#gülünç geçmiş
Explore tagged Tumblr posts
uyumsuzunnotlari · 1 year ago
Text
“Hatırlamaktan yaşamaya vaktim ve takatim kalmıyordu.”
21 notes · View notes
sertsiken0606 · 9 months ago
Text
arkadaşla seks
Bundan 2 hafta önce kaza yapan bir arkadaşımın evine geçmiş olsun ziyaretinde bulunduk arkadaşımız biz oradayken kocası ile kavga etti arkadaşım daha 25 yaşında oldukça güzel ve alımlı bir kadın ismi Esra dediğim gibi Esra çok güzel bir kadın ben iş çıkışı gittiğim için rahattım diğer arkadaşlar tek tek kalktı evde ben Esra ve kocası Talat vardı. Ben sessiz bir şekilde Esra ya neden kavga ettiklerini sordum Esra kem küm etti. Talat ta arkadaşım olur ama Esra ile birlikte çalıştığım için Esra ile daha yakınımdır. Esra kem küm edince Talat a sormak istedim Talat konuşmayı seven bir erkek kadın gibi asla sır tutamaz. Mutfağa gittim giderken Talat a işaret ettim geldi la bebe hayırdır ne derdiniz varda misafirler varken kavga ediyorsunuz dedim o da abi herkes hergün sevişiyor biz 10 gün bazen 15 gün arayla sevişiyoruz neden sen beni sevmiyor musun yoksa başka biri mi var hayatında diyor yok diyorum senide çok seviyorum diyorum inanmıyor 3 gündür her yan yana geldiğimizde konu bu bıktım artık dedi ben la bebe Esra gibi bir karın var 10 gün ne la hergün seks yap erkek olarak sen istekli olman lazım kadın haklı dedim. Ben hergün Firdevs i sikiyorum senden 10 yaş büyüğüm hemde dedim gülerek abi ne diyorsun bununda bir dinlenmeye hakkı yok mu dedi Talat sen manyakmısın Allah onu kadınlar için kadın ın amını götünü de erkek için yaratmış zevk vereceksin ki zevk alacaksın dedim sonra kalktım Esra ya veda edip evime gittim eşim Firdevs yemek hazırlamış sofra kuruyordu neden geç kaldığımı sordu bende Esra ya geçmiş olsun a gittik kavga ediyorlardı Talat ile konuştum çok gülünç bir kavga sebebiyle kavga ediyorlarmış nedenmiş dedi eşime bir bir anlattım. Yemekten sonra seks yaptık Esra yı hayal ederek sik bugün dedi dediği yaptım ama sevmedim ne oldu dedi ben sen bana Esra yı ayarla bende Talat ı sana dedim plan yaptık birlikte ertesi gün ben işe eşim Esra ya gitti Talat ta aynı vardiya daydık 15 gün birlikte gidip gelecektik bilmiyenler için yazayım ben ambulans şoförüyüm. Eşim bana mesaj attı bu iş bu kadar sen ne yaptın konuştun mu yazmış yemek molasında inşallah dedim dediğimi yaptım kuytu bir köşede ne yapmak istediğimizi anlattım resim video gösterdim bizimle ilgili şok oldu ama kabul etti ama Esra ile konuşmadan olmaz dedi tamam dedim. İşimize dönerken bu iş te tamam dedim eşime Talat ta Esra ile konuşmuş akşam iş çıkışı bizim evde buluşmaya karar verdik iş çıkışı birlikte eve giderken Esra yı arayıp bize gitmesini söyledik bizden daha önce gitmişti eve girdiğimizde Esra ve Firdevs üzerlerinde transparan bir gecelikle karşıladı bizi
56 notes · View notes
begonvilceblog · 2 months ago
Text
Adını anmak güzeldi Dost ağızlarda sana dair cümlelerin ıslatılması Adını anmak Yüksek sesle, kimsesiz gecelerin düşsel Avuntularına sırt çevirip senden söz açmak Biraz gülünç, biraz sitemkar Güzeldi Adının T��rkçedeki yankısı özeldi
Seninle yoğurt yemek, kendi Kanlıcanlı, Sülalesi Kandilli yoğurtçunun mekanında Denize amors durup, yüzüne Cepheden bakmak güneşli bir mavilikte Güzeldi
İpe sapa konuşlanmaz bahanelerle elini tutmak Yüzünde yüzyıllık bir hasreti gidermek Güzeldi
Güzeldili geçmiş zamanları düşünüyorum şimdi Cümlelerimiz öznesiz, umursayan yok Kanlıca'daki yoğurdu Ve eşikteki öpücük, tarih bilinci olmayan bir aşkın mührüdür artık..
#Yılmaz Erdoğan
Tumblr media
16 notes · View notes
huzun1u-b1r-sask1n · 1 year ago
Text
15.02.2024
Seninle tanıştığım ilk zamanlar geldi aklıma. Lise üçün başları. Nasıl salakça bir heyecan oluşmuştu üstümde. Senin yanında saçma sapan bir şey yaparım da gülünç duruma düşerim diye aylarca hep kasmıştım kendimi. Bana gülersin diye. Senden o kadar ho��lanıyordum ki konuşmaya bile çekiniyordum halbuki aynı sınıftaydık konuşacak sohbet edecek birçok şey vardı doğal olarak. Ama utandım işte ne bileyim. Seninle aynı sınıfta olmak ve 2 sıra arkamda oturuyor olman bana hiç yardımcı olmuyordu. Heyecan yapıyordum. Elim ayağım birbirine dolaşıyordu. Yere hep bir şeyler düşürüyordum sen aklıma geldikçe. Sürekli bir bahaneyle arkama dönüyordum maksat az da olsa göreyim seni. Ne yapayım benimki de böyle komik bir şeydi işte. Özellikle akşam okuldan eve dönmeyi çok severdim ben. Tüm öğrenciler gibi eve gittiğim için değil, onunla aynı otobüste belki yan yana gideceğim için çok mutlu olurdum. Otobüste onu izlerdim. Güneş yüzüne vururdu o zaman açık kahve gözleri daha bir parlardı. Daha bir severdim onu. Rüzgar düz kumral saçlarını uçururdu kokusu gelirdi bazen. Daha çok hayran olurdum ona. Şimdi düşününce sanki çok uzun yıllar geçmiş gibi geliyor. Belki de bu güzel şeylerin üstüne çok üzüldüm çok kırıldım çok gözyaşı döktüm diye çok uzaktaymış gibi geliyordur bilemiyorum. Şu an arkamı dönüp baktığımda tek gördüğüm boşa geçen iki sene. Bu kadar uğraşın sonu bu kadar gözyaşının çabanın sonu bu olmamalıydı diye düşünüyorum. Ben seni gerçekten sevmiştim ama bazen bir şey yapamayız. Bazen sevgimiz tek başına yetmez. BAZEN KARŞINDAKİ DE ÇABALAMALIDIR. Bazen olmaz yani. Ben bunu hak etmedim. Benim sana karşı sevgimin karşılığı bu değildi anlıyor musun ? Tamam kimse kimseyi sevmek zorunda değil ben buna bir şey demiyorum zaten. Benim seni sevmek için bir nedenim yoksa senin de sevmemek için olabilir ben kızmıyorum kızmadım da zaten üzüldüm. Ama benim en çok üzüldüğüm son yaşadıklarımızdı biliyor musun ? Ben bu son yaptıklarını kendi içimde hala daha tam yedirememişken o zaman bile sana karşı bir şeyler hissediyor oluşumdu beni parçalayan. Arkamdan söylediğin sözler kulağıma geldi ve sen ben duyayım diye bunu ortak arkadaşımıza -benim en yakın arkadaşım- söyledin. Gelsin Yağmur bak o senin hakkında böyle böyle dedi desin diye sen o kadar kırıcı konuştun ki. Şimdi hiç bir şey olmamış gibi ayrı yollardayız kendi önümüze bakıyoruz. Ama merak ediyorum sen de ara sıra durup arkana bakıyor musun ? Bakıyor olsaydın benim ne halde olduğumu görürdün. Gerçekten bakıyor olsaydın bana benimle böyle oynamazdın kırmazdın kalbimi gururumu.
