#hippokampus
Explore tagged Tumblr posts
Text
Happy anniversary to the Pandaemonium raid series!
#pandaemonium#anabaseios#abyssos#ffxiv#ff14#final fantasy#erichthonios#hippokampus#phoinix#hesperos#proto carbuncle#hegemone#agdistis#hephaistos#kokytos#themis#athena#lahabrea#dragula#video#my video#my stuff#meet our monsters
376 notes
·
View notes
Text
Aina ku kuulen sanan "hippokampus" ainut asia, mikä tulee mieleen, on
32 notes
·
View notes
Text
Pandaemonium isn’t my favorite (so far) of the raid series’ but one of the things I do really love about it, despite More Time Travel, is how it. kinda bucks the initial impressions of it? I guess everyone might have had different ideas of what it’d be about, but to me it initially seemed like an ‘inmates running the asylum’ sort of deal, we know that the most dangerous of the Ancients’ creations were locked away there (imagined Meteion locked in Pandaemonium and made myself incredibly sad), and catastrophe would be imminent if they ever were to escape...
But most of the bosses and enemies you fight aren’t the creations? Or rather, aren’t just the creations. There’s the Hippokampus, the Phoinix, and the Proto-Carbuncle, but all the rest are either a Warder or a Warder that’s partially fused/corrupted with one of the contained creatures. And while most of the Warder bosses can said to be ‘corrupted’, it seems to me less like they’re corrupted by their charges, it never seems like “oh the creature is mind controlling the Warder” or shit, it’s that they’re instead corrupted by the power Pandaemonium offers, the power they receive through melding themselves, the power that they have already had over their charges.
And this fits perfectly, in my opinion, with Hermes’ role in the Elpis arc, the Ancients’ cardinal sin, that these immortal being with their power over life and death, Hermes’ distress over having to basically un-create/euthanize these living creatures he (or his colleagues) created, these creatures that should, however monstrous, still have the same right to life.
You stick a bunch of these Warders in Pandaemonium, with power over beings that their Ancient race has created, and tell them their most important duty is to make sure these incredibly dangerous creatures don’t escape, and of course that power is going to corrupt, and that, to me, is more the true villain of Pandaemonium, rather than specifically Hephaistos, it’s the power inherent the sort of creation magics the Ancients’ wielded, the power to decide who lives and dies, who gets to exist and who doesn’t, the same power Emet-Selch and the Ascians would later abuse with the Rejoinings, the idea that, with their creation magics and utopia and “perfect” society, that their species gets to live on and not ours.
6 notes
·
View notes
Text
ngl, i don’t really remember full wipes on hippokampus happening at all after like. week one honestly
whereas of the six runs it took me to get my totem on p10 this week, there were wipes on at least half of them
nothing like running p10 and wiping three times before you clear cos of those fucking towers people can’t flex for and then still not getting the piece of gear you need
#it’s a fun fight ngl#but because it’s a normal mode no one does any sort of tower priority#and there’s a heal check that seems to be an issue atm#give it a couple more weeks and the fight will probably even out as most people get full raid gear etc etc#glad i decided not to try savage this tier tho cos I don’t have the energy to pf it if normal mode is like this
7 notes
·
View notes
Photo
This piece started out from a doll-sized broken rocking horse that had been painted patriotic colors. I found it in a freight car bin of random discarded objects at a recycling center I visited in Seattle during a trip to see friends on Vashon Island. His legs had been brutally broken off which made him a perfect specimen for transformation into a mythical sea creature. Using air-dry clay I sculpted tail fins to his back and adhered a crab claw to his front. His body is carefully sheathed in snakeskin and fish scales. His flowing mane is from a spiny sea fan. Legend has it that the Nereids were 50 sea-nymph daughters of Nereus, the Old Man of the Sea. They were goddesses of the Ocean's rich bounty and protectors of sailors and fishermen, coming to the aid of those in distress. The Nereids were able to entice and tame the creatures of the Aegean waters with their alluring beauty and the fish tailed horses known as Hippokampoi, became their trusted mounts. He Heard the Ocean Whisper, 2017 assemblage in the Myths & Legends series, 13" x 19" x 6" (Sold) #seahorse #nereids #aegeansea #myth #mythicalcreature #hippokampoi #hippokampus #waterhorse #kelpie #rockinghorse #ocean #seacreature #assemblage #assemblageart #assemblageartist #foundobjectart #diannehoffmanart #creativereuse #upcycle #recycle #mythology #legendhasit #seanymph #mermaids https://www.instagram.com/p/CakcvgPpvN2/?utm_medium=tumblr
#seahorse#nereids#aegeansea#myth#mythicalcreature#hippokampoi#hippokampus#waterhorse#kelpie#rockinghorse#ocean#seacreature#assemblage#assemblageart#assemblageartist#foundobjectart#diannehoffmanart#creativereuse#upcycle#recycle#mythology#legendhasit#seanymph#mermaids
1 note
·
View note
Photo
Day 16 Hippokampus
15 notes
·
View notes
Text
a(n incomplete) list of things lumi has been licked by
fatter cat
argos
morbol
a xaelan au ra
hippokampus
4 notes
·
View notes
Text
Got a P2S reclear last night after HOURS of work and people failing to live through Channeling Overflow 3.
Did Pandæmonium normal reclears today. It appears I went the most feral against the hippokampus, as the parse from that run was orange.
I am a spiteful being apparently
2 notes
·
View notes
Photo
Adana - Yumurtalik Yunan mitolojisinde Hippokampus olarak adlandırılan yarı balık yarı at Eros ' un dünyada tek mozaik. Hipokampus yunan mitolojiisnde Deniz canavarı deniz atı bir mitolojik yaratıktır Deniz tanrısı posedion'un atıdır. #hippocampus #posedion #mitoloji #adana #yumurtalik https://www.instagram.com/p/CA3c0Vll5UYVMERES6p7KkSfPCJjPjR67tsPlE0/?igshid=u3uxwl5fnnhe
3 notes
·
View notes
Text
Sigara ve Bağımlılık
Bağımlı bir beyin, bağımlı olmayan beyinlere göre farklı bir çalışma sistemine sahiptir. Genellikle beynin kontrol işlevleri zayıflamış, ödül ve istek merkezlerinin faaliyetleri ileri düzeyde artmıştır. Bu temel değişkenlikler, alışkanlıkların devam ettiği zaman içerisinde gittikçe ilerler ve bir süre sonra alışkanlıklar, bağımlılığa dönüşür.
