#giyimli
Explore tagged Tumblr posts
Photo
Je reviens à mon projet de présenter la plupart de mes 55000 photos (nouveau compte approximatif. On se rapproche du présent !).
2016. Une petite virée à Bruxelles avec Julien. C’était surtout pour visiter une expo sur l’Anatolie au Palais des Beaux-Arts:
- figurine - Çatalhöyük, 7000 av.J-C.
- figurine - Köşk Höyük, 5000 av.J-C.
- idole avec idole bicéphale - Kültepe, 2000 av.J-C.
- pilier aves bras fléchi - Göbekli Tepe, 10000 av.J-C.
- dieu ourartéen - Giyimli, VIIe s. av.J-C
- divinité ailée ourartéenne - VIIe s. av.J-C
#souvenirs#belgique#bruxelles#palais des beaux-arts#turquie#anatolie#archéologie#mythologie#divinité#çatalhöyük#catal höyük#köskhöyük#kösk höyük#göbekli tepe#ourartéen#ourartou#urartu#giyimli#lion
17 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
243. BÖLÜM - Lordumun çiçek için çektiği acı ; benim Lordum için çektiğim acı -
Xie Lian inciyi bir kenara koydu ve baktı. Birkaç cennet mensubu da kaba, dev kulübeden çıktı, “Neler oluyor General Nan Yang?”
Ardından Feng Xin’in seslendiğini duydular, “BAKIN KİMİ YAKALADIM!”
Ormanın dışına çıktı, elinde siyah giyimli bir bireyle hızla yukarı çıktı, tüm cennet mensupları şaşırmıştı, “LİNG WEN!”
Feng Xin’in ellerinde yakalanmış olan sahiden de Ling Wen’di. Feng Xin Xie Lian’a döndü, “Tıpkı şüphelendiğin gibi Ling Wen brokarlı ölümsüzü çalmaya geldi!”
Lanetli zincirleri çıkarttıktan sonra Xie Lian’ın güçleri patlayıcı bir şekilde arttı ve öyle bir noktaya geldi ki hemen hemen Jun Wu’yla eşitti bu yüzden brokarlı ölümsüz ona bir şey yapamazdı. Ling Wen Hua Cheng tarafından bir daruma bebeğe dönüştürülmüş ve büyük savaş sırasında kaybolmuştu. Zaman doldu��unda, kişinin üzerindeki büyü otomatik olarak serbest kalırdı bu yüzden hi��bir yerde bulunamadı. Ancak Xie Lian büyük olasılıkla brokarlı ölümsüzü çalmaya geleceğini düşündü bu yüzden o da o cüppeleri çıkardı ve Hayalet Şehirden bu denilenlerin yayılmasını istedi. Ve elbette Ling Wen oltaya geldi.
Ling Wen bir kaçak olarak tutuklanıp konferans salonuna götürüldüğünde bile hâlâ paniğe kapılmış gibi görünmüyordu. Pei Ming içeri girdiği anda onun omuzlarına bastırdı ve önündeki bir sandalyeye oturdu, Karanlık bir sesle uyararak “Sonunda seni bulduk! Ling Wen, günahlarının bedelini ödemelisin.” dedi.
“…”
Düzinelerce cennet mensubu da onun etrafına geldi, hepsinin gözleri aç kurt ve kaplanlar, ifadeleri tamamen vahşi bir şekilde aç ve susuz gibiydi. Ancak o zaman Ling Wen biraz endişe hissetti, “…ne planlıyorsunuz?”
GÜM! Yetişkin bir adam boyuna yakın rapor ve parşömen yığını önüne atıldı, o kadar ağırdı ki masa ve sandalyeler bile sarsıldı. Pei Ming PA! Ve tüm parşömenleri tokatladı, “Bunlar, bunlara iyi bak.”
“…”
Ling Wen rahat bir nefes almış gibi göründü, sonra açıklanamaz bir şekilde şaşkına döndüğünü hissetti. Ancak beklenmedik şekilde nefesi tamamen dışarı çıkmadan önce başka bir raund daha vardı GÜMGÜMGÜMGÜMGÜMGÜM!
Bir düzenine ‘güm’lemeden sonra bir insandan daha uzun düzinelerce belge ve rapor yığını da yere çakılmıştı ve etrafı yoğun bir şekilde çevrelenmişti.
Bu düzinelerce cennet mensubu, bu yığınların çatlakları arasında gevezelik ediyordu, “Günlerdir seni bekliyoruz! Acele et ve şunları halletmeye yardım et!”
“Şunlara da bir bak.”
“Eksik dosyaları doldurmayı unutma.”
“Bir saat içinde halletsen iyi olur!”…
Ling Wen; “…”
Bir gece ve günden sonra Ling Wen nihayet geçici konferans salonundan serbest bırakıldı.
Zorlu bir savaşla geçen bir gün ve gecenin ardından parşömenlerin ve raporların tüm karmaşıklığı halledildi, her biri düzenli ve temiz bir şekilde kategorize edildi. Cennet mensupları neşelendi ve ikinci bir kontrol için hesapları alıp saraylarına gittiler. Diğer taraftan Ling Wen’in yüzü mavi ve çelik gibiydi, bir süreliğine giden göz altındaki karartılar geri dönmüştü.
Diğer tarafta herkes iki kez kontrol etmeyi bitirdi ve hepsi çok sevindi ve Pei Ming'i övdü, “Kesinlikle en verimli olan Asil Jie'dir! Artık her şey eşleşiyor!”
“Netleşti! Lord Ling Wen çok teşekkür ederim!”
Suçlu olarak Ling Wen, cennet mensuplarından oluşan kalabalığın övgüleri arasında kibarca kıkırdadı, “Bir şey değil, bir şey değil.”
Bunu görünce, salondaki tüm göksel yetkililer hâlâ bir karmaşa içindeydiler ama hesaplarını doldurmadılar, artık hareketsiz oturamadılar ve Ling Wen’in etrafına doluştular, “Um, aslında, Lorduma vermeyi unuttuğun birkaç kitap var ve belki bunlara da bir bakarsın diye düşünüyorum…”
Ling Wen, “…”
Xie Lian geçici konferans salonunun dışında çömelmiş buharda pişmiş çörek yiyordu, bitirdikten sonra ellerini çırptı ve sonunda Ling Wen'i acıdan kurtardı, “Millet, bunu daha sonra halledelim. Önce Ling Wen’e nefes alması için izin verelim.”
Daha önceden o konuştuğunda önemseyen kimse olmazdı ama artık durumlar aynı değildi. Birkaç kişi cevapladı, “Ekselansları haklı.” Ve daha fazla konuşmaya cesaret edemedi.
Ling Wen sandalyesine oturdu, bir eliyle alnını kapattı, gözleri kapalıydı, diğer cennet mensuplarının çıkmasını bekledi. Ancak konferans salonu boşaltıldıktan sonra Xie Lian'a döndü, “Tebrikler, hıı, ekselansları, ruhsal gücünüz geri dönmüş. Ne kadar iyi bir strateji, Hayaletler bile sizin inananınız, emirlerinize itaat ediyor, ne kadar da hayal edilemez.”