Neyse işte rehberde gördüm ismini konu nerelere geldi. Ne komik değil mi ? Evini biliyorum gidemiyorum, numaran var arayamıyorum, mesaj at desen atamıyorum. En komiği de telefonumdan numaranı silemiyorum. Daha doğrusu yapmak istemiyorum bunları. Ben şu an toparlanıyorum. Bu hadi deyince olacak bir şey değil zamanla olacak. Kalbimdeki yara belki tam geçmeyecek ama ufak bir sızı olarak kalacak. Bazen yine acısını hissettirecek ama şimdiki kadar yakmayacak canımı.
Gitmeden bir şarkı bırakmak istiyorum belki aranızda dinleyenler vardır. Herkese İyi geceler dilerim...
youtube
21 notes · View notes
rujsuzfeyza · 9 months ago
Text
Hayat insanı hiç alakası dahi olmayan aklından zerre geçmemiş yollara sürüklüyor. Ne garip iki yıl önce şu kişi olacaksın deseler inanmazdım, şimdilerde favori olan hareketim o zaman gülünç gelirdi, şimdilerde yaşlı teyzeler gibi geçmiş hasreti çekip geleceğe ve geçmişe güzel bakmayı deniyorum. Garip geliyor işte.
18 notes · View notes
kadirtclk16 · 16 days ago
Text
Müslümanlık Nerde
Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;
İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana...
Gösterin ecdada az çok benziyen kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigar,
Çok değil, ancak Necip evlada layık tek şiar.
Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız:
Böyle kansız mıydı -haşa- kahraman ecdadınız?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdasına?
Benzeyip şirazesiz bir mushafın eczasına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-i vahdet tarumar?
Böyle olmuş muydu millet canevinden rahnedar?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle adet miydi bi-perva, yemek insan leşi?
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan! ...
"His" denen devletliden olsaydı halkın behresi:
Payitahtından bugün taşmazdı sarhoş naresi!
Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi.
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek,
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı! ...
Bu hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin usluba sok:
Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız;
Bir bakın: hala mı hala ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın:
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Davranın haykırmadan nakus-u izmihaliniz...
Öyle bir buhrana sapmıştır ki, zira, halimiz:
Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme,
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam;
Yerde kalmış, naşa benzer kavm için durmak haram! ...
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur.
Mehmet Akif Ersoy
Usta Şairlerin en güzel şiirlerine bu uygulama ile kolayca ulaşabilirsiniz.
Google Play
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.zeyahapp.siirler
Huawei App Gallery
https://appgallery.cloud.huawei.com/marketshare/app/C101719571
2 notes · View notes
hisboslugu · 2 years ago
Text
adını anmak güzeldi. dost ağızlarda sana dair cümlelerin ıslatılması... adını anmak... yüksek sesle, kimsesiz gecelerin düşsel avuntularına sırt çevirip senden söz açmak... biraz gülünç, biraz sitemkar... güzeldi... adının türkçedeki yankısı özeldi... seninle yoğurt yemek, kendi kanlıcanlı, sülalesi kandilli yoğurtçunun mekanında... denize amors durup, yüzüne cepheden bakmak güneşli bir mavilikte.... güzeldi.. ipe sapa konuşlanmaz bahanelerle elini tutmak, yüzünde yüzyıllık bir hasreti gidermek güzeldi... güzeldi'li geçmiş zamanları düşünüyorum şimdi... cümlelerimiz öznesiz...umursayan yok kanlıca'daki yoğurdu... ve eşikteki öpücük, tarih bilinci olmayan bir aşkın mührüdür artık...
8 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 17 days ago
Text
Orhan Pamuk / Birisi bana Cevdet Bey ve Oğulları’nı okurken şurada veya burada bir kahkaha attığını söylerse doğrusu çok seviniyorum
Tumblr media
Cevdet Bey ve Oğulları ile 1983 yılında Orhan Kemal Ödülü’nü aldığında Orhan Pamuk genç bir yazardı. O günlerde ödül nedeniyle gerçekleştirilen söyleşide diyor ki: “Roman için ayrıntı toplarken, her şeyin eninde sonunda günlük hayat denilen sıkıcı şeyin kahredici bayağılığına battığını göstermek istedim.”
Geçen hafta, Orhan Kemal Roman Ödülü’nü genç bir yazar, Orhan Pamuk kazandı. Eserin adı “Cevdet Bey ve Oğulları”. 1974–1978 arasında yazdığı bu roman daha önce de (1979’da) Milliyet Yayınları Roman Ödülü’nü kazanmıştı.
Kimdir Orhan Pamuk? 1952’de İstanbul’da doğduğunu, 1970’de liseyi (İstanbul Robert Lisesi’ni), 1977’de İstanbul Üniversitesi’ne bağlı Gazetecilik Yüksek Okulu’nu bitirdiğini biliyoruz. (“Evet, İstanbullu, bir kent çocuğuyum” diyor biraz da alaycı gülerek.) Orhan Pamuk, yaşamını benim kullandığım şu yukardaki cümlelerle değil de şöyle anımsamayı yeğliyor:
“Apartmanlar, karanlık merdivenler, tozlu, gürültülü radyatörler, anneler, babalar, babaanneler, anlamsız büfeler, futbolcular, halalar, amcalar, son tramvaylar, güvercinlerin uyukladığı apartman aralıkları, çirkin ve ahmak avizeler, kitaplar, hamam böcekleri, trafik…”
Orhan Pamuk, Gazetecilik Okulu’nu bitirince mesleğe girmedi, denemedi bile. Ama yazmayı sürdürdü. Yazmaya, bundan dokuz yıl önce, 1974’de başlamıştı.
Taklit etmeyi aşıp, yeni biçimler bulan sanatçıya ne mutlu
“Doğrudan doğruya, ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ romanım üzerinde çalışarak yazmaya başladım… Neden? Çok roman okuyordum. Romanı çok seviyordum… Belki burada Malraux’nun bir sözünü hatırlatmakta yarar var: ‘Sanat taklit etme isteğinden doğar’ der… Taklit etmeyi aşıp, yeni biçimler bulan sanatçıya ne mutlu. Galiba tüm hayatım boyunca bunu yapmaya çalışacağım…”
Çocukluğundan beri okumayı, romanı çok sevdiğini belirtir belirtmez, Orhan Pamuk bir parantez açmak gereğini duydu: “Yalnız hiçbir zaman odalara kapanıp, çok okuyan, hülyalı bir okur olmadım. Gençliğinde bol bol Tommiks de okudum, Teksas da… Bol bol futbol da oynadım, 17’sinden sonra pokere de dadandım.”
