#hali dahli
Explore tagged Tumblr posts
Text
Demokrasiye dair kısa not…
Fikret Başkaya
“Eğer Batı siyasi düşüncesi diye bir şey varsa, bunun köklü bir anti-demokratizmle malül olduğnu söylemekte bir sakınca yoktur”
J.S. Cellanda
Adı ‘temsilî demokrasi’ veya ‘Batı demokrasisi’ denilen bir oyun sahneleniyor… Oyunun senaryosu ‘kutsal devlet’ tarafından yazılıyor, kaşarlanmış profesyonel burjuva politikacıları – siyasi partiler- tarafından da oynanıyor… Gerçi seçimlerle seçilenler değişebiliyor da şeylerin seyri hiçbir zaman değişmiyor… Seçilenler seçenleri temsil etmediği için… Siyasetin bir meslek, profesyonellerin işi olduğu durumda başka türlü olması mümkün değildir… 76 yıldır oynanan ‘demokrasi oyunu seyirciyi oyalamak üzere sahneleniyor… Oysa demokrasi ‘yurttaş bilincine’ sahip insanları varsayar….
Bir yerde bir kavramın kullanılması, orada söz konusu kavrama uygun bir gerçekliğin var olduğu anlamına gelmiyor… Söylenenlerle yapılanlar arasında ekseri bir uyumsuzluk söz konusu olabiliyor… Egemenliği sürdürmenin koşulu, gerçek dünyada olup-bitenlere, yaşananlara dair bir yanlış bilinç oluşturmakla mümkündür. Şimdilerde insanlığın ezici çoğunluğunun yaşadığı gerçek, küresel egemenlerin ve akıl hocaları ‘konunun uzmanlarının’ resmettiğinden çok farklı… Nitekim, sömürünün ve baskının derinleştiği, insan onurunun her geçen gün daha çok ayaklar altına alındığı, insanı aşağılayan, etik kaygılara yabancılaşmış bir kör gidiş pupa-yelken yol almaya devam ediyor… Üstelik bu netameli süreç bir de şeylerin normal hali, insanlığın nihai kurtuluşu olarak sunuluyor…
Demokrasiden halkın kendi kendini yönettiği, kaderinin kendi elinde olduğu, hiçbir dış iradenin dahli olmadığı, insanların özgür iradeleriyle yaşamlarını düzenlediği, insan onurunu yaralayan, insan özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen, sömürü, bağımlılık, hâkimiyet ilişkisinin söz konusu olmadığı, velhasıl insanın insana kulluğunun sona erdiği bir toplumsal yaşam anlaşılmalıdır… Bu yüzden demokrasi kavramı, evrenselliği içeren bir kavramdır ve ancak tüm insanları kavrayıp-kucakladığında bütünüyle gerçekleşebilir…
Bugüne kadar siyaset felsefecileri, filozoflar, sosyal bilimciler, edebiyatçılar, siyaset adamları vb. kendilerince bir demokrasi tanımı yapmışlardır, demokrasinin ne olması gerektiği konusunda kafa yormuşlardır. Bunların ezici çoğunluğunun soruna demokrasinin gerçekleşmesinden zarar görecek olan egemen sınıflar tarafından baktığını söylemekte bir sakınca yoktur… Ekseri demokrasi kavramı, demokrasiyi engellenmek amacıyla, bir mistifikasyon aracı olarak kullanılagelmiştir…
Esasen demokrasi sorunu, son tahlilde sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Tam tersine, sınıf mücadelesinin en başat bileşenidir… Demokrasi önü açık bir süreçtir ve özgürlük,eşitlik ve sosyalizm özdeş, birbirlerini tamamlayan ‘akraba kavramlardır’… Toplumsal eşitlikten, özgürlükten söz etmeyen ve bunların anlam ve önemine gönderme yapmayan birinin demokrasi şampiyonluğu bir safsatadan ibarettir…
Demokrasi ve sosyalizm kavramları arasındaki ilişki ve tamamlayıcılık da büyük öneme sahiptir… Zira, sosyalizasyon yokluğunda demokrasi söylemi içi boş kabuk olmaktan kurtulamaz… Aynı şekilde demokrasi yokluğunda da sosyalizmin bir karşılığı olması mümkün değildir…
Mülkiyet ilişkilerini, sömürü, bağımlılık, hakimiyet ilişkilerini yok sayarak, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz etmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir… Nitekim demokrasi ideali, tüm üyelerinin eşitliğine dayalı bir ‘insan toplum’ demeye gelir… Demokrasi insanların sadece ‘kendilerini yönetecek’ temsilcileri seçmesiyle gerçekleşemez. İnsanların yurttaş bilinciyle hareket etmeleri, bilinçli özneler oldukları durumda gerçekleşebilir… Yurttaşlık bilinci de, ancak ortak bir şeylere sahip olunduğu duygusunun içselleştirildiği durumda mümkündür… Bunun için de reel-maddi bir geri plan veya temel gereklidir… Yüzde onluk azınlığın ülke kaynaklarının %90’nına el koyduğu, geniş emekçi kesimlerin derece derece açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, sefalete, aşağılanmışlığa, horlanmışlığa terk edilmişken, baskı ve zulme maruzken, velhasıl ülke zenginliğinin asıl yaratıcıları olan emekçi sınıflar denklemin dışına atılmışken, kullanılan oyun, sergilenen demokrasi oyunu bir sirk oyunu olmanın ötesine geçebilir mi?… Yoksa sadece ahmakları aldatmaya mı yarar…
Demokrasinin gerçekleşmesinin bir önkoşulu da toplumu oluşturan insanların toplumsal sorunlarla, başka türlü söylersek siyasetle aktif biçimde ilgilenmesidir. Nitekim Aristotales “insan politik bir hayvandır” demiştir. Eğer insanı diğer canlılardan ayıran birinci özellik onun alet yapma yeteneğiyse, ikinci bir özelliği de politika yapabilme yeteneğidir… Politika, toplumun alternatif örgütlenme ve yönetim olanaklarına sahip olduğu, her zaman verili olandan farklı bir şeyler yapma yolunun açık olduğu anlamına da gelir… Türkçedeki yurttaş kavramı, Fransızcadaki citoyen’in karşılığıdır. İnsanların sitenin, kentin, toplumun, ülkenin, insanlığın sorunlarıyla ilgili olması demektir… Aktif yurttaşlıksa, özgür düşünce ve tartışmanın geçerli olduğu yurttaşlar arasında uzman-uzman olmayan, bilen-bilmeyen…türü ayrımlar da dahil her türlü ayırımcılığın ve hiyerarşinin olmadığı bir kamusal alanın varlığını gerektirir… Toplumda olup-bitenlere kayıtsız bir yurttaş olamaz… Hem bir toplumun üyesi olup hem de orada bir tür misafir, sığıntı, mülteci bilinci taşıyarak yaşayan, kendi kaderinin başkaları tarafından belirlenmesine razı olanların yurttaş sayılması mümkün değildir…
Nihayet, demokrasinin üçüncü önkoşulu da kamusal alanın olabildiğince genişlemesini varsayar. Kamusal alan ne kadar genişse, demokrasinin gerçekleşme olasılığı o kadar büyüktür. Elbette ‘kamusal alan’ kavramı ekseri yapıldığı gibi, siyasetin ve ekonominin devletleştirilmesi anlamında değildir…Zira, siyasetin devletleştirildiği bir rejim, demokrasiyle değil, dikta rejimine, totaliter rejime denk gelir… Bir ülkenin ekonomik varlığı bürokratik bir kast tarafından tasarruf edildiği koşullarda, demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Ekonominin sosyalleşmesine, siyasetin demokratikleştirilmesi eşlik ederse hem demokrasi ve hem de sosyalizm istikametinde yol alınabilir ve insan özgürlüğünün (emansipasyonunun) derinleşmesi mümkün olabilir. Velhasıl, bireysel ve kollektif self-determinasyon olanaklı hale gelebilir.
Oysa, neoliberal küreselleşme çağında, kollektif olan, müşterekler alanına dahil olan ne varsa piyasanın, dolayısıyla özel çıkarların etkinlik alanı haline getirildi, özel sektör (sermaye) kamusalın önüne geçti, bireysel egoizm ve bireysel zenginleşme kutsandı, İşbitiricilik marifet sayıldı…
Oynanan temsilî demokrasi oynunun hiçbir kıymet-i harbiyesi yok… Kitleleri aldatma-oyalama aracı… Zaten bidayette de temsilî demokrasinin gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlandığını unutmamak gerekir… Velhasıl bir şeyi olmadığı yerde aramanın bir alemi yok…
0 notes
Text
Chance
youtube
Wind whipped through the drahn’s hair, violent and unabating. The smell of the sea, the silence of the rock, of the motionless water, washed over her senses. She descended rapidly, eyes closed to the blinding, unnaturally-radiant light that suffused the sea around her and her horns, through the whipping of the wind, the shouts and angry clamour of men from above as it grew more and more distant, eventually drowned out entirely by the rush of air.