Sigara tiryakiliği, özellikle tütün bitkisinde bulunan nikotin adlı bir maddenin etkisiyle gerçekleşir. Nikotin, bütün vücutta ve beyinde algılayıcıları bulunan, bedenimizin doğal salgılarından birisi olan asetilkolin molekülünün özel bir alıcısına bağlanır ve bu alıcıya sanki asetilkolin bağlanmış gibi bir etki oluşmasını sağlar.
Asetilkolin, öğrenme ve hafızaya alma süreçlerinden uyku-uyanıklık döngüsünün düzenlenmesine kadar birçok olayda rol oynayan temel bir sinir ileri maddesidir. Etkilerinden bir tanesi de beyindeki dopamin sistemini dolaylı olarak etkilemek ve ön beyinde, özellikle konsantrasyon, çalışma hafızası ve dikkat gibi devreleri güçlendirmektir. Sigarayla alınan nikotin ve diğer maddeler, bu etkiyi de taklit ederek, beyinde geçici bir tatmin ve uyarılma hissi oluşturur.
Sigara tüketimine devam edilmesi önce alışkanlık yapar. Her sigara içili��inde alınan kimyasallar, beyindeki tatmin devrelerini uyararak sigara içme davranışına dair devrelerin kuvvetlenmesine neden olur. Dolayısıyla bir süre sonra, bağımlılığın temel özelliklerinden birisi olan şiddetli arzu ve yoksunluk belirtileri başlar. Şiddetli arzu hali beynin başta “insula” adlı bölgesi olmak üzere, “hippokampus ve amigdala” gibi bölgelerin de işe karıştığı karmaşık bir duygulanım sisteminin ürünüdür. Yoksunluk dediğimiz durum ise özellikle ön beyne giden dopamin sinirlerinden salgılanan dopamin miktarının azalmasına bağlı olarak hissedilen huzursuzluk hali ve bunun tetiklediği davranış tepkileridir.
Sigaranın zararları günümüzde herkes tarafından bilinmekle birlikte, insanlar nasıl bu kadar çok sigara tüketebiliyor? Bu durum, insan psikolojisindeki temel bir savunma mekanizmasına dayanır. Yapılan birçok psikolojik test, insanların kendilerini diğer insanlara göre daha az yanılır, daha isabetli kararlar verir olarak değerlendirdiklerini göstermekte. İnsanların çoğu, ölümcül hastalıklara yakalanmak konusunda diğer insanlara göre daha az risk taşıdıklarına, daha zeki, daha kontrollü ve daha açık görüşlü olduklarına inanır. Bu etki, psikolojik bir koruma kalkanı gibi insanların birçoğunda bulunur ve aslında beynin daha rahat bir psikolojik ortam sağlamak üzere başvurduğu hilelerden sadece birisidir.
Yıllar boyunca sigara tüketmiş bir insanın beyninde, yıllar boyu tekrarlı uyarılmaya bağlı olarak, söz konusu devreler ileri derecede kuvvetlenmiştir. Birçok sigara tiryakisi, defalarca sigara bırakma girişiminde bulunur, çünkü sigara tüketimi devam ederken bu alışkanlığı bırakmak genellikle birçok tiryakiye fikren oldukça kolay gelir. Fakat bırakma denemesinden sonra günler içinde önce artan, sonra azalan bir dizi arzu nöbetleri silsilesi hissedilir. Bir hafta yahut on gün sonra beyindeki kimyasal madde seviyeleri büyük oranda eski haline dönmesine rağmen, arada bir, özellikle sigarayı hatırlatan ortam ve uyaranlarla karşı karşıya kalındığında sigara içme isteği kendini gösterebilir.
Bu istek genellikle kimyasal kökenli değildir, yani beyinde miktarı azalan dopamin gibi doğrudan bir sebeple ortaya çıkmaz. Yıllar içinde geçici tatmin amacıyla devreye sokulan sigara içme davranışına ait devrelerin yoğun şekilde sinyal göndermesinden kaynaklanır. Genellikle 2-3 dakika süren bu arz dönemleri basit nefes çalışmaları ve dikkati başka yöne çevirmek suretiyle bertaraf edilebilir. Sadece birkaç hafta içerisinde kimyasal bağımlılık ortadan kalkmış, geriye sadece davranış alışkanlıklarına bağlı ve üstesinden kolay gelinebilir bir güdü kalmıştır. Bununla beraber, genellikle gerçek hayat bu kitabi bilgilerden daha renkli ve daha öngörülemezdir.
Sinan Canan, Değişen Be(y)nim
33 notes
·
View notes
Text
Malang - Bungurasih Jumat, 12 Juli 2019
Suara khas pengamen jalanan memenuhi seisi bis. Sekarang aku sedang dalam perjalanan menuju Bungurasih. Perjalanan terasa begitu lancar dan nyaman tanpa penuh sesak penumpang yang tidak kebagian kursi.
Ini sudah pengamen kedua yang menyuarakan lagunya dalam bis. Masih pagi, suaranya tentu masih lantang dengan improvisasi yang ia buat semenarik mungkin. Setelah seluruh bait lagunya telah usai, tangannya menjulur memohon sedikit recehan. Perhentian dadakan di pinggir jalan memberi kesempatan pada asongan untuk menawarkan jajanannya.
Terlintas lagi dalam bayanganku, pertanyaan yang seringkali kupertanyakan pada diri sendiri.
"Mau jadi apa aku kelak?"
Semua orang berusaha keras untuk survive. Aku pun harusnya begitu. Namun aku bahkan belum mengerti mau jadi apa setelah lulus nanti. Bekerja sesuai passion sudah menjadi keinginan semua orang. Bekerja linier dengan bidang studi di perguruan tinggi adalah impian semua orang, setidaknya supaya ilmu dan tugas-tugas selama 4 tahun tidak sia-sia.
Hippokampus melemparku pada perkataan Mbak D, yang telah lulus dan kini bekerja mengabdi pada sekolah. “Halah, dek, sekarang mah nggak mesti, kuliah apa, kerjanya apa. Pokoknya dijalanin ae” dengan senyum tulus seperti menunjukkan bahwa itulah realitas yang berlaku saat ini. Hmm... Apa aku sudah dapat jawabannya? Sepertinya belum.
