#gülünç geçmiş
Explore tagged Tumblr posts
Text
“Hatırlamaktan yaşamaya vaktim ve takatim kalmıyordu.”
21 notes
·
View notes
Text
arkadaşla seks
Bundan 2 hafta önce kaza yapan bir arkadaşımın evine geçmiş olsun ziyaretinde bulunduk arkadaşımız biz oradayken kocası ile kavga etti arkadaşım daha 25 yaşında oldukça güzel ve alımlı bir kadın ismi Esra dediğim gibi Esra çok güzel bir kadın ben iş çıkışı gittiğim için rahattım diğer arkadaşlar tek tek kalktı evde ben Esra ve kocası Talat vardı. Ben sessiz bir şekilde Esra ya neden kavga ettiklerini sordum Esra kem küm etti. Talat ta arkadaşım olur ama Esra ile birlikte çalıştığım için Esra ile daha yakınımdır. Esra kem küm edince Talat a sormak istedim Talat konuşmayı seven bir erkek kadın gibi asla sır tutamaz. Mutfağa gittim giderken Talat a işaret ettim geldi la bebe hayırdır ne derdiniz varda misafirler varken kavga ediyorsunuz dedim o da abi herkes hergün sevişiyor biz 10 gün bazen 15 gün arayla sevişiyoruz neden sen beni sevmiyor musun yoksa başka biri mi var hayatında diyor yok diyorum senide çok seviyorum diyorum inanmıyor 3 gündür her yan yana geldiğimizde konu bu bıktım artık dedi ben la bebe Esra gibi bir karın var 10 gün ne la hergün seks yap erkek olarak sen istekli olman lazım kadın haklı dedim. Ben hergün Firdevs i sikiyorum senden 10 yaş büyüğüm hemde dedim gülerek abi ne diyorsun bununda bir dinlenmeye hakkı yok mu dedi Talat sen manyakmısın Allah onu kadınlar için kadın ın amını götünü de erkek için yaratmış zevk vereceksin ki zevk alacaksın dedim sonra kalktım Esra ya veda edip evime gittim eşim Firdevs yemek hazırlamış sofra kuruyordu neden geç kaldığımı sordu bende Esra ya geçmiş olsun a gittik kavga ediyorlardı Talat ile konuştum çok gülünç bir kavga sebebiyle kavga ediyorlarmış nedenmiş dedi eşime bir bir anlattım. Yemekten sonra seks yaptık Esra yı hayal ederek sik bugün dedi dediği yaptım ama sevmedim ne oldu dedi ben sen bana Esra yı ayarla bende Talat ı sana dedim plan yaptık birlikte ertesi gün ben işe eşim Esra ya gitti Talat ta aynı vardiya daydık 15 gün birlikte gidip gelecektik bilmiyenler için yazayım ben ambulans şoförüyüm. Eşim bana mesaj attı bu iş bu kadar sen ne yaptın konuştun mu yazmış yemek molasında inşallah dedim dediğimi yaptım kuytu bir köşede ne yapmak istediğimizi anlattım resim video gösterdim bizimle ilgili şok oldu ama kabul etti ama Esra ile konuşmadan olmaz dedi tamam dedim. İşimize dönerken bu iş te tamam dedim eşime Talat ta Esra ile konuşmuş akşam iş çıkışı bizim evde buluşmaya karar verdik iş çıkışı birlikte eve giderken Esra yı arayıp bize gitmesini söyledik bizden daha önce gitmişti eve girdiğimizde Esra ve Firdevs üzerlerinde transparan bir gecelikle karşıladı bizi
56 notes
·
View notes
Text
15.02.2024
Seninle tanıştığım ilk zamanlar geldi aklıma. Lise üçün başları. Nasıl salakça bir heyecan oluşmuştu üstümde. Senin yanında saçma sapan bir şey yaparım da gülünç duruma düşerim diye aylarca hep kasmıştım kendimi. Bana gülersin diye. Senden o kadar hoşlanıyordum ki konuşmaya bile çekiniyordum halbuki aynı sınıftaydık konuşacak sohbet edecek birçok şey vardı doğal olarak. Ama utandım işte ne bileyim. Seninle aynı sınıfta olmak ve 2 sıra arkamda oturuyor olman bana hiç yardımcı olmuyordu. Heyecan yapıyordum. Elim ayağım birbirine dolaşıyordu. Yere hep bir şeyler düşürüyordum sen aklıma geldikçe. Sürekli bir bahaneyle arkama dönüyordum maksat az da olsa göreyim seni. Ne yapayım benimki de böyle komik bir şeydi işte. Özellikle akşam okuldan eve dönmeyi çok severdim ben. Tüm öğrenciler gibi eve gittiğim için değil, onunla aynı otobüste belki yan yana gideceğim için çok mutlu olurdum. Otobüste onu izlerdim. Güneş yüzüne vururdu o zaman açık kahve gözleri daha bir parlardı. Daha bir severdim onu. Rüzgar düz kumral saçlarını uçururdu kokusu gelirdi bazen. Daha çok hayran olurdum ona. Şimdi düşününce sanki çok uzun yıllar geçmiş gibi geliyor. Belki de bu güzel şeylerin üstüne çok üzüldüm çok kırıldım çok gözyaşı döktüm diye çok uzaktaymış gibi geliyordur bilemiyorum. Şu an arkamı dönüp baktığımda tek gördüğüm boşa geçen iki sene. Bu kadar uğraşın sonu bu kadar gözyaşının çabanın sonu bu olmamalıydı diye düşünüyorum. Ben seni gerçekten sevmiştim ama bazen bir şey yapamayız. Bazen sevgimiz tek başına yetmez. BAZEN KARŞINDAKİ DE ÇABALAMALIDIR. Bazen olmaz yani. Ben bunu hak etmedim. Benim sana karşı sevgimin karşılığı bu değildi anlıyor musun ? Tamam kimse kimseyi sevmek zorunda değil ben buna bir şey demiyorum zaten. Benim seni sevmek için bir nedenim yoksa senin de sevmemek için olabilir ben kızmıyorum kızmadım da zaten üzüldüm. Ama benim en çok üzüldüğüm son yaşadıklarımızdı biliyor musun ? Ben bu son yaptıklarını kendi içimde hala daha tam yedirememişken o zaman bile sana karşı bir şeyler hissediyor oluşumdu beni parçalayan. Arkamdan söylediğin sözler kulağıma geldi ve sen ben duyayım diye bunu ortak arkadaşımıza -benim en yakın arkadaşım- söyledin. Gelsin Yağmur bak o senin hakkında böyle böyle dedi desin diye sen o kadar kırıcı konuştun ki. Şimdi hiç bir şey olmamış gibi ayrı yollardayız kendi önümüze bakıyoruz. Ama merak ediyorum sen de ara sıra durup arkana bakıyor musun ? Bakıyor olsaydın benim ne halde olduğumu görürdün. Gerçekten bakıyor olsaydın bana benimle böyle oynamazdın kırmazdın kalbimi gururumu.
Neyse işte rehberde gördüm ismini konu nerelere geldi. Ne komik değil mi ? Evini biliyorum gidemiyorum, numaran var arayamıyorum, mesaj at desen atamıyorum. En komiği de telefonumdan numaranı silemiyorum. Daha doğrusu yapmak istemiyorum bunları. Ben şu an toparlanıyorum. Bu hadi deyince olacak bir şey değil zamanla olacak. Kalbimdeki yara belki tam geçmeyecek ama ufak bir sızı olarak kalacak. Bazen yine acısını hissettirecek ama şimdiki kadar yakmayacak canımı.
Gitmeden bir şarkı bırakmak istiyorum belki aranızda dinleyenler vardır. Herkese İyi geceler dilerim...
youtube
#keşfet#yazılarım#postlarım#iyi geceler#bazı yollar yalnız yürünür#keşke böyle olmasaydı#bu kalp seni unutur mu#umutbittigezegeniyakin#iyiyimlaben#ahududuluvodka#yeraltından notlar#kakaollusut#cirkinkadininutopyasi#lostonyoubabe#soluksaripapatya#solukmavipapatya#romeo and juliet#light academia#sarhoskedi#superkursunaskr#anlamazlarki#visnelimeybuzz#bugeceicelim#mayonezli#resimdekigozyasi#istanbulfatihiii#plaktaseninsesin#uykusuzlukbelirtisi#petricorsworld#dark academia
21 notes
·
View notes
Text
Hayat insanı hiç alakası dahi olmayan aklından zerre geçmemiş yollara sürüklüyor. Ne garip iki yıl önce şu kişi olacaksın deseler inanmazdım, şimdilerde favori olan hareketim o zaman gülünç gelirdi, şimdilerde yaşlı teyzeler gibi geçmiş hasreti çekip geleceğe ve geçmişe güzel bakmayı deniyorum. Garip geliyor işte.
18 notes
·
View notes
Text
adını anmak güzeldi. dost ağızlarda sana dair cümlelerin ıslatılması... adını anmak... yüksek sesle, kimsesiz gecelerin düşsel avuntularına sırt çevirip senden söz açmak... biraz gülünç, biraz sitemkar... güzeldi... adının türkçedeki yankısı özeldi... seninle yoğurt yemek, kendi kanlıcanlı, sülalesi kandilli yoğurtçunun mekanında... denize amors durup, yüzüne cepheden bakmak güneşli bir mavilikte.... güzeldi.. ipe sapa konuşlanmaz bahanelerle elini tutmak, yüzünde yüzyıllık bir hasreti gidermek güzeldi... güzeldi'li geçmiş zamanları düşünüyorum şimdi... cümlelerimiz öznesiz...umursayan yok kanlıca'daki yoğurdu... ve eşikteki öpücük, tarih bilinci olmayan bir aşkın mührüdür artık...
