#hareketsiz
Explore tagged Tumblr posts
Text
Logo 'da Hareket Görmeyen Cari Hesap Kartların Listelenmesi SELECT * FROM dbo.LG_001_CLCARD WHERE dbo.LG_001_CLCARD.LOGICALREF NOT IN (SELECT CLIENTREF FROM dbo.LG_001_01_CLFLINE)
0 notes
Text
New Post has been published on Hayvansitesi.com
Su kaplumbağaları, uzun ömürleri ve sahip oldukları olağanüstü pasif savunma ve adaptasyon güçleri ile tanınırlar. Sert kabukları, zorlu koşullara karşı doğal bir kalkan görevi görerek yaralanmalardan ve elementlere maruz kalmalarından kurtulmalarını sağlar. Ancak bu sert dış kaplamalar, esaret altında ölmelerini engellemeye yetmeyebilir. Mümkün olan en iyi bakımı sağlamaya çalışın, kaplumbağanızın çevresine yenik düşmeye kararlı göründüğü […] Su kaplumbağası ölüm belirtileri
#Kaplumbağanın hasta olduğunu nasıl anlarız#Kaplumbağanın öldüğünü nasıl anlarız#Su kaplumbağası hareketsiz duruyor#Su kaplumbağası kaskatı
0 notes
Text
lottieyi veterinere götürdük serum taktırdık ve şimdi de orda gözetim altında duruyor :( ayrılalı yarım saat bile olmadı ama aşırı üzgünüm ve stress olacak diye geriliyorum
#bi de orda başka bi kedi ameliyat oluyordu ona aşırı üzüldüm sahibi çok kötüydü :((#ben bu kadarcık şeyde bile ağlayacağım şu an öyle bi şey olsa ne yaparım acaba#o da daha 10 aylıkmış bizimkinden 2 ay büyük sadece çok üzüldüm ya#bizimki de o kadar hareketsiz ki inanamadım yazık ya çok korktu kesin :(((#lottie#🗒
0 notes
Text
NÖRO AKTİVİTE - DEVASA+
Dikkatle ilişkili bozukluklar, bireyin odaklanma, dikkat etme ve dürtüsel davranışları kontrol etme yeteneğini etkileyen bir grup durumdur. Dikkatle ilgili en yaygın bozukluklardan bazıları Dikkat Eksikliği Bozukluğu (ADD), Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), hiperaktivite ve dürtüselliktir. DEHB en bilinen rahatsızlık olmakla birlikte, hiperaktivite ve dürtüsellik de dikkat ile ilgili bozukluğu olan bireylerde sık görülen semptomlardır. Bu koşullar bireyin günlük yaşamı üzerinde önemli bir etkiye sahip olabilir, akademik ve profesyonel performansının yanı sıra kişisel ilişkilerini de etkileyebilir. Dikkatle ilgili bozuklukların farklı türlerini anlamak, doğru tanı ve tedavi için çok önemlidir. Dikkatle ilgili bozuklukların belirtileri, kişiye ve bozukluğun türüne bağlı olarak büyük ölçüde değişebilir. Türkiye’de bir çok bölgede hizmet veren Nöro Aktive, Genel olarak Kayseri odaklanma, Kayseri dikkat dağınıklığı, Kayseri dehb, Kayseri disleksi gibi hizmetleri deneyimle ekibiyle sunmaktadır. DEHB'si olan bir kişi görevleri tamamlamada, talimatları takip etmede ve uzun süre hareketsiz oturmada zorluk yaşayabilir. Dikkatle ilişkili bozuklukların tanısı, fizik muayene, tıbbi öykü ve semptomların değerlendirilmesini içeren kapsamlı bir değerlendirmeyi içerir. Bu koşulların tedavi edilebilir olduğunu ve ilaç tedavisi, terapi ve yaşam tarzı değişiklikleri gibi çeşitli müdahalelerin semptomların yönetilmesinde etkili olabileceğini unutmamak önemlidir. Disleksi, öğrenmeyi etkileyen ve sıklıkla dikkat ile ilişkili bozukluklarla ilişkilendirilen başka bir durumdur. Disleksi, kişinin okuma, yazma ve heceleme yeteneğini etkileyen bir öğrenme bozukluğudur. Disleksik bireyler, kelimelerdeki sesleri tanımlama ve değiştirme yeteneğini ifade eden fonolojik işlemlemede zorluk yaşayabilirler. Bu, kelimeleri tanımayı ve anlamlarını anlamayı zorlaştırabilir. Disleksi sıklıkla çocukluk çağında teşhis edilse de yetişkinlikte de teşhis edilebilmektedir. Disleksi tedavisi tipik olarak ses bilimi temelli eğitim gibi özel eğitimleri ve sesli kitaplar ve testlerde ekstra zaman gibi öğrenmeyi destekleyecek düzenlemeleri içerir. Kayseri hiperaktivite, Kayseri dürtüsellik ve Kayseri dikkat eksikliği hizmetlere ihtiyacınız var ise Nöro Aktivite firması ile iletişime geçebilir ve merak ettikleriniz hakkında bilgi alabilirsiniz.
2K notes
·
View notes
Text
şimdi ne yaparsam yanlış hissettiriyor. hareketsiz kalmak dahil.
75 notes
·
View notes
Text
Ben denizcilik sektörüyle uğraşan, geliri ve imkanları iyi bir gencim. Fiziki yapım yeterince iyi, güçlü ve kaslı bir yapıya sahibim. Bir gün gemi kontrolünden geldiğimde kuzenim ve halam bizdeydi. Yazın sıcak olduğu için oldukça terlemiştim. Annem, "Yemek hazır hemen duş al yemeğe katıl!" dedi. Güzel ve çok odalı triplex evimiz var, hemen üst kata çıktım duşumu aldım ve yemeğe katıldım. Uluslar arası ilişkilerde okuyan kuzenim tatile gelmişti. Gayet keyifli bir şekilde yemeklerimizi yedik. Kız kardeşim, "Abi bizi Aliağa'ya çarşıya götürüp gezdirsene!" dedi. "Peki olur!" dedim, arabayla sahilden Aliağa'ya gezmeye gittik, kafelere, barlara takıldık.
Alkolü severim, Rakı içerim. İzmir'in Rakısı meşhurdur, havası da, kızları da adama Rakıyı içirir. Rakımı içtim, kuzenimle kız kardeşim de bira içtiler. Vakit geç olmuştu. Eve geri geldik. Halamlar gitmişti. Kuzenim bizde kalacaktı. Kuzenim, "Benim daha uykum yok, evin önündeki havuza girelim, hararetimiz sönsün!" dedi. "Olur!" dedim, kuzenle havuza girdik gece vakti. Kuzenim bikinisini giymiş, iri göğüsleri küçük kalçası gözüme takılmıştı. İçim bir tuhaf oldu. Kuzenimle havuzda yüzüp el şakaları yapamaya başladık. Bu arada babamlar da eğlenmekten gelmişti, "Çocuklar biz yatıyoruz, siz de üşütmeyin gece vakti!" deyip odalarına gittiler. Biz biraz yüzdükten sonra havuzdan çıktık...
İki havlu vardı yanımızda. Kuzenin havlu havuzda ıslandığı için, kurulanmak için benim havlumu aldı. Kuzenim ayaklarını kurulamak için önümde domalınca, bikinisi amının dudakları arasına sıkışmış, şeftalisi ve götünün deliği belirginleşmişti. Doğrulunca da uçları sivrilmiş göğüsleri bikiniden taşıyordu. O manzara karşısında çıldırmıştım ve benim yarak anında kalkmış, sertleşmişti. Kuzenim kurulandıktan sonra bana, "Nem çok fazla, terden uyuyamam, çok sıcak, senin odada klima var, ben de senin odada diğer yatakta yatsam olur mu?" dedi. "Olur!" dedim. Elimde olmaksızın aklımdan kuzenimi becermek fikirleri geçiyordu. Kız arkadaşımdan ayrılalı aylar olmuştu, aylardır sex de yapmamıştım.
Odama çıktık. Ben altımda mayo, üstüm çıplak halde yatağıma girdim. Kuzen benim tişörtlerden birini aldı ve ışığı söndürüp, bikinisinin üstünü çıkarıp, benim tişörtümü giydi. Tam küçük yatağa yatmak üzereyken seslendim, "Kuzen benim yatak iki kişilik, gel yanıma uzan!" dedim, o da kabul etti. Girdi benim yatağa ve iyi geceler dileyerek, bana arkasını döndü yattı. Biraz zaman geçtikten sonra, kolumu kuzenimin omuzlarına değdirdim. Hiç tepki vermedi. Yan dönüp, hafifçe yaklaştım ve sikimi kuzenimin kalçalarına değdirdim. Tepki vermesi halinde uykumda yapıyormuşum numarasını çekecektim, fakat yine tepki yoktu. Bundan cesaret alıp biraz bastırınca, sadece, "Ihhh!" diye inledi, sanki zevk alıyor gibiydi. Ben hareketsiz kalınca, kuzen kalçalarını bana doğru ittirdi...
Üzerimizde çarşaf örtülüydü. Biraz geri çekilip mayomu çıkardım ve tekrar arkasına yanaştım. Elimi de kuzenin üzerine attım, göğüslerine geldi. Sütyensiz memeleri taş gibi ve oldukça iriydi. Memelerine hafif hafif dokunmaya başladığımda kuzenim de belli belirsiz inliyordu. Elimle kalçalarına indim, bikinisine rağmen ateş gibiydiler. Sonra amına dokundum, bikinisinin amına gelen kısmı sırıl sıklam olmuştu. Amını okşamaya başlayınca kuzen kıpırdandı, ben de elimi çekip arkasından biraz uzaklaştım. Kuzen bir iki kez sağa sola döndü. Ben gözlerimi kapadım uyuma numarası yaptım. Kuzen tekrar arkasını bana dönüp yattı. Az daha bekledim. Kuzenin uyuduğunu düşünerek sikimi yeniden kalçalarına dokundurduğumda kalbim duracaktı, kuzen bikinisini çıkarmıştı! Sikimi az aşağı sürttüm, çıplak amının ateşini hissediyordum. Bunu uykusunda yapmış olamazdı, fakat hiç ses te çıkarmıyordu...