Below her lay not water, but rock. She knew well where she was destined to touch down, headfirst. She knew she would not survive. Doubts welled in her mind, but she tamped them down. She wanted to struggle, to stop her descent, but failure, in her mind, rage in her soul, and a horrible, aching corruption welling in her body for not the first, but the second time, all told her one thing: death was her best chance.
Taking a breath as the rocks grew closer, she held it, squeezing her eyes shut as she felt the presence of the ground drawing near…
Holly Morningtide, known once as Hali Naras, or even Asashio no Haruhi, had been given an assignment: as a guard of the Crystarium - the last bastion on Norvrandt against the force of primordial Light and its terrible sin eaters, creature much like voidsent, but aspected to the light, rather than a corrupted, dark nothingness - she was tasked with gaining information on Eulmore.
Tensions had been growing thicker over the last few years, Eulmore’s trade becoming somewhat-strangled by its lord, Vauthry, whose decree had been to focus on enjoying the supposed last days the world had. Eulmore’s Free Citizens and their “Bonded” - indentured slaves, as Holly understood it, bound to their masters for a chance at a “better life”, or at least to spend their last days in relative comfort as they worked for those who did nothing - made the woman somewhat ill, the more she watched them. They had no interest in trade, anymore, but, military might they once were, some still engaged out of courtesy. She was to figure out why things had taken such a turn. No other could enter - not without becoming a citizen - and so it was that she would become one… after gaining entrance.
Trained as a shinobi, a ninja, she made a good spy for the Crystarium Guard. She touted her skill and showed it well, earning her a place of importance as the first of the Crystarium’s agents to sneak into the island. She was to observe the citizenry, to emulate them and take on a persona for as long as she could that would get her ingratiated, then slip away once she could find any information on the goings-on.
For three days, by her reckoning, did she watch the city, hiding amongst the shantytown nearby, watching and listening. She gathered information as best she could. The city itself was accessed by a single bridge, leading to a guarded stairwell. The beach around the small islet was best by yet more of the shantytown: The Derelicts, she learned. She’d find no allies, here. To a man, she surmised, any of them would sell her out for their place amongst the elite, living easy in the gaudy city above. Swimming up to the shore would be difficult without being seen. However, there would be no easy way to get past a guarded gate with nothing but cliff to either side. Being noticed would not be to her advantage, and she was not to cause a fight. Thus, for two more days, she waited…
After nearly a week of camping in squalor, dirty and uncomfortable, she witnessed a ceremony at the gates that drew her attention and gave her what she needed: her in. A pair of jesters, dressed in red and blue and speaking in insufferable rhymes, presented themselves to the shantytown’s residents like saviours, handing out a strange food that felt strange to her. It felt of nothing, and even beholding it from afar, it turned her stomach. They called it meol, and the people were elated. They lined up for it, then they performed, promised, begged to be let in, to earn their keep. In the end, one was chosen: a young drahn girl - a Xaela, she’d have been called back home - was taken in for her cooking skill, presenting a dish she’d made from gathered herbs, meats and vegetables. It was deliciously fragrant, gaining the attention of quite a few, given the living situation. She had to have been saving those ingredients for some time. Holly gazed on from her place in the shadows and felt a pang of familiarity with the girl. Despite the ragged ingredients, the dish was expertly-made. For a moment, she even felt proud of the girl. Then, she was let in. At that point, the guardswoman followed from the shadows. Following them might be her way in, so long as she could remain unnoticed.
Undetected she remained. Up through the doors into the bottom level, she had to take a moment to slip aside and allow herself a moment’s respite from the culture shock. In an instant, she had passed from broken stone and wooden planks from the derelict military ships that once served as part of the nation’s great navy to a decadent, colourful - garish, even - and altogether clean place. All-too-suddenly was she aware of the smell she’d accumulated while hiding with the paupers of the shantytown for so long. Stealth would avail her no longer if she could be sniffed out. She would have to make her entrance somewhere…
She found it. A queue for registration. It was unsupervised once behind the city walls, and so she slipped into the line where a gap formed only briefly, just behind another blonde woman. She quickly patted her hair about to make it as close to identical as she could, given her silver streaks, and there she stood. She encountered little resistance, the man seeming to be preoccupied with the riches that had already surrounded him - promises of a better life… while it lasted - and before long, she was at the registration booth. The other drahn girl had already come and gone, hurried along to meet with her new “owners,” as Holly understood it.
“Name?” rang the bored, vapid question, rousing her from her thoughts. She found herself before a rather well-to-do-looking mystel man with blue hair and very a look on his face of boredom surpassing even his tone.
“...Leah,” she spoke quickly, assuming a familiar role - the anxious, shy girl, so similar to how she’d been so many years ago - before she cleared her throat and stuttered, “L-Leah Arlon.”
“Talent?”
The first word to her mouth wanted to be “chef,” but with the dark-scaled girl having come and gone, that might be too soon…
“Songstress.” This gained a pause from the man, who checked his records then shrugged. Holly’s heart raced.
“Uh… to whom?” he asked, gaining a bitten lip from her in response.
“I-I don’t remember, sir, I… I-I-it was… only mentioned once.”
The man sighed, then pulled up a monocle to check the papers, muttering, “...well, we’ve… two Citizens expecting a songstress. In high demand of late, aren’t you…? Anyhow, you’re either for Ryn-Tokka or Madame Haylin.”
“O-oh! I- I was to see M-Madame Haylin,” she says quickly, “S-sorry, I, ah-”
“Mgh,” the man muttered, looking irate, “You weren’t scheduled until the morrow… Well, whatever. I can take it up with them later. Go on, then. Get yourself made proper. Madame Haylin is on the north terrace, all the way up the stairs once you’re… presentable.”
The man’s disgusted face at her made her want to snap back, but she kept the persona intact, nodding and sputtering apologies before being lead, blessedly to a room with showers and fresh changes of clothes, where some other number of Bonded milled about, ushering those who had been registered along. She, too, was hurried on and shown to a shower and given new clothes into which she could change with some additional commentary on her state of cleanliness. Again, though, she bit back comments and hurried along, eager, really, to get cleaned and refreshed. When she changed her clothes, she bundled up her old pauper disguise and left it. It had nothing she needed, given her gear and weaponry were hidden beneath, in bands of kunai and shuriken. She had elected not to carry any larger weaponry, given the nature of the mission.
So it was she was shown up to the upper levels… and that was where she disappeared once again. The Mistress to whom she was supposed to report, undoubtedly wouldn’t know any better, though she had to feel sorry for the registration clerk who had to explain the next day why a slot had already been filled by someone who wasn’t there. Regardless, she had her mission. It was time to find what she needed to blend in.
A trinket here and there, stalk this woman or that man, then take a bauble or an outfit from their drawers when they’re not looking… and there she was. In just under a couple hours, she’d assembled the perfect look for a free citizen. She restyled her hair, pulling it back out from the long ponytail it’d been in before and up into a tight Ishgardian-style chignon that Dahlia - Odellia, here - had taught her, and, with a bit of pilfered makeup, she was a different woman. Finally, the air was hers to take, and so she puffed out her little chest, lidded her eyes ever-so-slightly, batted her eyelashes and took to a confident swagger around the city.
The difficult part of the mission was over. She was in, engaging in small talk with the citizenry, snooping with what her sense for aether could tell, every little detail finely standing out for inspection in such a barren, sleeping world, so frozen as it was by the Light, and taking notes in private. A day passed, and she remained awake for the whole time. Exhaustion wore heavy, but she continued with her mission.
She’d learned much, and all of it was written in her notes. She was resolved to hear more of their Lord Vaurthy, though, and so she stayed a bit longer… and then she saw her once more: the waifish, black-scaled drahn girl - the chef - from before was being lambasted by a lanky man with a grating voice and an all-too-familiar sneer, both speaking on a nearby balcony.
She knew the sneer. A man, once, with such foul intentions as to traumatise her at every turn, to belittle and crush her as best he could with every step, had worn the same. She dared not recall the name for the fury it brought in her. Fury, however, would not be denied.
“And you expect to call yourself a chef?” the man asked, a mixed drink in his hand, freshly delivered by the girl, “The dodo was good, of course...”
The girl looked confused, piping up as if to ask for clarification, a confused look on her face. She didn’t get a word in before the drink was splashed on her, staining her shirt, soaking her hair, and pelting her with ice. She gasped, flailing as if to try and defend herself against the liquid offence.
“Do I look like I want good, girl?” the man hissed in her face as she began to sob, shaking her head and giving a choked “no, sir,” as she reeled from the suddenness of the assault.
“I want phenomenal. We are going to have another talk,” he said, grinning sadistically, pointing to her, then grabbing her roughly by the wrist, which, Holly noticed, was already bruising, the girl’s pale blue skin already mottled with a few bruises that briefly flashed in the part of her dress as she was yanked along.