8 notes
·
View notes
Text
Galiba dizelerimi okusun istemiştim, sonra gülüp okuyunca noluyor anlat dedim kendime. Bu yazıları okumaması gerektiğine karar verdim sonra, belki normal denen o doğruya yaklaşırım diye yada duygularımı anlattıkça anlayan rolleri biçmiş geçmiş hikayelerde yorumlamalarını istememekten kaynaklıydı bu. En güzel sözlerimi en umursamaza söyledim, bu dizeler hakkında akıllıca yorum yaptığını sanan kitleler beni bu dizeleri açıklamak zorunda bırakmasın diye. Oysa anlatılmadan açık olan şeyleri görmeyen bi kimsenin anlatılanları yorumlayabilmesi imkansızdı. Bu yüzden gördüğünü söyleyen körleri bir siperde harcadım . Körse en körü olmalıydı okuyan, bir şeylerin limitli tasvirlerine katlanamıyorum. Yinede yazı yazıp onları yayınlama isteği var bir yazarmışçasına, komik bir yerlerde anlaşıldığını bilemenin yarattığı bir gülünç his bu. İlk kitap okuduğumda anlamanın verdiği bir gülünç his. Yinede ona bunları okutmanın benlikten sıyrılan bir yüzeye geçireceğini bilmek var bide yol alırken duraksamayı öğrenmem. Galiba bir tür zaman gerek acale edebilrim çığlıkları basıyor zihnimi, testlere tabi tutup cevapları gizlemekle ilgili bir çok öneri. Sonra bunu bile umursamaz hale gelişime şaşırıyorum. Oysa amaçsal olarak bir sığınak fazlasıyla klişe bi hal almaya başlamıştı. Cümlelerim sırası karışıyor bu metinde zihnimde bir netlik yok, yalnızca ilerlemeye devam ediyorum. Ben galiba akışa bırakıyorum. Öyleyse bunun anlamsız olduğunu savunabilirim, oysa beklendik değer verilmiş aslar beni bu oyunda fazlasıyla hayal kırıklığına uşratmışken, anlaşılmak denen şeyden önemli aslar keşfetmiştim hayatta kalma savaşında. Hayatın kendisine karşı savaşmak tarzı bi nida söyleyebilirdim ama onu umursamayı bu kadar bırakmışken onu umursamaya başlamak cazip gelmiyor işte insana. Değer vermenin tehlikesi çalıyor kapıyı. Oysa yalnızca kendi kendine gidiyodu bu dünya onu itip yarını getirmek görevini üslenmem kadar saçmaydı bu. Metinleri okutup okutmamanın içimi yemesi soruları cevaplamaya dair, dmkümantasyon testi geçişine dair bir şeyler anlamını fazlasıyla yitirdi. Oysa farkındayım, gerçekten farkındayım. Zamana güveniyorum bu metnin açıklığını bu şekilde kendime belirtebilirim.
0 notes
Link
1) 18 Tekrar Film, boşanmadan evlilikten önceki kocasına 18 yaşında sanat olarak dönen bir kadının çevresine dönmektedir. Jung Da-Jung (Kim Ha-Neul), iş ve ailenin başarısızlığı olan kocasından (Yoon Sang-Hyun) bıkmıştır ve ondan boşanmak istemektedir. Sadece bigün kocası, 18 yaşında hali (Lee Do-Hyun) ile engelleri belirler. 2) Bay Kraliçe Dizi, çağdaş zamanın ünlü bir önderi olan Jang Bong Hwan'ın (Choi Jin Hyuk) beklenmedik bir şekilde geçmişe gidip Kraliçe Kim So Young'un (Shin Hye Sun) kişininda uyanması ile yaşadığı gülünç vakaları konu yer alıyor. bundan böyle hem bir bayanın aynı zamanda kraliçede yaşadığı ile karşı karşıya olan Jang Bong Hwan, hayatı idame öğrencileri için gizemli kocası Kral Cheol Jong ile aradaki uyumu sağlamak zorundaydı. 3) Yarın Sizinle Dizi, bir süre gezgin olan Yoo So-Joon (Lee Je-Hoon) ve onun eşi Song Ma-Rin'in (Shin Min-A) arasındaki aşk mevzusunda bahis yapmaktadır. So-Joon gelecekte perişan bir halde yaşadığını görür ve bunun toplam nüfusunu değiştirebilmek için Ma-Rin'i sevmediği halde onunla evlenir. Peki, bu onun karmaşıklığıyla dolu olan özgürlüğü değiştirebilecek mi yoksa her şey daha karmaşık bir durum mu alacak? 4) Hyun'un Adamındaki Kraliçe Queen In Hyun's Man dizisi, çağdaş zamanda canlandıracağı Kraliçe In Hyun rolüyle kariyerinde mühim bir yükselişi bekleyen bir bayan ile 300 sene öncesinden bu güne değin gelen Joseon dönemi bilgisi Kim Boong Do arasındaki duygusal duygusal konu yer alıyor. Kendi zamanında Kraliçe In Hyun'u devirmek için elinden gelen icra eden Kim Boong Do, çağdaş Seul'de Kraliçe In Hyun görevi ile oyunculuk yapan Choi Hee Jin'i memleketi büyük bir karmaşıklık durumunu sürdürür. 5) Sıçrama Sıçrama Aşk Splash Splash Love dizisinde Dan Bi (Kim Seul-Gi) matematikten nefret eden ve asla yapamayan bir lise nihayet derslik öğrencisidir. Üniversiteye giriş sınavına gireceği gün sağınak yağmur yağar. Baskıların ve eğitim sisteminin sistemine dayanamayan Dan Bi (Kim Seul-Gi), parka doğru koşar. Bir su birikintisine sıçradığı bir kendini Joseon döneminde kuraklık için ortaya çıkan bir ayın ortasında bulur. Matematiksel olarak çok isteyen genç Kral Lee do (Yoon Doo-Joon) ile karşılaşır ve ona gönül verir. Böylece duygusal bir öykü ortaya çıkıyor. 6) Ay Aşıkları: Kızıl Kalp Ryeo Dizi, güneşin patlaması sırasında Goryeo Hanedanlığı zamanına sanat giden ve oradaki diğer kitlelerin korkudan önünde titrediği Wang So'ya (Lee Jun-Ki) aşık olan bir dayanıklı (IU) öyküsünü anlatmaktadır. Lee Jun-Ki dizide Kral Taejo'nun dördüncü oğlu olan Prens Wang So karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, buz şeklinde soğuk bir kişiliğe haizdir. O, dikkatleri üst üste çekmek istemeyen sağlıklı kişilerin yaşadığı ayrıcalıklardan dolayı bu içerir. – O, güneşten kaçmak istiyordu sadece parlıyordu. İÜ dizide şimdiki zamanda yaşanırken geçmişe giden Hae-Soo karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, 9 yakışıklı prensin sevgisini kazandı. – Eğer bu hiçbir şeyin değişmeyeceği anlamına geliyorsa hayatı idame etmeye katılırım. 7) Sinyal Günümüz koşullarında yaşayan bir koruyucu ve geçmişte yaşayan bir koruyucu telsiz yolu ile kontakt kurarak birlikte uzun süre çözülememiş davaları çözerler. Lee Je Hoon dizide Park Hae-Young karakterini canlandıran bir kabahat profili bulunmaktadır. Uzun süredir çözülememiş davalar için oluşturulmuş bir soruşturma ekibinde görev yapılmaktadır. Onun karakteri, sıcak bir kişiliğe haizdir ve kendisi de bir polis memuru olmasına rağmen polislere güvenmemektedir. Kim Hye-Soo Dizide, günümüzdeki bir dedektif olan Cha Soo-Hyun karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, Park Hae-Young (Lee Je-Hoon) ile birlikte uzun süredir çözülememiş davaları çözmek için koşuşturmacasındadır. 8) İnanç Dizi, Goryeo dönemindeki bir savaşçı (Lee Min-Ho) ile günümüzde Goryeo'nun izlediği bir bayanın (Kim Hee-Sun) arasındaki süre ve mekan dinlemeyen aşklarını anlatmaktadır. Prenses Nogoog (Park Se-Young), Çin tarafıca kaçırılmış ve sonrasında özgür bırakılmıştır. Sadece yaralıdır. Umumi Cerrahide çalışırken daha az yorularak daha çok para kazanabileceğini düşünerek Güzel duyu Cerrahiye geçiş icra eden Hekim Eun-Soo (Kim Hee-Sun), yaşamdan pek bir bölgede olmayan, sürekli uyuyan, paraya ve bayanlara ilgi duymayan General Choi Young (Lee Min-Ho) ) tarafında, Prenses'i korumak için Kore özellikleri 660 sene öncesine kaçırılır. Hekim Eun-Soo kendisine yabancı bu yerde zorla çalıştırılsa da Prenses'i bulmak için elinden gelenin en iyi şekilde hayatta kalmaya çalışır. Sadece zaman içinde kendisini kaçıran General Choi Young için farklı duygular hissetmeye adım atar. Peki ya uzay-zaman sürekliliği? Aşkları hayatta kalabilecek mi? BİZİ INSTAGRAM HESABIMIZDAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ @guneykoresinemasicom – Siz hangilerinizi izlediniz?