Tolstoy bana tarih denilen şeyin saçma ayrıntılarla örüldüğünü öğretmişti
Romanıyla ilgili olarak Orhan Pamuk, Sanat Dergisi’nde eleştirmen Konur Ertop’un sorularını şöyle yanıtlıyor:
“Aklımda bir yapı vardı. Buna uygun ayrıntılar araştırmam gerekiyordu. Anı kitapları okudum, eski gazete koleksiyonlarını taradım, bir yığın ıvır zıvır karıştırdım. Romanın tarihsel diyebileceğim ayrıntılarını böyle buldum. Kimi zaman uydurdum da! Önemli olan bu ayrıntıların amacıma uygun birer imge görevini görebilmesiydi. Yoksa, bu çeşit okumalardan herhangi bir geçmiş olayın gizini çözebilecek bir bilgi beklemiyordum. Tolstoy bana tarih denilen şeyin saçma, anlamsız, gülünç ayrıntılarla örüldüğünü öğretmişti. Cevdet Bey ve Oğulları için ayrıntı toplarken, her şeyin eninde sonunda günlük hayat denilen sıkıcı şeyin kahredici bayağılığına battığını göstermek istediğimi belki söyleyebilirim şimdi. Ama yalnızca bu da değildi amacım. Sıkıcı dediğimiz şeyler, belirli bir düzenle dizilirse hem kahramanlara ışık düşürürler, hem düpedüz eğlenceli de olurlar. Kitabın eğlenceli bir kitap olmasına çok dikkat ettim. Birisi bana Cevdet Bey ve Oğulları’nı okurken şurada veya burada bir kahkaha attığını söylerse doğrusu çok seviniyorum.”
Cevdet Bey’i ne zaman tanıdı?
“Cevdet Bey’i ya da yakınlarını tanıyor muydunuz?” sorusuna yanıtı ise şöyle:
“Cevdet Bey’i önce hiç tanımıyordum! Otobiyografik yanı güçlü romanları küçümsediğim için söylemiyorum bunu –yalnızca otobiyografik olan ve çok sevdiğim büyük romanlar var çünkü- Cevdet Bey’in bende bir imge olarak doğmasını, kurgusal olmasını önemsediğim için söylüyorum. Kitabın orta kısımlarını yazmıştım ama içimde bir eksiklik duygusu vardı. O zaman daha geriye gitmem, her şeyin başlangıcını bulmam, uydurmam gerektiğini anladım. Demin sözünü ettiğim ayrıntıları da o zaman buldum. Sirkeci’de Müslüman olmayan tüccarlar arasında gezinen bir Müslüman tüccar imgesini görebildiğim zaman tanıdım Cevdet Bey’i! Roman yazmak, büyük ölçüde bu tür imgeler bulmak işidir, yakından tanıdığınız kişileri bile birer imgeye dönüştürmeniz gerekir önce. Öte yandan, kitabın orta ve son kuşak kahramanlarını biraz daha yakından tanıdığım söylenebilir belki! Doğrusu, bende, kitabımın otobiyografik olduğunu söyleyenlere karşı, etkilendiği kitapları sayma, etkilendiğim kitapları sayanlara otobiyografik olduğumu söyleme eğilimi var! Kafka’ya Bay Samsa’yı tanıyı tanımadığı sorulsaydı ne cevap verirdi acaba? Hem Yeraltından Notlar’ı, hem de sıkıcı aile ve memurluk hayatını hatırlar mıydı, bilmiyorum.”
Kazanılan herhangi bir ödülün satış açısından önemli olduğunu belirten Orhan Pamuk, daha önce “ödül almış kitap satılıktır” diye ilan vermeyi bile düşündüğünü belirtiyor ve ekliyor: “Bakın siz bile şimdi benimle ödül aldığım için konuşuyorsunuz, ödül aldığım için ilgileniyorsunuz. İşte basın, sanat dergileri ilgilendiği için ödüller önemli oluyor” diyor. (Benden: Yorum yok.)
Orhan Kemal yazdıklarını hayatıyla ödemiştir
Bir süre sessizlikten sonra Orhan Kemal üzerine söylediklerini dinliyorum: “Orhan Kemal, yaşamını yazı yazmaya adamış biriydi. Belki bir masa gerisinde iş bulabilirdi ama, o imgesel hayatı, yazıyı, her şeyden üstün tuttu… Yazdıklarını hayatıyla ödemiştir.”
(Milliyet Aktüalite / 1983)
0 notes
meylediklerim · 1 year ago
Text
Galiba dizelerimi okusun istemiştim, sonra gülüp okuyunca noluyor anlat dedim kendime. Bu yazıları okumaması gerektiğine karar verdim sonra, belki normal denen o doğruya yaklaşırım diye yada duygularımı anlattıkça anlayan rolleri biçmiş geçmiş hikayelerde yorumlamalarını istememekten kaynaklıydı bu. En güzel sözlerimi en umursamaza söyledim, bu dizeler hakkında akıllıca yorum yaptığını sanan kitleler beni bu dizeleri açıklamak zorunda bırakmasın diye. Oysa anlatılmadan açık olan şeyleri görmeyen bi kimsenin anlatılanları yorumlayabilmesi imkansızdı. Bu yüzden gördüğünü söyleyen körleri bir siperde harcadım . Körse en körü olmalıydı okuyan, bir şeylerin limitli tasvirlerine katlanamıyorum. Yinede yazı yazıp onları yayınlama isteği var bir yazarmışçasına, komik bir yerlerde anlaşıldığını bilemenin yarattığı bir gülünç his bu. İlk kitap okuduğumda anlamanın verdiği bir gülünç his. Yinede ona bunları okutmanın benlikten sıyrılan bir yüzeye geçireceğini bilmek var bide yol alırken duraksamayı öğrenmem. Galiba bir tür zaman gerek acale edebilrim çığlıkları basıyor zihnimi, testlere tabi tutup cevapları gizlemekle ilgili bir çok öneri. Sonra bunu bile umursamaz hale gelişime şaşırıyorum. Oysa amaçsal olarak bir sığınak fazlasıyla klişe bi hal almaya başlamıştı. Cümlelerim sırası karışıyor bu metinde zihnimde bir netlik yok, yalnızca ilerlemeye devam ediyorum. Ben galiba akışa bırakıyorum. Öyleyse bunun anlamsız olduğunu savunabilirim, oysa beklendik değer verilmiş aslar beni bu oyunda fazlasıyla hayal kırıklığına uşratmışken, anlaşılmak denen şeyden önemli aslar keşfetmiştim hayatta kalma savaşında. Hayatın kendisine karşı savaşmak tarzı bi nida söyleyebilirdim ama onu umursamayı bu kadar bırakmışken onu umursamaya başlamak cazip gelmiyor işte insana. Değer vermenin tehlikesi çalıyor kapıyı. Oysa yalnızca kendi kendine gidiyodu bu dünya onu itip yarını getirmek görevini üslenmem kadar saçmaydı bu. Metinleri okutup okutmamanın içimi yemesi soruları cevaplamaya dair, dmkümantasyon testi geçişine dair bir şeyler anlamını fazlasıyla yitirdi. Oysa farkındayım, gerçekten farkındayım. Zamana güveniyorum bu metnin açıklığını bu şekilde kendime belirtebilirim.