2 notes
·
View notes
Text
8. Rome
There and Back Again… an Interrailing Story
8 cities, 6 countries, 4 weeks, 2 rainbows, 1 camera
PART ONE — Rome
June 4th, 2018
After dragging ourselves out of bed we split the last bowl of cereal and had a kinder-brioss each. The biggest fault of Italy? Many would say facism, or the mafias, or Mussolini himself, but they would all be sorely wrong. Italy’s biggest crime is their lack of kettles. I mean, the Leaning Tower of Pisa and the Colosseum are nice and all, but have you ever had a nice cuppa in the early morning. Not to be defeated by the Italians and determined to bring some semblance of english propriety to this Roman visit, I old-fashioned boiled water in a pan and threw some teabags in. The second fault of Italy? Their love affair with espresso. Which leads to a consequential lack of normal sized cups. Let me tell you, you haven’t truly lived until you’ve started your morning with with an espresso shot of earl grey that you brewed in a pot.
Surviving the trauma of the morning tea extravaganza, we were forced to cower like frightened, baby deer as Claudia brought a new guest into the apartment. After hiding under the bed sheets like the confrontation-avoidant Brits we are, we finally got our arses into gear. We left the apartment and successfully navigated the bridge between Rome’s two metro lines and found ourselves at Piazza del Spagna aka the Spanish Steps.
After a brief trot up the steps and down again, we treated ourselves to more gelato - we are in Italy after all - before weaving up an down Rome’s artsy streets on the way to the Trevi Fountain.
The journey was broken up by quick pops into shops - where we quickly discovered that everything is always cheaper and better in the last shop. One remarkable event saw a lady try to buy a bottle of water and a single can of coke with a 50 euro note, to which the cashier just *looked into the camera like [he] was on the office*.
Our Italian meanderings ended a the Fountana di Trevi. This is an incredibly impressive piece of architecture and well deserving of its fame. I first visited this fountain 13 years ago when I was six, I guess the myth that tossing a coin in the fountain means you’ll return to Rome is true.
The steps were jam-packed like Piccadilly Circus - or the circle line at rush hour - but we successfully fought our way to the front and a boomerang a piece, serves as proof to our coin-tossing skills. We spent a moment just sat at the side of the fountain reigning in our dreams like Poseidon and his hippokampus (or Neptune I guess - silly Romans). Deciding it to be a good day well spent we once again navigated Rome’s public transport system home.
We finally briefly met the resident of Room One - we still don’t know his name so we’re calling him John. After a dinner of tortellini and cheap wine - seriously, you could taste every cent - we found ourselves here. Me writing these banging words of wisdom and Meg knitting on the sofa - quite picturesque really. Well it’s off to the Vatican tomorrow, so I’ve got to find something to cover those pesky knees and shoulders.
— Mira Sophia
P.S. Oh yeah, a KO country of clumsy yours truly may have restyled in a twisted ankle but we shall see. Oh well, what’s a holiday without a little injury.
#bumblingtravels#travel#travel blog#inter-railing#interrailing#europe#italy#rome#roma#trevi fountain#spanish steps#plazza del spagna#fountanna di trevi#train
12 notes
·
View notes
Note
Horse mermaid??? It’s called a hippocampus, and it’s from Greek mythology.
hippocampus is a brain part, hippokampus is a horse mermaid. i know this im cultured in horses
9 notes
·
View notes
Note
Where did the title come from? - Kampos
ooOOOO! A fun one!! I always hoped someone would ask or figure it out
“Hippocampus, region of the brain that is associated primarily with memory. The name hippocampus is derived from the Greek hippokampus (hippos, meaning “horse,” and kampos, meaning “sea monster”), since the structure's shape resembles that of a sea horse.”
The hippocampus is named as such because it looks like a seahorse! I wanted the title to be intriguing and unique so I looked up the original Greek origin of it, and kampos just jumped out at me!
6 notes
·
View notes
Text
Braucht der menschliche Hippokampus neue Nervenzellen?
Neuer Beitrag veröffentlicht bei https://melby.de/braucht-der-menschliche-hippokampus-neue-nervenzellen/
Braucht der menschliche Hippokampus neue Nervenzellen?
Photogen: der Hippokampus einer Rennmaus in einer Versilberungsfärbung. Im kleinere „C“ unten rechts entstehen die neuen Neuronen. Und zwar genau dort, wo im Präparat der Riss weiß schimmert. Bild: Konrad Lehmann
Braucht der menschliche Hippokampus neue Nervenzellen?
Geht es ohne neue Zellen?
Auf einer Seite lesen
Eine vielbeachtete Studie behauptet, dass er sie nicht bekommt. Einige Gedanken zu den Reaktionen und Folgen
Es gibt nur zwei Gebiete im Großhirn der Säugetiere, in denen noch nach der Geburt neue Nervenzellen entstehen: die Wand der Seitenventrikel und der Gyrus dentatus im Hippokampus. Seitdem Techniken zur Verfügung stehen, um die neuen Zellen einfach und zuverlässig anzufärben, fasziniert dieser Vorgang Wissenschaftler und Laien (Neuronales Upgrade, Warum erzeugt das Gehirn neue Neuronen?), verspricht Erneuerung doch intuitiv so etwas wie Jugend, Offenheit, Lernfähigkeit.
Dabei fällt auf, wie unterschiedlich sich die Aufmerksamkeit auf die beiden neuronenproduzierenden Regionen verteilt. Der Hippokampus ist, nun ja, sexy. Nicht nur sieht er photogen aus mit seinen ineinandergeschobenen Cs, er ist zudem das „Tor zum Gedächtnis“, jene anatomische Instanz, durch die jede Erfahrung gehen muss, wenn sie dauerhaft deklarativ abgespeichert werden will.
Kein Patient der Psychiatriegeschichte (außer vielleicht Phineas Gage) ist berühmter als Henry Molaison (H.M., Henry M.), dem 1953 beide Hippokampi entfernt wurden, um seine Epilepsie zu heilen, und der seither in den weiteren 55 Jahren seines Lebens keine neuen Erinnerungen mehr bilden konnte. Obendrein hat der Hippokampus anscheinend etwas mit Stimmungen und Depression zu tun. Kein Wunder also, dass eine Suche in der medizinisch-biowissenschaftlichen Datenbank PubMed nach „(neurogenesis OR cell proliferation) AND (hippocampus OR hippocampal OR dentate)“ fast zehntausend Treffer ergibt.
Demgegenüber stehen nur etwas mehr als zweitausend Treffer für „(neurogenesis OR cell proliferation) AND subventricular NOT embryonic“. Denn die Zellen aus der subventrikulären Zone (also der Ventrikelwand) wandern „nur“ in den Riechkolben ein. Wir Menschen, zumal im Abendland, geben nicht viel auf unseren Riechsinn. Und jedenfalls, nicht wahr, ist Riechen doch weniger sexy als das Rätsel der Erinnerung?
