Tumgik
#fabrikada çalışan insanlar
mansetmalatya · 2 years
Text
Malatya'da İşçi Kıyımı!.. Sadece 2 Fabrikada Bin 200 İşçi İşten Çıkarıldı
Tumblr media
Tekstil sektöründeki işten çıkarmaların sayısı korkunç boyutlarda. Dört büyük kentte yaklaşık 32 bin tekstil emekçisi işten çıkarıldı. İşçiler, “Kurbanlık koyun gibi bugün kim istifasını imzalayacak diye bekliyoruz” dedi. Tekstilde işçi kıyımı yaklaşık son 4 ayda akıl almaz boyutlara ulaştı. Özellikle tekstil sektörünün yoğun olduğu Antep, Urfa, Malatya ve Maraş’ta binlerce işçi işten çıkarılırken açlık ve işsizliğe terk edildi. Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) Genel Başkanı Mehmet Türkmen’in açıkladığı verilere göre son 4 ayda Antep’te 30 bine yakın, bir ayda Malatya’da sadece 2 fabrikada bin 200, Urfa’da 2 fabrikada 300 işçi, Maraş’ta ise 2 fabrikada 450 işçi işten çıkarıldı. BirGün'den Dilan Esen'in haberine göre, Tekstil patronlarının işten çıkarma sebepleri ise tanıdık: Piyasanın durgunluğu, sendikalaşma, artan masraflar… Ancak gerçek tam olarak böyle değil. Kimi işçiye göre tekstil patronları krizi fırsata çevirmiş durumda. Bir yılları dolmadan işçileri atan patronlar, hem tazminat haklarından hem de tam olarak işsizlik maaşından yararlanmalarını engelliyor. İşçiler yaşadıkları durumu şu sözlerle özetliyor: “Kurbanlık koyun gibiyiz, her sabah bugün kime istifa belgesi imzalatacaklar diye işe geliyoruz” diyor. HER ŞEY İŞÇİNİN ALEYHİNE Antep’te Yusuf Halı’da çalışan bir işçi, fabrikada yaşananları şöyle anlatıyor: “10 yıldır Başpınar’da yaşıyorum. Burası 15’inci fabrikam. Maaşımız belli bir artışa gelince bizi çıkarıp başka birini alıyorlar. Ben 10 yıldır bir fabrikada çalışsaydım tazminatım baya bir olacaktı ama şimdi yok. Elektrik giderleri çok yüksek olduğu için vardiyalar 3’ken ikiye düşürüldü. Mesela yaptığım işin hakkı 6 buçuk bin lira beni çıkarıyorlar sonra 5 buçuk bin liraya bir ay sonra tekrar işe alıyorlar. Bütün fabrikalar işsizliği işçileri sömürmek için fırsata çeviriyor. Böyle yaparak kâr elde ediyorlar. Aynı işletmede 80 kişinin yapacağı işi 40 kişiye yaptırıyorlar. İnsanlar işsiz olduğu için katlanıyorlar. İşçiler senesi dolmadan 11 ayda falan çıkartılıyor, tazminat alamıyoruz. İşinin dışında başka işler de veriyorlar ‘bunları yapmazsan itaatsizlikten dolayı çıkartırız’ diyorlar. Her şey işçinin aleyhine. Yemekler kötü olduğunda bile işçileri işten çıkarıyorlar. Her yerde işçiler psikolojik bir zulmün altında. İşçilere kimse sahip çıkmıyor.” Emekçilerin ekmek mücadelesinde olduğuna değinen işçi, “İşçiler işini kaybettiği, düzenli geliri olmadığı için hak mücadelesi aklına gelmiyor. Açlıktan, borçlu olduklarından öncelikleri iş” dedi. BUGÜN KİM GİDECEK? Malatya’daki Baykan Denim’de yaklaşık 5 yıldır çalışan bir kadın işçi ise son dönemde çok fazla arkadaşının işten çıkarıldığını aktardı ve “Arkadaşları, insan kaynaklarına çağırıyorlar. ‘Biz bütün haklarımızı aldık istifa ediyoruz’ diyerek el yazısıyla belge imzalatıyorlar. Halen de devam ediyor. Önceki gün müdür bunun durdurulduğunu söyledi ama her sabah ‘Acaba bugün kim gidecek’ diye geliyoruz” diye konuşuyor. KADERE TERK ETTİLER Mecburen mesaiye kaldıklarını ve ustaların hakaretlerini dinlediklerini söyleyen işçi, şunları belirtti: “Çok zor durumdayız, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kurbanlık koyun gibi bugün hangimiz çıkacağız gibi bekliyoruz. Ben normalde paket bölümündeyim ama kaliteye bakıyorum. Bir anda usta iplik temizlemeye gönderdi. Birkaç gün orda devam ettim. Birkaç gün sonra başka bir banta verdi. Sendikaya üye olduktan sonra ‘Sen insanları örgütlüyorsun’ deyip ağlatarak başka banta sürdüler beni. Yine aynı şekilde çalışmaya devam ettim. Gerçekten baskı altında yaşıyoruz. 10 yıllık bir firma ama insanlar haklarını, sendikasını bilmiyor. İnsanlar korkuyor. Öz İplik İş’e üye olduk. 895 kişiyle 8 ayda yetkimizi aldık. Belgemizi de aldık ama ne olduğuna ilişkin bilgi vermediler. ‘Bizi patronun eline teslim ettiler’ diye söylentiler oldu. Bize hiçbir faydaları olmadı, bizi kendi kaderimize teslim ettiler. Şube başkanını arıyorum avukat numarası istiyorum ama vermedi henüz.” HAKARET EDİYORLAR Urfa’da Özak Tekstil’de çalışırken yaklaşık 20 gün önce işten çıkarılan bir işçi de şunları ifade etti: “Yılbaşından sonra fabrikalar İŞKUR’dan eleman alınacak diye eski elemanların hepsini çıkarıyorlar. Herkese ‘Sendika, iş yok’ diye bahaneler uyduruyorlar. Tazminat vermeden insanları çıkartıyorlar. Patron beni içeri çağırdı sendikadan dolayı üzerime yürüdü. Siz ‘terbiyesizsiniz ahlaksızsınız. Gidin istediğiniz yere başvurun. Para bende’ dedi, işten çıkarttı. Henüz iş de bulamadım. Kod48’den çıkardılar beni işsizlik maaşından yararlanamıyorum. ‘İşe gelmediği için çıkartıyoruz’ demişler. Bunların hepsinin kaydı var. Ben mahkemeye verdim. Ayrıca patrona hakaretten dolayı dava açtım. Öz İplik İş üyesiyim ama sendika bizim için hiçbir işlem yapmadı.” *** Kazanmak için örgütlenme şart Bölgede son aylarda yaşanan işten çıkarmalara ilişkin konuşan BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen, şunları dile getirdi: “Gerçek tablo bu sayılardan çok daha vahim. Bu sayılar birebir ilişkilerimizin olduğu fabrikalardan aldıklarımız. Antep’te halının yüzde 85’ten fazlası üretiliyor. Yazın başından beri halı ipliğindeki sıkıntılarla başlayan bir daralmaydı bu. Son aylarda diğer illere de yansıdı. Bunun önemli sebeplerinden biri patronların da dile getirdiği, ABD’deki enflasyondan kaynaklı siparişin azalması. Çünkü çoğunlukla fason üretim yapıyorlar. Türkiye’deki patronlar pandemiyi fırsata çevirdi. Tekstil fabrikaları sürekli ihracat ve büyüme rekorları açıkladılar. Sürekli büyüme rekorları kırarken işçilere üç kuruş pay vermediler. Tam tersine pandemiyi bahane ederek çalışma koşulları ağırlaştırıldı. Bu işçi kıyımına patronlar tepki gösteriyor. Patronların da mağdur olduğunu söylüyorlar. Büyüme rakamlarından pay vermediler, şimdi işler kötüye gidince işçileri kapının önüne koydular. Fabrikası kapandı diye kirasını ödeyemeyen patron hatırlamıyorum. Evine ekmek götüremeyen, çocuklarını okuldan çıkarıp işe koymak zorunda kalan binlerce işçi tanıyorum. Bu patronlar küçülmeye giderken bile işçilerin tazminatları ödenmiyor ya da eksik ödeniyor ve istifa etmiş gibi belge imzalatıyorlar. İşçilerin önünde iki seçenek var, ya patronun dediğini kabul edecek ya da 3 yıl mahkeme bekleyecek. Patronlar diyor ki bu halkın tüm kaynakları bize teşvik olarak verilsin işçiler aç, perişan yaşasın ama biz sürekli büyüyelim. Ne yazık ki hükümet de buna uygun bir politika yürütüyor. Bütün bu tabloda şunu görmek lazım, işçiler aslında örgütsüzlüğün sendikasızlığın bedelini ödüyor.” Read the full article
0 notes
yilmazblog · 4 years
Photo
Tumblr media
Sitemize "Fabrikada çalışan 4 kişide koronavirüs çıktı! İşçilerden korkunç iddia" konusu eklenmiştir. Detaylar için ziyaret ediniz. https://www.yalansiz.net/guncel/fabrikada-calisan-4-kiside-koronavirus-cikti-iscilerden-korkunc-iddia/
0 notes
serhatnigiz · 4 years
Text
Metalar Dünyasının Mistik Sefaletinin Eleştirisi
Tumblr media
Meta biçimini almış nesneler ya da nesne biçimini almış metalar, hangileri “gizemlerle” ya da “sırlarla” dolu şeylerdir? Bir metaya dönüşmüş nesneye “çekiciliğini” veren şey; sadece onun bir “kullanım-değeri” olması, insan ihtiyaçlarıyla örtüşmesi ya da belirli türden bir insan emeğinin çeşidi olması nitelikleri değil, ya da meta olarak ortaya çıkması ile birlikte bir “mübadele-değeri” özelliği kazanması değil, “olağanüstü bir görünüm” yeteneğine de sahip olabilmesidir. Örneğin; “…masa, meta olarak ortaya çıktığı anda, olağanüstü bir şeye dönüşür.”(Marx) Bir meta kendi varoluşunu, tek başına sahip olduğu mübadele gücüne değil, alınabilir ve satılabilir bir görünebilme-görüntülenebilme-gösterilebilme ölçütlerine sahip olması ile de kazanır. Keza; basit bir nesne iken meta ya dönüşen şeyler tıpkı Marx’ın dediği gibi mistifisakyona uğrar. “Sözgelişi ağacın biçimi, ondan masa yapılarak değiştirilir. Buna rağmen masa, yine de sıradan günlük bir şey olmaya, ağaç olmaya devam eder. Ama masa, meta olarak ortaya çıktığı anda, olağanüstü bir şeye dönüşür. Masa, yalnızca ayakları üzerinde durmakla kalmaz, öteki bütün metalarla ilişki içerisinde, baş aşağı durur ve o ahşap beyninden, “masayı sihirle havaya kaldırmak”tan çok daha çarpıcı, parlak fikirler saçar.”(Marx). Başka bir deyişle, Marx’ın “doğalojik ağacı” nesnel bir varlık iken, bu varoluş biçimi insan beyninde kendisini emekolojik bir imgeye çevirerek ilk önce icatçı düşünme biçimindeki masa fikrini, sonrasında masa fikri ise ortaya çıkmış olan somut-ürünü (masayı) meydana çıkarır. Böylece masa emeğin dünyasına dair bir “öz” olarak karşımıza çıkarken, öte yandan onun ağaçtan olma halinden dolayı da masa doğalojik bir “töz”e sahip olmayı sürdürür. Bütün bu “gizemin” arkasında yatan asıl şey; emeğin çevrimsel diyalektik hareketinin almış olduğu görüngüler evrenidir ki, bu devinimin anlaşılamaması meta fetişizminden, yani metaların insanların karşısına “olağanüstü şeyler” olarak çıkmasından kaynaklanır. Nesnel bir emek varlığına dönüşmüş olan metanın içinde kristalize olan soyut imge ve sonrasında kendini açığa vuran öznel icatçı fikir yok sayıldığı için, salt ortaya çıkmış olan ürüne dönük hayranlık ve ona sahip olma isteği beraberinde meta fetişizmine bağlı mistik arzuları ve beklentileri yaratmaktadır. Diğer bir deyişle, gerçekte her metafizik istenç metaya doğru yol kad eden ve kat ettiği yol boyunca yeniden başa dönen bir momentuma sahiptir. Metalar dünyasının üstünü sisle kaplayan mistik yapının asıl nedeni tam da budur.