0 notes
kurtlukiraz · 1 year ago
Link
1) 18 Tekrar Film, boşanmadan evlilikten önceki kocasına 18 yaşında sanat olarak dönen bir kadının çevresine dönmektedir. Jung Da-Jung (Kim Ha-Neul), iş ve ailenin başarısızlığı olan kocasından (Yoon Sang-Hyun) bıkmıştır ve ondan boşanmak istemektedir. Sadece bigün kocası, 18 yaşında hali (Lee Do-Hyun) ile engelleri belirler. 2) Bay Kraliçe Dizi, çağdaş zamanın ünlü bir önderi olan Jang Bong Hwan'ın (Choi Jin Hyuk) beklenmedik bir şekilde geçmişe gidip Kraliçe Kim So Young'un (Shin Hye Sun) kişininda uyanması ile yaşadığı gülünç vakaları konu yer alıyor. bundan böyle hem bir bayanın aynı zamanda kraliçede yaşadığı ile karşı karşıya olan Jang Bong Hwan, hayatı idame öğrencileri için gizemli kocası Kral Cheol Jong ile aradaki uyumu sağlamak zorundaydı. 3) Yarın Sizinle Dizi, bir süre gezgin olan Yoo So-Joon (Lee Je-Hoon) ve onun eşi Song Ma-Rin'in (Shin Min-A) arasındaki aşk mevzusunda bahis yapmaktadır. So-Joon gelecekte perişan bir halde yaşadığını görür ve bunun toplam nüfusunu değiştirebilmek için Ma-Rin'i sevmediği halde onunla evlenir. Peki, bu onun karmaşıklığıyla dolu olan özgürlüğü değiştirebilecek mi yoksa her şey daha karmaşık bir durum mu alacak? 4) Hyun'un Adamındaki Kraliçe Queen In Hyun's Man dizisi, çağdaş zamanda canlandıracağı Kraliçe In Hyun rolüyle kariyerinde mühim bir yükselişi bekleyen bir bayan ile 300 sene öncesinden bu güne değin gelen Joseon dönemi bilgisi Kim Boong Do arasındaki duygusal duygusal konu yer alıyor. Kendi zamanında Kraliçe In Hyun'u devirmek için elinden gelen icra eden Kim Boong Do, çağdaş Seul'de Kraliçe In Hyun görevi ile oyunculuk yapan Choi Hee Jin'i memleketi büyük bir karmaşıklık durumunu sürdürür. 5) Sıçrama Sıçrama Aşk Splash Splash Love dizisinde Dan Bi (Kim Seul-Gi) matematikten nefret eden ve asla yapamayan bir lise nihayet derslik öğrencisidir. Üniversiteye giriş sınavına gireceği gün sağınak yağmur yağar. Baskıların ve eğitim sisteminin sistemine dayanamayan Dan Bi (Kim Seul-Gi), parka doğru koşar. Bir su birikintisine sıçradığı bir kendini Joseon döneminde kuraklık için ortaya çıkan bir ayın ortasında bulur. Matematiksel olarak çok isteyen genç Kral Lee do (Yoon Doo-Joon) ile karşılaşır ve ona gönül verir. Böylece duygusal bir öykü ortaya çıkıyor. 6) Ay Aşıkları: Kızıl Kalp Ryeo Dizi, güneşin patlaması sırasında Goryeo Hanedanlığı zamanına sanat giden ve oradaki diğer kitlelerin korkudan önünde titrediği Wang So'ya (Lee Jun-Ki) aşık olan bir dayanıklı (IU) öyküsünü anlatmaktadır. Lee Jun-Ki dizide Kral Taejo'nun dördüncü oğlu olan Prens Wang So karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, buz şeklinde soğuk bir kişiliğe haizdir. O, dikkatleri üst üste çekmek istemeyen sağlıklı kişilerin yaşadığı ayrıcalıklardan dolayı bu içerir. – O, güneşten kaçmak istiyordu sadece parlıyordu. İÜ dizide şimdiki zamanda yaşanırken geçmişe giden Hae-Soo karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, 9 yakışıklı prensin sevgisini kazandı. – Eğer bu hiçbir şeyin değişmeyeceği anlamına geliyorsa hayatı idame etmeye katılırım. 7) Sinyal Günümüz koşullarında yaşayan bir koruyucu ve geçmişte yaşayan bir koruyucu telsiz yolu ile kontakt kurarak birlikte uzun süre çözülememiş davaları çözerler. Lee Je Hoon dizide Park Hae-Young karakterini canlandıran bir kabahat profili bulunmaktadır. Uzun süredir çözülememiş davalar için oluşturulmuş bir soruşturma ekibinde görev yapılmaktadır. Onun karakteri, sıcak bir kişiliğe haizdir ve kendisi de bir polis memuru olmasına rağmen polislere güvenmemektedir. Kim Hye-Soo Dizide, günümüzdeki bir dedektif olan Cha Soo-Hyun karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, Park Hae-Young (Lee Je-Hoon) ile birlikte uzun süredir çözülememiş davaları çözmek için koşuşturmacasındadır. 8) İnanç Dizi, Goryeo dönemindeki bir savaşçı (Lee Min-Ho) ile günümüzde Goryeo'nun izlediği bir bayanın (Kim Hee-Sun) arasındaki süre ve mekan dinlemeyen aşklarını anlatmaktadır. Prenses Nogoog (Park Se-Young), Çin tarafıca kaçırılmış ve sonrasında özgür bırakılmıştır. Sadece yaralıdır. Umumi Cerrahide çalışırken daha az yorularak daha çok para kazanabileceğini düşünerek Güzel duyu Cerrahiye geçiş icra eden Hekim Eun-Soo (Kim Hee-Sun), yaşamdan pek bir bölgede olmayan, sürekli uyuyan, paraya ve bayanlara ilgi duymayan General Choi Young (Lee Min-Ho) ) tarafında, Prenses'i korumak için Kore özellikleri 660 sene öncesine kaçırılır. Hekim Eun-Soo kendisine yabancı bu yerde zorla çalıştırılsa da Prenses'i bulmak için elinden gelenin en iyi şekilde hayatta kalmaya çalışır. Sadece zaman içinde kendisini kaçıran General Choi Young için farklı duygular hissetmeye adım atar. Peki ya uzay-zaman sürekliliği? Aşkları hayatta kalabilecek mi? BİZİ INSTAGRAM HESABIMIZDAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ @guneykoresinemasicom – Siz hangilerinizi izlediniz?
0 notes
gundemburadadedim · 1 year ago
Link
1) 18 Tekrar Film, boşanmadan evlilikten önceki kocasına 18 yaşında sanat olarak dönen bir kadının çevresine dönmektedir. Jung Da-Jung (Kim Ha-Neul), iş ve ailenin başarısızlığı olan kocasından (Yoon Sang-Hyun) bıkmıştır ve ondan boşanmak istemektedir. Sadece bigün kocası, 18 yaşında hali (Lee Do-Hyun) ile engelleri belirler. 2) Bay Kraliçe Dizi, çağdaş zamanın ünlü bir önderi olan Jang Bong Hwan'ın (Choi Jin Hyuk) beklenmedik bir şekilde geçmişe gidip Kraliçe Kim So Young'un (Shin Hye Sun) kişininda uyanması ile yaşadığı gülünç vakaları konu yer alıyor. bundan böyle hem bir bayanın aynı zamanda kraliçede yaşadığı ile karşı karşıya olan Jang Bong Hwan, hayatı idame öğrencileri için gizemli kocası Kral Cheol Jong ile aradaki uyumu sağlamak zorundaydı. 3) Yarın Sizinle Dizi, bir süre gezgin olan Yoo So-Joon (Lee Je-Hoon) ve onun eşi Song Ma-Rin'in (Shin Min-A) arasındaki aşk mevzusunda bahis yapmaktadır. So-Joon gelecekte perişan bir halde yaşadığını görür ve bunun toplam nüfusunu değiştirebilmek için Ma-Rin'i sevmediği halde onunla evlenir. Peki, bu onun karmaşıklığıyla dolu olan özgürlüğü değiştirebilecek mi yoksa her şey daha karmaşık bir durum mu alacak? 4) Hyun'un Adamındaki Kraliçe Queen In Hyun's Man dizisi, çağdaş zamanda canlandıracağı Kraliçe In Hyun rolüyle kariyerinde mühim bir yükselişi bekleyen bir bayan ile 300 sene öncesinden bu güne değin gelen Joseon dönemi bilgisi Kim Boong Do arasındaki duygusal duygusal konu yer alıyor. Kendi zamanında Kraliçe In Hyun'u devirmek için elinden gelen icra eden Kim Boong Do, çağdaş Seul'de Kraliçe In Hyun görevi ile oyunculuk yapan Choi Hee Jin'i memleketi büyük bir karmaşıklık durumunu sürdürür. 5) Sıçrama Sıçrama Aşk Splash Splash Love dizisinde Dan Bi (Kim Seul-Gi) matematikten nefret eden ve asla yapamayan bir lise nihayet derslik öğrencisidir. Üniversiteye giriş sınavına gireceği gün sağınak yağmur yağar. Baskıların ve eğitim sisteminin sistemine dayanamayan Dan Bi (Kim Seul-Gi), parka doğru koşar. Bir su birikintisine sıçradığı bir kendini Joseon döneminde kuraklık için ortaya çıkan bir ayın ortasında bulur. Matematiksel olarak çok isteyen genç Kral Lee do (Yoon Doo-Joon) ile karşılaşır ve ona gönül verir. Böylece duygusal bir öykü ortaya çıkıyor. 