“Onlar benim inananım değil.” Dedi Xie Lian, “Sadece hayalet şehirden arkadaşlar. Yardım etmelerini istemiştim.”
Ling Wen başını salladı, yüzü anlayışla doluydu. Bir süre sonra Xie Lian konuştu, “Ling Wen, sana sormak istediğim bir şey var.”
“Ekselansları, buyurun.” dedi Ling Wen.
“San Lang, yani Hua Chengzhu.” Diye başladı Xie Lian, “Senin brokarlı ölümsüzünü giymişti ama onun üzerinde işe yaramadı, neden biliyor musun?”
“Yani soru bu.” Dedi Ling Wen, “Ekselanslarının çoktan bildiğini sanıyordum?”
Xie Lian gözlerini kırptı, “Söyler misin?”
Ling Wen kollarını düzeltti ve dengede oturdu, “Ekselansları, brokarlı ölümsüz efsanesini duydunuz değil mi?”
“Duydum.” Diye cevapladı Xie Lian, “Sen kendin dövdün.”
“Öyle diyebilirsin.” Dedi Ling Wen, “Her ne kadar bu cübbe üzerinde biriken kırgınlığın onu canavara dönüştüreceğini hiç düşünmemiş olsam da, ama Xu Li Krallığı'nın yıkımını hızlandırmak için Bai Jing'i öldürdüm, bu yanlış değil.”
Xie Lian dikkatle dinledi. Ling Wen devam etti, “Bu cüppe, ölümlüler diyarında turlar atarak sayısız elden ele geçti, sayısız kişi onu ele geçirdikten sonra onu cinayet, katliam, kandırmak için kullanmayı seçti. Bu aynı zamanda kırgınlığının bir kısmını da ortadan kaldırabilirdi ama Bai Jing öyle biri değil.”
“O insanlar tarafından kullanılmaktan hoşlanmıyordu, onlardan nefret ediyordu. Bu nedenle, ne zaman kendisine benzer kullanıcılarla ve cübbe verilen seçilmiş insanlarla tanışsa kırgınlığı heyecanlanmaz, bunun yerine sevinirdi.”
“Kullananlar ve alıcılar peki?” diye sordu Xie Lian.
Ling Wen cevapladı, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’a brokarlı ölümsüzü giydirdiniz değil mi, ama kalbinizde tek bir kötü niyet izi veya öldürme arzusu yoktu; ona tüm benliğinizle güvendiniz; ve Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, cübbe size geldiğinde o da aynıydı, hayır, aslında çok daha fazlasıydı –onu gerçekten Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur ile aynı hizaya getiren şey şuydu ki, brokarlı ölümsüzü giyip giymemesi onun için hiçbir şey fark etmezdi, dediğiniz her şeyi tereddüt olmadan anında yapardı. Sizin için ölmek de dahil.”
“…”
“Bu aynı zamanda yanınızdaki çocuğun o sırada Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur olduğunu nasıl tahmin ettiğimi de gösteriyordu.” Dedi Ling Wen, “Her ne kadar ikiniz arasındaki ilişkiler hakkında pek fazla şey bilmesem de ama sanırım bunun gibi olabilecek başka biri yoktu.”
“O neden?”
Ling Wen elini kaldırdı ve işaret etti, “Ekselansları, boynunuzdaki nedir?”
Xie Lian şaşırmıştı ve bilinçsizce onu avcuna almak için elini hareket ettirdi.
Ling Wen konuştu, "Daha önce buna benzer şeyler görmüştüm, sevgililerine küllerini hediye eden eşi benzeri olmayan hayaletler.”
Ling Wen'in Sarayı'ndan sayısız tomar ve rapor geçmişti yani böyle bir şeyi daha önce görmüş olması garip değildi. Ama doğruyu söylemek gerekirse Xie Lian bunu kendisi tahmin etmişti.
Ama Ling Wen'in yüksek sesle bunu söylediğini duyunca, o kristali hâlâ sıkı sıkıyordu.
“Bu gerçekten nadir bir eşya.” Dedi Ling Wen, “Ama bu yüzden çok güzel, çoğu zaman trajediyle bitiyor, dolayısıyla benim bu konudaki izlenimim daha güçlü.”
“Çoğu zaman trajediyle sonuçlanıyor derken neyi kastediyorsun?” diye sordu Xie Lian.
“Kara sevdaya sahip olmak ve hayatınıza bağlı nesneleri başka birine vermek, bunun pek çok trajik ve korkunç sonuçları olacaktır.” Dedi Ling Wen.
“Gerçek bir kalp gibi çiğnenmek için yaratılmıştır. Bütün bu külden yapılmış hatıralar ya bazıları başkaları tarafından çalındı ya da sahipleri tarafından paramparça edildi, temelde hiçbir şey iyi bitmedi. Ama majesteleri bir istisna. Onu iyi muhafaza ettiniz, neredeyse dokunulamaz tuttunuz.”
Uzun bir sessizliğin ardından, Xie Lian şöyle dedi, “'Ona benzer' dedin. Peki General Bai Jing de böyle miydi?”
Ling Wen hafifçe gülümsedi, “Yoksa neden benim tarafımdan aldatılsın ki?
“Bu aslında bir aldatmaca değil ama öyle mi?” dedi Xie Lian.
“Kasıtlı olarak bu sözleri yaydığımı fark etmemene imkan yoktu ama yine de buraya onu almaya geldin.”
“İyi bir savunma eşyası.” Dedi Ling Wen.
“Eğer sadece savunma eşyasıysa ilk etapta onu çalmak için bu tür risklere girmezdin ve başarısız olduktan sonra yine de onu TongLu Dağı'na götürdün.”
Ling Wen kayıtsız bir şekilde şöyle dedi, “Onu TongLu Dağı'na götürmekten başka yapılacak ne vardı? Zaten ifşa olmuştum. Beni suçüstü yakalayan sizdiniz ekselansları.”
“Doğrusu, eğer bunu örtbas etmek için bir bahane bulmak isteseydin yine de işe yarardı.” Dedi Xie Lian. “Yolundakilere biraz rüşvet vermek, Rütbenin düşürülmesi veya liyakatinin düşülmesi bile size kaçak statüsü kazandırmazdı. Asıl mesele… General Bai Jing’in yüce olmasına yardım etmek istedin. Ve onun hislerini uyandırmak değil mi?”
Ling Wen küçük bir kahkaha attı, “Ekselansları, Onun için her şeyi yaparım gibi söyleme. Sonuçta ben soğukkanlıyım ve hiç sevilen biri değilim, peki neden böyle bir şey yapayım ki?”
“Bu doğru mu?”
“Varsın olsun.”
.
Xie Lian, Kutsal Kraliyet Köşkü'ndeki yıkık dökük kayalıkların etrafını temizledi ve basit bir kulübe inşa ederek burayı geçici ikametgâh olarak kullandı. Burası daha uzak ve daha ıssızdı. Kendisine ihtiyaç duyulduğunda yardım etmek için Konferans Salonu'na gidiyor, bir şey olmadığında ise kulübede tek başına sessizce kalıyordu.