Biraz daha dayandım kuzene, benim yarağın başı amının dudaklarını aralayıp deliğin ağzına değiyordu. Amına sokup sokmamak için terddütteydim ki, kuzenim aniden kendini bana doğru ittirince benim yarak arkadan amına girdi. Korkuyla ve kısık sesle, "Özden ne yaptın?" dedim. O da, "Sok, korkma bakire değilim, seni istiyorum Aydemir!" dedi. Ne kadar rahatladığımı anlatamam. Ben artık ileri geri yaparak amına sokmaya başladım. Amı vıcık vıcık olmuş, sular sızıyordu. Sonra kuzenim sırtüstü yatıp beni üzerine çekti. Artık deli gibi öpüşerek sikiyordum kuzenimin amını. Sonra domaltıp sikmeye devam ettim. Kuzenim orgazm olduktan hemen sonra, ben de amından çıkarıp beline fışkırarark boşaldım...
O gece sabaha kadar 3 kez sikiştik kuzenimle. Sabah kahvaltıdan sonra kuzenim, "Ben İzmir'e gideceğim, gideceksen beni götürür müsün?" dedi. Evden çıktık, atladık arabama. Aliağa'dan ayrılmadan kuzenim fermuarımı açtı, sikimi ağzına aldı ve bir kez de arabada ağzıyla boşalttı. Ogün bugündür kuzenimi her fırsatta sikiyorum. Yakında kuzenimin okulu bitiyor ve Konya'ya öğretim görevlisi olarak gidecek. Ben de gidip sikebilsem çok iyi olacak, ama babamlara ne derim bilmiyorum, bir formül bulmam lazım :)
117 notes
·
View notes
Text
40 yaşında bir ihtiyar olarak size tavsiyem, kesinlikle çok hareketli olmayın. Ağırlık falan da sakın ha sakın kaldırmayın. Beş kilo da olsa çok. Paranız varsa işçi tutun yoksa da işçi gerektirecek arazi, iş yeri her ne varsa satın. Sağlıklı olayım, bedene de hareket olsun diye zamanın behrinde bir kaç dönüm tarla almıştım. Debelenip duruyorum içinde. Bir seferinde bir kaç kasa elmayı koymam gerekiyordu arabaya, işçi bulamadım kendim kaldırayım dedim menüsküslerim parçalandı iki dizimden de ameliyat olmak zorunda kaldım.Güneşe de tatil amacıyla dahi çıkmayın. Gölgede kalın hep. Bir kaç sene önce dağ bayır gezerken yandı yüzüm. Alnımda yanık izi kaldı. Geçenlerde elektrikçi bulamadım. Ben çekeyim kabloyu dedim. Uzunca da bir mesafeydi. Kabloyu götürürken zorlandım fıtık oldum. Arkadaşlar, toprağa mı basacaksınız gidin ormana, parka. Gölgede bir kaç saat basıp gelin. Tatile de Karadeniz`e gidin. En büyük sporunuz, yürüyüş olsun. O da güneş çıkmadan ya da battığı vakitlerde. Şöyle etrafıma bakıp istatistik tuttum yıllardır. Adam yayladan inmemiş genç yaşta gidiyor. Adam taş, kaya ile çalışmış, güreşmiş genç yaşta gidiyor. Geçmişi hareketsiz, tembel birilerine bakıyorum yaşları doksana dayandı. Köy hayatı falan hikaye, işkence. Varsa paranız, hizmetçili, uşaklı bir bahçeli villa. Yoksa az katlı bir apartman dairesi, en güzel yaşam alanıdır. Hem şehirde daha çok aktivite var. Yüzme kursları, hoca eşliğinde spor yapabileceğiniz salonlar, halkeğitim kursları, şehir parkları vs. vs. Benden ayrıntılı naçizane tavsiye. Artık seçmekteki irade sizdedir.
58 notes
·
View notes
Text
Zürafaların gölgeleri
"Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı. Sonra biz, güneşi ona delil kıldık." Furkân Suresi 45. Ayet
..........
Shadows of giraffes
“Have you not seen how your Lord lengthens the shadow? If He had willed, He could certainly have made it immobile. Then We made the sun a proof for it.” Surah Furqan, Verse 45
ظلال الزرافات
"ألم تر إلى ربك كيف يطيل الظل ولو شاء لجعله ثابتا ثم جعلنا الشمس عليه حجة" سورة الفرقان الآية 45
#zürafa#animals#kuran#kuranıkerim#türkiye#doğa#gölge#güneş#delil#travel photography#travel destinations#travel#Allah#manzara#view#natural#europe#africa#Spotify
53 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
243. BÖLÜM - Lordumun çiçek için çektiği acı ; benim Lordum için çektiğim acı -
Xie Lian inciyi bir kenara koydu ve baktı. Birkaç cennet mensubu da kaba, dev kulübeden çıktı, “Neler oluyor General Nan Yang?”
Ardından Feng Xin’in seslendiğini duydular, “BAKIN KİMİ YAKALADIM!”
Ormanın dışına çıktı, elinde siyah giyimli bir bireyle hızla yukarı çıktı, tüm cennet mensupları şaşırmıştı, “LİNG WEN!”
Feng Xin’in ellerinde yakalanmış olan sahiden de Ling Wen’di. Feng Xin Xie Lian’a döndü, “Tıpkı şüphelendiğin gibi Ling Wen brokarlı ölümsüzü çalmaya geldi!”
Lanetli zincirleri çıkarttıktan sonra Xie Lian’ın güçleri patlayıcı bir şekilde arttı ve öyle bir noktaya geldi ki hemen hemen Jun Wu’yla eşitti bu yüzden brokarlı ölümsüz ona bir şey yapamazdı. Ling Wen Hua Cheng tarafından bir daruma bebeğe dönüştürülmüş ve büyük savaş sırasında kaybolmuştu. Zaman dolduğunda, kişinin üzerindeki büyü otomatik olarak serbest kalırdı bu yüzden hiçbir yerde bulunamadı. Ancak Xie Lian büyük olasılıkla brokarlı ölümsüzü çalmaya geleceğini düşündü bu yüzden o da o cüppeleri çıkardı ve Hayalet Şehirden bu denilenlerin yayılmasını istedi. Ve elbette Ling Wen oltaya geldi.
Ling Wen bir kaçak olarak tutuklanıp konferans salonuna götürüldüğünde bile hâlâ paniğe kapılmış gibi görünmüyordu. Pei Ming içeri girdiği anda onun omuzlarına bastırdı ve önündeki bir sandalyeye oturdu, Karanlık bir sesle uyararak “Sonunda seni bulduk! Ling Wen, günahlarının bedelini ödemelisin.” dedi.
“…”
Düzinelerce cennet mensubu da onun etrafına geldi, hepsinin gözleri aç kurt ve kaplanlar, ifadeleri tamamen vahşi bir şekilde aç ve susuz gibiydi. Ancak o zaman Ling Wen biraz endişe hissetti, “…ne planlıyorsunuz?”
GÜM! Yetişkin bir adam boyuna yakın rapor ve parşömen yığını önüne atıldı, o kadar ağırdı ki masa ve sandalyeler bile sarsıldı. Pei Ming PA! Ve tüm parşömenleri tokatladı, “Bunlar, bunlara iyi bak.”
“…”
Ling Wen rahat bir nefes almış gibi göründü, sonra açıklanamaz bir şekilde şaşkına döndüğünü hissetti. Ancak beklenmedik şekilde nefesi tamamen dışarı çıkmadan önce başka bir raund daha vardı GÜMGÜMGÜMGÜMGÜMGÜM!
Bir düzenine ‘güm’lemeden sonra bir insandan daha uzun düzinelerce belge ve rapor yığını da yere çakılmıştı ve etrafı yoğun bir şekilde çevrelenmişti.
Bu düzinelerce cennet mensubu, bu yığınların çatlakları arasında gevezelik ediyordu, “Günlerdir seni bekliyoruz! Acele et ve şunları halletmeye yardım et!”
“Şunlara da bir bak.”
“Eksik dosyaları doldurmayı unutma.”
“Bir saat içinde halletsen iyi olur!”…
Ling Wen; “…”
Bir gece ve günden sonra Ling Wen nihayet geçici konferans salonundan serbest bırakıldı.
Zorlu bir savaşla geçen bir gün ve gecenin ardından parşömenlerin ve raporların tüm karmaşıklığı halledildi, her biri düzenli ve temiz bir şekilde kategorize edildi. Cennet mensupları neşelendi ve ikinci bir kontrol için hesapları alıp saraylarına gittiler. Diğer taraftan Ling Wen’in yüzü mavi ve çelik gibiydi, bir süreliğine giden göz altındaki karartılar geri dönmüştü.
Diğer tarafta herkes iki kez kontrol etmeyi bitirdi ve hepsi çok sevindi ve Pei Ming'i övdü, “Kesinlikle en verimli olan Asil Jie'dir! Artık her şey eşleşiyor!”
“Netleşti! Lord Ling Wen çok teşekkür ederim!”
Suçlu olarak Ling Wen, cennet mensuplarından oluşan kalabalığın övgüleri arasında kibarca kıkırdadı, “Bir şey değil, bir şey değil.”
Bunu görünce, salondaki tüm göksel yetkililer hâlâ bir karmaşa içindeydiler ama hesaplarını doldurmadılar, artık hareketsiz oturamadılar ve Ling Wen’in etrafına doluştular, “Um, aslında, Lorduma vermeyi unuttuğun birkaç kitap var ve belki bunlara da bir bakarsın diye düşünüyorum…”
Ling Wen, “…”
Xie Lian geçici konferans salonunun dışında çömelmiş buharda pişmiş çörek yiyordu, bitirdikten sonra ellerini çırptı ve sonunda Ling Wen'i acıdan kurtardı, “Millet, bunu daha sonra halledelim. Önce Ling Wen’e nefes alması için izin verelim.”
Daha önceden o konuştuğunda önemseyen kimse olmazdı ama artık durumlar aynı değildi. Birkaç kişi cevapladı, “Ekselansları haklı.” Ve daha fazla konuşmaya cesaret edemedi.
Ling Wen sandalyesine oturdu, bir eliyle alnını kapattı, gözleri kapalıydı, diğer cennet mensuplarının çıkmasını bekledi. Ancak konferans salonu boşaltıldıktan sonra Xie Lian'a döndü, “Tebrikler, hıı, ekselansları, ruhsal gücünüz geri dönmüş. Ne kadar iyi bir strateji, Hayaletler bile sizin inananınız, emirlerinize itaat ediyor, ne kadar da hayal edilemez.”
“Onlar benim inananım değil.” Dedi Xie Lian, “Sadece hayalet şehirden arkadaşlar. Yardım etmelerini istemiştim.”
Ling Wen başını salladı, yüzü anlayışla doluydu. Bir süre sonra Xie Lian konuştu, “Ling Wen, sana sormak istediğim bir şey var.”
“Ekselansları, buyurun.” dedi Ling Wen.
“San Lang, yani Hua Chengzhu.” Diye başladı Xie Lian, “Senin brokarlı ölümsüzünü giymişti ama onun üzerinde işe yaramadı, neden biliyor musun?”
“Yani soru bu.” Dedi Ling Wen, “Ekselanslarının çoktan bildiğini sanıyordum?”
Xie Lian gözlerini kırptı, “Söyler misin?”
Ling Wen kollarını düzeltti ve dengede oturdu, “Ekselansları, brokarlı ölümsüz efsanesini duydunuz değil mi?”
“Duydum.” Diye cevapladı Xie Lian, “Sen kendin dövdün.”
“Öyle diyebilirsin.” Dedi Ling Wen, “Her ne kadar bu cübbe üzerinde biriken kırgınlığın onu canavara dönüştüreceğini hiç düşünmemiş olsam da, ama Xu Li Krallığı'nın yıkımını hızlandırmak için Bai Jing'i öldürdüm, bu yanlış değil.”
Xie Lian dikkatle dinledi. Ling Wen devam etti, “Bu cüppe, ölümlüler diyarında turlar atarak sayısız elden ele geçti, sayısız kişi onu ele geçirdikten sonra onu cinayet, katliam, kandırmak için kullanmayı seçti. Bu aynı zamanda kırgınlığının bir kısmını da ortadan kaldırabilirdi ama Bai Jing öyle biri değil.”
“O insanlar tarafından kullanılmaktan hoşlanmıyordu, onlardan nefret ediyordu. Bu nedenle, ne zaman kendisine benzer kullanıcılarla ve cübbe verilen seçilmiş insanlarla tanışsa kırgınlığı heyecanlanmaz, bunun yerine sevinirdi.”
“Kullananlar ve alıcılar peki?” diye sordu Xie Lian.
Ling Wen cevapladı, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’a brokarlı ölümsüzü giydirdiniz değil mi, ama kalbinizde tek bir kötü niyet izi veya öldürme arzusu yoktu; ona tüm benliğinizle güvendiniz; ve Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, cübbe size geldiğinde o da aynıydı, hayır, aslında çok daha fazlasıydı –onu gerçekten Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur ile aynı hizaya getiren şey şuydu ki, brokarlı ölümsüzü giyip giymemesi onun için hiçbir şey fark etmezdi, dediğiniz her şeyi tereddüt olmadan anında yapardı. Sizin için ölmek de dahil.”
“…”
“Bu aynı zamanda yanınızdaki çocuğun o sırada Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur olduğunu nasıl tahmin ettiğimi de gösteriyordu.” Dedi Ling Wen, “Her ne kadar ikiniz arasındaki ilişkiler hakkında pek fazla şey bilmesem de ama sanırım bunun gibi olabilecek başka biri yoktu.”
“O neden?”
Ling Wen elini kaldırdı ve işaret etti, “Ekselansları, boynunuzdaki nedir?”
Xie Lian şaşırmıştı ve bilinçsizce onu avcuna almak için elini hareket ettirdi.
Ling Wen konuştu, "Daha önce buna benzer şeyler görmüştüm, sevgililerine küllerini hediye eden eşi benzeri olmayan hayaletler.”
Ling Wen'in Sarayı'ndan sayısız tomar ve rapor geçmişti yani böyle bir şeyi daha önce görmüş olması garip değildi. Ama doğruyu söylemek gerekirse Xie Lian bunu kendisi tahmin etmişti.
Ama Ling Wen'in yüksek sesle bunu söylediğini duyunca, o kristali hâlâ sıkı sıkıyordu.
“Bu gerçekten nadir bir eşya.” Dedi Ling Wen, “Ama bu yüzden çok güzel, çoğu zaman trajediyle bitiyor, dolayısıyla benim bu konudaki izlenimim daha güçlü.”
“Çoğu zaman trajediyle sonuçlanıyor derken neyi kastediyorsun?” diye sordu Xie Lian.
“Kara sevdaya sahip olmak ve hayatınıza bağlı nesneleri başka birine vermek, bunun pek çok trajik ve korkunç sonuçları olacaktır.” Dedi Ling Wen.
“Gerçek bir kalp gibi çiğnenmek için yaratılmıştır. Bütün bu külden yapılmış hatıralar ya bazıları başkaları tarafından çalındı ya da sahipleri tarafından paramparça edildi, temelde hiçbir şey iyi bitmedi. Ama majesteleri bir istisna. Onu iyi muhafaza ettiniz, neredeyse dokunulamaz tuttunuz.”
Uzun bir sessizliğin ardından, Xie Lian şöyle dedi, “'Ona benzer' dedin. Peki General Bai Jing de böyle miydi?”
Ling Wen hafifçe gülümsedi, “Yoksa neden benim tarafımdan aldatılsın ki?
“Bu aslında bir aldatmaca değil ama öyle mi?” dedi Xie Lian.
“Kasıtlı olarak bu sözleri yaydığımı fark etmemene imkan yoktu ama yine de buraya onu almaya geldin.”
“İyi bir savunma eşyası.” Dedi Ling Wen.
“Eğer sadece savunma eşyasıysa ilk etapta onu çalmak için bu tür risklere girmezdin ve başarısız olduktan sonra yine de onu TongLu Dağı'na götürdün.”
Ling Wen kayıtsız bir şekilde şöyle dedi, “Onu TongLu Dağı'na götürmekten başka yapılacak ne vardı? Zaten ifşa olmuştum. Beni suçüstü yakalayan sizdiniz ekselansları.”
“Doğrusu, eğer bunu örtbas etmek için bir bahane bulmak isteseydin yine de işe yarardı.” Dedi Xie Lian. “Yolundakilere biraz rüşvet vermek, Rütbenin düşürülmesi veya liyakatinin düşülmesi bile size kaçak statüsü kazandırmazdı. Asıl mesele… General Bai Jing’in yüce olmasına yardım etmek istedin. Ve onun hislerini uyandırmak değil mi?”
Ling Wen küçük bir kahkaha attı, “Ekselansları, Onun için her şeyi yaparım gibi söyleme. Sonuçta ben soğukkanlıyım ve hiç sevilen biri değilim, peki neden böyle bir şey yapayım ki?”
“Bu doğru mu?”
“Varsın olsun.”
.
Xie Lian, Kutsal Kraliyet Köşkü'ndeki yıkık dökük kayalıkların etrafını temizledi ve basit bir kulübe inşa ederek burayı geçici ikametgâh olarak kullandı. Burası daha uzak ve daha ıssızdı. Kendisine ihtiyaç duyulduğunda yardım etmek için Konferans Salonu'na gidiyor, bir şey olmadığında ise kulübede tek başına sessizce kalıyordu.
Birkaç gün sonra Mu Qing nihayet RuoYe'yi tamir etti ve teslim etmeye geldi. Xie Lian kapıyı açar açmaz beyaz bir şeyin ona doğru atıldığını gördü ve görüşü kapandı. O şeyi çekmek için elini kaldırdı ve RuoYe yeniden doğduktan sonra güzel vücudunu sergiler gibi tekrar dönmeye başladı. Xie Lian, "Tamir edildikten sonra böyle dönüp durma, kendini tekrar yırtmaktan sakın" diye uyardı.
Mu Qing bunu duyar duymaz bir fikir yürüttü: "Bu nasıl mümkün olabilir? Ben senin için yamaladıktan sonra hangi cübben yırtıldı?"
“Doğru.” Dedi Xie Lian.
Bir deniz yosunu gibi bükülmüş olan RuoYe'yi yakalayıp dikkatlice kontrol etti ve gerçekten de son derece iyi dikilmişti, neredeyse yırtıldığına dair hiçbir iz yoktu, onu överek "Zanaatın hala çok şaşırtıcı."
"Bunun gibi bir iltifat beni memnun etmeyecek." Dedi Mu Qing, “bu sadece bir kere olur, bir dahaki sefer olmayacak. Bunu bir daha asla yapmayacağım.”
'Bundan açıkça çok gurur duyuyorsun…’ diye düşündü Xie Lian.
Mu Qing bir parça daha için dırdır etti, sonra şöyle dedi, “Pekala, ben işimi hallettim. Gidiyorum. Xuan Zhen Sarayı'nda bazı işlerin ve personelin halledilmesinin tam ortasındayım.”
“Sen de mi gidiyorsun?” diye sordu Xie Lian, “Tamam, birazdan yardım etmeye gideceğim. Ayrılırken bana seslenmeyi unutma, seni uğurlayacağım.”
Ling Wen'i yakaladıktan, tüm kayıp boşlukları doldurduktan ve bir yığın karışık hesabı temizledikten sonra, cennet mensupları nihayet Cennet Başkenti'ni yeniden inşa etmeye karar verdiler. Bu da TaiCang Dağı'ndaki bu geçici Konferans Salonu'nun da artık geride bırakılabileceği anlamına geliyordu. Mu Qing elini ne katılma ne de katılama ifadesiyle salladı ve durmadan önce birkaç adım attı ve arkasına baktı, “Hala… TaiCang dağında mı kalacaksın?”
Xie Lian başını salladı, “En.”
Bir süre tereddütten sonra Mu Qing konuştu, “Neden her şeyden sonra bizimle gelmiyorsun?”
Xie Lian gülümsedi, “Olmaz, Beklemem gereken biri var.”
“Yeni cennet Başkentinin Üst Mahkemesine ulaştıktan sonra hâlâ bekleyebilirsin.” Diye Mu Qing nedenini merak ederek sordu.
Xie Lian başını salladı, "Sanırım geri döndüğünde önce buraya gelecek, sonra da döndüğü anda onunla buluşabileceğim. Buraya dönmezse, Hayalet Şehir'deki QianDeng Tapınağı'na dönebilir ve Hayalet Şehir buradan çok uzakta değil, yeni Cennet Başkenti'nden çok daha uygun.”
“…”
Mu Qing, sanki uzun bir süre dilini tutmuş gibi görünüyordu ve karmaşık bir ifadeyle sordu, “Gerçekten döneceğine inanıyor musun?”
Xie Lian, bunun dünyadaki en mantıklı şey olduğunu söyleyerek yanıt verdi, “Tabii ki.”
.
İnsanlar gelgit gibi geldiler, sonra gelgit gibi ayrıldılar, TaiCang Dağı ıssız yalnızlığını yeniden kazandı.
TaiCang Dağı'nın tepesinde eskiden devasa bir akçaağaç tarlası vardı. Hepsi o büyük yangınla kül olmuştu ama bin yıl sonra yeniden doğmuşlardı. Artık Xie Lian'ın bir zamanlar eğitim almak için içinden atladığı ağaçlar değillerdi ama manzara aynıydı.
Xie Lian sık sık akçaağaç ormanında tek başına gezinirdi. Tutkulu, vahşi bir ateş gibi yayılan kırmızı akçaağaçlardan oluşan bir dağ ona sanki dev ve sıcak bir kucaklaşmanın içindeymiş gibi hissettirdi.
Hayatının sekiz yüz yıldan fazlasını, günlerini kendi evinde geçirerek geçirdi, o buna çok alışmıştı. İşler halledildiğinde bazı dualara cevap vermek için dağdan aşağı inerdi, biraz hurda toplardı; eğer hiçbir şey yoksa o zaman biraz sebze eker, biraz yemek pişirirdi.
Yalnızca, tuhaf olan bu şekilde kendi başına geçirdiği günler, eskiden dünyanın en normal şeyiydi ama şimdi günler geçmek bilmiyordu. Xie Lian buna tekrar alışmadan önce uzun bir zaman geçirmişti.
Belki de bir kişi yalnızca acı olanı yemişken o zaman acının tadına alışırdı. Ama bir gün aniden birisi ona tatlı bir tat verdiyse tatlılık düşüncesiyle acı olanı yemek muhtemelen yüzünde kaşlarını çatmasına neden olurdu.
Geçmişte, Xie Lian günlerini sadelik ve sessizlik içinde geçirirken çoğu zaman gizlice birinin gelip onu arayacağını umuyordu. Sohbet için, yardım için arayacaklarını umuyordu, en azından bir yaşam belirtisi olurdu. Ama artık bundan o kadar da hoşlanmıyordu.
Her seferinde kapının çalındığını duyduğunda kalbi her zaman mutluluk sarsılır, kalbi umutla dolardı. Ama kapıyı açmak için koştuğunda kapının girişinde duranın hiç onun beklediği kişi olmazdı.
Bazı Feng Xin, bazen Mu Qing, bazen Shi Qing Xuan’dı. Bazen de hayalet şehirden “Kıdemlilerine saygı sunmak” için buraya geliyorlardı.
Herkes hoş gelirdi, ama hiçbiri hiçbir zaman onun gerçekten gelmesini beklediği kişi değildi.
.
İlk ayda, Xie Lian birkaç çiçek veren ağacı o harap kulübenin kabalığını gizlemek ve çevreyi biraz güzelleştirmek amacıyla dikmek için girişin yanına taşıdı.
.
İkinci ayda, Xie Lian tüm kulübeyi yıktı ve yeniden inşa etti, ayrıca tüm TaiCang Dağı'ndaki yabani otları da söktü. Aksi halde Hua Cheng geri geldiğinde ve bu karışıklığı gördüğünde temiz olmasına yardım etmeleri için kesinlikle birkaç kişi gönderirdi.
.
Üçüncü ayda, çiçek veren ağaç çiçeklerini açtı. Vişne kırmızısı tüm ağacı sardı, Xie Lian altında durdu ve çiçeklere bakarken başını kaldırdı. Çiçeklerin tadını çıkarırken Çiçeklerin tamamen açtığını, onun yakında evde olması gerektiğini düşündü.
.
Dördüncü ay, tüm dağ yolları yeniden inşa edilmişti. Bu sayede Hua Cheng onu bulmak için geri geldiğinde dağda daha hızlı yürüyebildi.
.
Beşinci ay, Feng Xin ve Mu Qing onu tekrar ziyarete gelmişlerdi. Biraz dışarıda yürüyüşe çıkmak için oradan ayrılmak isteyip istemediğini sordular. Xie Lian bir yemek ikram etti ve onlar kaçtılar.
.
Altıncı ay, çiçeklenme mevsimi sona etmişti.
…
O bekledi, bekledi, bekledi ve bekledi. Xie Lian endişeli değildi ne yıkıldı ne de çektiği acı için ağladı. Bunun yerine gittikçe daha sakinleştiğini ve giderek daha sabırlı hale geldiğini hissediyordu.
Bunu bir düşününce, kim gelip geçici, uzun çağları kendi başına deneyimlememişti?
Hua Cheng onu sekiz yüz yıldan fazla bir süre bekledi, yani bu sefer o Hua Cheng’i bir başka sekiz yüz yıl beklese ne olurdu ki?
Bin yıl olabilirdi. Veya on bin yıl. Yine de beklerdi, beklemeye devam ederdi.
Ama sadece bir yıl olmuştu?
.
Bugün, Xie Lian her zamanki gibi büyük bir çöp yığını topladı ve onu bir öküzün çektiği arabanın üstüne yığdı, Her iki şey de Xie Lian'ın yakın zamanda sakladığı ve satın aldığı şeylerdi ve onu dağın yukarısına çekti.
Akçaağaç ormanının içinden geçerken dağ yolunun yarısında Xie Lian istemeden başını geriye çevirdi ve gecenin gökyüzünde bazı parıldayan parıldamalar gördü.
Onlara derinlemesine baktı ve onların Sonsuz Kutsama Fenerleri olduklarını keşfetti. O zaman aydınlandı. Kendi kendine mırıldandı, “Demek bugün ShangYuan Festivali.”
O sırada, Üst Mahkemenin tüm cennet mensupları muhtemelen yine fener savaşı yapıyordu. Xie Lian kendi kendine dizginleri çekti ve olduğu yerde durdu, sersemlemiş bir şekilde Bereket fenerlerini izlemeye başladı.
Aniden Hua Cheng’le ilk tanışmasının da ShangYuan festivalinde olduğunu hatırladı.
O yıl, yüzü pislik ve yaralarla kaplı küçük bir çocuk, kalabalık arasından sıyrılıp şehrin surlarından aşağıya baktı; XianLe'nin on yedi yaşındaki Veliaht Prensi parlıyordu ve başını kaldırdığı anda düşen bir insan silueti gördü. Hiç düşünmeden ayağa fırladı.
Büyük Dövüş Bulvarı'ndaki kutlu ShangYuan Festivali. Yüzyıllar boyu sürecek bir iğnelemeye yol açan hayranlık uyandırıcı ilk izlenim.
Düşen tek kişinin kendisi olmadığını düşünen Xie Lian'ın yüzünde bir gülümseme belirdi.
.
Arkasını dönen Xie Lian başını eğdi ve dağ yolundan yukarı çıkmaya hazırlandı. Araba yolun bir kısmında gıcırdayarak ilerlerken, aniden yol çok ilerideki bir şey tarafından aydınlatılmış gibi göründü.
Xie Lian başını bir kez daha kaldırdı, gözleri daha da açıldı.
Fenerlerin ışığıydı.
Milyonlarca balığın geçitlerden denize doğru yüzmesi gibi, sayısız Bereket Feneri dağın zirvesinden yavaşça yükseldi.
Siyah gecenin içinde ışıl ışıl parlıyorlardı. Son derece görkemli, en güzel rüya yolunu aydınlatmıştı.
Xie Lian bu manzarayı daha önce de görmüştü ve şimdi tekrar gördüğünde hem nefesi hem de kalbi duracaktı. Dağ yolu ayrıldı ve arabanın tekerlekleri döndü. Xie Lian, inşa ettiği küçük, harap kulübeyi gördü.
Orada biri vardı!
Eğimli küçük kulübenin önünde kırmızı giysili bir adam duruyordu, vücudu uzun ve inceydi, belinde gümüş bir pala asılıydı. Sırtı Xie Lian'a dönüktü ve son Sonsuz Bereket Fenerini kaldırıp düzensiz bir şekilde gökyüzüne gönderdi.
Xie Lian oturduğu yerde donup kalmış, hâlâ bir rüyada mı olduğunu yoksa bunun bir halüsinasyon mu olduğunu merak ediyordu. Tekerleklerin dönüşüyle birlikte, adam giderek daha da yaklaştı. Adam arkasını döndü ve böylece o da onu daha net görebildi.
Arkasında geceyle birlikte yükselen üç bin Bereket Feneri ile o adam arkasına döndü ve ona baktı. Akçaağaçtan daha kırmızı cüppeler, kar kadar beyaz bir ten; bakılamayacak kadar yakışıklı bir yüzün kaşları arasında hala o vahşilik ve vahşi aura, kesilip atılamayan bir gurur vardı.
Siyah bir göz bandı takmış olmasına rağmen, yıldızlar kadar parlak olan gözü gözünü kırpmadan Xie Lian'a bakıyordu.
Xie Lian aşağı indi.
Tek kelime etmediler ve ikisi de birbirlerine doğru yürümeye başladılar.
Bir adım, bir adım daha, her adım bir öncekinden daha hızlı, sonra nihayet koşmaya başladılar.
İleriye doğru koşarken gözyaşları geride kaldı ve aynı noktada kaldı. Xie Lian yüreğinin içinden seslendi, buna inandı.
.
O, bu adamın onun için tekrar tekrar öleceğine ve tekrar tekrar yeniden doğacağına inandı. Cehennemin derinliklerine düşse bile, ‘inancı’ uğruna uçurumu aşardı.
Geçen sefer sekiz yüz yıl boyunca birbirlerine doğru koşarak geçirdiler.
Bu sefer birbirlerinin kucağına düşmeleri sadece bir an sürdü.
#xie lian#tian guan ci fu#jun wu#feng xin#jian lan#hualian#ling wen#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#mu qing#nan yang#xuan zhen#pei su#peiming#pei ming#ban yue#yushi huang#yin yu#quan yizhen#shi wudu#shi qingxuan#hexuan#mei nianqing
25 notes
·
View notes
Text
BİLGİ VAKTİ
✺ Tembellik ve hareketsiz bir yaşam, sigaradan daha çok ölüme neden olmaktadır.
✺ Sabah uyandığınızda kirpiklerinizde çapak oluşmuşsa, bu gece rüyanızda ağladığınızı gösterir.
✺ Gözler daima burnu görür, ancak beyin bu görüntüyü yok sayar. Burun sadece dikkat edildiğinde gözükür.
✺ Gemiler kendileriyle yarışan yunusları görünce hız keserler. Çünkü yunuslar kaybederse intihar ederler.
✺ Limon suyu sindirim sistemini toksinlerden arındırır, midedeki yanma ve şişkinlik gibi rahatsızlıklara da iyi gelir.
64 notes
·
View notes
Text
Oyuncu Koltuğu: Konfor ve Stil Bir Arada
Bir oyuncunun en büyük dostu nedir? Tabii ki oyuncu koltuğu! Oyun oynarken saatlerce hareketsiz kalmak hem vücudu zorlar hem de performansı düşürebilir. İşte tam da bu yüzden kaliteli bir oyuncu koltuğu, rahatlık ve stilin birleştiği nokta olarak karşımıza çıkıyor. Ergonomik tasarımıyla vücut yapınıza tam uyum sağlar, sırt, bel ve boyun destekleriyle saatlerce rahat bir şekilde oyun oynamanızı mümkün kılar. Dahası, şık ve modern tasarımlarıyla oyun odanıza harika bir hava katar!
#oyuncu koltuğu#gaming chair#gaming computer#oyuncu bilgisayarı#espor#esports#gamer#gaming#video gaming
42 notes
·
View notes
Text
herkesin derinlerde hissettiği bir şarkısı vardır, ve bilirsin bazı şarkıların acısı vardır nerede duysan duraklarsın, yutkunamazsın her dinleyişte ilk günkü sızı baki kalır. her dinleyişte aynı hisler. ne olduğu önemsiz, her üzüntüde aynı şarkıya koşulur ve bilirsin bazı şarkılar sigaradan ve alkolden daha etkilidir. tüm kalabalığın arasında aslında ne denli yalnız olduğunu hissettirir. ne denli kırgın insanlara. ve sen ne denli yorgunsun. bazı şarkılar gözyaşını beraberinde getirir, içinde barındırır. akıp giden iki cümlenin arasındaki boşluktan bırakırsın kendini sonsuz bir boşluğa... bazı şarkıların kokusu vardır, burnun direğini sızlatır. dudaklar hareketsiz kalır, haykırmak istersin titrer. boğazına yapışır bazı şeyler çıkamaz oradan, boğar, boğar, boğar. ağrı saplar kursağına, yutkundukça keser sözler. yırtmak istercesine haykırmak, söküp atmak içindekileri mümkün olmaz. ve sadece bazı şarkılarda dökersin kendini.
27 notes
·
View notes
Text
- Biliyor musun? Hiç kolay biri değilsin.
• Kolay mı? Kimmiş kolay olan? Benim tanıdığım insanlardan hiçbiri kolay değil.
- Senin kaçtığın şeyler beni ilgilendirmiyor. Kaçtığın insanlar... Sorularla rahatını kaçıracak değilim. Yine de elinden bırakıvermek zor gelmiyor mu sana?
• Hayır, aslında zor olan tutunmaya çalışmak. Bunun imkansız olduğuna ikna oldum bu kez. Bu düşünce beni mutlu ediyor
Ya unutuş ve yabancılık gerçeğin kendisiyse? Hakikatin?
Ya insanın hayatı boyunca tanıdığını sandığı kişiler gerçekte tamamen yabancıysalar ve de bunaklık hali vaki olunca insan bunu apaçık görmeye başlıyorsa? Ya insan hayatı boyunca arkadaşı olmuş kişinin veya eşinin gözlerinin içine bakarak “sen kimsin?” diye sorduğunda aslında tamamen aklı başında ise?
Evet zihin üzerindeki kontrolü kaybetmek böyle bir şey olmalı. Sakin sakin oturup artık isimlerini bile bilmediği yabancılara dönüşmüş olan arkadaşlarının kendisiyle irtibatı koparmalarını beklemek.
Her şey kayboluyor gibi oluyor. Bir şeyi yakalamaya çalışıyorsun ama hep elinden kaçırıyorsun, gibi. Yapmak mecburiyetinde olduğun şeyi yapıyorsun. Ama bir şeye tutunmak imkansız. İşin ilginç olan tarafı intihar etmeyi hiç düşünmedim. Zaman zaman acaba ölüm denilen yerde miyim diye aklımdan geçirdiğim oldu. Ölümün kapsadığı odalardan birinde.
Ruh hali? Evet benim de bir ruh halim var. Öyle ki içimdeki bir güç benim dönem dönem tamamen hareketsiz olmamı, çoğu insanların genellikle birlikte olduğu aile ve arkadaşlar gibi çevrelerden uzak durmamı gerektiriyor. Zaman zaman ki buna sık sık da diyebilirim, tamamen tek başıma kalmak isterim.
Ben hiçbir şeyin oradan geliyor, hiçbir şeye doğru gidiyorum, çok fazla yer de kaplamıyorum aslında, birinin benim için hesaplar yapmasına değmeyecek kadar küçük bir alan, yeryüzünde bir gölge yalnızca; geniş perspektiften bakınca topu topu kendi ağırlığım kadar bir şey ve ben de geniş bir kapsamda ele alındığında bir gölge olmak istiyorum, yoksa dar kapsamda bir et parçası olmakta var.
Her şey çok acı verici.
Perişan edici.
Demek istiyorum ki, bütün kozmos, bu sonu gelmez ölüm ve bu...
Hayat denilen şey.
105 notes
·
View notes
Text
büyümek hiç de havalı bir şey değilmiş. koskoca dünyada, bilmediğin şehrin birinde ellerin cebinde yürürken midene tekme yemiş gibi hissettiğinde büyümek güzel değilmiş. annenle konuşamadığında, ellerin titrediğinde, burnun sızladığında bütün dertler omzunda biriktiğinde soluklanmak için bir kenara oturamadığında büyümek güzel değilmiş. pencere açık ama nefes alamıyorum. kanepede yatıp günlerce hareketsiz duramam çünkü hayatım durmuyor. bütün dünyanın karmaşasında kayboldum ve boğuluyorum. uyumam lazım geceler kısa. alarm 06.30. büyümek havalı değilmiş.
34 notes
·
View notes
Text
balkon | changjin -birinci bölüm-
Çalan zille yattığı yerden yavaşça kalktı, Hyunjin. Duvardaki saatin on ikiyi çoktan geçmiş olmasını baz alırsa kapıdaki kişinin kim olduğunu tahmin etmesi zor değildi. İki ihtimal vardı. Hangisini karşılamayı tercih edeceğini tarttı kafasında. Koridordaki minik yatağında sesten etkilenmeden huzurla uyuyan Kkami’nin yanından acelesiz adımlarla geçerken kesinlikle Jisung’u istemediğine karar kıldı. Çünkü Jisung bu saatte hayırlı bir iş için gelmezdi. Jisung’u sevgilisi Minho’nun koynundan çıkarmak ya evi terk etmesine yetecek kadar büyük bir kavga etmelerini -ki bu, arkadaşının kolay harlanan öfkesi göz önüne alındığında hiç de zor değildi- ya da Hyunjin’e gelmesini sağlayacak hayli kötü bir felaketin yaşanmasını gerektirirdi. Felaket bir yana dursun, Hyunjin’in o gece herhangi bir çift kavgasını da kaldıracak hali yoktu. Hele ki Jisung’un boşanıyormuş triplerine girerek aklınca çocukları bölüştüğü ve Minho’nun kedisi Dori’yi de kucaklayıp getireceği kadar büyükse… Bu türden kavgalarının çilesini yalnızca kendisi çekmeyip evladı Kkami de Dori’nin gazabının tadına baktığından Hyunjin’in korkulu rüyası gerçekleşmiş olurdu. En azından bu gece ev halkından birinin huzurunun kaçırılmamasını diledi.
Keşke başka bir şey dileseydi çünkü açtığı kapının ardında gerçekten de Kkami’nin huzurunu kaçıracak Dori’yi kucaklamış, ağlayarak bekleyen bir Jisung yoktu. Seo Changbin, hareketsiz bir şekilde ev sahibine bakıyordu. Varlığı gerekli açıklamayı sağlıyormuş gibi neden geldiğine dair bir bahane sunmadı. Hyunjin de sormadı zaten, sormazdı. Yavaşça kapıyı aralayarak kenara çekildi, önce koridoru sonra da ışığı açık salonu geçerek kendini açık balkon kapısından içeri atan Changbin’i evine kabul etti. Hoş geldin fasılları yoktu, Changbin bu kibar karşılamaya gerek olmadığını ilk gelişinde ‘’Misafircilik oynamaya gelmedim, kasma.’’ diyerek açıkça belirtmişti. Hyunjin’in evindeki varlığı biraz farklıydı. Aylardır kafasına esince geliyor, birkaç saat oturup gidiyordu. Genelde geceleri balkonuna konuk olmayı severdi ama bazen, müsait olması ve Hyunjin’i evde yakalayabilmesi gibi şartlar aynı anda sağlanırsa gündüzleri de uğruyordu. Buradayken yaşamak istediği misafirlik deneyimi de geliş saatleri gibi absürttü. Herhangi bir ikram ya da hoş sohbet beklemiyordu. Koltuğa devrilip yarım saat kestirdikten sonra hiçbir şey demeden gidebilir, poşet poşet getirdiği yemeklerle ikisine muazzam bir sofra kurabilirdi.
Kısacası Changbin’in sağı solu hiç belli olmuyordu ve Hyunjin de hiç sorgulamıyordu.
Aslında, ilk zamanlar Hyunjin’in kafası Changbin’in aniden ortaya çıkan ve anlamsız misafirlikleri konusunda epey bir karışmıştı. Seo Changbin hiç muhabbetinin olmadığı biri değildi, bu mahalleye taşınmadan önce şans eseri denk geldiği emlak dükkanında Changbin’den aldığı yardımın hatırına orada burada karşılaştıklarında bir kafa selamı olsun veriyordu ancak çat kapı bekleyeceği biri de değildi. Yine de evine almıştı. Samimiyetleri olmasa da Changbin’e güveniyordu. Yalnızca ev sahibiyle ahbap olan Changbin’in sağladığı kira indirimi yahut mahalledeki imajından da kaynaklanmıyordu güveni. Öyle veya böyle Changbin’de bir tehlike sezmiyordu. Sezgilerine güvenerek yabancı sıfatına çok yakın olan Changbin’i evine alması yanlış mıydı? Şüphesiz. Ancak Hyunjin hislerinde yanılmamıştı.
Mutfağa geçip ısıtıcıya su koydu. Tezgaha iki büyük meşrubat bardağı çıkardı, suyun kaynamasını beklerken bitki çaylarını istiflediği turuncu ahşap kutunun başında bitti. Evet, ne içmek isteyeceğini sormamış, Changbin’e bir seçenek sunmamıştı. Kutudan birer paket yeşil çay, yanlarına da papatya çayı çıkardı. Duruma göre farklı bitki çaylarını karıştırmayı, ilaç varsayarak içmeyi seviyordu. Bir an için misafirinin kapıdaki yüzü gözünün önüne geldi. Changbin için ada çayı da çıkardı. İhtiyacı olmalıydı. Özellikle de eli boş gelmesine bakılırsa bu gece kendini Hyunjin’in ellerine, onun aksine şifa vermediğine inandığı bitki çaylarına bırakmıştı. Yine de her seferinde dibine kadar bitiriyor, hatta keyfi yerindeyse buzları da kıtır kıtır yiyordu. Hyunjin onun bardağına limon da sıktı. Limonun yoğun aroması çayların tadını bastırıyor, şikayetlenmesini bir nebze olsun engelliyordu.
Ellerinde iki bardak buzlu çayla salonu aştı, balkona geçmeden dirseğiyle salonun ışığını kapatmayı unutmamıştı. Changbin’i tam da beklediği gibi buldu. Küçük kırmızı kilimin sol yanına biraz dışarı taşmak suretiyle çöküp Hyunjin’e yetecek bir boşluk bırakmış; köşede, duvara yaslanmış tuvalden Hyunjin’in son eserini inceliyordu. Geldiğini fark ettiğinde yavaşça döndü, uzatılan bardağını aldı. Hyunjin kendi yerine yerleşirken çoktan içmeye başlamıştı.
Balkon kısa bir süre Changbin’in yudum sesleriyle doldu. Ardı ardına, sanki boğazındaki yumruyu da yutmak istercesine aceleci yudumlar alıyordu. Yarısından çoğunu bitirdiğinde cam pipeti dudaklarından çekti. ‘’Bu çayır çimen de hiç etki etmiyor ama…’’ Bardağı kenara koydu. ‘’Sırf sen hazırlıyorsun diye içiyorum.’’
Hafifçe kıkırdadı Hyunjin. O da kendi bardağından birkaç yudum aldı. Güzeldi, her gün içtiği gibiydi. ‘’Boğazın kurumuyor işte, fena mı?’’
Balkona bir sessizlik hakim oldu. Changbin konuşmuyor, Hyunjin ondan önce konuşmaktan çekiniyordu. Havadan sudan bir sohbet açabilirdi ama yapmadı. Derdi vardı Changbin’in ve aylardır süren etkileşimlerine dayanarak, burada da içini dökemezse hiçbir yerde yapamayacağını çıkarıyordu Hyunjin.
‘’Küçük tuvalleri bırakmışsın.’’ Yeniden balkonun köşesine dönen bakışlarıyla söyledi. Hyunjin’in uzun zamandır çalıştığı mini tuvallerden bahsediyordu. Changbin her defasında farklı renklerle boyanmış beş altı tuvali yan yana görmeye alışmıştı.
‘’Onlar öğrencilerim içindi.’’ dedi Hyunjin. ‘’Okul açıldığında hepsine birer tane hediye edeceğim.’’
‘’Cidden seviyorsun mesleğini…’’ Sesi kısıldı, devam ederse titreyeceğinden korkup çayına yöneldi. ‘’Varmış böyleleri de, he?’’ Sahte bir neşeyle devam etti. Gizlemeye, şakaya vurmaya çalışıyordu. Hyunjin de hiç bozuntuya vermeden ufak bir tebessümle dinledi. Biliyordu Changbin’in mesleğiyle ilgili hayli derin sıkıntılar içerisinde boğuştuğunu. Kendi işini ne kadar sevdiğinden bahsetmeye hayâ etti. Zaten hemen sonra Changbin’in derin bir nefes eşliğinde ‘’Biz de siktiğimin binasında sürünüp gidelim.’’ diye eklemesiyle söyleyebileceği tüm güzel cümleler de yok olmuştu.
‘’Süründüğüme yanmayacağım da…’’ Yanıyordu. Hyunjin’in aylardır dinlediğine göre Changbin kendine çok üzülüyordu. ‘’Bari bir kere olsun yaranabilseydim ya. Hani ‘Boşa sürünmüyorum.’ diyebilseydim.’’
Hyunjin de derin bir nefes verdi. Bu gece söyleyecekti. Yalnızca dinlemeyecek, anlamak için uğraşmayacaktı. ‘’Belki de yaranmaya çalıştığın kişiler memnun kalmayı beklemiyordur?’’ Aslında belkisi yoktu, Hyunjin’in yaptığı gözleme göre durum bütüne bütün bundan ibaretti. Changbin’in ebeveynlerine bir şeyleri beğendirmekten vazgeçmesi gerekiyordu.
‘’İnsan kendi evladıyla gurur duymak istemez mi ya?’’ Soru değildi. Hyunjin’in haklı olduğunun pekâlâ farkındaydı ama inanamıyordu. Bir tarafı babasının inatla onu itmesini, annesinin de destek çıkmasını kabullenemiyordu. ‘’Ne yaptık sanki? İt kopuk olup sokaklara mı düştük de memnun edemiyoruz bunları?’’
Sevilmek ve sevilmemek için sebebe ihtiyaç duymak… Burukça gülümsedi Hyunjin. Changbin, onun yıllarca yanıp çıktığı cehennemdeydi. Bu yüzdendi kıvranışı. Başkasının hislerini kendinden geçen bir sebebe bağlamaya uğraşıyor, yapamadıkça sancıyla kıvranıyordu. Ondan daha geç deneyimlemesine sevinse mi üzülse mi kestiremedi ama bir gerçek vardı ki, Changbin Hyunjin’in aksine deneyimli birine sahipti. Hyunjin şimdi sahip olduğu netliği kazanmak için yıllarca kafa yormuş, yürek ağrısı çekmişti.
‘’Gerçekten sevilmek için bir şeyler yapmış olman gerekiyor mu? Evlatları olarak dünyaya gelmen yetmiyor mu?’’
Sözlerinin Changbin’e bir tuğla gibi çarptığı adeta yüzüne yansıdı. Genç adam duraksadı, mecazi olarak yıkıldı ancak kafasının içindeki patlamanın sarsıntısı Hyunjin’e de vurdu. ‘’Yetmiyormuş demek ki.’’ diye mırıldanırken oturdukları balkonun çaprazında kalan apartmanın çatı katından daha büyük bir gürültü geceyi delmeseydi Changbin oracıkta ağlayacaktı.
‘’Siktiğimin kolsuzu!’’ Kalın sese eşlik eden, muhtemelen masaya geçirilen yumruğa ait vurma sesi... ‘’Vuracağın hedefi sikeyim!’’ Gecenin sakinliğini taşıyan sokağı yaran bir öfkeli haykırış daha… ‘’İyileştiriyorum ya orospu!’’ İkisinin de dikkati yanan sayılı ışıklardan biri olan çatı katındaydı. Açık pencereden duyulan şiddetli vurma sesleri artarak devam ediyordu.
‘’Buraya gelmek için evden kaçtım. Prenses gibi parmak ucumda çıktım dışarı.’’ Changbin’in öylesine verdiği ayrıntı, Hyunjin’in nefesinin altından gülmesini sağladı. Komşusu Felix’in ailesiyle yaşadığı halde böyle davranabilmesi balkondaki ikiliye göre bir lükstü. ‘’Babama gamer olmak istediğimi söylesem ağzıma sıçardı. Aile kütüğünden sildirirdi lan beni.’’
‘’Doktor ya da mühendis de olsan kusur bulmak için bakan biri mutlaka önüne yeni bir bahane koyardı, Changbin.’’
‘’Yok ya, doktor falan olsam bir şey diyemezdi herhalde.’’ Hyunjin’e gerek kalmadan kendi savını kendi çürüttü. ‘’Gerçi ona da bir kulp bulurdu kesin. Dünyanın en iyi cerrahı falan dahi olsam ‘Sen benim şurama çare bulamadın.’ der yine itin götüne sokardı.’’
‘’Ama nankör denilen de sensin, değil mi?’’
‘’Benim tabii. Bak, gerçekten şükretmediğimden falan değil. Bana sundukları her fırsatın gayet bilincindeyim ve yemin ederim ki minnettarım ama… İnsanın gözü olmayanda da kalıyor işte götüne koyduğumun dünyasında.’’ Asabiyetle dolu ses buruk cümlelerini böldüğünde yeniden çatı katının penceresine baktı, Changbin. ‘’Kıskançlık mı denir bilmiyorum ama… Deniyorsa da densin, senden mi çekineceğim ya? İçimi dışımı öğrendin artık. Kıskandım ulan.’’ Parmağıyla pencereyi işaret etti. ‘’Ben zamanında şu Felix şerefsizini ve onun gibileri bayağı bir kıskandım.’’
Hyunjin’in de bakışları Felix’in penceresine kaydı. ‘’İnsan bazen sorgusuz sualsiz kabul edilmiş olmayı diliyor.’’ Duyduklarıyla Changbin’in boğazındaki yumru Hyunjin’e geçmiş gibi bardağına sarıldı, koca yudumlar aldı.
‘’Birey olabilmeyi becerebilmişler bunlar. Becermemişler de aslında, birey olmalarına izin verilmiş daha çok. Bak, ne görmüştüm biliyor musun? İki-üç sene önce, bir gün mal indiriyorum sokakta. Bu şerefsiz de annesiyle marketten dönüyor.’’ Şu an patronluğunu yaptığı, babasının tekstil atölyesinden bahsediyordu. Dedesinin kurduğu, mahallenin hatırı sayılır bir kısmının da ekmek yediği atölyenin patronluğu babadan oğula geçerek Changbin’e kadar ulaşmıştı. Aile büyüklerine göre hak etmiş olmak için küçüklükten itibaren her boş vaktinde çalışması gerekmişti Changbin’in. Yine o vakitlerden birinden bahsediyor olmalıydı.
‘’Tatile mi ne gideceklermiş, annesiyle uygun günü var mı diye tartışıyorlardı. Annesi ‘Şu gün çıkarız.’ diyor, Felix de ‘O gün arkadaşımın doğum günü, burada olmam lazım.’ diye burun kıvırıyor. Annesi bayağı düşündü cidden, ortak bir gün bulmaya çalıştı. Aklımı oynattım resmen. Çünkü ben babama yardım edeceğim diye son sınavı verdiğim gibi otobüse atlamıştım yolunu siktiğimin yerinde. Bırak tatil ayarlamayı, iki gün nefes almak ister miyim diye bile sorulmamıştı bana lan!’’
Hyunjin ‘’Bazıları şanslı doğuyor gerçekten.’’ diyebildi sadece. Başka ne dese bilememişti. Ne diyebilirdi ki? Kendi iki davranış tipine de yabancıydı. Ne anlayış görmüş ne de fazla kontrol altında tutulmuştu. Hyunjin biraz… Yok sayılmış, yok olması tercih edilmiş bir çocuktu.
‘’Değil mi? Düşünsene ailen sana soruyor neyi nasıl yapacaklarını. Senin için yapıyorlar bir şeyleri, senin dahil olmanla değil. Ulan… Bu ikisinin farkını bir kavrayabilselerdi hayatımın geleceği noktayı düşünsene.’’ Dudağını tuttu alayla. ‘’Dehşetten dudağım uçuklardı.’’
Changbin derdini şakaya vuruyordu ama yavaş yavaş Hyunjin’in ruhundaki izi kalmış yaraları da dürttüğünden bihaberdi. Hyunjin’in sadece eşlik etmek için sunduğu sahte gülüşün ardında peyda olan ‘’Acaba ailesi onun için bir şeyler yapsa -ya da yapmasa- nasıl olurdu?’’ düşüncesi göğsüne bir ağırlık bindirmişti bile. Mesela Hyunjin üzülür diye önce konuşmayı deneselerdi… ya da Hyunjin’in de evlat olduğu gerçeğini unutmayıp düşman olarak mimlemeselerdi… Nasıl olurdu?
‘’Benim de dudağım uçuklardı sanırım.’’
‘’Kendimi bildim bileli her şeyi onlar için ayarlıyorum. Daha küçücük çocukken görev bilinciyle hareket ediyordum. Babama yardım etmeliyim, babam kızmasın, annem üzülmesin, elaleme iyi görünmem gerekiyor, dedeme layık bir torun olmalıyım… Zırvalar, zırvalar!’’ Elini alnına düşmüş saçlarından geçirdi, iyiden iyiye sessizleşmiş Hyunjin’den çok kendi derdiyle meşguldü. ‘’Hep kırk farklı şey olmam gerekti.’’
Hyunjin’in ne olması gerekmişti? İyi bir evlat mı? İyi bir abi? Alt dudağını derince ısırdı, içindeki kasırganın acziyetle dışavurumuydu. Hyunjin’in yok olması gerekiyordu, başaramayınca zorla yok edilmişti. Nefesinin daraldığını, göğsünün geçen saniyeler boyu artan yükle ağırlaştığını hissetti. Bu gece Changbin’in dertlerini aşması için bir şeyler söylemeye, akıl vermeye kararlıydı, hepsi nereye kaybolmuştu? Neden şimdi kendi derdiyle yeniden yüzleşiyordu? Hyunjin bunları çoktan atlamamış mıydı? Atlattığını sanıyordu…
‘’Her şey oldum, bir tek evlat olamadım.’’
Changbin’in titreyen sesiyle söylediği cümle, en az onun kadar Hyunjin’in de zoruna gitmişti. Birey olamamışlardı, evlat olamamışlardı... Ailelerinden kopamadıkları gibi ailelerinde yer de bulamamışlardı. Arada kalmış yaşamlardı onlarınkisi. Ne kendilerine ait kılacak kadar dik, ne de başkasının boyunduruğuna girecek kadar yumuşak başlılardı.
Hyunjin’in verecek cevabı yoktu, Changbin’in de bu raddeden sonra devam etmeye gücü. Sustular. Güneş doğana kadar bir yere kıpırdamadan, ara sıra bardaklarında eriyip giden buzları pipetleriyle dürterek ya da tişörtlerindeki dikişlerinden fırlayan bir parça iple oynayarak tükettiler dakikaları. Felix’in mahalleyi inleten, yan apartmandan uyarı bağırışı alan öfke nöbetlerini dinlediler. Sabah olana kadar titrek nefeslerinin, dağılan düşüncelerinin etkisiyle sakinleşerek normale dönmesini kademe kademe işittiler. Gökyüzünün rengi açılmaya başlayıp balkonun karşısındaki sokak lambası söndüğünde Changbin işaret almış gibi ayaklandı. Hyunjin’in kalkmasını beklemedi ama balkondan çıkmadan onun da bardağını kapıp mutfağa ilerledi.
Peşinden giden Hyunjin, kapının pervazına yaslanıp sessizce izledi bardakları yıkayıp tezgahın üzerinde ters çeviren Changbin’i. Evini kullanıyor ama mümkün olduğunca yük olmamaya gayret gösteriyordu. Dış kapıya ulaşmak için yanından geçen Changbin’i gözleriyle takip etti. Bulunduğu konumdan dış kapıyı net bir şekilde görebiliyordu ve kımıldamak için fazla uykuluydu.
Changbin kapıyı açtı, çıkmadan evvel Hyunjin’e dönüp hafifçe başını eğerek sözsüz bir teşekkür etti. Hyunjin de aynı şekilde karşılık verdi. Kelimelerin ifadesine ihtiyaçları yoktu. Biri dillendirmeye dahi utanacak kadar minnettar öteki abartılı bir şekilde mütevazıydı. Changbin kapıyı kapattı, Hyunjin çöken omuzlarıyla salona gitti. Benzer dertleri paylaştığı birinin olmasının rahatlığı ve yükünü aynı anda taşıyordu.
Çalan telefonla gözlerini zar zor araladığında oldukça huysuz hissediyordu Hyunjin. Changbin’den kısa bir süre sonra hareketlenen Kkami’yi yürüyüşe çıkarmış, aç uyumamak için kahvaltı etmiş ve neredeyse saat dokuza gelirken kafasını yastığa koyabilmişti. Nefesini bile kontrol edemiyor gibi hissetmesine bakılırsa da yatağında uykusunu almaya yetecek kadar bir süre geçirmemişti. Masanın üzerinde bıraktığı telefonunu almak için ayaklandı, Jisung’un adını görünce boğazını temizlemeye gerek duymadan açtı.
‘’Hyunjin, evdesin değil mi?’’ Reddetmek istiyordu, yatağına gidip akşama kadar derin bir uyku çekmek istiyordu, ufak bir mırıldanmayla onayladı.
‘’Minho’nun oralarda işi varmış, sana geliyorum. Yemek de getiriyorum, kahvaltı yapmadıysan biraz daha bekle.’’ Jisung’un kahvaltıdan bahsetmesiyle telefonu kulağından çekip saate baktı. On bir buçuğa henüz vuruyordu.
‘’Jisung,’’ Çatallı çıkan sesinin anlaşılamayacağı ihtimalini umursamadan konuştu. ‘’Sonra gelsen olur mu? Ben kahvaltı yaptım.’’
‘’Kahvaltı için mi geliyorum, salak? Yemek yanımda bonus. Yıka elini yüzünü. Bir haftadır görüşmedik.’’ Jisung’un azarını Minho’nun araya giren sesi bitirdi. ‘’Hyunjin! Biraz daha seninle dövüşmezse bana saracakmış. Kurtar, ne olur!’’
‘’Benden kurtulmak istiyorsun yani?’’ Hyunjin’in sohbetteki yeri, Jisung’un sevgilisine trip atmaya geçmesiyle bitmişti. ‘’Dikkatli gel.’’ deyip kapattı, telefonu eski yerine bıraktığı gibi kendini yeniden yatağına attı. Kıyamamıştı ya, Minho’nun bahsettiği kavga dövüş muhabbeti Jisung’un ‘’Özledim.’’ deme şekliydi, kendisini merak eden arkadaşını nasıl geri çevirebilirdi ki? Ama onu ayakta bekleyemeyecek kadar da uykuluydu. Bilinci çok sürmeden kapanırken gözlerinin önünde beliren son şey gecesini çalan adamın yüzü oldu. Neden birden aklına düştüğüne akıl yoramadı.
Jisung kendini mutfaktaki iki kişilik masanın sandalyelerinden birine atarken soluklanıyordu. Tişörtünü şöyle bir çekiştirip ‘’Yoruldum yahu!’’ dedi. ‘’Ne bitmek bilmez yolun varmış.’’
‘’Arabayla gelseydiniz ya.’’ Hyunjin arkadaşının getirdiği yemekleri sırayla mikrodalgaya koyarken konuştu. Yürüdükleri için hepsi soğumuştu. Gerçi Minho’nun restoranından Hyunjin’in evine kadar olan mesafe bu kadar soğumaları için kısaydı ama… Jisung’un boynundaki kızarıklığı gördüğünden soruşturmadı.
‘’Spor olsun diye düşündüm. Biraz kilo almışım.’’ Göbeğini pat patladı. ‘’Minho iyi bakıyor bana.’’
Hyunjin’in gülerken kafasıyla onayladı. Gerçekten de Minho sevgilisine çok iyi bakıyor, Hyunjin’in gözünü hiç arkada bırakmıyordu. Minho hayatına girdiğinden beri Jisung’un hayatının hiçbir alanında olumsuz yönde ilerlediğine şahit olmamıştı. Minho mutlaka bir çaresini bulup sevgilisini düzlüğe çıkarıyordu.
‘’Belli. Kendisi bir deri bir kemik kaldığına göre iyi bakılan taraf sen olmalısın.’’ Çıkan bip sesiyle mikrodalgadaki tabağı yeniledi.
‘’Hadi oradan be!’’ Takılmak için söylemişti ama bu kadarı bile Jisung’un tartışmacı kişiliğini alevlendirmeye yetmişti. ‘’Nasıl kas yaptığını görmedin tabii! Ben sevgilime o kadar iyi bakıyorum ki yakında beni ağırlık olarak kullanacak!’’
‘’Tabii tabii.’’ Tabağı masaya yerleştirirken hafifçe g��z devirdi. Jisung oldu olası abartmaya bayılırdı.
‘’Dönüşte göstereceğim, göreceksin! Apartmandan çıktığımız gibi görüntülü arayacağım, biz eve girene kadar da kapatmak yasak! Minho beni nasıl taşıyor izleyeceksin!’’
Çekmeceden yemek çubuklarını alırken arkadaşının inadının ciddiyetini ölçtü Hyunjin. Yapar mıydı? Kesinlikle yapmayacağına garanti veremezdi. Han Jisung’du bu. Sağı solu belli olmuyordu. ‘’Sakın. Bana güç gösterisi yapacaksın diye çocuğun belinden olmayın sonra. Restoran sana kalınca beni de alıkoyuyorsun.’’
‘’Vermiyor muyum günlüğünü?’’ Masaya konduğu gibi kaptığı çubuklarla ağzına bir parça fasulye attı. ‘’Bir haftalık erzağını da yolluyorum yanında. Sana da yaranılmıyor.’’ Hyunjin parmağını dolu yanağına bastırırken huysuz ifadesini bozmadı.
‘’Şimdi böyle mi olduk?’’ Sabahın erken saatlerinde Changbin’in tezgah üzerine ters çevirdiği bardakları da masaya yerleştirdi. ‘’Sana yardım için gelmiyormuşum gibi konuşma, fena yaparım. Zorla veriyorsun parayı da yemekleri de.’’
‘’Minho’nun içi rahat etmiyor diğer türlü. Beleş çalıştırmak olmazmış. Diyorum ‘Hayatım boş ver, enayiyi bulmuşken kullanalım.’ ama yok. Sen yabancısındır bu tip şeylere, idealist insan falan ya hani benim sevgilim.’’ Jisung’un övünmesine karşılık verecekti ama konunun değişmesiyle sustu. ‘’Bu arada, bugün yarın tekrar çağırabiliriz seni, haberin olsun.’’
‘’İş mi aldınız yine? Kimden? Büyük bir yer mi?’’ Minho’nun işlettiği restoran, kimi zaman çeşitli etkinliklerin yemeğini de üstleniyordu. Minho aylık cirodan memnun kaldığında elini bu taşın altına koymuyordu ama bazı aylar mecbur kalıyorlardı.
‘’Garantiledik. Biliyorsun, son birkaç aydır bayağı bocalıyorduk.’’ Jisung’un esas mesleği editörlük olmasına rağmen kendi işini de restoranda idame ettirdiğinden çoğul konuşuyordu. Minho da boş vakitlerinde Jisung’a yardım ediyordu. Bir nevi ikisi de birbirlerinin sağ koluydu. ‘’Seninkinden de teklif alınca geri çevirmedik.’’
‘’Benimki?’’
‘’Changbin işte.’’
‘’Changbin benimki miymiş?’’ Yeni bir biple son tabağı da çıkardı. Kaşları çatıktı. Changbin’le karmaşık ilişkileri Jisung’un ağzına sakız olalı aylar oluyordu ama Hyunjin reddetmekte kararlıydı.
‘’Bilmem, belki bunu sonraki gelişinde konuşursunuz.’’ Ağzına büyük bir parça pirinç attı, şişen yanağına kondurduğu çarpık sırıtışıyla ekledi. ‘’Konuşuyorsanız tabii.’’ Masadaki yerini alan Hyunjin’in omuzuna vurmasıyla da muzip ifadesini bozmadı.
‘’Ne teklif etti Changbin? Tekstilin yemekleri sizde mi bundan sonra?’’
Jisung omuzlarını silkti. ‘’Galiba. Minho ile konuşuyorlardır şimdi. Anlaşabilirlerse bizde.’’
Changbin’in bahsetmemesine şaşırmıştı ama bozuntuya vermedi. Bambaşka dertleri vardı sonuçta, iş için yapacağı bir anlaşmadan konuşmaya fırsat bulamaması oldukça normaldi. ‘’Tekstil biraz kalabalık değil mi? Koca bina sonuçta. Zor olacaktır.’’
‘’Parası da o kadar iyi olacak ama. Günlük olduğundan başka iş almak zorunda da kalmayacağız. Changbinlere yetişmek için iki eleman daha alacakmış Minho. Changbin’in babası sorun çıkarmazsa ayarlayacak her şeyi. Biraz sorunlu bir tip sanırım.’’
Çubukları havada durdu. Son cümleye değin hiçbir sorun yoktu ama Changbin'in babası mevzubahis olduğunda… Bu adam belayı da mutlaka peşinde getiriyordu. ‘’Changbin’in babası mı? Onunla mı karşılaştınız?’’ Karşılaşmamalarını, Changbin’in bir de Jisung ve Minho önünde gururunu kıracak bir durumun ortasında kalmamış olmasını umuyordu.
‘’Karşılaşmadık da…’’ Jisung da ciddileşmiş, dalgacı havasını kekremsi bir surat almıştı. ‘’Binaya yaklaştığımız sırada bir bağırış koptu, net cümle veremiyorum şu an ama içeriği ‘Bana sormadan bir halta kalkışamazsın.’ tarzı bir şeylerdi, anla.’’
Hyunjin ilgiyle dinliyordu. Changbin’den çok defa işittiği hikayelerin içeriğiyle öyle uyuşuyordu ki… İstemsizce morali bozuldu. Gerçekleşmeyeceğini bilmesine rağmen azarın sahibinin başka biri çıkmasını diledi.
‘’Changbin de karşılık verdi, kapıdaki kamyonun arkasındaymış meğer. Baba-oğul tartışması yaşadılar işte.’’
Basit bir baba-oğul tartışması olmadığına, Changbin’in babasının koltuğunu oğluna kendi isteğiyle devretmesine karşın sergilemekten usanmadığı güç gösterilerinden biri olduğuna emindi. ‘’Changbin sizi gördü mü?’’
Kaşlarını yukarı kaldırarak cıkladı. ‘’Bayağı bağrıştılar, babası küfür de edince Minho o hengameye dahil olmak istemedi. Olayın öznesi olarak gitsek daha mı kötü olur kestiremediğinden yolumuzu değiştirdik. Birkaç tur attık, beni sana bıraktı, kendi de Changbin’in yanına gitti.’’
‘’İyi yapmışsınız. Hoş olmazdı tartışmanın ortasına girmeniz.’’ Changbin anlaşma yapacağı birinin önünde otoritesinin sarsılmasını, daha doğrusu çocuk gibi azarlanmayı kaldıramazdı.
‘’Minho anlayışlıdır, canım. O da restoranı babasıyla açtığından biliyor ebeveynle çalışmanın illetini. Changbin’le empati yaptı bu yüzden.’’
Hyunjin de alışkanlıktan ötürü olsa gerek kolayca empati yapabilmişti. Changbin’in kötü hissettiğini biliyor, Changbin için mi yoksa Changbin ona kötü hissettirdiği için mi göğsündeki sıkıntının baş gösterdiğini kavrayamıyordu. Jisung’a belli etmeden ufak bir nefes verdi. Belki bu gece Changbin’i dinlerken anlardı. Çünkü biliyordu, Changbin muhakkak kapısını yeniden çalacaktı.
--------
ayy cok uzun zamandir bir seyler paylasmayinca insan geriliomus .
nasildi?? ben cok sevdim balkon evrenini bilmiorum,, dertlenince hyunun kirmizi kilimine kivrilirim artik. konusalim mi biraz,,, OZLEDIM DE CUNKU yorumlarinizi bekliorumm
kendinize COKII bakin <3
20 notes
·
View notes
Text
öfkem dindi. ne zaman öfkem dinse yanlış şeyler yapmaya başlıyorum. sanki kendime olan saygımı yitiriyorum. daha çok kaçıyorum, sesimden kaçamıyorum. sanki bağırınca anlaşırlık yükseliyor sanan öğretmen gibiyim. bazı soruların cevabı, her şeyin anlamı olmadığını asla öğrenemeyeceğim. öğrenmemenin imkansız olduğununu düşünen biri için cehennem bu. aynı yere döneceğim, bazen neyden korktuğumu istemsizce sayıklıyorum. duyduğum şeyleri unutmalıyım, unutmalıyım ki bir daha durmayayım. ölmemek için yerde hareketsiz yatan o asker gibi zeminden rahatsız ama yaşadığına bir şekilde memnun. her şeyi denedim, her şey ne demekse. nasıl hissettiğimi tanımlayamıyorum. az sonra tanıdık bir sima görünce kahkahalarla sohbet edebilirim. az sonra kimse yoksa ki yok memnuniyetsiz suratıma devam edebilirim. iyi rol yaparım. ama tercihen kendimi izlemekten hoşlanmıyorum. yağmur başladı, yağmur romantik değildir.
158 notes
·
View notes