6) Ay Aşıkları: Kızıl Kalp Ryeo Dizi, güneşin patlaması sırasında Goryeo Hanedanlığı zamanına sanat giden ve oradaki diğer kitlelerin korkudan önünde titrediği Wang So'ya (Lee Jun-Ki) aşık olan bir dayanıklı (IU) öyküsünü anlatmaktadır. Lee Jun-Ki dizide Kral Taejo'nun dördüncü oğlu olan Prens Wang So karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, buz şeklinde soğuk bir kişiliğe haizdir. O, dikkatleri üst üste çekmek istemeyen sağlıklı kişilerin yaşadığı ayrıcalıklardan dolayı bu içerir. – O, güneşten kaçmak istiyordu sadece parlıyordu. İÜ dizide şimdiki zamanda yaşanırken geçmişe giden Hae-Soo karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, 9 yakışıklı prensin sevgisini kazandı. – Eğer bu hiçbir şeyin değişmeyeceği anlamına geliyorsa hayatı idame etmeye katılırım. 7) Sinyal Günümüz koşullarında yaşayan bir koruyucu ve geçmişte yaşayan bir koruyucu telsiz yolu ile kontakt kurarak birlikte uzun süre çözülememiş davaları çözerler. Lee Je Hoon dizide Park Hae-Young karakterini canlandıran bir kabahat profili bulunmaktadır. Uzun süredir çözülememiş davalar için oluşturulmuş bir soruşturma ekibinde görev yapılmaktadır. Onun karakteri, sıcak bir kişiliğe haizdir ve kendisi de bir polis memuru olmasına rağmen polislere güvenmemektedir. Kim Hye-Soo Dizide, günümüzdeki bir dedektif olan Cha Soo-Hyun karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, Park Hae-Young (Lee Je-Hoon) ile birlikte uzun süredir çözülememiş davaları çözmek için koşuşturmacasındadır. 8) İnanç Dizi, Goryeo dönemindeki bir savaşçı (Lee Min-Ho) ile günümüzde Goryeo'nun izlediği bir bayanın (Kim Hee-Sun) arasındaki süre ve mekan dinlemeyen aşklarını anlatmaktadır. Prenses Nogoog (Park Se-Young), Çin tarafıca kaçırılmış ve sonrasında özgür bırakılmıştır. Sadece yaralıdır. Umumi Cerrahide çalışırken daha az yorularak daha çok para kazanabileceğini düşünerek Güzel duyu Cerrahiye geçiş icra eden Hekim Eun-Soo (Kim Hee-Sun), yaşamdan pek bir bölgede olmayan, sürekli uyuyan, paraya ve bayanlara ilgi duymayan General Choi Young (Lee Min-Ho) ) tarafında, Prenses'i korumak için Kore özellikleri 660 sene öncesine kaçırılır. Hekim Eun-Soo kendisine yabancı bu yerde zorla çalıştırılsa da Prenses'i bulmak için elinden gelenin en iyi şekilde hayatta kalmaya çalışır. Sadece zaman içinde kendisini kaçıran General Choi Young için farklı duygular hissetmeye adım atar. Peki ya uzay-zaman sürekliliği? Aşkları hayatta kalabilecek mi? BİZİ INSTAGRAM HESABIMIZDAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ @guneykoresinemasicom – Siz hangilerinizi izlediniz?
0 notes
kaanozer · 3 years ago
Text
Tren gardan çıkmıştı artık, kompartıman aydınlan­mıştı. Mathieu mavi kâğıtları eline aldı, okudu:
“Sevgili Mathieu,
“Senin bu mektubu ne büyük bir şaşkınlıkla karşılayacağını bi­liyorum ve bu bana, hareketimin yersizliğini bir kez daha hatırlatı­yor. Gerçek olan şu ki, bu mektubu yazarak sana sığınma ihtiyacı duyuşumun nedenini kendim de bilmiyorum: Demek oluyor ki, su­ça giden yol gibi, suçun itirafına giden yolda tırmanılması zor bir kaygan yoldur. Geçen haziranda sana yaradılışımın gizli ve umulma­dık bir karakterinden söz açarak sende, belki kendim bile fark etme­den, seçmeme yardım edecek bir tanık hazırlamış oldum. Buna piş­man olacaktım sonradan, çünkü yaşantımın bütün iniş çıkışlarını böylece senin gözünle yargılar, damgalarken, sana kıyasıya bir kin, her an harekete geçmeye hazır bir nefret beslemek zorunda bıraka­caktım kendimi; bu benim için yorucu, senin için zararlı, hatta belki tehlikeli olacaktı. Bu satırları yazarken güldüğümü tahmin edersin.
“Birkaç gündür kendimde bir kuş hafifliği hisseder oldum ve gülme arzusu bana bir lütuf gibi verildi. Ama bütün bunları bir ya­na bırakalım, çünkü benim sana anlatmak istediğim, günlük yaşa­mımın akışı değil, çok daha önemli ve inanılmaz bir serüvendir. Kuşku yok ki bu serüven, benden başka, benim dışımda biri tara­fından da bilinmedikçe gözümde olanca gerçekliği ile canlanamayacak. Sana açılırken, senin inancına, hatta hatta iyi niyetine güve­nerek seçmiş değilim seni. On yıldır kendine meslek edindiğin akılcılığını bir an için bir kenara koyup beni dinlemeni istiyorum, ama bunu gerçekten başarabileceğine de inanmıyorum. Yaşadığım inanılmaz serüvene ortak etmek için arkadaşlarım arasında böylesine bir insanüstü deneye en az değer verecek olanı seçmem, belki bile bile yapılmış bir tercih; belki bunu yaparken bana bir karşı ka­nıt göstermelerini istiyorum. Bu, senden bir yanıt istediğim anla­mına gelmiyor: Bana, benim kendi kendime ısrarla ve yüksek ses­le söylediklerimin tekrarı olacak o akla ve mantığa çağıran öğütle­ri yazmak zorunda hissetme kendini. Sana şunu itiraf etmek zo­rundayım: Ben aklı, olumlu mantığı, bilim ve deneyi düşündüğüm zaman, o gülme ayrıcalığı, kutsal bir armağan gibi iniyor bana. Hem öyle sanıyorum ki, Marcelle mektuplarım arasında senin ba­na yazdığın bir mektup bulursa, tatsız anılar depreşecektir. Ara­mızda gizli bir alışverişi keşfettiğini ya da seni çok iyi tanıyan bir insan olarak, senin bana acemisi olduğum ortak yaşantı için yol gösterici öğütler verdiğini sanacak. Yanıt verme bana; senin susu­şun bana aradığım karşı kanıtı verecektir: Seçtiğim o doğaüstü yol­dan ayrılmadan senin o ‘iğrenç gülümseyişini’, ‘serüvenimi’ aklın­da tartışırken yüzünde belirecek o gizli alay ifadesini, içimde en ufak bir isyan, bir öfke kımıldanışı olmadan gözlerimde canlandı­rabilirsem, o zaman beni gerçeğe götürecek yolu bulduğuma tered­dütsüz inanacağım. Her türlü yanlış anlayışa önceden engel olmak için şunu da ekleyeceğim: Bu kez ben, usta beyin yapısına güven­diğim bir filozofa başvuruyorum, çünkü serüvenim metafiziğe da­yanmaktadır. Belki böyle bir peşin hüküm için kendime fazla de­ğer verdiğimi, Hegel’i ve Schopenhauer’i okumamış bir yabancı için fazla iddialı konuştuğumu söyleyeceksin; ama sorunu hemen formüllere bağlama: Kuşkusuz ben, şu anda ruhumun yaşadığı halleri kesin kavramlara uygulayamayacak kadar bu işin yabancısıyım ve bunu sana bırakıyorum, çünkü senin mesleğin bu; ben, sizlerin, siz bilgi sahiplerinin açıkça gördüğünüz gerçekleri görme­den, körlemesine, el yordamıyla yaşamımı sürdüreceğim. Ama se­nin benim meselemde kolayca boyun eğmeyeceğini de biliyorum: Bana lütfedilen bu gülüş, bu azap dolu bunalımlar, bu beş duygu dışında beni etkileyen, şimşek gibi keskin ve gelip geçici, ama ba­na hükmeden açıklaması olanaksız etkiler, bütün bunlar ne yazık ki, senin kolaylıkla ‘psikolojik bir hal’ olarak sınıflayabileceğin ve üstelik, benim sana itiraf ve emanet ettiğim o karakter özelliği yü­zünden benim yaradılışımdan getirdiğim içgüdülerle dış dünyanın ahlak ve gelenekleri arasındaki çatışmayla izah etmeye kalkışaca­ğın bir tablo gösteriyor. Ne var ki, bu anlatış beni ilgilendirmez: Söylenmiş, söylenmiştir; sana söylediklerimden keyfince faydala­nabilirsin, hatta hakkımda anıtlar kadar büyük yanlışlara düşmek pahasına bile olsa. Sana gerçeği keşfettirebilecek bütün bilgileri, senin bu bilgilerden hareket ederek büyük yanlışlara varacağını bile bile sana vermekten mutluluk duyduğumu itiraf ederim.