Vergebliche Suche im Hippokampus
Es entbehrt daher nicht der Ironie, dass die Arbeitgruppe von Arturo Álvarez-Buylla an der University of California in San Francisco Anfang März großes Aufsehen mit einem Nature-Artikel erregte, in dem sie feststellte, dass die beteiligten Forscher trotz gründlicher Suche im Hippokampus erwachsener Menschen keine neuen Nervenzellen mehr finden konnten. In der Ventrikelwand hingegen schon. Selbstverständlich, wie auch mehrere Kommentatoren anmerkten, ist Nichtexistenz nicht beweisbar. Darum konnten die Erstautoren Shawn Sorrells und Mercedes Paredes mit ihren Kollegen nichts anderes tun, als ihre sorgfältige Suche zu dokumentieren. Sie verwendeten menschliches Gewebe aus zwei Quellen: Gehirne von Verstorbenen unterschiedlichen Alters, und Stücke aus dem Hippokampus, die Epileptikern rausoperiert worden waren, um den Anfallsherd zu entfernen. In diesen Proben wurden dann verschiedene Marker neugeborener Neuronen angefärbt, auch in Kombination. Es wurde dokumentiert, wo sich angefärbte Zellen fanden, und sogar in elektronenmikroskopischen Aufnahmen ihre Form berücksichtigt. Die Autoren fanden zahlreiche junge Neuronen in Föten, und auch zum Zeitpunkt der Geburt. Danach aber nahm die Dichte neugebildeter Nervenzellen rapide ab, näherte sich schon im Alter von sieben Jahren der Nulllinie, und erreichte diese bei 13 Jahren: So alt war das älteste Gehirn, in dem sich noch einzelne neue Neuronen finden ließen.
An den Methoden liegt es nicht.
Die Reaktionen auf diese Meldung sind aufschlussreich. Sowohl Nature als auch Science brachten redaktionelle Begleitartikel dazu, für welche sie das komplette Who’s Who der Neurogeneseforschung um Stellungnahmen baten. Es scheint, dass niemand den Befund wahrhaben will. „Room for error“, „not so clear-cut“, „wouldn’t close the books“, und so weiter, lauten die Zitate. Das Hauptargument der Skeptiker lautet, dass man bei immunhistochemischen Färbungen nie sicher sein könne, ob sie funktioniert haben – schon gar nicht in Gewebe, das erst Stunden nach dem Tod fixiert wurde und sich schon zersetzt haben kann. Das klingt zunächst plausibel, sticht aber nicht.
Denn erstens fand Álvarez-Buylla mit diesen Methoden durchaus neugeborene Nervenzellen in jüngeren Gehirnen. Er fand sogar welche in erwachsenen Gehirnen, etwa in der Ventrikelwand. Ja, sogar im Hippokampus funktionierten die Marker. Sie färbten nur eben keine Zellen in jener Schicht an, wo neue Neuronen entstehen. Und zweitens benutzte das Team eben darum auch frisch operiertes Gewebe von Epileptikern, das nach allen Regeln der Kunst konserviert wurde. Mit demselben Ergebnis.
Außerdem ist es, bei Licht betrachtet, gar nicht so erstaunlich, dass im erwachsenen Menschengehirn keine neuen Nervenzellen mehr im Hippokampus entstehen. Schon in der Ur-Arbeit, die als erste den Neuronennachschub im Rattenhirn zeigte, wurde auch der Altersverlauf untersucht. Und wenn auch die hyperbelförmige Kurve nicht ganz auf Null geht, so nähert sie sich der x-Achse doch schon im mittleren Rattenalter sehr eng an. Genauso sieht es bei Rennmäusen aus. Und Wale stellen anscheinend nach der Geburt überhaupt keine neuen Neuronen mehr her.
Auch die Truppe von Álvarez-Buylla schaute sicherheitshalber noch bei einer anderen Art, nämlich bei Makaken. Anders als Menschen bilden diese Primaten die Keimschicht, aus der im Hippokampus die neuen Neuronen sprießen. Aber auch bei ihnen sinkt die Neubildungsrate auf minimale Werte ab, wenn sie altern.
Leidenschaft Wissenschaft führt zu Vorannahmen
Wenn sich die Einwände der Kritiker durch einfache Lektüre des Artikels entkräften lassen – warum halten sie trotzdem daran fest?
Damit kommen wir auf den Anfang zurück: Wie jede Geburt, so trägt auch die Neuentstehung von Nervenzellen die Aura von Verheißung und Hoffnung. Der Hippokampus befindet sich im Gedächtnissystem des Schläfenlappens, wo bei der Alzheimer-Erkrankung zuerst Neuronen absterben. Man hatte gehofft, sie durch neugeborene Zellen ersetzen zu können.
Und außerdem gibt es einen interessanten Unterschied zwischen Álvarez-Buylla und seinen Kritikern. Álvarez-Buylla forscht seit Jahrzehnten daran, wie die Zellen des Gehirns entstehen. Auf diesem Gebiet ist er einer der weltweit führenden Forscher (was, nebenbei, ein zwar unwissenschaftliches, aber trotzdem überzeugendes Argument dafür ist, seine Ergebnisse ernstzunehmen). Er hat aufgeklärt, aus welchen Vorläuferzellen sich die neuen Neuronen bilden, und hat Entwicklungswege verschiedener Zelltypen untersucht. Ihre funktionale Einbindung hat ihn anscheinend nie sonderlich interessiert.
Im Gegensatz zu den Skeptikern. Die haben untersucht, wie sich die Neubildungsrate durch Stress oder Umweltbedingungen ändert, was das mit Depression oder Ängstlichkeit zu tun hat, oder wie Lernen und Vergessen durch neue Zellen verändert werden. Bei Nagetieren, versteht sich. All diese Forschungsrichtungen verlieren erheblich an Reiz, wenn sie für den erwachsenen Menschen irrelevant sein sollten.
Das soll keine bösartige Unterstellung sein. Ich finde das völlig normal, menschlich und sympathisch. Forscher begeistern sich für ihr Gebiet: Daraus speisen sich ihre Neugier und ihre Kreativität. Selbstverständlich überschätzen sie gerne die Bedeutung ihrer Forschung. Das merkt man an den einleitenden Sätzen nahezu jedes Forschungsartikels. Dass Wissenschaftler keine objektiven Denkmaschinen sind, sondern von Leidenschaften getriebene Menschen, wissen Wissenschaftstheoretiker seit Jahrzehnten, spätestens seit Kuhn und Feyerabend. Dieser Cartoon bringt das sehr treffend auf den Punkt.
