisin ve yargının bu kasıtlı ve taraflı tavır saldırganları cesaretlendiriyor ve sonuç yedi canımızın ölümü oluyor. Deniyor ki, Dedeoğlu ailesi ile bu katil taraf arasında yıllardır bir husumet varmış. Olabilir. Yıllardır bir çatışma da olmamış. Durup dururken bu husumet neden alevleniyor? Çünkü yönetimin kışkırtmaları ve söylemi gerici faşist kesime mesaj oluyor. Onları saldırıya yöneltiyor. Yargı ve polisin bu konuda saldırgan tarafı koruması ve işlem yapmaması cinayete teşviktir. Bu var olduğu söylenen husumet bile, Dedeoğlu ailesinin Kürt kimliğinden kaynaklanıyor. Bu saldırı Kürtler ve tüm demokratik güçleredir. Katiller farklı ama azmettiriciler aynıdır. Bu nefret ve ırkçı söylem daha pek çok katliama kaynaklık edecektir. Tetik çektiren devlettir ve onun hükümetidir. Kimse hedef şaşırtmasın. Bu ırkçı faşist katliam ve saldırıları tüm nefretimizle kınıyoruz. Her zaman olduğu gibi mazlumun yanında olacağız. Bunun hesabını halklarınız er geç soracaktır.
Avrupa Edebiyat ve Sanat Platformu
6 notes
·
View notes
Text
Barışma Meseli
Korkunç, girift, kapkaranlık bir zeminde ilerliyoruz. Hiçbir şeyin makbule çıkmadığı, hiç ama hiçbir iyimserliğe yer kalmayan bir cerahat sarmalının göbeğinde birbirinden zıt olan kümelere itiliyoruz, çekiliyoruz. Bir çeşit yıldırma hamlesi olarak devletin en kullanışlı ve görece en çok başvurduğu terör ile hayatın mahvedilmesine tanık yazılıyoruz. İlla ki kanı akıtarak değil, akla seza tahayyüllere olur vererek bir kırım menzilini sürekli güncelleyip, herkese pay ederek o kapkaranlık zemin güncelleniyor. Dediğim dedik çaldığım düdüğün en keskin suretlerinde o terörü, pratikte şiddeti, bitimsiz linç etmeleri var eden bir akılla kuşatılıyor memleket. Bir asrı aşkın zamandır, yenilenip, yinelenip durulan bir laf ebeliği kesintisiz kılınan bir cerahate arka çıkma isteminin kıyısında hayat tarumar ediliyor. Her kesimden insanı / yurttaşları öyle ya da böyle şu kamptan ya da bu kamptan diyerek ayıra gelen bir düzenin var ettiği her şey bir kurguyu değil afaki çürümeyi bildiriyor.
Ne kadar anlatılırsa anlatılsın, nasıl bildirilirse bildirilsin duraksamayan bir tahakkümün tam da kitabın ortasından tehdit ve göz dağlarının ortasında bir memleket dımdızlak terk ediliyor. Bütünüyle cürüm yinelenmeye devam olunurken, korkunç, girift, kapkaranlık bir sahnenin imaline devam olunuyor. Her şey naçar, boşa düşürülen bir tahakküm kuşatması altında zorla yön değiştiriliyor. Ne akla yer bırakılıyor, ne akıldan bir medet umuluyor. Ol katran karası ülkenin yazgısı kılındığı zikredilen istemeyiz hiçbir iyi şeyi istemeyiz tavrı, beklentileri çoktan aşağıya çekmiş bir yeri var eder. Devletin ta kendisinden bir damarın temsilcisi olagelen ırkçı / hizipçi partisi, iktidarın yancısı olagelen Bahçeli’nin hazır ortalık toz dumana kesmişken var ettiği çıkış, bütün o geçmişin katran karanlığını aşmaya vesile olabilecek midir? Bunca açık yıldırının, her güne içkin kılınmış olagelen tehdidin o ortasında bir kez olsun sahiden yüzleşme şansı var edilecek, silahların kesinkes susmasına bir yol açılabilecek midir? Partisinin grup toplantısında terörün bir an önce son bulması gerektiğinin belirtirken Bahçeli, "Terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin TBMM'de DEM Parti Grup Toplantısı'nda konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın." ifadelerini kullanır. Bu kadar kolaydıysa her şeyi rutine koymak bunca zamanda tüketilen / harcanan / yok edilen hayatların hesabını kim nasıl verecektir ki!
Artı Gerçek’ten aktaralım “MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin Abdullah Öcalan'a yönelik çağrısının yankıları sürüyor.
DEM Parti Urfa Milletvekili ve Abdullah Öcalan'ın yeğeni Ömer Öcalan dün İmralı'ya giderek bir görüşme yaptı.
Ömer Öcalan, Abdullah Öcalan'ın görüşmede, "Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim" dediğini aktardı.
'Kürt Siyaseti Hazır'
DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan da açıklamasında Kürt siyasetinin ve Öcalan'ın çözüm için hazır olduğunu ifade etti.
Doğan'ın açıklamalarından satır başları şöyle: Savaş çatışma şiddet bir çözüm değil. Bunu yıllardır söylüyoruz. Diyalog yolunun belirdiği bu durumda herkes ciddi bir sorumlulukla karşı karşıya. Tüm gelişmeleri şeffaf bir şekilde sizinle paylaşıyoruz bunun dışındaki değerlendirmeler partimiz açısından bağlayıcı değildir.
Günlerdir kendisine çağrılar yapılıyor bu çağrıların muhatabı direkt Öcalan. Bu çağrıları duyuyor mu nasıl cevap vermek ister bilmiyoruz.
Varsayalım her şey açık ama ana muhatap konuşamıyor mutlak bir iletişimsizlikte tutuluyor bunu sürdürmek mümkün değil.
'Yeni Bir Yol Açmak Mümkün'
Doğan açıklamalarına şöyle devam etti: “Çözümün konuşulduğu ve diyalog ortamının belirdiği bu ortamda herkes ama herkes iktidardan muhalefete, toplumsal muhalefetten siyasal muhalefete Türkiye’de yurttaş olan herkes ciddi bir sorumlulukla karşı karşıya. Büyük bir itina ile son derece titiz bir biçimde tüm gelişmeleri sizlerle paylaşıyoruz. Bunun dışında yapılan açıklamalar, yorumlar ya da bize mal edilerek, DEM Partiye mal edilerek yapılan değerlendirmeler partimiz açısından bağlayıcı değildir. Yıllardır bu yollardan ağır can kayıpları ve ekonomik maliyetlerle geçiyoruz. Bunu durdurmak mümkün. Bunu tersine çevirmek mümkün. Yeni bir yol açmak mümkün.
Biz DEM Parti olarak tekrar çağrımızı yineliyoruz. Gelin bu yeni yolu hep beraber açalım. Yıllardır yok sayılan, inkar edilen, görmezden gelinen bir güvenlik sorunu olarak ele alınan taktiklerle çöktürme planlarıyla çözülebileceği sanılan Kürt sorunu adeta bir insanlık sorunu olarak karşımızda duruyor. Türkiye’nin son günlerde en önemli gündemlerinden biri haline geldi.
'Milyonlar Öcalan İrademdir Diyor'
Yine günlerdir tartışılıyor, özellikle bizim yaptığımız son açıklamalardan sonra sanki ilk defa söylüyormuşuz gibi sanki 1 Ekim sonrası DEM Parti ve DEM Parti seçmenlerinin veya Türkiye kamuoyunun gündemine ilk defa geliyormuş gibi neden Öcalan sorusuna yanıt arayanlara da buradan DEM Parti olarak bir kez daha yanıt verelim. Neden Öcalan? Çünkü ömrünü Kürt meselesinin demokratik çözümüne adamış birinden bahsediyoruz. 25 yıldır bir ada hapishanesinde tutuluyor. 44 aydır ağır tecrit altında yani mutlak bir iletişimsizlikte tutuluyor. Milyonlar kendisi ile ilgili irademdir diyor. Yani milyonların iradem dediği bir liderden bahsediyoruz.
'Hayati Önem Taşıyor'
90’lı yıllardan beri gerçek ve kalıcı bir barış arayışında olan sayın Öcalan’ın Kürt meselesinin demokratik yollarla çözümünde oynayacağı rol alacağı inisiyatif, üstleneceği sorumluluk hayati bir önem taşıyor. Biz bunu 1 Ekim’deki el sıkışması sonrasında ilk kez ifade etmedik. Bu 1 Ekim gelişmeleri ve tartışmalarından bu yana gündemimize aldığımız bir konu değil. Bunu en iyi siz gazeteciler sahadan biliyorsunuz. Siz ekranları başındaki kıymetli DEM Parti gönüllüleri siz de bunu biliyorsunuz. Bizzat yaşayarak, bedelini ödeyerek biliyorsunuz. Birlikte yürüdük biz bu yollardan geçerken, birlikte geldik bu aşamaya.”