Fury, however, would not be denied. She was too tired, too worn from the atrocious, ignorant opulence of the place. To see such an abuse, the threat of more atop it, brought back memories within her that brought a terrible flame to her heart, dark and angry and vengeful.
Vengeance, too, came quick, nor would it be denied. She’d already drawn stares as she felt herself move. She was no longer in control. The dark craved vengeance. It called for blood. The girl was no longer real, but a spectre of her past, whimpering and struggling, soaked in alcohol and fruit juices. The man became as Crawford.
The drahn saw her advance first, eyes wide at the woman who approached, wreathed in darkness that drew hushed stares from nearby and eyes ringed with hateful red that caused people to part like butter for a knife. A knife.
That was all it took. With one practised, fluid motion, she loosed a kunai into her hand and let it fly with deadly aim. As the man turned to see the cause of the hush, he found himself struck dead, a black, foreign blade lodged in his temple and out the eye of the other side of his head. His grasp fell limp and the girl was the first to scream. As she scrambled, a panic ensued, and guards came storming the area, several spears thrust within inches of her head before she could react.
The Might of the Eulmoran military… she thought to herself, then raised her hands in obedient surrender.
“Move!” She was jabbed roughly in the back. Though it didn’t tear cloth, it hurt.
“Now!” A soft cry rang out from elsewhere.
“Take them to Lord Vauthry!”
Them? she thought, then froze, realising the other cry, causing her heart to skip a beat and her blood to chill. Looking toward the girl, she, too, had been surrounded by guards, and in much the same manner. There was no choice but to go along. She would damn the girl if she fought, let alone her mission. Even if she escaped, which she could have, the innocent girl whose life she had just taken from bad to worse in the sake of deluded vengeance would suffer even more. Slowly, she began to march in time with the soldiers, on across the balcony, up a lift, and toward a massive room.
Her senses burned. Sin eaters were surrounding the room. Sin eaters. At the other end, across a vast, empty floor, sat a man more gargantuan and more grotesque than some monsters she had seen: Lord Vauthry sat, reclining against a great, winged lion of an eater, another stroking its plaster-like mane softly.
“Hm-hrmh?!” the man exclaimed in surprise, massively obese form wobbling from the shocked motion he made as the doors were flung open, “What is the meaning of this? Explain!”
“My Lord,” the guard at the head explains, “This woman has murdered a fellow Free Citizen in cold blood. The deceased’s Bonded was brought, as well.”
“Well, what do you expect me to do about this, hrm?!” the man rumbled irritably, “You are here for a reason!” “Y-yes sir, but… she is clearly guilty. Many here witnessed it. It was done in plain sight.”
“Wha- how unbelievably brazen! I can’t believe my ears! You! Woman! What is your name? Speak, this instant!”
She spat the first pseudonym that came to mind: “Vivian Blake.”
“And why, Miss Blake, are you under the presumption that your magnanimous lord would allow you to… to murder another? In my paradise?”
She remained silent, the red still burning in her eyes, ever so faintly. The man felt an awful presence. It was like he was part sin-eater, though, with the whole room practically withered with static, Light-seared aether, it was hard to tell.
Vauthry flailed his meaty arms in anger, setting himself aquiver again, “Answer me, you harlot!”
“I beheld… a wicked man who would harm an innocent. A criminal in, as you say, your paradise,” she said in a low rumble.
This brought a befuddled noise from him, though he looked no less angry.
“You are not here to serve as a guard, woman!” he shouted, already throwing aside her name, “You are here on my good graces to live out your remaining days in PEACE! PEACE! And you have the gall to bring violence upon another? Bring her to me! At once!”
“W-what of the girl, Lord Vauthry?” asked one of the guards.
The globular man turned his head back to look at the guard with a suddenly-bored expression, then grunted, “There’s no more use for her. There is no place in my paradise for the worthless and the craven. She goes over.”
The girl began to weep bitterly, begging for her life, and as she was ushered out into the room and beyond the line of lounging eaters toward the edge of the open-air room’s edge, Hali shot forward an ilm before she was clubbed on the back of the head and sent staggering forward, dazed.
“Ohoho! So eager to see the death of the girl you damned?” crooned Vauthry, “No. You must be… redeemed…! Come! Come to me, my pet.”
At his command, the eater that had been stroking the lion rose and gracefully stepped through the air as if walking on land to float at the grotesque lord’s side.
“You-... this is… insanity…” Holly grunted as her head spun.
“No, my dear Vivian,” the man retorted as his guards escorted the girl to the edge, “This… is paradise.”
A trailing scream from off the side of the balcony was suddenly met with a sharp one from Holly as the eater reached out and sunk spindly, gold-tipped fingers into her chest as though they were knives. They felt like knives - worse than knives - and she knew what was happening immediately: she was being corrupted.
“Leave her with me,” Vauthry commanded, “I will watch her redemption… myself.”
The hand pulled back and she slumped forward, gasping for breath as the guards filed out of the room in an orderly fashion. A hand gripped at her chest, no open wounds of which to speak as the gleaming, burning light from the touch faded.
“What- what did you do?” she barely wheezed. Her chest burned within like something had been left in her.
“Redemption, dear Vivian, is an agonisingly slow process, normally, but within my company, and that of my sin eaters, you will turn more quickly,” the man explained with a ferocious grin that plastered his several chins together against his chest and spread his overfull cheeks into a bizarre mockery of a hume’s face, “Oh, it will be gruesome and painful, but when it is done, you will have atoned for your grievous sin… this… atrocity that you have committed against me. Then, you will ascend.”
The Seed of Light, as it was called, was a slow and torturous way to die, body and soul. Those afflicted were doomed to spend days, weeks, even months, sometimes, in horrible agony as their skin began to petrify and their minds slipped away. It was so similar to that day that she had met an eater bearing what felt like a fragment of herself. She had died, then, too, infected with the Light, only saved by her wife’s grief and rage, destroying both Holly and her killer and fusing them back together in a maelstrom of tormented magicks. She had no such saving grace, this time.
“Holly,” Vauthry cooed. She looks up, only to see him, hands resting on his gargantuan gut, a smug look of satisfaction on his face.
“Yes? If you wish to thank me for this chance, you may,” he said, then chuckled, wobbling about as he did.
“-Holly.”
Before she could retort, she heard her name called again. Looking out of the corner of her eye toward where she thought she’d heard it, she spied a brief glimmer.
“Mum!”
“Mum…!” “Hali. Mes etoiles. Come home safe,” Dahlia cooed softly as Light began encroaching upon her vision. Two young half-drahn girls stood with her, one on either side: their twins, Suisei and Ryuusei. When she looked straight at them, they vanished.
Vauthry laughed, “Yes. She’s gone. Over the edge to oblivion, if she’s lucky. Go. See for yourself... while you can.” The smug look made her want to drive a kunai right between his eyes, but she barely lacked the strength to stand.
She glanced back once more. The images were gone, likely a hallucination from the searing pain blossoming in her chest. However, the flame was lit once more. With a groan, she lifted herself to her feet and began to stagger over toward where the girl was thrown. Slowly, she paced toward the edge and leaned against the railing. The girl was gone.
“You see? Consider yourself lucky,” Vauthry said from behind her, still lazing where he was on the great bed-like couch.
One foot made it up onto the railing.
“What are you doing?”
She pulled herself up to kneeling.
“Get down from there.”
She turned. “What are you doing?!”
She looked directly at Vauthy and croaked through the searing pain climbing up her throat from her chest, “Defying you… my Lord.”
“What?!” Vauthry roared in anger, his corpulent arms slamming down on either side of him, causing a surprising amount of rumbling that caused Holly to stumble, “You would cast aside this gift?! My mercy?!”
“Oh... Just... you... watch me,” she rattled, arms outstretched… and plunged backwards off the balcony, eyes closing…
Taking a breath as the rocks grew closer, she held it, squeezing her eyes shut as she felt the presence of the ground draw near. Was it too late? Would she turn anyway? Would she come back at all this time?
No, she thought, No time for questions.
Her final thoughts had her body dashed against the rocky beach below, a gruesome cacophony of crunching and splattering heralding her end. Then, moments later, in wisps of darkness like smoke, all that she was coalesced into a barely-visible ball of writhing darkness that drifted off to sea… and down into it.
Within time, her soul found what it sought: the girl, half-drowned already, her body beaten and bruised as if from a bad impact from the water, and her leg twisted and maimed. She would die within minutes just from the lack of air.
There were no thoughts that passed through her disembodied soul. She had no time to deliberate in that strange liminal space in which she existed. A moment of thought could be hours that the girl could drift if she was unlucky. Within the space of a moment, the soul met the body of the younger drahn… and flesh began to twist. Slowly, painfully, it reorganised itself. Slowly and painfully, the leg mended wrong. Slowly and painfully, lungs filled with water began to function in a new way, for which she had to thank the Kojin of the Blue and her history in Blitzball back in their old home, wherever - or whenever - that was.