0 notes
Link
1) 18 Tekrar Film, boşanmadan evlilikten önceki kocasına 18 yaşında sanat olarak dönen bir kadının çevresine dönmektedir. Jung Da-Jung (Kim Ha-Neul), iş ve ailenin başarısızlığı olan kocasından (Yoon Sang-Hyun) bıkmıştır ve ondan boşanmak istemektedir. Sadece bigün kocası, 18 yaşında hali (Lee Do-Hyun) ile engelleri belirler. 2) Bay Kraliçe Dizi, çağdaş zamanın ünlü bir önderi olan Jang Bong Hwan'ın (Choi Jin Hyuk) beklenmedik bir şekilde geçmişe gidip Kraliçe Kim So Young'un (Shin Hye Sun) kişininda uyanması ile yaşadığı gülünç vakaları konu yer alıyor. bundan böyle hem bir bayanın aynı zamanda kraliçede yaşadığı ile karşı karşıya olan Jang Bong Hwan, hayatı idame öğrencileri için gizemli kocası Kral Cheol Jong ile aradaki uyumu sağlamak zorundaydı. 3) Yarın Sizinle Dizi, bir süre gezgin olan Yoo So-Joon (Lee Je-Hoon) ve onun eşi Song Ma-Rin'in (Shin Min-A) arasındaki aşk mevzusunda bahis yapmaktadır. So-Joon gelecekte perişan bir halde yaşadığını görür ve bunun toplam nüfusunu değiştirebilmek için Ma-Rin'i sevmediği halde onunla evlenir. Peki, bu onun karmaşıklığıyla dolu olan özgürlüğü değiştirebilecek mi yoksa her şey daha karmaşık bir durum mu alacak? 4) Hyun'un Adamındaki Kraliçe Queen In Hyun's Man dizisi, çağdaş zamanda canlandıracağı Kraliçe In Hyun rolüyle kariyerinde mühim bir yükselişi bekleyen bir bayan ile 300 sene öncesinden bu güne değin gelen Joseon dönemi bilgisi Kim Boong Do arasındaki duygusal duygusal konu yer alıyor. Kendi zamanında Kraliçe In Hyun'u devirmek için elinden gelen icra eden Kim Boong Do, çağdaş Seul'de Kraliçe In Hyun görevi ile oyunculuk yapan Choi Hee Jin'i memleketi büyük bir karmaşıklık durumunu sürdürür. 5) Sıçrama Sıçrama Aşk Splash Splash Love dizisinde Dan Bi (Kim Seul-Gi) matematikten nefret eden ve asla yapamayan bir lise nihayet derslik öğrencisidir. Üniversiteye giriş sınavına gireceği gün sağınak yağmur yağar. Baskıların ve eğitim sisteminin sistemine dayanamayan Dan Bi (Kim Seul-Gi), parka doğru koşar. Bir su birikintisine sıçradığı bir kendini Joseon döneminde kuraklık için ortaya çıkan bir ayın ortasında bulur. Matematiksel olarak çok isteyen genç Kral Lee do (Yoon Doo-Joon) ile karşılaşır ve ona gönül verir. Böylece duygusal bir öykü ortaya çıkıyor. 6) Ay Aşıkları: Kızıl Kalp Ryeo Dizi, güneşin patlaması sırasında Goryeo Hanedanlığı zamanına sanat giden ve oradaki diğer kitlelerin korkudan önünde titrediği Wang So'ya (Lee Jun-Ki) aşık olan bir dayanıklı (IU) öyküsünü anlatmaktadır. Lee Jun-Ki dizide Kral Taejo'nun dördüncü oğlu olan Prens Wang So karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, buz şeklinde soğuk bir kişiliğe haizdir. O, dikkatleri üst üste çekmek istemeyen sağlıklı kişilerin yaşadığı ayrıcalıklardan dolayı bu içerir. – O, güneşten kaçmak istiyordu sadece parlıyordu. İÜ dizide şimdiki zamanda yaşanırken geçmişe giden Hae-Soo karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, 9 yakışıklı prensin sevgisini kazandı. – Eğer bu hiçbir şeyin değişmeyeceği anlamına geliyorsa hayatı idame etmeye katılırım. 7) Sinyal Günümüz koşullarında yaşayan bir koruyucu ve geçmişte yaşayan bir koruyucu telsiz yolu ile kontakt kurarak birlikte uzun süre çözülememiş davaları çözerler. Lee Je Hoon dizide Park Hae-Young karakterini canlandıran bir kabahat profili bulunmaktadır. Uzun süredir çözülememiş davalar için oluşturulmuş bir soruşturma ekibinde görev yapılmaktadır. Onun karakteri, sıcak bir kişiliğe haizdir ve kendisi de bir polis memuru olmasına rağmen polislere güvenmemektedir. Kim Hye-Soo Dizide, günümüzdeki bir dedektif olan Cha Soo-Hyun karakterini canlandırmaktadır. Onun karakteri, Park Hae-Young (Lee Je-Hoon) ile birlikte uzun süredir çözülememiş davaları çözmek için koşuşturmacasındadır. 8) İnanç Dizi, Goryeo dönemindeki bir savaşçı (Lee Min-Ho) ile günümüzde Goryeo'nun izlediği bir bayanın (Kim Hee-Sun) arasındaki süre ve mekan dinlemeyen aşklarını anlatmaktadır. Prenses Nogoog (Park Se-Young), Çin tarafıca kaçırılmış ve sonrasında özgür bırakılmıştır. Sadece yaralıdır. Umumi Cerrahide çalışırken daha az yorularak daha çok para kazanabileceğini düşünerek Güzel duyu Cerrahiye geçiş icra eden Hekim Eun-Soo (Kim Hee-Sun), yaşamdan pek bir bölgede olmayan, sürekli uyuyan, paraya ve bayanlara ilgi duymayan General Choi Young (Lee Min-Ho) ) tarafında, Prenses'i korumak için Kore özellikleri 660 sene öncesine kaçırılır. Hekim Eun-Soo kendisine yabancı bu yerde zorla çalıştırılsa da Prenses'i bulmak için elinden gelenin en iyi şekilde hayatta kalmaya çalışır. Sadece zaman içinde kendisini kaçıran General Choi Young için farklı duygular hissetmeye adım atar. Peki ya uzay-zaman sürekliliği? Aşkları hayatta kalabilecek mi? BİZİ INSTAGRAM HESABIMIZDAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ @guneykoresinemasicom – Siz hangilerinizi izlediniz?
0 notes
Text
Tren gardan çıkmıştı artık, kompartıman aydınlanmıştı. Mathieu mavi kâğıtları eline aldı, okudu:
“Sevgili Mathieu,
“Senin bu mektubu ne büyük bir şaşkınlıkla karşılayacağını biliyorum ve bu bana, hareketimin yersizliğini bir kez daha hatırlatıyor. Gerçek olan şu ki, bu mektubu yazarak sana sığınma ihtiyacı duyuşumun nedenini kendim de bilmiyorum: Demek oluyor ki, suça giden yol gibi, suçun itirafına giden yolda tırmanılması zor bir kaygan yoldur. Geçen haziranda sana yaradılışımın gizli ve umulmadık bir karakterinden söz açarak sende, belki kendim bile fark etmeden, seçmeme yardım edecek bir tanık hazırlamış oldum. Buna pişman olacaktım sonradan, çünkü yaşantımın bütün iniş çıkışlarını böylece senin gözünle yargılar, damgalarken, sana kıyasıya bir kin, her an harekete geçmeye hazır bir nefret beslemek zorunda bırakacaktım kendimi; bu benim için yorucu, senin için zararlı, hatta belki tehlikeli olacaktı. Bu satırları yazarken güldüğümü tahmin edersin.
“Birkaç gündür kendimde bir kuş hafifliği hisseder oldum ve gülme arzusu bana bir lütuf gibi verildi. Ama bütün bunları bir yana bırakalım, çünkü benim sana anlatmak istediğim, günlük yaşamımın akışı değil, çok daha önemli ve inanılmaz bir serüvendir. Kuşku yok ki bu serüven, benden başka, benim dışımda biri tarafından da bilinmedikçe gözümde olanca gerçekliği ile canlanamayacak. Sana açılırken, senin inancına, hatta hatta iyi niyetine güvenerek seçmiş değilim seni. On yıldır kendine meslek edindiğin akılcılığını bir an için bir kenara koyup beni dinlemeni istiyorum, ama bunu gerçekten başarabileceğine de inanmıyorum. Yaşadığım inanılmaz serüvene ortak etmek için arkadaşlarım arasında böylesine bir insanüstü deneye en az değer verecek olanı seçmem, belki bile bile yapılmış bir tercih; belki bunu yaparken bana bir karşı kanıt göstermelerini istiyorum. Bu, senden bir yanıt istediğim anlamına gelmiyor: Bana, benim kendi kendime ısrarla ve yüksek sesle söylediklerimin tekrarı olacak o akla ve mantığa çağıran öğütleri yazmak zorunda hissetme kendini. Sana şunu itiraf etmek zorundayım: Ben aklı, olumlu mantığı, bilim ve deneyi düşündüğüm zaman, o gülme ayrıcalığı, kutsal bir armağan gibi iniyor bana. Hem öyle sanıyorum ki, Marcelle mektuplarım arasında senin bana yazdığın bir mektup bulursa, tatsız anılar depreşecektir. Aramızda gizli bir alışverişi keşfettiğini ya da seni çok iyi tanıyan bir insan olarak, senin bana acemisi olduğum ortak yaşantı için yol gösterici öğütler verdiğini sanacak. Yanıt verme bana; senin susuşun bana aradığım karşı kanıtı verecektir: Seçtiğim o doğaüstü yoldan ayrılmadan senin o ‘iğrenç gülümseyişini’, ‘serüvenimi’ aklında tartışırken yüzünde belirecek o gizli alay ifadesini, içimde en ufak bir isyan, bir öfke kımıldanışı olmadan gözlerimde canlandırabilirsem, o zaman beni gerçeğe götürecek yolu bulduğuma tereddütsüz inanacağım. Her türlü yanlış anlayışa önceden engel olmak için şunu da ekleyeceğim: Bu kez ben, usta beyin yapısına güvendiğim bir filozofa başvuruyorum, çünkü serüvenim metafiziğe dayanmaktadır. Belki böyle bir peşin hüküm için kendime fazla değer verdiğimi, Hegel’i ve Schopenhauer’i okumamış bir yabancı için fazla iddialı konuştuğumu söyleyeceksin; ama sorunu hemen formüllere bağlama: Kuşkusuz ben, şu anda ruhumun yaşadığı halleri kesin kavramlara uygulayamayacak kadar bu işin yabancısıyım ve bunu sana bırakıyorum, çünkü senin mesleğin bu; ben, sizlerin, siz bilgi sahiplerinin açıkça gördüğünüz gerçekleri görmeden, körlemesine, el yordamıyla yaşamımı sürdüreceğim. Ama senin benim meselemde kolayca boyun eğmeyeceğini de biliyorum: Bana lütfedilen bu gülüş, bu azap dolu bunalımlar, bu beş duygu dışında beni etkileyen, şimşek gibi keskin ve gelip geçici, ama bana hükmeden açıklaması olanaksız etkiler, bütün bunlar ne yazık ki, senin kolaylıkla ‘psikolojik bir hal’ olarak sınıflayabileceğin ve üstelik, benim sana itiraf ve emanet ettiğim o karakter özelliği yüzünden benim yaradılışımdan getirdiğim içgüdülerle dış dünyanın ahlak ve gelenekleri arasındaki çatışmayla izah etmeye kalkışacağın bir tablo gösteriyor. Ne var ki, bu anlatış beni ilgilendirmez: Söylenmiş, söylenmiştir; sana söylediklerimden keyfince faydalanabilirsin, hatta hakkımda anıtlar kadar büyük yanlışlara düşmek pahasına bile olsa. Sana gerçeği keşfettirebilecek bütün bilgileri, senin bu bilgilerden hareket ederek büyük yanlışlara varacağını bile bile sana vermekten mutluluk duyduğumu itiraf ederim.