'Tecrit Devam Ediyor'
DEM Parti Milletvekili Ömer Öcalan'ın Abdullah Öcalan ile görüştüğünü hatırlatan Doğan, Abdullah Öcalan'ın tecrit koşullarının devam ettiğini bunu kendisinin de ifade ettiğini kaydetti.
Doğan şöyle devam etti: Siyaset hazır Öcalan da hazır, Kürt sorununun çözümü için siyasi ve hukuki koşuları oluşturmaya devlet hazır mı?
Kürt siyasetindeki tüm aktörler geliştirilecek bir çözüm sürecinde aynı sorumlulukla yaklaşmaya hazır. Kimse Kürt siyasetinde karşı karşıya gelebilecek aktörler varmış gibi heveslenmesin.”
Ağır bir karanlık kuşatmanın ortasında ilerliyor memleket. Kürt sorunun çözümüne dair en ufak bir hamlenin, klikleri harekete geçirdiği bir karanlık. Ağır ve açık bir yıldırıyı var eden o devletlinin gel gel yapmasıyla birdenbire bitiveren bir muamma Tusaş saldırısı var edilir ki cerahat ilelebet Kürt halkının özünde eşitlik, adalet ve hakkaniyet talebi duyulması imkansız konulsun. Beş yurttaşın yaşamını kaybettiği bir “PKK” orijinli saldırı tam vaktinde cereyan eden bir nokta yıkıcılık zaten var olmayan bir barışma tahayyülünü de enikonu çürütsün diye bir anda var edilir. Ardılı engellenmiş internet bağlantısı, kısıtlı kılınan sahnede, ezberden var edilmiş yeni senaryolar. Düze çıkılmasından, silahların artık susması için ortalık yerde var edilmesi gereken müzakerelere ihtimal konulmasın diye devlet, devletlinin gözleri önünde bir yıkıma imza atar. Sonrasında gelsin intikam saldırıları, gitsin yeniden Rojava topraklarından, Kuzey Irak’ta Kürdistan bölgesel sahasına yönelik saldırılar. Gerekçe hep benzeş, buraları PKK’nin yuvaları, geri planında kendisini derleyip toparladığı alanlar, ikmal merkezleri şunlar bunlar. Görselliğe kavuşan o sismik bombalar, dakik füzeler, bilmediğimiz nice insanlık dışı mühimmat ile kırılmaya devam edilen sıradan insanlar. Birisi çocuk en az dört insanın canının çalındığı, yüzlercesinin yaralandığı bir Tusaş saldırısı yanıtı. Kobane gibi devletin bir türlü düşmediği, Azez ve yöresinde oluşturulan, tam da tersi zikredilirken var edilmiş çetelerin beslene büyütülüp çeteleştirildiği bir tampon bölgenin kırıcılığı her yerdeyken, biraz daha saldırganlık ile hukuki bir norm, insani bir müştereği muhafaza etmek ne ara söz konusu olur, olacaktır.
Genel geçer değil, doğrudan bir katran karanlığının içinde her anın başka bir yıkıcılığa salt / sırf zemin teşkil etmesine dair çabaların var edildiği bir güncelliğin ortasında kırk dört yıllık bir imha / inkar politikasından bir geri dönüş söz konusu olabilir mi? Aleni bir yıkıma dönüşmüş olagelen daha önceki barış müzakerelerinin hemen ardından çıkagelen, bugünlerde İsrail’e atfedilen katliamcılık bir ülkede tek bir hat olarak var edilebilmişken, bu defasında bir çözüm, şeffaf, gerçekçi, doğrudan muhataplarının konuşabildiği bir sahne var edilebilecek midir? Kalıcı, etkin, donanımlı bir barış tahayyülünün, yarın olası İsrail saldırıları için Kürt halkının yanında tutmak için bir hamle olarak var edildiğine dair söylemler ortalığa çıkarken, özellikle eksik gedik konulan Mezopotamya halklarının acıları nihayetinde sonlandırılabilecek midir, sahiden! Son kertede, büsbütün acılar ülkesi, kesintisiz yıkımlar coğrafyasında barışma bir tahayyül olmaktan ötede, kalıcı, gerçekçi, en kestirmeden hayatta karşılığı olabilen bir mesele ulaşabilecek midir? Her şey böylesine girift, karaşın, kötülüğün her an esiri kılınmaya çabalanırken, bir yandan o nihai barışma idesi var edilebilecek midir, yol her nereyedir?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel::: Hüzünlü Çingene – Amar KILIÇ – C.A.M. Galeri
Meramda Paylaşılan Haber
DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan'dan Açıklama: Öcalan Hazır, Devlet Hazır Mı? https://artigercek.com/politika/dem-parti-sozcusu-aysegul-dogandan-aciklama-ocalan-hazir-devlet-hazir-mi-321176h
#meram#mesel#türkiye#gerçeklik#barış#kürdistan#söz hakkı#barışmak#yol a��zı#meydan#tahakküm#denetim#gözetim#biyopolitika#cerahat sarmalı#karanlık çağ#akp#iç cephe#tehdit dili#yıkıcılık#tusaş#kötülük#karanlık#hayat#siyasa#modern zamanlar#tehcir#kırım#rojava#hayat hakkı
0 notes
Text
orta asya'da yaygın olan bütün o eski falcılık teknikleri arasında, kemik falı en iyi bildiğimizdir. ondan daha eski ve daha sık kullanılmış, üstelik de günümüze kadar kullanılmış bir başka teknik yoktur. kaşgarlı mahmut tarafından değinilen bu falcılık tekniği, yagrıncının (daha yaygın olan moğolca karşılığı dallacıdır) uzmanlık alanına girmekteydi. ancak bu teknik şamanların ve hükümdarların ilgisini çekmiş ve nihayetinde kesin olarak kamusal alana girmiştir. öyle görünüyor ki, bu falcılık tekniği esasen türk kültürünün bir ifadesidir.
kemik falının bir türü, kürek kemiği üzerindeki şekil ve çizgiler üzerinden çeşitli yorumlar yapılması üzerine dayanıyordu. birçok millette günümüzde de devam eden, araplarda kıtfe adıyla bilinen bir fal çeşidi bu.
bir diğeri de, aşık kemiğinin (hani şu meşhur achilles'in zayıf noktası, topukta bulunan bir kemik) üste gelen yüzüne göre gelecekle ilgili yorum yapmaydı.
zira bazı hayvanların aşık kemiği yamuk yumuk da olsa neredeyse kare prizmaya yakındır ve kemikler de zar gibi atmaya*uygundur.
alpler savaş zamanlarında şamanların baktıkları kürek kemiği falına göre hareket ederlerdi. kürek kemiği ateşte çatırdarsa savaş açar, yoksa barış haline devam ederdi. bu bağlamda kaşgarlı mahmut şu atasözünü aktarır. “kürek kemiği karışırsa, il karışır”. türk ve moğol budizm’inde de kürek kemiklerine çeşitli efsunlar yazılırdı.
fal bakmak için kürek kemiğinin kaynatılmamış olması gerekirdi. en doğru fal koç ya da koyun kürek kemiği ile bakılırdı fakat yakut türkleri en çok geyiğin kürek kemiğini kullanırdı. kahin kemiği ateşte kızdırdıktan sonra kemikteki çizgiler, çatlaklar ve noktalara göre yorum yapardı.
kürek kemiği kırılmaz ya da köpeklere atılmazdı. aslında türkler, kurban edilen hiç bir hayvanın kemiğini kırmaz ve sağa sola atmazdı. o hayvanın tekrar dünyaya gelebilmesi için kemiklerinden yeniden doğacağı düşünülür ve kemikleri eksiksiz bir şekilde gömülürdü. kan gibi kemikler de, ruhun ikametgahı olarak görülürdü.
Türklerde Falcılık Üzerine İnceleme:
CENGİZ HAN'IN FAL BAKMA KUDRETİNE SAHİP TORUNU MENGÜ HAN
CAVIRUN FALI (Kürek Kemiği Falı)
KUMALAK FALI
AŞIK FALI
KUYRUK YAĞI FALI...