“Sana yazışımın gerçek nedenine gelelim. Burada gülmem o kadar güçleniyor ki, kalem elimden düşüyor. Gülmekten ağlıyo­rum! Yalnızca usulca gözlerimi değdirmeye cesaret edebildiğim, utançtan olduğu kadar da saygıdan kendi kendimle bile konuşama­dığım bir konuyu basit ve ortalamalı sözcüklerle dile getireceğim ve sana söyleyeceğim bunları, bu sözcükler mavi mektup kâğıtlarının üzerinde kalacak, on yıl sonra sen, eğlenmek istediğin zaman okuyacaksın. Sanırım böyle yaparak kendime karşı saygısızca davran­mış oluyorum, hem de en affedilmeyecek bir saygısızlık bu. Ama ben göze aldım bunu da, sana geri kalanlarla birlikte bunu da veri­yorum: Saygısızlık insanoğlunu güldürür. Kendimde en çok sevdi­ğim bir şey, eğer onunla bir kere olsun keyfimce alay etmez, onu hor göremezsem, benim için gerçekten bütünüyle değerli, bütünüyle vazgeçilmez bir nitelik haline gelemez. Şu halde yeni inancımla güldüreceğim seni, yeni inancımla alay ettireceğim; kendimde, içimde, olanca büyüklüğü ile seni geçecek, ama gene de senin eli­nin altında olmakta devam edecek alay edilmiş, hor görülmüş bir inancı yaşatacağım. Burada beni ağırlığı ile ezen, yıldıran her ney­se, orada senin elinde, senin anlayışsızlığın ve saygısızlığın oranın­da yoğrulacak, kalıba dökülecek. Sana şunu hatırlatmak isterim: Bu mektubu okurken gülebilirsin, ama ben seni geçmiş, ardımda bırakmış oluyorum; çünkü ben güldüm Mathieu, gülüyorum, sen­den önce gülüyorum: İnsan kalıbındaki Tanrı, o bütün insanlardan üstün ve bütün insanlarca hor görülen, alay edilen Tanrı, çarmıha gerili ağzı açık, yemyeşil olmuş yüzüyle, çevresini dolduran alayla­rın ağırlığı altında bir balık kadar dilsiz; bundan daha gülünç ne olabilir? Hadi, hadi, ne yaparsan yap, istediğin kadar gül; buna, göz­lerinden tatlı yaşlar akıtacak kadar gülen ilk sen olmayacaksın.
“Sözcükler ne yapabilir, görelim şimdi. Önce sana, bugüne dek asla kendimi bilememiş, asla kendimi tanıyamamış olduğumu söy­leyeceğim, bilmem, beni anlayacak mısın? Ayıplarım ve değerlerim var, başım, hep bunlardan yukarıda, görmeme ya da kendimi bütü­nümle seyredebilmek için kendimden iki adım geri çekilmeme ola­nak yok. Sonra, bende, içimde, bilmem nasıl bir aldatıcı inançla, sözcüklerin içinde gömülüp kaldığı yumuşak, kımıldayan bir tuhaf maddeden yapılmış olduğum gibi bir his var: Kendime bir ad ver­meye davrandığım an, daha o anda, ad verilenle adı veren birbirine karışıyor, birleşiyor ve her şey yeniden, çözülmesi gereken bir bilin­ meyen oluveriyor. Çoğu zaman kendimden nefret etmeyi denedim, bunun için yeteri kadar neden bulunduğunu benim kadar bilirsin sen de. Ama bu nefret, kendi benliğime giydirmeye davrandığım an o karşı koymaz yumuşaklıkta boğuldu, yok oldu; daha o anda nef­retim bir anı, bir uzak geçmiş olmuştu bile. Kendimi sevmeme de olanak yok, olanak olmadığını o kadar iyi biliyorum ki, denemedim,  denemeyi düşünmedim. Ama ne olursa olsun, ben, sonsuzluğa dek ben olmak zorundaydım; ben kendi sırtımda bir yüktüm. Çok da ağır bir yük değil, hiçbir zaman yeteri kadar ağır bir yük olmadım.
“Bir saniye, kısacık bir saniye, sana açılmaktan mutluluk duy­duğum o haziran gecesi, senin şaşkınlıktan büyüyen gözlerinde kendime dokunabildiğimi sanmıştım. Sen beni görüyordun, ben senin gözlerinde katı bir maddeydim, elle tutulabilir bir madde; hareketlerim ve ruh hallerim senin gözünde sınırları ve yapısı bel­li, bilinen bir ana maddenin değişen şartlarından ibaretti. Bu ana maddeyi sen benim aracılığımla tanımıştın, sana sözcüklerimle onu ben anlatmış, tarif etmiştim sana, sana bilmediğim gerçekleri­mi fısıldamıştım ve sen bu gerçeklerle, o gerçeklerin ardında gizli maddeyi görebilmiştin. Ama gene de onu gören sendin, ben yalnız­ca senin, o ben’i görebildiğini görüyordum. Bir zamanlar sen, ken­di tanıdığım ben’le bendeki saklı ben arasında bir uzlaştırıcı ve bu­nun için de benim gözümde dünyadaki en değerli, en vazgeçilmez varlıktın. Sen beni, olduğum gibi, hayır, olmayı istediğim gibi, sağ­lam, dengeli ve yalın bir varlık olarak görebiliyordun. Çünkü, so­nunda, ben varım, var olmakta devam ediyorum, varlığımı hisset­mesem de varım; insanın kendinde yalnızca böylesine kanıtsız bir kesinlik, böylesine maddesiz bir gurur bulması, yalnızca bunları bulması kadar öldürücü bir azap olamaz. O zaman anladım ki, in­sanın kendine erişebilmesi için, bir başkasının yargısından, bir başkasının nefretinden başka yol yoktur. Bir başkasının sevgisi de olabilirdi, ama sevginin yeri yoktu burada. Bu keşfim için kendimi sana her zaman borçlu hissettim Mathieu. Bugün, ilişkimize ne ad verdiğini bilmiyorum. Dostluk demiyorsun sanırım, ama nefret de diyemezsin. Diyelim ki aramızda bir ceset var: benim cesedim.