Pain shocked her awake as she drifted. Reforming a leg so had left it still mostly shattered and even more deformed. She swam as she could for the surface, but with the strength that she had expended to get where she was in the first place, she couldn’t keep going. As her arms gave out, unable to be aided by one twisted leg, all went black.
“You,” said a familiar voice, “You ruined my life.”
When she opened her eyes again, all around her was yet another familiarity: a manor room, massive and sprawling in every direction. Behind her was a long carpet, two bodies lying on it, spaced out a ways behind her, one crystalline and the other a mangled form of burning, gleaming light that barely looked human. More littered the carpet much further back, but they were shrouded in a strange shadow.
“Are you listening to me?” came the voice - her voice.
She turned forward and peered down at herself. This version of her was slightly shorter, hair tied in a chignon, makeup running, glasses broken, and a simple, but almost gaudily-ornate sundress, splattered with stains of alcohol and fruit juice. Her horns were adorned at the base with golden earrings, set in the centre with black pearls with an amethyst and ruby dangling from the hoop of each. Beneath her were two legs, on which she could only stand on one, the other mangled and twisted.
“You ruined my life,” the smaller Hali repeated.
“I… I’m sorry,” she replied, looking visibly confused.
“I’d waited to get in for so long,” the younger said, and, as realisation dawned, she found herself looking at a different figure altogether: the black-scaled girl, “Why? Why did you kill him?”
Hali found herself unable to respond.
“I didn’t need saving. I… I could’ve made it.”
Hali nodded in concession, sighing and looking away, “I… suppose I should understand that.” “Then why, damn you? How could you do such a thing? Even if he was cruel to me in that moment, you didn’t know him! He was a person, just like you or I were!”
She didn’t have a chance to respond before the girl cried out, accusingly, “Revenge! Is that all you cared about then? Was I just… just some bystander for you to toss aside?”
“No, I-”
“Am I just some body for you to claim?”
“N-no! Listen-”
“What gives you the right?” the girl spat, gritting her teeth and taking a step forward on that maimed leg as if nothing was wrong with it at all.
“I’ve-”
“Got a family. You’ve your… your wife, your children. I see that, now. You do it because you can, because you’re some… bloody pompous immortal creature. How are you any different than the people up there? Better than people like me because you have what I wanted! What I could have had!”
“No, you don’t-”
“No, I get it. Deny it all you like. I see you now, Hali Naras,” the girl seethed, “That was your name right? Your original name. Not any of those fake ones you spout.”
“How do you-?!”
“Know? You made me part of you,” the girl said through clenched teeth, though her lips quivered, betraying the tears that would start soon.
“Not your soul!” Hali protested.
“No, but mine isn’t gone yet… Not yet... “ the girl relented, taking a step back, then asked again, “What… gives you… the right? I didn’t want this…”
“Nothing,” came Hali’s voice again, though it came from beside her.
She turned and saw a most horrifying sight: the remains of her last body, seething with darkness, nought more than splatter and gore with clothes loosely fitted around it, though it soon began to congeal into a single creature. That creature, however, was decidedly not her, but the elven bandit whose body she last stole.
“You have no right,” the man said in Hali’s voice, “Don’t deny your guilt. You’ve gotten too good at forgetting, Hali Naras.”
“Too good. Too good for us, too good for anyone,” the younger girl continued, “What happens to your family? Will you be too good for them, too?” “No!” Hali spat in anger, now, “How dare you!” “How dare I?” the girl said in shock, “How dare you! Thief of flesh, murderer!”
“Murderer!” the elven man echoed.
The guilt was overwhelming and the darkness in the room grew thicker. She sank to her knees and looked up. For the first time, she saw what was behind the girl: a door. A great door that once stood chained before her. She had broken those chains long ago, but still, she had no way of opening it.
“Murderer! Monster!” the two chanted, their voice beginning to echo with the phantom of others’ from long, long ago that she didn’t even recognise.
“I’m sorry… I’m sorry… I… what choice did I have?”
“Let go, Hali Naras,” the bandit said softly.
“N-no… no, I- why damn myself when…?” she practically wept in grief over the guilt weighing on her, crawling across her back and threatening to crush her wholly.
“Why damn us?”
“I- I didn’t want to! I didn’t! I- y- you were- the things you did! A-and you would’ve died in any event!” she protested in tears, pointing at each of the two.
“That does not make us yours,” the girl said.
“No�� It… it doesn’t…,” she conceded, “It doesn’t…”
There was a long pause where the two left her to weep, her sins weighing on her as she was lost to reflection, before the girl spoke again, “I cannot stop you.”
“Just as I could not,” the bandit added.
“So what will you do?”
“What?”
Hali knelt on that carpet in silence, darkness closing in as she muttered, shaking her head, “I don’t know…”
“Your selfish fear and desire for vengeance nearly drowned you once,” the bandit spoke, “Look around you.”
Raising her head, the drahn peered about, watching as the room was slowly being devoured by writhing black darkness, as if smoke filled with hues of crimson and violet had begun to choke out all in sight.
“You would return to your family. We no longer can,” the elven man said, shaking his head.
“Remember us, Hali Naras,” the girl said, “Remember that we lived.”
Every life is sacred, she had been taught by Kaori long ago, Even if you can’t comprehend them, you must respect them. From her knees, she fell prostrate, forehead touching the blood-stained carpet as she wept, “Forgive me…”
“Forgive yourself,” the two said in unison before, though she couldn’t see, she knew, they crumbled to black ash, leaving two more bodies behind her, “Learn...”
Slowly, she rose, a hand over her face.
No more, she thought to herself in that encroaching darkness, No more. Their names… their faces… I can’t let them be lost. Not like they were. No matter who they were. They died so I could live. No more.
The guilt weighed heavy on her as she stood straight again, saying aloud, “I won’t be a monster to protect those I love. I’ll live to protect them. I’ll live to honour those who I took away that I could live.”
With a shuddering crack from before her, a flood of darkness came pouring out of the great manor doors as they came slowly swinging open, the doors themselves just barely brushing past Hali. The wave of darkness washed over her, but beyond, she saw that flame once more. Crimson and violet in the black, burning bright, were four figures: Dahlia, Vivian, Suisei, and Ryuusei - her flames, her life.
She reached for them, staggered forward against the flood of darkness that threatened to devour her for her avarice, her hubris, and all faded to blinding white.
“Hali, mes etoiles,” echoes Dahlia’s voice in the recesses of her mind, “Come home safe.” Then, white melted away and left only the cold blackness of oblivion.
The door is open, but, this time, I have to earn this chance.