Konrad Lehmann
Neues vom Gehirn
Essays zu Erkenntnissen der Neurobiologie
eBook 6,49 €
Telepolis heise online Quelle
قالب وردپرس
0 notes
Text
Aşık Olurken Beynimizde Ne Oluyor?
Yazar: Sinan Canan Güncelleme: 16 Temmuz 2018
İnsan hayatını etkisi altına alan en kuvvetli duygulardan birinin sinirsel temellerinden bahsetmek hiç de kolay değil. Hele konu aşk olunca işimiz iyice zorlaşıyor; zira insanın yazıyla kayda geçirme işini keşfinden beri üzerine en çok yazılıp çizilen, sayısız çeşitlemeleri üretilen ve birbiri ile bağlantısız görünen türevleri oldukça fazla olan hislerden bir tanesidir aşk. İlk intibada bir erkekle bir kadın arasındaki tutkulu bağlılık durumunu çağrıştırabildiği gibi bir insanın işine, kullandığı bir araca, maddi imkanlara, içinde yaşadığı çevreye olan tutkusu da genellikle aşk kelimesinin kapsamı içine dahil edilmiş. İşini aşkla yapmak, hayatı aşkla yaşamak gibi terimler insanın bütün kontrolünü eline alan bu güçlü duygunun çeşitli dışa vurumlarını anlatmak için sıklıkla kullandığımız benzetmelerdir. Bazı sufiler, aşkı “insanın rahatını, iştahını, uykusunu kaçıran tutku” olarak tanımlarlar. Gerçekten de iki insan arasındaki tutkuya indirgediğimizde aşk çok garip bir şeydir. Mesela “gözü kör”dür. Akıl yürütme melekelerini neredeyse tamamen köreltir. Aşık beyin, maşuktan başka bir şey düşünemez hale gelir. Aşk, maşukun olumsuz yönlerini mantıklı bir şekilde görüp irdeleyebilme yeteneğini insanın elinden çekip alır. Aşık olunan insan, melekler gibi temiz, hatasız bir varlık olarak görünür aşık bir zihne. Bu algının doğru olmadığı çok açıktır; fakat her birimiz ömrümüzde en az bir kere böyle garip bir halin içine düşmekten kendimizi kurtaramayız. Peki, neden böyle bir şey başımıza geliyor? Daha önemlisi, bu dünyada hem kendi hayatımızı sürdürmek hem de nesillerimizin devamını sağlamak için bize verilmiş bu zihinsel cihazlar acaba böyle mantıksız bir durumdan nasıl bir fayda sağlıyorlar? Bunun için “aşkın sinirbilimsel temelleri” oldukça aydınlatıcı bilgiler verebiliyor bize.
AŞKIN SİNİRSEL ÖZÜ Öncelikle “aşkın sinirbilimi” konusunu konuşacak isek aşkın tarifini belirgin bir şekilde sınırlamamız gerekiyor. Dolayısıyla burada “kadın ve erkek arasındaki tutkulu bağlılık” anlamındaki aşkı esas alacağız.
AŞK NASIL BAŞLAR? Bir insanın diğer bir insana “aşık” olması için en öncelikli uyaran “görsel” uyaranlardır. Yani ilk görüşte aşk gerçekten de mevcut olan bir mekanizmadır. Bir insanın görsel özellikleri, algıya ilk takılan ve beyinde en hızlı biçimde değerlendirilen ipuçlarını içerir. Elbette bundan hemen sonra söz konusu kişinin zekası, sesi, konuşma üslubu, kültürü, sosyal konumu gibi diğer etkenler gelir. Fakat araştırmacıların üzerinde uzlaştıkları nokta, giriş kapısının “görme” olduğu yönündedir. Bir diğer önemli bağlayıcı unsur ise insanlarda henüz mekanizması tam kanıtlanamamış olmakla beraber varlığına dair çarpıcı kanıtlara sahip olduğumuz “feromonlar” denilen koku sinyalleridir. Bu sinyaller sayesinde kendimize biyolojik olarak en uygun eşi seçme konusunda eşsiz yeteneklere sahibiz. Ter bezlerinden salgılanan “kokusuz” koku molekülleri olarak tanımlayabileceğimiz feromonlar, eş adaylarına genetik yapımız ve olası biyolojik uyumumuz hakkında bilincin algılayamadığı ama davranışlara sinyaller vererek bizi farkında olmadan doğru seçim yapmaya yönlendiriyor.
Karşı cinsten bir insanın görülmesi ve çekici olarak nitelenmesi, beyinde hem cinsel uyarılma hem de “tutkulu bağlılık”, yani aşk devrelerini uyarabiliyor. Birazdan göreceğimiz gibi aşk ile cinsel çekim süreçlerinin beyin mekanizması açısından örtüşen birçok yönleri vardır; fakat aşkı aşksız şehvetten ayıran çok önemli sinirsel mekanizmalar da mevcuttur. Hem cinsel arzu hem de aşk hissinin oluşmasında birçok beyin bölgesi işe karışırken “romantik aşk” diyebileceğimiz o özel süreci yöneten özel bölgelerin varlığını da biliyoruz.