“Sana yazışımın gerçek nedenine gelelim. Burada gülmem o kadar güçleniyor ki, kalem elimden düşüyor. Gülmekten ağlıyorum! Yalnızca usulca gözlerimi değdirmeye cesaret edebildiğim, utançtan olduğu kadar da saygıdan kendi kendimle bile konuşamadığım bir konuyu basit ve ortalamalı sözcüklerle dile getireceğim ve sana söyleyeceğim bunları, bu sözcükler mavi mektup kâğıtlarının üzerinde kalacak, on yıl sonra sen, eğlenmek istediğin zaman okuyacaksın. Sanırım böyle yaparak kendime karşı saygısızca davranmış oluyorum, hem de en affedilmeyecek bir saygısızlık bu. Ama ben göze aldım bunu da, sana geri kalanlarla birlikte bunu da veriyorum: Saygısızlık insanoğlunu güldürür. Kendimde en çok sevdiğim bir şey, eğer onunla bir kere olsun keyfimce alay etmez, onu hor göremezsem, benim için gerçekten bütünüyle değerli, bütünüyle vazgeçilmez bir nitelik haline gelemez. Şu halde yeni inancımla güldüreceğim seni, yeni inancımla alay ettireceğim; kendimde, içimde, olanca büyüklüğü ile seni geçecek, ama gene de senin elinin altında olmakta devam edecek alay edilmiş, hor görülmüş bir inancı yaşatacağım. Burada beni ağırlığı ile ezen, yıldıran her neyse, orada senin elinde, senin anlayışsızlığın ve saygısızlığın oranında yoğrulacak, kalıba dökülecek. Sana şunu hatırlatmak isterim: Bu mektubu okurken gülebilirsin, ama ben seni geçmiş, ardımda bırakmış oluyorum; çünkü ben güldüm Mathieu, gülüyorum, senden önce gülüyorum: İnsan kalıbındaki Tanrı, o bütün insanlardan üstün ve bütün insanlarca hor görülen, alay edilen Tanrı, çarmıha gerili ağzı açık, yemyeşil olmuş yüzüyle, çevresini dolduran alayların ağırlığı altında bir balık kadar dilsiz; bundan daha gülünç ne olabilir? Hadi, hadi, ne yaparsan yap, istediğin kadar gül; buna, gözlerinden tatlı yaşlar akıtacak kadar gülen ilk sen olmayacaksın.
“Sözcükler ne yapabilir, görelim şimdi. Önce sana, bugüne dek asla kendimi bilememiş, asla kendimi tanıyamamış olduğumu söyleyeceğim, bilmem, beni anlayacak mısın? Ayıplarım ve değerlerim var, başım, hep bunlardan yukarıda, görmeme ya da kendimi bütünümle seyredebilmek için kendimden iki adım geri çekilmeme olanak yok. Sonra, bende, içimde, bilmem nasıl bir aldatıcı inançla, sözcüklerin içinde gömülüp kaldığı yumuşak, kımıldayan bir tuhaf maddeden yapılmış olduğum gibi bir his var: Kendime bir ad vermeye davrandığım an, daha o anda, ad verilenle adı veren birbirine karışıyor, birleşiyor ve her şey yeniden, çözülmesi gereken bir bilin meyen oluveriyor. Çoğu zaman kendimden nefret etmeyi denedim, bunun için yeteri kadar neden bulunduğunu benim kadar bilirsin sen de. Ama bu nefret, kendi benliğime giydirmeye davrandığım an o karşı koymaz yumuşaklıkta boğuldu, yok oldu; daha o anda nefretim bir anı, bir uzak geçmiş olmuştu bile. Kendimi sevmeme de olanak yok, olanak olmadığını o kadar iyi biliyorum ki, denemedim, denemeyi düşünmedim. Ama ne olursa olsun, ben, sonsuzluğa dek ben olmak zorundaydım; ben kendi sırtımda bir yüktüm. Çok da ağır bir yük değil, hiçbir zaman yeteri kadar ağır bir yük olmadım.
“Bir saniye, kısacık bir saniye, sana açılmaktan mutluluk duyduğum o haziran gecesi, senin şaşkınlıktan büyüyen gözlerinde kendime dokunabildiğimi sanmıştım. Sen beni görüyordun, ben senin gözlerinde katı bir maddeydim, elle tutulabilir bir madde; hareketlerim ve ruh hallerim senin gözünde sınırları ve yapısı belli, bilinen bir ana maddenin değişen şartlarından ibaretti. Bu ana maddeyi sen benim aracılığımla tanımıştın, sana sözcüklerimle onu ben anlatmış, tarif etmiştim sana, sana bilmediğim gerçeklerimi fısıldamıştım ve sen bu gerçeklerle, o gerçeklerin ardında gizli maddeyi görebilmiştin. Ama gene de onu gören sendin, ben yalnızca senin, o ben’i görebildiğini görüyordum. Bir zamanlar sen, kendi tanıdığım ben’le bendeki saklı ben arasında bir uzlaştırıcı ve bunun için de benim gözümde dünyadaki en değerli, en vazgeçilmez varlıktın. Sen beni, olduğum gibi, hayır, olmayı istediğim gibi, sağlam, dengeli ve yalın bir varlık olarak görebiliyordun. Çünkü, sonunda, ben varım, var olmakta devam ediyorum, varlığımı hissetmesem de varım; insanın kendinde yalnızca böylesine kanıtsız bir kesinlik, böylesine maddesiz bir gurur bulması, yalnızca bunları bulması kadar öldürücü bir azap olamaz. O zaman anladım ki, insanın kendine erişebilmesi için, bir başkasının yargısından, bir başkasının nefretinden başka yol yoktur. Bir başkasının sevgisi de olabilirdi, ama sevginin yeri yoktu burada. Bu keşfim için kendimi sana her zaman borçlu hissettim Mathieu. Bugün, ilişkimize ne ad verdiğini bilmiyorum. Dostluk demiyorsun sanırım, ama nefret de diyemezsin. Diyelim ki aramızda bir ceset var: benim cesedim.
“Marcelle’le Sauveterre’e geldiğim zaman işte bu ruh hali içindeydim. Bazen sana dönmek arzusu beni kemiriyordu, bazen hırsla seni öldürmeyi tasarlıyordum. Ama bir gün, birden, ilişkimizdeki karşılıklı alışverişi gördüm. Ben olmasaydım sen, tıpkı benim, kendimle yalnız kaldığım zaman olduğum gibi bir karşı konulmaz yumuşaklıktan ibaret kalırdın. Sen, benim bilincimden geçerek kendini, gerçekte olduğun gibi çoğu zaman büyük bir şaşkınlıkla görebiliyor, keşfedebiliyordun: Beyni biraz kısır bir akılcı, görünüşüyle kendine güvenen, ama aslında, derinde kuşkucu, kararsız; kendi mantığının damgasını yemiş her şey hakkında sonuna kadar iyi niyetli, ama geri kalanlar karşısında kör ve yalancı; kendini güvenceye almak kaygısıyla akılcı, öylesini beğendiği için duygulu, ten zevkleriyle çok az ilgili: tek sözle ölçülü, kararlı, heyecansız bir aydın, orta sınıflarımızın az bulunur bir temsilcisi. Gerçek olan şu ki, ben senin aracılığın olmadan nasıl kendime erişemiyorsam, sen de kendini bulmak, kendini tanımak için bana muhtaçsın. Ve o zaman bizi gördüm, kendimizi: yokluklarını birbirine destek yaparak, iki yokluğu birbiriyle payandalayarak ayakta durmaya çabalayan iki insan! Ve ilk kez, o her şeyi tutuşturan derin ve dopdolu gülüşle güldüm o gün. Sonra hemen ardından oldukça karanlık bir ilgisizliğe gömüldüm, öylesine bir ilgisizlik ki birden, geçen haziran ayında göze almaya yemin ettiğim ve bana suçlarımın bedeli gibi görünmüş olan özveri, birden, beni korkutacak, dehşete düşürecek kadar kolay, öylesine katlanılabilir, öylesine basit, sıradan bir eylem olarak göründü gözüme; gerçeği keşfetmiştim. Ama burada susmak zorundayım: Marcelle’den gülmeksizin söz etmeme olanak yok, senin bu konuda bir çeşit saygıyla susacağını biliyorum, seninle birlikte gülemeyiz bu konuda. Ve işte o zaman, o inanılmaz, o en çılgın şans elini uzatıverdi bana. Tanrı beni görüyor, Mathieu; hissediyorum bunu, biliyorum. İşte böyle: Her şey bir solukta söylendi, bitti. Şimdi senin yanında olmak isterdim; mümkün olsa, senin yanında olmak ve seni uzun süre oyalayacak olan o açık alayı seyrederek daha da güçle karara varmak isterdim.
“Şimdilik bu kadar. İkimiz de bol bol güldük: Öyküye devam ediyorum. Kuşkusuz senin de bir metroda, bir tiyatronun salonunda, bir vagonda birinin arkandan baktığı hissine kapıldığın olmuştur. Birden dönüp bakarsın, ama o meraklı bakışın sahibi çoktan burnunu kitabının yaprakları arasına sokmuştur bile; seni kimin gözlediğini anlayamazsın. Az önce durduğun biçimde dönersin, ama bilirsin ki, o bilinmedik kişi gözlerini kaldırmıştır gene, bakışı bütün sırtında incecik bir karıncalanma halinde hissedersin, bütün dokularının aynı anda ve çabucak kasılıvermesi gibi bir histir bu. İşte ben, 26 Eylül günü, öğleden sonra saat üçte, otelin bahçesinde bu hissi duydum. Ve hiç kimse yoktu çevremde, anlıyor musun Mathieu, kimse yoktu. Ama bakış oradaydı, yanımda, üzerimde.
“Beni anlamaya çalış: Göremedim, yakalayamadım onu, ani bir gelip geçişte bir profilin, bir burnun, bir çift gözün yakalanıverişi gibi ele geçiremedim onu, göremedim; ama onun temel niteliği bu değil mi zaten? Görülememek, bir bakışla yakalanamamak. Yalnızca kapandığımı, yoğunlaştığımı duydum, aynı zamanda cam gibi saydam ve donuk, hatta kördüm; bir bakışının önünde vardım ben. O andan bu yana, hep o tanığın bakışlarının altında yaşıyorum.