Falcılık Türk inanç sisteminin başlıca unsurlarından biridir. Fal eski Türkçede "ırk" kelimesiyle ifade edilmiştir. Mahmud Kaşgari ırk kelimesini "falcılık, kahinlik ve bir kimsenin gönlündekini bilmek" diye açıklamaktadır. Besim Atalay'ın konuyla ilgili çevirmesine ilave ettiği nota göre "bu kelime Türkiye'nin birçok yerlerinde kader, talih, fal anlamında kullanılmaktadır. Irkım açıldı - talihim açıldı demektir" ; "kam ırkladı" cümlesinin izahını yaparken şu notu ilave ediyor : " Batı Anadolu'da ve hele Kütahya vilayetinin bazı yerlerinde "ırk bakmak" fala bakmak anlamındadır.
Oğuz destanında zikredilen bilge ve filozof Irkıl Hocanın adı da kahin ve falcı anlamını ifade etse gerektir. (Yakut Türklerine göre ilk kam'ın adı da Argıl idi. Bu isimde Irkıl veya Arkıl Hocayı hatırlatıyor). Altay'da kamdan başka "ırımçı" denilen adamlar vardır. Bunlar saralı hasta adamlardır. Saraları tuttuğu zaman bunlar gaipten haber verirlermiş.
Falcılar fal açmak için kullandıkları nesneye göre muhtelif ad alırlar.Hayvanların kürek kemiğine bakıp geleceği keşfedenlere "yağrıncı", koyun tezekleriyle fal açanlara "kumalakçı" , muhtelif şeylerden manalar çıkaran falcılara "ırımçı" denir.
"Kürek kemiği" falına Moğol saraylarında çok önem verilirdi.Rubruk'un verdiği malumata göre Mengü Han ( Cengiz Han'ın Torunu ) bir işe girişmek isterse kürek kemiğine bakardı. Önce kemiği ateşte kızdırırlardı.Bunları yağmaya mahsus küçük iki ev vardı. Kemikleri yaktıktan sonra hakan bunlardan hasıl olan çizgilere bakardı.Kemik üzerindeki çizgi doğru, düz ise yol açık, eğri veya delikler hasıl olursa yol kapalı demekti. Rubruk, hakanın yanında kemikler görmüştür. Moğollar'ın kürek kemikleri ile fal açtıklarını 1221 de seyahat eden Çinli Menhun da zikretmektedir.
Kırgız ve Kazaklar kürek kemiğine saygı gösterirler; kırmadan köpeklere atmazlar. (Anadolu'nun birçok yerinde kasaplar kürek kemiğini kırmadan atmazlar)
Ateşe yağ atmak suretiyle fala bakmak Kırgız - Kazaklarda da tespit edilmiştir.Falcı kuyruk yağını ocağa atar, ateşin alevlerine bakıp istikbalden haber verir.
Aşık kemiğiyle bakılan fal'da diğer fal çeşitlerindendir.
İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilinmezlikleri anlayıp keşfetme, istikbalin neler getireceğini öğrenme arzusu içinde olmuştur. Bunda meçhule ve esrarengize olan merak duygusunun büyük etkisi vardır. İnsanlar geleceği öğrenme arzusuyla fal ve kehanet adı altında çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır. Fal; genel olarak çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatıdır. Falda çeşitli araçlar ve teknikler kullanılmış, buna göre de değişik fal türleri ortaya çıkmıştır: yıldız falı, el falı, kuş falı, kâğıt falı, iç organlar falı, kum falı, zar falı, kitap falı, ateş falı, su falı, çay falı, kahve falı, bakla falı, kürek kemiği falı gibi…(Aydın 1995: 134-135). Bu çalışmada, kürek kemiği falı hakkında genel bilgi verilmiş, Bosna-Hersek Gazi Hüsrev-Begova Kütüphanesi (Sarayevo)’nde Türkçe Elyazmaları bölümünde 1250 numarada kayıtlı eserin 55b-59a varakları arasında yer alan “Risâle-i ˘İlm-i Ketf” başlıklı kürek kemiği falı metni çevriyazıya aktarılmış, metnin günümüz Türkçesiyle çevirisi yapılmış ve sözlüğü hazırlanmıştır. Çalışmanın sonunda eserin tıpkıbasımı yer almaktadır.

Kürek Kemiği Falı Divânu Lügâti’t-Türk’te yarın olarak adlandırılan “kürek kemiği” için diğer Türk lehçelerinde aynı kökten gelen, ancak lehçe hususiyetlerine göre fonetik değişmeye uğramış kelimeler kullanılmaktadır. Eski Yunanlılarda ve Romalılarda mevcudiyeti bilinen kürek kemiği falına Yunancada ωμοπλατοσκοπία, Latincede skapulimantia adı verilirdi. Araplar bu falı eski Yunan ilimlerinden sayarak ilmü’l-ketf (kürek kemiği bilgisi) adıyla bir bilim dalı olarak kabul etmiş, bu konuda risaleler yazmışlardır (İnan 1986: 152). İslam dünyasında bu fal çeşidi kıtfe/kitfe adıyla da bilinmektedir. Bunun için koyunun kürek kemiği kullanılır. Kemiğin üzerindeki kırmızı hat kan döküleceğine, sarı çizgi hastalığa, yeşil bolluk ve ucuzluğa, siyah ise darlık ve yoksulluğa işaret sayılmıştır (Duvarcı 1993:
Çinlilerde kürek kemiği falının geçmişi, Neolitik döneme tekâbül eden Lung-shan kültürüne dek gitmektedir (Buckland 2004: 421). Çinliler de özellikle devlete ait işlerde verilecek kararı belirlemek amacıyla koyun, öküz kemikleri ve kaplumbağa kabuğu ile tabiat ruhlarına ve atalara danışma şeklinde fala bakarlardı (Aydın 1995: 136). Japonlar da kürek kemiği falına bakarlardı. Bir geyik kürek kemiğini ateşe tutarak ısıttıktan sonra çatırtılarından anlamlar çıkarma şeklindeki fal uygulamasının hâlâ devam ettirildiği bölgeler vardır. Ayrıca kaplumbağa kabuğu da öteden beri kullanılmaktadır (Aydın 1995: 136). 12. yüzyılda İngiltere ve İrlanda’da, 13. yüzyılda Wales’te koyun veya domuzun sağ kürek kemiğine bakmak suretiyle gelecek hakkında tahminlerde bulunulurdu. Bunun için kemik öncelikle suda haşlanırdı. Kemiği asla ateşe tutmazlardı (Buckland 2004: 421). Kürek kemiği falına Moğol saraylarında da çok önem verildiği bilinmektedir. Avrupalı gezgin Rubruk’un verdiği bilgilere göre Mengü Han bir işe girişmeden önce kürek kemiğine bakardı. Moğolların kürek kemikleri ile fala baktıklarını 1221 yılında Çinli gezgin Menhun da belirtmektedir (Tavkul 2007: 186). Bu geleneğin Karaçay-Malkar, Kazak, Kırgız, Altay, Yakut, Kırım Tatarları, Nogay, Kafkas halkları arasında da yaygın olduğu görülmektedir (Tavkul 2007: 181-190). Kazak Türkleri arasında bu yöntemin şöyle uygulandığını görüyoruz: Fala baktırmak için özellikle keçi veya tekenin kürek kemiğini tercih ederler. Önce kemik ateşe atılır ve bir müddet orada tutulur. Daha sonra ateşten çıkarı- lan kürek kemiği üzerinde oluşan çizgilere göre falcı çeşitli yorumlar yapar. Kemik üzerindeki kesiksiz düz çizgi yolun açık olduğuna, eğri büğrü çizgi ve delikler ise yolun kapalı olduğuna işaret eder. Kürek kemiği üzerinde çıkan çizgi ve izlerden Kazaklar bir atın gittiği yol, bir hırsızın kaçtığı yol, kaybolan bir eşyanın yeri gibi şeylerin tespit edilebildiğine inanırlar. Kürek kemiği sevinçli ve kederli haberleri de bildirir. Falcı fal bakacağı kürek kemiğini çeşitli dualarla temizler.