İnsan ihtiyaçlarının çeşitliliği, insanın duygu ve isteklerindeki çeşitlilikle yakından ilişkilidir. İnsanlar meta görünümündeki nesneleri tüketirken, temel ihtiyaç hiyerarşileri kadar, nesnelerin görüntü, ses, doku vs. biçimindeki görsel uyarıcılarına da ilgi gösterirler. Her hangi bir eşya bir insanın temel bir gereksinimini karşılayabilecek bir “kullanım-değerine”, hem de “özgür piyasa” koşullarında “özgür satıcılar” tarafından mübadeleye sokulabilecek bir “mübadele-değerine”, özetle meta bu iki “zıt” ve “karşıt” yeteneğe sahiptir. Başka bir deyişle, meta aynı anda birden fazla şeydir. Ya peki metanın bu ikisinin dışında bir “üçüncü yeteneği” olamaz mı? Metanın bir “kullanım-değeri” ve bir “mübadele-değeri” olduğu kadar, bir “gösterge-değeri” de vardır. Nesne biçimindeki metanın gösterge-değeri, “kullanım-değerindeki” ya da “mübadele-değerindeki” iktisadi ölçütler ile belirlenebilir mi? Metanın gösterge-değerinin iktisadi boyutu, ancak iktisadi tablonun metanın gösterge-değerini ölçebileceği “emek-sınırı” ile belirlenebilir. Dolayısıyla; görüntüleme ya da gösterme süreçleri sadece ekonomik işlemler değil, hem toplumsal sınıflar hem de insanlar arasında gerçekleşen, karşılıklı sezi, duyumsama, algı paylaşımı ve dağılımı (bir nevi ideoloji inşası) süreçleridir de. Klasik ekonomi politiğin diliyle söylemek gerekirse; “…bir malın değeri, o malın üretilmesi için zorunlu olan toplam emek miktarıdır.”. Bu ekonomi politiğin o malın “mübadele-değerini” belirlemek için geliştirdiği bir analiz yöntemidir. Lakin bir malın gösterge-değerini ölçebilmek için “evrensel bir gösterge bilgisine” gereksinim vardır. Çünkü dünyanın her hangi bir noktasındaki fabrikada bir malın değeri, ancak o malın üretilmesi için zorunlu olan icatçı-emek ve kullanıcı-emek miktarlarının bir araya gelmesi ile meydana gelebilir. Buradaki icatçı-payları ve kullanıcı-payları evrensel ölçekte bir “kullanım” ve “mübadele” yasasını da beraberinde getirmektedir. Kullanıcıların “kullanım-değerleri” ile icatçıların “mübadele-değerleri” arasındaki birleşik emek miktarları ve bunun neden olduğu toplumsal ve tarihsel miras miktarları hesaplanılmaksızın bir nesnenin/metanın “gösterge-değeri” de hesaplanamaz. Başka bir deyişle, mistik bir şekilde algılana gelen ve genelde de yok hükmünde kabul edilen gösterge-değeri gerçekte toplumsal olanı da kapsayan tarihsel emek mirasının bir yansımadır. Keza mistik bir şekilde algılana gelen bu yanılsama; gerçekte emek temelinden kasıtlı olarak koparılmış olan metalar dünyasının ters yüz edilmiş bir görünümüdür.
Gösterge-değerinde ki “değer” ürünün üretilmesi için zorunlu olan “emek-değer” gibi dünyanın her hangi bir noktasındaki icatçı-emek ve kullanıcı-emek payları ile birlikte evrensel bir emek-değer ölçütü olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla söz konusu olan algı paylaşımı ve toplam dağılımı ise, burada geçerli olan kural; evrensel göstergeler ve temsiller sistemi olarak dünya üzerindeki milyonlarca insanın tikel algılama süreçlerinin total biçimidir. Tikel bilgilerin, Tümel bilgilerle karşılıklı diyalektik bağını Köylüler’de Balzac söyle dile getiriyordu “Bir bilgin, bir doruktan kopup, o kar dağını oluşturan kaya parçalarını size gösterebilmek için, altında köylerin bulunduğu çığ kitlesini kaldırmak zorundadır”. Dolayısıyla; bir malın “gösterge-değeri” o malın “olağanüstülüğünü” ve “çekiciliğini” veren asıl mistik şeydir. Örneğin; reklamcılık sektörü bir metayı olduğu gibi değil, o metayı tüketecek olanın olmasını istediği şekilde sunmak için vardır. İzleyici için sunulan bu meta belirli türden bir “kullanım değeri” olduğu kadar, çekici bir gösterge-sermayedir de. Burada artık satın alınan şey, salt kişinin ihtiyacını karşılayacak bir nesne olma durumundan uzaklaşmakta, nesneyi alan kişinin tüketim ihtiyaçlarının ötesinde yepyeni imgeler ve sosyal statüler dünyasına da onu taşımaktadır. Günümüzde, daha doğrusu glokal-kapitalist toplum formunda bireyler kendi temel ihtiyaçlarını doğrudan “rasyonel” ve “mantıksal” kararlar aracılığıyla almamakta; haliyle kelimenin doğru anlamıyla bir “simgesel tüketim hapishanesi”nde yaşamaktadırlar. Bu yönlendirilmiş-tüketim-tercihlerinin arkasında yatan asıl dinamik ise; göstergeler dünyası üzerinde “hegemonya” kurmaya çalışan, özellikle de reklam ve iletişim teknolojileri konusunda muazzam olanaklara sahip olan teknoburgların güncel faaliyetleridir. Dolayısıyla şeylerin “gösterge-değerleri” kapitalizmde yaşanan glokal-ekonomik dönüşümünde neden bir olgudur ki, bu olgu aynı zamanda meta fetişizmindeki yoğunlaşmaya bağlı gelişen mistik düşünce yapılarının asıl itici gücünü de oluşturmaktadır.
İnsanlar neden metaları birer insan emeğinin ürünü olarak değil de, bir “mal” veya “eşya” ya da en zengin anlatım biçimiyle “değerli şey” olarak görmektedirler? Bunun temel nedeni; metaların mübadele ve kullanım süreçlerindeki tüm somut varoluşlarına rağmen, kavranış biçimlerinin “metafizik bir gizem” tarafından kuşatılmış olma ihtimali midir? Tabii ki hayır! Gerçekte tüm metalar, tüm insanlar için basit ve sıradan şeylerdir. Lakin tarihsel süreç içinde metalar zamanla gündelik hayatın “sadık yapıları” haline gelmişlerdir. Tıpkı dünya üzerindeki tüm metalarla değişebilecek yegâne meta olan, (tanrısallaşmış!) para-meta/para-sermaye örneğinde olduğu gibi. Bu durum öylesine bir hal almıştır ki, paranın olmadığı ve kullanılmadığı bir toplumun var olabileceği fikri insanların çoğunun aklının ucundan dahi geçmez. Metalar, insanlar için doğadaki tüm diğer nesnelerden pekte farklı şeylermiş gibi gözükmez ilk bakışta. Ancak insanın kendi emeğinin bir ürünü olan metalar ile doğrudan ilişkiye girmesi, onun metalar ile çok daha “romantik” bir ilişki kurmasını da sağlamaktadır. Keza; “meta romantizmi” sadece insanlar dünyasında yaşanmaz, maddi dünyanın tüm tablosu onun hareket alanıdır da. İnsanın satın aldığı metalar ile kurduğu aşırı bağımlılık ilişkisi, Kapitalist toplumların ürettiği özel bir “hastalık türü” olarak görülebilir mi? Her hangi bir insanın kendisine ait olan eşyaların içerisinde önem verdiklerine belirli bir “değer” ve anlam biçmesi sağlıksız bir durum sayılamayacak olsa da, tüm yaşamını salt satın aldığı şeyler üzerine kuran, dahası dünyası ve yaşamı “sahip olmak” üzerine kurulu insan, sağlıklı bir insan olarak da değerlendirilemez. Sadece kendisini sahip olduğu nesneler üzerinden, yani “ev” “araba” “eş” “başarılı bir iş” vb. gibi kategoriler üzerinden tanımlayan insan, kendi öz yaşamındaki yalnızlığı onlarca nesneye hükmederek ört bas etmeye çalışan aciz bir insandan başka da bir şey değildir. Lakin bu insan kendi öz yaşamının öznesi olmadığı gibi, farkında olmadan onun yaşamının öznesi haline gelen şey de yalnızca nesneleri biriktirme ve onlara sahip olma arzusudur. Başka bir deyişle, nesnelere karşı duyulan gizemli hazcılık isteği aynı nesneleri özsel insan yaşamının biricik öznesi haline getirmektedir. Dolayısıyla; insanın metalara aşırı derecede sahip olma isteği, gerçekte kendi zayıflığını metalar aracılığıyla tamamlama istencinin de bir ürünüdür. Haliyle; metaların toplam artışı insanın kendi yaşamındaki bir tür boşluğu doldurma istencinden de kaynaklanmaktadır. Kısacası; metalar dünyasına dönük bütün bu gizemli arzular kendilerini insanların acziyetlerini ve zayıflıklarını saklama çabasında gösterirler.
Sınıflı toplumlarda sosyal konumu açığa vuran gösterge-metalara sahip olmak, insana toplum içinde güçlü ve etkili bir toplumsal konum kazandığı izlenimi verir. Örneğin, kapitalist toplumda son model bir araba sahibi olmak kayda değer bir sosyal gösterge statüsüdür de. 1844 El Yazmaları’nda Marx (1978) toplumsal ilişkilerin merkezinde “olmak” fiilinin yerini “sahip olmak” fiilinin aldığını söylemişti. Dolayısıyla; salt tikel insan için geçerli olan bu durum, bütün emek tarzları için de geçerlidir. Aslında kapitalizm toplumun tüm parçalarında sahip olmanın olmaya üstünlüğü anlamına da gelmektedir. Tüm kültürel ve sosyal doku sahip olmak ya da olmamak biçiminde kodlanmakta; yaşam sahip olunanlar ve olunmayan biçiminde bölümlenmektedir. “Olmanın”, haliyle “kendi olmanın” ve “kendini tanımanın” kendiliği yerini sahip olamamanın sahip olma karşısındaki huzursuzluğuna bıraktıkça, genel hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı kapitalist toplumun temel insani ve ruhsal yapısı haline de gelmektedir. Başka bir deyişle, “kendi için oluş” yerini “kendinde bir sahip olma” ve “sahip olamama” ikiliğine bıraktıkça; insan oluşunun nihai amacı tüketimsel-varoluşun belirleyici olduğu bir hakim sınıf kültürünün egemenliği altına da girmektedir.