Birkaç gün sonra Mu Qing nihayet RuoYe'yi tamir etti ve teslim etmeye geldi. Xie Lian kapıyı açar açmaz beyaz bir şeyin ona doğru atıldığını gördü ve görüşü kapandı. O şeyi çekmek için elini kaldırdı ve RuoYe yeniden doğduktan sonra güzel vücudunu sergiler gibi tekrar dönmeye başladı. Xie Lian, "Tamir edildikten sonra böyle dönüp durma, kendini tekrar yırtmaktan sakın" diye uyardı.
Mu Qing bunu duyar duymaz bir fikir yürüttü: "Bu nasıl mümkün olabilir? Ben senin için yamaladıktan sonra hangi cübben yırtıldı?"
“Doğru.” Dedi Xie Lian.
Bir deniz yosunu gibi bükülmüş olan RuoYe'yi yakalayıp dikkatlice kontrol etti ve gerçekten de son derece iyi dikilmişti, neredeyse yırtıldığına dair hiçbir iz yoktu, onu överek "Zanaatın hala çok şaşırtıcı."
"Bunun gibi bir iltifat beni memnun etmeyecek." Dedi Mu Qing, “bu sadece bir kere olur, bir dahaki sefer olmayacak. Bunu bir daha asla yapmayacağım.”
'Bundan açıkça çok gurur duyuyorsun…’ diye düşündü Xie Lian.
Mu Qing bir parça daha için dırdır etti, sonra şöyle dedi, “Pekala, ben işimi hallettim. Gidiyorum. Xuan Zhen Sarayı'nda bazı işlerin ve personelin halledilmesinin tam ortasındayım.”
“Sen de mi gidiyorsun?” diye sordu Xie Lian, “Tamam, birazdan yardım etmeye gideceğim. Ayrılırken bana seslenmeyi unutma, seni uğurlayacağım.”
Ling Wen'i yakaladıktan, tüm kayıp boşlukları doldurduktan ve bir yığın karışık hesabı temizledikten sonra, cennet mensupları nihayet Cennet Başkenti'ni yeniden inşa etmeye karar verdiler. Bu da TaiCang Dağı'ndaki bu geçici Konferans Salonu'nun da artık geride bırakılabileceği anlamına geliyordu. Mu Qing elini ne katılma ne de katılama ifadesiyle salladı ve durmadan önce birkaç adım attı ve arkasına baktı, “Hala… TaiCang dağında mı kalacaksın?”
Xie Lian başını salladı, “En.”
Bir süre tereddütten sonra Mu Qing konuştu, “Neden her şeyden sonra bizimle gelmiyorsun?”
Xie Lian gülümsedi, “Olmaz, Beklemem gereken biri var.”
“Yeni cennet Başkentinin Üst Mahkemesine ulaştıktan sonra hâlâ bekleyebilirsin.” Diye Mu Qing nedenini merak ederek sordu.
Xie Lian başını salladı, "Sanırım geri döndüğünde önce buraya gelecek, sonra da döndüğü anda onunla buluşabileceğim. Buraya dönmezse, Hayalet Şehir'deki QianDeng Tapınağı'na dönebilir ve Hayalet Şehir buradan çok uzakta değil, yeni Cennet Başkenti'nden çok daha uygun.”
“…”
Mu Qing, sanki uzun bir süre dilini tutmuş gibi görünüyordu ve karmaşık bir ifadeyle sordu, “Gerçekten döneceğine inanıyor musun?”
Xie Lian, bunun dünyadaki en mantıklı şey olduğunu söyleyerek yanıt verdi, “Tabii ki.”
.
İnsanlar gelgit gibi geldiler, sonra gelgit gibi ayrıldılar, TaiCang Dağı ıssız yalnızlığını yeniden kazandı.
TaiCang Dağı'nın tepesinde eskiden devasa bir akçaağaç tarlası vardı. Hepsi o büyük yangınla kül olmuştu ama bin yıl sonra yeniden doğmuşlardı. Artık Xie Lian'ın bir zamanlar eğitim almak için içinden atladığı ağaçlar değillerdi ama manzara aynıydı.
Xie Lian sık sık akçaağaç ormanında tek başına gezinirdi. Tutkulu, vahşi bir ateş gibi yayılan kırmızı akçaağaçlardan oluşan bir dağ ona sanki dev ve sıcak bir kucaklaşmanın içindeymiş gibi hissettirdi.
Hayatının sekiz yüz yıldan fazlasını, günlerini kendi evinde geçirerek geçirdi, o buna çok alışmıştı. İşler halledildiğinde bazı dualara cevap vermek için dağdan aşağı inerdi, biraz hurda toplardı; eğer hiçbir şey yoksa o zaman biraz sebze eker, biraz yemek pişirirdi.
Yalnızca, tuhaf olan bu şekilde kendi başına geçirdiği günler, eskiden dünyanın en normal şeyiydi ama şimdi günler geçmek bilmiyordu. Xie Lian buna tekrar alışmadan önce uzun bir zaman geçirmişti.
Belki de bir kişi yalnızca acı olanı yemişken o zaman acının tadına alışırdı. Ama bir gün aniden birisi ona tatlı bir tat verdiyse tatlılık düşüncesiyle acı olanı yemek muhtemelen yüzünde kaşlarını çatmasına neden olurdu.
Geçmişte, Xie Lian günlerini sadelik ve sessizlik içinde geçirirken çoğu zaman gizlice birinin gelip onu arayacağını umuyordu. Sohbet için, yardım için arayacaklarını umuyordu, en azından bir yaşam belirtisi olurdu. Ama artık bundan o kadar da hoşlanmıyordu.
Her seferinde kapının çalındığını duyduğunda kalbi her zaman mutluluk sarsılır, kalbi umutla dolardı. Ama kapıyı açmak için koştuğunda kapının girişinde duranın hiç onun beklediği kişi olmazdı.
Bazı Feng Xin, bazen Mu Qing, bazen Shi Qing Xuan’dı. Bazen de hayalet şehirden “Kıdemlilerine saygı sunmak” için buraya geliyorlardı.
Herkes hoş gelirdi, ama hiçbiri hiçbir zaman onun gerçekten gelmesini beklediği kişi değildi.
.
İlk ayda, Xie Lian birkaç çiçek veren ağacı o harap kulübenin kabalığını gizlemek ve çevreyi biraz güzelleştirmek amacıyla dikmek için girişin yanına taşıdı.
.
İkinci ayda, Xie Lian tüm kulübeyi yıktı ve yeniden inşa etti, ayrıca tüm TaiCang Dağı'ndaki yabani otları da söktü. Aksi halde Hua Cheng geri geldiğinde ve bu karışıklığı gördüğünde temiz olmasına yardım etmeleri için kesinlikle birkaç kişi gönderirdi.
.
Üçüncü ayda, çiçek veren ağaç çiçeklerini açtı. Vişne kırmızısı tüm ağacı sardı, Xie Lian altında durdu ve çiçeklere bakarken başını kaldırdı. Çiçeklerin tadını çıkarırken Çiçeklerin tamamen açtığını, onun yakında evde olması gerektiğini düşündü.