Kemiğin etleri dişle koparılmaz ve kıkırdakları bıçakla kesilmez. Fal bakılan kürek kemiği faldan sonra hemen atılmaz, çeşitli dualar okunarak parçalanır, sonra köpeklere atılır. Aksi takdirde eve uğursuzluk geleceğinden korkulur (Altınmakas 1984: 129). Bugün bile Anadolu’nun birçok yerinde kasaplar kürek kemiğini kırmadan atmazlar (Duvarcı 1993: 20). Arkasını kapıya dönerek oturan falcı, gelecek hakkındaki tahminlerini tamamla-
dıktan sonra kürek kemiğini arkaya doğru fırlatır. Kemik kapının yukarısına isabet ederse bütün söylediklerinin gerçekleşeceğine inanılır (Radloff 1994: 256). Yine Türk halklarından Yakut ve Karagaslar kürek kemiği falı için geyik kemiğini tercih ederler. Kürek kemiği falı ile ancak kaybolan nesneler hakkında bilgi sahibi olmanın mümkün olduğuna inanan Sagay Türkleri için en doğru söyleyen kemik koç kemiğidir (İnan 1986: 156). Kürek kemiğiyle fal bakma Asya’nın birçok bölgesinde yaygındır. Orta Asya Türkleri, Moğollar, Araplar, Yunanlılar, Romalılar ve bazı Balkan halklarında koyun ve keçi gibi hayvanların kürek kemiğiyle fala bakma geleneği vardır. Türkler arasında İslam’dan önce de mevcut olan bu yöntem günümüzde Anadolu’nun hayvancılıkla geçinen bazı yörelerinde uygulanmaktadır (Aydın 1995: 136-137). Bu âdet eski usta çobanlar arasında bilinmektedir. Bilhassa Yörük, Arnavut ve Rum çobanların bu işte usta oldukları iddia edilmektedir. Bir kimse ancak kendi malı olan koyunlardan birinin kürek kemiğine baktırabilir. Şayet kendi koyunu yoksa, kasaptan kürek kemiğini çıkartmadan et alınır sonra da bu et, kemikten itina ile sıyrılır. Kurban bayramlarında kurban kesenler bunların kürek kemiklerini de bu iş için kullanabilirler. Bilhassa Rumlar kızıl yumurta bayramlarında kestikleri kurbanların kürek kemiklerini de fala bakmadan atmazlarmış (Necati 1930: 38). Ahmet Midhat Efendi’nin 1897 Türk-Yunan Savaşı münasebetiyle yazdığı Gönüllü romanında kürek kemiği ile fal bakma inancından detaylı bir şekilde bahsedilmektedir. Bıçak silimi adı verilen bir ziyafet tertip edilir. Bu ziyafetin konukları Türk ve Arnavut’tur. Bu ziyafetin en makbul yiyeceği kuzudur. Çünkü kuzu yenildikten sonra kürek kemiği falına bakılacaktır. Fala bakacak kişi, dişi ve diliyle yalayıp temizlediği kemiği ışığa tutarak kemik içinde görebileceği kan lekesi gibi şeylerden manalar çıkaracak ve çevresindekilere bu manaları anlatacaktır. Falı bakan kişinin “cenk var, hem de cenk” demesi üzerine ziyafettekilerin keyfi kaçar. Bunun üzerine bu ziyafette yenilen kuzunun nerede doğup büyüdüğünün asıl dikkat edilmesi gereken husus olduğuna dikkat çekilir. Ziyafette yenilen kuzunun Yunanistan’ın Serfiçe kasabasından değil de Yenişehir tarafından getirildiği, dolayısıyla vuku bulacak bozgunun Türk tarafında değil de Yunan tarafında olacağı kanaatine varılır. Bu kanaat üzerine ziyafetteki herkes rahatlar. Böylece fiilen başlamamış olan 1897 Türk-Yunan Savaşı’nın neticesi bakılan kürek kemiği falı ile önceden tespit edilmeye çalışılmıştır. Ahmet Midhat Efendi, romanında bu konu ile ilgili kendi görüşlerine de yer verir. Ona göre bu tür fal İslamiyet ve Hristiyanlık zamanlarından değil, putperestlik zamanlarından kalma âdettir
3 notes
·
View notes
Text
Koçgiri'de Kırım, Meclis ve Hasan Hayri Bey (8)
Kolaj: Independent Türkçe
Celalettin Can
Koçgiri Halk Hareketi'nin özerklik talebiyle ortaya çıktığı o zamanlarda Ankara'da Birinci Meclis kurulmuştu. Mustafa Kemal'in davetiyle Dersim'in muhtelif aşiretlerine mensup Abdulhaluk Tevfik (Gençtürk), Diyap Ağa (Yıldırım), Hasan Hayri (Kanyo), Mustafa Ağa (Öztürk), Mustafa Zeki (Saltuk) ve Ramiz (Tan) gibi şahsiyetler Meclis'te yer alıyordu.
Nuri Dersimi'ye göre bu grubun Ankara Hükümeti'ne karşı takınacağı tavır Koçgiri hareketinin akibetini belirleyebilirdi. Nitekim Nuri Dersimi; Mustafa Kemal'in isteği üzerine Ankara'ya milletvekili olarak giden ismi geçen Dersimli şahsiyetleri ağır bir dille eleştiriyor.
Nuri Dersimi bu eleştirilerini Hatıratım'da yapıyor. Yani 1937-38 sonrasında… Gelişmeleri ne kadar 1920'li yılların yaşanan somut koşulları ve ilişkileri içinde değerlendiriyor, ne kadar yenilgi psikolojisinin anlaşılır mağduriyet duygusu altında eleştiriyor, üzerinde düşünmeli.
Ancak ülkenin işgal altında olduğunu,
Birinci Meclis'te bütün Müslüman halklara yer verildiğini,
Mustafa Kemal'in o dönemde bölgesel özerklik değilse de Türkiye halkıyla bir şekilde iç içe geçmiş bir tür idari kültürel özerklik düşüncesi olduğunu,
Osmanlı İstanbul hükümeti ile Ankara Meclis Hükümeti arasındaki ilişkide Dersim'in aslında Ankara Meclis Hükümeti'nden yana tavır içinde olduğunu,
Söz konusu şahsiyetlerin de bu çerçevede Birinci Meclis'e katıldığı biçiminde bir gerçekliğin var olduğunu da hatırımızda tutarak düşünmeliyiz.
Yasal-hukuki statü; özerklik
Konu önyargısız bir şekilde ele alınınca Koçgiri Hareketi'nin bir isyan olmadığını, tenkil ve kırım olduğunu fark etmeme hali ancak resmi tarihe bağımlılıkla açıklanabilir.
Hareketin liderlerinin ve halkın başkaldırı diye bir programları veya tutumları yok.
Osmanlı Devleti çöküntüyü yaşıyor ama hala müesses nizam. Mustafa Kemal müesses nizamın bir görevlisi olarak Samsun'a çıkmış ama sonra isyan edince ikili bir idare durumu ortaya çıkıyor.
Harekete bir kısım Batı Dersim aşiret reisleri de destek veriyor. Koçgiri aşiret reisleri olmaları nedeni ile Alişan ve Haydar Bey hareketin toplumsal liderleri, Alişer ise fiili olarak askeri ve politik lideri olarak ortaya çıkıyorlar.
Kürtlere özerklik üzerinden yasal-hukuksal bir statü kazandırma amacında olan Koçgiri Halk Hareketi liderleri, Dersim'in Hozat ilçesinde bazı aşiret reisleriyle yapılan dayanışma toplantısında elde ettikleri desteğe dayanarak 15 Kasım 1920'de Ankara Hükümeti'ne taleplerini şu şekilde iletiyorlar:
Kürdistan Muhtar Yönetimi'ni kabul eden İstanbul Egemenlik Hükümeti'nin bu baptaki kararını Mustafa Kemal Hükümeti'nin de resmen kabul edip etmeyeceğinin açıklanması.
Kürdistan Muhtar Yönetimi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti'nin görüş noktasının ne olduğu konusunda Dersimlilere acele cevap verilmesi.
Elaziz, Malatya, Sivas ve Erzincan bölge hapishanelerindeki Kürt tutukluların hemen serbest bırakılması.
Kürt çoğunluğu bulunan bölgelerden Türk Hükümeti'ne bağlı memurların çekilmesi.
Koçgiri bölgesine gönderildiği haber alınan askeri birliklerin derhal geri alınması.
25 Kasım 1920 tarihinde Ankara Hükümeti'ne bir de telgraf gönderiyorlar:
"Elaziz Vilayeti vasıtasıyla,
Ankara Büyük Millet Meclisi Riyaseti'ne Sevr Muahedesi Mucibince Diyarbekir, Elaziz, Van ve Bitlis Vilayetlerinde müstakil bir Kürdistan teşekkül etmesi lazım geliyor. Binaenaleyh bu teşkil etmelidir. Aksi takdirde bu hakkı silah kuvvetiyle almaya mecbur kalacağımızı beyan eyleriz.