Tanık önündeyim, hatta kapalı, kilitli odamda bile: Çoğu zaman, o müthiş kılıcın ruhumu boydan boya delip geçtiğini bilmek, o tanığın gözleri önünde uyumak, dehşete düşürüyor, uyursam, korkuyla uyandırıyordu beni. Daha doğrusu, itiraf etmeliyim ki, uyuyamaz olmuştum. Ah! Mathieu, ne keşif bu! Beni görüyorlardı, ben kendimi gerçeğimle tanımak için çırpınıyordum, her noktamla akıp gittiğime inanıyordum, senin iyi niyetli aracılığını arıyordum kendimi görmek için, oysa bu sırada beni görüyorlardı, biri beni görüyordu, bakış oradaydı, dokunulmaz, hükmedilmez, görünmez bir çelik gibi. Sen de, küstahça gülen, sen de, seni de görüyor. Ne var ki, sen bilmiyorsun bunu. Şunu söyleyeyim ki, Bakış’a katlanmak kolay olmadı benim için: Çünkü o bir hiçlik; o bir yokluk; bak: En karanlık, en siyah bir geceyi düşün. Sana bakan, o karanlık, siyah gece. Pırıl pırıl gece; apaydınlık gece; gündüzün gizli gecesi. Her yanımda o karanlık gece pırıl pırıl; her yanımda, ellerimde, gözlerimde, kalbimin içinde pırıl pırıl ve ben onu göremiyordum. Bu aralıksız, bu benim irademin dışındaki aralıksız sokulma beni dehşete düşürüyordu; bilirsin, en eski, en inatçı hayalim görünmez olmaktı; yüzlerce kez, ne yeryüzünde, ne insanların ruhunda, hiç, hiçbir iz bırakmadan yaşamayı istemişimdir. Birden, kaçmama, kurtulmama olanak vermeyen bir sınırsız ortam gibi o bakışı çevremde bulmak korkunç bir şeydi. Korkutucu. Ama öylesine de huzur verici. Sonunda ben olduğumu biliyorum. Peygamberinizin o suçlu ve budala tümcesini, o bana ne kadar acı çektirmiş olan; ‘Düşünüyorum, şu halde varım,’ tümcesini bana acı çektirmiş diyorum, çünkü düşündüğüm sürece kendi varlığımdan kuşku duydum keyfimce ve senin uzaktaki öfkene karşın değiştiriyorum ve şöyle diyorum: ‘Görülüyorum, şu halde varım.’
Yaşamımın koyu, kıvamlı akışından sorumlu değilim: Beni gören yaratıyor beni; ben, onun beni gördüğü kalıbımla varım, beni nasıl görüyorsa öyleyim. Gecelere özgü ve ölümsüz yüzümü geceye çeviriyor, bir başkaldırma, bir isyan halinde dimdik duruyorum karşısında, Tanrı’ya, ‘İşte, buradayım!’ diyorum. Buradayım, senin beni gördüğün gibi, ben, olduğum gibi! Kim olabilirim? Sen beni tanıyorsun, ben kendimi tanımıyorum. Kendime katlanmak tan öte ne yapabilirim? Ve sen, bakışı sonsuzluğa dek benden gizlenen, sen bana katlanacaksın. Mathieu, ne haz ve ne işkence! Sonunda kendim olabilmek için değişiyorum. Benden nefret ediyorlar, beni hor görüyorlar, bana katlanıyorlar, bir varlık, bir var oluş, sonsuzluğa dek ben olmam için yardım ediyor bana. Ben sonsuzum ve sonsuzluğa dek suçluyum. Ama benim Mathieu, benim! Tanrı’nın ve insanların karşısında, benim! Ecce homo.
13 notes
·
View notes
Text
“Okuduğum ve okumayı bekleyen bütün kitaplar olmayı umduğum insanı yaratmaya, biçimlendirmeye çalışmaktan bitap düşmüşlerdi”
Gülünç Geçmiş-Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme
10 notes
·
View notes
Text
"Bir insan ne kadar bilge olursa olsun," dedi, "gençliğinin bir döneminde, mutlaka, hatırlamaktan hoşlanmadığı, yok olmasını isteyeceği sözler söylemiş, hatta bir yaşam tarzı benimsemiştir. Ama bundan ötürü kesinlikle pişmanlık duymamalıdır; çünkü (bilgeliğin mümkün olduğu ölçüde) bilgeliğe ulaştığından emin olabilmesi için, bu son safhadan önceki bütün gülünç veya iğrenç aşamalardan geçmiş olması gerekir. Ortaokul çağından itibaren öğretmenlerinden zihin soyluluğunu, manevi zarafeti öğrenen bazı gençler var, seçkin kimselerin çocukları ve torunları var, biliyorum. Onların, belki hayatlarından kesip atacakları hiçbir şey yoktur; her söylediklerini yayınlayabilir, altına imza atabilirler; ne var ki bunlar yoksul zihinlerdir, liberal muhafazakârların güçsüz torunlarıdırlar, bilgelikleri olumsuz ve kısırdır. Bilgelik dışarıdan alınmaz; onu, bizim adımıza kimsenin katedemeyeceği bir mesafeyi aştıktan sonra, kendimiz bulmak zorundayızdır; çünkü bilgelik, olaylara, dünyaya bir bakış açısıdır. Hayran olduğunuz hayatlar, soylu bulduğunuz tavırlar, ailenin babası veya öğretmen tarafından tanzim edilmemiştir; çok farklı başlangıçları olmuştur; etraflarında hüküm süren kötülük ve bayağılıktan etkilenmişlerdir. Bir mücadeleyi ve zaferi temsil ederler. Gençlik dönemindeki bir halimizin suretinin tanınmaz olmasını, ne olursa olsun, hoşa gitmemesini anlıyorum. Bununla birlikte, inkâr edilmemesi gerekir; çünkü gerçekten yaşadığımıza, hayatın ve zihnin yasalarına uygun şekilde, hayatın, eğer ressamsak atölye hayatının ve sanatçı çevrelerinin sıradan unsurlarından, onları aşan bir şey çıkardığımıza dair bir kanıttır."
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Marcel Proust
7 notes
·
View notes
Text
Plaj İnsanları
Plajlarda güne başlamak pekte iyi bir fikir değil aslında. Kıllı adamlar ve önlerinde sarkan göbeğe rağmen yüzlerindeki gurur ve gülüşlerine yansımış kibrin iziyle birlikte güne başlamak biraz onur kırıcı. Hele birde zorla çalıştırılıyormuş gibi tavırlar sergileyen otel personelini de işin içine katınca tuzlu suyun verdiği serinlik ve rahatlama hissi kısa sürüyor.
İnsanları geçmişte anlamıyordum ama artık anlayabiliyorum. Tüm memnuniyetsizliklerinin nedeni asla tatmin olmuş hissetmediklerinden kaynaklanıyor. Arzuladıkları şeyler var. Ancak elde ettikleri ile arzuladıkları aynı paralelde gitmiyor çoğu zaman. Bu da hazzın yarım kalmasına neden oluyor. Yarım kalan haz bir sonraki arzulama sırasında birikip diğer hazla karışarak daha fazla doyum almayı bekliyor. Ama bir sonrakinde gelen tatmin olmama duygusu psikolojik bir çöküntü hissine neden oluyor. Bu da isyankar tavırları açıklıyor.
Kibir ise başka bir konu. Elde ettiği hazzı onurlandırma biçimi bir bakıma. Sabahları suratlara yansımış o korkunç sırıtış aslında içeride yatan tüm gerçekliği açığa çıkarıyor. Boru gibi egoistiz lan. Her sabah bunu suratlarımızda görebiliriz. Kimse münzevi değil. Herkes rol kesiyor. Hazzını karşılamış birey suratına rahatlamanın verdiği kibri takıyor ve poz kesmeye başlıyor. Dünya kendi etrafında dönüyorcasına aheste tavırlarla etrafta dolanıyor.
Plajlar her gün böyle insanlarla dolu. Tek dertleri tatmin olmuş hissetmek isteyen insanlarla dolu olan bir sirk gibi. Öyle küçük bir kapları var ki çoğunun yeni deneyimlere bile kapalılar aynı zamanda. Hem "iyi" ve "mutlu" hissetmek istiyorsun hemde yeni gelecek mutluluk deneyiminden korkup kaçıyorsun. Neden? Çünkü tatlı konforun bozulur kabının dışına çıkarsan. Ya geri dönüp baktığında eski konumun olmazsa. Geçmişe dayalı bir ego onların ki.
Sınırları olan egoistlerdir plaj insanları. Özgüvenleri ve cesareti olmayan insanlar. Ama buna rağmen kibirli olabiliyor oluşları öyle gülünç ki. Deniz varken bir bardak suda serinlemek gibi bir durum bunların ki...
Ne demiş Eddie Vedder;
İnsanlık, sen çılgın bir türsün,
Umarım yalnız değilsindir, bensiz.
Yanlız Eddie deki ego ise bambaşka bir boyutta, kendi kibri onu narsistleştirmiş. Orası da ayrı bir konu. :):)
#ego#kibir#didim#altınkum#deneme#didyma#edebi yazılar#edebiyat#mood#yazı#art#alıntı#güzel yazılar#güzel sözler#makale#okuma notları#holiday#kişiselgelişim#blog#bloggler#toplum
7 notes
·
View notes
Note
Başkalaşan Aşk
Adını anmak güzeldi,
dost ağızlarda sana dair cümlelerin
ıslatılması...
Adını anmak...
Yüksek sesle, kimsesiz gecelerin düşsel
avuntularına sırt çevirip senden söz açmak...
Biraz gülünç, biraz sitemkar...
güzeldi...
Adının Türkçedeki yankısı özeldi...
Seninle yoğurt yemek, kendi Kanlıcanlı,
Sülalesi Kandilli yoğurtçunun mekanında...
Denize amors durup, yüzüne
cepheden bakmak güneşli bir mavilikte....
güzeldi..
İpe sapa konuşlanmaz bahanelerle elini tutmak,
yüzünde
Yüzyıllık bir hasreti gidermek güzeldi...
Güzeldi'li geçmiş zamanları düşünüyorum
şimdi...
Cümlelerimiz öznesiz...Umursayan yok,
Kanlıca'daki yoğurdu...
ve eşikteki öpücük, tarih bilinci olmayan bir
aşkın mührüdür artık...