.
Dördüncü ay, tüm dağ yolları yeniden inşa edilmişti. Bu sayede Hua Cheng onu bulmak için geri geldiğinde dağda daha hızlı yürüyebildi.
.
Beşinci ay, Feng Xin ve Mu Qing onu tekrar ziyarete gelmişlerdi. Biraz dışarıda yürüyüşe çıkmak için oradan ayrılmak isteyip istemediğini sordular. Xie Lian bir yemek ikram etti ve onlar kaçtılar.
.
Altıncı ay, çiçeklenme mevsimi sona etmişti.
…
O bekledi, bekledi, bekledi ve bekledi. Xie Lian endişeli değildi ne yıkıldı ne de çektiği acı için ağladı. Bunun yerine gittikçe daha sakinleştiğini ve giderek daha sabırlı hale geldiğini hissediyordu.
Bunu bir düşününce, kim gelip geçici, uzun çağları kendi başına deneyimlememişti?
Hua Cheng onu sekiz yüz yıldan fazla bir süre bekledi, yani bu sefer o Hua Cheng’i bir başka sekiz yüz yıl beklese ne olurdu ki?
Bin yıl olabilirdi. Veya on bin yıl. Yine de beklerdi, beklemeye devam ederdi.
Ama sadece bir yıl olmuştu?
.
Bugün, Xie Lian her zamanki gibi büyük bir çöp yığını topladı ve onu bir öküzün çektiği arabanın üstüne yığdı, Her iki şey de Xie Lian'ın yakın zamanda sakladığı ve satın aldığı şeylerdi ve onu dağın yukarısına çekti.
Akçaağaç ormanının içinden geçerken dağ yolunun yarısında Xie Lian istemeden başını geriye çevirdi ve gecenin gökyüzünde bazı parıldayan parıldamalar gördü.
Onlara derinlemesine baktı ve onların Sonsuz Kutsama Fenerleri olduklarını keşfetti. O zaman aydınlandı. Kendi kendine mırıldandı, “Demek bugün ShangYuan Festivali.”
O sırada, Üst Mahkemenin tüm cennet mensupları muhtemelen yine fener savaşı yapıyordu. Xie Lian kendi kendine dizginleri çekti ve olduğu yerde durdu, sersemlemiş bir şekilde Bereket fenerlerini izlemeye başladı.
Aniden Hua Cheng’le ilk tanışmasının da ShangYuan festivalinde olduğunu hatırladı.
O yıl, yüzü pislik ve yaralarla kaplı küçük bir çocuk, kalabalık arasından sıyrılıp şehrin surlarından aşağıya baktı; XianLe'nin on yedi yaşındaki Veliaht Prensi parlıyordu ve başını kaldırdığı anda düşen bir insan silueti gördü. Hiç düşünmeden ayağa fırladı.
Büyük Dövüş Bulvarı'ndaki kutlu ShangYuan Festivali. Yüzyıllar boyu sürecek bir iğnelemeye yol açan hayranlık uyandırıcı ilk izlenim.
Düşen tek kişinin kendisi olmadığını düşünen Xie Lian'ın yüzünde bir gülümseme belirdi.
.
Arkasını dönen Xie Lian başını eğdi ve dağ yolundan yukarı çıkmaya hazırlandı. Araba yolun bir kısmında gıcırdayarak ilerlerken, aniden yol çok ilerideki bir şey tarafından aydınlatılmış gibi göründü.
Xie Lian başını bir kez daha kaldırdı, gözleri daha da açıldı.
Fenerlerin ışığıydı.
Milyonlarca balığın geçitlerden denize doğru yüzmesi gibi, sayısız Bereket Feneri dağın zirvesinden yavaşça yükseldi.
Siyah gecenin içinde ışıl ışıl parlıyorlardı. Son derece görkemli, en güzel rüya yolunu aydınlatmıştı.
Xie Lian bu manzarayı daha önce de görmüştü ve şimdi tekrar gördüğünde hem nefesi hem de kalbi duracaktı. Dağ yolu ayrıldı ve arabanın tekerlekleri döndü. Xie Lian, inşa ettiği küçük, harap kulübeyi gördü.
Orada biri vardı!
Eğimli küçük kulübenin önünde kırmızı giysili bir adam duruyordu, vücudu uzun ve inceydi, belinde gümüş bir pala asılıydı. Sırtı Xie Lian'a dönüktü ve son Sonsuz Bereket Fenerini kaldırıp düzensiz bir şekilde gökyüzüne gönderdi.
Xie Lian oturduğu yerde donup kalmış, hâlâ bir rüyada mı olduğunu yoksa bunun bir halüsinasyon mu olduğunu merak ediyordu. Tekerleklerin dönüşüyle birlikte, adam giderek daha da yaklaştı. Adam arkasını döndü ve böylece o da onu daha net görebildi.
Arkasında geceyle birlikte yükselen üç bin Bereket Feneri ile o adam arkasına döndü ve ona baktı. Akçaağaçtan daha kırmızı cüppeler, kar kadar beyaz bir ten; bakılamayacak kadar yakışıklı bir yüzün kaşları arasında hala o vahşilik ve vahşi aura, kesilip atılamayan bir gurur vardı.
Siyah bir göz bandı takmış olmasına rağmen, yıldızlar kadar parlak olan gözü gözünü kırpmadan Xie Lian'a bakıyordu.
Xie Lian aşağı indi.
Tek kelime etmediler ve ikisi de birbirlerine doğru yürümeye başladılar.
Bir adım, bir adım daha, her adım bir öncekinden daha hızlı, sonra nihayet koşmaya başladılar.
İleriye doğru koşarken gözyaşları geride kaldı ve aynı noktada kaldı. Xie Lian yüreğinin içinden seslendi, buna inandı.
.
O, bu adamın onun için tekrar tekrar öleceğine ve tekrar tekrar yeniden doğacağına inandı. Cehennemin derinliklerine düşse bile, ‘inancı’ uğruna uçurumu aşardı.
Geçen sefer sekiz yüz yıl boyunca birbirlerine doğru koşarak geçirdiler.
Bu sefer birbirlerinin kucağına düşmeleri sadece bir an sürdü.
#xie lian#tian guan ci fu#jun wu#feng xin#jian lan#hualian#ling wen#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#mu qing#nan yang#xuan zhen#pei su#peiming#pei ming#ban yue#yushi huang#yin yu#quan yizhen#shi wudu#shi qingxuan#hexuan#mei nianqing
26 notes
·
View notes
Text
İKİ ÇAY!
Affedersiniz sandalyeyi alabilirmiyim diyen sese döndüm.
Parlayan iki yeşil göz,yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, saçlarını sol yana yatırmış temiz giyimli yüzünde biraz şapşallık! Tekrar hafif tebessümle sandalyeyi alabilirmiyim? Dedi…
Neden alıp gideceksin? Seni bekliyordum kalsan desem!
Hadi Ferah diyorum sonra günlerce “keşke” ile yoğrulma…
Şey dedim! Yanaklarıma baskı yapan vücut ateşimle şey… Tabi alabilirsiniz demek isterim ama!
“Oturmazmısınız?”