25 Teşrinisani 1336
Garbi Dersim Aşair Rüeasası"
Provokasyon
Böyle davranmaları doğal, yeni bir durum var çünkü.
Ankara ise buna karşı ordu güçleri üzerinden, Binbaşı Halis olayında görüldüğü gibi, provokasyonla erken başkaldırı koşulları yaratıyor.
Akabinde provokasyonun sonuçlarını isyan olarak değerlendiriyor, taleplerini karşılama yerine Koçgiri Kürt Alevi halkın üzerine Nurettin Paşa gibi paşaların başında olduğu ordu birliklerini ve yine Topal Osman gibi katliamcı unsurları gönderiyor.
Halk içi farklı inanca sahip topluluklar arasındaki çelişkileri kaşıyarak sert bir ayrışma da yaratıyor; bu temelde yerel milisler, gönüllü sivil birlikler vesaire oluşturarak Koçgiri'li Kürt Alevileri tenkil ve kırımdan geçirme yoluna gidiyor.
Olayların bu şekilde akışı hayatta kalmak, mal ve ailesinin can güvenliğini korumak için direniş koşullarını yaratıyor.
Son talebe yanıt; kanlı bastırma
Öte yandan bir nokta geliyor direniş tıkanıyor, "Koçgiri ve Dersim'de bir kısım aşiret reisleri, tıkanan sürecin önünü açmak için" olmalı, Alişer'in önerisiyle 8 Nisan 1921'de Büyük Millet Meclisi'ne bir telgraf gönderiyor.
Telgrafta "Nasiha Heyeti ile yaptıkları sözleşmenin ve iyi niyet çabalarının sonuç vermediği, Refahiye ve çevresine asker sevkiyatının sürmesinin aşiretlerin devlete olan itimadını sarstığı" belirtiliyor, meselenin tamamen halledilmesi için devlete birtakım önerilerde bulunuluyordu.
"Koçgiri, Zara, Divriği, Refahiye, Kuruçay ve Kemah ilçelerini kapsayan bir vilayet oluşturulması; başına bir Kürt vali, yardımcılığına da Türk bir vali muavininin atanması, bu şekilde yeni bir idari yapılanmaya gidilmesi, daha fazla kan dökülmeden sorunun çözülmesi" isteniyordu.
Ancak Koçgiri aşiret reislerinin aşağıya çektiği talepler zayıflık olarak değerlendiriliyor ve ciddiye alınmıyor.
Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa (Sakallı Nurettin) ve Topal Osman bölgede büyük katliamlar gerçekleştiriyor. Direnişin sert yöntemlerle bastırılması üzerine Dersim'e geçmeyi başaran Alişer Efendi ve Nuri Dersimi, burada Seyit Rıza'ya sığınıyor ve bir süre Ovacık ve civarında faaliyetlerine devam ediyorlar.
1921'ın ilkbaharında askeri güç kullanımıyla Kürt-Alevi özerklik hareketi kanlı bir şekilde tamamen bastırılıyor.
Koçgiri kırımı Meclis gizli oturumunda
Koçgiri'de halka yaşatılanlar o kadar ağır ve kabul edilmez ki kaçınılmaz olarak Büyük Millet Meclisi'ne taşınıyor.
Olayın kanlı ve kabul edilemez boyutunu geniş halk kesimleri, ama özellikle uluslararası camia öğrenmesin kaygısıyla 3 Ekim 1921'de üç gün Büyük Millet Meclisi'nde gizli oturumda tartışılıyor.
İlk tepki veren Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey oluyor. Erzincan Mebusu Emin Bey ve Lazistan Mebusu Ziya Hurşit Koçgiri'de yaşananlar üzerine görüşlerini ifade ediyorlar.
Hasan Hayri Bey'in Mecliste yapmış olduğu konuşma aşağıdaki gibidir:
Hasan Hayri Bey (Dersim) — "Hakikaten bu fecayi (facia) Ermenilere bile yapılmamıştır. Ve onlar Erzincan'a, Kemah'a, Kuruçay'a vesaireye tasallut etmişlerdir. (Saldırmışlardır) Fakat ben çok teşekkür ederim ki bizim müftümüz ve memleketimizin eşrafı meseleyi Hükümet'e bırakmayarak, doğru karşılarına gitmişlerdir. Demişlerdir ki, siz ne istiyorsunuz? Maksadınız şekaveti adiye (haydutluk) ise istediğiniz kadar mal verelim. Onlar da cevaben demişlerdir ki; Müftü Efendi ile anlaşalım. Müftü efendi hakikati tamamıyla anlatmış ve ekrat (göçebe Kürtler kastediliyor) hakikati tamarrüyle amlıyarak(anlayarak) geri dönüp gitmişlerdir. İşte sözümü hulâsadan evvel şunu söyleyeyim ki ankete ben de taraftarım. Fakat bir an şart ki orada bir memur var, onunla Koçgiriliyi beraber asacak mısınız? Sonra üç, dört yüz kişi hapishanelerde yatıyor. Bunlardan masumlar çok vardır. Asıl âsiler dağlarda Alişir denilen herifle beraberdirler. Binaenaleyh heyet buradan gidinceye kadar af kararının ilânını rica ederim. Bila kaydı şart (kayıtsız şartsız) olmak üzere (…)" 1
Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda yapılan bu konuşmada, isyan edenlerle diyalogda 'Müftü efendi ve eşrafın' ağzından da olsa muktedir vari cümleler kuruyor ve Alişer'i denebilir ki 'asi' olarak gördüğü izlenimi veriyor.
Ancak konuşmasında 'tutuklu bulunan insanların masum olduğunu, bu insanlarla ilgili af kararının ilan edilmesini ve kayıtsız şartsız salıverilmelerini' de istiyor.
Büyük Millet Meclisi'nde yer alan bir şahsiyet olarak isyan eden Kürtlerin asılmamaları, serbest bırakılmaları sonucunu yaratmak istiyor. Bu amacını politik denge diliyle ifade diyor. O koşulların güç dengeleri içinde bu tarzı tercih ediyor.
Erzincan Milletvekili Emin Bey, aynı oturumda, yani 3 Ekim 1921 Meclis'in gizli oturumunda, Koçgiri'deki olayların isyan değil, kırım olduğunu şöyle anlatıyor:
Şimdi rica ederim. Asi, diyoruz. Ve üzerlerine askeri kuvvet gönderiyoruz. Halbuki onlar, hükümetin teslim ol çağrısını kabul etmiş bulunuyorlar. Nurettin Paşa'nın tabirince, 'Ben bunları hükümetin tekliflerini daha teşdit ederim (şiddeti artırma) diyerek, çember içine aldım' diyor. Tuttuğunu öldürmeye, ırzlara geçmeye, namuslara taarruz etmeye kalkıyor. Rica ederim, hanginiz bu facia karşısında sabredebilirsiniz? Buna üç yaşındaki çocuklar bile tahammül edemezler. Böyle bir şeye maruz kaldığınızda, rica ederim, nasıl karşınıza çıkanlara kurşun atmazsınız? Bu suretle 5 milyon, 18 milyon liralık servet mahvolmuştur." 2
Hasan Hayri Bey, Koçgiri'den dolayı cezaevinde tutulanların, heyet incelemelerini tamamlayıncaya kadar İstiklal Mahkemelerince ve Divan-ı Harp tarafından yargılanmamasına yönelik bir takrir sunuyor.
Sonuçta alıyor. Koçgiri'de yaşananlar üzerine bölgeye bir heyetin gönderilmesine karar veriliyor.
Hasan Hayri Bey'in takririnin içeriğine ve bu çerçevede gelişen tartışmalara gelince, şöyledir:
"— Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey'in, Koçgiri hâdisesinin esbap(sebep) ve avamilini (halkın halini) tetkike gidecek olan heyetin izamına kadar Divanı Harp ve İstiklâl Mahkemeleri'nce hiçbir muameleye tevessül(başlama) olunmamasına dair takriri REİS — Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey'in, Koçgiri hâdisesi hakkındaki takriri okunacak.
Riyaseti Celile'ye (Kıymetli Başkan)
Koçgiri hâdisesini tetkik, esbab ve avamilini ahkika (soruşturma) Meclisi Âlice bir heyetin izamı (abartmadan) takarrür ettiğinden hâdisei müessifeden (üzüntü veren hadise) dolayı mevkuf (tutuklu) olan kasan haklarında heyetin izamına kadar Divanı Harp ve İstiklâl Mahkemesi'nce- hiçbir muameleye tevessül (başlama) edilmemesi hususunun acilen mahalline bildirilmesini teklif ederim.