Yılmaz Erdogan
günün güzel geçsin 🌼🧡
günaydın🤍🦋
3 notes
·
View notes
Text
Evlenme Teklifi - Nişan
1. Haber
Şaşkın Damat
Türk sinemasında komedi modasının getirdiği yıldızlardan birisi de Kemal Sunal. Başarılı komedyen Salako'dan sonra «Şaşkın Damat» da yine başrol oynuyor. Aslında şaşkın maşkın değil, bal gibi salak bir damat Sunal...
Türk sinemasının komediye yönelik filmler yapmaya başlamasından yana ortaya seyircinin büyük sempatisini toplayan bir komedyen çıktı. Adı Kemal Sunal... Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Halit Akçatepe üçlüsü ile çevirdiği filmlerin yanısıra ilk kez «Salako» da başrolde görünen sanatçı şu sıralarda yeni filmine başladı. Adi «Şaşkın Damat»...
Evet filmin adı «Şaşkın Damat> ama sanatçı bakın ne diyor:
– «Ne şaşkını kardeşim... Düpedüz salak damatı oynuyorum.»
Hani yalan da sayılmaz... Ve sözü dilerseniz yine ünlü komedyene bırakalım:
– «Seyircinin gözünde bir kez salak damgasını yedik. Eee filmlerde de salak tipini canlandırmazsak olmaz. Bakın bu filmde neler geliyor başıma... Zengin bir evde bahçivanım. Evin kızı ise ailesine karşı mutaasıp görünen oysa açık saçıp partiler veren bizim Meral Zeren. Ben cahil kafamın kurbanı olarak o kıza aşık oluyorum. Aman nereden de aşık oluyorum. Neyse günün birinde bir eve davet ediyorlar beni... Tabii benimle alay edip gülmek için. Bir de ne göreyim... Herkesin elinde bir tas eritilmiş çukulata, birbirlerinin suratlarına sürüyorlar. Eee biz de az çok çukulatayı severiz yani... Alıp yemeğe başlıyorum. Meğerse o eritilmiş çukulata yenmek için değilmiş de birbirlerinin suratlarına sürmeleri içinmiş... Bir sürü genç kız ve erkek başlıyorlar gülmeğe... Sonra da bizim patron çıkageliyor. Eee iste ondan sonrasını da hiç sormayın daha iyi... Tabii kıyamet kopuyor.>>
«Şaşkın Damat da Kemal Sunal ve Meral Zeren'den başka Bülent Kayabaş da var. Örnek Film adına çekilen filmin yönetmeni Zeki Ökten.
ŞAŞKIN DAMAT» — Meral Zeren'le dördüncü kez bir araya gelen ünlü komedyen Kemal Sunal, «Ben Salak... Bu da benim sevgilim» diyerek
kadın oyuncuyla objektifimize poz verdi.
Bir komedi filminden amaç, insanları karanlık bir salona toplayıp onların 1,5 saatini hoşça geçirmelerini sağ la maksa, "Şaşkın Damat" ama cina tam ulaşan, hedefi ön iki - den vuran bir filmdir.
Guere schi'nin eserinden yola çıkılan, birçok çıkarma ve eklemeler yapılan konu, yıllardır göre göre alıştığımız sempatik tipler üzerinde kurulu: Saf delikanlı, güzel kız, geleneklere bağlı zengin amca, ... Zengin amca, yeğenini saf delikanlıya verecek, bu arada yakışıklı delikanlı devreye girecek, aile onu zengin sanıp amcadan yüz çevirecek, delikanlının para peşinde olduğu anlaşılınca herkes yüz - geri edip amcaya dönecektir. Bu hengame arasında da kız, bunca zamandır tanıdığı saf delikanlı ile ilişkilerini düşünecek, "ihtida edip' ona dönecektir. Sadık Şendil bu öyküyü "pekala" yazmış, Zeki Ökten de elindeki senaryoyu akıcı bir sinema diliyle perdeye getirmiş. Buraya kadar iyi...
2. Haber
Bu sinema sezonunun, en çok hasılat yapan filmleri arasında. "Salako" üçüncü sırada yer alıyor. Başrolünü Kemal Sunal'ın oynadığı bu filmde sanatçı aptal bir eşkiya olmuştu. "Salako" toplam 465 bin lira hasılat yaptı.
ARTIK kimse aksini iddia edemez. Türk sinemasın
da bu yıl ne avantürlerin, ne aşk hikâyelerinin, ne de tarihi filmlerin sözü geçiyor. Komedinin altın yılı kesinlikle kabul edildi. Arkadaş haricinde beş yüz bin liralık barajı sadece üç komedi filmi yaptı. i Kötü başlayan sinema sezonu kötü devam ediyor. Büyük umutların bağlandığı filmler birer ikişer dökülüyor. Sadece ve sadece komedi filmleri yapan yapımcıların yüzü gülüyor. Sezon başında halkı sinemaya çekmek için komedide karar kılan yapımcılar kârlı çıktı. Şimdi tüm yapımcılar bu yolu deniyor. Bütün bunlar bizim şahsi görüşümüz değil. Filmlerin hasılat durumları ortaya koyuyor. Örneğin bu yıl “Arkadaş” filminden sonra en çok hasılat getiren üç film de komedi. İki milyona yakın bir hasılat toplayan “Arkadaş” istisna tutulursa, “Köyden İndim Şehire” birinci sırada. Başrollerini “Devekuşu Kabare Tiyatrosu"nun üç ünlü komedyeni Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal ve Halit Akçatepe ile Meral Zeren'in paylaştığı bu film, İstanbul'da 10 sinemada bir hafta boyunca 676 bin lira topladı. Bu yüzden de uzun süredir ağlayan sinemacıları biraz güldürdü. Filmi yapan Arzu Film'e sinemacıların hediyeler yağdırdığını da hemen belirtelim.
Aynı ekibin filmleri
Yılın ikinci büyük komedi filmi Emel Sayın ve Tarık Akan'ın başrolünü paylaştığı “Mavi Boncuk” oldu. 590 bin lira toplayan bu filmde, yine Zeki Alasya ve Metin Akpınar'ın büyük emeği olduğunu söyleyelim. Ekip çalışması ile başarıdan başarıya koşan bu komedyenlerin hasılat getiren başka filmleri de vardır.
Üçüncü sırada ise Kemal Sunal'ın tek başına kazandığı başarıyı görüyoruz. “Salako” filmi ile sinemaya bir yenilik getiren Sunal, aptal eşkiya olmuştu bu filmde. Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Salako 465 bin lira topladı. Ama Anadolu'da diğer iki filmle at başı gitti.
Bir tesadüf mü, yoksa bilinçli bir olay mı bilemeyeceğiz, bu üç film de aynı şirketin filmi olup, ikisini Ertem Eğilmez yönetmişti.
3. Haber
Emel Sayın'ı güpegündüz, kaçırdılar. Evet, evet tanıdığımız, bildiğimiz ünlü şarkici Emel Sayin'.... Tank, Münir, Halit, Zeki, Kemal, Metin adında 6 kafadar bu işi niye yapti dersiniz?
Yazı ve Fotoğraflar: Turan AKSOY
Altı kafadar kendilerine yapılanı hazmedememişti bir türlü. Herkes Öfkesini, fikrini söyleyerek yatıştımaya çalışıyordu. Hepsinin tek düşüncesi, yedikleri dayağın öcünü almaktı. «Gazinosunu yakalım.” dedi biri. Diğeri yeni bir alternatif getirdi bu fikre:
- Hayır, biz de onu döğelim.
- Hem döğelim, hem yakalım herifin gazinosunu. Adam kazıklayıp sonra da döğdürmek nasıl olurmuş görsün gününü, dedi bir başkası.
- «Olmaz, olmaz! Gazino sahibini döğemeyiz. Bir sürü adamı var. Gazinoyu da yakamayız. Bi yakalanırsak yandık demektir.
- «Assolistini kaçıralım. Emel Sayın'ı kaçırdık mı, adamın gazinosuna müşteri gitmez ve zarar eder.
- Hah, bu güzel fikir. Üstelik bir defa Fidye istoriz. Bi 100 bin lira aldık me, gazinocudan, bizde bi gezino açar, ona rakip oluruz.
Bu altı kafadar işte bu niyetle Emel Sayın'ı evinden kaçırmak üzere harekete geçerler. «Emel Sayın'ı niye kaçırdılar?» diyeceksiniz. Napsin garibanlar.. Kırk yılda birçok sevdikleri Emel Sayın'ı çalıştığı gazinoda dinlemeye kalkışmışlar ama sonunda hesap pusulasının altından kalkamamışlar. Gazino patronu onları bir güzel döğdürmüş. Onun için hinçlanmışlar gazino patronuna. Intikamlarını da yukarıda okuduğunuz gibi, Emel Sayın'ı bir halının içine sarıp, kaçırıp fidye istemekle almaya yeltenmişler. Yeltenmişler ama
öyle şeyler başlarından geçmiş ki sormayın.
Arzu Film adına Ertem Eğilmez yönetiminde çekilen Mavi Boncuk ta Emel Sayın, şarkıcı Emel Sayın'ı oynuyor. Ya diğer altı kafadar? Başta Tarık Akan var.. «Yalancı Yarim den bir sene sonra tekrar Emel Sayın'la başrolü bölüşen Tarık Akan.. Ötekiler de, Arzu Film'in değişmez kadrosu. Kahkaha makineleri Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe ve Kemal Sunal.
Sanatçıların hepsi, elbirliğiyle, ilgili ve de yetkili görünen makamların bir türlü halledemediği bir konuyu; halka ucuz eğlence vaad eden gazinocuları hicveden komedi türü bir filmle anlatmaya çalışıyorlar.
4. Haber
Devekuşu KABARE Tiyatrosunda oynarken,
«Salak Milyoner» filmiyle Yeşilçam'da şansı birdenbire açılan ve «SALAKO»yla şöhretini perçinleyen Kemal Sunal,son filmi «HABABAM SINIFI»nda kılıktan kılığa girdi ve adeta kılık değiştirme şampiyonu oldu. Hele Sunal'ın mikrofonda bir Ali Rıza Bin boğayı taklit etmesi vardı ki, doğrusu görülmeye değerdi. Ünlü komedyen «YARINLAR» isimli şarkıyı tıpkı sempatik sanatçı Ali Rıza Binboğa'ya aratmayacak şekilde söyledi ve bir şarkılık konserinin sonunda, sette bulunanlar tarafından bol bol alkışlandı.