Oh! Söyledim…
Derin bir nefesle bütün oksijeni bedenime hapsettim.
Nasıl çıktı bu cümle ağzımdan, bilmiyorum.
Bu ne cesaret, dedim. Ya “hayır…” derse? Bu kadar bekledikten sonra bir “hayır” duymaya hazırmıydım?
“Bilmem ki… Rahatsız etmeyeyim.” dedi
Kusura bakma, dedim içimden, bu anı kaçırmak aptallık olur. Yok, daha neler!
Ağzım dolu dolu, “Aşk olsun, rahatsızlık ne demek?..”
“Merhaba tekrar…,ben Ferit…”
“Merhaba, ben de Fe… Fe… Fe… Ferah!
“ Ferah Hanım. Çok zarif görünüyorsunuz.”
“Teşekkür ederim, şeyyy… Siz de öyle… Mavi gömlek yakışmış.
Offff! Üç beş dakika içinde ölmezsem iyi…
“Masada iki çay var, birini mi bekliyorsunuz?”
Ne diyeceğimi bilemedim. O an bir sessizlik oldu. Söyleyecek söz bulamayan insanların arasındaki o uğursuz sessizlik çökmüştü masaya.
Gözlerimizi birbirimizden kaçırdığımızı fark ediyorum.
Bakışları gözlerimle buluştuğunda hemen başka yöne çeviriyor. Maalesef ben de aynı şeyi yapıyorum.
Şu ilk dakikalar, saatler bir geçse… İşte o an’a, umudun tohumlarının atıldığı o ana ulaşabilsem…
Kalbim, midem hepsi aynı anda harekete geçmişti. Dalgalarla dans bumuydu? O çay senin, demek istedim; soğutma otur…
Bu kaçıncı umudun çayı biliyormusun, kaç defa sensiz içildi…
Öyle ay gibi parlıyordu, güneş gibi sıcaktı, falandı filandı, öyleydi böyleydi, ahtı vahtı değil…
Gerçekti… Sadece karşımda duran gerçek... Hem de hayaller kurduracak kadar gerçek... Şaşkın dudaklarında bir firari bir tebessüm… Gözlerinin rengi değil, hayata bakışı masum... Güle batan gamzeleri yanaklarından çocuksu bir ferahlık yayıyor.
İşte o an, bir umut daha var Ferah, diyorum. Görüyorum, her rengi taşıyor…
Mesela;
Gülüşü mavi,
Bakışı yeşil,
Ruhu beyaz…
“Sizi bekliyordum." dedim, gülümsedi.
“Oturmazmısınız?”
Hiç itiraz etmeden sandalyeye ilişti.
Bakıştık, ne söyleyeceğimi bilmiyorum,korkum saçmalamak...
Hadi konuş, diyorum, buraya kadar ben getirdim, sen devral yaşamı.
İki çayla adım at bana… Derken bir süre masada sessizlik oldu.
Gözlerimin içine baktı. Sonra bana doğru eğilerek kibarca:
“O zaman bir şeker alabilir miyim?” dedi.
Şeker yerine hayatımı versem?
Derin bir sessizlik.
Şekerin çay bardağında eridiği gibi eridim gittim.
İşte bir ömrün diğer yarısının hikâyesi bu iki çayla başlamıştı.
Beklenen gelmişti şimdi sıra yaşanacaklardaydı…
İyi ki varsın diyebilmek için daha güzel bir yol var mıydı AŞKA…
(Nafiye BOZKURT.)
52 notes
·
View notes
Text
İSTANBUL'DA KURYELİK YAPAN BİR KİŞİNİN MÜLTECİLERLE İLGİLİ İZLENİMLERİ.
Mülteci sorununu sadece sosyal medyadan ya da TV'den gördüğünüz kadar sanıyorsanız yanlıyorsunuz.
Gelin size ben gerçeği anlatayım:
Ben İstanbul'da kuryelik ve genelde
günde ortalama 200 km. yol yapıyorum.
Pendik'ten Silivriye her ilçeye
ve her mahalleye giriyorum.
Tahminime göre ESENYURT, BAŞAKŞEHİR, BEYLİKDÜZÜ, FATİH ve BAĞCILAR ilçelerine
bir süre sonra TC. VATANDAŞI giremiyecek.
Size kurye olarak gittiğim adreslerden bahsedeyim; Herşeyden önce hem Suriyeliler hem de bizim partililerden bazıları diyor ya "Suriyeliler ekonomik olarak bize çok faydalı", diye; bu söz külliyen yalan,
çünkü örneğin Esenyurt'ta telefonu bozulan
bir Suriyeli telefonunu Sirkeci'de işyeri olan
bir tamirciye gönderiyor,
ya da altın takı alacak olan Başakşehir'deki
bir Pakistanlı Bağcılar'daki Pakistanlı kuyumcudan kurye ile aldırıyor alacağını,
ya da Afganlar Fatih ve Yenikapı'da bulunan kendi marketlerinden alışveriş yapıyorlar...
Çünkü çok kere Afgan pirinci alıp teslim ettim.
Şimdi gelelim işin sağlık boyutuna;
Bu durum çok vahim.
İstanbul genelinde diş protezi yaptıran kişilerin %90'ı Suriyelilerin merdiven altı protezlerini ağızlarına takıyor ve diş klinikleri "ucuz" diye buraları tercih ediyorlar.
Size bir anımı anlatayım;
Bir gün Fatih'te bir adrese gittim.
Adres virane merdiven altı bile değil
eski müstakil bir gecekondu idi.
Neyse gittim kapıyı çaldım,
baktım protez imalatı yapılıyor.
Gönderiyi teslim aldım, Florya'da bir adrese,
bir diş kliniğine gittim.
Gittiğim yerin kalitesi ne Amerikan Hastanesinde ne de Memorial' da var.
Bu nasıl oluyor, diye düşünürken teslimatı alacak kişinin adresine baktım,
o da Suriyeli bir bayandı.
Bayanı çağırdılar ki doktormuş kendisi.
O esnada orada bekleyen şık giyimli bir bey de bekleme salonunda oturuyordu.
Bayan Doktor Türkçe "Ahmet bey proteziniz geldi, buyurun odama" dedi.
Ben şok oldum.
Benim ülkemde benim vatandaşıma sağlıksız medikal ürünle tedavi uyguluyorsun, neden? "Kendi vatandaşı kazansın diye".
Devam edeyim; yurtdışına çıkarken kovid testi yaptıran insanların %90'ı yine merdiven altı Suriyeli laboratuvarlarda karman çorman
hiç bir önlem olmadan coca cola dolaplarının içinde yüzlerce test tüpünün olduğu yerlerde testlerini yaptırdı!
Burada olabilecek en büyük sorun, "test sonucunun yanlış çıkmasıdır".
Ama gelelim en tehlikelisine; Başakşehir'de yine merdiven altı bir laboratuvar var
ve ben günde bir kez mutlaka gidiyorum; binlerce kurye var, biri giriyor biri çıkıyor.
Kan tüpleri yerlerde, kendim girip çıkarken maskesiz girmiyorum, çıkarken bildiğiniz dezenfektan ile banyo yapıyorum.
