#hava o kadar güzel ki
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ters dönecek anahtarlar bir gün elbet çıkacaksın ışığa
#bugün bi şarkısını sildim ve bunun yeri daha farklı olacak#hava o kadar güzel ki#tam cenaze havası var
1 note
·
View note
Text
yağmur yağarken ‘yağmur ne güzel yağıyor’ demekle 'ne güzel yağdırılıyor’ diye düşünmek arasında bile muazzam bir idrak farkı vardır.
Huzur-u daim sağlar.
.
#yağmur yağarken#rahmeti yudumlamak#yalnız o kadar güzel bir hava var ki#sabaha kadar ince ince yağdı bu yağmur#ramazan 8
49 notes
·
View notes
Text
ayyayayyaya 🧿
#sabah kalktım rahat rahat hazırlandım babam durağa kadar bıraktı beni hemen otobüs geldi peşine bindim bi yandan da podcast dinliyorum#neyse çorba içmeyi planladığım bölgenin yakınındaki durakta indim ama anksiyetem ağır bastı ve çorba içmeye gidemedim#okula doğru gitmeye başladım sonra okulun 15 20 metre uzağında bi lokanta gördüm minik bi yerdi yemekleri karıştıran yaşlı bi adam gördüm#ve çok samimi geldi saçları beyaz bi adam kibar kibar yemek koyuyor falan. neyse ilk başta yok yok gitmiyim falan diyordum ama bi şekilde#iç sesimi ikna ettim ve içeri girdim. dedim çorba var mı işkembeyle tavuk var dedi. tavuk alabilir miyim dedim. az mı dedi olur dedim.#neyse geçtim bi yere çorbayı getirdi küçük bi çocuk. arkada kısık sesle haberler açık hava çok soğuk ama içerisi sıcacık..#çorba güzel ortam samimi.. gözlüğüm buharlaştı çıkarıp koydum köşeye. 15 liraydı. mutlu çıktım. şoka gittim sonra. poşet çay aldım 20li#bi de 1.5 litrelik su aldım dedim melek bu şişe bitecek. okula gittim sonra. bizimkilerle sohbet ettik. teneffüste kek ve sıcak su aldım#çay içtim derste. öğle arası voleybol oynadık bi yandan da eski türkçe pop söyledik. bir öküz top atarak bardağımı kırdı#ama kendi kendime söylendim sadece mala bi şey anlatsan da anlamaz sonuçta#neyse gayet chill devam ediyordu. son derse girdik. öğretmenler kurs binasında yılbaşını kutlamak için pasta falan almışlar#bizimkiler de yalandan trip atıyor hocaya bizle neden yapmadınız yapabilirdiniz falan diye. hoca bi ara çıktı sınıftan. vicdan azabı#ile doldu bizimkiler. ya pasta almaya gitmişse diye. hoca beş dakika sonra geldi. derse başladı. biz dersin sonlarındayken de irfan abi#elinde bi kutuyla girdi içeri. ekler almış hoca bize 🥹🥹 sırayla döndürdük sınıfta herkese üç tane küçük düşüyordu. sona iki tane kaldı#bi tanesini aldım sonuncusunu da hocaya getiriyordum hoca dedi ki sen al ağzım doluydu ama ben aldım demeye çalıştım ve o an çok komikti#başladım gülmeye. yere oturdum en son. çiğneyemedim ağzımdakini nefessiz kalcam hani öyle gülüyorum hckwhdkwk ve tüm sınıf aynı şekil.#dedim hocam ben aldım dördüncüyü. sonra hoca da gülmeye başladı. sonuncusunu da o yedi. ay öyle iştee.#şakamatik gibi bir gün geçirdim bugün baya güldük. mutluydum da. diyom kesin haftanın kalanı bok gibi olacak#sınıf arkadaşlarım bardağın kırılmasını nazar çıktı olarak yorumladı. oladabilir idkk
10 notes
·
View notes
Text
Evli iş arkadaşım
2 yıldır ayni ofiste calistigim Tuğba 30 yaşında 10 yıldır evli, zaman içinde küçük kurlar flortler disinda birşey olmamisti, yılbaşı etkinligi duzenliyordu şirket, her personel yaninda 1 kisi daha getirebiliyordu, Tuğba da eşi ile gelmisti, eşi ile de ilk orda tanistim, sonrasinda beraber halı saha maclarina gider olduk artik kemal le de arkadas olmustum anlayacaginiz , artik Tuğba ile flört leşmek çok daha heycan verici olmustu, niyeti bozmuş artik bi firsatini bulup onunla sevişmek istediğimi açık bir şekilde ifade etmek istiyordum , firsat kovalar olmustum , son zamanlar şirkette işler yoğundu, sık sık mesayiye kaliyor , 11-12 gibi işten çıkar olmuştuk, bir gün yine mesaideyiz fakat bu sefer 9 gibi çıktık, bu firsati degerlendirmeliydim , ben aciktim istersen önce dışarda birseyler yiyelim sonra gecersin eve dedim , olur dedi bende açım, benim ev sirkete yarim saat mesafede tugbanin evde benim evden sonra bi yarim saat daha diyebiliriz ben ortada kaliyorum anlayacaginiz , bildigim guzel bir yer var oraya gidelim mi dedim , benim evin yakinlarinda , oraya gectik siparisleri verdik yerken sohbete basladik , yemekte konusurken , ya ben evde bi kac degisiklik yapicam dekorasyon, ama bilirsin kadinlarin bakış açısı çok daha güzel, heleki sen, ayri bir gözlem ve renk algin var , zevkine renk ve model secimlerine hayranim , sen bi baksan bi fikir versen olur mu dedim , capkinlik damarin tuttu galiba beni eve davet etmek için bahane mi ariyorsun dedi , bak ama demedim mi senin gözlem yetenegin iyi diye dedim , peki gidelim bakalim dedi , ama dur önce bi isim var dedi , telefonu cikartip kemal i aradi aşkım napiyorsun falan dedikten sonra , mesaideyiz aciktim bu sefer ofise siparis vermedik kafalarda iyice doldu bi cikalim hem hava alalim disarda yiyelim dedik arkadaslarla , sonra tekrar ofise gecicaz benim gelmem yine 12-1 leri bulur dedi, seni seviyorum diyip kapatti , artık Tuğba da karşı sinyali net bir şekilde vermişti, hesabi odeyip kalktik eve yuurumeye başladık zaten 5 dk lik mesafedeydi ev, mesaiyi benim evde bitiririz artik dedim , eve yururken , evde biten mesailer daha yorucu oluyor derler ama güzel gecerde diyor , bakalim deneyip gorelim dedi , eve gectik , kapiyi kapattigim gibi sarilip yapistim dudaklarina, ben atesliydim o benden ateşli, gece 12 ye kadar bi güzel sevstik , artik gitmem lazim diyip kalkti yataktan giyinmeye basladi bende o sira bi taksi cagirdim , arada böyle güzel mesailere kalmak lazim dedim , sen standarti bozma yeter , ben Tuğba sen Mert olarak kalirsak , mesaileri kim sevmezki diyip dudaklarimdan öpüp gitti, ertesi gün işte yine nirmal arkadaş gibiydik , 3-4 gün kadar gectikten sonra , firsatini buldugumda dedim ki , nezaman istersen mesaiye kalabiliriz ben dile getirmeyecegim , sen gerekli mesai bildirimini bana söyle yeter dedim , normal düzeni bizmadigin sürece, ben mesai zamanlarini sana ima ederim , mesaiye kaliriz dedi , yaklaşık 6 aydir bazen ayda 1 bazen 2 kere , belli ediyor istegini ve çok şehvetli oluyor
84 notes
·
View notes
Text
Çok Hızlı! (7) (Orhan 36 Y., Bursa)
Evime varınca güzelce bir duş aldım, sanki heryerim bal kaymak olmuş gibi yapış yapıştım. Gelirken aldığım mezeleri açtım. 2 kadeh rakı doldurdum balkondaki masaya, fotoğrafını çekip, "İkinci kadeh senin! Evde kimse yok!" deyip Merve'ye yolladım whatsapdan. Az sonra Merve balkona çıkıp gülümseyerek, "Yarım saat sonra!" diye yazdı. Saate baktım 21:30'du. Hava yeni kararmıştı.
Yan komşum emekliydi, yazlığa Mayıs ayında gider Kasımda dönerdi. Yaz olduğu için herkes ya tatilde, ya köyünde, ya yazlığındaydı. Benim blokta tek ışık vardı, o da ikinci katta oturan 75 yaşındaki, gözleri görmeyen, kulakları duymayan teyzenin dairedeydi. Tüm siteye göz gezdirdim. Benim araba dahil 6 tane araç vardı otoparkta, oysa kışın araba koyacak yer kalmazdı. Tüm dairelere baktım, benim balkona doğru ışığı yanan 2 daire vardı. Karşıdaki bloğun ön yüzü, yani otoparka bakmayan yüzü geniş bir caddeye baktığından çoğu kişi o taraftaki balkonlarını kullanıyordu. Yani biraz dikkatli davranırsak Merve'nin gelip gittiğini kimse göremezdi.
Yarım saat sonra Otoparktan başörtülü mantolu birisi geçti ve bizim binaya girdi, ama karanlıkta kim olduğunu seçemedim. Herhalde ikinci kattaki teyzenin kızı veya gelini dedim, birkaç kez görmüştüm gelip gittiklerini. Az sonra kapımdan tırmalanır gibi bir ses geldi. Kalkıp delikten baktım, başörtülü kadın sırtı dönük bizim kapıdaydı. Açtım kapıyı, buyrun diyemeden döndüğünde MERVE gülümsüyordu. İçeri girdi ve "Şaşırdın mı? Kamuflaj!" dedi. Sonra anlattı, meğer bizim doktor iç anadoludaki bir ilin bir kasabasındanmış. Çevresi mutaassıp, hatta sülalede açık kimse yokmuş, aralarında anlaşmışlar, Merve (ki 2 yılda bir falan bayramlarda gidip 1-2 gün kalırmış) oraya kapalı gider, kapalı dönermiş. "İlk kilometrenin sonunda çıkarıyorum!" dedi, gülüştük.
İçerdeki ışıkları da söndürüp onu balkona aldım. Kadehleri kaldırıp, "Bu harika güne!" dedim. "Harika adama!" dedi. Sonra usulca halıya uzanıp elimi uzattım. "Burda mı?" dedi. Görülürüz diye etrafına bakındı. O da kimselerin olmadığını görünce yanıma uzandı. "Bana bugün yaptığını tekrar yapar mısın?" dedi. "Sevdin mi?" dedim. "Bayıldım! O kısacık anda sayamadım, ama ardı ardına kaç kez orgazm oldum bir bilsen!" dedi. Onun bacaklarını dik ama kıvrık konuma getirdim. Gidip içeriden kirli sepetine baktım, bir çarşaf aldım. Getirip altına serdim.
Parmaklarımı daha amcığının dudaklarına değdirdiğimde bir anda kendini saldı. Daha yeni dokunmuş, parmaklarımı içine bile sokmamıştım bile, ama orgazm olduğuna yemin edebilirdim. Parmaklarım içinde piston gibi hareket ederken, diğer elimle ağzını kapatmama rağmen sesi balkonda yankılanıyordu. Öyle fışkırıyordu ki amının suları, parmaklarımı çekip bazen amının dudaklarını tokatlıyordum, daha da fazla fışkırtıyordu sularını. Bu kadar güzel bir kadının kölem gibi parmaklarımın ucunda kıvranışı kendime inanılmaz güvenmeme neden oluyordu. Eliyle elimi tutmaya çalışıyor, ama bunu hem bilinçsiz hem de tam olarak istemeden yapıyordu. Ki eli güçsüz ve amaçsız, sadece yeter der gibi sallanmasına rağmen, ağzından, "Öldürdün beni, ohhh aşkım, öldüm!" lafları dökülüyordu...