Dersim/ Hayri
REİS — Mahalline tebligat (bildirim)t ifa edilir. ŞÜKRÜ B. (Karahisarı Sahib) — Heyetin adedi taayyün (belli olsun) etsin. REİS — Müsaade buyurun efendim. Bunu tensip (uygun) buyuruyor musunuz? Tensip buyuranlar lütfen el kaldırsın... (Anlaşılmadı, sadaları) Efendim Hasan Hayri Bey'in takriri üzerine, heyeti teftişiyle vazifesini ifa edinceye kadar Divanı Harp ve İstiklâl Mahkemelerince mevkuf(tutuklu) bulunanlar hakkında hiçbir muameleye tevessül edilmemesi(başlamaması) için mahalline tebligat icrasını kabul edenler lütfen el kaldırsın... Kabul edilmiştir"
Hasan Hayri Bey, Koçgiri hadisesinin mecliste tartışıldığı günlerde, kendisine söz sırası geldiğinde Koçgiri'de Sakallı Nurettin'in ve Topal Osman'ın tutumunu ağır bir şekilde eleştiriyor.
Yetinmiyor, gençlik yıllarından itibaren yakından tanıdığı Mustafa Kemal'i doğrudan hedef alarak Koçgiri'de yaşananları haksız bularak karşı çıkıyor, protesto ediyor.
Hasan Hayri Bey'den sonra kürsüye gelen Bursa milletvekili 'Hasan Hayri Bey'in sözlerinden dolayı özür dilemesini' söylemesi üzerine Hasan Hayri Bey, tabancasını çekerek kürsüye doğru gelince Bursa milletvekili, Mustafa Kemal'in bulunduğu kısma sığınıyor ve Mustafa Kemal'in korumaları Hasan Hayri Bey'e müdahale ediyor.
Mustafa Kemal-Hasan Hayri Bey ilişkisine ne oluyor?
Hasan Hayri Bey Koçgiri tedipi sırasında Ankara'dan yola çıkarak Sivas üzerinden Dersim'e giderken, bu sırada Sivas'ta Koçgiri hadisesinden dolayı yüz yirmi iki kişinin cezaevinde olduğunu öğreniyor ve derhal bu insanların bırakılmasını istiyor.
Hasan Hayri Bey'in bu talebi, doğrudan Ankara'ya bildiriliyor ve Mustafa Kemal buna tepki gösteriyor. Hasan Hayri Bey'in yakın akrabası Abbas Tan, şu anda hayatta olmayan amcası Süleyman Bey'den 2013'de öğrendiklerini aktarırken, Mustafa Kemal ile Hasan Hayri Bey arasındaki iplerin bu noktada kopmaya başladığını belirtiyor.
Nuri Dersimi, Sivas'ta tutuklu olduğu döneme ilişkin Hasan Hayri Bey ile olan anısını şöyle anlatıyor:
Bir aralık Sivas Valisi vaziyetimden kuşkulanmıştı. Ve Sivas merkezinde bulunduğum bir günde idareten beni jandarma dairesinde nezarethaneye aldırarak tevkif etmişti. Beni ziyarete gelen kardeşim Hıdır, Dersim mebusu Hasan Hayri'nin aynı günde Dersim'e mezunen (izinli) gitmek üzere Sivas merkezine geldiğini bildirmiş ve vaziyetimi Hasan Hayri Bey'e bildirmişti. Hasan Hayri Bey, bizzat nezarethaneye gelerek kapıya bir ayak tekmesi vurmuş ve kolumdan tutarak çıkarmış, nöbetçi Jandarma neferine de bir kart vermişti.
(Devam edecek...)
Kaynaklar:
1." Koçgiri nedir, ne değildir? Alişer, Koçgiri-Batı Dersim ilişkisi, Koçgiri de sadece tenkil mi oldu? … Celalettin Can, Independent Türkçe 2.Dilek Soıleau, "Koçgiri ve Dersim Kürt hareketliliği: Herkesin Bildiği Bildiği Sır: Dersim, Şükrü Aslan (der.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, 3. Nuri Dersimi, Hatıratım, Dam Yayınları, 1. Basım, İstanbul-2014 4.Martin Van Bruinessen, İletişim yayınları, 1992-İstanbul 5. Altan.Tan, Kürt Sorunu, Timaş, 2009-istanbul. 6.Yalçın Çakmak, "Dersim'in Kemalizm ile Rövanşı", Tunceli'nin Sesi, 28 Kasım 2011. 8. TBMM Gizli Celse Tutanakları, 04.10.2021 Cilt 2, Ankara 87. TBMM Gizli Celse Tutanakları 6.10.2021, C:2, Ankara 9. Dilan Konak, Kangozade Hasan Hayri Bey'in Yaşamı ve Siyasi Faaliyetleri, Yıldız Üniversitesi, İİBF
https://www.indyturk.com/node/452126/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/ko%C3%A7giride-k%C4%B1r%C4%B1m-meclis-ve-hasan-hayri-bey-8
2 notes
·
View notes
Text
Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesinin çok “sembolik” bir anlamı vardır. Ayasofya, Saidi Nursi'den Necip Fazıl'a Atatürk Cumhuriyeti'yle hesaplaşmak isteyen çevrelerin iki önemli sembolünden biridir. İkinci sembolleri halifeliktir. Nitekim geçtiğimiz hafta “Gerçek Hayat” dergisi, “Artık Ayasofya ve Türkiye hür! Hilafet için toparlanın!” başlıklı bir kapakla çıkmıştır.
Peki, ama hilafetçilerin iddia ettiği gibi halifelik “dinsel bir kurum mudur”, “İslam dünyasını birleştirmiş midir” ve “İngilizlerin isteğiyle mi kaldırılmıştır?” İşte halifelik gerçeği!
HALİFELİĞİN ANLAMI
Kuran'a göre halife insandır. Kuran'da Hz. Adem'den “yeryüzündeki halife” olarak söz edilmektedir. (Bakara: 30). Kuran'da Allah'ın veya peygamberin vekili anlamında bir halifelik yoktur. Hiçbir fani, Allah'ın halefi veya temsilcisi olamayacağından ve Hz. Muhammet de son peygamber olduğundan dolayı halife, Allah'ın veya peygamberin vekili olamaz. Bu durumda Hugh Kennedy'in ifadesiyle “Halife, peygamberin yaşarken ifa ettiği dünyaya ve yönetime dair işlerden bazılarını yürüten sıradan bir adam olabilir.” (Hugh Kennedy, Hilafet, İstanbul, 2019, s. 31) Gerçekten de Hz. Ömer'den itibaren neredeyse bütün halifelere “Emirül Müminin” (Müminlerin Emiri) unvanı verilmiştir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.11, s. 156, 157) Emir, “kumandan” veya “bey” anlamlarına gelmektedir.“Emirül Müminin” adı verilen halife, Müslümanların dünya işlerini yürüten lider, yani devlet başkanından başka bir şey değildir. (Kennedy, s. 31).
Tarihsel süreçte Osmanlı halifelerinin kendilerini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” diye adlandırmalarının hiçbir dinsel dayanağı yoktur. Bu yaklaşım, Kuran'daki İslam'a aykırıdır.
Hz. Muhammet'in ölümünden sonra onun yerine devletin başına geçecek kişinin belirlenmesi halifeliğin ortaya çıkmasına neden oldu. Yani halifelik dinsel bir gereklilikten değil, siyasal bir ihtiyaçtan doğdu:
Yaygın kanaatin aksine halifelik tarih boyunca Müslümanları birleştirmedi, tam tersine böldü.
Halifelik daha ortaya çıkarken ayrılıklara, kavgalara neden oldu. İlk halife belirlenirken başlayan ayrışmalar dört halife döneminde devam etti. Öyle ki dört halifeden üçü; Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali katledildi. Halifelik daha doğarken kardeş kanı aktı; hilafet, Sıffın Savaşı ve Kerbela Olayı gibi kanlı “emirlik” kavgaları üzerinde yükseldi. Bütün bu kavgaların merkezinde “siyaset” vardı; bu kavgalar devletin başına geçme, “müminlerin emiri” olma kavgasıydı.