Bir tane cihaz var onun yanında da ev tipi Vestel, Arçelik buzdolapları, test tüpleri her yerde ve bu tüplerin yarısı idrar yarısı da kan.
Peki buraya bu tüpleri kim gönderiyor?
Özel hastane diye gittiğiniz çoğu hastaneler ucuz diye buraya yolluyor.
Gelelim zenginlerine; Başakşehir'de oturuyor çoğu.
Onlara neden gidiyorum biliyor musunuz?
Hani son zamanlarda vatandaşlık reklamı yapan vize şirketleri var ya onlardan
oturma izinlerini, vatandaşlık başvurularını,
vb. alıp götürüyoruz.
Hepsi lüks içinde yaşıyorlar.
Bir gün bir kargo görevlisine adres sordum,
"gel ben de oraya gidiyorum" dedi...
Elinde boyu kadar çuval sordum, "hepsi oraya mı?", diye "aynen oraya her gün bir çuval getiriyorum" dedi, içinde "hepsiburada, trendyol ve amazon kolileri".
Beylikdüzü ve Esenyurt tayfası mafyalaşmış!
Beylikdüzü'nde örneğin "İnovia siteleri" var, orada onların izni olmadan
ne ev tutabilirsiniz ne satabilirsiniz.
Esenyurt'ta zaten tam gettolaşma var.
Bazı mahalleler var ki gözünüzü kapatıp sizi oraya bıraksam gözünüzü açtığınızda
"eyvah Suriye'ye kaçırmışlar beni!" dersiniz.
Daha yüzlerce örnek var ama yazsan ne olacak, en azından sağlığınıza dikkat edin.
DOKTORUNUZA, DİŞ HEKİMİNİZE MUTLAKA çalıştıkları laboratuvarın neresi olduğunu sorun.
Nur Pasin'den
32 notes
·
View notes
Text
Sabah erkenden süt getiren bir abi var. Her sabah ben açıyorum kapıyı. Bugün gülerek "seni de sütçü yapacağız abla yakında" dedi. Normalde hep teyzem veya anneannem alır. Ben de gülümsedim. Abi inanılmaz enerjik biri. Fırsat bu fırsat diyerek " abi maşallah barekallah çok enerjik birisiniz enerjik olmaniz karsıya da yansiyor guzel bir sey" dedim. "Herkes öyle diyor abla" dedi. Görseniz yerinde duramıyor tertemiz giyimli, sakal yok ama bıyıkları da sünnet usulüne göre kesilmiş rabbim imanını kavilestirsin abinin iç yüzünü tam bilemem ama suret olarak "ben muslumanım" diye bağırıyor.
16 notes
·
View notes
Text
Biraz önce yaşlı bir teyze gördüm Paris'in tarz giyimli yaşlıları yanında halt etmiş! Yeşil etek ceket, üstüne krem renkli bir başörtü (yaşlı usulü takılmış olsa da çok tatlı görünüyordu) yüzü pamuk gibi, ağzında dua...
8 notes
·
View notes
Text
Kendisini karşılayan sekretere;
Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: 'Nazif Bey mi?'dedi.
'Evet, Nazif Bey!' diye cevap alınca,
hüzünlü bir ses tonuyla 'Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.' dedi.
Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. 'Ya, öyle mi...?' diyebildi sadece.
Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp 'Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?' diye sordu.
'Evet var, oğlu Selim Bey....'.
Titrek bir sesle 'Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?' dedi.
Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
'Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim”
' Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra 'Kim diyelim efendim?' diye sordu.
'Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.' cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi.
Daha sonra, 'Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.' dedi.
Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi.
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,
'Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.' dedi.
'Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun.' dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
'Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.' dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.
'Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.'
Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: 'Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.' Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden
fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:
'Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?' Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla 'Evet' dedi. Bunun üzerine Selim Beyin
gözleri sevinçle parladı.
'Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.' dedi.
Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve 'Sizi karşıma Allah çıkardı.' dedi.
Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı
'Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?' dedi.
Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak
'Bizdeki emanetinizi vermek için...' deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.
'Emanet mi?' dedi.
Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine
'Gelebilir misiniz?' deyip telefonu kapattı.
Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,
'Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.' dedi. 'Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.'
Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.' dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu.
Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:
'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...'
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı.
Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra...'
İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu.
Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...'
diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.
Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,
'Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.' dedi.
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak
'Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik.
O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin...
Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışı karşısında babam: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi,'Alışacağız.'dedi.
Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı.
Annem bezgin bir sesle:
'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı. Bunun üzerine babam:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi
Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık.
Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla,
'Yoruldum.' dedim.
Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum.
Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.
Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'
Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.
Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi.
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.
'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.
Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı.
Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.
Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.' dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret sembolü olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor'.
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.
'Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.
'Selim Beye döndü ve
'Siz ne yapardınız?' diye sordu.
Selim Bey kendisine has tebessümü ile:
'Bir müddet zeytin yerdim, sonra...' dedi ve gülümsedi.
O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu elim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.
'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.
Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.
Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı,ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir.
Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.
Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı.
Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.
Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.
Peki ya siz olsanız ne yapardınız?
Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?
Uzun yazıları sevmeyen bir milletiz ama bu güzel hikayeyi okuyanlar yoruma nokta bırakabilirler mi ?
10 notes
·
View notes
Text
#EYVALLAH_ŞEHRİ
Bir derviş mürşit kapısına hizmet için gelir. Hizmetin ilk basamağı nefsin terbiyesi olan tekke temizliğinde görev alır.
Bir gün kalbinden "Allah'ım nedir bu çektiklerim" diye geçirir. Bu düşüncesi mürşidine malum olduğu için, münasip bir dille o tekkeden kovulur. Bizimki düşer yollara...
Akşama doğru bir şehrin ışıkları görülür. Bu şehre varır varmasına fakat bu şehre girmenin üç şartı vardır.
1- Allah’ın işine karışılmayacak.
2-Kulun işine karışılmayacak.
3-Yalan konuşulmayacak.
Bu şehrin adı EYVALLAH' tır.
Bizimki şartları kabul eder ve girer bu şehre. Hoş geldin derler "eyvallah" der. Kalacak yer gösterirler "eyvallah" der. Hizmet verirler "eyvallah" der. Evlendirirler "eyvallah" der.
Adam bir gün yolda yürürken sade giyimli bir genç kız ve süslü giyimli orta yaşlı bir kadın görür. Kalbinden "şu kadının haline bakın bu ne hal" der.
Kadınlar bağırmaya başlar:
- "YETİŞİNN KULUN İŞİNE KARIŞAN VARRR".
Etraftan gelirler bir güzel döverler. Her tarafını kırarlar ve kan revan içinde hamalın küfesine koyup evine gönderirler.
Küfede adam "Ey Allah’ım nedir bu basıma gelen" diye kalbinden geçirir. Hamal küfeyi yere atar ve bağırır:
- "YETİŞİNNNN ALLAH'IN İŞİNE KARISAN VARRRR" etraftan koşup gelenler adamın sağlam kalan yerlerini de kırıp iyice döverler. Orada bırakırlar.