#hali naras#hali#dahlia blake#hali dahli#dahlia de bellechier#dahlia asashio#haruhi asashio#asashio no haruhi#eulmore#vauthry#sin eaters#ffxiv#Final Fantasy XIV#Final Fantasy 14#balmung#rp#roleplay#backstory#timeskip#norvrandt#crystarium
6 notes
·
View notes
Text
‘insanın bu müdahelede herhangi bir dahli bulunmaz.(...) ama tüm bu korkuyu aşarak,aşkı istemeye devam etme kudretine sahiptir.burada artık hiçbir imkânsızlık,hiçbir engel,ruhu istikametinden ayıracak hiçbir acı ve ıstırap kalmamıştır.aşkın bir yönelim olduğunu, ruhun hali olmadığını bilmek yeterlidir.’ / simone weil
3 notes
·
View notes
Text
Mektubatı Rabbani
367. MEKTUP MEVZUU: Resulullah (sav) Efendimize mutabaatın dereceleri ve mertebeleri vardır ve bunlar yedidir. Her derecenin dahi tafsilli beyanı yapılmaktadır. Ve bu münasebetle bazı hususların da beyanı. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Seyyid Şeyh Muhammed'e yazmıştır. *** Allah'a hamd olsun. Selâm olsun onun seçmiş olduğu kullarına. *** Resulullah (sav) Efendimize mutabaat ki, din ve dünya saadetinin başıdır; o mutabaatın dereceleri ve mertebeleri vardır. Ona ve âline salât, selâm olsun. BİRİNCİ DERECE Bu derece, ehl-i islâm'dan avam içindir. Ki bu, kalbin tasdikinden sonra, nefsin itminanından evvel Resulullah (sav) Efendimizin sünnetlerine tabi olup şer'i hükümleri yerine getirmektir. Nefsin itminanı velayet derecesine bağlıdır. Zahir uleması, abidler, zahidler, muameleleri nefis itminanına ermeyen herkes, bu derecede ortaktırlar. Yani mutabaat olarak hemen hepsi de, tabi olmak basamağında suret olarak aynı seviyededirler. Bu makamda nefis küfründen ve inkârından halâs olmadığı için; şüphesiz mutabaat suret olarak bu derecede ona mahsustur. Mutabaatın bu sureti, mutabaatın hakikati gibi, ahiret necatını ve felahı mucib olmaktadır. Cehennem azabından dahi kurtarır. Cennete girme müjdesini de verir. Sübhan Hakkın kereminin kemalindendir ki, nefsin inkârına itibar etmeyip kalbin tasdikini yeterli bulur. Necatı dahi, bu tasdike bağlı kılmıştır. Bir şiir: * * * Kabul buyurur o yaşı ki gözlerim akıtır; O zat ki, yağmur damlalarından inci yaratır... İKİNCİ DERECE Yani Resulullah (sav) Efendimize mutabaat olarak. Bu dahi, Resulullah (sav) Efendimize sözlerinde, amellerinde tabi olmaktır ki; batına taalluku vardır. Tarikat makamına taalluk eden manevi illetleri, batini marazları izale, düşük sıfatlan kaldırmak ve huylan güzelleştirmeyi söyleyebiliriz. Tabi olmaktan sayılan bu derece, sülük erbabına mahsustur. Ki bunlar, uyulan şeyhten sofiye tarikatını alarak, seyr-i ilellah vadilerini ve geçitlerini kat etme durumundadırlar. *** ÜÇÜNCÜ DERECE Mutabaattan bu üçüncü derece dahi, Resulullah (sav) Efendimize; hallerinde, zevklerinde, vecidlerde tabi olmaktır. Böyle bir mutabaat, velâyeti hassa makamına mahsustur. Bu derece dahi, velayet erbabına mahsustur. Amma ister meczub olarak salik olsun, ister salik olarak meczub olsun. Velayet mertebesi sona erdikten sonra nefis mutmainne olup inadından ve tuğyanından da döner. İnkârdan ikrara, küfürden dahi İslâm'a intikal eder. Bundan sonra, mutabaat olarak her ne yapar ise, mutabaatın hakikati olur. Eğer namazını eda edecek olur ise, mutabaatın hakikatini eda etmiş olur. Yani namazın edasında. Oruçta ve zekâtta dahi durum budur; bu kıyas variddir. Bütün şer'i hükümlerin yerine getirilmesinde mutabaatın hakikati vardır. Buruda şöyle bir soru sorulabilir: —Namazın ve orucun hakikat manası nedir? Hâlbuki bunlardan her biri, • belli bir fiili yapmaktan ibarettir. Bu fiiller de emredildiği şekilde yapılınca, hakikat eda edilmiş olur. Bunun ötesindeki suret nedir? Hakikat nedir? Bunun için su cevabı verebilirim: —Bir müptedinin ki, nefs-i emmaresi vardır. Bu nefs-i emmare dahi, bizzat semavi hükümleri inkâr etmektir. Şeriat hükümlerinin böyle biri tarafından yerine getirilmesi hali ile sureti itibar ile olmaktadır. Amma müntehinin nefsi mutmainnedir. Şer'i hükümleri dahi rıza ve rağbetle kabul etmektedir. Bu müntehinin yerine getirdiği şeriat hükümleri ise, hakikat itibarı iledir. Burada misal olarak, bir Müslüman ile bir münafığı ele alalım; her ikisi ne namazı eda etmektedir. Münafıkta batın inkârı bulunduğundan, ancak ondan namazın sureta edası sudur eder. Müslümanda dahi, batini inkiyad bulunduğundan, münafığa bakarak, namazın hakikati ile gönlünü süslemiştir. Anlatılan manaya bakılarak, suret ve hakikat batının inkârı ve ikrarı sebebi ile olmaktadır. *** DÖRDÜNCÜ DERECE Bu dahi, mutabaattan bir derecedir. Anlatılan birinci derecede, bu mutabaatın sureti vardın bu dahi itibarın hakikatidir. Mutabaatta sayılan bu dördüncü derece, râsihun ulemaya mahsustur. Allahu Teala, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Zira bunlar mutabaat devleti ile tahakkuk etmektedirler. Amma nefsin itminanından sonra. Her ne kadar evliyaya bir parça nefis itminanı hâsıl olsa dahi, amma kalb temkininden sonra. Ne var ki, kemal manada itminan, nefis için nübüvvet kemalâtının tahsilinde hâsıl olur. Ulemanın dahi veraset yolu ile ondan nasibi vardır. râsihun ulema, şeriatın hakikati ile tahakkuk etmişlerdir. Bu dahi, ittiba etmenin hakikatidir. Bu tahakkukta vasıta dahi, kemal manada nefsin itminanıdır. Anlatılan manadaki kemal, bunların gayrında olmadığı için, zaman zaman şeriatın suretini karıştırırlar. Bazan dahi, şeriatın hakikati ile tahakkuk ederler. Burada, rasihun üzerine bir beyan yapalım. Ta ki, her zahir âlim, rüsuh iddiasına girmeye. Kendi emmare nefsini dahi, rasih âlimin mutmainne nefsi gibi sanmaya. O, öyle bir şahıstır ki, Kur'an ve hadis müteşabihatından nasibi vardır. Surelerin başlarında bulunan mukattaat-ı huruf sırlarından yana da hazzı vardır. Müteşabihattan tevili, derin manalı sırlar cümlesindendir. Tahayyül edilmeye ki; orada geçen: "Yed.." (E) lâfzı kudret tevillidir. "Vech..." (Yüz) vechinde dahi, zat tevili vardır. Zira böyle şeyler, zahir ilminden gelir ki, sırtardan yana dokunduğu yoktur. Bu sırların sahibi, enbiyâdır. Onlara salât ve selâm olsun. Bu rumuzlar dahi, onların muamelelerine işarettir. O büyüklere tebaiyet ve veraset yolu ile kendisi için murad edilen herkes bu büyük devletle müşerref olur. Mutabaattan sayılan, nefsin itminanına, şeriat sahibi Resulullah (sav) Efendimize mutabaatta hakikati bulmaya bağlı bulunan bu derecenin husulü zaman zaman fena ve beka tavassutu olmadan, sülük ve cezbe tevessülüne girmeden de müyesser olur. Yine mümkündür ki, hallerden, vecidlerden, tecellilerden, zuhurattan yana bir şey orada olmaya. Bu devlet dahi vaktin nakdi ola. Ne var ki, bu devlete vusul bulmak; diğer yollara nisbetle velayet yolundan olması daha yakındır. Fakir'in kanaatına göre; diğer yol da, sünnet-i seniyyeye tabi olmayı bırakmamak ve bid'atın isminden ve resminden kaçmaktır. Bir kimse ki, bid'at-ı seyyieye düşmek kaygısı ile bid'at-ı haseneden dahi sakınmaz ise, onun ruh nuru bu devletin rayihasını alamaz. Bu mana, bugün için cidden zordur. Zira âlem bid'at deryasına dalmıştır; onun zulmetleri ile yetinmektedir. Sünnetin ihyası ve bid'atin kalkması için kimde mecal var ki? Bu vaktin âlimlerinden pek çoğu, bid'atı revaçta tutmaya ve sünneti imha etmeye bakmaktadırlar. Birçok bid'atın cevazına fetva vermektedirler. Hatta halkın teamülü sebebi ile onun hasene olduğuna kail olmaktadırlar. Hatta insanları dahi onu yapmaya delâlet etmektedirler. Keşke bileydim, yarım bid'at şüyu bulduğu, batıl dahi örf haline geldiği zaman ne diyecekler? Bu da onlara göre teamül olacak mıdır? Acaba bilmezler mi ki, her teamül istihsan delili olamaz. Asıl muteber olan teamül odur ki, birinci asırda buluna ve onun üzerine tüm nâsın dahi icmâı oldu. Nitekim bu mana, Fetava-i Gıyasiye'de anlatıldı. Şeyhü'l-İslâm Şehid (rh) şöyle dedi: —Belh meşayihinin istihsanını alamayız. Biz, ancak daha önce geçen arkadaşlarımızın kavline göre olan istihsanı alırız. Çünkü teamülün bir beldede bulunması onun cevazına delil olamaz. Onun cevazına delil olması için, birinci asırdan devam edip gelmesi gerekir. Böylece, Resulullah (sav) Efendimizin ikrarı ile de meşruluğunu kazanmış olur. Durum böyle olmayınca, onların fiili bir hüccet olamaz. Meğerki tüm beldelerde bütün insanların bir iş üzerinde icmâı ola. Böyle olunca, icmâ hüccettir. Görmez misin ki, tek yerde şarap satmak ve faiz üzerinde teamül olsa, onun helâlliği üzerine fetva verilmez. Şu manada dahi, hiç şüphe edilmeye: Bütün insanların teamülü üzerinde bilgi sahibi olmak, cümle karyelerin ve beldelerin ameline vukuf peydah etmek beşer takatinin dışındadır. Birinci asırdaki teamül, hakikatte Resulullah (sav) Efendimizin takriri olup onun sünnetine racidir. Bid'at nere? O bid'atın hasene oluşu nere? Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti, ashabda cümle kemalâtın husulü için yeterlidir. Sofiye yoluna girmeden, cezbe ve sülük ile mesafe kat etmeden; geçmişteki ulema arasında rüsuh devleti ile müşerref olan hemen her biri; sünnet-i seniyyeye tutunup beğenilmeyen bid'attan kaçınmak sureti ile müşerref olmuştu. O sünnet-i seniyyenin sahibine salât, selâm ve tahiyyet olsun. Allah'ım, bize sünnet-i seniyye üzerinde sebat ihsan eyle. Bid'atı irtikâb etmekten dahi bizi koru. Sahib-i sünnet hürmetine, ona ve âline salât ve selâm olsun. *** BEŞİNCİ DERECE Yani Resulullah (sav) Efendimize mutabaat yolunda. Bu derece, Resulullah (sav) Efendimizin kemalâtına ittibadır. Ona ve âline salât ve selam olsun. Bu kemalâtın husulünde ilmin ve amelin bir dahli yoktur. Elbette bu kemalâtın husulü, sırf Sübhan Hakkın fazlına ve ihsanına bağlıdır. Bu derece, cidden yüksektir. Bundan önceki derecelerle bunun hiçbir bağlantısı yoktur. Bu derecede anlatılan kemalât, asaleten ulü'l-azim peygamberlere mahsustur. Kendisi için murad edilen herkes dahi bu devletle veraset ve tebaiyet yolundan müşerref olur. *** ALTINCI DERECE Bu derece dahi, mütabaat yolundaki derecelerin altıncısıdır. Amma, Resulullah (sav) Efendimizin mahbubiyet makamına mahsus olan kemalde ittibadır. Beşinci derecede anlatılan kemalâtın gelmesi mücerred fazl ihsan ile olduğu gibi; altıncı derecedeki kemalâtın gelmesi dahi faziletin ve ihsanın da üstünde bulunan mücerred muhabbetle olmaktadır. Bu dereceden dahi, azdan da az kimseye nasip vardır. Birinci dereceden başka anlatılan beş derecenin hepsi de, uruc makamına taalluk etmektedir. Bunların husulü dahi yükselmeye bağlıdır. *** YEDİNCİ DERECE Bu dahi bir mutabaat derecesi olup, nüzul ve hübuta taalluku vardır. Bu derecede, bundan önce anlatılan tüm dereceleri içine almaktadır. Çünkü bu yerde, yani nüzul yerinde kalbin tasdiki ve temkini, nefsin itminanı, kalıbın dahi itidali vardır. Şunun için ki: Tuğyandan ve inattan geçip sakına. Bundan önce anlatılan dereceler, bu derecenin cüzleri gibidir. Bu derece dahi onların bütünü.. Bu makamda tabi olan için, tabi olunana göre bir benzerlik hâsıl olmaktadır. O kadar ki, aradan tebaiyet ismi kalkar. Tabilik ve metbuluk imtiyazı zail olur. Tevehhüm edilir ki, tabi olan her ne almakta ise, asıldan almaktadır. Yani metbû gibi. Sanki her ikisi de tek bir gözeden su içmektedir. Sanki onlar, bir yastığa dayalı boyun gibidir. Sanki onlar, şekerle süt gibi olmuştur. Tabi nerede? Metbû nerede? Tebaiyet nerede? Zira ittihad nisbetinde değişik olmanın yeri yoktur. Asıl şaşılacak bir durum şu ki: Her ne zaman, bu makamda derin nazara dalınca, tebaiyet nisbeti asla melhuz ve manzur olamaz. (Yani ne görülür ne de düşünülür) Kesin olarak, tabiiyet ve metbûiyet imtiyazı dahi müşahede edilmez. Şu kadarı bilinip idrak edilir ki: Tabi olan kendisini peygamberinin tufeylisi (uydusu) ve varisi bilir. O Peygambere ve onun âline salât ve selâm olsun. Hâlbuki tabi olan ne tufeyli olmaktadır, ne de varis. İsterse, hepsi de tebaiyet yolunda olsun. Bu babda zahir olan mana şu ki: Tabi olana göre, metbûun arada hail olması vardır lâzımdır. Amma tufeyli veya variste asla hail olmak lâzım değildir. Tabi olan hissesini yer. Tufeyli ise, onun zımnında çeliştir. Hulasa, varlık meydanında hangi devlet gelirse gelsin. Onlar ancak enbiya içindir. Onlara salât ve selâm olsun. Ümmetlerin saadetinden sayılır ki, enbiyanın uydusu olarak, o devletten haz ve nasib alalar. Hisselerine düşenden dahi tenevvül edeler. Bir şiir: Bilirim ki katılamam onun süvarisine; Yeter bana, peşinden dinleyip uymam sesine. *** Kâmil olan tabi, o kimsedir ki mutabaat şanında anlatılan bu yedi derece ile manasını bezer. O kimse ki, bazısında mutabaatı vardır, bazısında dahi yoktur, böyle olan bir kimse, umumi manada bir tabi olmaktadır. Amma değişik dereceler üzerine. Zahir uleması, birinci derece ile mesrur olmaktadırlar. Keşke bu dereceyi de tamamlamış olsalardı. Bunlar, mutabaatı, yalnız şeriatın suretine inhisar ettirdiler. Sandılar ki, onun ötesinde bir başka emir yoktur. Mutabaat derecelerinin husulü için vesile olan sofiye tarikatını dahi fazladan bir şey tasavvur ettiler. Bezdevi ve Hidaye hariç, pek çoğu kendisi için iktidâ edilecek bir şeyh tanımadı. Bir şiir: O ki saklanıp kalmıştır taş içerisine; Başka ne yer vardır, ne de sema kendisine... Sübhan Allah bizi ve sizi Mutabaat-ı Mustafâviyenin hakikati ile tahakkuk ettirsin. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet. Keza, enbiya-ı kiramdan melâike-i izamdan bütün kardeşlerine. Keza, kıyamete kadar gelen bütün etbaına taa, kıyamete kadar.
3 notes
·
View notes
Text
Hakikat Meseli
Hakikatin yamuk yumuk eksik gedik kılınmasının belagati ile memleket denilen çukurdan hallice bir zemin var ediliyor. Her şey kaypaklıkla, dibine kadar çürümeyle bütünleşerek, hiç sorgulanamaz addedilerek yeniden bir kısır döngü silsilesinde imal ediliyor. Hakikatle yolu da yönü de kesişmemiş olagelen bir cerahat erkinin sunduğu her şey, evvel olanlarını da kapsayan, takip eden bir inkarla, utanmazlıkla, hakaretler silsilesiyle bütünleşik olarak şu sınırlarda güncelleniyor. Erk, muktedir, iktidar ve onun payandası olagelen hemen her bir temsili birlikteliğin hakikati eğip bükmek adına işlevselleştirildiği artık giz taşımıyor. O yirmi bir yıllık iktidar mefhumunun daimi bir biçimde korku ve terörle birlikte güncel, her an yeniden biçimlendirilen bir tek tipçi akımla bütünleşik olduğu menzil karşımıza bir kere daha çıkıyor. Kimsenin yaşam tarzına karışmıyoruz derken herkesi, diğer herkeslerle kapıştırma potansiyelini her gün arşınlayan bir zevatın siyaseten, pragmatist çıkışlarının tek bir doğrultuda güncellendiği muhakkaktır, yalan ve hakikatin eninde sonunda çürüme haline terki. Bu kadarıyla yetinmeyen, bununla durmayan bir cerahat sarmalı içerisindeki o devletli her gün hayatın hakkaniyetini tarumar ediyor.
Hakkın, hukukun lağvedilmesi mesel olunmasın isteniyor. Adaletin kantarı da, terazinin o kefesi de çoktan çalındığı için cürmün her nasıl bir memleketi kuşattığına dair en ufak bir bahis açılmıyor, açtırılmıyor. Öteki addedilen ya da bildirilene karşıtlık tüm renklerin en bet / karanlık / kirli suretleriyle güncellenen bir mesele dönüştürülüyor. Ne hakkın tanımı ne adaletin varlığı geriye konuluyor. Cerahat nüksettikçe, yeni dönemeçleri aşabilme hali içerisinde en olmayacak şeyler ardıl sıra var edilir. Bir ülkenin, yaşatan bir yerden ümidin nihai anlamda kesilmesi günceldir. Hakikat yerilip, yıkılmaya terk edilirken yerine alenen oluşturulan cerahat, biyopolitik olan tahakküm ve denetim döngüleriyle bütün bu habis hal ve tavır sürekli kılınır. Artık bir memleket imi dahi farazi kılınmıştır. Gündelik yaşam aksiyonunu derdest etmek, mümkün olduğunca daraltmak, eylemselliği sıfırlamak ve bu hal, şu gidişata dair iki satır kelam etmenin önü alınmak istenir, her zamankinden de arak, hızlı hızlı. Önce her zamankinden de hızlıca bir Ermeni temsiliyetine sarar, baş amir. Bir metne bağlı kalmaksızın, ezber ettiği, Fetö, PYD, YPG, PKK sıralamasında muhakkak bir dahli var etmek için Karabağ savaşında Ermenilerle bir olanlar diye zikreder. Gündelik ol tahakküme bir parça daha eklenmiş olur. Bu kesmez, baş örtüsü meselesi üstünden öncesi Bay Kemal, sonrası Baş Amir / Baş Faşist üçlüsü arasında bir pinpon topu gibi haklar, o kadın hakları referandum bahsinden, İslami düzenlemeye kadar sündürülür. Yine kadının hiç adı da esamesi de yoktur.