Tarih boyunca bütün İslam dünyasını tek bir noktadan yöneten tek bir halife hiç olmadı. Çünkü monarşik güçlerini halifelik unvanıyla daha da arttırmak isteyen Müslüman hükümdarlar fırsat bulduklarında kendilerini halife ilan etmekten çekinmediler. Bu nedenle İslam dünyasında aynı anda birkaç halife hüküm sürdü. Örneğin 910'da Abbasi Halifeliği devam ederken Şiiler Fatimi Halifeliği'ni kurdular. 929'da Bağdat'ta Abbasi Halifeliği, Mısır'da Fatimi Halifeliği devam ederken İspanya'da Endülüs Emevi Halifeliği ilan edildi. Böylece 10. yüzyılda İslam dünyasında aynı anda üç halifelik ortaya çıktı. Sünni Abbasiler ile Şii Fatimiler arasında iktidar ve nüfuz mücadelesi uzun yıllar boyunca devam etti.
11. yüzyıl başlarında İspanya'da Endüslüs Emevi Devleti iyice zayıfladı. Halifelikten kaynaklanan iç kavgalar nedeniyle devlet ileri gelenleri 1031'de halifeliği kaldırıp içlerinden -halife ailesiyle alakası olmayan birini- yönetici seçtiler. Böylece tarihte ilk kez Endülüs Emevi Devleti halifeliği kaldırmış oldu. İşin ilginç yanı, kaldırılan halifeliği kimse yeniden diriltmeye çalışmadı. (Kennedy, s.198)
1031'de Emevi Halifeliği, 1071'de Fatimi Halifeliği, 1258'de de Abbasi Halifeliği yıkıldı. Bu boşlukta halifeliğe Mısır'daki Memlük Devleti sahip çıktı.
Halife Memlüklerdeyken diğer İslam devletleri Memlüklere biat etmediler. Tam tersine Müslüman Osmanlı Devleti, 1517'de Müslüman Memlüklere saldırdı. Yavuz Sultan Selim, 1517'de Memlük Devleti'ne son verip halifeliği ele geçirdi. Ancak bu sefer de diğer İslam devletleri Osmanlı Hilafetini tanımadılar. Mahmut Goloğlu'nun ifadesiyle “Osmanlı padişahları sadece kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesiydiler. Yani bütün dünya Müslümanlarının halifesi hiç olmadılar.” (Mahmut Goloğlu, Halifelik, İstanbul, 2012, s. 23).
1774'te Küçük Kaynarca Antlaşması'nda Ruslar Ortodoksların koruyuculuğunu üstlenince Osmanlı da -ilk kez halifelikten yararlanarak- Kırım Müslümanları üzerinde benzer bir hak ileri sürdü.
II. Abdülhamit halifeliği bir güç olarak kullanmak istedi. 1876 tarihli Kanuni Esasi'nin 3. maddesine göre padişah aynı zamanda halifeydi. 4. maddesine göre padişah halife olarak İslam dininin koruyucusuydu.
1897'de Yunan zaferi, İslam dünyasında Abdülhamit'in şöhretini artırdı. O sırada İngiltere'yle rekabet eden Almanya, Abdülhamit'in bu şöhretinden yararlanmak istedi. 1898'de Kayzer II. Wilhelm İstanbul'a gelip II. Abdülhamit'i ziyaret etti. Oradan Suriye, Filistin'e gitti. II. Wilhelm, Şam'da Müslüman kılığına girip Selahaddin Eyyübi'nin Türbesi'ni ziyaret ettikten sonra yaptığı konuşmada “Abdülhamit 300 milyon Müslümanın halifesidir, ben de onun dostuyum!” dedi. (Cüneyt Akalın, Halifelik Neden Kaldırıldı, İstanbul, 2014, s. 10).
II. Abdülhamit ile II. Wilhelm'i kol kola gösteren bir çizim.
Almanya, Abdülhamit'in şahsında “halifeliği” bir silah olarak kullanmak istiyordu. Abdülhamit dönemindeki Berlin-Bağdat ve Hicaz demiryolu projelerinin ardında da Almanya'nın halifelik planı vardı. Ancak Alman halifelik planına karşı İngilizler hemen harekete geçtiler; Kuveyt, Necit, Hicaz, Asir, Yemen, Sudan mahalli liderlerini Osmanlı'ya karşı ayaklandırdılar. 1885-1906 arasında buralardaki Müslüman liderler Abdülhamit'in halifeliğini tanımayarak isyan ettiler.
II. Abdülhamit'in “halifelik silahı” ne Fransa'nın Tunus'u işgaline, ne İngiltere'nin Mısır'ı işgaline, ne Bosna Hersek'in Avusturya'ya bırakılmasına engel olabildi. Çünkü bu kurusıkı bir silahtı.
II. Abdülhamit döneminde Rusya, Orta Asya'da Hive, Buhara ve Hokand hanlıklarını ele geçirdi. Bu Müslüman hanlıklar, Osmanlı halifesinden yardım istediler. Mozanbik ile Madagaskar arasında Komor Adaları'ndaki Müslümanlar da Fransız tehdidine karşı Osmanlı halifesinden yardım istediler. Fakat II. Abdülhamit bu Müslümanların hiçbirine yardım etmedi, edemedi. (Kennedy, s. 218,219)
Kısacası halifelik, II. Abdülhamit döneminde de İslam dünyasını birleştirmedi, Müslümanların dertlerine derman olmadı.
19. yüzyılda İngiltere, Almanya kontrolündeki Osmanlı Halifeliğine karşı kendi kontrolünde bir Arap Halifeliği kurmak istedi. I. Dünya Savaşı'nda bu plan açıkça ifade edildi. 31 Ekim 1914'te Kahire'deki İngiliz temsilci Lord Kitchener, 30 Ağustos 1915'te de Sir H. Mc. Mahon, Mekke Şerifi Hüseyin'e gönderdikleri iki ayrı mektupla “Gerçek Arap soyundan birisinin Mekke veya Medine'de halifeliği üzerine almasını” istediler. (Bilal Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk, Ankara, 2015, s. 107, 108).
İngiliz desteğini arkasına alan Mekke Şerif'i Hüseyin, 1 Kasım 1916'da Osmanlı'ya karşı ayaklandı. Mekke'de bağımsızlığını ilan eden Kral Hüseyin, Arap dünyasında “halife” sayılmaya başlandı. Ancak İngiltere, Şerif Hüseyin'in halifeliğini hemen tanımayıp savaş sonunu beklemeye karar verdi. İngiltere'nin, halifeliği kullanabileceğini gören Fransa ve İtalya da harekete geçtiler. İngilizler, Kral Hüseyin'i halife ilan ederlerse Fransa Fas sultanını, İtalya ise Şeyh Ahmet Sunisi'yi halife ilan edecekti. Sovyetler Birliği'nin de bir halife adayı vardı. Onlar da Afganistan Emiri Amanullah Han'ı halife yapmayı düşünüyordu. (Şimşir, s. 108-113).
Şerif Hüseyin, İngilizlerin desteğiyle önce 1916'da Osmanlı'ya isyan etti, sonra 1924'te halifeliğini ilan etti.
TBMM, 1 Kasım 1922'de saltanatla halifeliği birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. Halife Vahdettin, 17 Kasım 1922'de, “halifelik” sıfatıyla İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. TBMM, Abdülmecit Efendi'yi halife ilan etti. İngiltere, Vahdettin'in “halifelik” sıfatından yararlanarak özellikle Hint Müslümanlarını kontrol etmeyi düşündü. Kaçak Vahdettin, İngiltere'nin bilgisi dâhilinde, Hicaz Kralı Hüseyin'in davetini kabul ederek 15 Ocak 1924'te Hicaz'a gitti. Ancak Arapların Vahdettin'i değil, Hicaz Kralı Hüseyin'i “halife” olarak tanıdıkları görüldü. Hint Müslümanları da Milli Mücadele'deki ihaneti nedeniyle Vahdettin'in halifeliğini kabul etmiyordu. Bunun üzerine İngilizler, “halife” olarak hiçbir gücü olmadığını anladıkları Vahdettin'i “istenmeyen adam” ilan ettiler. 1924 başlarında İngiliz basını Hicaz Kralı Hüseyin'in halife ilan edileceğini yazmaya başladı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlerin halifelik entrikalarını yakından izliyordu. İngiltere “Kimi halife ilan etsem?” diye düşünürken Atatürk, bu İngiliz planını suya düşürecek radikal bir karar verdi; TBMM, 3 Mart 1924'te halifeliği tamamen kaldırdı.