Sürünerek evine giden adama kapıyı karısı açar:
- "Noldu sana böyle" diye sorar. Bizimki:
- "Çok kötüyüm hanım, soran olursa evde yok de" der. Der demez kadın cama cıkıp:
- "YETİŞİİİNNNN YALANN SÖYLEYENN BİRİ VARRR" diye bağırır. Etraftan koşup gelenlerden üçüncü bir dayak daha yer, bu sefer bayılıncaya kadar.
Meğer bu şehirde kalpten geçenler karşıdakine malum olur hiç bir şey gizli kalmazmış. Adam acılar içinde bayılır ve bir müddet sonra mürşidinin huzurunda adap tutarken ayılır. Mürşidi ona tebessümle bakmaktadır:
- "EVLADIMM" der, "DAHA EYVALLAH ŞEHRİNDE YAŞAMASINI BİLMİYORSUN, RIZA KAPISINDAN NASIL GEÇERSİN? RIZA KAPISINDAN GEÇENLER, RIZAYA RAZI OLMAKTAN GEÇERLER."
8 notes
·
View notes
Text
ülkem insanının kendini hoca lanse eden her sakallı, takkeli, bol giyimli adam müsveddesini baş üstü etme, tâbi olma, her söylediğini hak sınıfına koyma, peşinden şeksiz şüphesiz sürüklenme sorunsalı.
7 notes
·
View notes
Text
Bizim eskiden HIRSIZIMIZ BİLE edepliydi...
Yaklaşık olarak 70 yıl öncesinde, 1950’li yıllarda İstanbul’dayız.
Bire bir yaşanmış olan hikayemiz bir belediye otobüsünde geçer.
Otobüs tam Eminönü durağına gelmiş ve kapılarını açacakken bir kadının “Sakın kapıları açma, cüzdanım çalınd��, otobüste hırsız var” şeklinde canhıraş sesi duyulur.
Kadın ısrarcıdır ve bağırmaya devam eder.
Bunun üzerine şoför kapıları açmaz ve yerinden kalkarak kadına “otobüste çalındığına emin misin?
Çantanı kontrol et!” der.
Kadın “biraz önce biletimi almak için cüzdanımı çıkarmıştım, daha sonra yerine koydum ama şimdi yok” diye cevap verir.
Şoför bunun üzerine hiddetlenerek “kimse kıpırdamasın herkesin üzerini arayacağım” der.
Şoför önden biletçi arkadan başlayarak yolcuları tek tek aramaya başlarlar.
Herkes aranmış yalnız bir kişi kalmıştır.
Henüz aranmayan yolcu binbaşı rütbesinde resmi üniformalı bir kara subayıdır.
Üzerinde de haki renkli kalın paltosu vardır.
Şoför
“Binbaşımı aramaya lüzum yok, bir Türk subayını hırsızlık şüphesi ile asla aramam, cüzdan bulunamadı” diyerek kapıları açmak için yerine doğru yönelir.
Tam bu sırada Binbaşının kendinden emin davudi sesi duyulur;
“Beni de arayacaksınız, töhmet altında kalmak istemiyorum.” der.
Şoför aramak istemez ama Binbaşının ısrarı karşısında mecbur kalır.
Tam elini Binbaşının paltosunun cebine sokarken “hayır arama, ben çaldım!” diyen biraz hırpani giyimli bir adam çıkar.
Ve adam “cüzdanını çaldığım kadın bağırınca korktum, aranabileceğimi düşünerek cüzdanı, aranmayacağını bildiğim hemen yanımda bulunan Binbaşının paltosunun cebine bıraktım.
Fakat bir Türk subayının hırsızlıktan suçlanmasına gönlüm razı değil.
Yankesiciyim, hırsızım ama VATANSIZ ve vicdansız değil!” diyerek başını önüne eğer.
İşte biz böyle bir millettik..
Ahlak ve vicdan insanın temeli ve mayasıdır.
Ahlak ve vicdan olmazsa insan olmaktan da bahsedilemez!
(Alıntı)
6 notes
·
View notes
Text
Açlara ekmekle bir sıcak çorba
Susamışlara bir yudum su verin
Biraz serinlesin çatlak dudaklar
Dinsin kazıntısı aç midelerin
Uykusuz olana bir yatak serin
Evinizde gecelerce uyusun
Ateşler yakın ki üşüyenlere
Sıcak ayakları, elleri olsun
Kimi bacaktan, kimi gözden yoksun
Bir dünya üstünde yaşamak için
Çıplakla giyimli, güzelle çirkin
Çıplağı giydirin, çirkini sevin
Ölüm kapınızı çaldığı zaman
Bir sevginiz olsun dünyada kalan
Ümit Yaşar Oğuzcan
10 notes
·
View notes
Text
"üsküdardan bu yan lo kimin yurdudur"
Bugün pazar dinlenirim,yatarım dedim.Baktım tanımadığım bir numara ısrarla çaldırıyor.
Ben Fatih beyin arkadaşıyım kapısında çiçeklerı var birde kapısı kırık özel eşyalarını kontrole geldik ama binanın kapısı kapalı.
Zahmet olmasa gelir misiniz.
Olur dedim.
Bir yandan Fatih abi ile dalga geçerken "abi yine milflerin mi geldi ses soluk yok " diye takılırdım,aklıma gelince gülmemek için zor tuttum kendimi.Allah affetsin :)
Neyse geldim hakikaten milf yani 60'larında üç tane düzgün giyimli kibar kadın.
Fatih abi bir kadın koperatifinin başkanıydı hepsi ordan arkadaşlarıymış.
Çicekleri düzenli olarak bizim kızlara tembihlemiştim onlar suluyor dedim.
Teşekkür ettiler sonra ofisinin kapisini bir iple bağlasak mi dediler.
Merak etmeyin bina güvenlik kameraları ile korunuyor kimse yanlış birşey yapamaz dedim.Hem Gökhan karşı ofiste Gökhan'ın gözü kulağı burda.
Sonra baktım herkes sustu isterseniz ofisimde size Mardin'den gelen kahvem var ısmarlayabilirim dedim.
Üçü emekli öğretmenmiş,unutulmaya yüz tutmuş el sanatları yeniden canlandırmak için Fatih abi ile koperatif kurmuşlar hatta festivalde stand kurup satış yapmışlar.Acaba Fatihi orda bizmi yorduk falan diye bir birilerinin gözlerine bakıp durdular.
Bir tanesi ebru hocası imiş gelsene her perşembe günleri medresede ebru yapıyoruz.
Hocam ben ne anlarım ebrudan el becerim hiç yoktur desemde ısrarına dayamadım.
Fatih abinin milfler cidden çok birikimli insanlarmiş ya.
Laf lafı açtı arkamdaki Ahmet Arif'in siir kitabını istedi uzattım.
Çok severim diyerek uzattim.
En başta yazdığım dizeyi direk sordu anlamını biliyor musun ?
Yani hiç düşünmedim dedim.
Kursa geldiğinde ben açıklarım dedi.
Oturdum bu dizeyi araştırıyorum :)
Kibar,bilgili,naif insan sohbet çok güzel bişey ya..