Marx metaların gizemli hiçbir yanı olmadığını şu sözlerle açıklıyordu: “İlk bakışta bir meta, çok önemsiz ve kolayca anlaşılır bir şey gibi görünür. Oysa metanın analizi, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu gösterir. Kullanım halindeki bir değer olduğu sürece, ister insan ihtiyaçlarını karşılama kapasitesi açısından, ister bu kapasiteyi taşıyan özelliklerin insan emeği ürünü olması açısından ele alınsın, metanın gizemli hiçbir yanı yoktur.” Her hangi bir metanın “çok önemsiz ve kolayca anlaşılır” olabilmesi için, doğadaki her hangi bir nesneden farksız bir şekilde algılanması gerekir. Bir metayı satın almak isteyen kişi, ilk olarak o metanın hakkında ne düşünür? Fiyatını mı yoksa yararlılığını mı düşünür? Keza; meta alıcının gözünde bir emek ürünü olarak değil, Marx’ın da altını çizdiği gibi “önemsiz ve kolay” bir şey olarak, yani satın alınarak eve götürülebilecek bir “şey” olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla; bu durum insan bilincinin “ters yüz olmuş görünümünün” bir sonucudur. Başka bir deyişle, metayı alan kişi (ortalama bir bilinç) o meta da kristalize olan soyutlaşmış-somut emeğin imgesi ile soyut-emeğin icatçı-düşünce biçimindeki formlarının hareketini göremediği için, haliyle o metaya sadece ortaya çıkmış olan bir ürün (mal) olarak bakma ve ona sahip olma yanılsamasına düşmektedir. Marx’ın da belirttiği gibi “Oysa metanın analizi, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu gösterir.”. Diğer bir değişle, insanlar, metaları insan emeğinin bir sonucu olarak değil, insanı metaların bir sonucu olarak görürler. Bu “baş aşağı bakış” yüzünden meta “maddi” insan emeğinin bir sonucu olarak değil, insan “metafizik incelikler ve teolojik süslerle” dolu metanın bir sonucu olarak gözükür. Dolayısıyla; burjuva insan tipinin genel ve ortama zekası meta fetişizmine bağlı olarak gelişen mistik ve gizemci düşünce yapılarının da tesiri altındadır. Başka bir deyişle, iddia edildiği gibi modern burjuva akıl rasyonalist temelde bir akıl değil, büyük oranda meta fetişizminin gizemci ve mistik yanları ile kuşatılmış olan metafizik ve irasyonal bir akıldır. Öte yandan, yine burjuva modernizminin bir halkası olarak Aydınlanma düşüncesi de, din karşısındaki sözde karşıt tutumuna rağmen, bilimin kendisini pozitivizm kanalıyla dinselleştirme yoluna giderek aklın kendisini bu defa mistik ve gizemli bir “nesne” haline getirme şeklinde ki bir yanılsamaya da düşmüştür. Dahası aklı özneleştiren idealizm karşısında her fırsatta böbürlenen materyalizm de aklı “nesneleştirerek” gerçekte metayı “tanrısallaştırma” yanılsamasına düşmektedir. Böylece akıl ve onun bileşeni olarak zeka hem idealizmin hem de materyalizmin elinde nicel, sayılabilir ve kullanışlı bir “şey” haline gelmektedir.
Kapitalizmde meta-insan karşılaşmasında her şey baş aşağı durmaktadır. İş bir metanın “gizemini” çözmeye gelince, bakmamız gereken şey, o metanın hangi insan ihtiyacı için, ne amaçla kullanılacağıdır. Özetle hangi “işe” yaradığıdır. Bir meta, kullanılabilecek bir “kullanım-değerine” sahip olduğu müddetçe, ister belirli türden insan ihtiyaçlarını karşılayabilme yeteneğine sahip olsun, ya da sadece kendi kapasitesinin ötesinde sadece sıradan bir insan emeğinin yalın bir sonucu olsun, bir emek ürünü olarak metanın gerçekte hiçbir esrarengiz yanıda yoktur. Dolayısıyla; bir metanın bu derece “esrarengiz” ve “mistik” algılanmasını sağlayan, onun meta olarak ortaya çıkış ve pazarlanış sürecidir. İşte o zaman meta insanın gözünde “olağanüstü bir şeye” dönüşür. Marx’ın masa örneğinde de verdiği gibi artık meta olarak “Masa, yalnızca ayakları üzerinde durmakla kalmaz, öteki bütün metalarla ilişki içerisinde, baş aşağı durur ve o ahşap beyninden, masayı sihirle havaya kaldırmak”tan çok daha çarpıcı, parlak fikirler saçar.” Masa gibi tüm dünya üzerindeki metalar “büyülü” gibidir şimdi! Bu baş döndürücü “meta-büyüsünün” etki alanına giren insan kendi çalışmasının bir sonucu olan, doğadan elde ettiği doğalojik-maddeleri biçimlendirerek ürettiği emekolojik-metaları kendisine yararlı olacak bir biçimde rasyonel temelde düzenleyeceği yerde, kendinin bir sonucu olan metaların ve bu metalara hükmeden sınıfların egemenliği altına girmekten de kurtulamamıştır. Metalara egemen olması gereken insan, metanın egemenliğine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Marx’ın “masası” (Marx’ın da göremediği bir biçimde) “mübadele-değeri” kabuğuna bürünmüş metanın icatçı-düşünce ile olan bağına (bu icatçı-düşünceye duyulan kullanıcı-aşkına da) işaret etmektedir. Dolayısıyla; onun ilk biçimi olarak Marx’ın “ağacı”, insan gereksiniminin (bu kullanıcı düşünceye ve metasına duyulan icatçı-aşkı’dır), yani maddenin “kullanım-değeri” olarak bir görünümüdür.
Kullanım ile değişim değerleri arasındaki zıtlık, ya da emekolojik açıdan söylersek icatçılık ve kullanıcılık ararasındaki bölümmüşlük ve “yabancılaşma”; (bunlar sanılanın aksine antagonisttik ve uzlaşmaz çelişkilerde değildir) maddenin biçiminin gereksinim ile mübadele amacıyla kullanımı noktasında düğümlenmektedir. Haliyle; meta fetişizmi mübadele yönünde icatçı-emek payını yücelten bir sınıf egemenliğini takip eden bir kullanıcı-sınıf (“mübadele-değeri”) hayranığını ve icatçı düşünceye karşı duyulan açık ya da gizli “yer değiştirme” isteğini de beraberinde getirmektedir. Bu yer değiştirme isteği, ya da karşıtına dönüşme istenci, asıl olarak metalar kanalıyla birbirine yabancılaşan ve yabancılaştıkça da birbirine uzaklaşarak yakınlaşan bir mistisizmi de, emek türlerinin birleşik hareketinin mistik bir algılanma biçimini de beraberinde getirmektedir. Metalar dünyasının ters yüz edilmiş bir biçimde algılanışı, gerçekte emeğin emeğe olan yabancılaşmasının mistik bir düşünce yapısı üretmesinden kaynaklanmaktadır. Lakin bu mistik düşünce var olmasaydı, emeğin emeğe olan yabancılaşması biçimindeki insan varlığı da asla var olamazdı. Kuşkusuz bir dönem için insan ilerleyişinin ayrılmaz bir parçası olan bu mistik düşünme şekli (örneğin inançlar ve dinler tarihi vs.); kendisini özellikle yabancılaşma felsefesi biçiminde din ve ahlak öğretisine yapışık bir şekilde sunmuş olsa da, artık bu mistik düşünce tarzı gereksiz ve atıl bir duruma da adım adım gelmektedir. Dolayısıyla bilim emeğinin üretimine ve tüketimine dayalı komünist bir dünyada yabancılaşma felsefesinin mistik kabuğuna da gerek kalmayacaktır. Böylesi bir toplumda yabancılaşma toplumsal bir biçimde değil, ancak kişilere özel tarzda içkin ve saltık bir biçimde yaşanabilir bir süreç haline gelecektir. Kuşkusuz bu durum bugünden kestirilmesi güç olan yeni bir öznellik ve özerklik halininde oluşması manasına gelmektedir.
İlkel dönemde insan (çok sınırlı miktarlar dışında) belirli bir mübadele amacı gütmeksizin, doğadaki tüm nesnelerin biçimini kendi gereksinimine göre değiştirebiliyordu. Üreticilerin elde ettiği ürünlerden ihtiyaç dışı artık-ürünün bir kısmı, neden değiş-tokuş biçiminde cereyan eden meta ekonomisi için gerekli tarihsel koşulları sağladı? İnsanları kendi gereksinimleri dışında mübadele için fazladan üretmeye zorlayan şey “rastlantı” mıydı? Bütün bu sorular önemlidir. Keza; insan kendi toplumsal yok oluşunu engelleyebilmek için, içinde bulunduğu emek güçlerini ve emek ilişkilerini sürekli olarak devindirmek zorunda kalan tek canlıdır. Başka bir deyişle, insana özgü bu “hayatta kalma içgüdüsü” salt emek dünyasına/popülasyonuna özgü bir niteliktir. İşte bu nedenden dolayıdır ki, bu toplumsal gelişme dönemlerinden birinde insan, kendi yok oluşunu engelleyebilmek (ve türsel varlığını sürdürebilmek) için o güne kadar hiç denemediği bir şeye, yani yeni ekonomik ve toplumsal ilişki biçimlerine geçebileceğinin bilincine varmıştır. Binlerce yıllık bu süreç, bundan kabaca yaklaşık on bin yıl önce av emeğinin devrimi ile başladı ve tarım emeğinin devrimi ile yeni bir evreye ulaştı. Özelikle de tarım emeğinin devrimi demek toprağın insanlık tarihinde ilk defa bir emek aracı (değer) olarak insanın hizmetine girmesi demektir. Toprağın üretici güçlerinin sağladığı bolluk, ilkel çağın basit yaşam tarzında devrimci bir dönüşüme neden oldu. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, birbirine kan bağıyla bağlı klan örgütlenmesinden, yerleşik düzene geçiş ve yaygın kentleşme yine bu dönemde başladı. Tarım ve hayvancılık teknolojisindeki yeni emek güçleri sayesinde bu “basit” insan, doğa ile girdiği alışverişin çevresini genişletmeye, yeni toplumsal ihtiyaçlar ve bu toplumsal ihtiyaçları aşan bir artık-ürün ortaya çıkarabilecek maddi emek koşullarına sahip oldu. Bu artık-ürünün ve bu artık-ürüne bağlı yeni toplumsal ihtiyaçların tarih sahnesine çıkışı, insan topluluklarını artık ürünlerini birbirleriyle değiş-tokuş etmeye de yöneltti. Toplumsal ilişkiler içerisinde “kendiliğinden” ve “doğal olarak” gelişen bu ilişkiler zaman içerisinde basit değiş-tokuş ilişkilerinden çok daha karmaşık mübadele ve pazar ilişkilerine doğru yol kat etti. Nesneleşmiş emek ürünlerinin doğrudan insanların ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmesi (“kullanım-değeri”) ile mübadele için üretmesi (“mübadele-değeri”) arasında tarihsel ayrım belirgin biçimde bu dönemde ortaya çıktı. Toplumsal ihtiyaçların renklenmesi, mübadele için emek güçlerini daha da geliştirmeye insanları zorladıkça, üreticiler ile üretimin maddi koşulları birbirinden ayrışarak, birbirine “yabancılaşmış” icatçılaşmış-emek ve kullanıcılaşmış-emek biçimleri, değer, meta, pazar vb. ekonomik kategoriler ortaya çıkmaya başladı. Başka bir deyişle, insana özgü hayatta kalma ve türünü sürdürme içgüdüsü emek dünyasının/popülasyonunun sürekli gelişimi ve ilerleyişini olanaklı hale getirdi. Dahası; metalar dünyasına kullanım-değerleri ve mübadele-değerleri kategorileri de yeterli gelmeyip, kapitalizmin gelişmesi ile birlikte bu kategorilere dolaşım-değeri ve tüketim-değeri kategorileri de eklendi. Günümüz dünyasında ise metalar öylesine kozmopolit bir karakter kazanmış durumdadır ki, eski iktisadi kategoriler ile olup biteni anlatabilmek neredeyse imkansız bir hale gelmiş durumdadır. Dolayısıyla; emekoloji’nin kendine has “üretim-değeri”, “dolaşım-değeri”, “tüketim-değeri” ve “miras-değeri” kategorileri bugünün dünyasının çoklu-metalar evrenine teorik bir açıklık getirme çabasına da denk düşmektedir.