AŞIK BEYİNDE NELER OLUYOR? Aşk hissi bir zihni işgal ettiğinde beynin çalışma sistemi hem beyin görüntüleme yöntemleri ile kolayca tespit edilebilecek hem de ortaya konan davranışlardan kolayca fark edilebilecek şekilde değişikliğe uğrar. Öncelikle, insan beyni “romantik aşkın” etkisi altında iken aktif hale gelen beyin bölgelerinin listesine bakmakta fayda var. Beyin tarama (işlevsel manyetik rezonans görüntülemesi; fMRI) sırasında deneklerin aşık oldukları kişilerin fotoğraflarını gördükleri yahut onlarla ilgili düşündükleri sırada hareketi artan beyin bölgeleri şunlar:
Insula bölgesinin iç kısımları (medial insula) Singüler korteksin ön bölümü (anterior cingulate cortex) Hippokampus Bazal gangliyonlara ait stiratum bölgesinin bazı bölümleri Akkumbens çekirdeği (nuc. accumbence) Aşık oldukları insanların fotoğraflarını gören kişilerin beyinlerinde diğer kişilerin fotoğraflarının gösterildiği durumlardan farklı olarak harekete geçen bölgeler görülüyor. Sarı ve kırmızı renkler faaliyet düzeylerini gösteriyor. Cer: Beyincik; hi: arka hippokampus; I: İnsula; P: Putamen; C: Kaudat çekirdek
Bu bölgelerden ilk üç tanesi beynimizin “korteks” dediğimiz kabuk bölümüne aittir ve aşkın istemli davranışlarımız üzerine olan etkilerinden bu bölgeler sorumludur. Aşık olunan kişiden başka bir şey düşünememe, her olay ve düşünceyi olabildiğince mantıksız bir şekilde maşukla ilişkilendirme, yemeden içmeden kesilme, sürekli bir heyecan ve içi içine sığmama hali (öfori) ve aşka dair diğer bildiğimiz hallerden işte bu bölgelerin aşırı faaliyetleri sorumludur. Listede adı geçen son iki bölge; yani stiratum ve akkumbens çekirdeği ise beyin yarım kürelerimizin iç kısmında yer alan bilinç dışı (korteks altı) sistemlere aittir. Bu bölgeler, aynı zamanda madde bağımlılığı gibi kişinin kontrolünü ele geçiren diğer durumlarda da aktifleşen ve aktif hale geldiklerinde kişiye “ödüllendirilmişlik” duygusu veren “ödül sistemi”nin en önemli parçalarıdır. Aşık olma durumunda, aşık olunan kişi ve o kişiyle ilgili hemen her şeyin sürekli zihni işgal etmesi ve zihnin her vesile ile aşık olunan kişi ile uğraşması, maşuku düşünme sırasında bu merkezler tarafından sağlanan “ödüllendirilme” hissi ile doğrudan ilişkilidir. İnsan aşkını düşündükçe kendisini ödüllendirilmiş hisseder, daha mutlu olur ve gittikçe onu daha fazla düşünmeye başlar. Dünyanın en tatlı kısır döngülerinden biri herhalde budur!
BEDENİN ORKESTRA ŞEFİ HİPOTALAMUS Bedenimizin hayatta kalmasını sağlayan milyonlarca farklı sistemin ahenk içinde çalışması için merkezi bir kontrol sistemine ihtiyaç var. Özellikle kan dolaşımımıza salgılanarak vücuttaki bütün sistemlerin eş güdümlü çalışmasını sağlayan hormon sistemimizi en üst düzeyde kontrol eden beynimizdeki hipotalamus bölgesi, 3 gramdan daha az bir ağırlığa sahip minicik bir beyin parçası olmasına rağmen inanılmaz işler başarır. Vücudumuzda meydana gelen ve bizi hayatta tutan bütün işlemlerin en üst kontrol merkezi olan hipotalamus, açlık-tokluk hislerimizden vücudumuzun su ve tuz dengesine, cinsel itkilerimizden duygusal durumlarımıza kadar hemen her şeyimizi kontrol edebilecek onlarca farklı merkez içerir. Aşık beyinde hipotalamusun faaliyetinin arttığına dair önemli bilgilerimiz mevcut. Yalnız burada da ilginç bir istisna var: romantik aşk ve cinsel istek durumlarında hipotalamusta bulunan bazı özel bölgelerin faaliyetlerinde belirgin bir artış olurken “anne aşkı” (maternal love) dediğimiz özel bağlılık durumunda hipotalamusun uyarılmadığını görüyoruz. Yani annenin yavrusuna karşı hissettiği o tutkulu bağlılık beyinde aşkın diğer çeşitlemelerine göre böyle bir farklılık arz ediyor. Buradan, hipotalamus uyarılmasının aşkın cinsel kısmı ile ilişkisi olduğu sonucunu çıkarmamız da böylece mümkün hale geliyor.
AŞKIN KİMYASALLARI DOPAMİN: Aşk duygusunun beyinde meydana getirdiği biyokimyasal değişiklikler hakkında oldukça fazla bilgimiz var. En iyi bildiklerimizin başında dopamin maddesinin artışı geliyor. Dopamin, yukarıda bahsettiğimiz “ödüllendirilme” merkezlerinin kullandığı bir kimyasal iletişim aracıdır ve bu sistemi uyaran her türlü hissi durum gibi aşk da dopamin düzeylerini artırır. Aynen madde bağımlılarında olduğu gibi dopaminin artışı insanın zihnini gittikçe şiddetlenen bir şekilde aşık olduğu kişiye bağlar ve ona bağımlı hale getirir.
SEROTONİN: Bir diğer madde, tokluk, ruh durumunun düzenliliği ve mutluluk düzeyimizle yakından ilgili olan serotonin (5-hidroksi triptamin) adlı kimyasal maddedir. Serotonin, aşkın ilk safhalarında seviyesi belirgin şekilde azalan bir maddedir. Normalde serotonin azlığı insanlarda depresyona eğilimi artırır ve depresyonun en yaygın tedavi yöntemlerinde biri de serotonin seviyesini arttıran ilaçlardır. Aşık bir beyinde genellikle hakim olan “bulutlu hava” hissi de muhtemelen bu serotonin eksikliğinden kaynaklanır ve bu “eksiklik” aşık olunan kişiyle bir araya gelerek tamamlanmak üzere kişinin bütün zihinsel ve fiziksel mesaisini maşukuna yöneltmesini sağlar.
NGF: Özellikle taze aşıklarda miktarının arttığını bildiğimiz bir başka madde ise sinir gelişim faktörü olarak bilinen NGF (neuro growth factor) adlı maddedir. Bu maddenin romantik duyguların ortaya çıkmasında çok önemli bir aracı olduğu konusunda geniş bir görüş birliği mevcut. NGF normal bir beyinde sinir gelişimini uyaran ve sinir sisteminin arızalarının giderilmesini kolaylaştıran etkilere de sahiptir. Dolayısıyla “aşkın insana iyi geldiğini” en azından NGF artışı bağlamında biyolojik bir nedene bağlamak mümkün. Bu arada, aşksız cinsel dürtülerin hakim olduğu durumlarda NGF artışı gözlenmiyor, onu da belirtelim.