4 notes
·
View notes
Text
Bi anlık düşmeye bakar
Tam hatırlayamıyorum ancak üzerinden sadece bir gün geçti.. sanırım. Işığın yanmasını bekliyorum, sıkıla sıkıla etrafa bakınıyorum. Güneş tepeden vuruyor. Çözmem gereken problemleri; üstesinden gelmem gereken engelleri düşünüyordum. Bir yandan da gelip geçenleri baştan aşağıya süzüyordum. Koşturan, resmi giyimli bir kadın; iş görüşmesi veya toplantıya yetişmeye çalışır gibi. Şen şakrak kahkahalar atan bir grup türlü türlü öğrenci; bana öğrencilik zamanımı anımsatıyor, gülüyorum. Yanımda da en az benim kadar sıkkın ama dışa vurmasalar da bi savaş veren meslektaşlarım. O anlarda bir anlığına tam o anda.. düştüm. Diğer benliğimle konuşmaya düştüm. Onun da ittirmesiyle düşüncelerime mani olamayıp hayal kurmaya başladım. Sanki bir hikaye anlatıcısı gibi kulağıma fısıldadı. “N’olurdu sanki şuracıkta bir mucize olsa?” Dedi. “Ne gibi bi mucize? Nasıl yani?” Dedim. Mucize, hemde benim başıma gelecek öyle mi hahah.. Dedi ki; “Şu yönden hiç beklemiyorken sen, biri çıksa, bi kadın, ortalama senin yaşlarında..” duraksadı. Ben de bi durdum. Ne alaka dedim şimdi durup dururken içimden. Nerden çıktı şimdi aniden, diye düşündüm. “Eee?” Dedim. “Sonra?” Hayal etmeye başladım. O yöne kafamı çevirdim. “Kumral saçları, dosdoğru sana doğru koşarken savrulup dalgalanıyor, sanki uzun süredir görmediğine kavuşurmuş gibi koşturuyor sana. Trafiğin arasına dalıyor öylece.” O durdu ben hayale devam ettim. Yüzünde belli belirsiz bi gülümseme, üzerinde krem rengi bir palto; boynunda kırmızı beyaz siyah mavi yeşil kareli örgümsü kalın ve geniş bir atkı.. gözleri kahve kahve sanki sabah yarı uykuda içtiğim akşamdan kalma kahve gibi. Yüzünde yaşanmışlıkların bıraktığı izler. Yanağında bana bakarken fark ettiğim küçücük kırışıklık. Koşması son buldu. Ben motorda duruşumu değiştirmedim. Yalnızca kafamı çevirdim. Tanıyor muydum? Elleriyle kaskımı tuttu. Bir şeyler mırıldandı. Anlamadım. Anlamaya çalıştım. Olmadı. Gözlerimin içine içine bakıyordu. Sanki gerçek beni görür gibi. Perdelerin arkasındakini görür gibi. Ruhuma bakıyordu sanki. Sarıldı bana. Sıkı sıkı sarıldı. Beklemiyordum hiç. Öyle beklemiyordum ki gözyaşlarımı tutamadım. Ağlamaya başladım. En çok ihtiyacım olan şeydi. Gerçekten gözyaşlarım süzüldü gözlerimden aşağı. Ben de ona sarıldım. Sıkı sıkıya bağlandım ona. Hayal olmasına rağmen o kadar etkilendim ki. Oradan uzaklaşmak istedim. Elini tuttuğum gibi koştum. Onu kaçırdım tüm dünyadan. Hep benimle olmasını istedim. Motorumu oracıkta ışıklarda bırakmıştım. Evet motorum, ışıklarda bekliyordum! Korna sesleriyle gerçekliğe döndüm… Vitesi bire atar atmaz gaz açtım. Zaten kendimde değildim. Keşke hep hayalimde kalsaydım. O anda onunla koşmaya devam etseydim. Bi köşede daracıkta sonsuza kadar sarılsaydım. “Neden? Nerden geldi de aklıma böyle aniden hayalini kurdurdun bana?” Diye sordum. “Neden? Neden? Nedendi ki?” Diye sayıklamaya başladı o benliğim de. Gözyaşlarım birkaç dakikaya diner diye düşündüm. Dinmedi. Dinmedi. Sonra unuttum bile.. Bir tanesi daha geçti gitti. Bitti.
3 notes
·
View notes
Text
-İnsan Zihni-
Bir çok katıyla, koridorlarıyla, toplantı odaları ve konferans donanımlarıyla esrarengiz bir oteldir insan zihni. Resepsiyonda tartışma götürmez mantık hükmeder gündüzleri. Geceleri her şeye göz kulak olur bir neandertaler. Hayat tarzlarının hepsi temsil edilir bu otelde. Bazı odalarda pazarlığı yapılır önemli sözleşmelerin, planlanır hoyrat reformlar. Suç eylemleri ve cinayetler düşünülür. Resepsiyonist kapıyı çalarsa burada ve bazı kişisel sorular sorarsa, geri çevrilir gürültülü bir küçümseyen kahkahayla. Başka odalarda filozoflar oturur, sözcüklerin ip cambazları, şamanlar ve şevkli sofular. Zemin katta aldırış etmeden çalar hiçliğin büyük davulcusu, ki besler sürüngenleri ev hayvanları gibi. Her yerde hummalı bir etkinlik. Karar anlarında herkes çağrılır konferansa, gece ya da gündüz, büyük problemler ya da incir çekirdeğini doldurmayan konularda danışmak için. Hiçbir gündem maddesi ya da toplantı başkanı yoktur; hızlı bir şamatada ortaya çıkar ve kaybolur sorular. Her biri kendi tonunda lafı birbirlerinin ağzına tıkayarak tartışır. Bazıları mantıktan ya da sağduyudan yararlanır, başkaları ulumayla, şikayetle, şarkıyla, küfürle, dualarla ve dehşet çığlığıyla ifade eder kendilerini. Yaşlı ruhlar yüksek sesle okur ölü bir dilin sözcükleriyle anlaşılmaz tekerlemeleri. Çok nadir karar verilir bağlayıcı bir anlaşmaya. Ansızın geri döner odasına herkes, hepsi kendi değişmez karmaşasıyla önyargılı. Resepsiyonda tertemiz yıkanmış, iyi giyimli bir kişi dolanıp durur. Kendisini Benlik diye tanıtır ve otelin müdürü olduğunu iddia eder; bütün kararların kendisi tarafından verildiğine sizi temin eder; otelin rasyonel mantıkla ve en modern ilkelerle yönetildiğini iddia eder. Kendisini biraz şüpheyle dinleyin – Otelde kalan diğer kimseler pek de aldırış etmez O’nun otoritesine.
(”Element”ten, 2004) Niels Hav (d.1949, Danimarka) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
11 notes
·
View notes
Text
Kaslı
Uzun boy pos
Kalıplı
Seksi
Ses tonu mükemmel
Karizmatik
Elleri güzel
Güzel giyimli
Allahım nasip et
2 notes
·
View notes
Text
Güzel giyimli,bakımlı,yüzü gözü güzel bir çok insan tanın..hoş'tularda..amma ve lâkin boştular..🐞
3 notes
·
View notes