Tarım emeğinin devrimi ile birlikte ilkel toplumun dar sınırları, üreticiler ile üretimin maddi koşullarının “doğal birliği”, insanın doğa ile zorunlu iç içe geçmişliği yine bu dönemde parçalanmıştır. İlkel toplumda emeğin emek güçlerinin gelişme düzeyi çok düşük olduğu için, insan doğadan çok farklılaşmamış, insanın doğa ile alışverişi dar bir çerçevede cereyan etmiş, buna bağlı olarakta kendi ihtiyaçlar çeşitliliği doğanın (verdiği kadarının) sınırlarını pekte aşmamıştır. Lakin tarım emeğinin devrimi ile birlikte, ilk defa olarak insan kendi ihtiyaçları dışında mübadele amacıyla sistematik artık-ürün üretmeye yönelmiştir. Büyük çaplı tarım ürünlerinin kentlerde depolanması süreci de yine bu dönemde (köleci dönemin üst evresinde) başlamıştır. Bu durum üreticiler ile üretimin maddi koşulları arasındaki doğal birliğin bozulmasına, kullanıcı-üreticilerin; üretimini yaptıkları maddi koşullara, mübadeleye, değere, metaya vs. “yabancılaşmaları” sonucunu doğurmuştur. Böylece insan kendi ürettiklerinin üzerinde egemen olan bir güç olarak değil, kendi ürettiklerinin egemenliği altına girmiş olan “ters yüz edilmiş bir varlığa” dönüşmüştür. Bu açıdan bilim emeğinin devrimine dayalı “Komünist devrim”; üreticiler ile üretimin maddi koşulları arasındaki bu kopmuş birliği yeniden tesis ederek, üretim sürecinin insana değil, insanın tekrardan üretim sürecine egemen olmasını sağlamak zorundadır. Bu şekilde insan kaybettiği “doğal birliği” yeniden kazanabilecektir. İnsanın “yabancılaşmış emeğin” tezahürleri olan, mübadele, değer, piyasa vs. gibi koşulların egemenliğinden kurtularak, kendi insan olma koşullarının birliğini yeni baştan tesis edebilmesi ancak bilim emeğinin devrimi ile mümkündür. Ancak bilim emeğinin devrimi icatçı ve kullanıcı bölümlenmesine dayalı sınıfsal farklılaşmayı ortadan kaldırarak, üreticiler (icatçılar) ile üretimin maddi koşulları (kullanıcılar) arasındaki “doğal emek bağını” yeniden kurabilir ve toplumsal icatçılık sistemine dayalı bir sınıfsız komünist toplum inşa edebilir. Burjuva insan tipi, “yabancılaşmış emeğin” bir sonucu olan bu kendi insan dışı görünümünden/yansımasından başka bir şey göremediği için, kendisini bu koşulların ötesine taşıma gücünü kendisinde bulamayan bir insan tipidir de. Hâlbuki bu gayri insani koşulların ortadan kaldırılması insanlığın evrensel kurtuluşunun sonal amacı olmaya devam etmektedir.
“Yabancılaşmış emek” biçimini almış insan emeği, üretici faaliyeti ne kadar çok yönlü olursa olsun; aynı zamanda insan bedeninin değişmez bir fizyolojik işlevidir de. Emek, sadece üretimin bir parçası değil, insan organizmasının varoluşunun fizyolojik ve ruhsal özüdür. İnsan doğa ile karşılıklı olarak alışverişe emek vasıtasıyla girmektedir. İnsan emek faaliyeti aracılığıyla kendisini çevreleyen bu doğayı dönüştürürken bir yandan hem kendisini dönüştürmekte hem de mücadele halinde olduğu doğayı dönüştürerek, onu “insanileştirmekte”; onu kendisi için yaşanılabilir bir emek-doğasına çevirmektedir. İnsan doğanın basit bir uzantısı değil, doğanın canlı ve etken bir parçası olduğu kadar, kendi akıl yetisini doğaya karşı bir kuvvet olarak kullanabilen tek canlıdır da. Çünkü her şeyden önce emek özü itibariyle (bioevrimsel süreçte) insan organizmasının işleyişinin fizyolojik bir zorunluluğu haline gelmiştir. İşte bu yüzden emek insan organizmasının mutluluğu için gerekli fizyolojik bir zorunluluk, daha doğrusu insan mutluluğunun vazgeçilemez bir etkenidir de. İnsan mutluluğunun temeli olan emek, “yabancılaşmış emek” biçimini alarak, mübadele, değer, meta, özel mülkiyet vs. biçimleri altında kendi “doğal birliğini” ortadan kaldırmakta, insanın insan olması için gereken koşulları gayri insani bir durumuna dönüştürmektedir. Üreticiler ile üretimin maddi koşulları birbirinden ayrıldıkça, emek faaliyeti insan mutluluğunun bir kaynağı olarak değil, tam tersine insanı huzursuz eden bir etkinlik haline de gelmiştir. Bu durum insanları birbirinin kurdu haline de dönüştürmüştür. Böyle bir toplumda yaşam ve mutluluk ancak ve ancak bu faaliyetin bittiği anda, özellikle de iş zamanının dışında kalan zaman diliminde (“boş zamanda”) bir nebze olsun gerçekleşmektedir. Böylesi bir toplumda çalışmak bir zevk ve ihtiyaç değil, bir zorunluluk halidir. Lakin günümüz glokal-kapitalist kültüründe insanın tümüyle kendisine ait olduğunu varsaydığı boş zamanları bile büyük oranda egemen eğlence endüstrisinin kalıpları tarafından belirlenmekte; boş zamanın nasıl değerlendirileceği ise yine sistem tarafından tarif edilmekte olan tüketim-normlara göre şekillendirilmektedir. Bu açıdan popüler kültür şeklinde karşımıza çıkan hakim burjuva kültürünün eleştirisi gerçekte tüketim kültürünün eleştirisidir de. Ve dolayısıyla tüketim kültürünün çok yönlü eleştirisi kapitalizmin bütünsel eleştirisinin de ayrılmaz bir parçasıdır.
Son tahlilde; emek mefhumu, insan organizmasının varoluşunun fizyolojik özüdür. Emek, insan beyninin, sinirlerinin, tüm bedeninin harcanmasıdır. Emeğin niceliğinin ve niteliğinin belirlenmesi de yine bu emeğin harcanması ile gerçekleşir, emeğin nicel ve nitel değerini belirleyen şey; emeğin niceliksel ve niteliksel hareket tarzı olarak emeğin yine kendine özgü hareket tarzıdır. Harcanan emeğin nicel ve nitel büyüklüğü ya da küçüklüğü, emeğin niceliği ile emeğin niteliği arasındaki farkı oluşturmakta, nicel değer nitel değeri, nitel değer nicel değeri karşılıklı olarak belirlemektedir. Başka bir deyişle, emeğin “nicelleşmiş-nitel“ hareketi ile “nitelleşmiş-nitel” hareketinin birleşik diyalektik devinimi emeğin kendisini, insanın nicel ve nitel hareketinin soyut ve somut görüngülerini meydana getirmektedir. İnsanın hayatta kalmak için harcaması gereken emek miktarının önemli bir kısmı aynı zamanda “emek araçlarının üretimi için harcanan emektir“ de. İnsanın emek araçlarının üretimi için kullandığı emek miktarı, emek güçlerinin düzeyinin tarihsel gelişme momentlerini de içermektedir. Her tarihsel moment, emek güçlerinin değişme, gelişme ve dönüşme düzeylerine uygun düşen emek miktarını oluşturmaktadır. Örneğin, ilkel toplumlarda emeğin emek güçlerinin gelişme düzeyi çok düşük bir seviyede olduğu için, insanın doğadan farklılaşması çok az bir gelişme kaydetmiş, üreticiler ile üretimin maddi koşularının “doğal birliği” üretim sürecine egemen olduğu için, insan ile doğanın birliği bir “iç içelik” durumu meydana getirmiştir. Bu yüzden ilkel toplumlarda, insan ihtiyaçlarının çeşitliliği, doğanın-doğasının dar sınırları içinde kalmıştır. İlkel toplum tüm üretim ve bölüşüm faaliyetlerini toplumsal bir şekilde sürdürmekte, toplumsal olarak üretmekte ve bölüşmekteydi. İlkel toplumlarda insanlar ortak olarak ne üretiyorlarsa, yine aynı şekilde ortak olarak tüketiyorlardı. Başka bir deyişle, insanlar ne üretiyorlarsa, daha en başında ortak emek faaliyeti ile üretiyorlar, ortak emek faaliyeti olarakta tüketiyorlardı. Dolayısıyla; bu toplum biçiminde bir üretim-fazlası yoktu. İlkel toplumlarda toplumsal işbölümündeki kısmi ilerlemelere ve emek ürünlerindeki çeşitlenmeye rağmen, toplumsal emek ürünlerinin tamamı yine toplumsal olarak tüketilmekteydi. Üretime bağlı olarak işbölümündeki gelişmeler görece emek ürünlerinin çeşitlenmesine neden olsa da, “doğal komün” şeklinde örgütlenmiş olan bu toplumsal yapı da, toplumsal olarak üretilmiş emek ürünleri hiçbir zaman bireyler arası mübadele aracı olarak meta şeklini alamamaktaydı. Komün şeklinde örgütlenmiş olan bu toplumun toplumsal emek ürünleri, bu emek ürünlerinin üretilmesi için gereken toplumsal ve tarihsel emek miktarının her üreticiye düşen payı olarak komün üyelerinin gereksinimlerine göre dağıtılıyordu. İlkel toplumda üretim ve tüketim gibi tüm toplumsal faaliyetler tüm toplumun ortak çıkarını içerdiği için, bu toplumda insanlar arası sömürü ilişkileri ortaya çıkamamış, birey ile toplum “bir” ve “aynı şey” haline gelmiş, herkes aynı toplumsal bütünün (ortak-emek faaliyetinin) parçası haline gelmiştir. Bu doğal komünalizm adı üzerinde zorunlu bir ilkel komünalizm türüne de denk düşmekteydi.