OKSİTOSİN: Bir insan aşık olduğunda onu maşukuna bağlayan çok kuvvetli hisler yaşadığını; ondan bir an bile ayrı kalmak istemediğini biliriz. İnsanlar arasında bağlılığı sağlayan en önemli hormonlardan biri beynimizin hipotalamus bölgesinden salgılanan oksitosin adlı hormondur. Oksitosinin en bilinen özelliği cinsel birleşme sonrasında, doğumda ve doğum sonrası annenin süt salgılamasında çok önemli fizyolojik roller üstlendiğidir. Ama oksitosinin etkileri sadece bununla sınırlı değil. Birbirlerine sarılarak selamlaşan, hatta sadece tokalaşan insanlarda bile oksitosin düzeylerinin arttığını biliyoruz. Yani oksitosin sadece cinsel duygular açısından değil insanların diğer iletişim yolları açısından da birbirlerine bağlanmasını sağlayan bir kimyasal olarak iş görüyor. Annenin bebeğine olan düşkünlüğünün büyük oranda oksitosine bağlı olduğunu, oksitosin eksikliğinde bu duyguların doğru dürüst yaşanamadığını da biliyoruz. İşte aşk söz konusu olduğunda oksitosin hormonunun salgılanma miktarının artışı da o yüzden bizleri şaşırtmamalı. Gerçekten de aşık beyinde oksitosin normal bir beyinden katbekat fazla salınarak kişinin maşukuna başlanmasını sağlayan en önemli kimyasal altyapıyı oluşturuyor.
VAZOPRESSİN: Yaygın olarak bilinen fizyolojik işlevi açısından “vücuttan idrarla atılacak olan su miktarını kontrol eden” vazopressin (diğer adıyla anti-diüretik hormon; ADH) hormonu, aşık beyinden fazla salgılanan bir diğer madde. Vazopressin sadece idrarla ilgili işler görmüyor, özellikle erkeklerde saldırganlık davranışıyla doğrudan bir ilişkisi var. Saldırganlık sergileyen hayvanlarda vazopressin miktarının arttığını biliyoruz. Muhtemelen aşık bir beyinden fazlaca salgılanan vazopressin “aşkı için her şeyi yapmayı göze alan” aşıkları ortaya çıkaran önemli kimyasal sinyallerden biri.
AŞKIN GÖZÜ KÖRDÜR HEM DE GERÇEKTEN! Aşık bir beyinde normal bir beyne göre nelerin daha “fazla” salgılandığını ve faaliyete geçirildiğini kısaca gördük. Fakat aşk devreye girince beyinde faaliyeti azaltılan veya durdurulan bölgeler var. Bunları da anladığımızda aşkla ilgili kafa karıştıran birçok davranışın temellerini daha iyi fak edebiliyoruz.
ÖN BEYNİN BASKILANMASI YAHUT “AŞKA BAĞLI AKIL TUTULMASI” Aşık insanların beyinleri üzerinde yapılan görüntüleme çalışmalarının ortaya koyduğu en ilginç sonuçlardan biri beynin ön (frontal) bölgelerinde yer alan “akıl yürütme” ve “planlama” ile ilişkili bölgelerde izlenebilen baskılanma. Gerçekten de aşık bir beyinde akılcı ve eleştirel düşünmeyle ilgili ön beyin bölgeleri büyük oranda devreden çıkmakta. Bu bölgelerin baskılanması aşık bir insanda bize çok tanıdık gelen birkaç olayın açıklanmasını da kolaylaştırıyor aslında. Aşık olan insan hepimizin gayet iyi bildiği gibi maşukunun kusurlarını görmeme, iyilik ve güzelliklerini ise alabildiğine abartma eğilimindedir. Kritik düşünme yetisi zihnini çoktan terk etmiş olduğu için aslında gayet normal bir insan olan maşukunun her hareketinde bir hikmet aramaya, her halinden güzellikler devşirmeye başlar. Aşık zihin böylece adeta maşukunu güzellemeye adanmış bir çalışma sistemine döner. Ayrıca sakar aşık kalıbını bilirsiniz; aşık olan kişi, özellikle aşık olduğu insanla karşılaştığında kimi zaman eli ayağı birbirine dolanır, normalde yapmayacağı bir sürü saçma hareketi ardı ardına sergilemeye başlar. İşte bu “hareket koordinasyonsuzluğu” da muhtemelen bazı aşıklarda beynin ön kısmındaki baskılamanın çok geniş olması nedeniyle vücut hareketlerini planlayan frontal bölgeleri de etkisi altına almasından kaynaklanıyor olabilir.
Aşık bir beynin mantıklı düşünme bölgelerinin baskılanmasıyla ilgili ilginç bir bulgu daha var. Aşık insanlardaki bu akıl tutulması, sadece aşık olunan kişi söz konusu olduğunda geçerli. Aşık kişiler, meslekleri veya hayatın diğer alanlarıyla ilgili kararlar alırken akılcılıklarından pek bir şey kaybetmiyor. Yani aşık insanın aklını başından sadece maşuku alabiliyor!
Resim-2. Aşık bir beyinde, aşık olunan kişinin resimlerine bakarken faaliyetleri baskılanan bölgeler kırmızı ve sarı renklerle gösteriliyor. Özellikle beynin ön-sol tarafındaki alanın baskılanması ilginç; zira bu alan, “beğenilmeme-tiksinme” durumunda faaliyeti artan alanlardan birisi ve bu durumda tam tersi bir etki (hayranlık?) göze çarpıyor
Resim-3: Anne aşkı (maternal love) ve romantik aşk durumlarında baskılanmaya uğrayan (faaliyetleri azaltılan) beyin bölgelerinin işlevsel MRI’da görünüşü (sarı ve kırmızı renkler baskılanma düzeyini gösteriyor). mt: Orta şakak lobu; op: arkafa ve yankafa (oksipital-parietal) loblar arasındaki sınır; tp: temporal kutup; LPF: lateral prefrontal korteks. Özellikle LPF olarak işaretlenmiş, beynin ön bölümündeki alanların eleştirel akıl yürütme ile ilgili alanlar olması dikkat çekici.
CESUR AŞIKLAR! Aşık beyinde faaliyetlerinin baskılandığını bildiğimiz bir başka bölge de “amigdala” adlı korteks altı bir bölgedir. Amigdala, hislerimize yön veren “limbik sistem” adlı sistemin önemli bir parçasıdır. Latince “badem” anlamına gelen ismini beynin şakak (temporal) lobların içine gömülmüş badem biçimli yuvarlak bir bölge olmasından alır. Amigdala, özellikle korku, öfke ve fobiler gibi şiddetli duyguların hafızalarını depolayan ve bu duygularla ilişkili davranış kalıplarını yöneten en önemli bölgelerden biridir. Aşık beyinde amigdala bölgesinin faaliyetinin baskılanması, özellikle korku duygusunun azalmasını, kişinin normalde girmeyeceği risklere girmesini sağlar. Bu sayede “gözüpek aşık” modeli, aşkın bir yan etkisi olarak, beyinde kendiliğinden ortaya çıkıverir. Amigdalanın faaliyetini baskılayan bir diğer bilindik durum ise cinsel birleşmenin orgazm safhasında erkeklerde meydana gelen boşalma (ejekülasyon) anıdır.