Alta, yanına yatıp, hemen üstüme çektim. Sanki son yüz metreye girmiş Gazi koşusundaki jokey gibi üzerime zıplıyor, arkaya uzattığı eliyle taşaklarımı avuçluyor, "Offf, nerdeydin sen aşkım, nerdeydin!" diye orgazm olurken beni de boşaltmıştı. Kalkıp oturduk, karanlıkta kadehlerimizi elimize alıp içmeye devam ettik. 10 dakika geçmeden kapı çaldı. Tırsıp 'Sus!' işareti yaptım Merve'ye. Gidip delikten baktım. Kapının önünde bir kadın duruyordu. En fazla 25'lerindeydi. Tanıyamadım, ama tişört ve şortumla kapıyı açtım.
Kadın, "Merhaba!" dedikten sonra eşimin adını söyleyip, "Çağırır mısınız?" dedi. "Şu an müsait değil, banyoda!" dedim. "Ben ikici kattaki Hacer hanımın geliniyim, görümcemle dönüşümlü olarak anneme yemek yapmaya geliyoruz, bu akşam sıra bendeydi, ama sıvı yağ kalmamış, varsa biraz sıvı yağ isteyecektim." dedi. "Bir saniye..." dedim, gidip mutfaktan getirip verdim. Kadın teşekkür edip, "Peki, selam söyleyin eşinize!" dedi. "Kim diyeyim?" dedim. "Güzin ben, iyi akşamlar!" dedi ve gitti. İçeri geçip, soran gözlerle bakan Merve'ye omuzlarımı silkeledim. Kadeh bitince de, "Aşkım ben gideyim, çocuklar uyanır falan!" deyip öpücüğümü verip gitti. Balkon camını açıp, giden Merve'nin arkasından bakarken, gözüm ikinci kat balkonundan bir yukarı kaydı. Bir giden mantolu kadına, bir bana bakan Güzin ile gözgöze geldik...
Ertesi günü sadece mesajlarla geçirdik, ama Sevgi çok ihmal edildiğini söylüyordu, ki kesinlikle haklıydı. Akşam eşim harika bir yemek yapmış, direkt evdeydim. Yemekte bana, "Aşkım, akşam gelen giden oldu mu?" diye sorunca başımdan kaynar sular döküldü. "Yooo!" dedim, ama bir an aklıma geldi, "Hacer teyzenin gelini mi neymiş, bir kadın yağ istedi, onu verdim!" dedim. "Ben de onu sordum, bana mesaj attı, ışığı yanık görünce yağ kalmamış var mı diye sordu, ben de Orhan evdedir, ben annemdeyim dedim!" dedi.
Karımın evde olmadığını bile bile neden gelmişti ki bu kadın? Yoksa, gördüm sobe mi diyordu? Kadınların bu ayak oyunlarına alışmaya başlamış, her hareketin altında bir şey arar olmuştum. O gece karımla güzel bir sikiş yaşadım, hapsız :) O uykuya dalınca, bir kadeh rakı koyup balkona çıktım. Merve sabırsızca oturduğu koltukta bira şişesini havaya kaldırıp, 3 diye işaret etti parmağıyla. Sonra da hiddetli bakışlarla telefonu işaret etti. Baktım 20 tane mesaj vardı. Sevgi, Fatma ve Merve'den. Kendi kendime, Lan oğlum aldın başına belayı! dedim :)
Öyle bir düzene oturtum ki, haftanın her günü birini sikiyordum. 15 günde bir Hikmet, ben, Fatma ve Seygi 4'lü yapıyor, masalar kuruyorduk. Bazen gün içinde hapımı alıp, akşam üstü Merve ile başlayıp, Sevgi ile devam edip, Fatma ile final yapıp eve geliyor, duştan sonra bir tur da karımı sikiyordum...
Nerdeyse bir ay sonra yaza veda pikniği adı altında bir etkinlik düzenlememiz gerekti. Tam o sırada kaza yapan İK şefi vefat etti. Uzun görüşmeler sonunda benim İK şefi olmama, muhasebeye de başka fabrikadan birinin atanmasına karar verilip, bana teklif edildi. Kabul edip harika bir organizasyon yaptım. Pazar günü fabrika bahçesinde mangallar yanmış, masalar kurulmuş, bira fıçıları dolup dolup boşalırken herkes eşleri ve çocukları ile fabrika dolaşıyor, kadınlar ve erkekler eşleri ve çocuklarına gururla çalıştıkları mekanları ve işlerini, işlerinin önemini anlatıyordu. Herkes mutlu mesut dolaşırken, ben organizasyonun kusursuz olması için uğraşırken, arada birkaç yudum bira içip kağıt bardaklarımı sağa sola soteliyordum.
Her çalışanın getireceği kişi sayısı için listeler asmıştık ve liste serbestti, kişi sınırlaması yoktu. Sevgi listeye 4 kişi yazdırmıştı. Kızı hariç, Fatma da davetliydi. Artık yemek servisi bitmiş, alkol almayanlar aileleri ile yavaş yavaş gidiyor, davul zurna eşliğinde alkol alanlar ortada oynarken, kazan dairesinde çalışan Ümit yanında bir bayanla yanaştı. Kadını bir yerden gözüm ısırıyordu. Selamlaştık. Ümit, "Orhan bey, ben bilmiyordum eşim söyledi, annemin üst kat komşusuymuşsunuz..." dedi. Kadına elimi uzatsam mı, dedim ama ayak bileklerine kadar kapalı, başı da komple bağlıydı. Tokalaşmaz deyip vazgeçtim. Zaten Ümit, "Müsaade istiyoruz biz, güzel organizasyondu, alkol olmasayadı..." diye son kısmı alçaltarak söyledi.
Ama kapıma gece yarısı gelen kadın sanki bu değil gibiydi. O kadın sadece başı yaşmaklı, ama nerdeyse üzerine yapışmış kıyafetler giymiş biriydi. Bir bira alıp karımın yanına oturdum. Karım, "Aşkım, Hacer teyzenin oğlu da burda çalışıyormuş, az önce Güzin'i gördüm, hani geçen yağ almaya gelen komşu gelini!" dedi. O an Sevgi, Hikmet ve Fatma geldi masaya ve "Orhan bey muhteşem bir ortam, teşekkür ederiz!" dedi Hikmet başta, sonra diğerleri sırayla. Herşey bitip 22:00 civarı eve döndüğümüzde, karım, Sevgi ve Fatma'nın bakışlarını sevmediğini, Hikmet'in de kendisine derin derin baktığını söyleyip, "Salak mı, sapık mı anlamadım!" dedi. "Yat hayatım, yorgunum!" dedim, ama aklıma da yazdım.
Artık İK bana bağlıydı, Pazartesi sabahı ilk iş Ümit'in kişisel dosyasına bakmak oldu. Acil durumlarda aranacak kişi bölümünde, Eş: Güzin - 05** *** ** ** yazan numarayı aradım. Saat 10:00'du. "Efendim?" dedi Güzin. Nne diyeceğimi bilemeden telefonu kapadım. Numaramı gizlemiş olsam da tedirgindim. Aslında konuya nasıl girecektim ki, Yağ borcunuz var, ne zaman ödeyeceksiniz mi diyecektim? Bir yandan Sevgi'ye, Fatma'ya ve Merve'ye cevap yetiştirip, bir yandan Güzin'e nasıl ulaşırım diye düşünüyordum. Sonra Facede aradım, fotolarına baktım. Genelde aşırı kapalı fotolar, değişik camilerde fotolar falan. Arkadaşlık isteği göndermekten başka çarem yoktu. Yolladım, ne olursa olsun deyip. Saniyesinde kabul edildi.
"Merhaba!" yazdım. "Merhaba Orhan bey!" diye cevap yazdı. O gün akşama dek yazıştık. Saat 16.00'da çıkarken, Güzin bana, "O duyduğum sesleri ben de çıkarmak istiyorum!" diye yazdı. Meğer Merve'yi girerken görmüş, sonrasında eşime yağ ile ilgili mesaj çekmiş, sonra kimsenin olmadığını bildiğinden bizim kapıya kulağını dayayıp dinlemiş, sesler kesilince de kapıyı çalmış. Kendime, Orhan daha belanı mı istiyorsun, elindekiler varken? derken, sıraya Güzin girmişti. Ya bitkisel haptan ölecektim, ya da karıma yakalanıp infaz edilecektim :)
Güzin de whatsap listeme eklenmişti. Ama bu akşam sıra Merve'deydi. Her zamanki saatte onu işyerinden aldım, eve gittik. Merve her zamankinden temkinli girerken eve, elemanı okul arkadaşının hasta olup evde olduğunu söyledi. Sessizce odamıza geçtik, ama parmaklarım harekete geçince Merve sessiz olamıyordu. Onun çok sevdiği iki parmak her harekete geçtiğinde yeri göğü inletiyordu. Bir saat falan sonra sikişimiz bitip odadan çıktığımızda, mutfak tarafındaki harekete gözüm kaydı. İçeride muhteşem bir yaratık vardı: Sapsarı uzun dalgalı saçları sırtında, yemyeşil gözler, muhteşem bir yüz, taş gibi bir vücut. İnanılmaz güzel bir kadındı, burnunu çeker halde lavabo başında su içerek bize bakıyordu.
Merve farketmedi bile, ama ben orada kalıp ona çorbalar yapıp kendi elimle içirmek ister haldeydim :) Kadın yarı buruk, yarı gülümser halde baıyordu. Ama o anda yapacak bir şeyim yoktu, Merve ile birlikte çıktık. Güzin vardı daha, bu kadın da nerden çıktı diye düşündüm. Üstelik adını bile bilmiyordum. Benim kafa da, vücutta zıvanadan çıkmıştı artık :)
[Orhan]
69 notes
·
View notes
Text
Slm arkadaşlar biz Almanya dan 2 sevgiliyiz aslında 2 mizde evliyiz ben Ceyda 2011 yılında evlendim Almanya ya gelin olarak geldim kocam iş delisi para manyağı işten paradan başka hiçbir umrunda olmayan birisi şuan 47 yaşında ben 31 yaşımdayım aramızda 16 yaş fark var. Oldukça seksi bir kadınım dışarıda gören dönüp tekrar bakıyor o derece güzelim yani sevgilim aslında kocamın kuzeni aynı yaştayız 1 gün arayla doğmuşuz ben 14 kasım sevgilim cesur 15 kasım evlenip Almanya ya gittiğim günden beri cesur benimle birlikteydi eşim Almanya ya döner dönmez işe başladı o günden sonra cesur hep benim yanımda durdu bir yere gideceğim zaman cesur götürdü getirdi. Aradan geçen 5 yıl içinde kocamla en fazla 4 bilemedim 5 kez seks yapmıştım evlendiğimiz gece gerdekte 4 kez sikmişti ama gördüğüm göreceğim en uzun seks olmuştu cesur un bana ilgisini 7 . evlilik yıldönümümde anladım kaybolan kirli iç çamaşırımı cesurun ceketinin cebinde buldum o günden sonra cesuru düşünerek mastürbasyon yapıyordum bir kaç gün sonra cesura frikik verdim artık sikilmek istiyordum yanımda öküz gibi yatan bir koca istemiyordum . Günlerden cumaydı cesur abdest almış cuma namazı kılmaya gidecekti hava çok güzeldi Almanya da bu hava çok zor bulunur cesur cumadan sonra beni beni gezdir canım sıkılıyor dedim tamam dedi çıktı 1 saat sonra geldi ben iç çamaşırı giymeden mini minnacık bir etek ve üzerime dar bir bady giyindim cesur geldiğinde şok olmuştu bir süre dondu kaldı gülerek tokat attım hadi bakalım beni nereye götüreceksin dedim m50 dediği bir BMW arabası vardı siyah camlı lüks bir arabaydı arabaya binip yola çıktık gittiğimiz yer AVM ydi ben AVM de ne yapayım cesur şöyle güzel bir günde avmye mi gidilir diye kızdım hemen çıktık oradan 2 saat hiç konuşmadan yol gittik bu arada cesur a doğru dönüp bacaklarımı ikiye ayırıp çamaşır giymediğimi gösterdim elini uzattı amıma dokundu ormanlık alanın ortalarında arabayı durdurup el frenini çekti dudaklarıma yapıştı elleri boş durmuyor biriyle memelerimi okşuyor diğer eli amımı oynuyordu arka koltuğa geçirdi beni amımı yalamaya başladı ilk defa bir erkek amımı yalıyordu zevkten inliyordum bende cesur un sikini ağzıma aldım kocamın sikinden daha uzun daha kalındı kocam amımı hiç yalamadı ama sikini ağzıma çok soktu zorla emdirdi ama cesur un sikini kendi isteğimle aldım ağzıma o bana tatmadığım duyguları tattırıyordu ben daha önce orgazm olmadım nasıl bir duygu olduğunu bilmiyorum sizler belki yalan söylediğimi düşünürsünüz ama gerçekten hiç orgazm olmamıştım cesur emdikçe dilini bir yerime değdiriyor çok acayip bir haz veriyordu bana titreme geliyordu içimden cesur geliyorum yenge bırak sikimi yalama boşalacağım dedi . İlk regl dönemlerimde arkadaşım dilek abisinin porno dergilerini getirir oradaki anıları okurduk aklıma geldi sikini ağzımdan çıkartmadan saksoya devam ettim birden başımı tuttu boşalıyorum yut hepsini benim fahişe yengem yala yut hepsini diyerek bağırıyordu . Bütün döllerini yuttum tuzsuz tatsız jelatin gibi bir şeydi ufalmamıştı bacaklarımı koltukların üzerine koydu arasına girdi sikini amıma dayadı birden soktu sert bir şekilde girip çıkıyordu memelerimi badiden çıkarıp emmeye dişlemeye başladı ben kopmuştum zevk denizinde değil okyanusta kaybolmuştum tatmadığım ne kadar duygu varsa cesur bana bir bir tattırdı o gün ben ne kadar boşaldım bilmiyorum cesur beni eve götürdü banyoya soktu birlikte duşumuzu aldık giyindik artık evde rahmet rahat seks yapabilirdik mal bir kocam var çünkü sikemiyenin karısını sikerler o günden sonra cesur ile adet günlerimde anal ve sakso ile diğer günlerde normal seksimizi yapıyoruz mal kocamdan habersiz 3 kez bebek aldırdım artık çok mutluyum iyi ki cesur ile birlikte olmuşum . Hasan bey yayınlarsanız sevinirim isimler değiştirilmiştir merak etmeyin Türkiye ye geldiğimizde sizi tanımak isterim .
72 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing ▪︎
251. BÖLÜM - On bin tanrı mağarası - Bir sürü HuaHua ve LianLian -
Xie Lian kendisine nefes alamayacak kadar baskı yapan Hua Cheng'i gülerek vücudundan iterken, aralarındaki tutkulu hava henüz kaybolmamıştı ki, Xie Lian'ın aklına aniden bir şey geldi ve gelişigüzel bir şekilde, "Ah evet, San Lang, bin tanrı mağarasında..." dedi.
Hua Cheng'in kolu bir kez daha Xie Lian’ın göğsüne geldi. Kim bilir ne ile oynarken, tembelce, "hm? Bin tanrı mağarasına ne olmuş?"
Xie Lian, "Pek bir şey yok, birden aklıma geldi. TongLu'nun patlamasıyla birlikte, on bin tanrı mağarasındaki çok sayıda heykele bir şey oldu mu?"
Eğer durum gerçekten de böyleyse, bu çok yazık olurdu. Ne de olsa oradaki her heykel Hua Cheng tarafından özenle yapılmıştı ve o hepsini seviyordu. Hua Cheng, "Hayır, ondan önce bile bir bariyer kurmuştum. TongLu tamamen yıkılsa bile o mağaraya bir şey olmazdı."
İlgisi artan Xie Lian, "Gerçekten mi? Bu harika, o zaman gerçekten de her şey yoluna girecek. Gidip bir göz atmak istiyorum. Bakabilir miyim?"
Hua Cheng bir an tereddüt eder gibi oldu ama sonra rahatça gülümseyerek, "Elbette. Elbette Gege istediği zaman gidip bakabilir."
Xie Lian heyecanlandı, "O zaman yarın gidelim. Ne de olsa TongLu'nun kilidi açıldı ve her zaman girilebilir."
Hua Cheng kaşlarını kaldırarak, "Yarın mı? Pekâlâ."
Herhangi bir itirazda bulunmadı ve başka bir şey de söylemedi, ancak bir sonraki an, Xie Lian’ın üzerine geri döndü.
Xie Lian yanılıp yanılmadığından emin değildi, ancak gecenin ikinci yarısında Hua Cheng tarafından daha da şiddetli bir şekilde yuvarlandı, öyle ki neredeyse iki raunttan sonra Xie Lian uykuya dalmadan önce merhamet için ağlamak zorunda kaldı.
Gün aydınlanana kadar mışıl mışıl uyuyabilirdi. Ancak bir saatten kısa bir süre sonra, Xie Lian uykusunda vücudunun yanında bir hareket hissetti. Bakmak için gözlerini açtığında, diğer kişi çoktan gitmişti.
İrkildi, tüm uykusu kaçtı ve Xie Lian bir anda ayağa kalktı.
Üstünkörü bir temizlikten sonra, Xie Lian yavaşça yataktan kalktı ve "San Lang nereye gitti?" diye düşünerek çıkmak için kapıyı itti.
Bir gece uykusunun ortasında aniden ortadan kaybolmak - gerçekten de böyle bir şey ilk kez oluyordu. Ji Le Malikânesi'nin etrafında bir kez döndükten sonra o kişinin gölgesini bile göremeyen Xie Lian, Ji Le Malikânesi'nde ışınlanma için kullanılan bir oda olduğunu hatırladı ve bir göz atmaya gitti. Beklediği gibi, birisi o odanın kapısını açmıştı.
Kapının üzerine daha önce farklı bir dizi çizildiğini hatırladı. Ve şimdi, diziyi çizmek için kullanılan zinober henüz kurumamıştı bile. Xie Lian daha fazla düşünmeden kapıyı itti ve içeri girdi. Tekrar dışarı çıktığında, kapının dışında Ji Le Fang değil, zifiri karanlık vardı.
Xie Lian kapıyı kapattı ve avucundaki alevin etrafını aydınlatmasına yardım etti. Kendisini karşılayan manzarayı gördüğünde şaşkına döndü.
Mesafeyi daraltan ulaşım dizisinin varış noktasının karanlık ve kasvetli dev bir mağara olduğunu düşünmek.
On bin tanrı mağarası!
Hua Cheng gecenin bir yarısı neden tek başına bin tanrı mağarasına gitsin ki? Yarın birlikte gitmeye karar vermemişler miydi?
Neden bu gece ilk o geldi?
Başını sallayan Xie Lian, ateşi tutarak karanlık ve serin mağarada yavaşça yürümeye başladı.
Ayak sesleri etrafında yankılanıyordu. Heykellerin yüzlerini örtmek için kullanılan tül perdeler kaldırılmıştı. Etrafını saran karanlıkta, onunkine benzeyen sayısız yüz sessizliğini koruyordu. Bu görüntüyü düşünmek bile hâlâ dehşet uyandırıyordu. Xie Lian bir mağara odasının önünden geçerken bakışları gelişigüzel bir şekilde etrafı taradı. Mağaranın içinde, kaşlarında ve gözlerinde sıcak ve nazik bir ifade olan, elinde bir çiçek ve bir kılıçla duran, duruşu güzel bir 'tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli vardı.
Buradaki heykellerin sayısı gerçekten çok fazlaydı. Hua Cheng'in her şeyi yontmak için ne kadar uzun saatler ve ne kadar özenli bir çaba harcadığı ve heykellerin karanlıkta sessiz bir şekilde ne kadar zaman geçirdiğini kim bilebilirdi ki.
Bu düşünce aklına gelince, Xie Lian içini çekti. Heykele bakarak başını hafifçe eğdi ve "çok yalnız olmalı" diye mırıldandı.
Hem heykelleri oyan kişiye hem de heykellere atıfta bulunuyordu. 'Tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli başını salladı.
Xie Lian, "..."
Bu çok korkutucuydu.
Bir süre donup kaldıktan sonra, Xie Lian sonunda ne olduğunu anladı. Bunun nedeni büyük ölçüde sihirli enerjisinin yeni doldurulmuş olması ve tepeden tırnağa tüm vücudunun sihirli enerjiyle dolup taşmasıydı. Bu nedenle, burada durması heykelleri etkiledi ve canlanmalarına neden oldu.
Xie Lian aceleyle sihirli enerjisini dizginledi ama artık çok geçti. 'Tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli birkaç adım atmaya başlamıştı. Xie Lian’ın taşma noktasına gelecek kadar bol olan sihirli enerjisinden etkilendiği ve kimse onu ciddi bir niyetle kontrol etmeye çalışmadığı için, hareketleri sakardı ve bir "dong" ile tökezleyip düştü.
Xie Lian "dikkat et!" diyerek aceleyle kalkmasına yardım etti.
Onun yardımıyla ayağa kalkan heykelin yüzündeki küçük gülümseme hiç değişmedi ve hatta başını hafifçe kaldırıp teşekkür etmek için başını salladığında yüzünde asil ve gururlu bir ifade belirdi. Heykelin gururlu tavrını gören Xie Lian gülme isteğine engel olamadı ama "Hua Cheng'i gördün mü?" diyerek direndi.
Heykeller basit sesler çıkarabilirdi ama konuşmayı bilmezlerdi, tabii dil ve lisan yeteneğini kazanmış bir tanrı heykeli değilse. Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykeli bu soruyu duyduğunda, sanki kimden bahsettiğini bilmiyormuş gibi şaşkın bir ifade takındı. Xie Lian aniden anladı -o zamanki adam Hua Cheng'i tanıyordu. Bu yüzden sorusunu değiştirdi: "Kırmızılar giymiş birini gördün mü?"
Bunun üzerine heykel sonunda gülümsedi ve başını ilgisiz bir şekilde salladı. Xie Lian, "Hangi yöne doğru gittiğini biliyor musun?" diye sordu.
Bu kadar büyük bir mağara ve o da mağaraya aşina değildi, bu yüzden tek korkusu kaybolmaktı. Heykel mırıldandı ve ona bir yön işaret etti. Xie Lian "çok teşekkürler majesteleri" dedi.
Biraz yürüdükten sonra geri döndü. Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykeli yürüme mekaniğini hızla kavramış görünüyordu ve hatta olduğu yerde kılıç talimi yapıyordu, duruşu zarif ve mükemmeldi, sanki festivaldeki binlerce seyircinin bakışları önünde gösteri yapıyordu.
Ne yazık ki hayranlık duyacak kimse yoktu.
Çok geçmeden, Xie Lian bir kez daha yol ayrımıyla karşılaştı. Doğal olarak, başka bir heykelden yardım istemeye hazırlandı ve en yakın mağaraya doğru yürüdü. İçeri girer girmez, taş bir sunağın üzerinde oturan, elinde bir kavanoz şarap tutan ve umutsuzca içen insan şeklinde bir figür gördü.
Xie Lian, "..."
Bir anda şarap kavanozunu elinden kaptı ve "içmeyi bırak!" dedi.
Heykel de ona aitti, sadece yüzü biraz daha netti ve beyaz giysileri artık o kadar lüks değildi. Xie Lian şarap kavanozunu kapıp götürdüğünde, onu geri almaya çalıştı ama o şaşkın haliyle bunu başaramadı ve o kadar sinirlendi ki, aniden Xie Lian’a sarılıp gürültüyle ağlamadan önce sadece bir daire çizebildi.
Xie Lian şaşkındı ve "ağlamana gerek yok..." dedi.
Heykel sanki sonsuza dek haksızlığa ve zorbalığa uğramış gibi daha da çok ağladı ve artık şarabı kapmak yerine Xie Lian’a sarıldı ve bırakmayı reddetti. Xie Lian onun bu kadar yapışkan bir sarhoş olduğunu bilmiyordu ve heykele de sarılmaktan başka çaresi yoktu, hafifçe sırtını ovarak onu teselli etti, "tamam, tamam..."
İkinci kez baktığında, elindeki şarap kavanozunda şarap bile yoktu, bu yüzden kavanozu heykele geri vermesinin bir önemi yoktu ve "kırmızı giyinmiş birini gördün mü? Ne tarafa gitti?"
Heykel ona bir patikayı işaret etti ve Xie Lian ilerlemeye devam etmeden önce şarap kavanozunu yerine koydu. Heykel ağlamayı bırakmış, yerde otururken şarap kavanozuna sarılmış ve bir kez daha sersemlemişti.
Başını çevirip heykele bakan Xie Lian içini çekti ve ilerlemeye devam etti.
Bir süre sonra, gösterişli bir mağaranın önüne geldiğinde, metal zincirlerin birbirine sürtünmesi gibi bir ga-zhi ga-zhi sesi duydu.
Mağaranın çatısından bir salıncak sarkıtılmıştı ve salıncağın üzerinde, kraliyet ailesinin bir oğlunun kıyafetlerini giymiş, yüksek moralli, gençlik enerjisiyle dolu bir heykel oturuyordu. Yaklaşık on altı ya da on yedi yaşlarında bir çocuktu bu. Heykel salıncağın metal zincirlerine tutunmuş, kendini havaya göndermek için elinden geleni yapıyordu. Ancak salıncakta oturduğu için kendini kaldıramıyordu ve yüzünde sinirli bir ifade vardı. Durumu gören Xie Lian gelip birkaç kez iterek ona yardım etti.
Salıncak sonunda uçmaya başladı ve bununla birlikte birçok cübbe giymiş olan heykel sonunda mutlu oldu. Xie Lian bu fırsatı değerlendirerek sordu: "Kırmızılar giymiş birini gördün mü? Ne tarafa gitti?"
Heykel bir eliyle salıncağı kavradı ve diğer eliyle bir yönü işaret etti. Xie Lian onu birkaç kez daha itti ve "tamam, hoşça kal" dedi.
Ancak salıncak yaklaşık on kez daha havalandıktan sonra yavaş yavaş durdu. Kimse onu itmeden, genç heykeli bir kez daha hayal kırıklığına uğramış bir ifade göstererek şaşkın bir şekilde orada oturdu.
Bir süre sonra, Xie Lian "bu kadar olmalı" diye tahmin etti.
O anda aniden boğuk ve acı dolu küçük bir ses duydu ve irkilmekten kendini alamadı, "bu ses de ne?... nefes nefese mi?"
Bu ses az ilerideki mağaradan geliyordu. Xie Lian bakmak için içeri girdi. Mağaranın içinde taştan bir sunak vardı ve bu sunağın üzerinde yatay olarak uzanmış, başından bacaklarına kadar beyaz tül bir kumaşla örtülmüş ve yere doğru sarkan bir heykel görünüyordu. Tülün altındaki figür belirsizdi, bazen bir top gibi kıvrılıyor, bazen de sanki altındaki kişi işkence görüyormuş ve bu işkencenin içinde çırpınıyormuş gibi dönüp duruyordu.
"..."
Xie Lian tam yukarı çıkıp tülü çıkaracaktı ki arkasından bir el gözlerini kapadı. Aynı yönden gelen alçak bir ses, "Gege." diye iç geçirdi.
Xie Lian güldü ve sıcak bir sesle, "San Lang, bakmama izin vermiyorsun diye bunun ne olduğunu bilmeyeceğimi mi sanıyorsun?" dedi.
Hua Cheng uzun bir süre sonra tekrar iç çekti ve "Gege, yanılmışım" dedi.
Xie Lian, Hua Cheng'in elini çekip arkasına baktı ve "Wen rou xiang? (2. kitaptaki şekil değiştiren şehvet-polen çiçeği yaratıkları)" dedi.
Arkasında kırmızılar giymiş, uzun boylu ve yapılı bir adam duruyordu. Beklendiği gibi o Hua Cheng'di.
Bir eli alnında, olduğu yerde yakalandı ve sonunda itiraf etti, "...evet."
Şaşırmadım. Tahmin edileceği gibi, Hua Cheng'in bakmasına her zaman izin vermemesine şaşmamalı. Xie Lian, "Bu gece buraya geliyorsun, niyetin ben gelmeden önce bu heykeli saklamak mıydı?" dedi.
Hua Cheng başka bir yöne baktı ve "evet" dedi.
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. Gerçekten de bu heykeli görmesine izin vermeye cesaret edememiş miydi?
"Neden saklıyorsun ki?" dedi. Aslında o kadar da büyük bir şey değil. Sadece şimdi zor bir sorun ortaya çıktı..."
Ve bu zor sorun, Xie Lian'ın gelişinin istemeden de olsa tüm heykellerin hareket edebilmesine neden olmasıydı.
Bu kendi başına büyük bir şey değildi, ancak bu özel heykel için çok acı verici olabilirdi. Çünkü tüllü kumaşın altındaki heykel, Xie Lian’ın on yedi yaşındayken vahşi doğadaki mağarada Wen round xiang tarafından vurularak oyulmuş bir heykeliydi.
Diğer heykeller için kılıç talimi yapmak, içki içmek, salıncakta sallanmak, ne yapmak isterlerse yapsınlar sorun değildi. Sadece bu heykel şanssızdı, çiçek iblislerinin korkunç zehrinden etkilenmişti. Bu da "canlandıktan" sonra zehrin azabını çekmesi gerektiği anlamına geliyordu.
Tüllü kumaşının altından gelen ağır nefesler dayanılmaz bir acıyla doluydu ve bunu dinleyen Xie Lian zorlukla dayanabildi. O ruh yıkıcı ve kemik eritici geceyi hatırlayarak, "...bu kesinlikle acınacak bir durum. Eğer şimdi gidersem, sadece bir heykele mi dönüşecek?"
Eğer öyleyse, o zaman böyle bir eziyet çekmesine gerek kalmazdı. Ama Hua Cheng dedi ki, "Korkarım öyle olmayacak. Ne de olsa Gege'nin sihirli enerjisi şu anda aşağı yukarı en güçlü noktasında ve bu mağaradaki tüm heykeller etkilendi. Gitsen bile uzun bir süre daha hareket etmeye devam edecekler."
Bu çok fazla acı vericiydi. Xie Lian, "O zaman... başka bir yolu var mı?" dedi.
Hua Cheng'in her zaman bir planı vardı. Başını hafifçe salladı ve "Ben de az önce bunu düşünüyordum. Gege, benimle gel."
Xie Lian'ı başka bir mağaraya götürdü. İçeri girdikleri anda, Xie Lian'ın gözleri belli belirsiz açıldı. Mağarada bir erkek heykeli duruyordu; uzun ve sırık gibi bir vücudu vardı, kaşları ve gözleri yakışıklıydı, ağzının köşeleri hafifçe kıvrılmıştı, sağ gözünün olması gereken yerde bir göz bandı vardı, aşağı yukarı onu buraya getiren önündeki kırmızı cüppeli kişiye benziyordu.
Bunun bir hayalet kral heykeli olduğunu düşünmek! Xie Lian, "Bu..." dedi.
Hua Cheng, "Bu, durumun doğru olmadığını fark ettikten sonra aceleyle oyduğum bir şeydi. Uzun yıllardır yapmadığım için biraz paslanmışım. Gege, bir baksana, bana benziyor mu?"
Xie Lian bir süre dikkatle inceledikten sonra, "Çok beğendim! Ama..."
Hua Cheng "Ama... ne?" dedi.
Xie Lian gülümsedi ve "Ama senin kadar yakışıklı değil" dedi.
Hua Cheng de güldü.
Xie Lian hemen ardından konuştu: "Peki San Lang, bahsettiğin plan..."
Bu hayalet kral heykelinin, Wen xiang zehri tarafından zehirlenen tanrı heykeline yardım etmesine izin vermek miydi, "zehri serbest bırakmak mı?"
Hua Cheng bir süre sessiz kaldıktan sonra zoraki bir gülümsemeyle kendini toparladı ve bakışlarını Xie Lian’ın yüzüne sabitleyerek "evet" dedi.
İlk başta Xie Lian onun ifadesindeki hafif temkinliliği fark etmedi ve "kesinlikle bu yöntem de..." diye düşündü.
Anında etki gösteren bir tedavi yöntemi olmasına rağmen, sadece düşünmek bile aşırı derecede saçma geliyordu - açıkça söylemek gerekirse, hayalet Kral heykelini kullanarak kendisinin gençlik heykelinin bedenine girmek ve oradan zehri serbest bırakmak değil miydi?
Bunu yüksek sesle söylemek bile zor geldi.
Bir yanıt bulmaya çalışırken, Hua Cheng aniden önünde diz çöktü. Xie Lian irkildi ve aceleyle onu yukarı çekmeye çalışarak, "San Lang?" dedi. O ne yapıyordu?
Hua Cheng sessizce, "Majesteleri, saygısızlık ettim," dedi.
Xie Lian onu yukarı çekemedi, bu yüzden yanına çömeldi ve anlamadan, "nasıl saygısızlık yaptın?" dedi.
Ancak Hua Cheng ona baktı ve hafifçe nefesini içine çekerek sessizce şöyle dedi: "Majesteleri, lütfen bana inanın, bugün başka seçeneğim olmadığı için bunu yaptım. O Tanrı heykelini bizzat oymuş olsam da Ekselanslarının heykeline karşı en ufak bir saygısızlık ya da küfür niyetim olmadı. Eğer Ekselansları bu yöntemin uygun olmadığını düşünüyorsa, başka bir yöntem bulurum."
Sonunda Xie Lian, Hua Cheng'in neden bu kadar kasvetli davrandığını anladı.
İşin özüne inecek olursak, Xie Lian’ın bu kadar çok heykelini bizzat oymuş olması meselesine gelince, Hua Cheng nihayetinde Xie Lian’ın kendisini saldırgan, eylemlerini sapkın bulacağından endişeleniyordu. Bu yöntemi şimdi gündeme getirdiğinde, Xie Lian’ın kafasının saçma sapan düşüncelerle dolu olduğunu ve duygularının saygılı olmadığını düşünmesinden daha da fazla endişe duyması kaçınılmazdı.
Xie Lian içini çekerken gülümsedi ve iki eliyle Hua Cheng'i çekiştirerek sonunda onu ayağa kaldırdı. "Elbette sana inanıyorum. Bana karşı her zaman çok saygılı olduğunu biliyorum."
Ancak, "Hiçbir zaman en ufak bir küfür veya saygısızlık niyeti yoktu", bunu söylemek daha zordu. sonuçta, Hua Cheng kelebeklere dönüştükten sonra döndüğünden beri, her üç veya beş günde bir, QianDeng Tapınağı'ndaki tanrıya "küfretmek" istiyordu ve giderek daha cüretkâr hale geliyordu.
Xie Lian öksürerek, "Bu yöntemin... kötü bir yanı olmadığını hissediyorum. Çok iyi, çok iyi."
Ancak bu yöntemin esasen ne olduğunu düşününce yanakları hafifçe kızardı ve konuşmasının belki de fazla çekingen olduğunu hissetti.
Bu arada, onun iznini alan Hua Cheng yavaş yavaş sakinliğini toparladı. Xie Lian ellerini Hayalet Kral heykelinin omuzlarına koydu ve "Bu heykele bir kıvılcım vereyim mi?" dedi.
Hua Cheng gözlerini kırpıştırdı ve yavaşça gülerek, "Eğer Gege istiyorsa, reddetmeyeceğim" dedi.
Xie Lian başını salladı. Heykel hemen kaşlarını hafifçe kaldırdı. Durumu gören Xie Lian kendini tutamadı ve ellerini geri çekerek, "bu ��ekilde çok benziyor!" dedi.
Sanki bir şey hissetmiş gibi, birkaç figür yavaşça mağaranın dışında belirdi. Tanrı heykellerinden birkaçı, mağaradaki diğerlerine benzemeyen yeni heykele bakmak istercesine merakla etrafta toplandı. Hayalet Kral heykeli de onları fark etmiş gibi görünüyordu ve gözlerini kırpıştırdı ve kaşları daha da yukarı kalktı, sanki bir şey arıyormuş gibi görünse de, sadece neyin iyi olduğunu düşünüyordu. İkna ve kışkırtma karışımıyla, Xie Lian sonunda kendi heykellerinin bulunduğu grubu kenara itmeyi başardı, ancak göz ucuyla baktıktan sonra aniden, "Wen rou xiang heykeli nerede?" diye sordu.
Bunu doğrudan o talihsiz heykele atıfta bulunmak için kullanmaya başlamıştı. Bilinmeyen bir zamanda, taş sunağın üzerinde sadece beyaz tüllü bir bez bırakılmış ve o eğilimli Wen rou xiang heykeli ortadan kaybolmuştu!
Xie Lian bunun ne büyük bir felaket olduğunu düşündü ve elleri arkasında arkadan gelen Hua Cheng bile kaşlarını kaldırdı.
Xie Lian, "On bin tanrı mağarası çok büyük, bu kadar kısa sürede ayrılmak harika bir iş olmazdı. Hadi acele edip arayalım!"
Ama Hua Cheng, "Korkarım olmaz. Gege, bak."
Yere doğru işaret etti. Xie Lian bakmak için yanına geldi ve ancak o zaman yerde, son derece güçlü bir parmak kuvvetiyle doğrudan kayanın içine çekilmiş bir daire dizisi olduğunu keşfetti.
Işınlanma dizisi! Bu heykel Xie Lian'ın sihirli enerjisinin ne kadarını emmişti ki çıplak elleriyle bir Işınlanma dizisi çizebilmişti? Xie Lian olduğu yerde bayılmak istedi.
Heykel onun Wen rou xiang tarafından etkilendiği zamanki haliydi. Ya kaçtıktan sonra ölümlü dişilerle karşılaşırsa? Bugünden sonra ne tür garip ve kana susamış efsaneler ortaya çıkacaktı???
Dedi ki, "Ne zaman kaçtı? Nereye kaçmış olabilir?"
Hua Cheng dedi ki, "Gege, panik yapma. Öncelikle, düşünün, o sırada Wen rou xiang'dan etkilenen siz olsaydınız, arayacağınız ilk kişi kim olurdu?"
Bu zor bir soru değildi. Xie Lian aslında çok endişeli değildi ve çabucak sakinleşerek, "Sanırım..." dedi.
Daha konuşmasını bitiremeden, ruh iletişim dizisinde bir mesaj belirdi. Hazırlıksız yakalanan Xie Lian elini kaldırıp mesajı aldı ve Feng Xin’in sesinin kulağının dibinde yüksek sesle çınladığını duydu "Majesteleri! Korkunç bir şey, az önce sizi taklit eden bir yaratık vardı!"
...beklendiği gibi! O sırada, Xie Lian’ın en güçlü ve en etkili yardımcıları Feng Xin ve mu Qing idi ve böyle bir şey olursa, doğal olarak önce onları arayacaktı!
Neyse ki heykel sokaklarda çılgınca koşmak yerine önce Feng Xin'i aradı. Xie Lian bir nefes verdi ve aceleyle, "Hayır, hayır! O bir yaratık değil ve beni taklit etmiyor."
Feng Xin şok olmuştu. "Ne demek istiyorsun? Bir yaratık ya da taklit değil mi? Bana onun sen olduğunu söyleme??? Bu olamaz!"
Xie Lian: "O da değil! Pekala, şimdi nasıl? Onu yakaladın mı? Kaçmasına izin verme!"
Ama Feng Xin: "Çok geç, çoktan kaçtı!" dedi.
Xie Lian dedi ki, "Ne? Bu çok kötü!" dedi.
Feng Xin, "Evet, bu kötü. Çıplak ve etrafta koşuşturuyor, insanlar bunu görünce ne der?!"
Xie Lian, "Bekle, ne dedin sen? Çıplak mı? Ben... hayır, hiç kıyafet giymiyor mu???"
Feng Xin dedi ki, "aşağı yukarı! Giysileri var ama çok değil, sanki biri yırtmış gibi kırık dökük ve yırtık pırtık. Evet, eğer bir yaratık değilse ve bir taklit de değilse, o zaman nedir bu? Ne haltlar dönüyor burada? Bana heykel gibi göründü... bekle, heykel mi?"
"Tonglu'nun dibindeki o yerden mi kaçtı, siz ne yapıyorsunuz???" diye haykırdı.
Xie Lian da Wen rou xiang tarafından vurulduğunda üzerinde ne kadar giysi olduğunu artık tam olarak hatırlayamıyordu. O sırada kendini dayanılmaz hissetmişti ve sersemlik içinde kendi giysilerini yırtmış olabilirdi. "Sonra açıklarım! Hemen geliyorum!" dedi.
Bunu söyledikten sonra, ruh iletişim dizisinin bağlantısını kesti ve Hua Cheng'e, "San Lang, Xin Xian şehrine gitmemiz gerekiyor!" dedi. (Kelimenin tam anlamıyla: yeni ölümsüz şehir. Tıpkı hayaletlerin yaşadığı bir hayalet şehir olduğu gibi, tanrıların/ölümsüzlerin yaşadığı bir ölümsüz şehir de vardır).
Diğer tarafta, Hua Cheng yeni oyulmuş Hayalet Kral heykelini çoktan çözmüş ve onu avucunun içinde durabilecek daha küçük bir heykele dönüştürmüştü. "Pekâlâ!" dedi. Ve saniyeler içinde bir dizi çizdi.
Aradan neredeyse hiç zaman geçmemişti ki ikisi doğrudan Xin Xian Şehri'nin Nan Yang Sarayı'nda belirdi. Kapı açıldığı anda Feng Xin’i gördüler ve Feng Xin Hua Cheng'i gördüğü anda gözleri büyüdü, "Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, senin de burada ne işin var? Cennete ne için geldin?!"
Yıkım derecesindeki bir hayalet kral, bütün gün kendi bölgesinde itaatkâr bir şekilde kalmayı reddediyor, bunun yerine canı ne zaman isterse ölümsüzlerin şehrine gidiyordu - bu çok uygunsuzdu!
Hua Cheng onu görmezden geldi ve bir an dinlemek için başını eğerek, "Bülten nerede? Şüphesiz ki yukarı gökler sadece sözden ibaret değil ve hiçbir eylemi takip etmiyor."
Feng Xin doğal olarak Hua Cheng'in bahsettiği bülteni biliyordu. "Üst gök, Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’un tanrıları kurtarırken gösterdiği kahramanlıkları bütün bir yıl boyunca rapor etmeli" bülteni değil miydi bu? Alnında bir damar atmaya başladı ve şöyle dedi: "Gecenin bir yarısı haber yapacak ne var ki! Herkesin dinlenmeye ihtiyacı var, gündüz haber yaparız!"
Bunun üzerine Hua Cheng, konuyu daha fazla takip etmeyeceğini belirtircesine bir "oh" sesi çıkardı. Xie Lian, "Pekala, herkesin istediği gibi! Daha da önemlisi, gördüğünüz "ben" nerede? Ne tarafa gitti?"
Feng Xin bir yönü işaret ederek, "Oraya kaçtı, ben de tam kovalamak üzereydim, siz ikiniz de gelebilirsiniz!" dedi.
Birdenbire Xie Lian’ın kalbinde uğursuz bir önsezi hissi belirdi ve "Bir şey sorayım, o yön..." dedi.
Feng Xin net bir şekilde, "Xuan Zhen Sarayı'nın yönü." dedi.
Xie Lian, "..."
Hua Cheng derin bir sesle, "Git!" dedi.
İkisi de gecikmeye cesaret edemedi ve aceleyle Xuan Zhen Sarayı'na giderek ana kapıdan içeri daldılar. İçeri girdiklerinde Mu Qing’in sunakta oturduğunu gördüler, sanki az önce akıl almaz bir şey görmüş gibiydi, tüm vücudu dilsiz bir şok halindeydi. Xie Lian onun yanına gitti ve elini gözlerine doğru sallayarak, "Mu Qing?" dedi.
Xie Lian’ı görünce nihayet kendine geldi ama yüzündeki ifade büyük bir şok ifadesi olarak kaldı ve ancak uzun bir süre sonra, "Xie Lian, ne yapıyorsun?" dedi.
Xie Lian, "... Bir şey mi yaptım? Ben... Ben de mi ne yaptığımı bilmiyorum? Lütfen söyle bana?"
Mu Qing, hâlâ bakmaya devam ederek, "Neden şimdi, gecenin bir yarısı, kıyafetlerin darmadağınık bir halde Sarayıma koştun?" dedi.
"..."
Hua Cheng sırıttı.
Xie Lian, "İnsanların yanlış anlamasına neden olacak şekilde konuşma! Az önce gördüğün her neyse, o kesinlikle ben değildim!"
Mu Qing yüzünün yarısını ovuşturdu, sanki gördüğü şeyi gözlerinden çıkarabilmeyi diliyordu. Solgun ve hastalıklı bir yüz ifadesiyle, "Sen olmasan bile, seninle olan bağlantısı kaçınılmaz! O mağaradan bir heykel, değil mi? Siz ne yapıyorsunuz, toplumun ahlakına zarar veren böyle bir heykeli gecenin bir yarısı başıboş bırakıyorsunuz - Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur ile bu tür bir oyuna ihtiyacınız yok mu?"
Hua Cheng alaycı bir tavırla, "Bunun seninle ne ilgisi var?" dedi.
Mu Qing öfkeyle, "Ne demek istiyorsun, bunun benimle ne mi ilgisi var. Burası benim Sarayım!"
Hua Cheng yavaşça, "Ölümsüzler Şehri'nin yeniden inşasında benim de bir rolüm vardı," dedi.
Bu doğruydu, çünkü üst cennetler daha önce büyük zarar görmüştü ve bu yüzden bazı tanrılar Hayalet Şehrin başkanından gizlice yardım istemek zorunda kalmıştı. Doğru hesaplandığında, Hua Cheng olmadan Xin Xian Şehri'nin inşa edilmesi mümkün olmazdı. Xie Lian şöyle dedi: "Biz oyun oynamıyorduk. Bu bir kazaydı. Şimdi nerede?"
Mu Qing, "Benden bir kılıç kaptı ve kaçtı..." dedi.
Xie Lian daha fazlasını söylemesine bile gerek kalmadan kılıcın nereye gitmiş olabileceğini biliyordu. Xuan Zhen sarayının dışındaki bahçeden bir "dang dang" sesi geldi. Aynı anda Hua Cheng'in getirdiği küçük hayalet kral heykeli kendini aşağı bıraktı ve bahçeye doğru zıpladı, zıpladı.
Xie Lian hemen dışarı fırladı. Beklendiği gibi, Wen rou xiang heykeli bahçedeki sahte dağda duruyordu!
Heykelin giysileri darmadağınıktı, omuzlarının ve göğsünün yarısından fazlası çıplaktı. Alt kısımdaki kıyafetlerin de parçaları vardı ve eksikti, bu da genel olarak müstehcen bir görünüm veriyordu. Heykelin yüzünün tasarımı bir başka seviyedeydi, kaşları birbirine sıkıca kenetlenmişti, sanki cildini boyayan kırmızı kızarıklık ve üzerini kaplayan ince ter tabakası görülebiliyordu - buna tekinsiz bir işçilik parçası demek çok da yanlış olmazdı.
Ve gözlerinin önünde, heykel Xuan Zhen Sarayı'ndan kaptığı kılıcı tutuyordu -dang dang, dang dang! - ve tekrar tekrar kendini bıçaklamak için elinden geleni yapıyordu. Doğal olarak, Xie Lian’ın ilk seferinde yaptığı şeyi yapmayı, zehri serbest bırakmak için kendini yaralamayı düşünmüştü.
Ancak TongLu'da oluşan taşlar güçlü olduğu için kılıç delip geçememiş, bunun yerine eğilip kırılmış. Heykel umutsuzluğa kapılmış gibiydi ve avucunu kaldırarak, yeteneği paramparça olana kadar kafasına vurmak üzereymiş gibi görünüyordu. Xie Lian aceleyle seslendi: "Sakin ol! Sakin ol!"
Heykel ona donuk donuk baktı. Xie Lian uçarak karşıya geçti ve bir darbeyle heykeli sahte dağdan düşürerek mağarada ayakta duramayacağı bir deliğe düşmesine neden oldu. Hua Cheng de Xie Lian'ın yanına koştu ve bir şey fırlattı. Bu Hayalet Kral'ın heykeliydi!
Hayalet Kral heykelinin Hua Cheng tarafından yere atıldığını söylemek yerine, genç heykel tanrısını görünce kendini kurtarmak için mücadele ettiği ve bir çırpıda avucunu terk ettiği de söylenebilir. Havada orijinal boyutuna geri döndü ve tanrı heykelinin gövdesinin üstüne inerek onu kapladı. Altından ürkütücü bir nefes geldi.
Xie Lian aceleyle sahte dağdan atladı ve sesleri duyduktan sonra oraya gelen Mu Qing'i Xuan Zhen Sarayı'na doğru geri iterek, "Yeterli zaman yoktu! Çok özür dilerim, değerli toprağını biraz ödünç alalım!"
Mu Qing sarsıldı. "Siz ikiniz az önce ne yapıyordunuz? Xie Lian, "Başka bir gün açıklarım. Binlerce kez özür dilerim!"
Hua Cheng durgun bir sesle, "Özür dileyecek ne var? Bu kişinin hayatını defalarca kurtarmadın mı?"
Mu Qing: "Hayır, şimdi açıkça anlatsan iyi olur. Senin bir seni yere attığını, onun da bir onu yere attığını görür gibi oldum. Gözlerim yanılmıyor, değil mi? Peki siz ikiniz ne yapıyorsunuz? Şu anda sahte dağda neler oluyor?"
Bunun üzerine Xie Lian onu boynundan tutarak sarayın içine doğru sürüklemeye başladı. "Korkunç bir acil durum! Gerçekten, Mu Qing, oraya gitme! Neden kendine acı çektirmek istiyorsun ki?"
Mu Qing kükredi, "Xie Lian!!! Sarayımda ne yaptınız? Has*ktir cidden lanet olsun!"
"Biz yapmadık! Bu sadece bir kaza, gerçekten yeterli zaman yoktu... ve sen yine saçmalıyorsun!"
Bir saat sonra, iki heykel sonunda Xie Lian ve Hua Cheng’den aldıkları büyülü enerjiyi kullandılar.
Bir göz atmak için sahte dağın içine giren Xie Lian alnını ellerinin arasına aldı.
Hua Cheng heykelleri düzenlerken, Xie Lian kenarda durdu ve gelip bakmak isteyen Feng Xin ve Mu Qing’i sessizce engelledi. İçtenlikle, "Bunu görmek istemezsiniz," dedi.
Feng Xin doğal olarak meraklı bir insan değildi ve bir şeylerin iyi gitmediğini hissederek hemen geri çekildi. Ancak Mu Qing, bunun peşini bırakmadı ve yüzü eski bir çömleğin tabanı gibi simsiyah oldu ve öfkeyle kollarını savurarak mırıldandı: "İnanamıyorum... Buna inanamıyorum! Böyle bir şey olduğunu düşünmek! Sarayımda böyle bir şeyin olabileceğini düşünmek!"
Bundan sonra, sanki ruhu bedeninden uçup gitmiş gibiydi ve artık kendi sarayındaki sahte dağa doğrudan bakamıyordu. Xie Lian daha sonra bu bölgeyi bir darbeyle yerle bir edeceğinden çok şüpheleniyordu.
Doğruyu söylemek gerekirse, Xie Lian’ın kendisi de pek güven duymuyordu. Böylesine saçma bir kaza olabileceğini düşününce, utanıp utanmaması gerektiğini gerçekten bilmiyordu. İki heykele -hayır, şu andan itibaren "tek" heykel olarak kabul edilmeliler- dönüp bakarak, "Onlar... böyle mi kalacaklar?" dedi.
Hua Cheng, "aynen öyle" dedi. “Her neyse, ayrılamazlar."
Xie Lian yüzünü kapattı.
Hangi cennet görevlisinin böyle bir heykeli vardı! Ya biri görseydi? Bu sadece uygunsuz bir şeydi. Ne kadar sinir bozucu!
İnledi, "... San Lang, bunlar... onları iyi sakla. Kimsenin görmesine izin verme."
Hua Cheng güldü, "Bu kesin. Gege rahatlayabilir."
Bir bütün haline gelen bu iki heykeli bin tanrı mağarasına ve asıl yerlerine geri getirdikten sonra, Xie Lian sonunda alnındaki teri sildi.
Ve bin tanrı mağarasındaki diğer Xie Lian’lar bir kez daha merakla etrafta toplandılar ve Xie Lian tarafından bir kez daha ikna edilmek zorunda kaldılar: "Bu uygunsuz, bakmayın. Bu uygunsuz, bakmayın."
Heykellerin gitmekten başka çaresi yoktu. Heykelin son haline bakamamış olsalar da Wen rou xiang "Xie Lian"ın nihayet bir "yoldaşı" olmasını kıskanırcasına, uzaklaşırken arkalarına bakmaya devam ettiler.
Wen rou xiang zehri salınmıştı ama diğer heykellerde hâlâ bir eksiklik vardı. Tanrıları memnun eden veliaht prensin bir izleyicisi yoktu, sarhoş olanın yardım edecek kimsesi yoktu, salıncakta sallananın onu itecek kimsesi yoktu...
Xie Lian açgözlü hissetmekten kendini alamadı ve "keşke her Xie Lian’ın bir Hua Cheng'i olsaydı, o zaman her şey yoluna girerdi" diye düşündü.
Beklenmedik bir şekilde, Hua Cheng de aynı düşüncesini yüksek sesle söyledi, "Gege, her majestelerinin bir San Lang'ı olsa daha iyi olacağını düşünmüyor musun?"
İki insan kolayca bir araya gelmişti. O andan sonra, yeteneklerini sergiledikleri on bin tanrı mağarasında kaldılar.
Xie Lian birkaç dakika içinde Hua Cheng'in hantal görünümlü bir kayayı nasıl zarif bir taş heykele dönüştürdüğüne kendi gözleriyle şahit oldu. Bu beceri tarif edilemezdi çünkü Hua Cheng, onun Hua Cheng'in ne yaptığını net bir şekilde göremeyeceği kadar hızlıydı. Hua Cheng'in en başından beri tekniği yöntemle nasıl birleştirdiğini düşününce, Xie Lian’a sadece övmek kalmıştı.
Hua Cheng arkasını döndü ve kırık kaya parçalarıyla dolu bir zeminden, saçları dağınık, giysileri yırtık pırtık, yüzü bandajlarla kaplı, çok acınası görünen, yeni kıvrılmış bir çocuğu kaldırdı. Ellerinde de bırakamayacağı bir şey tutuyordu. Xie Lian elini çocuğun başının üzerine koydu. Çocuk hemen gözlerini kırpıştırdı ve başını çevirerek etrafına bakındı. Yakasının arkasını tutan biri olduğunu görünce şiddetli bir tekme attı.
Hua Cheng onun böyle bir şey yapacağını tahmin etmiş gibiydi ve kolayca sıyrıldı, onu kollarının arasına aldı ve istediği gibi çırpınmasına ve tekmelemesine izin verdi. Xie Lian küçük Hua Cheng’in bu kadar vahşi ruhlu olacağını tahmin etmemişti ve kahkahasını tutamayarak, "ah, ne kadar vahşi!" dedi.
Hua Cheng tısladı ve onu bir kenara fırlattı. Bu şekilde fırlatılan çocuk bir "dong" sesiyle yere yığıldı, ancak çok hızlı bir şekilde tekrar ayağa kalktı ve Hua Cheng’e sert bir bakışla baktı. Xie Lian çocuğun çok sert düştüğünden endişelendi ve ona doğru bir kol uzatarak, "San Lang, çok acımasızdın! Ya düşerken zarar görürse?" Eğer biri gerçekten sayıyorsa, bu çocuk neredeyse yeni doğmuştu!
Ama Hua Cheng hiçbir şey olmamış gibi, "Sorun değil. Çok inatçıdır."
Bu çocuk Hua Cheng'e karşı inanılmaz derecede sertti ama Xie Lian’a karşı dostça ve arkadaşça davranıyordu. Xie Lian'ın kendisine doğru el hareketi yaptığını gören çocuk tam ona doğru gitmek üzereydi ki, o anda çok uzakta olmayan tanrıları memnun eden veliaht prens heykeli bir şeyler sezmiş gibi yerinden kalkıp, bakışlarını onlara doğru sabitleyerek yanlarına doğru yürüdü.
Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykelini gören çocuk dondu kaldı ve bandajların arasından görünen tek gözü iyice büyüdü ve sanki onu yakalamak istercesine gürültüyle koşarak cübbesinin önüne düştü, ancak aynı zamanda Tanrı'nın cübbesini kirletmekten korkuyormuş gibi çok yaklaşmaya cesaret edemedi. Ancak uzun bir süre sonra elini dikkatlice kaldırdı ve az önce inatla açmayı reddettiği avucunu açtı.
Avucunun içinde bir çiçek saklı olduğu ortaya çıktı.
Veliaht Prens, sanki çiçeği alıyormuş gibi küçük bir gülümsemeyle elini kaldırdı ve kendi inisiyatifiyle onu yukarı taşıdı ve ikisi birlikte mutlu bir şekilde oradan ayrıldılar.
Onlara bakınca, içlerinden biri sonunda kılıç kullanmasını takdir edecek birini bulmuş, diğeri de sonunda çiçeğini sunabileceği birini bulmuştu.
Onları izlerken Xie Lian kendini oldukça güvende hissetti ve birden aklına başka bir soru geldi: "San Lang, oyma işini bitirdiğinde bu mağara bir sürü senin ve benim heykelimle dolmayacak mı? Birbirlerine karışırlar mı? Ne de olsa bir kısmı birbirine benziyor."
Ama Hua Cheng sessizce güldü ve "Hayır, karışmayacaklar." dedi.
"Neden?"
Hua Cheng tekrarladı, " karışmayacaklar."
Bakışlarını kaldırıp Xie Lian’a baktı ve hafif bir gülümsemeyle, "'Ekselansları' yanlışlıkla karıştırsa bile, 'ben' asla karıştırmayacağım. Çünkü her Hua Cheng sonsuza dek yalnızca bir majestelerinin takipçisi olacak, yalnızca bir kişiye adanacak. Ve bu yüzden asla birbirlerine karışmayacaklar."
Ve Xie Lian ona baktı ve şöyle dedi: "Ben de karıştırmayacağım. Her Xie Lian’ın en sadık takipçisi, sonsuza dek sadece bir kişi olacak, 'ben' bunu sonsuza dek hatırlayacağım. Ben..."
Bunu söyledikten sonra, birden garip bir şekilde utandığını hissetti.
Şu anda ikisi de iki küçük çocuk gibiydi ve birbirlerine hararetle "en çok sevdiğim kişi sonsuza dek sen olacaksın, sadece sen" diyorlardı. Samimi olsa da aynı zamanda çok çocukçaydı.
Çocukça olmasına rağmen, aynı zamanda çok samimiydi.
Bir anlık sessizliğin ardından, Xie Lian hafifçe öksürdü ve "o zaman... şimdi, veliaht prens majesteleri için , salıncağı itmesi için bir hayalet kral oyalım." dedi.
Salıncağı itmesine yardım edecek kimse olmadığı için çok yalnız ve sıkıntılı görünüyordu. Hua Cheng mutlu bir şekilde, "Tamam." dedi.
Xie Lian tekrar, "Peki ya şu şarap içen? Onu anlamak oldukça zor. Kafası karışık görünüyor ve hatta ağlıyor. Ah, burada çok fazla heykel var, Tanrı bilir her biri için ne zaman yontma işimiz biter?"
Hua Cheng gülerek, "Neden korkuyorsun? Acele etmeyelim, eninde sonunda buluşacaklar."
Xie Lian da gülümseyerek başını salladı ve hafif bir sesle, "Mn. Kesinlikle buluşacaklar."
Mağaranın içinde, başlangıçta ayrı olan iki heykel şimdi bir araya gelmişti.
Birbirlerine sıkıca sarılmak, birbirlerinin yüzlerine kendilerininkine çok yakın bir şekilde bakmak, bakışları ve bedenleri birbirine dolanmak, asla çözülmemek üzere - bu gerçekten birlikte olmak, asla ayrılmamaktı.
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#hualian#ling wen#feng xin#jian lan#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#mu qing#nan yang#xuan zhen
29 notes
·
View notes
Text
hücredeki adalının hikayesi
Taş duvar, demir, karyola ve yerlerde sayısız izmaritler,
Helanın pis kokusu, rutubetli, sıkıntılı, nikotinli,
İnsanı serseme çeviren kurşun gibi ağır bir hava,
Duvarlar sanki soğuk dalgaları imal ediyor.
İstediğiniz kadar üzerinize kalın şeyler giyinin,
Oligarşinin hücresinde soğuğu yenmek imkansız.
Ranzanın karşısında kafesli demir kapı,
Arkasında Mehmet.
Görevi dakikası dakikasına beni denetlemek
Mehmedim utanıyor, kahroluyor.
“Askerim ağam n'aparsın” diyor.
Aslında o’ da tutsak.
Ben hücre içinde, o hücre önünde.
Günde beş kez büyük başlar bakar içeriye;
Yüzlerinde tecessüs.
“Çılgın adam, 3-5 kişi ile koskoca karanlıklar
imparatorluğuna kafa tutan adalılar”
Ama yine de “çılgın adamın” karşısında
Bir eziklik duyuyorlar, o başka,
Gündüz, gece diye bir ayrım yoktur hücrede,
Zaman ve mekan özümlenmiş artık.
Sadece koldaki saattir, geceyi gündüzü bildiren.
Işık yirmi dört saat yanar.
Bir nefes, bir dumandır yoldaşım.
Cigaramı her çekişimde duman olur,
Uçar giderim, ta uzaklara,
Çoğu kere Ada'ma giderim,
Cigaramın dumanı, beni memleketime;
Ada'ma götürür.
Kahpe İstanbul'un, kahpe bir bölgesinde,
Bir evdeyim yoldaşlarımla beraber.
Bu ev, yoldaşlık- dostluk-kardeşlik-mertlik-kazanç ve sevgi evidir.
Bu evde, her şey o kadar güzel ve o kadar anlamlıdır ki…
Ev de değil ada, ada!
Satılmışlığın, kahpeliğin, riyakarlığın, adiliğin
ve her çeşit
aşağılık ve her çeşit yabancılaşmanın karışımı olan,
karanlık denizi'nin ortasında,
Güneşi batmayan bir ada.
Ben ne şuralıyım, ne buralı,
Adalıyım adalı,
Ada’m ormanlıktır.
Dostluk, yoldaşlık, mertlik ormanı,
bütün Ada'mı kaplar.
Erdemin güneşi, yirmi dört saat aydınlatır adamı
Biz ada sakinleri bilmeyiz karanlığı.
Ben Adalıyım ey kahpe hücre, Ada'lı
Doğru ya sen nereden bileceksin Ada'mı.
asırlık, feodal,
militarist, hücre.
Ya sen, öküze benzemek için kasılan, şişen
haset kurbağa hilkat garibesi bilir misin Adamı?
Dünya karanlıktır, güneşi batmayan böyle bir Ada
yeryüzünde yoktur.
Değilmi ki karanlıklar cücesi, zavallı acuze?
Ya sen yarasalar şairi, pişkin Cacomcho?
Değil şiirlerde, masallarda bile böyle bir ada yoktur.
böyle bir ada eşyanın tabiatına aykırıdır.
Senin için değil mi karanlıkların kapkara şairi?
Senin dediğin eşyanın değil,
karanlığın tabiatına aykırıdır.
Karanlık cüceleri, acuzeler, dürzüler…
Yarının Türkiyesi'nin hayvanat bahçesinde teşhir edilecekler…
Ada’m kalabalıktır hain hücre:
Elde mitralyözüyle,
Sierra Maestra'da, Falcon'da, Vietnam'da
Mozambik'te, Angola'da, Sina çöllerinde…
Özgürlüğün türküsünü söyleyenler.
Zulme, kahpeliğe, sömürüye karşı…
Dişiyle, tırnağıyla üç kıtada karşı koyanlar
benim evlatlarımdır kahpe hücre.
Benim adamın ormanlıklarından aldıkları fideleri,
“birer birer dikiyor, kahpeler koalisyonunun dünyasına
Kel dünya, Ada'mın ağaçlarıyla ayıbını örtüyor,
güzelleşiyor artık.
İyi bak bana feodal duvar, iyi tanı beni.
Seni yerle bir edecek Adalılar'ı iyi tanı.
Ada’m ve hemşerilerinin çoğu ne halde diye
dudak bükme, o…punun dölü utanç duvarı
Evet Ada'mı karanlığın suları bastı.
Evet, benim gibi birçok Adalı çirkef suların altında,
ama boşuna sevinme, Ada’m batmaz, yok olmaz
Ada’m sadece karanlık denizinde yerini değiştirdi.
Hepsi o kadar.
MAHİR ÇAYAN.
85 notes
·
View notes
Text
KAYNIM BENİ BOZDU
Ben Nurgül kaynım ile olan birlikteliğimizi anlatıcam. 20 yaşında görücü usulü ile Mithat ile evlendim. Ne ben istekliydim ne de o. Mithat daha önce evlilik yapmış. Karısını çok erken yaşta kaybetmişti. Ailesine eğer tekrardan evlenirse üstündeki bu buhrandan kurtulacağını düşünüp tekrar evlendirmişler. Kendisi benden 7 yaş büyüktü. Düğündü kınaydı derken evlendik. Ama Mithat benim yüzüme hiç bakmıyordu. Evde sanki hizmetçi gibiydim. Eli elime değmiyordu. Bende kaybı yüzünden pek üstüne gitmiyordum. Zamanla her şeyin düzeleceğini düşünerekten fazla kafa yormuyordum. Aylar geçti her şey aynıydı. Mithat sabah erken işe gider. Kendisi tır şoförüydü. Bazen birkaç gün bazen de bşr hafta sonra eve gelirdi. Her gelişinde sarhoş olur. Uyuyana kadar ağlardı. Bu duruma çok üzülüyordum. Ama elden bir şey gelmiyordu. Bu geç gelmeler artınca kadın başıma evde yalnız kalmama kayınpederim razı gelmedi. Mithatın abisini bizim eve yolladı. Kazım abi Mithat a göre daha güleryüzlü daha cana yakındı. Bazen samimiyetini aşacak el şakaları yapardı. Ben bazen rahatsız olsam da evde ses olduğu için gıkımı çıkarmazdım. Evleneli 2 ay geçmişti ama ben hala bakireydim. Bu durumu kimse bilmiyordu. Körpe bir gelindim. Kocam erkenden işe gider. Ben kazım abi ile yemek yer sohbet ederdik. Kazımın belirli bir işi yoktu gündelik işlere giderdi. Onun dışında hep beraberdik. Zamanla birlikte vakit geçirince kazımda daha rahat etmeye başladı. Küfürler,temaslar evin içinde boxerla gezmeler. Bazen boxerın önündeki o şişkinliği görünce ağzımın suyu akardı. O rahat olunca bende rahat davrandım tabi onun kadar değil. Evde sabahlığımla dolaşırdım. Göğüslerim belli olurdu. Kazım abi de gözlerini benden alamazdı. Onu tahrik etmek çok hoşuma gidiyordu. Arada sürtüşmeler oluyor acayip zevk alıyordum. Günlerden bir gün görümceme ziyarete gittik. Ev çok kalabalıktı ve bende aşırı bunalmıştım. Kazım abiye sıkıldığımı hava almak istediğimi söyledim. O da gel bşraz dolaşalım dedi. Tam çıkarken görümcem bebeğini bşraz gezdirmemizi söyledi. Aldık yanımıza arabayla geziyorduk. Ben ve görümcemin bebeği arka koltuktaydık. Biraz muhabbet ettikten sonra bebek ağlamaya başladı. Ben susturmaya çalışıyordum ama asla susmuyordu. Ordan kazım abi
-aç olmasın Yenge
-bilmem ki
-açtır açtır emzirsene
-abi bende süt yok ki
-olsun belki öyle susarda uyur
Giydiğim gömleğin düğmelerini açtım ve südyenimi aşağı çektim. Kazım abi aynadan Benim dolgun mememe bakıyordu. Bebek hemen yapıştı mememe.
-emiyor mu Nurgül
-evet abi
-şuna bak kimsenin dokunmadığı memelerime bir bebek açılış yaptı
-ne dedin yenge
Kahretsin sitem ederken bşraz sesli söylemiştim. Kaynım duymuştu. Ama haksız da sayılmazdım.
-valla şanslı kerata ya. Bebek olmak istedim şuan resmen
-süt gelmiyor ki
-süt için değil ki o güzelim memeler için
-ya abi deme öyle şeyler
-ne kızım doğruları söylüyorum valla benim senin gibi karım olucak ufff
Devamını getirmedi. Ben de aşırı heyecanlandım bu dediğinden.
-napalım abi kader işte ona böyle talih kuşu kondu ama acısından gözü hiçbir şey görmüyor
-sokayım onun acısına böyle bir karı bulmuş acı mı kalır
-ne sen sor ne de ben anlatayım abi. Kaç ay oldu eli elime değmedi. Üstüne de varmıyorum ama sizinkiler torun ister. Benim kusurlu olduğumu düşünürler hamile kalmazsam
-kocan asıl kusurlu olan benim güzel yengem. Şimdi kalkıp siksem seni 10 tane çocuk doğurursun evelallah. Bozma sen moralini
Bu cümlelerden sonra kazım abi daha da hoşuma gitmeye başladı. O sırada çocuk ağlayınca onu görümceme bıraktık eve döndük. Eve giderken de kazım abi bu konuyu tekrar konuşalım dedi.
263 notes
·
View notes
Text
Günaydın
#hava o kadar kötü ki#ve ben Beyza ya gideceğim#çünkü bana şalgamlı mantı yapacak#yoksa hiçbir güç beni evden çıkaramaz#beyza yı da çok özledim#ikisi birleşince mecbur gideceğim#güzel bir gün olsun
1 note
·
View note
Text
Zaman geçiyor ve iliklerime kadar ürperten o soğuk hala üzerime geliyor.
Sana birkaç kısa satır bile yazmak istedim, ama her zaman orada basılmaya hazır kelimelerle bitiyorum ve asla bir başı ya da sonu yok.
Sana o kadar çok şey anlatmak isterdim ki, uzun zamandır sen değil de yalnızlığım sen değilken, soğumakta olan o kahve eşliğinde yanında olup seninle sohbet edebilmek isterdim. geçti; hava değişti, hayat değişti.
Hala geceleri gözlerimi kapatıyorum, seni arıyorum, hayaller kuruyorum nerede Seni bulabilirim Bu doğru! Artık eskisi gibi ağlamıyorum, ruhum uzun süre yokluğunla yumuşadı, alıştım ama seni özlemekten vazgeçmiyorum, hatırladıkça bile hep gülümsedin, her şeyi adım adım öğrendim, o anlamam yıllarımı aldı.
Ama yine de bakışlarım boşlukta kayboluyor, kendimi incitmemek için boş bir zihinle ve seni hatırladıkça gülümsüyorum.
Hala kendimi geceleri hiçbir şey düşünmeden yıldızlara bakarken buluyorum.
Hala beni görüyor musun yoksa benim kadar özlüyor musun merak ediyorum.
Eskisi gibi ağlamadı, hayır! Gözyaşı denizi mi kurudu yoksa alışkanlık mı kalbime öğretmeyi bilmiyorum.
Henüz bilmiyorum ama böyle oldu. Seni tekrar görmek isterdim, sana sarılmak ve o kucakta yanımda kalmak, kokunun varlığımda emprenye olarak kalması, sesini yeniden kulağımda en güzel melodi olarak dinlemek ve o ezgiyi bir daha asla unutmamak isterdim. .
Hala bunu istiyorum, hala eskisi gibi, dün gibi yine benimle olmanı istiyorum. Yine de seni tekrar görmek istiyorum.
Seni hala çok özlüyorum..
Anladım diyemem ki! Suçluyum
Belki ben anlatamadım sana kendimi
Tutuştum, yandım da yokluğunda her gece
Yine gözyaşlarımla söndürdüm kalbimi
Her gün her dakika seni özlerdim
Bitmezdi kederim senin yanında bile
Susardım, gözlerime baktığın zaman
Mermer bir heykelin çaresizliğiyle
Oysa neler düşünürdüm sen yokken
Sana kavuşunca neler söylemek isterdim
Dakikalar bir ışık hızıyla geçerdi
Ayrılık başlayınca ben biterdim
En kötüsü beni koyup gitmendi
O öyle bir yalnızlıktı anlatılmaz
Hep yarım kalmış heyecanlar hazlar içinde
Biterdi bir kış, geçerdi bir yaz
Ve nice yıllar kovalardı birbirini
Gözlerimde gitgide büyürdü mesafeler
Bütün teselliler uzaklarda kalırdı
Bütün çiçekleriyle solardı bahçeler
Ne olurdu saadetlerin en büyüğü
İşte ellerimde al, diyebilseydim
Anlardın, ve hiç gitmezdin, değil mi
Bir gün duyduğum gibi kal diyebilseydim.:🗝️💓🗣️👣👥
20/11/2023
73 notes
·
View notes
Text
"ağrı kesici bitmiş, üni sınavı var, mezun senem bir yıl daha kaybedemem, psikoloğa tekrar mı gitsem ama yeni birine en baştan tekrar anlatmak istemiyorum, neden böyle söyledim ki, ödevim yetişmeyecek, dur müzik açayım, uyuyamıyorum, uyanamıyorum, sorsam mı acaba ama ya istemediği hâlde cevap vermek zorunda hissederse, yine çok uzun konuştum, çok sessiz kaldım, annem ben küçükken beni dövdüğü için pişman mıdır, nasıl kendimi anlatabilirim, zaten anlamayacaklar daha çok üzüleceğim, yorgunluğum hiç geçmiyor, düşüncelerimi susturmak zorundayım, odaklanamıyorum, hava mı alsam biraz, gün içinde tek başıma o kadar da kötü hissetmiyorum eve gelmesinler, hadi artık gelsinler çok sıkıldım, ailemle çok güzel zamanlar geçiriyorum, keşke başka şehirde Nilay'la yaşasam, kimseyle konuşmak istemiyorum, boş boş tüm günümü anlatmak istiyorum, yalan söylüyor, kimseyle tanışmak istemiyorum, hayatıma yeni arkadaşlar alsam çok güzel olur, bizimkiler sinirli evde yokmuşum gibi davranmalıyım, kulaklığım nerede, su içmeliyim çok halsiz hissediyorum ama kusmak istemiyorum, yemek yemeyi unutmuşum, çok fazla yedim bugün, gece uyursam kabus görürüm gün içinde uyumalıyım, depremde bunları giymiştim tekrar giyemem, zihnimde çığlık sesleri var, gözümün önünden gördüğüm cesetler gitmiyor, ders çalışmam lazım ama odaklanamıyorum, uyursam gerçeklikten soyutlanırım uyumalıyım, resim çizmeye ilham kalmadı, boşvermiş gibi davran, kendimi kandırmaktan sıkıldım, ne hissettiğimi ben de anlayamıyorum, boşluktayım, sadece Nilay'la konuşabiliyorum ama çözemiyoruz, keşke kendimin ablası veya kardeşi olsaydım, değerimi anlamıyorlar, ailem ablam ve kardeşime gösterdiği anlayışı keşke bana da gösterse, alttan alıyorum diye daha çok üstüme geliyorlar, babama anlatsam beni anlar ama birilerine bir şeyleri nasıl anlatırım bilmiyorum, evden çıkmak istemiyorum, eve dönmek istemiyorum, Nilay bize gelsin, kahve içmeliyim, bunaldım, umutluyum geleceğimden, yarın sabah uyanmak istemiyorum..
50 notes
·
View notes
Text
Köy günlükleri vol 2;
Ben onların kültürünü öğrenirken onlarada kendi kültürümü öğretmek istedim. Sütlaç bizim oralarda bayramda olmazsa olmazıdır. Mutlaka herkes yapar burada da sütten ve inekten çok başka bir şey olmadığı için iyi hadi deyip girdim işin içine. Az buz değil burada kızlar günlük 4 ton süt veriyor maşallah. E bende Boğa burcuyum durur muyum yerimde Hahah yani benim bu hallerimi napacağız bilmiyorum. Bazen cidden kendime şaşırıyorum. Ananem sen nasıl çıktın o işin içinden dedi. Pekte sevdi kutladı. Yani basit gelebilir belki ama bence çok sağlam bir cesaret işi. Allah'a şükür de güzel oldu. Hatta bu zamana kadar yaptığım en iyi sütlaçtı. Bu kadar sütlacı fırına vermekle uğraşamadım hava bilmem kaç inanılmaz sıcaktı zor yaptım zaten. Neyse ki güzel oldu herkese afiyet olduuuu
33 notes
·
View notes
Text
Merhabalar Hasan kardeşim ben Arzu beni tanıyan herkes ismim ile aynı olan Arzu okay a benzediğimi söyler gerçekten Arzu okay ya çok benziyorum ben şuan 39 yaşımdayım size anlatmak istediğim hatıram başımdan geçeli tahmini 17 yıl kadar oldu 22 yada 23 yaşımdaydım 16 yaşımda amca oğlum ile nikahsız olarak zorla evlendirildim. Ne o beni ne ben onu istiyorduk amca oğlum ile bir anlaşma yaptık aynı odayı paylaşacak fakat cinsel ilişkiye asla girmek dahi istemeyecektik ilk amcam vefat etti ardından annem kocam olacak amcaoğlu askere gidene kadar annem ve amcam vefat etmişti Vahit diye bir amcamız daha var o da kocam askerdeyken öldü diyeceksiniz ki neden nasıl bu kadar ölüm birden oldu Rusya ya çok yakın bir yerde oturuyorduk Çernobil nükleer santrali patladığında etkilenmişler ben dahil bütün köy halkı kanser kocam askerlik görevini tamamlamış eve geri dönmemişti bana artık başının çaresine bak ben İstanbul a gidiyorum diye mesaj attı babama mesajı gösterdim babam çok kızdı benim bakire olduğumu bilmiyordu belliydi bu şerefsizin seni yarı yolda bırakacağı keşke evlendirmeseydim seni bu şerfsizle dedi İstanbul da bulunan bütün akrabaları aradı gelirse vurun şerefsizi dedi o sırada yaşım 21 felandı babam iş kurmak için şehre gitti o zamana kadar pek evden çıkmayan ben köyde dolaşmak için dışarı çıktım gezerken çok yakışıklı uzun boylu esmer bir adam bana burası neresi diye sordu bende Artvin Hopa bilmem ne köyü dedim adam Gürcistan da yaşayan bir Türkmüş ismi Hasan Hüseyin miş adam nasıl buraya geldiğini hatırlamıyordu koluma girdi biraz aksıyordu demek ki ya dövmüşler yada düşmüştü evimize götürdüm adamın bütün cepleri parayla doluydu balya balya paralar çıkıyordu akşam üzeri babam geldi Hasan Hüseyin ile tanıştılar o gece sabaha kadar sohbet ettik babam başımıza gelenleri tek tek anlattı ertesi gün uyandığımda babam yoktu kahvaltı hazırladım Hasan Hüseyin i kaldırmak için odasına gittim aman Allahım adam 31 çekiyordu çok uzun ve çok kalın bir siki vardı beni görünce saklamaya çalışıyordu kahvaltı hazır banyo yapıp gel dedim aklımdan siki çıkmıyordu utanmıştı ama benim aklım oradaydı babam evde yoktu ama heran gelebilirdi hayvanları otlatmam lazımdı ve geç bile kalmıştım kahvaltı yapıp çıktım Hasan Hüseyin de peşimden geldi 2 inek 1 dana 4 te keçimiz vardı suyun kenarında yeşilliği uzandım o sabah gördüğüm siki düşünerek hayellere dalmıştım ki Hasan Hüseyin yanıma geldi öpmeye başladı karşılık veriyordum bir çırpıda soyunduk sevişmeye başladık o kadar güzel yalıyordu ki kendimi ona bıraktım altında kollarımı yana açıp onun yapacaklarını bekliyordum bacak arama başını soktu yok böyle bir zevk resmen zevkten dört köşe olmuştum doğruldu sikini amıma sürtüp birden yüklendi ahhhh diye bir ses çıkarttım hızlı girip çıkıyordu ben zevkin en üst noktasındaydım bir ara sikini çıkardı önüne baktı sen bakiremiydin dedi evet dedim devam etti girmeye o girdikçe zevkin ne olduğunu anlamaya başladım artık kadındım hava kararana kadar seviştik hayvanları ahıra koyduk eve girdik babam gelmişti TV izliyordu Hasan Hüseyin babama 300 milyon para vereyim bu kızı bana ver nikahlı karım yapayım dedi babam bana hiç sormadan kabul etti o gece sabaha kadar yine seks yaptık 6 gün daha köyde kaldık sonra önce Gürcistan Batum a gittik oradan İstanbul a gittik nikah kıydı babam göremedi nikahımı ama . Şunuda belirteyim o ilk kocam salak amcaoğlu şimdi kocamın şoförü şimdilerde çok lüks bir hayat sürüyorum iyi ki adamla karsılaşmışım.
32 notes
·
View notes
Text
Kampa gidecektik görümcemlerle birlikte bir vefat haberinden dolayı iptal oldu biz de eşim hazır izin almışken Sakarya’ya gidelim dedik ufak bi plan yaptık köye geldik yürüyüş yaptık hava o kadar serin o kadar güzel ki kendimi çok hafif hissediyorum yarın da güzel bi kahvaltı yapacağız.
20 notes
·
View notes
Text
Bugün pazara gittim o kadar pahalılık ki.. özellikle bayanlar tezgahlara yanaşıp alacak gibi elliyorlar elliyorlar bırakıp gidiyorlar, tabii alanlar da var.
Üst katında sebzeler meyveler var benim favorim portakal genelde marketten alırım ama çok sıkıldım bir hava alayım şöyle dedim güzel hava aldım 🙈😊
Bayılırım zaten para harcamaya 😁🤣
46 notes
·
View notes