İlkel toplumda bireysel emek üretimi (kendi başına toplumsallık karşısında icatçı-emek-payı) olmadığı (ya da farklılık yaratmadığı) için, burjuva toplumunda olduğu gibi bireysel emek ürünlerini birbirleriyle mübadeleye sokabilecek ilişkilerinde (kullanıcı-artık-emek-paylarının da) her hangi bir gerçekliği bu toplumsal emek formunda yoktu. Komünal toplumda emeğin emek güçlerinin bu düşük düzeyi; o dönem için insan ile doğa ilişkisinin genel tablosunu, dolayısıyla insanın emek araçlarının üretimi için kullandığı emek miktarını, yani insanın emek güçlerinin o kesitteki düzeyinin tarihsel gelişme momentlerini de göstermektedir. Emek güçlerindeki her tarihsel moment, emek güçlerinin gelişme düzeyine uygun düşen tarihsel emek miras miktarlarını da meydana getirmektedir. Kuşkusuz ilkel sistemde bu miras değerleri de çok düşük bir seviyedeydi. İlkel toplumda emek güçlerinin dar ve sınırlı gelişme düzeyini belirleyen bu moment, komünal toplumun kendine yeterli ve içine kapalı toplumsal üretim miktarı düzeyini de beraberinde getirmiş; bu da zorunlu bir komünalizmi meydana getirmiştir. Lakin insanlar ilkel toplumun tersine topluluk için değil, kendi bireysel emekleri için üretmeye ve ürettiklerini takas sürecine sokmaya başladıkça, yani kendi dar toplumsal üretim sınırları mübadele aşamasına ulaştıkça; işte bu aşamayla birlikte artık insan emeği yeni bir toplumsal biçim almakta, fakat bu toplumsal üretim biçimi salt toplumun ortak çıkarları için değil, bireysel üreticilerin bireysel mübadele süreçlerin için yapılan bir üretim ve tüketim şeklini aldıkça; toplum içi sınıfsal bölünmüşlüğün ve iş bölümü farklarının derinleşmesi de kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Kuşkusuz bu düzeyde bir toplumsal farklılaşma ve sınıfsal bölünmüşlüğün doğmasını sağlayan da yine ilkel düzeyde de olsa artık-ürün, pazar ve mübadele ilişkilerinin (daha doğrusu toplayıcı ürünlere karşı av ürünlerinin) ortaya çıkmaya başlamış olmasıdır. Lakin artık-ürün, pazar ve mübadele demek ortaya çıkan her ürünün en başından itibaren belirli oranlarda üretim, dolaşım, tüketim ve miras değerlerine sahip olması anlamına geleceği için, sınıf mücadelesinin temelinde yatan şeyin, asıl olarak en başından beri artık-ürün üzerinde egemenlik kurma mücadelesi olması da hiç kuşkusuz raslantı değildir. İster av, ister tarım, ister sanayi, ister teknik ürünlerin dolaşıma girdiği pazar ilişkileri olsun, pazarın olduğu yerde sınıfsal farklılaşmanın ve ürünler dünyası üzerinde sermayenin o an ki türsel emek formuna göre (av-sermayesinin, tarım-sermayesinin, sanayi-sermayesinin, tekno-sermayenin vs.) hakimiyet kurma gayretinin var olması da kaçınılmaz bir gerçektir.
Dolayısıyla; ilkel komünal dönemin üst evresinden itibaren, üreticiler ve üretimin maddi temeli arasındaki ayrışma, özellikle av emeğinin ve ürünlerinin ortaya çıkışı ve daha sonrasında tarım emeği ile birlikte artık-ürüne bağlı sistematik artık-emek birikimine dayalı icatçı-emek ve kullanıcı-emek bölümlenmesini temel alan sınıfsal konumlanışların derinleşmesine ve buna bağlı olarak gelişen yöneten/ezen ve yönetilen/ezilen ilişkilerinin (ve dahası devletin ve yan kurumlarının) oluşumuna da sebebiyet vermiştir. Diğer bir deyişle, emeğin emek üzerindeki tahakküm ve sömürü ilişkileri arttıkça emek içi türsel farklılaşma ve türe bağlı olarak gelişen emek araçları karsışındaki icatçı-emek ve kullanıcı-emek konumlanışlarının bölünmüşlük hali ilkel toplumun “doğal komünal birliği”nin altını adım adım oyarak bu toplumsal formasyonun ortadan kalmasına ve yerine sınıflı köleci toplumun ve köleci-yürütme-devletinin geçmesine neden olmuştur. Kısacası; insanın doğa karşısındaki mukavemeti ve doğaya egemen olma istenci emek güçlerini geliştirdikçe sınıfsızlıkla yola çıkan insanlık gelişiminin belirli bir evresinde sınıflı bir yapıya geçiş yapmıştır. Bu durum aynı zamanda sınıfsızlıktan sınıflı yapıya geçebilen insanlığın bilim emeğinin üretimine ve tüketimine dayalı bir tarihsel sistem olarak komünizme, yani tek sınıflı yapıya kontrollü ve bilinçli bir şekilde geçiş yapabileceğinin de göstergesidir. Keza; geçmişe doğru hareket ettikçe geleceğe doğru hareket eden insanlık tarihi, geleceğe doğru hareket ettikçe de geçmişe doğru hareket ettikçe, geçmişle gelecek, gelecekle geçmiş arasındaki organik bağlar ve emeğin diyalektik ilerleyişinin aldığı ya da alabileceği görüngülerde daha net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Keza; sınıfsız komünist bir gelecek sınıfsız “komünist” bir geçmişin tarihsel emek mirasının da bir devamıdır. Dolayısıyla; insan tarafından tarihsel olarak inşa edilmiş her emek sistemi kendi başına tarihsel bir yapı olduğundan dolayı, bu yapı yine insan tarafından yıkılıp yerine yeni bir sistem inşa edilebilir. Başka bir deyişle, tarihsel olan herşey yine tarihsel olarak ortadan kalmaya ve yeni bir biçim kazanmaya da mecburdur.
Öte yandan, meta mistisizmi konusuna yeniden dönersek; her hangi bir meta öznel değer görünümü alarak değişime uğradıkça, kendi nesnel biçiminin pozitifliğini yadsıyarak, kendi varlığının var olma biçiminden (nesne olma durumundan) daha az ya da daha fazla olmak kaydıyla, kendi varlığının inkarının/yadsınmasının (nesne olma durumundan meta olma durumunun) sonucu olan “mübadele-değeri” olma öznel niteliğini pazarda kabul ettirme özelliğine de sahiptir. O (meta) artık ilk başta pazarda mistik bir sis perdesi tarafından örtülmüş “gizemli bir değişim nesnesi” gibi görünmektedir. Bir nesneye meta biçimini veren, kendi doğal kullanım değeri değil, belirli türden bir başka meta ile takribi olarak değişebilme niteliğidir de. Başka bir deyişle, her hangi bir insanın emeğinin başka bir türden emek ile olan “eşitlik derecesi” ve metanın içinde billurlaşmış emek-miktarının değerinin diğer emek ürünleri arasındaki nesnelliği; emek türlerinin tümünün kendi aralarında pazarda kabul edilmiş “eşit derecelerde” karşılıklı olarak değişebilirlik değerine sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Her hangi bir insanın meta görünümündeki emek-miktarının diğer emek miktarları ile eşitliği ve bu eşitliğin değişime gireceği metalarla olan eşit nesnelliği, tüm emek ürünlerinin kendi arasında cereyan eden “eşit derecedeki emek değerlerinin miktarlarının” genel ve soyut bir ifadesinden başka da bir şey değildir. Dolayısıyla, metalar arası değişim ilişkilerinin eşit derecelerini belirleyen de yine emeğin almış olduğu türsel görünümler ve bunlar arasındaki dolaylı ve doğrudan ilişkilerdir. Haliyle; örneğin sanayi-metalarının teknik-metalar karşısında tüketime girerken, teknik-metaların glokal-pazarlarda sanayi-metaları karşısında üretime girmekte zorluk yaşaması da (örneğin, gümrük duvarları, vergiler, ulusal-bürokratik engeller vs.), yine sanayi-metalarının dolaşımsal ihtiyaçlarına göre sekillenmiş olan ulusal-pazarların ulus-ötesi-pazarlar karşısında bir “duvar” işlevi görmesidir ki, bu durum teknik-ürünlerin tüketime girme (tekno-karı arttırma) sorununu, dolayısıyla sanayi-ürünlerinin de üretim (yeni pazarlar bulma) sorununu beraberinde getirdikçe, tekno-kar karşısında gerileyen sanayi-kar oranları kaçınılmaz bir biçimde minoktokratik-kapitalizmin yapısal krizini derinleştirmekte; bu da glokal yapıdan global-kapitalist yapıya geçiş sürecinin daha çetrefilli ve çatışmalı bir hal almasına neden olmaktadır. Başka bir deyişle, Ricardocu İngiliz Ekonomi Politiğinden beslenen proletaryan-marksist iktisadın asıl anlamadığı ve genellikle de “aşırı üretim krizi” olarak bahsedilen olgu aslında üretim krizinin dolaşım krizini dolaşım krizinin tüketim krizini tetiklemesi sürecidir. Halbuki bütün bu krizler birbiri ardına gelişen fakat birbirinden yapısal farklılıklara sahip olan krizlerdir. Örneğin, üretim krizi olmadan da tüketim krizi olabilir. Keza bütün bu krizlerin kendi başlarına yapısal özellikleri vardır. Şayet bir sistem aynı anda hem üretim hem dolaşım hem de tüketim krizini yaşıyorsa; o toplum biçimi miras krizini de var ediyorsa, o toplum tarih sahnesinden çekilmeye mecburdur. Kısacası; sistem bu üç yapıyı bir araya getirip miras krizini de meydana getiriyorsa, o sistem artık bitme noktasına gelmiş demektir. Ve dahası bu durum salt kapitalizme özgü bir durumda değildir. Kapitalizm öncesi sistemlerde (köleci, feodal vs.) benzer krizler neticesinde son bulmuştur.
“Mübadele-değeri”ni yaratan emek-değerinin büyüklüğü ya da küçüklüğü, emek ürünlerinin üretilmesi için “zorunlu olan toplam emek miktarı” ile belirlendiğine göre, ne kadar çok ya da az emek-gücü harcanırsa (tabi belirli toplumsal koşullar altında), harcanan bu emeğin emek-miktarının ölçülmesi, emek ürünlerinin değerlerinin niceliğinin (emeğin niceliksel varoluş tarzı yine emeğin niceliksel hareketidir) belirlenmesini de sağlamaktadır. Üretim içerisinde ne kadar emek gücü harcandığının, bu harcanma süresi ile, yani emeğin niceliği üzerinden ölçümü, tüm emek ürünlerinin değerinin genel niteliğini de vermektedir. Canlı icatçı-emek ve kullanıcı-emek, niceliksel olarak kendi gelişim alanında, yani emeğin zamansal büyüme ve katlanarak değer yaratma aşamasında, canlı emek biçiminden cansız kullanıcı-emek (örneğin, makinalar vs.) ve icatçı-emek biçimini alarak yarattığı bu değerin bir kısmını üretimin maddi temelinin bir parçası olan “sabit sermaye” (emek araçları vs.) içerisinde, değerin geri kalan kısmını da, sermayenin organik bileşiminin emek gücü bileşiğini oluşturan, ücretli kullanıcı emeğin bağımlılığının yeniden örgütlenmesi için kapitalistin el koyduğu artık-değer (ödenmemiş emek) biçiminde ortaya koymaktadır. Örneğin, her hangi bir proleterin kapitaliste bir meta biçiminde sattığı emek-gücü, kullanıcı-emek payı gereğince değerin tek yanlı yaratıcısı olmasa da, sermaye birikiminin yeniden üretimi için ayrılan (kapitalistlerin emek güçlerini ve emek araçlarını yeni teknolojilere göre geliştirme arzusunun temelinde, kar oranlarının yükselmesi beklentisi de vardır) harcamalar ve ücret kısmının en önemli parçalarından birini oluşturur. Kapitalist için, proleterin kendi iş gücünün değeri dışında ürettiği bu değer, yani artık-değer kapitalistin bedelini ödemeksizin el koyduğu bir değer cinsidir de. Sanayi emeğinin devrimi ile birlikte sanayi emeğinin kullanıcı-emek payına dair olan bu artık-emek-miktarının üretimi ve yeniden üretimi daha önceki toplumsal formasyonlar ile kıyaslandığı zaman, ödenmemiş-emek-miktarındaki gözle görünür artışın temel nedeni; kapitalist birikimin doğa üzerinde kurmuş olduğu tahakküm ve mukavemet seviyesindeki yoğun artıştır. Keza; kendisinden önceki emek türlerine ve sistemlerine kıyasla doğaya daha yoğun bir müdahale anlamına gelen sanayi emeği, kullanıcı-emek kesiminden elde ettiği ödenmemiş-emek-miktarlarını arttırmak için hem emeğin niceliğinin hem de emeğinin niteliğinin köklü bir şekilde yapılandırılması (emeğin örgütlenmesi) noktasında kendisinden önceki emek türleri ve emek sistemlerine kıyasla fersah fersah önde olan bir sistemdir. Dolayısıyla; artık-emek sömürüsünün organizasyonu ve planlanması (ve dolayısıyla teknolojinin geliştirilmesi) açısından daha önceki sistemlerle kıyaslandığında, iş gücünün örgütlenmesi ve belirli periyodik üretim hedeflerinin gerçekleştirilmesi noktasında, üretimin rasyonel ve matematiksel temelde hesaplanır hale getirilmesinde, kapitalizm kendisinden önceki sistemlerden kat ve kat üstün bir sistem olma özelliğine de sahiptir. Başka bir deyişle, burjuva aklın tüm gizemci ve mistik yanlarına karşın, söz konusu olan emeğin örgütlenmesi ve sanayi-artık-değerin emilmesi olduğu zaman, Weber’in “demir kafes” adını verdiği sanayi aklının ne derece planlı olabileceği de ileri düzeyde modern sanayi disiplininin karakteristik özelliklerinden biri olmuştur. Kuşkusuz böylesi bir akıl en başta sanayiburgların icatçı ve yönetici konumlanışından da kaynaklı bir akıldır. Lakin bu akıl kapitalizme özgü bir durum olarak sanayi emek tarzına bağlı üretim, dolaşım ve tüketim bölünmüşlüğünü ortadan kaldıramamış; bu sistemde üretim, dolaşım ve tüketim arasındaki çelişkili durum belirli periyodik krizlere neden olmuştur. Zira bu sistemde üretim, dolaşım ve tüketim birbirinden kopuk bir şekilde gerçekleşen faaliyetler olduğu için, üretim, dolaşım ve tüketim krizleri zamanla daha derin periyodik krizleri tetiklediği gibi, bu durum bir sonraki emek sistemindeki üretim, dolaşım ve tüketim krizlerini de tetiklemektedir. Başka bir deyişle, bu süreç sistemin kendi içindeki aşamaların tüketilmesine de sebebiyet vermektedir.
Diğer yandan; kesintisiz emek-sermaye birikimi üzerine kurulu bu düzen de, kapitalistin karını oluşturan şey, tek yanlı biçimiyle kapitalistin karşılıksız olarak el koyduğu kullanıcı-artı-değer değildir; fakat piyasa koşulları içinde birbirleriyle mutlak bir rekabet ve savaşım içinde olan bu tekil kapitalistlerin arasındaki şiddetli rekabet, toplam değerin “en büyük parçasını”, yani kullanıcı-artı-değerin en büyük parçasını yutmayı kapitalistler arası rekabetin şiddetli bir konusu haline getirmektedir. Tekil kapitalistin diğer bir tekil kapitaliste karşı mücadelesinde, sermayenin genişleme (pazar elde etme) sürecinin bir zorunluluğu olarak, tekil kapitalist diğer kapitalist rakipler karşısında daima önde olma mücadelesi vermek zorundadır. Başka bir deyişle, bu mücadele içinde tekil kapitalistin kurdu yine tekil kapitalisttir. Dahası; üretimin toplumsal bir biçim aldığı her aşamada, üreticilerin karşılıklı toplumsal emek ilişkileri, ürünler-metalar arası bir ilişkiler biçimini de almaktadır. İnsanlar arasındaki bu toplumsal emek ilişkileri, ürünler-metalar aracılığıyla gerçekleşen toplumsal ilişki biçimleridir de. Kapitalist toplumda insanlar arasındaki bu toplumsal emek ilişkileri, “doğal” insani ilişkiler şeklinde gerçekleşmediği için, bütün bu toplumsal emek ilişkileri insanların birbirlerini birer ürün-meta-şey olarak görmeye başladığı bir biçim altında gerçekleşmektedir. Kısacası; “milletin dini imanı para olmuş!” sözü bile bu durumun toplum içinde uyandırdığı mistik tepkimelerden yalnızca bir tanesidir. Doğal ve kendinde insan ilişkilerinin yerine geçen bu “şeyleşmiş” emek ilişkileri (örneğin, aşırı para kazanma sevdası vs.), nesneler-metalar vasıtasıyla insanlar arasında ki gündelik ilişkilere de egemen hale gelmektedir. Marx’ın da belirtmiş olduğu gibi; emeğin bir başka emeğe “yabancılaşmasının” bir tezahürü olan meta ekonomisi; üreticinin (kullanıcı-emek-sınıfının) kendi ürününe yabancılaşmasına ve kendi ürününü kendi isteğinden “bağımsız” olarak dışsal bir güce teslim etmesine, aynı zamanda da insanın hem kendi emeğine hem diğer üreticilere-insanlara “yabancılaşmasına” neden olmaktadır. Aynı zamanda bu yabancılaşma bireysel-icatçı emekle toplumsal-icatçı emek arasındaki yabancılaşmayı da sürekli hale getirmektedir (Örneğin, günümüz dünyasında sıkça gözlemlenen “patent hakkı savaşları”). Dolayısıyla; üreticiler ile üretimin maddi koşullarının daha öncede ayrılmış doğal birliğinin yeniden tesis edildiği, üreticilerin üretimin maddi koşullarına egemen olduğu bir toplumsal emek sistemi, yani toplumsallaşmış-icatçılık sistemi var olmadığı müddetçe, emeğin emek üzerindeki tahakkümü de son bulmayacaktır. Bu nedenledir ki, “yabancılaşmış emeğin” bir tezahürü olan sanayi-meta toplumunun eleştirisi, mevcut toplumsal emek ilişkilerinin de bir eleştirisidir. Aynı şekilde; tıpkı kullanıcı-emeğin kendi emeğine olan yabancılaşmasında olduğu gibi, icatçı-emeğinde kendi emeğine olan yabancılaşmasına neden olan bu yapı (burjuvaziyi de insanlıktan çıkaran bu durum); neden olduğu karşılıklı yabancılaşma nedeniyle çift yönlü sarmal bir yabancılaşma formunu da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla; ilk bakışta sırf kullanıcı-sınıfın maruz kaldığı bir yabancılaşma formu olarak görünen bu durum; aslında icatçıyı da kullanıcıya yabancılaştırarak, icatçıyı da kullanıcıya “tutsak” hale getirmekte, tıpkı köle ve efendi ilişkisinde olduğu gibi kölesiz bir efendilik olamayacağı için efendinin de (insan olarak) özgürlüğünü ortadan kaldırmaktadır. Köleliği devam ettirmek zorunda olan efendi aslında kendi içinde bulunduğu durumunda kölesi (pasif nesnesi) olmaktan kurtulamamakta ve sürekli kölenin kendi yerine geçmesi korkusu ile yaşamak zorunda kalmaktadır. Başka bir deyişle, istese de istemese de her kapitalist efendi kendi sermayesinin kölesinden başka da bir şey değildir.
Kapitalizm altında bedenlerin “şeyleşmesi”, yani metalaşması, burjuva iktidarının bir bedenden başka bir bedene geçerek yürüttüğü kılcal bir sınıf çerçevelemesidir. Kapitalizm sadece bedenin ürettiği canlı emeğe değil, doğrudan bedene ve bedenin düşünsel hareket alanına müdahale eden bir sistemdir. Kapitalizm kendisinden önceki toplumsal sistemlere kıyasla bireylerin ve toplumun yaşayış tarzını daha çok düzenlemeye eğilimlidir. Örneğin, makine teknolojisinin egemen olduğu kapitalizm de her hangi bir proleter, makinenin her hangi bir uzuvundan farksızdır. O, üretimin her hangi bir parçasıdır. O makinanın bir eklentisi konumundadır. Proleter kendi iş süresinin tümünü bu şekilde geçirdiği için, tek boyutlu bu üretim şekli proleterin (bir insan olarak) kendi yaratıcı potansiyelini keşfetmesinin önündeki en temel engeldir de. Emek ilişkilerinin toplumsal karakterine rağmen, emek tarzı proleteri bir eklentiye çevirdikçe, proleter hem kendisine hem de üretime yabancılaşmaktan kurtulamamaktadır. Dolayısıyla; kapitalizm demek sadece ücretli emeğe dayalı artı-değer sömürüsü değil, daha önceki emek sistemlerinden farklı olarak bir bütün olarak insan bedeninin takip, kontrol ve gözetim altına alınması da demektir. Kapitalizmde sağlık, eğitim, ulaşım vs. tüm alanlar bu mantığa göre şekillenmektedir. Kaldı ki; kapitalizm de proleterin bedeninin, kapitalistin sahip olduğu her hangi bir emek aracından hiçbir farkı yoktur. Proleter kapitaliste iş gücünü meta biçiminde sattıkça sadece canlı emeğini değil, bedeni ile birlikte tüm varlığını da satmak zorunda kalmaktadır. Proleterin canlı emeği, üretim süreci sonunda nesneleşmiş emek ürünleri olarak, yani metalar biçiminde onun karşısına çıktıkça, üretim sürecinin sonunda artık tamamen kapitalistin malı olan bu metalar, kullanıcı-emek-payı açısından proleterin üretici faaliyetinin bir parçası olmasına rağmen, ondan gitgide uzaklaşan, onun üzerinde egemenlik kuran dışsal ve mistik bir güç haline de gelmektedir. Haliyle; bu “dışsal güç” proleterin bir yanıyla “içsel gücünden” beslenerek büyümekte, hem kullanıcı-emek güçlerinin hem de icatçı-emek güçlerinin karşılıklı gelişimi açısından da ortaya çıkan bu “güç dağılımı” ve “sınıf çerçevelemesi”; bir kuşaktan diğer kuşağa tarihsel emeğin miras miktarları vasıtasıyla devredilmektedir. Kaldı ki; kapitalizmin kendisinden önceki toplumsal formasyonlardan (köleci, feodal vs. sistemlerden) devraldığı emek mirası düşünüldüğünde, kapitalizm öncesi hiçbir sistemde beden üzerindeki soyut ve somut iktidar çeşitleri bu derece sofistike olmadığı gibi, kapitalizm öncesi hiçbir sistemde de bu derece gözetleme, kontrol ve takip mekanizmaları da bulunmamaktadır. Kişinin ne giydiğinden ne yediğine kadar her şeyi ince ayrıntısına kadar takip eden glokal-kapitalizmin bu açıdan tüketim alanının kontrolünü bedenin ve hareketlerinin kontrolüne kadar genişletmeyi başarmış olan bir sistem olduğunu söylersek hiçte abartmış olmayız. Dolayısıyla; günümüz sineması, reklamcılık sektörü, sağlık endüstrisi vs. bütün bunlar özneye (bize) ne ve kim olduğumuz, nasıl olmamız vs. noktasında açık ve gizli “talimatlar” veren ideolojik mekanizmalar ile donatılmıştır. Bu açıdan modern burjuva toplumunda birey; tıpkı “makinenin uzuvu olan proleter gibi” kendi öznelliğini sürekli olarak tanımlanmak zorunda kalan bir bireyselleşme ve “kimlik kazanma” sürecine de maruz kalmaktadır. [1].
Kapitalist sistemde (özellikle de onun D-4 formunda) proleter kendi emek gücünü kapitalistin belirlediği belirli bir ücret (maaş) karşılığında ona satmakta, kendi geçim ve yaşam araçlarını bu ücret ile elde etmektedir. Fakat proleterin canlı emeğinin (kullanıcı-emek-payı açısından) nesneleşmiş görünümü olan bu metalar, proleterin ücret olarak eline geçen değer ile satın alınmakta, işçinin kendi kullanıcı-emeğinin bir sonucu olan (icatçı-emek-payından soyutlanmış olarak) bu metalar, sürecin sonunda kapitalistin elinde proleterin kendisine egemen olan bir güce dönüşürken, yine bu metalar tekrardan proleter tarafından satın alınarak tüketimsel-üretimin çevrimsel hareketi tamamlanmaktadır. Ama aynı zamanda icatçı emek güçünden soyutlanmış olan tarihsel miras gücü de o kapitalisti kendine kapitalizme köle haline getirmektedir. Dolayısıyla; kapitalist sömürü sadece üretim sürecini içermez, proleterlerin geçim ve yaşam araçları mücadelesinde onların tüm varoluşlarını da kapsar, onları birer “ayaklı kar nesnesi” haline getirir. Proleteri tam manasıyla bir “beden tahakkümü” altında yaşamaya mecbur eden bu sistem, burjuva sınıfının “şeyleştirilmiş” bedenler üzerinde kurduğu bir biyoemeksel iktidar biçimidir de. Beden-emek tahakkümü üzerine kurulmuş bu pratik edim, “şeyleşmiş” proleter bedenlerini birer değer-makinesine, diğer deyişle insan görünümündeki emek araçlarına dönüştürür. Başka bir deyişle, bu sistemde proleter salt insan olduğu için değil, insan “işlenebilir bir emek-metasına ve cevherine” sahip olduğu ve bu potansiyel etkinlik sistemin işleyişine pay edebildiği oranda her insan bir “proleter”dir. Özellikle kullanıcı-üreticinin kendi toplumsal emeğinin sonuçlarına uzaklaşarak, üretici emek faaliyetini kendi varoluşunun insani “özünün” bir parçası olarak değil de, kendisini kendi insan olma durumunu sürdürebilmek için zorunlu geçim araçlarını elde edebilmek için sınırlandırmak zorunda oluşu sonucunda, üretim faaliyeti kişinin bilincinde şeylerin-ürünlerin görünümünü üretimin bütünsel oluşumu içinde değil, kendi emeğinin parçalanmışlığının bir sonucu olarak, tüm üretim ve emek süreçlerinin de parçalanmışlığının bir sonucu olarak, üretici tüm üretimi ve sonuçlarını “yabancılaşmış emek” şeklinde kavramaktadır. Bu şekliyle tüm emek ürünleri, üreticiye içkin değil, tersine zorunlu olarak yabancı, dışsal ve mistik şeyler olarak algılanmaktadır. Her biri toplumsal emeğin parçası olan tüm metalar, hem kullanıcı-üreticilere hem de insanlara kendi aralarında toplumsal bir ilişki olarak ve kendi toplam emeklerinin doğal bir sonucu olarak değil de, emek ürünlerinin kendi arasında kendiliğinden gerçekleşen “spontane” bir hareket olarak göründüğü sürece, toplumsal emek ürünlerinin meta görünümü almış tüm halleri, özgün nitelikleri itibariyle duyuların hem kavrayabileceği maddi şeyler, hem de duyuların kavrama yeteneği dışına çıkan “mistik şeyler” gibi görünmeye de devam edecektir. Dolayısıyla; metalar, toplumsal ilişkilerin bir sonucu olarak değil, üretiliş biçimlerinden ve icatçı/kullanıcı üreticilerinden bağımsız bir şekilde ele alındıklarından “kendiliğinden şeyler” olarak görülürler. Bu şekliyle metalar; insanların karşısına hem kavranabilmesi kolay hem de kavranabilmesi güç şeyler olarak dikilmekte, bu da yaygın bir mistik bakış açısının emeğin dünyasını kuşatmasına neden olmaktadır.
Kapitalist toplumlar da insanlar arasında ki ilişkilerin gerçek alanı mübadele ve para alanı olarak karışımıza çıkar. Tıpkı mübadele ve para alanı gibi, kapitalist toplumda şeylerin-metaların simge-gösterge alanı da emek tarzının bu ters yüz edilmişliği yüzünden, gerçek şekliyle değil, egemen sınıfların isteğine bağlı olarak ideolojik olarak tahrip edilmiş şekliyle karşımıza çıkar. Örneğin bir kadın-manken, tekil bir insan olarak değil, kavranabilmesi güç ve bir o kadar da çekici bir güzellik nesnesine dönüşür. Gerisi kapitalist kozmetik sanayisinin onu büyülü bir hale getirmek için var gücüyle çalışmasını gerektirmektedir. Dahası kadın bir mankenin bedenine ait görüntüler her biri farklı televizyon kanalların da gösterge-değeri taşıyan bir “görsel-meta”ya dönüşür. Mankenin kendi bedenine ait görüntüler böylece bir tür “simgesel-sermayeye” özelliği kazanır. Manken kendi bedeninin gösterge-değerinden kar ediyormuş gibi görünse de, o da tıpkı her hangi bir “proleter” gibi, kapitalist medya patronuna ya da yapımcı şirkete “emek-gücü” şeklini almış ve gösterge-değer taşıyan bedenini meta (reklam-sermayesi) olarak satmaktadır. Kapitaliste kendi emek gücünü bir meta olarak satan proleter ilişkisin de olduğu gibi, manken de yapımcı şirkete ve kapitalist medya patronuna kendi bedenine ait gösterge-değerleri meta olarak pazarlamaktadır. Burada kapitaliste satılan şey hem proleter de hem de manken de emek gücünün iki farklı formudur. Emek gücünü kapitaliste satan proleter ile kapitalist medya patronuna/yapımcı firmaya kendi gösterge-değerini satan manken arasındaki fark, ilkinin emeğinin yoğun fiziksel ve bedensel güç içerebiliyorken, ikincisinin yani mankenin harcadığı “emeğin” doğrudan kendi bedenin görsel-meta niteliği ile ölçülmekte olmasıdır. Bir mankenin emek aracı kendi gösterge-sermayesi olan bedenidir. Bedensel emeğin cisimleşmiş şekli olarak yoğun emek-gücünün tersine manken kendi bedenini yoğun bir emek gücü harcamaksızın etkili bir meta olarak kullanabilme özelliğine sahiptir. Aynı şekilde tüm eğlence endüstrisinde de benzer bir şekilde gösterge-değere bağlı şeyleşme hali, yani insan bedeninin salt insan bedeni olmaktan soyutlanarak kendi başına bir arzu-nesnesi haline getirilmesi de yine aynı glokal-tüketim modelinin üretim alanınında ki zincirleme etkilerinden biridir. Kısacası; manken proleterden farklı olarak metalar dünyasının vitrinindeki bir tanıtım ürününden başka da bir şey değildir. Keza reklam sermayesi/patronu “proleter” olarak bu tanıtım ürünlerini (mankenleri) satın almakta ve bunlar üzerinden elde ettiği artık-değer üzerinden kendi sermayesini bu şekilde büyütmektedir. [2].
Dışımızdaki şeylerin görsel açıdan algılana bilirlikleri, salt tek başına bizlerin görme sisteminin özsel ve kendiliğinden uyarılması ile değil, şeylerin nesnel biçimlerinin evrensel algılanabilirliği ile de gerçekleşir. Nesnelerin varlığı, yalnızca görme duyusunun özsel ve kendiliğinden uyarılmasını değil, varlıkların dış dünyayı kesen nesnel biçimlerinin bilgisini de içerir. Varlıkların nesnel bilgisi, görme sisteminin tek yanlı özsel uyarılma ihtiyacını koşullandırır. İnsan gözü varlıkların bilgisine kendi görme duyusuna bağlı özel duyumsama yeteneğinin tek yanlılığı ile değil, görme yeteneğinin işleyebilmesi için gerekli görsel materyalleri veren maddenin nesnel biçimleri sayesinde görülen şeyin maddi bilgisine ulaşır. Nesneden gelen soğukluk ya da sıcaklık, dokunma sinirimizin özsel ve kendiliğinden bir uyarılması değil, dokunma duyusunun dışındaki şeylerin nesnel biçiminin maddesel algılanışıdır da. Dokunma eylemiyle, nesnedeki soğukluk ya da sıcaklık, doğrudan kendisi de bir nesne olan dokunma duyusuna geçmektedir. Nesne durumundaki elin dokunma duyusu, gerçekte başka bir nesneye dokunmakta ve nesnenin “nesnel biçiminin” tepkimelerini “soğuğu ve sıcağı” gözlemlemektedir. El burada diğer duyu organları gibi çalışmakta, kendi dışını, nesnel dünyanın biçimlerini, kendi özsel duyumsama sisteminin bilgi alanı olarak kullanmaktadır. Marx’ın da belirttiği gibi “…bir nesneden gelen ışığı, görme sinirimizin öznel uyarılması olarak değil de, gözün dışındaki bir şeyin nesnel biçimi olarak algılarız. Oysa görme olayında her zaman, ışığın bir şeyden başka bir şeye, dıştaki nesneden göze fiilen geçmesi söz konusudur.” (Marx, Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı) Marx’ın “ışığın bir şeyden başka bir şeye, dıştaki nesneden göze geçmesi” dediği, tıpkı dokunma duyusu sonucunda elin elde ettiği hissin, bir nesnenin “soğuk ve sıcak” halinin, bir başka şeye insan eline, yani “dıştaki nesneye” geçmesi halidir. Nesnelerden gelen “soğukluk ve sıcaklık” hali, duyu sistemimizin özsel ve kendiliğinden uyarılması olarak değil de, dokunma duyusundan bağımsız bir nesnenin, “soğukluk ve sıcaklı” hali olan bir nesnenin, nesnel biçimi olarak algılanır. İnsan elinin dokunma eylemi böylece, dokunma duyusu sonucunda elin elde ettiği hissin, bir nesnenin “soğuk ve sıcak” halinin, bir başka şeye, insan eline, yani “dıştaki nesneye” geçmesi durumudur. İnsanın tüm özsel ya da öznel duyu organları bir tür “dıştaki nesne”dir; fakat insan asla dış dünyanın pasif bir “dıştaki nesnesi” de değildir. Başka bir deyişle; insan nesneleşmiş-öznel bir “dış nesnellik” ile özneleşmiş-nesnel bir “iç öznellik” arasındaki diyalektik geçiş sayesinde diğer canlılardan farklı olarak düşünme ve eyleme özelliğine sahip olabilmiştir. Bu sayede insan salt doğalojik bir varlık olmaktan çıkarak zamanla emekolojik bir varlığa dönüşebilmiş; bu sayede doğaya aitliğini devam ettirse de, asli olarak emeğe dair bir emek-dünyası yaratabilecek güce ulaşabilmiştir. Dahası; insan diğer canlılardan farklı olarak kendi emek faaliyetine hem yakınlaşarak hem de uzaklaşarak kendi faaliyetine “yabancılaşabilen” bu yabancılaşma hali sayesinde de kendi insan olma durumunu sürekli yeni biçimler altında tanımlayabilen tek tür olma özelliğine de sahiptir. Onun; emeğe dair ama doğaya ait tözü, kendi özsel ve özerk gelişimi itibariyle zorunlu olarak emeğin yabancılaşmış emek formunu doğurması ile sonuçlanmıştır. Başka bir deyişle, yabancılaşma kavramına yüklenen onca olumsuz anlama rağmen; emeğin emeğe olan yabancılaşması var olmasaydı ne av emeği, ne tarım emeği, ne de sanayi emeği ortaya çıkabilir; ne de insan var olabilirdi. Her şeyden öte insan emeği doğaya yabancılaşıp doğadan ayrı bir varlığa dönüşmeseydi; bu dönüşüm sürecinde insan doğaya karşı güvenli ve korunaklı bir emek-doğası inşa edemezdi; insanda insan olamazdı. Dolayısıyla; bu süreç hiç gerçekleşmeseydi toplum diye bir şey de ortaya çıkamaz, insan toplumsal bir varlığa da dönüşemezdi.