TEKLİF VAR...
Günün sürprizi, sette bulunan bir plâkcinin Kemal Sunal'a, «Yarınlar» plâga okumasını teklif etmesi oldu. Oysa ki, cazip teklif Sunal tarafından kabul edilmedi ve nedenleri şöyle belirtildi:
«Ali Rıza Binboğa, takdir ettiğim bir sanatçıdır. Plâklarda onu kopya ederek ona rakip olmayı ve onun sırtından para kazanmayı düşünemem.>>
«HABABAM SINIFI»nın gala gecesine Ali Rıza Binboğa'yı davet eden Kemal SUNAL, baştan sona kadar gülünç sahnelerle dolu olan filmi sık sık kahkaha atarak seyrettiler.
5. Haber
Haylazlıkta eşi yoktur onun…
Çek kulağını hoca!..
Halen çekimine devam edilen ünlü “Hababam Sınıfında Tarık Akan başrolde.İnek Şaban'ı da Kemal Sunal canlandırıyor.
Rıfat Ilgaz'ın ünlü eseri "Hababam Sınıfı", mizah dergisinin satırlarından kurtulup, baskısı beş kez yapılan kitap ve geçtiğimiz yıllar içinde bol kahkahalar arasında sergilenen “Tiyatro oyunluğu" döneminden sonra, şimdi de film haline getiriliyor.Yönetmenliğini Ertem Eğilmez'in yaptığı"Hababam Sınıfı"nın kadrosu hayli ilginç. Komedi filmlerinde "Güldürü makineleri" olarak sıfatlandırılan sanatçıların yer aldığı bu seferki "Habam Sınıfı''nı şöyle sıralayabiliriz:
Tarık Akan Damat Ferit" oluyor. Kemal Sunal "İnek Şaban", Halit Akçatepe “Güdük Necmi". Bülent ığdıroğlu “Kalem Şakir". Bülent Onaran “Palamut Recep", Cem Gürdap “Tulum Hayri", Ahmet Arıman "Hayta İsmail". Ve müdür yardımcısı "Kel Mahmut'' rolünde de kahkaha makinelerinden biri. yılların sanatçısı Münir Özkul var. Hademeyi de Adile Naşit oynuyor.
Lütfen şöyle bir hatırlayınız og. rencilik günlerinizi. Akıllı-uslu öğrencilerin yanı sıra, “Haylazlar takımı" denen bir grup da yok muydu sınıfınızda? Ama bu "Hababam Sınıfı" ismi üstünde. baştan aşağı “Haylazlar takımı!”
Hocaya ders yaptırmamak, o beylik öğrenci deyimiyle “Dersi kaynatmak" için ne mümkünse, ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Örneğin sınıfa giren bir kedi, dersin kesilmesine. sözümüz şimdiki boykotlardan dışarı dersin boykot edilmesine neden oluyor. Ne kulak çekmeler, ne tek ayak üstünde durma cezaları, hiç biri para etmiyor!
İstediği kadar asılsın müdür yardımcısı "Kel Mahmut Damat Ferit'in kulağına. İstediği kadar not kırsın, istediği kadar kel kafası atsın. Yerinde terter tepinsin "Kel Mahmut" "Hababam Sınıfı" haylazlığından. "Hababam'liğından geri kalmıyor.
Yönetmenin deyişine göre. "Hababam Sınıfı" şimdiye dek yapılan en kahkahali filmlerin en kahkahalısı oluyor. Ve bize de bu yazının sonunda bekleyelim ve görelim demek düşüyor.
6. Haber
Tarık Akan "Damat Ferit", Kemal Sunal "inek Şaban", Halit Akçatepe "Güdük Necmi", Bülent Iğdıroğlu "Kalem Şakir", Bülent Onaran "Palamut Recep", Cem Gürdap "Tulum Hayri", Ahmet Arıman "Hayta İsmail" ve müdür yardımcısı Münir Özkul "Kel Mahmut" rolünde herkesi kahkahaya boğacaklar..(Fotoğraf: Sedat Dizici)
7. Haber
ÖNCE. bir gürültü koptu sınıfta.. Sonra bağrışmalar,
feryatlar.. Öğrencilerin hepsi yerinden fırlamış, sağa sola koşuşuyordu. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor, kimi "asalım" diyor, kimi "keselim" diye haykırıyordu. Müdür bile sınıftan içeri girmeye cesaret edemiyordu. Söylenenlere göre boykot vardı azılılar sınıfında..
Aslında, bu bildiğiniz boykotlardan değildi. Hele son yıllarda inoda olan üniversiteli öğrencilerin boykotlarına hiç mi hiç benzemiyordu. Ortada bir sağ-sol çatışmasından eser yoktu. Olanlar, sadece ünlü Hababam Sınıfının kendine özgü boykotlarından biriydi. Boykotun sebebi de hayli ilginçti: Sınıfa kedi girmişti.
MİZAH TEFRİKASINDAN
OYUNA, SONRA FİLME...
"Hababam Sınıfı"nın beyaz perdedeki macerası böyle başlıyor işte. Bildiğiniz gibi, bu, mizah yazarı Rıfat Ilgaz'ın en çok okunan eseri. Önce bir mizah dergisinde tefrika halinde çıkan “Hababam Sınıfı” daha sonra kitap halinde yayınlandı. Bugüne kadar beş defa basıldı. Geçtiğimiz yıllarda tiyatro olarak da sahnelenen eser, 1975 yılında Yeşilçam'da komedilere rağbet artınca “şimdi de filme alınıyor. Yönetmenliğini Ertem Eğilmez'in yaptığı filmin oyuncu kadrosunun çoğunluğu, beyazperde ile ilişkisi olmayan gençlerden meydana geliyor. Ünlülerden yalnız dört isim var: Tarık Akan, Kemal Sunal, Halit Akçatepe ve Münir Özkul.
“HABABAM SINIFINA VE KENDİME GÜVENİYORUM”
Ertem Eğilmez, eseri iddialı olarak filme alıyor. Hem eserin gücü, hem de son zamanlarda onda uyanan bir şeyler yapmak arzusunun bir sonucu bu. Eğilmez: “Bu filimle festivallere katılmak arzusundayım” diyor... “Esere ve kendime güveniyorum."
3 notes
·
View notes
Text
Mindfulness
Herkese merhaba, bu benim ilk yazım ve bu yazımda bugün katıldığım verimli bir etkinlikten aldığım notları paylaşmak isterim :’) Mindfulness bildiğiniz üzere son dönemlere damga vuran önemli konulardan biri, bu kelimeyi duyunca insanın aklına “bilinçlenme, farkındalık” gibi klişe tanımlayıcı kelimeler geliyor. Meditasyon ve yoga ile zihnin açıldığının herkes az çok farkında. Her şeyden çabuk sıkılan bir insan olarak bunları yapmak açıkçası bana gülünç geliyor ya da geliyordu. Bugün dinlediğim bir etkinlikte uzun uzun bu konu hakkında konuşuldu...ve çıkardığım birkaç notu sizinle paylaşmak istedim...
Yaşama başlarken nefes alıyoruz, yaşamdan göçüp giderken de...Yaşam sürecimizde hayatın basamaklarını bir bir çıkıyoruz, bazen ayağımız takılıyor, merdivenimizden düşüyoruz, bazen de merdiveni hoplaya zıplaya bir yükselişle çıkıyoruz. Size sormak istiyorum, bu merdivenin sonu var mı? Ne zaman yukarılarda, ne zaman ortalarda, ne zaman da aşağılardayız, nasıl anlıyorsunuz?
Peki...Benliğimizi beden ve hafıza olarak ikiye mi ayırıyoruz yoksa zaten bedenimizin bir hafızası var mıdır? Gezen her daim zihin ama anı yaşayan ise daima beden midir? Eğer bedenimizin hafızası varsa sürekli içimizden geçen tüm şeyler onun bizimle konuşma şekli midir? Buna verebileceğimiz cevaplar nelerdir?
Zihnimizin %52′si geçmiş ve gelecek zamanda yaşarmış, geçmişte duyduğumuz pişmanlıklardan ve geleceğe olan kaygılardan anı düşünmekten mahrum bırakırmış insan kendini...5 dakika sonra şunu yapacağım demek bile anı unuttururmuş insana...Anın varlığını kavramak, değerinin farkına varmak için illa kötü bir şey mi yaşamak gerekir, gerçekten insanoğlu bu kadar bencil mi? Yanımızda duran insanların değerini bir gün yanımızda olmayınca mı anlayacağız, bu soruyu kendime çok sordum ve bir karar aldım. Yanımdaki insanların kıymetini onlara hissettireceğime dair...
Mindfulness ise “kendini gözlemlemek ve kendinin farkına varmak” olarak tanımlanabilir. İnsan duygu ile düşünür fakat bu duygular artık düşünmesini engellediyse ne yapacaktır? Mindfulness duygu yönetimi konusunda öfkeyi azaltmamıza, duruma sinirli yaklaşmak yerine olayı yargılamadan tespit etmemize olanak sağlar. Evet, bunu daha çok meditasyon yoluyla yaparmış. Ama açıkçası bana daha cezbedici gelen bir diğer yöntem ise; şu an bulunduğunuz yerin yakınında olan herhangi bir nesneyi alın. Bu nesneyi daha önce hiç görmemişçesine, her ayrıntısıyla izleyin, dokunun, kokusu olmasa bile koklayın, kısacası merak edin sanki uzaydan düşmüş ve her şeyiyle yeni bir dünya karşınızda gibi...Bu yöntem çok hoşuma gitti, sadece 1 dakikalığına bile olsa gerçekten tüm ayrıntılarıyla objeyi incelerken yeni şeyler keşfettim. Zihnim odaklandı, düşüncelerim uçtu gitti...
Mindfulness kavramı çevremizde olan biten olayların akışında yumuşak ve şefkatli bir dikkat kazandırırmış bize...yani yumuşakça ve sakince zihin odağımızı artırırmış...Unutmayın ki zihni sessizleştirdiğimiz her faaliyet mindfulness ile alakalı. Bunu hiçbir şey yapmayıp boş boş oturmak olarak algılamayın. En dinlemeniz gereken kişi kendimiziz, artık kendimize odaklanmanın vakti geldi...