Ardıl sıra Aleviler hedef kılınır. Bir biçimde devletin oluru ile hareket edecek bir devlet tescilli Alevilik için, Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı diye bir makam var edilir. Alevisiz, onların kelamından bihaber, üstten baskı ve dayatmacılıkla şekillendirilen, hep ezbercilikle bir inanç / bir kimlik yeniden devletin tahayyül / insafına terk olunur. Her şey birbirine içkin, birbiriyle bağlantılı, aralıksız bir şablona göre yeniden düzenlenendir. Asimilasyon politikalarının, eşit yurttaşlığı çoktandır bir kenara terk etme halinin, hürriyetin gasp edilmeye çalışılmasının ve nicesinin yanında yöresinde olup biten her şeyle, bir asırlık demokrasi tahayyül / deneyimi bir kere daha hiç edilir. Hakikatin yamuk, yumuk kılınması halinin hazin suretleri de bir yanda katara eklenmektedir. İyi de bu hallerle mi, o çok övünülen yeni yüzyıl var edilecektir! Nasıl bütün bu hakikat eksiltmelerine karşı müşterekler savunulabilecektir, her nasıl?
Diken.com.tr’den aktaralım: “CHP lideri Kılıçdaroğlu, ekimde ‘başörtüsüne yasal güvence’ için kanun teklifi vereceklerini açıklamıştı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’sa “Gelin çözümü anayasa düzeyinde sağlayalım” diye seslenmişti.
AKP teklifini Meclis Başkanlığı’na sunmadan önce CHP, HDP ve İYİ Parti��nin kapısını çalmış ve değişiklik hedeflerini anlatmıştı.
Görüşmenin ardından uzun süredir “PKK eşittir HDP” gibi söylemler kullanan AKP’nin ittifak ortağı MHP’nin lideri Bahçeli’nin ne tepki vereceği merak konusu olmuştu. Günler süren sessizlik sonrası Bahçeli, AKP’nin TBMM’de grubu bulunan partileri ziyaret etmesinin ‘son derece doğal ve doğru’ olduğunu söylemişti.
Konuyla ilgili partisinin grup toplantısında konuşan Akşener, şunları söyledi: “AK Parti vekilleri, PKK’yla bir tuttukları HDP ile aynı masaya otururken utanmadılar. İşin ilginç tarafı, HDP vekilleri de genel başkanlarını tutukladığı, belediyelerine kayyum atadığı için sabah akşam eleştirdikleri AK Parti’yle aynı masaya oturmaktan, zerre utanmadılar. Görüyor musunuz? Kadere bakın, kimler kimlerle yan yana geldi. Demek ki neymiş? İki taraf için de, ilkeler, değerler, hikaye, at pazarlığı şahaneymiş.”
Akşener, ”Eğer Erdoğan’a iktidarı müjdeleyen şey açılım süreci olsaydı, geçtim HDP’yi, bugün PKK’yla müttefik olurdu” dedi.
‘Bizim çocuklarımıza bir doları bile çok gördü’
İYİ Parti’nin TBMM’ye verdiği öğrencilere bir öğün yemek verilmesi teklifinin iktidar milletvekilleri tarafından reddedilmesine Akşener, ”Çocuklarımızın karınları doysun, zihinleri açık olsun diye bir teklif sunduk. Cumhur ittifakı teklifimizi reddetti. 16 milyon öğrenci için talep ettiğimiz miktar 22 lira. Bu iktidar bizim çocuklarımıza bir doları bile çok gördü” sözleriyle tepki gösterdi.
‘Nebati saçmalama çıtasını her hafta yükseltiyor’
Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin ”20 yıldır hiç kimse ‘Beni enflasyonun altında ezdirmediler’ diyemez” açıklamasıyla ilgili ”Saçmalama çıtasını her hafta biraz daha yükseltiyor” yorumunu yapan Akşener, şunları söyledi: ”Üstelik hiç utanması da yok. Allah aşkına, hangi ülkede ekmek fiyatları son 1 yılda yüzde 95 arttı? Hangi ülkede, sütün fiyatı, yüzde 132 yükseldi? Hangi ülkede, peynire, yüzde 99 zam geldi? Hangi ülkede, un, yüzde 118, şeker de yüzde 153 zamla karşılaştı?”
HDP Sözcüsü Ebru Günay, Merkez Yürütme Kurulu Toplantısı sonrasında Akşener’in ol demeç diye var ettiği nefret temsiline şu yanıtı verir ilgili kısmı Artı Gerçek’ten aktaralım sizlere: “Biliyorsunuz diğer bir konu da iktidarın muhalefet partilerini ziyaret etmesidir. Biz siyaseti çözüm aracı olarak görüyor ve öyle değerlendiriyoruz. Bir yandan mücadelemizi en üst düzeyde yürütürken, öte yandan müzakere ve diyalogu da önemsiyoruz. Bizim iktidara yönelik eleştirilerimiz, iktidarla ve onun zihniyetiyle mücadelemiz ortadadır. Dolayısıyla otoriter zihniyeti kim temsil ederse etsin onunla mücadelemiz devam edecek.
'Hem muhalefetin hem de iktidarın kafa bulandırmasına asla izin vermeyiz'
Ayrıca partimizin kiminle görüşüp görüşmeyeceğine, nasıl siyaset yapacağına, nerede duracağına yetkili kurullarımız ve halkımız karar verebilir. HDP, irade beyanını halktan alır ve halka hesap verir. Hem muhalefetin hem de iktidarın partimizi ve tabanımızı muğlak tartışmalara çekerek kafa bulandırmasına asla izin vermeyiz. Yerimiz de duruşumuz da, siyaset tarzımız da nettir. Hiç kimse bu tür muğlaklıkları yaratacak beklentisine girmesin. HDP tabanı iktidarı da muhalefeti de iyi tanır. Yürüttüğü yılların mücadele deneyimiyle neyin yanlış neyin doğru olduğunu bilecek durumdadır.
Meral Akşener’e Yanıt
MHP’nin yolundan yürüyen, sadece bulunduğu blok farklı olan İYİ Parti Genel Başkanı (Meral Akşener) bugün yine partimizi hedef aldı ve yine partimize dil uzatmış. İki bloğun temel özelliği nedir biliyor musunuz? HDP düşmanlığında büyük yarış içindeler. İktidar muhalefeti, muhalefet iktidarı, HDP’ye yakın olmakla suçluyor. Anlamadıkları şey ise HDP’nin durduğu yerdir. HDP sizleri beğenmiyor. Sizlerin çözüm olacağına HDP inanmıyor. Akşener’e soruyoruz? Türkiye’nin 3’üncü büyük partisi olarak bizi ziyarete gelen AKP heyeti 5 dakika sonra Meclis’in 5’inci partisini yani sizi ziyaret etti. HDP’ye dil uzatacağına sizler ne konuştunuz onu söyleyin. Sen HDP’yi bırak, Sedat Bucak’la ne konuştun onu açıkla, 17 bin faili meçhul cinayetin hesabını ver ve haddini bil. Karanlıkta büyüyen, karanlıktan beslenenlerin getireceği, karanlıktan başka bir şey olamaz.
'Halkın Güvenini Sarsmaz'
HDP’ye saldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmayanlar şunu bilmeli ki, HDP’ye karşı hiçbir kirli propagandaları halkın HDP’ye olan güvenini sarsmaz. Şu ana kadar HDP’ye karşı yapılan kirli hamlelerinin boşa düşmesinden ders alamayanlar, HDP’ye ders vermeye kalkmasınlar.
HDP bu ülkede en meşru, geçmişi en temiz, ranta, yalana, yolsuzluğa bulaşmamış, ülke halkları için mücadele eden bu toprakların yüz akı olan partidir. HDP ülke halklarının, toplumun ve bütün ezilenlerin ortak mücadele zeminidir. Her zeminde demokrasiyi, özgürlükleri, halkın taleplerini savunan, toplumsal barışın savunucusunu yapan, bunun mücadelesini veren partidir. HDP, gündelik siyasete, gündelik söylemlere, gündelik yaygaralara, dedikodulara sığmaz. Çünkü ilkeleri ile hareket eder. Siyasetini, mücadelesini ve müzakerelerini ilkeleriyle yapar. Dolayısıyla ilke nedir, demokratik siyaset nedir, köklü bir mücadele nedir, ağır bedel ödemek nedir bilmeyenler partimize ithamda bulunurken iki defa düşünmelidir.”
Hakikatin eğri, hep eksik konulmasına karşı bir duruşu bildirir Ebru Günay. Var edilmiş ola gelen katran karanlığına karşı, bütünüyle mimlenmiş bir profil olarak doksanlı yılların sınırlarından bugünlere eyledikleri ile bir toplumsal yaranın, Kürd sorunun da tetikçileri arasında kendini sağlam yer edinmiş bir zatın hedef almasına isyanı bildirir Günay. Partisi HDP’nin suna geldiği, savunduğu ilkelerin, bugün Türkiye gibi bir despotizm dokulu, hep sağa kırmış bir cenahta, faşizmin göndere çekildiği bir yerde olmakta olanın hakikatine dair bir çaba alt edilmek istenir. Sağcı / faşizan söylemin hep ezberden var ettiği, daha bir ya da iki hafta öncesinde Baş Amir’in bodoslamadan var etmiş olduğu nefretin bir başka boyutunu var edebilen sözüm ona muhalif bir temsile sınırları hatırlatılır. Kötülüğün arşı alaya çıktığı bir cenahta, mutlak / kati / kesin / keskin bir yaradan yaraya koşmanın her neyi var edebileceği açıktır. Akşener, bilindik, madun siyasetin en pragmatist örnekleriyle o faşizan / ırkçı / kafatasçı zihniyetin ortak aklına hitap eder. Var ettiği hedef almalarla bir kere daha Kürd eşittir PKK bileşenini öne sürerken, gram geri çekinmez. Düzenin var ettiği her eşiği, ihtimaldir bir barışın konuşulduğu zeminden bugünkü açmazlar sahnesine dönüşen yerde aslolan gerçekliğin mesaisi, nihayetinde yüzleşme çabası için elzem olagelen ol diyaloğu çoktan def ettiğini bildirir. HDP’nin var ettiği yegane şeyse, muhatap addedilene karşı bir niyet okuma olmaksızın iletişimdir. Zaten o anayasa sürecinin, baş örtüsü gibi bir meselin referanduma falan götürülmeyeceğinin afaki olduğu bir zeminde bir kere daha yel değirmenlerine karşı savaşın gereksizliği bildirilir, görene, anlayana!
Hakikat eğilip bükülerek, bir kere daha 2015’in karanlığına benzeşen / aynılaşan bir yerin zemini tertip olunuyor. Hayata dair endişelerini zikretmek, yarını belirsiz kılınmış bir yere dair sözler sarf etmek gereksiz addediliyor. Çürüme her yanı kapsarken, ne gerek var ki canımızı sıkmaya, vur patlasın çal oynasın denilerek imal edilenler, güllük gülistanlık o ülke tiratları birbiri ardına çıkagelirken olan biten her halükarda sıradana oluyor. Varılan her eşik, aşıldığı söylenen her dönemeçten sonra sınavların bir yenisi bina ediliyor. Kati ola gelen iktidar tahayyülü için, iktidarı da muhalefetin madun siyasetçi aktörleri de dört bir koldan didişmeye, uğraşmaya devam ediyor. Halkı kısıtlayıp, sınırladıkları alanı her gün biraz daha açarak, çoğaltarak genişleyen bir denetim, gözetim ve tahakküm silsilesine mahkum ülke gerçek kılınır. İkrar edilirken inkar edilenlerle yepyeni hedef almalar var ediliyor. Düzen gününü, o, bu, şu demeden herkesin payına müdahale edebildikçe, hayatı zehir ettikçe var edilen bir mekanizma olduğunu gösteriyor. Gün kapkaranlık, şimdi puslu gri, memleketin afad, acil yardım operasyonu provasında, saatler sonra jeton düşen servis sağlayıcısı gibi, her şey körlemesine, her şekilde kaypaklık ile dönüştürülüyor. Yeni yüzyıl diye çıkagelen bahsi var etmek için her gün biraz daha yıkıcılığın kılınıyor. Her an, ezber edilmiş asırdır bu toprakların kökünden olanı bir kere daha dışlama biçimlendiriliyor. Ezel ebet düşman bilinen, Ermeni, Rum gibi (aslında tüm gayrimüslim) Ezidi, Alevi ve Kürd’de bu topraklardaki sınanma halleri yineleniyor. Yeni yüzyıl lafzını tamama erdirebilmek için bir kere daha Türkleştirme neden olmasın diye dikte ediliyor. Bir menzilin tek bir gün yüzü görmediği afaki bir haldeyken, halen o karanlıkta ısrarın ol hayatın eksiltilmesini daimi kılacağı muhakkaktır. Hakikat eğilip bükülürken, bir menzilin dönüşümü değil, ev olma halini toptan terki bir kere daha tezgahta işlenendir. Bu hallerle hangi güne, hangi yarına, hangi yeni yüzyıla varılabilir ki! Durup iki satırlık düşünen edeni olur mu, sahi ama sahiden de? Düşmanlaştırma, nefret, ayrımcılık, arasız, fasılasız asimilasyon, katliamcılık, soykırım heveskarlığı, kök kurutma gayretleri, hepsi ve her fecaatiyle bir ülke yeniden çukur kılınıyor. Bir kere daha, ev yeniden dönüşüme ol ezel ebet sizin yurdunuz denilen üst kimlik için heder ediliyor. Sahiden göreni, gerçekten anlayanı, hakikat için bileni var mı, iki satır düşüneni var mı bu halleri, sahi ama sahiden!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: “Syrian Kurdish demonstrators march in the northeastern city of Qamishli to protest against Turkish threats to invade the Kurdish region on Aug. 27, 2019” – Photo: Delil Souleiman-AFP-Getty Images via The Intercept_
#meram#arzihal#yeni türkiye#başka bir evrende#yıkım#inkar#hakkaniyet#çözümsüzlük#demokrasi102#türkiye gerçeği#türkleştirme#insan hakları#insanlık suçları#akşener#kötülük makamı#karanlık çağ#kürd sorunu#bakur kürdistan#hayat hakkı#faşizm#siyasetsizlik#kök karanlık#hayatın çürümesi#azadi#hdp#mücadele#yorum#günce#anlamak#biyopolitika
0 notes
Text
Moon
youtube
A pen rested in an inkwell atop the desk in the centre of a dim room. Snoring softly, a tabby cat curled in her lap, a young Raen woman rest against the back of her chair, fin-like horns resting against its back, tail tucked around her side and twitching lightly in her sleep. A vague smile graced her features, makeup slightly worn away, smudges faded, as if wiped away by hands, her silver-streaked blond locks tousled and messy. A pair of thick-rimmed, narrow reading glasses was perched upon her nose, the heavyset woman having dozed off in just an oversized blouse, the silken dress and its accompaniments that she had worn before tossed over the dark wooden partition by her wardrobe.
Before her, ink dried on paper, a small notebook open on the desk. It was one seldom-used, only several pages in, and the writing within seemed different from the norm for her. Where often, such notebooks would have exciting, wondrous works of fiction or nigh-unbelievable stories from her own life and exploits, here only resided some minimalist lines of test, carefully written and worded.
The book before her was one of poems and songs, and a new one seems to have been penned in the late night hours before Hali had finally succumbed to sleep, likely helped there by her cat, Finn, curled up and purring on her lap.
The Moon and Her Shadow
You fell once, And I fell too. We both broke then, I think. I remember screaming. You remember fire.
Where had I gone, I wonder? And where were you? We spent so long wandering. I remember seclusion. You remember flight.
You fell again, But this time I was there. Nothing could help you. I remember curiosity. You remember concern.
Noise at first, So many words were shared, And you became real. I remember confusion. You remember calm.
I fell again, But it wasn’t bad. I’m learning to like it. I remember emotion. You remember teasing.
Time continues on, But we’re more than that. We’ll be there at the end. I remember expression. You remember trust.
If you are the Moon, I will be your Shadow. Will you fall again? And if you fall, Will you fall for me?
The ink dried slowly as Au Ra and cat sat together, the latter having fallen asleep on the former and lulling her off, in turn. There was a lot on her mind when she returned to her room that night, but, instead of the churning, chaotic anxiety that often wracked her, she was content and happy. She had felt - and continued, then, to feel - things she had never felt before, and though she didn’t understand, a part of her no longer cared to do so.
The Ishgardian girl with whom she’d grown so close was real and was as close to hers as any one person had ever been. Her mind had raced, egged on by an alcohol-inspired lack of impulse control and a moko-fuelled confidence, that night. She said things she didn’t think she’d ever say and did things she never thought she’d do. Even in the wake of their influence, however, her regrets were insignificant in comparison to her satisfaction.
Was Dahlia crazy? Maybe. Was she, herself? Likely. They both probably were, and, she figured, that was okay. They had both gotten a taste of how far down that rabbit hole went, and neither had turned away. Instead, they continued to peer down. It didn’t matter whether the girl was the moon or just thought she was. Hali had smiled at the thought as it occurred to her.
The mage would be her Moon.
#hali#hali naras#asashion no haruhi#dahlia blake#dahlia de bellechier#ffxiv#final fantasy xiv#balmung#poems#poetry#probably bad poetry but idgaf#hali dahli
3 notes
·
View notes