“Marcelle’le Sauveterre’e geldiğim zaman işte bu ruh hali için­deydim. Bazen sana dönmek arzusu beni kemiriyordu, bazen hırs­la seni öldürmeyi tasarlıyordum. Ama bir gün, birden, ilişkimizde­ki karşılıklı alışverişi gördüm. Ben olmasaydım sen, tıpkı benim, kendimle yalnız kaldığım zaman olduğum gibi bir karşı konulmaz yumuşaklıktan ibaret kalırdın. Sen, benim bilincimden geçerek kendini, gerçekte olduğun gibi çoğu zaman büyük bir şaşkınlıkla görebiliyor, keşfedebiliyordun: Beyni biraz kısır bir akılcı, görünü­şüyle kendine güvenen, ama aslında, derinde kuşkucu, kararsız; kendi mantığının damgasını yemiş her şey hakkında sonuna kadar iyi niyetli, ama geri kalanlar karşısında kör ve yalancı; kendini gü­venceye almak kaygısıyla akılcı, öylesini beğendiği için duygulu, ten zevkleriyle çok az ilgili: tek sözle ölçülü, kararlı, heyecansız bir aydın, orta sınıflarımızın az bulunur bir temsilcisi. Gerçek olan şu ki, ben senin aracılığın olmadan nasıl kendime erişemiyorsam, sen de kendini bulmak, kendini tanımak için bana muhtaçsın. Ve o za­man bizi gördüm, kendimizi: yokluklarını birbirine destek yapa­rak, iki yokluğu birbiriyle payandalayarak ayakta durmaya çabala­yan iki insan! Ve ilk kez, o her şeyi tutuşturan derin ve dopdolu gü­lüşle güldüm o gün. Sonra hemen ardından oldukça karanlık bir il­gisizliğe gömüldüm, öylesine bir ilgisizlik ki birden, geçen haziran ayında göze almaya yemin ettiğim ve bana suçlarımın bedeli gibi görünmüş olan özveri, birden, beni korkutacak, dehşete düşürecek kadar kolay, öylesine katlanılabilir, öylesine basit, sıradan bir ey­lem olarak göründü gözüme; gerçeği keşfetmiştim. Ama burada susmak zorundayım: Marcelle’den gülmeksizin söz etmeme ola­nak yok, senin bu konuda bir çeşit saygıyla susacağını biliyorum, seninle birlikte gülemeyiz bu konuda. Ve işte o zaman, o inanılmaz, o en çılgın şans elini uzatıverdi bana. Tanrı beni görüyor, Mathieu; hissediyorum bunu, biliyorum. İşte böyle: Her şey bir solukta söy­lendi, bitti. Şimdi senin yanında olmak isterdim; mümkün olsa, se­nin yanında olmak ve seni uzun süre oyalayacak olan o açık alayı seyrederek daha da güçle karara varmak isterdim.
“Şimdilik bu kadar. İkimiz de bol bol güldük: Öyküye devam ediyorum. Kuşkusuz senin de bir metroda, bir tiyatronun salonun­da, bir vagonda birinin arkandan baktığı hissine kapıldığın olmuş­tur. Birden dönüp bakarsın, ama o meraklı bakışın sahibi çoktan burnunu kitabının yaprakları arasına sokmuştur bile; seni kimin gözlediğini anlayamazsın. Az önce durduğun biçimde dönersin, ama bilirsin ki, o bilinmedik kişi gözlerini kaldırmıştır gene, bakışı bütün sırtında incecik bir karıncalanma halinde hissedersin, bütün dokularının aynı anda ve çabucak kasılıvermesi gibi bir histir bu. İşte ben, 26 Eylül günü, öğleden sonra saat üçte, otelin bahçesinde bu hissi duydum. Ve hiç kimse yoktu çevremde, anlıyor musun Mathieu, kimse yoktu. Ama bakış oradaydı, yanımda, üzerimde.
“Beni anlamaya çalış: Göremedim, yakalayamadım onu, ani bir gelip geçişte bir profilin, bir burnun, bir çift gözün yakalanıverişi gibi ele geçiremedim onu, göremedim; ama onun temel niteliği bu değil mi zaten? Görülememek, bir bakışla yakalanamamak. Yal­nızca kapandığımı, yoğunlaştığımı duydum, aynı zamanda cam gi­bi saydam ve donuk, hatta kördüm; bir bakışının önünde vardım ben. O andan bu yana, hep o tanığın bakışlarının altında yaşıyorum.
Tanık önündeyim, hatta kapalı, kilitli odamda bile: Çoğu zaman, o müthiş kılıcın ruhumu boydan boya delip geçtiğini bilmek, o tanı­ğın gözleri önünde uyumak, dehşete düşürüyor, uyursam, korkuyla uyandırıyordu beni. Daha doğrusu, itiraf etmeliyim ki, uyuyamaz olmuştum. Ah! Mathieu, ne keşif bu! Beni görüyorlardı, ben kendi­mi gerçeğimle tanımak için çırpınıyordum, her noktamla akıp gitti­ğime inanıyordum, senin iyi niyetli aracılığını arıyordum kendimi görmek için, oysa bu sırada beni görüyorlardı, biri beni görüyordu, bakış oradaydı, dokunulmaz, hükmedilmez, görünmez bir çelik gi­bi. Sen de, küstahça gülen, sen de, seni de görüyor. Ne var ki, sen bilmiyorsun bunu. Şunu söyleyeyim ki, Bakış’a katlanmak kolay ol­madı benim için: Çünkü o bir hiçlik; o bir yokluk; bak: En karanlık, en siyah bir geceyi düşün. Sana bakan, o karanlık, siyah gece. Pırıl pırıl gece; apaydınlık gece; gündüzün gizli gecesi. Her yanımda o karanlık gece pırıl pırıl; her yanımda, ellerimde, gözlerimde, kalbi­min içinde pırıl pırıl ve ben onu göremiyordum. Bu aralıksız, bu be­nim irademin dışındaki aralıksız sokulma beni dehşete düşürüyor­du; bilirsin, en eski, en inatçı hayalim görünmez olmaktı; yüzlerce kez, ne yeryüzünde, ne insanların ruhunda, hiç, hiçbir iz bırakma­dan yaşamayı istemişimdir. Birden, kaçmama, kurtulmama olanak vermeyen bir sınırsız ortam gibi o bakışı çevremde bulmak korkunç bir şeydi. Korkutucu. Ama öylesine de huzur verici. Sonunda ben olduğumu biliyorum. Peygamberinizin o suçlu ve budala tümcesini, o bana ne kadar acı çektirmiş olan; ‘Düşünüyorum, şu halde varım,’ tümcesini bana acı çektirmiş diyorum, çünkü düşündüğüm sürece kendi varlığımdan kuşku duydum keyfimce ve senin uzaktaki öf­kene karşın değiştiriyorum ve şöyle diyorum: ‘Görülüyorum, şu halde varım.’