Türkiye'nin halifeliği kaldırmasına İngiliz basını çok şiddetli bir tepki gösterdi. Türk düşmanı Lloyd George'un yayın organı Daily Telgraf gazetesi, 4 Mart 1924'te halifeliği kaldıran Türkiye'ye şöyle saldırdı: “Türkler halifeliği kaldırmakla Batılılaşacağını, uygarlaşacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar… 6 milyon nüfuslu Türkiye halifelik sayesinde büyük devletler arasında sayılıyordu. Bundan sonra bu devlet artık üçüncü sınıf bir Tatar devletçiği derecesine düşecektir!” İngiliz basını bir hafta boyunca halifeliği kaldıran Türkiye'ye ateş püskürdü. (Şimşir, s. 136-141). İngiltere, halifeliği kaldıran Türkiye Cumhuriyeti'ni uzun süre tanımak istemedi. İngiltere, halifeliğin kaldırılmasından 6 yıl sonra, 1930'da Ankara'da büyükelçilik açtı. İngiltere uzun yıllar Türkiye'ye kredi de vermedi.
TBMM, 3 Mart 1924'te halifeliği kaldırdıktan iki gün sonra 5 Mart 1924'te Hicaz Kralı Hüseyin 101 pare top atışıyla halifeliğini ilan etti. Ancak özellikle Mısır ve Hint Müslümanları Şerif Hüseyin'in halifeliğini tanımadı. Şerif Hüseyin, halifelik ilanından 7 ay sonra bir Vahhabi saldırısıyla (Abdülaziz Bin Suud tarafından) Hicaz'dan sürüldü. Bu sırada önce İsviçre'de bulunan devrik halife Abdülmecit Efendi sonra da Mısır uleması, İslam konferansı çağrısı yaptılar. 1926'da Kahire Kongresi ve Mekke Konferansı düzenlendi. Ancak bu toplantılardan hiçbir sonuç alınamadı (Arnold J. Toynbee, 1920'lerde Türkiye, Hilafetin İlgası, İstanbul, 1998, s. 81, 84-87, 106-116). Çünkü artık ulus devletler çağı başlamıştı; hiçbir İslam ülkesi kaderini bir halifeye teslim etmek istemiyordu. Ayrıca Türkiye dışında bağımsız bir İslam ülkesi de yoktu. Halife seçilse bile İngiltere veya Fransa'nın kontrolü altında olacaktı.
Sonuç olarak, halifelik siyasal bir kurumdu. Atatürk, “Halifelik hükümet, devlet demektir. Türkiye Cumhuriyeti kendi içinde başka devlet kabul etmez” mantığıyla halifeliği kaldırdı.
Tarih boyunca halifelik Müslümanları birleştirmedi, b��ldü; halifelik rekabeti yüzünden Müslüman milletler birbirine düştü. Halifelik, 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını ezen, sömüren Batı emperyalizminin oyuncağı haline geldi. İşte Atatürk, Müslümanları birbirine düşüren, Batı emperyalizminin oyuncağı haline gelmiş ve çağ dışı kalmış halifeliği kaldırarak İslam milletlerine “bağımsızlık” ve “barışçı iş birliği” yolunu açtı. İslam milletleri, halifelik varken değil, halifelik kaldırıldıktan sonra bağımsızlıklarına kavuştular.
1 note
·
View note
Text
Havaların ısınmasıyla pikniklerde kene riskine dikkat!
https://pazaryerigundem.com/haber/177846/havalarin-isinmasiyla-pikniklerde-kene-riskine-dikkat/
Havaların ısınmasıyla pikniklerde kene riskine dikkat!
Kenelerden bulaşan hastalıkların kenelerin doğada yaygın olarak bulundukları bahar ve yaz aylarında daha fazla görüldüğünü kaydeden Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Bağ, bahçe, tarla, orman, mesire yeri, açık alan gibi yerlerde bulunan keneler insan vücuduna tutunarak kan emme esnasında bu mikroorganizmaları insana bulaştırırlar.” dedi.
İSTANBUL (İGFA) – Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Dilek Leyla Mamçu, kene vakalarına karşı alınması gereken önlemler ve yapılması gerekenler hakkında uyarılarda bulundu
KIRIM-KONGO KANAMALI ATEŞİ (KKKA) ÜLKEMİZ İÇİN ÖNEMLİ BİR RİSK OLUŞTURUYOR
Kenelerin vücutlarında çeşitli bakteri ve virüsler barındırarak Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA), Lyme hastalığı, Q ateşi, kene kaynaklı ansefalit, Akdeniz benekli ateşi, granülositik erlihyoz ve babezyoz gibi hastalıkları insanlara bulaştırabileceğine dikkat çeken Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Dilek Leyla Mamçu, özellikle KKKA’nın, ülkemiz için önemli bir risk oluşturduğunu hatırlattı.
Kenelerden bulaşan hastalıkların kenelerin doğada yaygın olarak bulundukları bahar ve yaz aylarında daha fazla görüldüğünü kaydeden Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Bağ, bahçe, tarla, orman, mesire yeri, açık alan gibi yerlerde bulunan keneler insan vücuduna tutunarak kan emme esnasında bu mikroorganizmaları insana bulaştırırlar.” dedi.
KENELERDEN KORUNMAK İÇİN NELER YAPMALIYIZ?
Dr. Dilek Leyla Mamçu, kenelerden korunmak için alınabilecek önlemleri şöyle sıraladı:
“Tarla, bağ, bahçe, orman ve piknik alanları gibi kene yönünden riskli alanlara gidilirken, kenelerin vücuda girmesini engellemek amacıyla mümkün olduğu kadar vücudu örten giysiler giyilmeli, pantolon paçaları çorapların içerisine sokulmalı ve ayrıca kenelerin elbise üzerinde rahat görülebilmesi için açık renkli kıyafetler tercih edilmeli. Oturulacak yerlere de açık renkli örtü serilmeli. Hayvanların üzerindeki keneye, hayvanların kan ve idrarına çıplak elle dokunulmamalı. Riskli alanlardan döndükten sonra kene olup olmadığını görmek için vücudun ve elbiselerin her yerine dikkatlice bakılmalı. Vücudun özellikle diz arkası, koltuk altları, kulak arkası, ense, saç dipleri ve kasıklar dâhil kontrol edilmeli ya da ettirilmeli.”
KİMLER RİSK ALTINDA?
Veterinerler, mezbaha işçileri, dış ortamlarda çalışanlar ve hayvancılıkla uğraşanların risk altında olduğunu belirten Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Hayvan kesimi yapan işçiler hastalığa yakalanabilirler. Hayvancılıkla uğraşanlar eldiven ve uzun önlükler kullanmalı, infekte doku ve kan ile temas etmemeliler. Ayrıca deri koruyucu kimyasallar da kullanılabilir.” dedi.
KENE TUTUNMUŞSA NE YAPILMALI?
Dr. Dilek Leyla Mamçu, kene tutunmuşsa yapılması gerekenleri de şöyle anlattı:
“Kene tutunmuş ise hiç vakit kaybetmeden çıplak el ile dokunmamak şartıyla vücuda tutunduğu en yakın yerden tutarak uygun bir malzeme ile (kağıt mendil, bez, naylon poşet, eldiven gibi) çıkarılmalıdır. Çıkarılamıyorsa en yakın sağlık kuruluşuna başvurulmalıdır. Kene çıkarıldıktan sonra alkol ile bölge silinmelidir.” şeklinde bilgi verdi.
KKKA VİRÜSÜNÜN BULAŞMASI DURUMUNDA NE OLUR?
KKKA virüsünün bulaşması durumunda 3-7 günlük bir kuluçka süresini takiben aniden ateşin 39-41 derecelere yükseldiğini dile getiren Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Kas ağrıları, baş ağrısı bulantı, kusma, ishal gözlerde kızarıklık gibi belirtiler başlar. Bu dönem 3-5 gün sürer. Bu dönemde kişinin hastaneye başvurması ve derhal tedaviye başlanması son derece kritiktir. Bu dönemin sonunda pıhtılaşma mekanizmaları ve karaciğer fonksiyonlarının bozulması ile hastada kanamalar başlar. Döküntü, cilt altı kanama, burun kanaması, iç organlara ve vücut boşluklarına kanama sonucunda şok ve çoklu organ yetmezliği gelişebilir. Hastanede uygun tedavi alan vakalarda bu tarz ciddi komplikasyonlar oluşmadan iyileşme dönemi başlar, ateş düşer, kanamalar durur ve hastalar 1-4 haftada tamamen iyileşirler.” diye anlattı.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes