#fizikçi olmak
Explore tagged Tumblr posts
Text
Haloooo 🙋🏻
Bugün biraz canlanalım mı özledim sizinle muhabbet etmeyi, hadi yoruma merak ediyorum sevgili Tumblryalılarım küçükken ne olmak istiyordunuz 😋👶😅
Ben mesela Geleceğe dönüş filmi vardı onu izlemiştim ve Ordaki çılgın profesör gibi fizikçi olup zaman makinesi falan bulmayı hayal ederdim 😁🤣🤣🤣 hayale bak 😅 olsundu ben mikroplarımla da mutluydumdu 😋🦠🧫🧪🔬🧿
Tabiki fotoğrafım olan video kendini imha etti kem göz çok 😉🧿😂😂
Benimle birlikte çocukluğuna dönen ve içindeki çocuğu hiç yoketmeyen tüm sevgili arkadaşlarıma çok güzel yorumları için teşekkür ederim 🥰❤️🙏
194 notes
·
View notes
Text
Confident WOMAN olmak
Geçen gün kızılay'dan koru'ya bindim bir çocuk gördüm. Metro kapısının sağında ben, solunda o duruyor, hemen formasından okulunu öğrendim (: Görseniz ortalama bir tip (bana göre ) ama nedense çok tatlış bir vibe almıştım. İşte tam o sırada bana yukarıdan bir özgüven geldi ve içimden dedim ki tam olarak ' ben bu çocuğun sosyal medyasını almalıyım' ne yapsam ne yapsam diye düşünürken yine çok dahi olduğum için aklıma mükemmel bir fikir geldiii. Kapının önünde durduğum için kimse görmesin diye telefonun parlaklığını düşürdüm ve hemen notlarıma girdim ve aynen şunu yazdım. 'Rahatsız ettiğim için özür dilerim ama -sosyal medya adı- varsa alabilir miyim?'. Ben içimden üçe kadar sayıyorum ve tam 3 olduğunda yanına gidip dedim ki ' pardon, bir şey sorabilir miyim?'
-Tabii ki
telefonumu gösterdim (çıkar göster 😂) ve çocuk başta bi ciddi bakış attı okurken, ardından smirk attı ve dedi ki üzgünüm ama KIZ ARKADAŞIM var ( minnoş yaaağağaağ )
O sırada ben : Anladım anladım sorun yok tabii ki, sadece eklemek için istemiştim. ( benim lafı çevirme hızım = kızılay,söğütözü / çocuğu görme sürem) (fizikçi rizz)
-- Anlıyorum ama kızabilir.
---- Anladım anladım gerçekten sorun yokk
Veee bunu dedikten sonra metrodan indim , beni bir gülme tuttu ama nasıl bir gülme, herkes bana bakıyor, ben gülme krizine girmişim. (nedennn)
Ve hâlen ne zaman aklıma gelse gülerim istemsizce.
En azından şöyle düşünelim, çok minnoş bir tepki verdi ve kız arkadaşına sadıkmış.
--Bu dünyada hâlen iyi insanlar varmış.
--İlk adımı erkekler atmalı düşüncesi çok saçma.
-- Kadınlar hep güçlüdür, özgüvenlidir, hep de öyle kalacaklardır...
İyi Günler.
4 notes
·
View notes
Text
'Tanrı parçacığı' teorisinin sahibi Peter Higgs 94 yaşında öldü
Edinburgh Üniversitesi, Higgs bozonu parçacığı teorisini geliştiren Nobel ödüllü fizikçi Peter Higgs'in 94 yaşında öldüğünü söyledi. Büyük Patlama'dan sonra maddenin nasıl oluştuğunu açıklamaya yardımcı olan “ Tanrı parçacığının ” varlığı teorize eden Nobel ödüllü fizikçi Peter Higgs'in Salı günü öldüğünü Edinburgh Üniversitesi açıkladı. Higgs'in profesör olarak çalıştığı üniversite, kısa bir hastalık döneminden sonra salı günü evde huzurlu bir şekilde öldüğünü açıkladı. Higgs, 1964'te Higgs bozonu — olarak adlandırılan yeni bir parçacığın varlığını tahmin etti. Ancak parçacığın varlığının Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda teyit edilmesi için neredeyse 50 yıl gerekti. Higgs ’ maddenin yapı taşları olan atomaltı parçacıkların kütlelerini nasıl elde ettikleri ile ilgili bir teori. Bu teorik anlayış, dünyanın nasıl inşa edildiğinin fiziğini tanımlayan Standart Model'in merkezi bir parçasıdır. Edinburgh Üniversitesi, çığır açan 1964 tarihli makalesinde, element parçacıklarının Higgs bozonu olarak bilinen yeni bir atom altı parçacığın varlığıyla nasıl kütleye ulaştığını gösterdiğini söyledi. 2012 yılında, on yıllardır fizikteki en büyük atılımlardan birinde, Avrupa Nükleer Araştırmalar Örgütü CERN'deki bilim adamları, 10 milyar dolar değerindeki parçacık çarpıştırıcısını kullanarak bir Higgs bozonu bulduğunu açıkladılar. 27 kilometrelik tünel İsviçre-Fransız sınırının altında. Higgs, bağımsız olarak aynı teoriyi ortaya çıkaran Belçika Francois Englert ile birlikte 2013 Nobel Fizik Ödülü'nü kazandı. Edinburgh Üniversitesi Rektör Yardımcısı Peter Mathieson, Newcastle'da doğan Higgs'in, vizyonu ve hayal gücü bizi çevreleyen dünya hakkındaki bilgimizi zenginleştiren gerçekten yetenekli bir bilim adamı olan “ dikkat çekici bir birey olduğunu söyledi. “ Öncü çalışmaları binlerce bilim insanını motive etti ve mirası gelecek nesiller için daha fazla ilham vermeye devam edecek. ” Higgs ’ çalışması, evrenin en temel bilmecelerinden birini çözmeye yardımcı oluyor: Büyük Patlama'nın 13.7 milyar yıl önce hiçbir şeyden nasıl bir şey yarattığı. Doğrulama bulmak kolay değildi. Trilyonlarca çarpışan protonu inceleyen binlerce bilim adamı. Ve Büyük Patlama'dan sonra saniyenin 2 trilyonda birini simüle eden aşırı enerji dalgalanması üretmek için dünyanın en büyük atom çarpıştırıcısı CERN’in Büyük Hadron Çarpıştırıcısına ihtiyaç duyuluyordu. Cenevre'deki CERN'deki 2013 sunumunda bozonun doğrulandığı sonuçlar geldi . Konferans salonunun standlarında gözlüklerini silerek Hİggs gözyaşlarına boğuldu. 29 Mayıs 1929'da İngiltere'nin kuzeydoğusunda Newcastle'da doğan Higgs, Londra Üniversitesi King's College'da okudu ve 1954'te doktora derecesi aldı. Kariyerinin çoğunu Edinburgh'da geçirdi ve 1980'de İskoç üniversitesinde Teorik Fizik Kişisel Başkanı oldu. 1996 yılında emekli oldu. Higgs, Edinburgh (1998), Swansea (2008) Cambridge (2012), St Andrews ve Manchester (2013) dahil olmak üzere bir düzineden fazla üniversiteden fahri dereceler aldı. Read the full article
0 notes
Text
FUTBOLUN SAMPIYONLARI
SEZONUN BELİRLENEN ŞAMPİYONU
https://www.sinematek.org/sinebilgi/sinebilgi-kurgu/79-knedir.html “Kuleşov etkisi” (Kuleshov Effect) adı verilen bu deneyde önce yüzünde hiçbir ifade olmayan bir adam yakın plan çekildi, ardından ise bir tas çorba, küçük bir kız çocuğu ve bir tabut görüntülendi. Bu 4 görüntüden daha sonra şu şekilde üç kısa film oluşturuldu:
film: Adam - çorba - adam
film: Adam - kız çocuğunun tabutu - adam
film: Adam - kadın - adam
Bu üç kısa film, üç farklı denek grubuna seyrettirildi. Birinci filmi, yani yüzünde bir ifade olmayan adam, ardından çorba kâsesi ve tekrar adamın yüzünü seyreden gruba adamın yüzünde nasıl bir ifade olduğu soruldu. Grubun çoğunluğu bu soruyu “açlık” şeklinde cevaplandırdı. Aynı soruya ikinci filmi seyredenler “üzüntü” üçüncü filmi seyredenler ise “sevgi” şeklinde cevap verdi. Seyirciler, adamın çekimiyle birlikte gösterilen görüntü arasında psikolojik olarak bir bağlantı kurup farklı anlamlar çıkarmaya çalışmışlardı. Çünkü seçilen ve ardarda sıralanan görüntüler izleyicinin mesajınızı nasıl algılayacağını etkiler. Çekimler filmde öyle bir biçimde peş peşe getirilir ki, izleyiciler gerçekte görmedikleri bir şeyi görmüş gibi olurlar. GREV https://www.youtube.com/watch?v=QcWWXAP0Ue8
KURAM-DENEY-YORUM https://seyler.eksisozluk.com/yunan-mitolojisinin-haydutu-prokrustesin-tarihe-adini-yazdiran-meshur-yatagi rivayete göre prokrustes, atina ile megara yolu arasında yaşamış. onu bahsimize konu eden şey çok önem verdiği, boyu boyuna uygun olan demirden yatağı. prokrustes’in kendi boyuna göre olan yatağının ebatları, ona göre ideal ve mutlak olan formmuş. öyle ki prokrustes, kendisi için uygun olan ebatları herkes için de ideal ve değişmez kabul ediyormuş.yoldan geçen yolcuları evinde ağırlar, yatağında yatırırmış. boyu yatağa göre kısa gelenin boyunu gererek uzatır; uzun olanın boyunu ise bacaklarını keserek kısaltırmış. böylece herkesin boyunu yatağa eşitlermiş. efsaneye göre atina kralı theseus, sonunda aynı yöntemleri kullanarak prokrustes’i öldürmüş. prokrustes öldürülmüş öldürülmesine ama tek biçimciliğin, mutlakçı anlayışın, dogmatizmin sembolü olarak tarihe adını yazdırmış http://www.flsfdergisi.com/sayi2/29-43.pdf
Bu düşünürler, bilimsel etkinlik kuramsal bir etkinliktir; kuramsal etkinlik olguları belirler savlarıyla, kuram yüklü gözlem ve deneyi savunurlar ve kuramlara bir sözlük işlevi yüklerler. Hatta kuram sadece önce gelmekle kalmaz, gözlem ve deneyin yapısını da belirler.
Duhem’in asıl önemi ise kesin yanlışlamanın yöntemsel olarak olanaksız olduğunu fark etmesinden gelir. Buna göre belli bir kuramın ve varsayımın yanlışlanması esasen yöntemsel olarak uylaşımcı kararlara bağlıdır. Duhem’e göre fizikte deney, bir olguyu basitçe gözlemek değildir; deney, söz konusu olgunun kuramsal olarak yorumlanmasıdır. Deney ilkin belli olguların gözlenmesinden oluşur. Bu gözlemi yapmak için duyuların dikkatli ve tetikte olması yeterlidir. Deney, aynı zamanda gözlenen olguların yorumlanmasından oluşur ve bu yorumun yapılabilmesi için dikkatli ve deneyimli olmak yeterli değildir; kabul edilmiş kuramları ve bu kuramların nasıl uygulanacağını da bilmek gerekir. Gözlemci ya da deneycinin kabul ettiği kuramlar sayesinde olgulara ilişkin yapılan yorum(lar), fizikteki deneylerin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca, kuram bize yapılacak ya da uygulanacak deneyi de bildirir. Deney yapıldığında ve sonuçlar açık bir şekilde gözlemlendiğinde, kuram bunları genellemek için düzene sokar ve onlardan yeni deneyler çıkarır.
Fizikçi ya da bilim adamı bir deney olgusunu anında kuramın ona verdiği şematik ve soyut kavramla eşleştirmeden tasarlayamaz.
Aslına bakılırsa, bir araştırmacı ya da bilim adamının araştırmasını yaparken veya soruşturmasını yürütürken her zaman peşin hüküm, kavram ve varsayımlarla yüklü olduğunu hiç aklından çıkarmaması gerekir, çünkü bunlar bilimde kaçınılmaz olarak kılavuzluklarına muhtaç olduğumuz şeylerdir.
Şu halde peşin hüküm ve kavramlarımız olmadan deney yapmaya çalışmak ve kendimizi bu türden düşüncelerden sıyırmak olanaklı değildir, varsayımlar ve kuramlara dayanmadan yorumlanan deney tek başına bir bilgi vermez. Dolayısıyla, Meyerson, deneysel bilim için enbaşta gerek duyduğumuz kabuller zincirinin, bilimdeki a priori unsur olduğunu savunur. Ona göre, deneysel bilim sunî bir yalıtımdır ve bilim münhasıran deneysel de değildir.
Özetlersek, Koyré’ye göre, kuramdan önce gelen bir deney söz konusu değildir, yani, bilimde duyu deneyine dayanmak öncelikli değildir; başka deyişle, bilim kuramsal bir iştir, olgu toplama ve deney, kuramdan sonradır. Buna göre, gözlem ve deneyin yapısını kuram belirler. Dolayısıyla kuramdan bağımsız olgu yoktur; olgular hep belli bir kuramın olgularıdır; kuramın dili olgunun anlamlı olmasını sağlar; yani, olgu kendisini belirleyen o kuramda anlamlı olur.
Olağan bilim uygulamasında bilim adamı bir tür temizlik işiyapar; zaten olağan bilimi de bu işlemler oluşturur. İster tarihsel açıdan ister çağdaş laboratuarda olsun yakından incelendiğinde bu çaba, doğayı paradigmanın sağladığı önceden hazırlanmış ve hiç de esnek olmayan bir kutunun içine zorla yerleştirmeye benzer. Kuhn’a göre, olağan bilimin amacının hiçbir parçası yeni türden olgular aramak değildir; tersine söz konusu kutuya uymayanlar genellikle dikkate alınmazlar. Öte yandan bilim adamları da yeni kuramlar oluşturmayı hedeflemezler ve diğerbilim adamlarının oluşturduğu kuramlara da itibar etmezler. Demek ki olağan bilim araştırması, paradigmanın daha baştan temin ettiği olgu ve kuramların ayrıştırılmasına yönelmiştir.
Yeni paradigmaya geçiş tamamlandıktan sonra, ilgili meslek çevresi çalışma alanlarına, yöntemlerine ve amaçlarına yepyeni bir açıdan bakmaya başlayacaktır. Paradigma değişikliğiyle bilimin yeniden yönlendirilişi, görsel alandaki gestalt değişimine, yani algılama kalıplarındaki değişime benzetilir. Burada eskisiyle aynı olan bir veri topluluğuyla çok farklı ilişkiler kurulur, bunlar yeni sisteme yerleştirilirler ve yepyeni bir çerçeveye oturtulurlar. Sonuç olarak yeni paradigmaya geçiş bilimsel bir devrimdir.
Kuhn, paradigmalar değiştiğinde dünyanın da onlarla birlikte değiştiğini öne sürer. Yeni paradigmanın yönlendirdiği bilim adamları sadece yeni araçlar benimsemekle kalmazlar, yeni ve farklı yerlere de bakmaya başlarlar. Ayrıca devrimler esnasında, bilim adamları bildikleri araçlarla daha önce bakmış oldukları yerlere tekrar baktıklarında, yeni ve farklı şeyler görürler. Bilim adamları sanki başka bir gezegene gitmiştir; bilinen nesneler burada artık farklı bir ışıkta görünürler ve bilinmeyen bazı başka nesnelerle bir arada dururlar. İşte paradigma değişikliği bilim adamlarının araştırmayla bağlanmış olduğu dünyayı farklı şekilde görmelerine neden olur. Devrimden önce bilim adamının dünyasında ördek sayılan nesneler şimdi tavşan olmuşlardır. Bu, görsel bir kalıptan diğerine geçmenin iyi bir örneğidir. İşte bilimde kuramdan bağımsız gözlem olamaz savı bu demeye gelir. Dolayısıyla, Kuhn’a göre, duyu deneyimi değişmez ve tarafsız değildir. Sadece gözleme dayalı tarafsız bir bilim dili yaratma çabaları da artık hayaldir. Her kuram kendi olgularını belirler ve bilim adamının tabiata sorduğu sorular paradigmaya dayalı sorulardır ve alınacak yanıtlar da paradigmaya bağlıdır. Paradigmaların oluşturucuları olan kuramlar, ilgili gözlemin ne olduğunu belirleyip bilim adamının içinde çalıştığı dünyayı tanımlarlar. Görüldüğü üzere, bilimsel ya da deneysel açıdan tarafsız bir dil ya da kavramlar dizgesi mümkün değildir; bilim adamının ilgilendiği olguların seçimi ve yorumlanmaları, bir bütün olarak kurama veya paradigmaya dayanarak yapılır.
Bilimsel kuramlar dünyaya bakmanın yollarıdır ve kabul görmüş kuramlar kanı ve beklentilerimizi etkiler; dolayısıyla deneyimlerimiz de bundan etkilenir. Bilimsel çalışma için araştırmacıya, hangi verileri toplayacağını ve bunları nasıl yorumlayacağını gösteren kabul edilmiş kuramlar öbeğine ihtiyaç vardır.
KAVRAMSIZ ALGILAR KÖRDÜR, ALGISIZ KAVRAMLAR BOŞTUR IMMANUEL KANT
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/spor/toroglu/2019/08/31/bunlar-bizi-aptal-yerine-koyuyor Kardeşim sizde adalet falan istiyorsunuz ama sonra da "Bu işten fazla para kazanamıyoruz. Başakşehir'in tek başına G.Saray ile şampiyonluğa oynaması zevkli olmuyor. Bu işin sonuna kadar F.Bahçe, Beşiktaş, G.Saray ve Trabzonspor olursa biz de bu işten para kazanırız" mantalitesi varsa eğer; o zaman söyleyin dört büyükler bir tarafta oynasın, diğerleri öbür tarafta... https://www.sabah.com.tr/yazarlar/spor/toroglu/2021/03/05/orta-oyunu-cok-acik-oynaniyor Öyle şeyler oluyor ki veya öyle şeyler yapıyorlar ki göstere göstere ve şunu söylemek istiyorlar; 'Bu yapılanları anlamamak öküzlüktür.' Bak Serdar Tatlı, bak Metin Tokat, kimseyi yiyemezsiniz. Orta oyunu çok açık oynanıyor. Trabzon'u çıtır yaptılar. Galatasaray da yakalandı, onu da çıtır yaptılar. Sıra Beşiktaş'ta, onu merak ediyorum. Dikkat edin Ahmet Nur Çebi ikide bir beyanat veriyor, "Beşiktaş'ın hakkını yedirmem" diyor. Ama son olarak şunu da ilave etmeden geçemeyeceğim. Bizim anlı şanlı 3 Büyük kulübümüzün hiçbirinin diğerine bir şey demeye hakkı yok. Bunlar yıllarca her haltı yaptılar. Rakipleri de bunları biliyor. O yüzden bağırıyorlar. 1. Futbolumuz. 1.1 Toroğlu'nun tespiti birinci doğru. 1.2 Şampiyonun belirlenmesi, ona uygun ayarlamalar ikinci. doğru. 1.3 Siyaset-Klüpler-TFF,vs dinamikleri diğer etkenler 2. Az zayıda Objektif Yorumcu 2.1 Erman Toroğlu 2.2 Ahmet Çakar 2.3 Çoğu haklı ama eksik, bir kısmı zihinsel kalıpların, duygusal faktörlerin etkisiyle yoğrulmuş tespitler, yorumlar, saptamalar 3. Taraflı futbol yazarlarının kendi taraflarına yontması. 3.1 Rıdvan Dilmen 3.2 Gülengül Altınsay 3.3 vs 4. Tepkisel Yorumcular 4.1 (zaman zaman) Ahmet Çakar 4.2 (zaman zaman) Erman Toroğlu 5. Ne Kokar Ne Bulaşırlar 5.1 Ömer Üründül 5.2 Levent Tüzemen 5.3 vs 6. Çoğu doğru olan ön kabullerin(kuram) deneye(maçlara) ilişkin gözlem ve yorumları etkilemesi.
Futbolumuza ilişkin iki ön kabul(kuram) verdik. Maçlar 1. Sadece 1. kurama 2. Sadece 2. kurama 3. Sadece her ikisine 4. Çok sayıda faktöre göre yorumlanabilir. Sadece bir ön kabule göre yorumlar gerçeğin eksik bir resmini verir. Bazen doğru, bazen yanlış ve/veya eksik olur. “Nasıl olsa görüntüler yok,vermiyorlar! Kamuoyu da bunları öğrenemez. Yolda soranlara ancak böyle cevap verebiliriz.”.
Erman Toroğlu söylediklerinde haklı ama eksikleri var: 1. Seyirci azalmasın diye seyircisi yüksek takımları(doğal olarak üç büyükler) sezon sonuna kadar şampiyonluk yarışı içinde tutmak için her şey yapılıyor. 2. Takımların gücü, kulüplerin gücü, siyasetle ilişkiler, vs gibi faktörlerin bir etkileşimi sonucunda bir şampiyon belirleniyor. 2.1 Belirlenen şampiyonun önü açılıyor, gerekenler yapılıyor. 2.2 Belirlenen şampiyonun rakiplerine engeller çıkarılıyor. 3. Hem belirlenen takımın şampiyon olması hem de şampiyonluk yarışının son haftalara kadar sürmesi sağlanıyor. 3.1. Taraftarların tepkisini çekmemek için şampiyonluk son maça bırakılmıyor. 3.1.1 Sezon sonuna yaklaşırken yapılan ince ayarlarla sezon sonu sonucu daha önceden büyük ölçüde garanti altına alınıyor. Ama belirlenen şampiyon son maça kalmışsa sürprizler de gerçekleşebiliyor. Fenerbahçe’nin Denizli’de beraberlik(1-1) ile kaybettiği maçta Appiah’ın kafası direğe taklmasa belki de şampiyon Fenerbahçe olacaktı. 3.1.1.1 Taraftarlar, sadece son maçlarda yapılan hataları, manipülasyonları hatırlıyor. 3.1.1.1.1 Seçimlerde son bir yılın enflasyon ve büyüme rakamlarının oy verme davranışını belirlemesi gibi.
1. Sezonun belirlenen şampiyonu X Takımı olsun. 1.1 En büyük rakibi Y takımına engeller çıkarılır. 1.1.1 Hakkaniyete uygun olarak. 1.1.1.1 Çift sarı karttan (haklı olarak) eksik bırakarak. 1.1.1.2 Eksik ve önde oynarken rakip beraberlik golünü atana kadar (yerli/yersiz) maçı uzatarak. 1.1.2 Haksız şekilde 1.1.2.1 Rakip takımı kollayarak (verilmeyen sarı kartlar, penaltılar, vs) 1.1.2.2 Y takımı haksız sarı kartlarla eksik bırakarak, aleyhine haksız penaltı vererek vs 1.2 X takımının önü açılır. 1.2.1 Mesela, Y takımı için (haklı olarak) arka arkaya verilen sarı kartlar sonucu oluşan kırmızı kart, X takımı için uygulanmaz. Mesele verilmeyen sarı kart gibi küçük kıyaklardan oluştuğu ve Erman Hoca’nın söylediği gibi yayıncı kuruluş görüntüleri vermediği, kamuoyu öğrenemediği, taraftar spor adamları ört bas ettiği, tepkisel yorumcular sesini çıkarmadığı, idare edenler ise suya sabuna dokunmadığı için hiç kimsenin sesi çıkmaz.
Kısacası, 1. Taraflı olanlar zaten çarpıtır 1.1 Taraf tutanlar(Rıdvan Dilmen) 1.2 Tepkisel Yorumcular(Ahmet Çakar; Takım, Yönetici, Teknik Direktör alerjisi, kıskançlığı, vs) gibi yorumlarını yönlendiren saikler, duygularla hareket eder. 2. Tarafsızlar da (eksik olabilen) ön kabullerinin(paradigma) etkisi altında yorumlar(olağan bilim) yapar. 2.1 Bazen doğru, bazen yanlış, bazen eksik, bazen de çarpıtılmış yorumlar.
0 notes
Text
Dünya Dışında Bitkiler Nasıl Olacak?
Dünya Dışında Bitkiler Nasıl Olacak?
#Astrobiyoloji, #Atmosfer, #Canlılıkİşaretleri, #Evren, #FotosentetikYaşanabilirBölge, #Fotosentez, #IşıkEnerjisi, #KarbonDöngüsü, #Kimyasalİzler, #KırmızıCüceler, #Klorofil, #Oksijen, #OzonTabakası, #Samanyolu, #YabancıBitkiler, #YabancıBiyokimya, #YabancıGezegenler, #YabancıYaşam, #Yıldızlar, #YüzeySıcaklığı https://is.gd/xzSexo https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/blog/dunya-disinda-bitkiler-nasil-olacak/
Dünya dışında bitkiler düşündüğümüz gibi olacak mı acaba? Bu konu ile ilgili ilginç bir hikaye anlatımlı ama bilimsel veriler içeren de bir yazıya denk geldik Keyifli okumalar dileriz.
Evrim hiçbir zaman karmaşık organizmalar ve hayvanlar kadar ileri gitmese bile, pek çok dış gezegen muhtemelen bitkilerin gelişimine uygun koşullara sahip. Ancak yosun, alg ve likenler Samanyolu’nun uzak diyarlarındaki yemyeşil ötegezegenleri kaplıyorsa, bu dünyalar ve çevreledikleri yıldızlar bizimkinden tamamen farklı olabilir. Dünya dışı bitki örtüsü daha önce gördüğümüze hiç benzemiyor olabilir.
Şimdiye kadar keşfedilen kayalık ötegezegenlerin çoğu , galakside en bol bulunan yıldız türü olan kırmızı cüce yıldızların yörüngesinde bulunuyor . Güneşten daha sönük, daha kırmızı bir ışık yayarlar. “Fotosentez görünür ışık aralığında (400 ila 700 nanometre) gerçekleşirse ve daha sönük, daha soğuk ve daha kırmızı bir yıldız alırsanız, fotosentezi destekleyecek yeterli ışık var mı diye sormak doğaldır.” Londra Queen Mary Üniversitesi’nden fizikçi Thomas Haworth diyor. Yakın zamanda Royal Astronomical Society’nin Aylık Bildirimleri’nde yayınlanan bu soruya verdiği geçici yanıt, “evet, bazen” şeklindedir. Ekibinin, kırmızı cüce yıldızların etrafındaki koşulların yaşam için bir anlaşma bozucu olmadığı yönündeki sonucu cesaret verici. Ancak hayat, daha kırmızı güneşlerin ışığına çok farklı şekilde adapte olmuş olabilir.
Yapraklı bitki örtüsü, yosunlar ve siyanobakteriler de dahil olmak üzere dünyadaki çoğu bitki, güneş ışığını ve karbondioksiti enerji ve oksijene dönüştürmek için fotosentezi kullanır. Bitkiler, güneş enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürmek için klorofil pigmentlerini kullanır. Klorofil bitkilere yeşil rengini verir ve spektrumun mor-maviden turuncu-kırmızıya giden kısmındaki güneş ışığını absorbe edecek şekilde ayarlanmıştır. Ancak astrobiyologlar bitki örtüsü için bir “kırmızı kenar” bulunduğunu, bunun da klorofilin 700 nanometrenin ötesinde daha uzun, daha kırmızı dalga boylarında çok fazla foton absorbe etmediği anlamına geldiğini belirtti . Bunlar tam olarak bu küçük kırmızı cüce yıldızların ışıklarının çoğunu yaydığı dalga boylarıdır. Bu durum fotosentetik türler için bir sorun teşkil ediyor gibi görünüyor.
Haworth, meslektaşı biyolog Christopher Duffy ile birlikte, alışılmadık koşullar altında bile dünya dışı fotosentezin nasıl çalışabileceğini hayal etmeye çalıştı. Duffy, “Herhangi bir türe bağlı olmayan genel bir fotosentez modeli geliştirmek istedik” diyor. Özellikle, fotonları toplayan ve ışık enerjisini, onu kimyasal enerjiye dönüştürmek için gereken fotokimyayı yürüten bir reaksiyon merkezine yönlendiren, ışığı toplayan antenleri (tüm fotosentetik organizmaların sahip olduğu pigment-protein kompleksleri) modellediler.
Son derece verimli antenlere sahip organizmaların gerçekten de 700 nm’den daha soluk kırmızı ışığı emebileceği, ancak oksijenli fotosentezin bir mücadele olabileceği sonucuna vardılar. Bu senaryoda organizmalar, sırf fotosentetik makinelerin çalışır durumda kalması için enerjilerinin büyük bir kısmını harcamak zorunda kalacaklar. Evrimsel olarak bu, onları, karada kolonileşebilecek yapılarla değil, örneğin havuzda yaşayan yeşil-mavi bakterilerle sınırlayabilir.
Her ne kadar klorofil ve güneş ışığına bağımlı olan yeşil bitkiler Dünya’ya hakim olsa da, ne biyoloji ne de fizik onun bu şekilde çalışmasını gerektiriyor. Kendi gezegenimizde farklı kurallara uyan türlerin olduğunu zaten biliyoruz. Işığın yokluğunda ” karanlık oksijen ” üreten yeraltı mikropları vardır . Bir de oksijen olmadan, başta kükürt olmak üzere farklı pigmentler ve gazlar kullanarak fotosentez yapan mor bakteriler ve yeşil kükürt bakterileri var. Enerji için 800 ila 1000 nanometre arasındaki kızılötesi ışığa güveniyorlar. Bu, kırmızı cücelerin yıldız ışığı menzili dahilindedir.
Duffy ve Haworth, uzak gezegenlerde mor bakteri topluluklarının siyah sülfürlü okyanuslarda şişebileceğini veya yerel hidrojen sülfür kaynakları etrafındaki filmlere yayılabileceğini tahmin ediyor. Dünya bitkileri gibi karada hayatta kalabilen dünya dışında bitkiler evrimleşmiş olsalardı, ışığı soğuran yüzeylerini yine de yıldızlarına doğru çevirirlerdi, ancak uyum sağladıkları ışığın dalga boylarına bağlı olarak mor, kırmızı veya turuncu olabilirler. Hala topraktan besinleri ikna eden hücre kümeleri var ama farklı besinler arıyor olmalılar. (Dünyadaki bitkiler için nitratlar ve fosfatlar kritik öneme sahiptir. Peki dünya dışında bitkiler de bu mevcut mu?)
Eğer bu bilim insanları kırmızı cüce sistemlerinde botanik yaşamın ortaya çıkabileceği konusunda haklıysa, gökbilimcilerin bunu bulmak için teleskoplarını nereye yönlendireceklerini bulmaları gerekiyor. Başlangıç olarak, bilim insanları genellikle her yıldızın etrafındaki yaşanabilir bölgeye odaklanıyor ; bu bölge bazen “Goldilocks” bölgesi olarak da adlandırılıyor çünkü burası gezegenin yüzeyindeki sıvı su için ne çok sıcak ne de çok soğuk. (Çok sıcaksa su buharlaşacak. Çok soğuksa kalıcı olarak buza dönüşecek.) Su çoğu yaşam türü için gerekli olduğundan, gökbilimcilerin bu bölgede kayalık bir dünya bulması heyecan verici bir gelişme. TRAPPIST -1 sistemi , çoklu dünyalar.
Ancak Georgia Üniversitesi astrofizikçisi Cassandra Hall, belki de yaşanabilir bölgeyi sadece suyu değil aynı zamanda ışığı da vurgulayacak şekilde yeniden düşünmenin zamanının geldiğini söylüyor. Bu yılın başlarında yapılan bir çalışmada Hall’un grubu, yıldız ışığı yoğunluğu, gezegenin yüzey sıcaklığı, atmosferinin yoğunluğu ve organizmaların büyümek yerine hayatta kalmak için ne kadar enerji harcaması gerektiği gibi faktörlere odaklandı. Bunları bir arada değerlendirerek, bir gezegenin yıldızına, su için geleneksel yaşanabilir bölgeden biraz daha yakın olan bir “fotosentetik yaşanabilir bölge” tahmininde bulundular. Dünya’nınkine daha çok benzeyen ve Mars’ınkine daha az benzeyen bir yörünge düşünün.
Hall, halihazırda keşfedilmiş olan beş umut verici dünyayı vurguluyor: Kepler-452 b , Kepler-1638 b, Kepler-1544 b, Kepler-62 e ve Kepler-62 f . Bunlar Samanyolu’ndaki kayalık gezegenlerdir, çoğunlukla Dünya’dan biraz daha büyüktürler ancak ” mini-Neptünler ” gibi gaz devleri değildirler ve yörüngelerinin tamamı olmasa da önemli bir kısmını yıldızlarının fotosentetik yaşanabilir bölgesi içinde geçirirler. (Gökbilimciler bunların hepsini son on yılda NASA’nın Kepler Uzay Teleskobu’nu kullanarak buldular .)
Elbette işin zor kısmı, 1000 ışık yılından daha uzaktaki yaşamın net işaretlerini tespit etmeye çalışmak. Astrobiyologlar dış gezegenlerin atmosferlerinde gizlenen belirli kimyasal izleri arıyorlar . Hall, “Genel olarak, birbirleriyle reaksiyona girerek farklı şeyler oluşturdukları için birbirleriyle uyumsuz olan büyük miktardaki gazlar gibi kimyasal dengesizlik belirtileri arıyorsunuz” diyor. Bunlar solunum veya çürüme gibi yaşam süreçlerini gösterebilir.
Karbondioksit ve metanın birleşimi bunun en iyi örneği olabilir, çünkü her ikisi de yaşam formları tarafından yayılabilir ve metan, bitki maddesinin bakteriler tarafından ayrışması gibi sürekli üretilmediği sürece uzun süre dayanmaz. Ancak bu kesin bir şey değil: Karbon ve metan, cansız, volkanik açıdan aktif bir dünya tarafından da üretilebilir.
Diğer imzalar, yıldız radyasyonunun oksijen moleküllerini bölmesiyle üretilen oksijeni veya onun yan ürünü olan ozonu içerebilir. Ya da belki sülfit gazları, oksijen olmadan da fotosentezin varlığını gösterebilir. Ancak bunların hepsi atmosferdeki su buharından elde edilen ozon veya volkanlardan gelen sülfitler gibi abiyotik kaynaklardan gelebilir.
SETI Enstitüsü’nün Carl Sagan Merkezi yöneticisi ve astrobiyolog Nathalie Cabrol, Dünya doğal bir referans noktası olsa da bilim adamlarının bakış açılarını yalnızca bildiğimiz hayatla sınırlamamaları gerektiğini savunuyor. Oksijenli fotosentez için doğru koşulları aramak, araştırmayı çok fazla daraltmak anlamına gelebilir. Evrende yaşamın o kadar da nadir olmaması mümkün. “Şu anda elimizde tek biyokimyanın olup olmadığına dair hiçbir fikrimiz yok” diyor.
Cabrol, eğer uzaylı yani dünya dışında bitkiler oksijenli fotosentez olmadan hayatta kalabiliyorsa ve hatta gelişebiliyorsa, bunun sonuçta yaşanabilir bölgenin daralması yerine genişlemesi anlamına gelebileceğini söylüyor. “Zihnimizi açık tutmalıyız”
#Astrobiyoloji#Atmosfer#Canlılık İşaretleri#Evren#Fotosentetik Yaşanabilir Bölge#fotosentez#Işık Enerjisi#Karbon Döngüsü#Kimyasal İzler#Kırmızı Cüceler#Klorofil#oksijen#ozon tabakası#Samanyolu#Yabancı Bitkiler#Yabancı Biyokimya#Yabancı Gezegenler#Yabancı Yaşam#Yıldızlar#Yüzey Sıcaklığı
0 notes
Text
Max Planck Kimdir? - Kuantum Teorisi ve En Önemli Keşifleri
Max Planck Kimdir? - Kuantum Teorisi ve En Önemli Keşifleri
Max Planck, modern fizik tarihinin en önde gelen isimlerinden biridir. Alman fizikçi, kuantum teorisi keşfiyle bilinir ve bu teori, modern fizikte devrim yaratmıştır. Planck, 20. yüzyılın başlarında yaptığı çalışmalarla, klasik fizikten kuantum fiziğine geçişte önemli bir rol oynamıştır. Bu nedenle, Planck'ın hayatı, çalışmaları ve ödülleri hakkında bilgi sahibi olmak oldukça önemlidir. Bu makalede, Max Planck hakkında en önemli konulara odaklanacağız. İlk olarak, Planck'ın hayatı ve eğitimi hakkında bilgi vereceğiz. Ardından, kuantum teorisi ve atom modeli gibi önemli keşiflerine odaklanacağız. Son olarak, Planck'ın aldığı ödülleri, çalışmaları ve mirası hakkında bilgi sahibi olacaksınız.
Max Planck Kimdir?
Max Planck ve Albert Einstein Planck, 20. yüzyılın önde gelen Alman fizikçilerinden biridir. Kuantum teorisi keşfiyle bilinir ve bu teori modern fizikte devrim yaratmıştır. Planck, ayrıca atom fiziği, termal radyasyon yasaları ve enerji dağılımı gibi konularda da önemli çalışmalar yapmıştır. Planck'ın çalışmaları, klasik fizikten kuantum fiziğine geçişte önemli bir rol oynamıştır ve bu sayede modern fizikte önemli bir yere sahiptir. Planck, 20. yüzyılın başlarında Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmıştır. Planck'ın hayatı, çalışmaları ve ödülleri hakkında bilgi sahibi olmak, fizik ve bilim tarihine ilgi duyanlar için oldukça önemlidir. Max Planck’in Hayatı
Profesör Julius Wilhelm Planck Max Planck, 1858 yılında Kiel, Almanya'da doğmuştur. Babası, Profesör Julius Wilhelm Planck, tıp alanında çalışmalar yapmıştır. Max Planck da babasının izinden gitmek istemiş, ancak fizik alanına yönelmiştir. Planck, 1879 yılında Münih Üniversitesi'nde fizik doktorasını tamamlamıştır. Daha sonra, Almanya'nın çeşitli üniversitelerinde fizik profesörlüğü yapmıştır. 1918 yılında, Berlin'deki Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü'nün başkanı olmuştur. Planck'ın en önemli keşiflerinden biri, Kuantum Teorisidir. 1900 yılında yaptığı bir çalışma ile enerjinin atomların içinde belirli paketler halinde yayıldığını keşfetmiştir. Bu keşif, modern fizikte kuantum teorisi olarak adlandırılan teorinin temelini oluşturmuştur. Planck, ayrıca atom fiziği, termal radyasyon yasaları ve enerji dağılımı gibi konularda da önemli çalışmalar yapmıştır. Planck, 1918 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmıştır. Ödül, "kara cisimlerin ışınım yasaları" adlı çalışmasından dolayı verilmiştir. Bu çalışma, modern fizikteki kuantum mekaniği teorisinin temellerinden biri olarak kabul edilir. Planck, 1947 yılında ölmüştür. Ancak, çalışmaları ve keşifleri hala günümüzde de fizik ve bilim alanında önemli bir yere sahiptir.
Max Planck'ın En Önemli Keşifleri Nelerdir?
- Kuantum teorisi: Max Planck, 1900 yılında yayınladığı makalede, elektromanyetik radyasyonun mikroskobik seviyede enerji yığınları şeklinde hareket ettiğini öne sürdü. Bu teori, kuantum mekaniğinin temel taşlarından biridir ve modern fizik ve teknolojinin gelişiminde büyük bir rol oynamıştır. - Radyasyon termodinamiği: Planck, 1899 yılında yaptığı çalışmalarla, sıcak cisimlerin yaydığı elektromanyetik radyasyonun termodinamik özelliklerini araştırdı. Bu çalışmalar, Planck'ın kuantum teorisini geliştirmesine de yardımcı oldu. - Manyetizma: Planck, manyetik alanın doğası ve özellikleri hakkında birçok önemli keşif yapmıştır. Örneğin, manyetik alanın kaynaklarına yönelik çalışmalar yapmış ve manyetik moment kavramını ortaya koymuştur. - Termodinamik: Planck, termodinamiğin temel yasalarını ve termodinamik sistemlerin davranışlarını araştırdı. Bu çalışmaları, termodinamiğin daha iyi anlaşılmasına ve uygulanmasına katkı sağlamıştır. - Fiziksel sabitler: Max Planck, fiziksel sabitler hakkında da birçok keşif yapmıştır. Örneğin, Planck sabiti olarak bilinen fiziksel sabit, kuantum mekaniği ve elektromanyetik radyasyonun analizinde kullanılan önemli bir değerdir. - Siyah cisim ışıması: Max Planck, ışığın siyah cisimlerden yayılan elektromanyetik radyasyonu nasıl izlediğini inceleyen çalışmalar yaptı. Bu çalışmalar, kuantum teorisi geliştirmesine yardımcı oldu ve elektromanyetik radyasyonun yayılma şekilleri hakkında bilgi sağladı. - Optik: Planck, optik alanında da önemli keşifler yapmıştır. Örneğin, optik sapma teorisini geliştirdi ve ışığın lensten geçerken nasıl kırıldığını açıkladı. - Hidrostatik: Planck, hidrostatik alanında da çalışmalar yapmıştır. Özellikle, sıvıların özellikleri ve sıvıların davranışı hakkında önemli keşifler yapmıştır. - Astronomi: Planck, astronomi alanında da önemli çalışmalar yaptı. Özellikle, yıldızların ve galaksilerin fiziksel özellikleri hakkında araştırmalar yaptı ve kozmolojinin temellerini oluşturdu. - Eğitim: Max Planck, aynı zamanda eğitim alanında da büyük bir etki yaratmıştır. Planck, eğitim sistemi ve bilim eğitimi hakkında düşüncelerini paylaşmış ve öğrencilerin eğitiminde bilimsel yöntemlerin kullanımının önemini vurgulamıştır. Termodinamik Yasaları Hakkında daha fazla bilgi edinmek için tıklayın.
Max Planck Kuantum Teorisi Nedir?
Max Planck'in Kuantum Teorisi Max Planck, kuantum teorisi olarak adlandırılan modern fizik teorisinin temelini atmıştır. Kuantum teorisi, enerjinin atomlarda belirli paketler halinde yayıldığını ve bu paketlerin belirli bir enerji seviyesine sahip olduğunu öne sürer. Bu teori, fotonlar gibi belirli parçacıkların enerji seviyelerinin hesaplanmasında ve elektronların hareketlerinin incelenmesinde kullanılır. Planck'ın 1900 yılında yaptığı bir çalışma ile, kara cisimlerin ışınım yasaları hakkında yeni bir teori geliştirdiği ortaya çıktı. Planck, ışığın frekansı ve enerjisi arasında doğrusal bir ilişki olduğunu keşfetti. Bu teori, kuantum teorisi olarak adlandırılan fiziğin temelini oluşturdu. Kuantum teorisi, atomik düzeydeki olayların ve parçacıkların davranışlarını açıklamak için kullanılır. Bu teori, atom fiziği, elektromanyetik kuvvetler, nükleer fizik ve diğer pek çok alanda kullanılmaktadır. Max Planck'ın kuantum teorisi keşfi, modern fizik teorisinin temelini oluşturmuş ve birçok bilim insanı tarafından önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmiştir. Kuantum teorisi, bilim dünyasında oldukça önemli bir yere sahiptir ve birçok önemli keşfe yol açmıştır. Örneğin, elektron mikroskobunun icadı, kuantum teorisi sayesinde mümkün hale gelmiştir. Ayrıca, manyetik rezonans görüntüleme (MRI) teknolojisi de kuantum teorisine dayanır. Max Planck'ın kuantum teorisi üzerine yaptığı çalışmalar, kendisine 1918 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü kazandırmıştır. Ayrıca, Almanya'da birçok üniversitenin yanı sıra Berlin Fizik Enstitüsü'nün de kurulmasına öncülük etmiştir. Planck, sadece kuantum teorisi ile bilim dünyasına önemli bir katkı yapmamıştır. Ayrıca, manyetik alan, termodinamik ve elektromanyetizma gibi pek çok farklı alanda da önemli çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmaları sayesinde, fizik ve bilim dünyasında önemli bir figür haline gelmiştir.
Max Planck Atom Modeli Nedir?
Max Planck atom modeli, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında atom teorisinin gelişimi ile ilgili bir dizi modeldir. Planck'ın modeli, elektronların yörüngelerinde dönerek elektromanyetik radyasyon yayan bir atomun nasıl çalıştığını açıklamaya çalıştı. Bu model, elektronların belirli enerji seviyelerinde bulunduğunu ve belirli bir enerji farkı ile farklı seviyelere atlama yapabileceğini varsayar. Bu model, daha sonra Niels Bohr tarafından geliştirilen Bohr atom modeli gibi diğer modellere ilham vermiştir. Planck'ın bu teorik çalışmaları, modern kuantum mekaniğinin temellerinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Max Planck atom modeli, klasik fiziğin sınırlamalarını aşarak, maddenin mikroskobik dünyasının özelliklerini açıklamak için yeni bir yöntem geliştirdi. Bu yöntem, kuantum teorisinin temelini oluşturdu ve modern fiziğin gelişiminde büyük rol oynadı. Ayrıca, Planck, radyasyon termodinamiği teorisini de geliştirdi ve elektromanyetik radyasyonun maddenin nasıl etkileşime girdiği konusundaki anlayışımızı derinleştirdi. Bugün, Planck'ın adı, fizik ve matematik dünyasında en büyük isimlerden biri olarak anılıyor ve onun çalışmaları, modern bilimin temel taşlarından biri olarak kabul ediliyor. Atom Nedir? adlı yazımızı buradan ulaşabilirsiniz.
Planck Yasası Nedir?
Planck Yasası, siyah cisim radyasyonu için bir matematiksel formüldür. Bu yasa, ışığın frekansı ile radyasyon yoğunluğu arasındaki ilişkiyi açıklar. Max Planck, bu yasayı, ışığın bir nesnenin sıcaklığına bağlı olarak nasıl yayıldığını açıklamak için geliştirdi. Planck Yasası, elektromanyetik radyasyonun doğasını anlamada büyük bir rol oynar ve kuantum teorisinin gelişmesine katkıda bulunur. Bu yasa, aynı zamanda kuantum fiziği alanında temel bir rol oynar ve atomaltı dünyanın anlaşılmasına yardımcı olur.
Max Planck'ın Çalışmaları ve Katkıları
Max Planck, kuantum teorisinin öncüsü olarak tanınır ve modern fiziğin temel taşlarından birini oluşturan kuantum mekaniğinin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur. Bunun yanı sıra, Max Planck'ın diğer önemli çalışmaları arasında şunlar sayılabilir: - Elektromanyetizma: Planck, elektromanyetik radyasyonun enerjisi ve yayılması konularında çalışmalar yaptı ve birçok makale yayınladı. - Termodinamik: Planck, termodinamiğin temel yasaları ve sıcaklığın ölçülmesi konularında çalışmalar yaptı ve termal radyasyon yasasını keşfetti. - İstatistiksel mekanik: Planck, gazların davranışları ve istatistiksel mekanik konularında da çalışmalar yaptı ve birçok makale yayınladı. - Fizik eğitimi: Planck, uzun yıllar boyunca Berlin Üniversitesi'nde fizik profesörü olarak görev yaptı ve birçok öğrenci yetiştirdi. Fizik Nedir? adlı yazımıza buradan ulaşabilirsiniz. Planck'ın çalışmaları, modern fiziğin temel taşlarından birini oluşturur ve günümüzde de fizik bilimine büyük katkı sağlamaktadır.
Max Planck Madalyası nedir?
Max Planck Madalyası Planck Madalyası, Alman Fizik Derneği tarafından, Max Planck'ın fizik alanındaki çalışmalarını onurlandırmak için verilen bir ödüldür. Bu ödül, 1949 yılında Max Planck'ın ölümünden sonra oluşturulmuştur ve o zamandan beri her iki yılda bir verilmektedir. Ödül, teorik fizik, deneysel fizik ve uygulamalı fizik alanlarındaki olağanüstü çalışmaları tanımak için verilmektedir. Bu ödül, dünya çapındaki fizikçiler için saygın bir onur olarak kabul edilir ve alanın önde gelen isimlerinden biri olmak için önemli bir adımdır.
Rashid Sunyaev Planck Madalyası son olarak 2022 yılında “Galaksi kümeleri arasından geçen kozmik zemin ışınımının gözlenen tayfındaki değişimlerin teorik tahmini” alanındaki çalışmaları nedeniyle Rus astrofizikçi Rashid Sunyaev’e verilmiştir.
Max Planck'ın Ölümü ve Mirası
Max Planck'in Göttingen'deki Mezarı Planck, 4 Ekim 1947'de Göttingen'de öldü. Fizikçinin ölümü, fizik dünyasını yasa boğdu ve ölümünden sonra birçok anma töreni düzenlendi. Ölümünden önce ve sonra, birçok ödül ve onur ödülü aldı. Bugün, Almanya'da birçok araştırma enstitüsü, fizik, matematik ve mühendislik alanlarında Planck'ın mirasına dayanmaktadır. Planck, kuantum teorisi ve termodinamiğe yaptığı katkılar nedeniyle hala büyük bir saygınlığa sahiptir. Kaynak: Max Planck Kimdir? Read the full article
#alberteinstein#bilim#fizik#Foton#kuantum#manyetizma#MaxPlanck#Planck#PlanckYasası#radrasyontermodinamiği#Şahsiyet#teorikfizik
1 note
·
View note
Text
Fizik Okurken Başınıza Gelecek Muhtemel Tuhaflıklar
Fizik Okurken Başınıza Gelecek Muhtemel Tuhaflıklar Fizik okurken “Atom Fiziğine de, Profesörlüğe de Lanet Olsun” diyebileceğiniz 10 fizik öğrencisi tecrübesini sıraladık. İşte bu tuhaf durumlar: Fizik Okurken Başınıza Gelecek Muhtemel Tuhaflıklar 1- Sonsuz kadar sürecek hissi uyandıran Vizeler 4 saat süren bir vize esnasında zamanın izafi olduğunu çok daha iyi anlıyorsunuz. Sorular ile…
View On WordPress
#fizik#Fizik okumak#Fizik Okurken Başınıza Gelecek Muhtemel Tuhaflıklar#fizik üniversite#fizikci#fizikçi olmak#üniversite#üniversite fiziği
0 notes
Text
SCHRÖDİNGER
Erwin Rudolf Josef Alexander Schrödinger, Avusturyalı fizikçi ve bilim kuramcısıydı. Schrödinger, kuantum mekaniğinin kurucularından biri olarak kabul edilir. Atom teorisinin yeni, üretken işlevlerinin keşfedilmesine yaptığı katkılar için 1933'te Paul Dirac ile birlikte Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü
Schrödinger'in kedisi, schrödinger'in uydurdugu, mikroalemdeki belirsizligi makroaleme tasiyan düsünce deneydir..Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger tarafından ortaya atılmış, kuantum fiziğiyle ilgili olan, hakkında çok tartışma yapılmış bir düşünce deneyidir. Genellikle kuantum mekaniği ve Kopenhag Yorumuyla ilgili bir paradoks olarak bilinir.
rwin Schrödinger tarafından 1935'te ortaya atılan bu düşünce deneyi bir kuantum süperpozisyon paradoksudur.Schrödinger, bu deneyle Kopenhag yorumundaki kuantum mekaniğinin problemlerini göstermek istemiştir. Bir kedi ölü ya da diri olabileceği rastgele bir duruma bırakılıyor ve karar vermek için gözlemlemeye ihtiyaç duyuluyor. Bu düşünce deneyi, kuantum mekaniğinin teorik yorumunu tartışmaya açtı.
Schrödinger’in kedisi deneyinde; bir kedi, küçük bir şişe zehir ve radyoaktif bir kaynakla kapalı bir kutuya bırakılır. Radyoaktif kaynağın bir saat içinde ışıma ihtimali ışımama ihtimaline eşittir. Eğer içerideki sensör radyoaktiflik algılarsa küçük şişeyi kıran mekanizma çalışır, zehir kediyi öldürür. Kopenhag yorumuna göre bir saatin sonunda kedinin canlılık ve ölülük halleri eşdeğerdir. Yalnızca kutu açılıp gözlemlendiğinde bu durumlardan biri gerçek olur.
schrödinger'in kedisi öncelikle bir zihinsel deney. yani bu deneyde hiçbir kediye zarar gelmiyor. schrödinger isimli kişi (fizikçi), quantum fiziği ile "normal" boyuttaki dünyanın fiziği arasındaki geçiş sorununu anlatabilmek için zihinsel bir deney tasarlar. bu deneyde bir kedi, dolu bir tabanca, fotona duyarlı bir tetik ve bir foton kaynağı kullanılır. düzenek şöyle kurulur; tetik mekanizmasına bir foton çarptığında tabanca ateş almakta ve karşısında duran kediyi öldürmektedir. buraya kadar herşey gayet açık. ama gelin görün ki, foton seviyesindeki büyüklüklerde geçerli olan quantum fiziğine göre, parçacıklar quantum haline sahiptir. bu da şu demektir; her foton bir olasılık çiftiyle donatılmıştır. yani aynı foton tetiğe hem çarpar, hem çarpmaz. bu durumda, bu quantum çiftinin tetik vasıtasıyla kediye yansıması, kafamızı karıştıran bir sonuç verir. namlunun ucundaki kedi aynı anda hem ölü, hem diri olmak durumundadır. hatta rivayet edilir ki; aslında normal ölçekli dünyamızda olasılık çiftleri halinde gerçeklik katmanlar halinde birbirinin içinde yaşanmaktadır. değişik olasılıklar aynı anda. yani bir gerçekliğe göre de kedi ölüdür.
2 notes
·
View notes
Note
Nej bir gün Zeytin'e dönüşsen ne yapardın ve Zeytin ne yapardı? Yani bir sabah bir uyandın baktın Zeytin'in bedenindesin, o da sen olmuş. O konuşabiliyor sen miyavlayabiliyorsun falan. Ailene bu durumu nasıl açıklardın? Zeytin kesin gülerdi ve yardımcı olmazdı
Webtoonda mıyız lan :( bi belgesel izlemiştim kedilerin muazzam bi fizikçi olduklarına dair... bir yere atlarken hızı açıyı vs çok doğru ayarlayabiliyorlarmış onu denerdim ilk. Bi de gece görüşünü merak ediyorum... tüylü olmak zor olurdu ama bu havada amk. Nejla bedenindeki zeytin gerçekten yardımcı olmazdı bence de
17 notes
·
View notes
Text
Ben bugün insanların kadın ve erkek olmak üzere 2 "biyolojik cinsiyet"i olduğunu sanmamıza rağmen en az 5 biyolojik cinsiyet olduğunu öğrendim. Dikkatinizi çekerim, cinsel kimlik veya cinsel yönelimden bahsetmiyorum. Genellikle doğduğumuz anda genital organlarımıza bakılarak bize atfedilen, güya en somut, en belirgin olan "cinsiyet"ten bahsediyorum.
Brown Üniversitesi'nde, biyolog Anne Fausto-Sterling, birinin cinsiyetini belirlemek için sadece dışarıdan gözüken genital organlara değil ayrıca kromozomlara, eşey bezlerine, dahili cinsel organlara (rahim gibi), cinsiyet hormonlarına ve ikincil cinsel karakteristiklere bakılması gerektiğini, ancak bunların TOPLAMIYLA birinin biyolojik cinsiyetine de bakılabileceğini söylüyor ve başlıca 5 cinsiyet olduğunu belirtiyor. "Başlıca", yani aslında detayda çok daha fazlasından bahsediyor. Çünkü genler, genital organlar, hormonlar vs. derken aslında işler çok karışıyor ve şablondaki iki cinsiyete oturmayacak kadar çok biyolojik çeşitlilik ortaya çıkıyor. "Kadın" ve "erkek"ten anladığımız şey, aslında bir tür soyutlama ve birçok insan bu soyutlamadan uzak. Toplumda milyonlarca kişinin aslında gen dizilimi-hormonları-genital organları-üreme yetisi arasında zannettiğimiz gibi "mükemmel bir uyum" filan bulunmuyor.
Kleinfelter Sendromu'nu ele alalım. Bu, en yaygın cinsiyet kromozomu anomalilerinden biri. Bu sendroma sahip kişilerin XX veya XY değil, XXY şeklinde gen örüntüsü var. Ancak bu çoğu zaman teşhis edilemeyen bir durum, çünkü bu genlere sahip kişiler çocuk yapmaya çalışmadıkça ve neden çocuklarının olmadığının anlaşılması için "karyotip" denen, bir nevi kromozom fotoğrafı alınıp incelenmedikçe bu durumdan haberdar olunmuyor. Tahminlere göre, genital organlarına bakılarak erkek olduğu düşünülen her 2000 kişiden biri aslında XXY genlerine sahip! Oranın yüksekliğine bakar mısınız?
Şimdi, eğer insanların cinsiyetini üreme organlarına göre belirleyip ona göre birine erkek veya kadın diyeceksek, XXY genlerini ve etkilerini nereye koyacağız? Muhafazakârların sevdiği gibi "eşcinseller üreyemiyor, bu bile yanlış olduklarını anlamaya yeter!" dersek, bu gibi üreyemeyen erkeklerin ve kadınların cinsiyeti neye göre belirlenecek?
Bu konu, gördüğünüz gibi aslında heteroseksüellik ve eşcinsellik konusuyla da yakından alakalı. Çünkü "biyolojik cinsiyet" meselesi, muhafazakârların en çok sırtını dayadığı mesele. Bu yüzden de binlerce interseksin (doğuştan hem kadına hem erkeğe atfedilen biyolojik, fiziksel ve cinsel yönelimsel özellikler taşıyan kişiler) varlığını yok sayıyorlar örneğin, oysa uzmanlara göre dünya nüfusunun %1.7'si interseks doğuyor, fakat zorla kadına veya erkeğe çevirmek için "tedavi"ye mahkum ediliyorlar. Bu "tedavi"lerin hikâyeleri bugün inanılmaz korkunçlukta, nasıl izin verildiğine, nasıl yapıldığına inanamadığımız deneylerin hikâyeleri olarak ortalıkta dolaşıyor. Ama aslında o hikayelerin hepsinin oluş sebebi, insanları kadın ve erkek şeklinde iki seçenekli, heteroseksüel bir şablona sıkıştırmaya çalışmamız...
İşin kötüsü, heteroseksüelin tek, standart bir bilimsel tanımı da yokmuş! Farklı araştırmacılar bu kelimeyi farklı kriterlere göre değerlendirerek kullanıyorlar. Bu da araştırmalarda bir muğlaklık yaratıyor. Well Ricketts, Biological Research on Homosexuality'de "hiç kimse heteroseksüellerin ve homoseksüellerin neden farklı olmak zorunda olduğunu tam olarak bilmiyor. Bu iki grubun farklı olduğu düşünülüyor çünkü iki gruba ayrılabilecekleri inancı temelinde iki gruba ayrılabiliyorlar." Kısaca, aslında elimizde inançtan başka bir şey yok. İnanç ne kadar bilimsel peki? Görünen o ki, kesin bir bilimsel veri olmadan ayrım yapıyoruz.
Şimdi biyolojik cinsiyet meselesiyle bağlantılı şekilde cinsel yönelim ve cinsel kimlik meselesine geçiyorum. Geçmeden, bu ikisi arasındaki farkı bilmiyorsak eğer, kabaca cinsel kimlik bizim kendimizi nasıl hissettiğimiz/tanımladığımız, cinsel yönelim ise kime çekim hissettiğimiz anlamına geliyor. En bilineni, kadın hissedip erkeğe ilgi duymak veya erkek hissedip kadına ilgi duymak. Erkek hissedip erkeğe de ilgi duyabiliriz veya kadın hissedip kadına da ilgi duyabiliriz. Eh, bu da kolay. Ama burada bitmiyor. Erkek bedenine sıkışmış bir kadın olarak erkeğe ilgi duyabiliriz veya kadın bedenine sıkışmış bir erkek olarak kadınlara ilgi duyabiliriz. Bakın burada cinsel kimlik hissi ile görüntü değişti. Trans kimliği, cinsel geçiş ameliyatı bu noktada devreye girebilir. Bitti mi? Bitmedi. Peki erkek bedenine sıkışmış bir kadın olarak kadınlardan hoşlanıyorsak? O zaman, dışarıdan bakanların gördüğü "kadınlardan hoşlanan normal bir erkek"tir. Ama aslında kişi kendisini kadın gibi hisseder ve erkek bedenine sıkıştığından dolayı huzursuzdur. Bu durumda, erkek bedenine hapsolmuş bir lezbiyenden bahsediyoruzdur esasen. Dışarıdan "normal" gözüken bir "erkek", aslında kadınlara ilgi duyan ve kadın vücuduna geçiş yapmak isteyen bir trans kadın olabilir yani. Tam da bu yüzden birinin genital organlarına bakarak ne cinsiyetini ne cinsel kimliğini ne de cinsel yönelimini anlayabilmek mümkün.
Bu konuda genital organlardan ve genlerden sonra aklımıza ilk gelen şey belki de hormon. Hormonların varlığı 1905 yılında keşfedilmiş ve o günden beri üstüne çalışılıyor. Ama öncelikle "kadın" hormon veya "erkek" hormon yok. Bizim kadınlara ve erkeklere atfettiğimiz hormonların her türü değişken miktarlarda insanlarda var. Ancak kafayı homoseksüelliğe takmış olan birçok insan, bu "sorun"ları hormonlar üstünden tedavi edeceğini düşündü tarih içinde. Örneğin Steinach basitçe eşcinselliğin hormonla tedavi edilebileceğini düşünüyordu ve eşcinsel erkeklerin "sorunlu testisleri"ni "normal testis" nakilleri ile değiştirdi. Ancak ta taaaam, sonuç değişmedi, o erkekler hâlâ eşcinseldi :) Nitekim uzun süre sonra kendisi de bu ameliyatların hiçbir işe yaramadığını itiraf etmek durumunda kaldı. Himmler için çalışan Danimarkalı fizikçi Carl Vaernet ise Buchenwald'da tutuklu bulunan eşcinseller üzerinde deneyler yaparak onlara hormon farmasötiği uygulamaları yaptı. Ancak onunkiler de işe yaramadı. Kimse "normal"e dönmedi, çünkü düzcinsel ya da eşcinsel olmak sadece hormonlardan ibaret bir mesele değil. Çünkü erkekleri arzulayan erkekler, kadınları arzulayan erkeklerden hormonal olarak farklı olmayabilirler. (Bu konuda yetişkin hormon seviyeleri veya gonad işlevi bir açıklama sunmadığı için araştırmacılar şimdi prenatal hormonlarla yetişkin cinsel yönelimi arasında bağlantıyı araştırıyorlarmış.) 70'lerde de anatomik araştırmalar sonucu eşcinselliği hipotalamusun güya "cinsel merkezi"ni yakarak tedavi etmeye çalışan Günter Dörner gibiler var. Tabii ki bu ameliyatlar bir işe yaramadığı gibi sağlık açısından birçok soruna sebep oluyor ve Volkmar Sigusch gibi başka araştırmacıların itirazları sonucu nihayet durduruluyorlar.
Aslında Kinsey'den beri, eşcinsel ve düzcinsel arasında kesin, kati bir ayrım olmadığını biliyoruz. Cinsel yönelimimiz, kimliğimiz biraz da durumsal. Örneğin Kinsey'in araştırmasında erkeklerin %37'si hayatlarında en az bir kez erkeklerle eşcinsel deneyim yaşadıklarını söylüyorlar. Ama dışarıdan bakıldığında bu erkeklerin çoğu "heteroseksüel erkek" görünümünde. Eğer "bir insan ya eşcinseldir ya düzcinsel" diye katı bir ayırım yaparsak, bu tarz örnekleri anlayamayız. İşin gerçeği, çok az insan %100 düzcinsel veya %100 eşcinsel. Bu yüzden "spektrum" kelimesini kullanıyoruz, çünkü aslında hepimiz dağılımın içinde, ortalarda veya kenarlarda bir yerdeyiz ama tam uçta değiliz. Kendimizi biraz erkek, biraz kadın hissedebiliyoruz, bazen biri bazen diğeri öne çıkabiliyor veya çıkmasına izin vermeden bastırıyoruz. Çoğunlukla belli bir cinsten hoşlansak da, nadiren başka bir şeyden de hoşlanabiliriz, aslında duruma göre yönelimimiz de değişiyor ama çoğu zaman bunu kabul etmektense reddediyoruz.
Sonuç olarak, bilimsel açıdan konuşursak, ne cinsiyetler, ne cinsel kimlikler, ne de cinsel yönelimler hakkında hâlâ pek bir şey bilmiyoruz, ama dünyanın heteroseksüel bir dünya olduğunu düşünüyor, "normal" olanın heteroseksüellik olduğunu varsayıyoruz. Örneğin heteroseksüellerle eşcinseller arasında anatomik veya fizyolojik farklar var mı bilmiyoruz. Bildiğimiz kadarıyla, sinir sistemleri arasında cinsel uyaranlara verdikleri tepkiler açısından bir fark yok. Bir nörolog "heteroseksüel bir beynin" nesinin farklı olduğunu söyleyemiyor. Endokrinologlar kişiyi heteroseksüel yapan hormonal reçeteyi söyleyemiyorlar. Genetik uzmanları da aslında "heteroseksüellik geni" diye bir şey var mı bilmiyorlar. Heteroseksüel kelimesinin kendisi bile 1869'da icat edilmiş ama ezici bir şekilde kendini kabul ettirmiş. Modernleşirken standartlaşan dünyamızda biz, dünyanın kadın ve erkekler şeklinde standart iki cinsiyete dayanan insanlarca illa ki düzcinsel biçimde yaşandığını öğrendik; oysa dünyanın önceki çağlarında bu bilgilerin hiç de gizli saklı olmadığını Antik Yunan'ından Roma'sına, Decameron'dan Binbir Gece Masalları'na birçok kaynaktan görüyoruz :)
Bu öğrenideki bilgilerimin büyük kısmını Hanne Blank'in Düzcinsel isimli kitabından edindim. Tabii ki burada yazılandan çok daha fazlasını anlatıyor. Çoğu zaman sosyal medyadaki bilgiler bize "yeterli" geliyor ama aslında böylesi bir konu için hiç yeterli değil, onu söylemek isterim. Bir de, not aldığım yerlerden kontrol ederek yazdım ama sonuçta kopi-peyst olmadığı için yanlışlık yapmış, eksik anlatmış olabilirim, en iyisi gene araştırmaların kendisini kendiniz okumanızdır tabii...
Anne Hanım'ın eserlerinin adı burada listelenmiş olduğu için Wiki linkini bırakıyorum: [https://en.wikipedia.org/wiki/Anne_Fausto-Sterling#Publications](https://en.wikipedia.org/wiki/Anne_Fausto-Sterling#Publications)
İntersekslerin dünya üstündeki nüfuslarına dair bilgiyi şuradan aldım: [https://www.amnesty.org.tr/icerik/interseks-hakkinda-yanlis-bilinen-5-sey](https://www.amnesty.org.tr/icerik/interseks-hakkinda-yanlis-bilinen-5-sey)
Kinsey, Master & Johnson gibi seksologların araştırmalarına hem dijital hem kitap olarak ulaşılabiliyor. Korkunç cinsiyet değişikliği deneylerine dair ise bu grupta bile birçok öğreni olduğuna eminim, gördüğümü hatırlıyorum.
Ayrıca biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik ve cinsel yönelim arasındaki farklar, spektrum vs. kafanızı karıştırıyorsa (ki çok normal, oturana kadar epey karışıyor) KAOSGL gibi platformlarda birçok bilgilendirici yazı bulabilirsiniz. [https://www.kaosgl.org/](https://www.kaosgl.org/)
74 notes
·
View notes
Text
ROBOTLARIN YÜKSELİŞİ -05- ''Martin FORD ''
SÜPER ZEKÂ ve TEKİLLİK
2014 Mayıs'ında Cambridge Üniversite’sinden fizikçi Stephen
Hawking, hızla gelişen yapay zekanın tehlikelerine karşı alarm zilini
çalmak üzere bir yazı kaleme aldı.
The Independent gazetesinde çıkan yazıda Hawking'in dışında
MIT'de fizikçi olan Max Tegmark, Nobel ödüllü Frank Wilczek ve
California Üniversite’sinden bilgisayar bilimci Stuart Russell gibi
isimlerin de imzası vardı.
Gerçek anlamda düşünme becerisine sahip bir bilgisayar
“insanlık tarihindeki en büyük olay olur”du. İnsandan daha zeki bir
bilgisayar “para piyasalarından zengin olabilir, keşifleri
araştırmacılardan daha hızlı yapabilir, insanları politikacılardan daha iyi
manipüle edebilir, nasıl çalıştığını bile anlamadığımız silahlar
geliştirebilir”di. Tüm bunları bilimkurgu diye göz ardı etmek
“tarihteki en büyük hatamız” olabilirdi.
Şu ana kadar bahsettiğim tüm teknolojiler ,kutu taşıyan,
hamburger yapan, müzik besteleyen, rapor yazan veya borsada işlem
yapan makineler özel veya "dar" olarak sınıflandırılan bir yapay
zekâ kullanırlar.
Makine zekasının bugüne kadarki en etkileyici gösterisi olarak
niteleyebileceğimiz IBM'in Watson'ı bile insanlardaki gibi bir genel
zekanın yanına dahi yaklaşamaz. Hatta bilim-kurgu dünyasının
dışındaki, gerçek hayatta herhangi bir kullanım alanı olan tüm yapay
zekalar dar yapay zekâdır.
Fakat gerçek dünyada kullanılan yapay zekâ uygulamalarının
dar alanlarda uzmanlaşmış olmaları, pek çok işin otomatize edilmesi
için bir engel teşkil etmez. Yapılan işlerin büyük bölümü rutin ve
öngörülebilir görevlerden oluşur. Robotların ve makinelerin
öğrenme algoritmalarının insanlar gibi düşünmesi gerekmiyor,
çünkü bir bilgisayarın işinizi elinizden alması için sizin zihinsel
kapasitenizi her yönüyle kopyalaması gerekmez. Tek yapması
gereken, size yapmanız için para verilen şeyleri yapabilmektir. Zaten
yapay zekâ araştırmaları ve bu konudaki tüm yatırımın da odak
noktası bu tür uzmanlaşmış uygulamalardır. Bu teknolojilerin
önümüzdeki yıllarda daha da esnek hale gelip güçleneceğineyse şüphe yok.
Gerçek anlamda düşünebilen bir makine yapma hayalinin
izlerini 1950'ye kadar geri sürebiliriz. O yıl Alan Turing zekâ
disiplinini başlatan makalesini yayımlamıştı.
Bu olayın ardından gelen dönemlerde yapay zekâ araştırmaları,
birbirini takip eden büyük beklentiler ve hayal kırıklıklarıyla geçti.
Hayaller dönemin teknik imkanlarını çok daha ilerisinde
olduğundan, hayal kırıklıkları da kaçınılmaz oldu. Yatırımlar ve
araştırmalar tökezledi. “Yapay zekâ kışı” denilen duraklama
dönemlerinden geçildi. Fakat bahar yine gelmesini bildi. Günümüz
bilgisayarlarının müthiş hızı, yapay zekâ araştırmalarının belli
alanlardaki ilerlemeler ve insan beynini daha iyi anlamamız
sayesinde, artık alanda yeni bir iyimserlik dalgası hâkim.
Gelişmiş yapay zekâ konusunda yeni bir kitap yazan James
Barrat, dar yapay zekâ yerine insanınkine benzer yapay zekâ üzerine
araştırma yapan yaklaşık 200 araştırmacıyla bir anket yapmış. Bu
alana “Yapay Genel Zekâ” deniyor.
Barrat bilgisayar bilimcilere yapay genel zekanın ne zamana
mümkün olacağı sorusunu sorarak dört şık sunmuş. Cevaplara göre
%42'si düşünen bir makinenin 2030'da mümkün olacağına inanıyor,
%25'ine göre bu tarih 2050, %20'sine göreyse 2100. İçlerinde bunun
asla olmayacağına inananların oranı %2. Hatta bazı katıltmcılar
daha bile erken bir tarihin, örneğin 2020'nin seçenekler arasına
alınmasının doğru olacağı yönünde yorum yazmışlar.
Bazı uzmanlarsa yeni bir balonun şişmekte olduğundan endişe
ediyor. Facebook'un New York'ta yeni inşa ettiği yapay zekâ
araştırma laboratuvarında çalışan Yann LeCun, 2013 Ekim'inde
yazdığı blog yazısında, aşırı beklentiler yüzünden yapay zekanın elli
yılda dört kez “öldüğü” konusunda uyardı. Bunun da nedeni
insanların genelde potansiyel yatırımcıları etkilemek için abartı
iddialarda bulunması ve bunları yerine getirememesiydi. O zaman da
haliyle tepkiler oluyordu. Bilişsel bilim uzmanı, New Yorker
dergisinde yazar ve New York üniversitesinde profesör olan Gary
Marcus da aynı görüşte. Derin öğrenme sinirsel ağları gibi alanlarda
son dönemde yaşanan gelişmelerin, hatta IBM Watson'a atfedilen
bazı becerilerin epey bir abartıldığını düşünüyor.
Fakat alanın müthiş bir momentum kazandığı da su götürmez.
Özellikle Google, Facebook ve Amazon gibi şirketlerin yükselişi, çok
önemli gelişmeleri tetikledi.
Yapay zekâ artık askeriye için, istihbarat teşkilatları için ve
otoriter devletlerde gözetim sistemleri için olmazsa olmaz bir unsur.
Hatta yakın gelecekte ülkeler yapay zekada üstünlüğü ele
geçirmek için birbirleriyle büyük bir yarışa girebilirler. Dolayısıyla
bana göre asıl soru, yeni bir yapay zekâ kışı yaşanıp yaşanmayacağı
değil: asıl soru gelişmelerin dar yapay zeka ile mi sınırlı kalacağı,
yoksa yapay genel zekaya da mı sıçrayacağı.
Yapay zekâ araştırmacıları yapay genel zekaya geçiş
yapabilirse, makinelerin tamı tamına insan zekâsında olması için bir
neden yok. Yapay genel zekâ bir kez başarıldıktan sonra, Moore
Yasası gereği bir süre sonra insandan daha zeki bilgisayarlar
yapılacaktır. Ve düşünebilen bir makine, bilgisayarların şu anda
sahip olduğu avantajların hepsine yine sahip olacak, bizim için idrak
edilemez hızlarda işlem yapıp bilgilere erişebilecektir. Bir de
bakmışız, gezegenimizi hiç ummadığımız, yabancı, hem de
bizimkinden daha üstün bir zekâ türüyle paylaşıyoruz.
Ve bu daha işin başlangıcı olur. Yapay zekâ uzmanları
arasındaki yaygın kanıya göre, böyle bir sistem bir süre sonra
kendini de geliştirmeye başlar, tasarımını geliştirir, yazılımını baştan
yazar, belki de evrimsel programlama tekniklerini kullanarak
kendinin daha üstün bir versiyonunu yaratır. Tabii aynı süreç bir
sonraki versiyonda da tekrarlanabilir. Böylece her revizyonda sistem
daha zeki, daha becerikli hale gelir. Döngü hızlandıkça yaşanacak
“zekâ patlaması”nın sonucunda öyle bir makine ortaya çıkar ki, en
zeki insandan bile binlerce, belki milyonlarca kat daha zeki olur.
Hawking ve arkadaşlarının deyişiyle, “bu tarihteki en büyük olay olur”.
Böyle bir zekâ patlaması yaşanırsa, sırf ekonomi için değil,
bütün uygarlığımız için yıkıcı sonuçları olabilir.
Fütürist ve mucit Ray Kurzweil'in sözleriyle, “tarihin kumaşını
yırtar” ve “Tekillik” olarak adlandırılan olayı veya çağı başlatabilir.
TEKİLLİK
“Tekillik” [singularity] terimini teknolojinin gelecekte yol
açacağı bir olay anlamıyla ilk kullanan kişinin bilgisayarın öncüsü
John von Neumann olduğu kabul edilir. 1950'lerde von Neumann
şöyle demiştir: “Gittikçe hızlanan gelişmeler, ırkımızın tarihinde benzeri
olmayan bir tekillik noktasına doğru ilerlediğimiz izlenimini veriyor. Bu
öyle bir nokta ki, sonrasında insan işleri bildiğimiz anlamıyla devam
edemeyecek.”
Benzer bir temayı 1993'te San Diego Üniversitesi matematikçisi
Vernor Vinge de “Yaklaşmakta Olan Teknolojik Tekillik” adlı
makalesinde dile getirmiştir. Temkinli bir dile gerek görmeyen
Vinge, makalesinin başında şöyle yazmıştır: “Otuz yıl içinde insanüstü
zekâ yaratmak için gerekli teknolojik imkanlara sahip olacağız. Bu
olaydan bir süre sonraysa insanlık çağı sona erecek.”
Astrofizikte tekillik, bir kara deliğin içindeki, fizik kurallarının
işlemez olduğu noktaya verilen isimdir. Kara deliğin sınırlarında, bir
başka deyişle “olayınn”da, kütle çekim kuvveti o kadar fazladır ki
ışık bile bu çekimden kurtulamaz. Vernor Vinge teknolojik tekilliği
de buna benzetiyordu: İnsanlığın geleceğinde sonrasında neler
olduğunu göremediğimiz bir kırılma noktası. Tekillikten sonrasını
görmeye çalışmak, gökbilimcinin kara deliğin içini görmeye
çalışmasından farksızdı.
Daha sonra meşaleyi Ray Kurzweil devraldı ve 2005’te konuyla
ilgili kitabını yayımladı: Tekillik Yakın: İnsanlar Biyolojinin Ötesine
Geçtiğinde. Günümüzde tekillik fikrinin baş vaizi haline gelen
Kurzweil, Vinge'den farklı olarak,geleceğin
ayrıntılı bir tasvirini yapmaktan çekinmiyor. Söylediğine göre ilk
gerçek anlamda zeki makine 2020’lerin sonunda inşa edilecek.
Tekillikse 2045 dolaylarında gerçekleşecek.
Gelgelelim, Kurzweil’in tekillik konusundaki çalışması tam bir
yamalı bohça. Fikirlerin bazıları sağlam temelli ve teknolojinin
gelişim hızı konusunda tutarlı bir senaryonun ürünü. Bir kısmıysa
saçmalığın sınırlarında gezinecek kadar tartışmalı. Örneğin
mezarından DNA örneği alarak babasını hayata döndürmek ve
fütürist nanoteknolojiyle bedenini yeniden oluşturmak istiyor.
Kurzweil'in ve fikirlerinin etrafında toplanmış son derece çoğu
renkli simalardan oluşan enerjik bir camia var. Bu “Tekillikçiler”
(Singüleryanlar) işi kendi eğitim enstitülerini kuracak kadar ileri
götürmüşler. Silikon Vadisi'ndeki Tekillik Üniversitesi teknolojinin
katlanarak gelişimi konusunda kredisiz lisansüstü programlar
sunuyor. Üniversite’nin sponsorları arasında Google, Genentech,
Cisco ve Autodesk gibi şirketler bulunuyor.
Kurzweil'in tahminlerine göre günün birinde hepimiz
makinelerle birleşeceğiz. İnsanlar zekâyı kat kat arttıran beyin
implantlarıyla kendilerini geliştirecekler. Dahası, tekillikten sonra
da teknolojiyi anlamak ve kontrol ermek istiyorsak, bu türden bir
zihinsel terfi adeta mecburi olacak.
İleri Düzey Nanoteknoloji
Moleküler imalat bir bakıma dijital ekonomiyi fiziksel dünyaya
taşıma umudu barındırıyor.
“Bilgi özgür olmak ister,” diye bir söz vardır.
Gelişmiş Nanoteknoloji de aynı şeyi maddi ürünler için
gerçekleştirmemizi sağlayabilir.
Drexler’in (Nanoteknoloji konusunda bayrağı Feynman’dan
devralan MIT’den bilim insanı) oda büyüklüğündeki fabrikası günün
birinde masaüstü bir ürün haline gelirse, televizyon dizisi Uzay
Yolu’ndaki “replikatör” gerçeğe dönüşür.
Kaptan Picard’ın sık verdiği “Çay, Early Grey, Sıcak” komutuyla
bir anda sıcak çayın peydahlanması gibi, belki moleküler fabrika da
günün birinde neredeyse istediğimiz her şeyi anında üretebilir.
Kimi tekno-iyimserler moleküler üretim mümkün olduğunda,
neredeyse tüm maddi ürünlerin bol ve adeta bedava olduğu bir
“kıtlık sonrası” ekonomisinin ortaya çıkacağını umut ediyorlar.
Hizmetlerin de benzer şekilde gelişmiş yapay zekâ tarafından
sağlanacağını kabul ediyorlar. Bu teknoloji ütopyasında moleküler
geri-dönüşüm ve bol temiz enerji sayesinde kaynak ve çevre-koruma
kısıtlamaları ortadan kalkacak. Pazar ekonomisi devri bitecek ve
Uzay Yolu’nda olduğu gibi artık paraya da gerek kalmayacak.
Fakat bu son derece cazip senaryoda bazı belirsizlikler var.
Örneğin arazi hâlâ kısıtlı bir kaynak olacak. İnsanların
sosyoekonomik statülerini değiştirmesini sağlayacak işlerin, paranın
ve fırsatların olmadığı bir dünyada yaşam alanlarının nasıl
paylaşılacağı belirsiz. Ayrıca pazar ekonomisinin yokluğunda,
gelişimin körükleyicisi olan motivasyonun nasıl sağlanacağı net değil.
Fizikçi (ve Uzay Yolu hayranı) Michio Kaku, nanoteknoloji
ütopyasının yüz yıl içinde gerçeğe dönüşebileceğini düşünüyor.
Gerçekten de moleküler imalat teknolojisi otoriter bir rejimin
ellerinde bir silaha dönüştürülürse, ütopyadan ziyade distopyada
bulabiliriz kendimizi. Amerika moleküler imalat konusunda
organize bir araştırma çabasında olmasa da Drexler diğer ülkeler için
aynı durumun illa geçerli olmadığı konusunda uyarıyor.
ABD, Avrupa ve Çin nanoteknoloji araştırmalarına kabaca eşit
seviyede yatırım yapıyorlar, fakat bu araştırmaların odaklandığı
yerler aynı olmak zorunda değil. Yapay zekada olduğu gibi ölümüne
bir üstünlük mücadelesi potansiyeli var. Ve moleküler imalatın
olamayacağına daha baştan ikna olmak, tek taraflı olarak silah
bırakmaya denk olabilir .
YENİ BİR EKONOMİK PARADİGMAYA DOĞRU
Pek çok kanıtın gösterdiği üzere, günümüzde pek çok
üniversite öğrencisi ekonomik açıdan üniversite seviyesindeki işlere
hazır değil, hatta bazı durumlarda işe yaramaz durumda. Bu
öğrencilerin büyük kısmı mezun olamayacak ve aldıkları öğrenci
borçları yüzünden sırtlarında büyük bir kamburla üniversiteden
ayrılacaklar. Mezun olanların yarısına yakını gerçekten üniversite
diploması gereken bir iş bulamayacak. Genel olarak ABD üniversite
mezunlarının yaklaşık %20’sinin şu an çalıştıkları iş için fazla
eğitimli oldukları düşünülüyor. Yeni üniversite mezunlarının
ortalama maaşları ise on yıldan uzun süredir düşüşte. Pek çok
ülkenin bedava veya neredeyse bedava üniversite eğitimi verdiği
Avrupa’daysa mezunların %30’unun şu an çalıştıkları iş için fazla
kalifiye olduğu düşünülüyor. Kanada’da bu oran %27. Çin’de ise
işgücünün %43’ü aşırı eğitimli.
İşin gerçeği, daha fazla kişiyi üniversiteden mezun etmek, çoğu
mezunun gönlündeki profesyonel, teknik ve idari işlerin işgücündeki
oranı arttırmıyor. Peki ne oluyor? Diploma enflasyonu. Eskiden lise
diploması gerektiren işler artık dört yıllık üniversite diploması
gerektiriyor. Yüksek lisans, eski lisansa denk geliyor. Seçkin olmayan
üniversitelerin diplomalarının değeri düşüyor
Fakat şurası gittikçe daha net belli oluyor: Robotlar, makine
öğrenme algoritmaları ve diğer otomasyon türleri iş piramidinin
altını yavaş yavaş yiyorlar. Ve yapay zeka uygulamalar gittikçe daha
yüksek vasıflı mesleklere göz diktiğinden, piramidin güvenli sayılan
en tepesi bile zamanla küçülecek. Geleneksel düşünceye göre,
eğitime gittikçe daha fazla yatırım yaparak herkesi o tepedeki
küçülen yere s1ğdıracağız.
Tarımın mekanizasyonu sırasında işten çıkarılan ırgatların
çoğunun traktör sürücüsü olacağına inanmak gibi bir şey bu.
Sayılar buna izin vermez.
Havacılık çok sıkı denetlemeye tabi. Havacılık sektörü kokpit
otomasyonu ve pilot becerilerinin körelmesi konusunun yıllardır
farkında ve eğitimlerde buna özellikle dikkat ediyor. Modern
havacılık sisteminin güvenlik sicilinin olağanüstü olduğu su götürmez.
Sebastian Thrun gibi kimi teknoloji uzmanları, uçak
pilotluğunun yakın gelecekte tarihe karışacağını iddia ediyor. Ben
şahsen üç yüz kişinin içinde pilot olmayan bir uçağa binmeye razı
olacağı günlerin o kadar yakında olduğunu sanmıyorum.
Düzenlemeler, potansiyel sorumluluklar ve toplumun kabulü
gibi unsurlar, kamu güvenliğini ilgilendiren işlerde otomasyonu
dizginleyecektir.
Otomasyonun asıl etkileyeceği insanlar, örneğin fast food
çalışanları veya sıradan ofis çalışanları olacaktır. Bu işlerde hem
potansiyel teknik hataların veya beceri körleşmesinin etkileri o denli
çarpıcı değildir, hem de otomasyonu dizginleyecek dış unsurlar yoktur.
Günümüzde makineler çok temel bir dönüşüm geçiriyorlar:
Tarihte hep araç rolündeyken, şimdi otonom işçiler haline geliyorlar.
Ancak işin gerçeği şu ki modern uygarlığımızda elde ettiğimiz
büyük refahı ve rahatlığı teknolojiye borçluyuz. Bu sürecin altındaki
en önemli faktörse insan emeğini kısmak amacıyla daha verimli
yöntemler bulma çabamız oldu. Teknolojiye karşı olmadığınızı ama
daha fazla otomasyona karşı olduğunuzu söylemek dile kolaydır. Ne
var ki uygulamada bu iki trend birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır .
2 notes
·
View notes
Note
93, 97, 103?
93- dövme yapsan nasıl bir şey olurdu?
Çok hoşuma giden ilginç dövmeler var ama ilk dövmem Beşiktaş dövmesi olurdu ❣️
97- Bir süper gücün olsa nasıl olurdu?
İnsanların acılarını ve üzüntülerini toplayabilmek
103- Hayalindeki meslek?
Uzayla ilgili her mesleği çokça hayal ediyorum ama ben gerçekten teorik fizikçi olmak isterdim. Fiziği gerçekten seviyorum.
Kooocaman sevgileeer 💚♥🌸
7 notes
·
View notes
Note
Ne yaparsak yapalım zaman yolculuğuyla ilgili bütün teoriler varsayım olarak kalıyor sence hep böyle mi olacak?
Nedenselliği bozması bakımından diyorsan aslında nedenselliği bozmayan bir zaman yolculuğu önermesi var: Solucan delikleri. Kip Thorne, içinden geçebileceğimiz solucan deliklerini yüksek hızda taşıyıp geri eski konuma getirerek iki ağız arasında zaman farkı yaratarak uzayın farklı zamanlardaki farklı bölgelerini birbirine bağlayabileceğimizi söylüyor.
Hawking başta olmak üzere birçok fizikçi tüm bu koşulları sağlasak bile, tam zaman makinesine dönüştüğünde solucan deliğinin boş uzay dalgalanması sonucu oluşan yüksek enerji birikmesi sebebiyle yok olabileceğini belirttiğini eklemekte de fayda var.
4 notes
·
View notes
Text
Aynalar manzarayı çoğaltır
Artık meşhur oldu ya gerçi. Yine de başlarken altını tekrardan bir çizelim: Newtoncu fizikten Kuantuma geçiş, belirli nedenler/sonuçlardan, gözlemcinin de gözleneni etkilediği (en azından bir iddia olarak) bir alana geçiştir. ‘Çift Yarık Deneyi’ni[1] duymuşsunuzdur. Dalga gibi davranan elektron taneciklerinin gözlemlenmeleriyle birlikte davranış şekillerini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Bu deneyin öğrettiği şeylerden birisi de; maddenin, en azından atomaltı düzeyde, o kadar da deterministçe/tekdüze hareket etmediğidir. Yani, fiziksel şartlar aynı olduğunda bile, gözlemcinin nazarıyla eylemin şekli değişebilmektedir.
Gözleyen sadece gözlemlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? (Nazara inanmayanları sarsan bir soru.) Esas müşkül burada yatmaktadır. Fizikçi değilim, fazla malumat veremeyeceğim, ama ‘olasılık hesapları’ dediğimiz şey Kuantumculuğun bu tarafına bakıyor biraz. Yani biz ihtimallere kafa yorarak taneciğin orada tam olarak ne yaptığını, neyi yapmadığını veya ‘neleri birlikte yaptığını’ anlamaya çalışıyoruz. Çünkü, deney izlenince görülecektir ki, tanecik aynı anda hem hepsini yapmakta hem de hiçbirisini yapmamaktadır. Yarıklara giderken tanecik olan tanecik yarıklardan geçerken adeta potansiyeller dalgasına dönüşmektedir.
Kuantum fiziğin sonu değil. Belki ileride çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Belki Kuantumun da bazı şeyleri eksik/yanlış söylüyor olduğunu farkedeceğiz o zaman. Ancak yine de bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sanıldığı kadar kesif olmadığını gösteriyor. Demek: Neden-sonuç ilişkileri de sanıldığı kadar sarsılmaz değil. Yani: Bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Hem arızî olan vücudu anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum’un karşısında varlığımın ne denli ‘rüzgâr önünde yaprak’ bir varlık olduğunu kavrıyorum. Tabii yine de aklımızda tutalım: Bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, ‘tam’ı, hakikate daha yakın manaları anlamamıza yardımcı olabilir.
Aslında olasılık hesapları bilmediğimiz şeyler değil. Hatta, bırakınız matematiği, edebiyatta bile malumumuz birşeydir ihtimaller. Örneğin: Bazen tek cümle bir dalga hareketi yapabiliyor. Her duyanda farklı bir tesir uyandırabiliyor. Bazen aynı kelime, aynı cümle, muhatabın dünyasına göre farklı etkilerde bulunuyor. (Kompozisyon ödevlerindeki çeşitlilikten hatırlarız.) Farklı karşılıklar buluyor. Hatta söyleyenin zekavetine bağlı olarak belagatın da şiddeti artıyor. Aynı cümleyi duyan birçok insan, ihtisas alanlarına göre, cümlenin içinden hakikat devşirebiliyorlar.
Elbette insanî olanın özgü sınırları var. Bir insan tek cümlede kaç mana murad edebilir? Bir, iki, üç… “Oku oğlum baban gibi eşek olma!” derken virgülün yerine göre yaşanan anlam kaymasını veya eşsesli kelimelerle yapılabilen sanatları biliyoruz. Fakat insanın ağzından çıkan yine de insanîdir. Sınırlıdır. Vahy-i ilahîye yetişemez. Esmasında sınır bulunmayan Allah bir kelamında kaç mana murad edebilir?
Cevabını aradığımızda 12. Lem’a bir yönünü gösterir bize. 33. Söz’ün 19. Penceresi ise diğer bir vechini. İkisi de aynı ifadenin tefsiridir. Fakat birisi afakî/dışsal bir ‘yedi sema’ anlatımında bulunur, diğeri bir varlığın katlarını açar gibi daha enfüsî/içsel bir daireye yönelir. Ancak her ikisinde de Bediüzzaman “Yedi sema ancak bu manalardan ibarettir!” inhisarında bulunmaz: “Ve hâkezâ, bu âyetin külliyetinde, mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz’î mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semâviyeden herkes rızkını bulur.”
Demek, isimlerine sınır koyulamayan Allah’ın murad ettiği mana sayısı, rızkını arayan mahlukatın sayısıncadır, hatta sonsuzdur. Zâhiri manası genel-geçer, ilk murad olunan, çerçeveyi belirleyen olmakla birlikte; rızkını arayanın nazarı, ihtiyacı ve ihtisası sayısınca da Kur’an bizimle konuşmaya devam eder. Daha özel bir dairede konuşmadır bu. Daha hususidir. Evet. Doğru. Lafzen nüzul bitmiştir. Fakat manaca keşfimiz sürmektedir. Gözlemcilerin değişimi gözlenenin sonsuzluğunu ortaya çıkarır. Aynalar mekanı çoğaltır. Bakış açıları fotoğraflamalarla anları zenginleştirir. Ve biraz da bu yüzden zaman eskirken Kur’an gençleşir. Çünkü Kur’an, zaman ötesi bir makamdan, ezelden gelmiş bir kelamdır.
İlginçtir. Bediüzzaman, kendisine ebced/cifir veya Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde ifade ettiği işarat-ı Kur’aniye meselelerinde itiraz edenlere de Kur’an’ın bu küllî nazarını vurgulayarak cevap verir:
“Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz’î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.”
Yani, ebced/cifir meselesinde veya işarat-ı Kur’aniye mevzuunda yapılan itirazlarla aslında söylenmek istenen, Kur’an’da belirli birilerinin işareten kastedilmediği değil, Cenab-ı Hakkın bütün zamanlara uzanır kasıtlarının, hâşâ, olamayacağıdır. Bu yönlü itirazların arkaplanındaki temel arıza buradadır. Bu tasavvur daralmasındadır. Halbuki “Gayb’ın anahtarları Allah’ın katındadır. Onu yalnız O bilir. Mutlaka Onun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır…” buyuran En’am sûresi, aslında Cenab-ı Hakkın nasıl bir ‘manzar-ı âlâ’dan ve nasıl bütün mahlukatın geçmiş/gelecek bilgisini kuşatarak kelam ettiğinin de delilidir. Yeter ki bu manalara dair tefekkürler, bir usûlle, elbette ehl-ü sünnet ve’l-cemaatin usûlüyle geliştiriliyor olsun. Onlara bağlı kalsın. Sınırlarını aşmasın.
Ben şimdi, tam da bu noktada, derslerinde Kuantumu pek seven, Batı kaynaklarında duyduğu her bilginin âşığı, ama İmam Buharî rahmetullahi aleyhe dahi güvenmez Mustafa ��slamoğlu ve benzerlerine birşey sormak istiyorum: Allah bir ayetiyle kaç manayı birden murad edebilir?
Buna nasıl bir sınır çizebildiğinizi cidden merak ediyorum. Çünkü öyle bir rahatlığınız var ki bu konuda, değil mana-i sarihî yönüyle, mana-i işarî yönüyle yapılmış her arayışı sapkınlıkla suçlayabiliyorsunuz. Kur’an’ın hakikati gösterir parmaklarının sayısını kendi parmağınız kadar daraltabiliyorsunuz. Ya ‘mana-i sarihî’ ile ‘mana-i işarî’yi ayıramıyorsunuz yahut da Allah’ı, tek cümlede ancak bir manayı murad edebilir (o da mutlaka sizin anladığınız olmak zorunda), hâşâ, bütün zamanlara/fertlere kuşatıcı kelam edemez gibi bir sınırlılıkta tasavvur ediyorsunuz.
Ortası yok gibi geliyor bana. Zira kelam-ı İlahî’de, hem de gayet de makul manalarla, kendi zamanına işaretler bulunabileceğini; bunun Kur’an’ın hem ihbarat-ı gaybiyesine, hem ezel külliyetinin şanına yakışır olduğunu söyleyen bir âlimi, “Kur’an’da öyle birşey yoktur!” der gibi bir üslupla, hatta “Ayet benim için indi!” demiş gibi yalanlayabiliyorsunuz? Yalanlamak yetmiyor bir de sapkınlıkla suçluyorsunuz. Ayıp değil mi?
Allah azze ve celle, bir kelamda kaç mana, kaç kişi, kaç zaman işaret ettiğini/edebileceğini size mi danışıyor kuzum? Size mi danışıyor ki, bu kadar rahat “Yoktur!” diyebiliyorsunuz? Hem nedir öyle Kuantumdan dem vurup vurup Kur’an okurken Newton’a dahi rahmet söyletmek? Varlıktaki hikmetine ne ara tahdit koyabildiniz ki, kelamındaki kastına aklınızca tahditler koyabiliyorsunuz? Gittiğiniz yolun tehlikesinin farkında bile değilsiniz. Bu yol, öyle tekfire koşan bir yol ki, yakında değil işarî manayı, sarih manayı sizin gibi yorumlamayanları bile reddedeceksiniz. Belki ediyorsunuz da! Siz ne konuşursanız konuşun. Bizim yolumuz ehl-i sünnet ve’l-cemaatin yoludur. Kur’an’ı anlayışımız da şöyledir: “Lâfzı tazammun eder pek vâsi ihtimâlât, hem vücuh-u kesire ki, herbiri nazar-ı belâğatte müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşrii lâyık görüyor anı.”
[1] Faydalı bir kısa bilgi için: http://www.youtube.com/watch?v=q3H7wR_IR3w
1 note
·
View note
Text
Klonlama (Kopyalama)/ Kök Hücre/Doku Kültürü ve Rejeneratif Tıp
Şubat 1997'de dünyamız ünlü bilim dergisi Nature'de çıkan haberle çalkalandı. İskoç bilim adamları, genetik biliminde bir ilk gerçekleştirerek, Dolly ismini verdikleri bir koyun kopyalamışlardı. (Kopyalama, İngilizcesinden hareketle daha çok klonlama (cloning) olarak da yaygın olarak kullanılmakta.) Memelilerde üreme, bir dişi ve bir erkek olmak üzere iki yetişkinin yaşadığı cinsel sürecin sonunda meydana geliyordu ama bilim ilk kez kopyalama yöntemi ile yetişkinlerden birinden aldığı hücre ile hayvanın genetik açıdan tıpkısının aynısını 'ortaya çıkarmayı' başarmıştı. Bu inanılması zor görünen adım, peşi sıra dini, felsefi ve bilimsel birçok tartışmanın da kapısını araladı. Çünkü teorik olarak insan kopyalamaya giden yol açılmıştı. 1995'te Edinburgh'daki Roslin Enstitüsü'nde bir grup bilim adamı çiftlik hayvanlarını genetik açıdan değiştirmenin yollarını arıyorlardı. Dolly'nin doğumundan bir yıl önce de aradıklarını buldular. Embriyo hücrelerinden Megan ve Morag'ı klonladılar ve birkaç hafta laboratuarda büyüttüler. Belki de sürpriz bir şekilde bu devrim, medyada veya kamuoyunda çok fazla ilgi uyandırmamıştı.
Dolly, 5 Temmuz 1996'da doğdu; ancak bir sonraki yılın başlarına kadar varlığından pek de kimse haberdar olmamıştı. Dolly, bir embriyo yerine yetişkin bir hücreden kopyalanan ilk memeliydi ve doğumu, kamuya açıklandığından itibaren tüm gazetelerin manşetlerine ipotek koydu. O andan itibaren başlayan kopyalama tartışmaları ise, hız kesmeden sürüyor.
Kopyalama nedir?
Kopyalamayı kabaca, yetişkin bir canlıdan alınan herhangi bir beden hücresinin DNA'sının kullanılmasıyla, o canlının genetik ikizinin oluşturulması süreci olarak tanımlayabiliriz. Nasıl gerçekleştirildiğine gelince ise; bir canlının yumurta hücresi alınır ve çekirdeği çıkartılır. Ardından yine aynı canlıdan ya da aynı türdeki başka bir canlıdan her hangi bir vücut hücresi alınır ve onun da çekirdeği çıkartılır. İçi boşaltılmış yumurta hücresine vücut hücresinin çekirdeği nakledilir. Naklin başarılı olması durumunda yeni oluşan hücreye hafif bir elektrik şoku verilir ve hücre bölünmeye zorlanır. Embriyo özelliğini kazanan hücre, taşıyıcı annenin rahmine yerleştirilir. Gerçekleşen doğumla da kopyalanmış canlı dünyaya gelir.
Kopyalamanın potansiyel kullanımları arasında çiftçilik, tıbbi alanda veya besin olarak protein üretimi olarak veya genetik olarak değiştirilmiş domuzların, insanlara organ nakli için kullanılması gibi alanlar bulunuyor. Buna ek olarak, Alzheimer ve Parkinson gibi insanlardaki hücre bozulmaları gibi durumlarda iyileştirici bir rol oynayabilecek hücreleri elde etmek için embriyoların kopyalanmasını içeren bir 'iyileştirici' kopyalama da söz konusu. Ancak yine de kamuoyu, her türlü kopyalama konusunda etik açıdan bölünmüştü ve Dolly'nin ölümü, bu tartışmayı körükledi.
14 Şubat 2003'te Roslin Enstitüsü'ndeki bilim adamları dünyanın en ünlü koyunu Dolly'i 'sonlandırmaya' karar verdiler. Dolly, akciğerlerinden rahatsızdı ve uzun süredir acı çekiyordu. Dolly'nin ölümü de doğumu gibi kopyalama konusundaki korkuları yeniden tazeledi. Sadece altı yaşında olan Dolly, öldüğünden nispeten genç idi. Ancak kopyalamayı suçlayacak hiçbir delil yoktu. Dolly'nin genetik maddesi altı yaşındaki bir koyundan geldiğinden Dolly'nin 'gerçek yaşı' hakkında hep sorular soruldu. 1999 yılında Dolly'i 'yaratan' bilim adamlarından bazıları Dolly’nin genetiğini inceledi. Bilim adamları, Dolly'nin hücrelerindeki telomer denilen yapıların, onun yaşındaki bir koyunda olması gerekenden daha kısa olduğunu buldular; yani Dolly'nin DNA'sı, bir şekilde vücudundan daha yaşlıydı. Bilim adamları, Dolly'nin daha da erken ölmüş olabileceğini keşfetti.
Her ne kadar Dolly'nin kopya olmasından dolayı erken öldüğüne dair bir kanıt olmasa da, ölümü, kopyalamaya dönük şüpheleri beslemişti.
Şüphesiz ki kopyalama macerası Dolly ile başlamamıştı. Geçmişi 1938'e kadar gidiyordu. Söz konusu tarihte Alman embriyolog Hans Spemann, ilk olarak, kopyalama olarak isimlendirilebilecek bir süreçle orta ya da geç evredeki bir embriyonun çekirdeğinin çıkarılarak bir yumurtaya aktarılabileceği fikrini dile getirmişti. Ardından fikri hayata geçirme çalışmaları başladı. 1952'de Profesör Robert Briggs ve T. J. King, ileri aşamadaki bir kurbağa yumurtasının çekirdeğini pipetle çekerek çıkardıktan sonra başka bir kurbağa yumurtasının içine yerleştirerek, ilk kopyalama deneyini gerçekleştirmişti. Ama yumurta gelişmedi. 1970 aynı deney kurbağa yumurtaları üzerinde denenmiş, kurbağa yumurtaları, iribaş olana kadar gelişmiş ama akabinde ölmüştü. Bu denemeler Dolly'e kadar sürdü. Dolly'nin ardından da sayısız hayvan kopyalandı. 1998'de insan kopyalama konusu gündeme geldi. 7 Ocak 1998'de çılgın bilim adamı olarak tanınan fizikçi G. Richard Seed, insan kopyalamak istediğini ve bu yönde çalışmalara başladığını duyurunca, tüm dünya karıştı. Tartışmalar sonucu Amerika Birleşik Devletleri'nde insan kopyalamaya dönük çalışmalar yasaklandı. 1999'da ise 19 Avrupa ülkesi insanın genetik olarak kopyalanmasını yasaklayan sözleşmeyi Paris'te imzaladı.
Başarıyla kopyalanmış ilk canlı olarak tarihe geçen koyun Dolly, günümüzde de devam etmekte olan tıbbi, dini ve felsefi tartışmaların ateşleyicisi oldu. Dolly, sadece 6 yıl yaşamış olsa da, kendisinden sonra köpek, maymun, domuz gibi onlarca hayvan başarıyla kopyalandı. Dolly ile birlikte teorik olarak insanların kopyalanabilmesi konusu da gündeme gelmişti. Günümüzde insan kopyalama çalışmaları Amerika ve Avrupa' da uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış olsa da, tıbbi araştırmalarda kullanılmak üzere İngiltere, Güney Kore, Çin ve Singapur'da insan embriyoları kopyalanmasına izin veriliyor. Embriyo kopyalama, tıp alanında devrim yaratacak bir potansiyeli barındırıyor. Hastalıklı hücrenin yerine sağlamını koyarak hastalığın tedavisini mümkün kılması bekleniyor.
2005 yılının Şubat ayında ise tıp biliminde yeni bir çığır açılıyordu. Zira Güney Koreli genetik bilimciler, kök hücreleri kopyalamayı başarmışlardı. Bu, Dolly'den sonraki en büyük adım olarak kabul ediliyordu. Buna göre, kısa bir zaman dilimi içinde, artık kullanılamaz hale gelmiş böbreğimizi, ya da diğer bir organımızı, yine kendi bedenimizden alınan hammaddeyle üretilen tıpkısının aynısıyla değiştirebilecektik!
Ali Çimen, Tarihi Değiştiren Olaylar
Derlediklerim:
https://youtu.be/QRiOzCKI9IQ
Embriyonik Kök Hücreleri:
https://youtu.be/MAZTQyTAIwg
Kök hücre ve doku kültürü:
https://youtu.be/WTVTbHStqVc
https://youtu.be/oOm659q-nz0
Rejeneratif Tıp:
https://youtu.be/Z1mbwjzddp8
26 notes
·
View notes
Text
Termodinamik Yasaları - Termodinamik Nedir?
Termodinamik Yasaları Nedir? - Termodinamik Nedir?
Termodinamik nedir? Termodinamik yasaları nelerdir? Bugün bu sorulara yanıt vermeye çalışacağız. Ama yazıyı okumadan önce biz amatör fizik severlerin anlaması gereken bir şey var ne kadar anlamaya çabalasakta bu konuyu anlayabilmek ve anlamlandırabilmek oldukça zor. Aslında oldukça basit bir şekilde açıklanabilecek yasaları mevcut, fakat işin içine girdikçe bazı şeyler bizim için fazla zor olabilir. O yüzden Arnold Sommerfeld’in şu sözünü hatırlamakta fayda var; Termodinamik, entropi ile yakından alakalı fakat bu yazımızda bundan bahsetmeyeceğiz zira termodinamiği ilk önce yalın olarak anlayabilmek lazım. İlk önce tarihine, ilk olarak ne zaman keşfedildiğine ve bu alandaki bazı önemli bilim insanlarına göz atacağız. Ardından termodinamik yasalarıyla konuyu anlamaya çalışacağız. Fizik nedir? Adlı insanlık serüvenimizde de bu konuya zamanı gelince değineceğiz okumadıysanız, buradan ulaşabilirsiniz. Termodinamik Nedir? Termodinamik kısaca ısıyı, enerjiyi ve enerjinin hareketlerini inceleyen bilim dalıdır. Termodinamiğin bu denli önemli bir disiplin olmasının nedeni enerjidir. Enerji her maddede bulunan ve insanoğlunun sanayi devrimi ile daha yakından tanıdığı bir kavramdır. Termodinamiği anlayarak teknoloji olarak oldukça fazla ilerleme kat ettik, zira termodinamik yasalarını veya enerjiyi nasıl kullanacağımızı bilmeseydik hala atlar ile seyahat ediyor olurduk. Biraz iş gücüne değinmiş olduk fakat termodinamik sadece bununla bağlantılı değil, evreni anlamamıza da olanak sağlayan bilim dalıdır. En temel yasalardan biri olmasının temel nedeni aslında budur görebildiğimiz her yerde veya göremediğimiz her yerde termodinamik yasalarınca bir şeyler olur. Eğer bir yerde enerji varsa ki her şeyde enerji olmak zorundadır çünkü var olan herhangi bir nesne enerji ile hareket eder ve iş devamlılığını sürdürür bu da termodinamik alanına zorunlu olarak girer. Termodinamiğin Tarihi
Sadi Carnot - Termodinamiğin Babası Sadi Carnot, 1824 yılında yayınladığı “Ateşin devindirici gücü ve bu gücü açığa çıkaran makineler üzerine düşünceler” adlı makalesini yayınlamasıyla birlikte termodinamik üzerine çalışmalar resmen başlamış olarak kabul edilir. Onun bu düşünceleri ondan sonra gelen bu bilim dalını anlamak adına yapılan çalışmalar ile dünyayı bambaşka bir yere çevirecektir. Makalenin adından anlaşılacağı üzere Sadi Carnot’un makalesini yazmasından önce buharlı makineler oldukça gündemde ve her geçen bu alanda çalışmalar yapılıyordu. Fakat ilk kez Sadi Carnot bu makinelere farklı bir gözle bakmaya çalıştı. Onun bu düşüncesi ondan sonraki yıllarda her şeyin domino etkisi yaratarak gelişmesine yol açtı. Fakat bu çalışmalar hala tam olarak adlandırılamıyordu hala bir isme ihtiyacı vardı. 1854 yılında devreye fizikçi Lord Kelvin yani William Thomson girdi. “Isının Dinamik Teorisi Üzerine” adlı makalesinde ilk kez termodinamik kelimesini kullandı. 1854 yılından sonra yapılan çalışmalar ile termodinamiğin farklı çalışma alanları keşfedildi.
Termodinamik Yasaları
Herkesin bildiği üzere termodinamiğin 3 yasası vardır. Aslında bu yanlıştır, çünkü termodinamiğin 4 yasası vardır. Fakat birinci yasası, sıfırıncı yasadır. Bunun nedeni bu yasasın biraz temel bir yasa olmasından kaynaklanıyor. Aslında sıfırıncı yasayı yasadan saymak yerine temel bir bilgi olduğu için onu öyle olduğu gibi bırakmak istiyorlar, fakat daha sonradan anlaşılacağı üzere bunu termodinamik yasalarına eklemek istiyorlar. Bu yasanın temel bir yasa/kural olmasından dolayı dördüncü değil sıfırıncı olarak adlandırıyorlar. Sıfırıncı Yasa – Denge Yasası Termodinamiğin en basit yasasıdır, açıklaması da oldukça basittir. Sıfırıncı yasa kısaca şöyle der; “Eğer A ve B cisimleri, C sistemi ile ısıl dengede ise, birbirleriyle de ısıl dengededir.” Biraz kafa karıştırıcı olabilir fakat korkmayın görseller ile durumu kolayca izah etmek mümkün.
Termodinamiğin 0. Yasası Yukarıdaki görselde anlaşılacağı üzere iki cismin ısısı üçüncü bir cisim ile termal dengede ise birbirleriyle de termal dengededir. Birinci Yasa – Enerjinin Korunumu Termodinamiğin belki de en ünlü yasasıdır. “Enerji varken yok, yoktan da var olamaz. Sadece form değiştirebilir.” Bu yasayı daha önce duymuş fakat tam olarak ne anlattığını veya içeriğini çözememiş olabilirsiniz. Birinci yasa kısaca enerji sabittir, yok edilemez veya var edilemez sadece ama sadece form/hal değiştirebilir. Bu yasaya verilebilecek en güzel örnek insandır. Yediğimiz yemekler ile enerji elde ederiz. Bu işlem ile enerji form değiştirir. Aldığımız bu enerji ile hareket eder ve enerjiyi tüketiriz. Spor yaparken terlememizin nedeni budur, vücudumuz ısındığında sıcaklığını dengeleyebilmek adına terleme işlemini gerçekleştirir. Terleme işlemiyle birlikte etrafa ısı veririz burada enerji, vücudumuza sağladığı hareket formundan çıkıp ısıya dönüşür. İkinci Yasa – Entropi Bu yasa bize şunu söyler. “Isı daima sıcaktan soğuğa olacak şekilde ilerler.” Burada anlatılmak istenilen olay oldukça basittir aslında. Yasa bize hiçbir şeyin soğuktan sıcağa akamayacağını her şeyin sıcaktan soğuğa bir şekilde ilerlediğini söyler. Aslında bu yasanın birden fazla alanda birden fazla tanımı bulunmaktadır. Kuantum mekaniği için farklı bir açıklaması dahi mevcuttur. Termodinamik yasalarının evrenin en temel yasalarından olduğundan bahsetmiştik bu yüzden bu yasalar genel kapsayıcı olarak birden fazla açıklama getirtilebilir. Bu yüzden biz bu yasanın diğer bir açıklamasına, en popüler olanın göz atalım; "İzole bir sistemde entropi daima artmak zorundadır." Buradaki "İzole bir sistem" evrendir. Bunun tamını yapacak olursak dışarıdan herhangi bir kütle veya enerji girişi yok oluşan sistem biçimi yani evrenimiz. Buradaki ayrımı yapabilmekte fayda var evrenin içerisinde bulunan varlıklardan bahsetmiyoruz EVREN'den bahsediyoruz. Bu yasa ile ilgili temelde 2 bildiri vardır bunlardan birisi Kelvin-Planck bildirisi; “Bir ısı kaynağından ısı çekip eşit miktarda iş yapan ve başka hiçbir sonucu olmayan bir döngü elde etmek imkansızdır.” Bir diğer bildiri ise Clausius Bildirisidir; “Soğuk cisimden sıcak bir cisme ısı akışı dışında bir etkisi olmayan bir işlem elde etmek imkansızdır.” İki bildirinin de temelde söylediği gibi enerji hiçbir şekilde tam olarak dönüştürülemez, enerjinin bir miktar kayba uğraması zorunludur. Entropi hakkında detaylı bilgi almak için tıklayın. Üçüncü Yasa – Mutlak Sıfır Entropi ile yakından alakalı olan üçüncü yasamız bize şunu söyler; “Bir cismin sıcaklığının ancak ve ancak mutlak sıfıra indirgenebilir.” Buradaki mutlak sıfır yani -273.15° derecede entropi sabit, hareket ise yoktur kuantum ölçeğini baz almaz isek yoktur. Yani bu noktada -273° derecede herhangi bir hareketin varlığından bahsedemeyiz ve bu olay bize burada düzenin olduğundan ve entropinde sabite indirgendiğini gösterir. Kaynak: https://bilimuzay.com/termodinamik-yasalari-termodinamik-nedir/ Read the full article
0 notes