Şekil 4. Hem erkek hem de kadınlarda anne aşkı (sarı) ve romantik aşk (kırmızı) sırasında aktifleşen bölgelerin görüntüleri. Çakışan birçok bölge olduğu gibi gerek maternal gerekse romantik aşka özel bölgelerin varlığı da dikkat çekiyor. aC: Ön singulat korteks aCv: aC’nin ventral bölümü C: Kaudat çekirdek I: İnsula; S: Striatum PAG: Periakuaduktal gri madde (bu bölge beyne giden ağrı duyusunun engellenmesinde de görev alır) hi: Hippokampus
PEKİ SONRA NE OLUYOR? Yukarıda da gördüğümüz gibi aşk duygusunun alevlendiği ilk dönemler dopamin, NGF ve vazopressin gibi kimyasalların arttığı, serotoninin azaldığı ve beyin kimyasının köklü bir biçimde değiştiği garip bir durumu karşımıza çıkarıyor. Gerçekten de taze aşıkların halleri, ömürlerinde aşkı tatmış insanlara dahi garip gelecek kadar sıra dışı olabiliyor. Artık bunun neden böyle olduğunu biliyoruz. Peki yıllar süren birlikteliklerden sonra bu duygular nasıl normale dönüyor yahut zaman geçtikçe aşk ölüyor mu?
Aşkın ilk başta gözlenen ateşli safhaları, aradaki muhtelif engellerin aşılarak maşukla bir olunmasını sağlayacak gücü insana vermesi bakımından elbette önemli. Fakat şu da bir gerçek ki bu tip kuvvetli duyguların bir ömür boyu insanları etki altına alması, biyolojimiz açısından pek faydalı bir durum olmayacaktır. Aşık olan insan, aşık olduğu kişi ile kalıcı bir birliktelik sağlamaya ve cinsel itkilerden kaynaklanan arzularını tatmin etmeye başladıktan sonra aşkın dönüşmeye başladığını görüyoruz. Uzun süre devam eden birlikteliklerde yukarıda saydığımız “aşık beyin” bulgularından birçoğunu bulamıyoruz. Ama görebildiğimiz bir şey var: bu insanlar, birbirleri olmadan yaşamaya dair bir hareket tarzı ortaya koyamıyorlar. Erkek ve kadın, uzun süreli ve başarılı bir birlikteliğin ardından tek bir bütünün parçaları olarak davranmaya başlıyorlar. Kısacası aşk ölmüyor; ama “dönüşüyor”. İlk dönemlerde hislerin ve duyguların etkisi, yani limbik sistemin komutları altında gerçekleşen “aşkın bacayı sardığı” dönemler, yıllar içinde beynin daha üst merkezleri tarafından yönetilen akılcı, insani, üst seviyeli bir birlikteliğe dönüşüyor.
Bu dönüşümün gerçekleşmediği durumlarda “aşkımız bitti” gibi gerekçelerle çiftlerin birbirlerinden ayrıldıklarını sıklıkla görebiliyoruz. Bunun en muhtemel nedeni, insanların çoğunun maşukuna değil aşkın o ilk safhalarındaki heyecana aşık olmaları. Aynen tehlikeli sporlara tutkun adrenalin bağımlıları gibi insanların önemli bir kısmı da beynin bu çocuksu itkilerine gem vurma konusunda isteksiz davranıyor ve her yaşta o “liseli aşk heyecanı” diyebileceğimiz heyecanı aramaktan kendilerini alıkoyamıyorlar. Kısacası insanın zihni yukarıda da belirttiğimiz gibi her zaman maşukunun peşinden gidiyor ve onu kaybetmeye kolay kolay dayanamıyor.
BÜTÜN BUNLARIN ANLAMI NE? Aşkın sinirbilimsel temellerine dair bu (olabildiğince) kısa özetten sonra bunların her birimiz için ne anlama geldiğini de elbette düşünmemiz gerekiyor. En başta “bu mantıksız görünen durumlar bize nasıl bir fayda sağlıyor?” diye sormuştuk. Aslında cevap oldukça basit: aşkın taze ve “alevli” olduğu dönemlere dair yukarıda sıraladığımız ilginç zihinsel durumlar, aşıkların bir araya gelmesini sağlayacak çok önemli itkileri ortaya çıkarmakta. Bu itkiler sayesinde insan türünün devamını sağlayacak cinsel birleşme ve dünyaya yeni bireyler kazandırma yolunda üzerimize düşen görevi büyük bir iştiyakla yerine getirebiliyoruz. Yani insanın aklını alan, elini ayağına dolaştıran bu garip his, yani aşk, türümüzün devamını sağlamaya yönelik en önemli mekanizmalardan biri. Bu mekanizmaların doğru çalışmadığı insanlar genlerini aktarma yeteneğinden de mahrum kalacakları için bu bozukluklarını da gelecek nesillere aktarma şansları düşük. Milyonlarca yıldır aynı kanunlar işlediği için bugün aşk denilen duygu karşısında neredeyse hepimiz aynı çaresizliği yaşıyoruz. İyi ki de yaşıyoruz, bu sayede (sayıları maalesef gittikçe azalsa da) mutlu yuvalarda sağlıklı zihinlerle çocuklarımızı yetiştirebilme yeteneğimizi halen muhafaza edebiliyoruz.
Elbette kültürel evrimin bizi biyolojik yasalarımızdan uzağa savurduğu birçok durum arasında aşk ve birliktelikler de paylarına düşeni alıyorlar. Çarpıtılmış estetik algılar, kozmetiklere boğulmuş insanlar, hislerine değil de kendilerine belletilmiş kalıplara göre yaşamaya mecbur kalmış topluluklar, bizi biyolojimize yerleştirilmiş bu paha biçilmez yetenekleri kullanamaz ve onlardan fayda devşiremez hale getiriyor. Halbuki milyonlarca yıllık yaşam planından edinilmiş bilgeliğin yanında günlük modaların ne kadar önemsiz olduğunu bir fark edebilsek mutluluk dediğimiz kelimenin anlamını çok daha iyi kavrayabileceğiz.
0 notes