Ayrıca insanlar bildikleri yüzünden merak etmeyi bırakırlarmış, bırakın bilmediklerinizden utanmayın, merak edin, sorun, soruşturun, araştırın..Kendi esaretinizi kendiniz yaratmayın!
Bugünlük benden bu kadar, şimdi moduma uygun bir şarkı açmaya gidiyorum, düşünmem gereken şeylerden sıkıldım, yapmam gerekenleri yapmadığım için duyduğum vicdan azabından daha da...Ben yelkenime rüzgarları doldurdum ilerlemeye gidiyorum, peki siz var mısınız?
2 notes
·
View notes
Text
Ucuzluk ve Gününü Gün Etme
Çok öfkeli insanlarız. Eskiden bizimkiler daha da öfkeli insanlarmış ya ... Neden bu kadar öfkeliyiz, neden bu ka dar gözü dönmüş kişileriz, soğukkanlılıkla bir işe sarılıp onu niçin sonuna kadar vardıramıyoruz? Bir arkadaşım var, çok zamandır öfke üstüne konuşuyoruz onunla.
Günlerdir, şu öfke duygusunun altından girdik, üstünden çıktık. Diyor ki, öfke bir kendine güvensizliktir. Öfke çaresizliğin arkasından gelir. Daha da ağır konuşuyor, öfke dünyayı tanımamaktan, bilgisizlikten gelir. Ben burada öfkeyi savunacak, kutsallaştıracak değilim ... Bazı yerlerde arkadaşımın düşüncesine katılıyorsam da, bazı yerlerde onunla birlik olamıyorum. Öfke büyük bir inancın sonucu da olabilir gibime geliyor. Öfke, kör bir duvarla karşılaşan, aydınlığı görmüş insanın öfkesi de olabilir.
Öfke, karmakarışıklıktan da gelebilir.
Her neyse, bizim bugünlerde işimiz öfke. Öfkeyi nere deyse kutsal bir hale getireceğiz. Öfke, işin kötüsü, moda olmaya doğru gidiyor. Öfkeli adam diye, bazı kişileri hoş görüyorlar, zıpırlıklarına sünger de çekiyorlar.
Bana kalırsa öfkemizin sebebini araştırmamız gerek.
Az sonra ben de öfkeyle konuşacağım, diyeceğim ki, şu bizim aydınların çoğu ucuzcu. Bilim adamımız ucuz cu, sanatçımız ucuzcu, politikacımız ucuzcu, emekçile rimiz ucuzcu, tüm toplumumuz ucuzcu ... Biz bir ucuzcu milletiz.
Şöyle bir bakarsak da, bütün bu saydıklarım, doğru gibi geliyor. Doğru gibi geliyor değil de, düpedüz doğru ...
Şimdilik böyle diyelim.
Bir bilim adamımız var, gitmiş Avrupalarda oku muş, bal gibi de güzelce bir dirsek çürütmüş. Doktora da vermiş oralarda. Parlak da bir usu var. Gelmiş memlekete, girmiş üniversiteye, binbir bela, savaşımla asistan olmuş, doçent olmuş, sonra da profesör olmuş. Kendisinin buraya gelmek için verdiği bir emek, harcadığı bir çaba var. Millet de ona bir şeyler vermiş olacak. Bizim bu bilim adamımız üniversitesinde iyi kötü çocuklarını okutuyor. Onlara bilgisinden bir şeyler aktarıyor. Onun ödevi öğretmek... Bilim adamının işi, biliyoruz ki; burada bitmiyor. Ondan araştırmalar, bilime yeni buluşlar katmasını da bekliyoruz. Bu bilim adamını bir sosyolog sayın ...
Öğretmekten başka ondan ne bekleyebiliriz? Örneğin, bizim yurdumuz insanlarının yaşayışı sosyoloji bakımından önemli. Avrupayla Asyanın köprüsünde, Doğu uygarlığıyla Batı uygarlığının kavşağında... Bu topraklar üstünden türlü insanlar gelmiş geçmiş, burada birtakım uygarlıklar bırakmışlar. Her geçen kendinden bir şeyler bırakmış. Ben bırakmış diyorum ya, hiçbir şeye dayan madan, bilimsel bir gerçeğe dayanmadan söylüyorum.
Elimde bilimsel hiçbir sonuç yok. Bırakmışlar mı bırakmamışlar mı bunu bize sosyoloğumuz vermeli değil mi?
Yurdumuzdaki toplum ilişkilerini bu kadar okumuş, dirsek çürütmüş bilim adamımız bize bütün çıplaklığıyla göstermeli değil mi?
İşte bize, bilimde, bunu verecek hiç kimsemiz çıkmamış. Yanlış anlaşılmasın, bu küçük bir örnek. Bilim adamlarımız, yurdumuzdaki gerçeklerle bilimsel bir şekilde uğraşmıyorlar. Hangi konuyu ele alırsan al, doğru dürüst bir kitap bulamıyorsun. Bir örnek daha vereyim, yıllardan bu yana toprak reformu, toprak reformu, diye bağırıp duruyoruz. Bu memleketin toprağının gerçeği ne, yani düpedüz toprak bilimi, şurasının toprağı şuna, şu bitkiye, şu hayvana elverişli de burası değil... Ne bileyim ben, daha bir sürü buna benzer şeyler ...
Demem o ki, yurdumuzda herhangi bir alan için, bilimsel bir araştırma yok.
Folkloru ele alalım. Folklor bilimini, ileri gitmiş toplumlarda ilkel kalmış insanların bilimi olarak tarif ederler. Belki daha doğrusu, doğa karşısındaki insanın, yüz yıllardan beri doğayla ve biribirleriyle ilişkilerinden çıkmış bilimdir, diyebiliriz. Bu bilimi coğrafya, tarih, ekonomi, sosyoloji koşulları ortaya çıkarır.
Yurdumuz insanlarının çoğunluğu hala doğanın karşısında... Folkloru da önemli... On yıldan bu yana doğru dürüst folklor araştırması yapan bir tek kişi, bir tek bilim adamı bile çıkmadı. Bir meraklı, bir meraklı bile çıkmadı. Bugünlerde bizim folklorumuzla yabancılar uğraşıyor.
Onlar da olmasalar, bu topraklar üstündeki halk uygarlığından kimsenin haberi olmayacak. Ünlü, büyük bir folklorcumuz vardı, Pertev Naili Boratav... Gerçekten büyük bir bilim adamıydı. Büyüklüğünü ben söylemiyorum.
Dünyanın bilim adamları bunu böyle kabul ediyorlar.
Çalışkandı, tek başına bizim folklor bilimimizde büyük işler başaran adamdı. Onu yurdundan ayrılmak, yabancı ellerde çalışmak zorunda bıraktık. Onu asıl kaynağından uzaklaştırdık. Bundan kim zarar etti? Biz ve dünya bilimi... Kim yaptı bunu? Millet olarak böyle bir adamın bilim kaynağından uzaklaşmasına kim sebep oldu? Bu çalışkan bilim adamımızın kaynağından uzaklaşmasına gönlümüz nasıl razı oldu? Pertev Bey gibi beş on adamımız olsa haydi neyse ne diyelim, bir tek adam olunca, bu çağda onun yapabileceğini, önümüzdeki yıllarda yapabilmek imkanı da olmayınca, bu işi nasıl yaptık? Folklor dedikleri iş, uygarlıkla zıt bir iştir. Uygarlığın girdiği yerde folklor ürünleri yaşayamaz. Şehir yakınlarındaki köylerimizde folklor ürünleri çok azalmıştır. Bu, bilimsel bir gerçektir. Pertev Naili Boratav gibi bir bilim adamı yoksa bu memlekette, birtakım ürünler gün ışığına çıkmadan yok olmaya mahkumdur. Öyleyse bu korkunç işi nasıl yaptık?
Şimdi bilim adamlarımız niçin çalışmıyorlar diye öfkeleniyoruz. Çalışan bilim adamlarımızı niçin uzaklaştırdılar diye öfkeleniyoruz. On yıldır folklor çalışmaları için Anadoluya bizden bir tek kişi bile gitmedi, bir meraklı bile gitmedi diye öfkeleniyoruz.
Türk halkı tembel, köylüsü, işçisi yeteri kadar çalışmıyor. Basını yetersiz, her şey yetersiz. Geri kalmış bir memleketiz. Elbette birçok yönümüz yetersiz olacak.
Bu Türk köylüsü niçin yetersiz? İşçisinin derdi ne?
Tembeldir, deyip işin içinden çıkıyoruz.
Bu tembelliğin, varsa, sebebini bize bilim adamları niçin söylemiyorlar? Besin yetersizliğinden mi, kötü bir gelenekten mi, toprağın yetersizliğinden mi?
Bilim adamlarının tembelliğinden, deyiveririz ... Peki bilim neden yetersiz, neden tembel?
Sanatçımız neden taklitçi? Tembelliğinden mi? Kendisini yaratma, bulma çabasına varmadan, Batıdan hazırlop!
Aydına, köylüye, bilim adamına, bilim adamlarını uzaklaştıranlara veryansın ediyoruz.
Belki bu öfke haklı bir öfke. Bir bozukluk olduğu belli.
Öfkeyi bir yana atıp da şöyle bir düşünsek ...
Bir kısımları diyor ki, bu toplum toptan bozuk. Bu, gemisini kurtaran kaptandır düzeni, bu altta kalanın canı çıksın düzeni, bu temeli sömürme olan düzen ... Bütün kötülüklerin temeli bu düzendir, diyorlar. Suçu tüm düzene yüklüyorlar.
Bana da öyle geliyor ki, öfkeyi bıraksak da, düşünüp taşınsak da, gerçekten kötü olan bu düzenden yakayı kurtarsak ... Ne dersiniz, geç kalmadan bu işe hemen başlasak mı?
Ucuz öfkelerden, ucuz yüklenmelerden, gününü gün etme yoksulluğundan, ucuz ünlerden vazgeçsek de ...
Bence vakit kalmadı ... Hiç mi hiç kalmadı. Yirminci yüzyıla gülünç olmayalım.
Ucuz kazanç, ucuz bilim, ucuz sanat, ucuz ün ... Her şey ucuza ...
Yaşar Kemal, 4 Nisan 1962
9 notes
·
View notes