Yaşamımın koyu, kıvamlı akışından sorumlu değilim: Beni gören yaratıyor beni; ben, onun beni gördüğü kalıbımla varım, beni nasıl görüyorsa öyleyim. Gecelere özgü ve ölümsüz yüzümü geceye çeviriyor, bir başkaldırma, bir isyan halinde dimdik duruyo­rum karşısında, Tanrı’ya, ‘İşte, buradayım!’ diyorum. Buradayım, senin beni gördüğün gibi, ben, olduğum gibi! Kim olabilirim? Sen beni tanıyorsun, ben kendimi tanımıyorum. Kendime katlanmak­ tan öte ne yapabilirim? Ve sen, bakışı sonsuzluğa dek benden gizle­nen, sen bana katlanacaksın. Mathieu, ne haz ve ne işkence! So­nunda kendim olabilmek için değişiyorum. Benden nefret ediyor­lar, beni hor görüyorlar, bana katlanıyorlar, bir varlık, bir var oluş, sonsuzluğa dek ben olmam için yardım ediyor bana. Ben sonsuzum ve sonsuzluğa dek suçluyum. Ama benim Mathieu, benim! Tan­rı’nın ve insanların karşısında, benim! Ecce homo.
13 notes · View notes
maksurat · 3 years ago
Text
“Okuduğum ve okumayı bekleyen bütün kitaplar olmayı umduğum insanı yaratmaya, biçimlendirmeye çalışmaktan bitap düşmüşlerdi”
Gülünç Geçmiş-Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme
10 notes · View notes
ozankemal · 4 years ago
Text
Tumblr media
"Bir insan ne kadar bilge olursa olsun," dedi, "gençliğinin bir döneminde, mutlaka, hatırlamaktan hoşlanmadığı, yok olmasını isteyeceği sözler söylemiş, hatta bir yaşam tarzı benimsemiştir. Ama bundan ötürü kesinlikle pişmanlık duymamalıdır; çünkü (bilgeliğin mümkün olduğu ölçüde) bilgeliğe ulaştığından emin olabilmesi için, bu son safhadan önceki bütün gülünç veya iğrenç aşamalardan geçmiş olması gerekir. Ortaokul çağından itibaren öğretmenlerinden zihin soyluluğunu, manevi zarafeti öğrenen bazı gençler var, seçkin kimselerin çocukları ve torunları var, biliyorum. Onların, belki hayatlarından kesip atacakları hiçbir şey yoktur; her söylediklerini yayınlayabilir, altına imza atabilirler; ne var ki bunlar yoksul zihinlerdir, liberal muhafazakârların güçsüz torunlarıdırlar, bilgelikleri olumsuz ve kısırdır. Bilgelik dışarıdan alınmaz; onu, bizim adımıza kimsenin katedemeyeceği bir mesafeyi aştıktan sonra, kendimiz bulmak zorundayızdır; çünkü bilgelik, olaylara, dünyaya bir bakış açısıdır. Hayran olduğunuz hayatlar, soylu bulduğunuz tavırlar, ailenin babası veya öğretmen tarafından tanzim edilmemiştir; çok farklı başlangıçları olmuştur; etraflarında hüküm süren kötülük ve bayağılıktan etkilenmişlerdir. Bir mücadeleyi ve zaferi temsil ederler. Gençlik dönemindeki bir halimizin suretinin tanınmaz olmasını, ne olursa olsun, hoşa gitmemesini anlıyorum. Bununla birlikte, inkâr edilmemesi gerekir; çünkü gerçekten yaşadığımıza, hayatın ve zihnin yasalarına uygun şekilde, hayatın, eğer ressamsak atölye hayatının ve sanatçı çevrelerinin sıradan unsurlarından, onları aşan bir şey çıkardığımıza dair bir kanıttır."
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Marcel Proust
7 notes · View notes
maidurak · 4 years ago
Text
Plaj İnsanları
Plajlarda güne başlamak pekte iyi bir fikir değil aslında. Kıllı adamlar ve önlerinde sarkan göbeğe rağmen yüzlerindeki gurur ve gülüşlerine yansımış kibrin iziyle birlikte güne başlamak biraz onur kırıcı. Hele birde zorla çalıştırılıyormuş gibi tavırlar sergileyen otel personelini de işin içine katınca tuzlu suyun verdiği serinlik ve rahatlama hissi kısa sürüyor.
Tumblr media
İnsanları geçmişte anlamıyordum ama artık anlayabiliyorum. Tüm memnuniyetsizliklerinin nedeni asla tatmin olmuş hissetmediklerinden kaynaklanıyor. Arzuladıkları şeyler var. Ancak elde ettikleri ile arzuladıkları aynı paralelde gitmiyor çoğu zaman. Bu da hazzın yarım kalmasına neden oluyor. Yarım kalan haz bir sonraki arzulama sırasında birikip diğer hazla karışarak daha fazla doyum almayı bekliyor. Ama bir sonrakinde gelen tatmin olmama duygusu psikolojik bir çöküntü hissine neden oluyor. Bu da isyankar tavırları açıklıyor.
Kibir ise başka bir konu. Elde ettiği hazzı onurlandırma biçimi bir bakıma. Sabahları suratlara yansımış o korkunç sırıtış aslında içeride yatan tüm gerçekliği açığa çıkarıyor. Boru gibi egoistiz lan. Her sabah bunu suratlarımızda görebiliriz. Kimse münzevi değil. Herkes rol kesiyor. Hazzını karşılamış birey suratına rahatlamanın verdiği kibri takıyor ve poz kesmeye başlıyor. Dünya kendi etrafında dönüyorcasına aheste tavırlarla etrafta dolanıyor.
Plajlar her gün böyle insanlarla dolu. Tek dertleri tatmin olmuş hissetmek isteyen insanlarla dolu olan bir sirk gibi. Öyle küçük bir kapları var ki çoğunun yeni deneyimlere bile kapalılar aynı zamanda. Hem "iyi" ve "mutlu" hissetmek istiyorsun hemde yeni gelecek mutluluk deneyiminden korkup kaçıyorsun. Neden? Çünkü tatlı konforun bozulur kabının dışına çıkarsan. Ya geri dönüp baktığında eski konumun olmazsa. Geçmişe dayalı bir ego onların ki.
Sınırları olan egoistlerdir plaj insanları. Özgüvenleri ve cesareti olmayan insanlar. Ama buna rağmen kibirli olabiliyor oluşları öyle gülünç ki. Deniz varken bir bardak suda serinlemek gibi bir durum bunların ki...
Tumblr media
Ne demiş Eddie Vedder;
İnsanlık, sen çılgın bir türsün,
Umarım yalnız değilsindir, bensiz.
Yanlız Eddie deki ego ise bambaşka bir boyutta, kendi kibri onu narsistleştirmiş. Orası da ayrı bir konu. :):)
7 notes · View notes
nurlaolumedogru · 4 years ago
Note
Başkalaşan Aşk
Adını anmak güzeldi,
dost ağızlarda sana dair cümlelerin
ıslatılması...
Adını anmak...
Yüksek sesle, kimsesiz gecelerin düşsel
avuntularına sırt çevirip senden söz açmak...
Biraz gülünç, biraz sitemkar...
güzeldi...
Adının Türkçedeki yankısı özeldi...
Seninle yoğurt yemek, kendi Kanlıcanlı,
Sülalesi Kandilli yoğurtçunun mekanında...
Denize amors durup, yüzüne
cepheden bakmak güneşli bir mavilikte....
güzeldi..
İpe sapa konuşlanmaz bahanelerle elini tutmak,
yüzünde
Yüzyıllık bir hasreti gidermek güzeldi...
Güzeldi'li geçmiş zamanları düşünüyorum
şimdi...
Cümlelerimiz öznesiz...Umursayan yok,
Kanlıca'daki yoğurdu...
ve eşikteki öpücük, tarih bilinci olmayan bir
aşkın mührüdür artık...
Yılmaz Erdogan
günün güzel geçsin 🌼🧡
günaydın🤍🦋
3 notes · View notes