Nesnel gerçekliğin insan beyninde ki çözümlenişi pasif bir etki tepki olayı değildir. Dolayısıyla; insan beyninin nesnel gerçekliği çözümleyişi doğrudan insanın kendisinin de katıldığı bir eylemdir. Kaldı ki; nasıl ki özneyi değiştiren bir nesnel gerçeklik olduğu kadar, nesnel gerçekliği değiştiren ve dönüştüren öznel bir gerçeklikte vardır. Marx’ında belirtmiş olduğu gibi; “Tüm tarih kendi amaç ve hedefleri peşinde koşan insanların faaliyetinden başka bir şey değildir”. Haliyle; insan kendi tarihini yapan canlıdır. Fakat insan bu tarihi salt kendi istediği koşullar altında değil, kendi iradesinin dışında gelişen ve müdahale edemediği bir dizi nesnel koşul içinde gerçekleştirir. Nesneler dünyası insan bilincini değiştirirken, insanda kendi öznel faaliyeti ile nesneler dünyasını dönüştürür. İnsan doğa ile alışverişine emek aracılığı ile girmiş, onun doğayı değiştirme ve dönüştürme çabası zamanla insanın kendi kendisini değiştirme ve dönüştürme mücadelesine de dönüşmüştür. Emek salt yaşamak için gerekli ihtiyaçların değil, insanın zihinsel gelişiminin de özünü oluşturur. Doğaya egemen olma ve onu kendi ihtiyaçları yönünde kullanma mücadelesine giren insan, bilinçli ya da bilinçsiz şekilde de olsa kendisini de değiştirir ve dönüştürür. Kendi doğa tarihine müdahale eden tek bilinç yüklü canlı olan insan, kendi eyleminin tarihini kayıt altına alma yeteneğine sahip olan tek canlıdır da. Dolayısıyla emek kullanan tek canlı olarak insanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik insanı yaratanın yine emek olduğu gerçeğidir.
İnsan bilincinin evrimini doğa tarihinden ayrı olarak değerlendirilemez. Keza insan dünya üzerindeki tüm canlılar arasında kendi kendisini değiştirme ve dönüştürme yeteneğine en ileri derece sahip olan tek canlıdır. Bunu sağlayan da insanın diğer canlılardan farklı olarak, doğanın doğalojik doğasından farklı olarak, kendi emek dünyasını, yani emeğin emekolojik dünyasını yaratabilmiş olmasıdır. Bu sebepden dolayıdır ki; insanın “aidiyeti” emekle kristalize olurken, onun “dairiyeti” ise doğa olmaya, emek ile doğa arasındaki savaşım ve işbirliği de insan zihninde düalist bir algı bölümlenmesinin oluşmasına neden olmaktadır. Dolayısızla; insan, emek ve doğa arasına sınır çekmeden salt maddenin önceliğini temel alan materyalist-idealizm ile salt düşüncenin önceliğini temel alan idealist-maddeciliğin çelişkisi de aslında bu noktada düğümlenmekte; insanın aidiyetinin ve dairiyetinin doğru bir şekilde anlaşılamamasından dolayı da ya doğanın (maddenin) insan üzerindeki ya da insanın (düşüncenin) doğa üzerindeki hakimiyetini temel alan çeşitli türden nesnelci ya da öznelci yanılsamalara düşülmüştür. Halbuki doğanın bir “düşüncesi” ya da “tini” olamayacağı gibi, düşünceden bahsediyorsak salt insandan bahsediyoruz demektir. Kısacası; düşünen canlı demek emek kullanan canlı demektir. İnsan dışında kalan hayvanlar doğalojik-varlıklar oldukları için (kedi, köpek, kurbağa vs.) onlarda düşünce aramak anlamsızdır. Kendi doğasına harfiyen uyan bir hayvanın içgüdüleri ve dürtüleri ile, kendi doğasının kendinde ve kendi için bilincine kısmen ya da tamamen hakim olan insanın kendi emek doğasını düzenlemesi birbirine eşdeş olmadığı gibi, özdeşte değildir. Bu açıdan maddeyi “birincil” alan materyalizm ile, düşünceyi “birincil” alan idealizm arasında bir fark olmadığı gibi, aslında bu durum düşünceden maddeye, maddeden düşünceye geçiş sırasında nesnel-emeğin ve öznel-emeğin düşünce-formlarının ve madde-formlarının birbirine karıştırılmasının neden olduğu bir yanılsama halidir de. Bunun temel nedeni de; “doğalojik-madde” (örn, ağaç), doğalojik-düşünce (örn, ağaçın insan beynindeki imgesi), emekolojik-düşünce (agaçtan masa yapma düşüncesi), emekolojik-madde (ortaya çıkmış ürün-masa) formlarının hem idealizm hem de materyalizm tarafından çevrimsel bir hareket dahilinde yerli yerine oturtulamamış olmasıdır. Kaldı ki; Felsefe tarihinde idealizmin ve materyalizmin en ileri biçimlerini kullanan Hegel dahi, bu yanılsamayı, daha doğrusu “tarihsel düalizm” adını verebileceğimiz form yapısını aşamamıştır. Bu yüzden Hegel felsefesi onun hem idealist hem de materyalist takipçileri için “hepsinin istediğini alabileceği” bir felsefe çeşidi olarak kalmıştır. Haliyle materyalistler Hegel’in materyalist yönüyle, idealistler ise Hegel’in idealist yönüyle ilgilenmişler; lakin hiçbiri tarihsel düalizmi aşma noktasında yeni bir yol ve yöntem önermemişlerdir. Her ne kadar Marx ve Engels bu yöntemi aşmaya çalışmış olsa da, tarihsel düalizmden kurtulamamışlardır. Ta ki emekoloji’ye kadar bu süreç devam etmiştir.
Ana konuyu dönmek gerekirse; insanlar için kullanılabilirlik özelliğine sahip metalar, birbirinden bağımsız bireylerin ya da toplulukların emek ürünleri oldukları içinde meta haline gelirler. Bütün bu bireylerin ve toplulukların emeklerinin toplamı, toplumun “ortalama” toplam emeğinin de göstergesidir. Üreticiler ürünlerini mübadele edinceye kadar birbirleriyle toplumsal ilişki kurmadıkları için, her üreticinin emeğinin toplumsal karakteri, mübadele eyleminin dışında kendisini göstermez. Kaldı ki; bireylerin emeği toplumsal emeğin de bir parçasıdır. Mübadele eylemiyle ürünler arasında doğrudan doğruya kurulan ilişkiler, üreticilerin kendi arasında dolaylı olarak kurduğu ilişkiler aracılığıyla gerçekleşir. Bireyin emeğini toplumun emeğine bağlayan; bireyler ve topluluklar arasında doğrudan gerçekleşen toplumsal ilişki biçimleri değil, bireyler ve topluluklar arasındaki “şeyler” arası dolaylı olarak gerçekleşen toplumsal ilişkilerin biçimleridir. Dolayısıyla; bireysel ve toplumsal emek ürünleri, ancak mübadele edilebilmeleri sayesinde, “kullanım-değerine” sahip nesneler olmaktan öte, farklı bir değer biçimi özelliğine sahip “mübadele-değeri” statüsüne sahip olurlar. Bir ürünün, insan için yararlı bir şey olabilmesi, değerin kendisini iki yönlü ayırmasıyla, kullanım-değerinin sınırlarını aşan mübadele süreçleriyle, değer olma karakterinin mübadele için planlandığı boyutlara gelmesi ile, (piyasa ilişkileri içerisinde) pratik bir anlam kazanır. Bireysel üreticilerin ürünlerinin bu iki yönlü toplumsal karakteri; ürünün belirli bir türden insan emeğinin sonucu olması dışında, başka bireylerin toplumsal ihtiyaçlarını karşılama, böylece toplumsal emeklerin toplamının kollektif bir parçası olma, kendiliğinden gelişen bireysel emeğin toplumsal emeğin bir parçası olma durumunu da yaratır. Dolayısıyla; toplumsal karaktere bürünmüş bireysel emeklerin diğer bireylerin ihtiyaçlarını karşılayabilme özelliği, her türden özel emeğin “kullanım-değeri” olma sınırını aşarak, değişik emekler arası karşılıklı mübadele süreçlerine egemen hale gelir. Bu mübadele süreçlerinin toplumsal karakterinin gerçekleşebilmesi için, bu bireylerin emeklerinin “eşitlenmesi”, bu “eşit emeklerin” mübadele süreçlerinde kendi değerinden soyutlanarak, soyut insan emeğinin harcanmasına olanak vermesi gerekir. Bireysel insan emeğinin bu iki yönlü toplumsal karakteri; üreticiye, emek süreci beynine yansıdığında, günlük işbölümü pratiği içersinde, mübadele sürecinde emeğin değere biçtiği rol esnasında, ancak bu görüngüler içerisinde anlamlı hale gelir. Üreticinin emeğinin toplumsal ihtiyaçları karşılayabilme özelliği, emek ürünlerinin sadece toplumsal açıdan yararlı olması ile değil, fakat diğer insanlar için yararlı olması, belirli bir türden ihtiyacı karşılayabilmesi koşulu ile gerçekleşmektedir. Bireysel insan emeğinin iki yönlü toplumsal karakteri gereğince, bireyin kendi emeği, (soyut düzlemde) bütün diğer olası toplumsal emek çeşitlerine “eşit” olması anlamında da her zaman toplumsal bir emek türüdür. Başka bir deyişle, her biri toplumsal bir emek türü olan bireysel emek türleri toplumsallaştıkça bireysel emeklerle eşitlenen, eşitlendikçe de daha da çok toplumsal bir karaktere bürünen bir seyir izlemektedir. Bu açıdan insanlığın varoluşundan bugüne kadar geçen zaman zarfında meydana gelen bütün bu toplumsal emek miktarları aslında tüm bireysel emek miktarını da kapsayan emeğin tarihsel miras değerlerinin de bir sonucudur. Başka bir deyişle, toplumsal olan emek miktarları tarihsel olan miras miktarları ile birlikte var ola gelmiştir. Keza toplumsal olanın tarihsel olanı kapsaması düşünülemeyeceği gibi, tam tersine tarihsel olanın toplumsal olanı kapsamaması da düşünülemez.
İnsan emeğinin ürünü olan bütün emek araçlarının ve emek ürünlerinin tümünün bir değer taşıması, bu anlamda bireysel emeğin toplumsal bir emek biçimini alması, toplumsal emeğin gerçekte “bireyselleşmiş-toplumsal-emek” olmasından, bireysel emeğin ise gerçekte “toplumsallaşmış-bireysel-emek” olmasından ve dahası ortaya çıkmış emeğin kendi içinde üretim, dolaşım, tüketim ve miras değeri biçimindeki bir ilerleyiş ile birlikte “bireysel-icatçı-emek” ve “toplumsal-kullanıcı-emek” formlarını kazanmakta oluşundan da kaynaklanmaktadır. Kısacası; salt bireysel emek gibi gözüken tüm emek çeşitlerinin içerisinde kristalize olan “toplumsallaşmış-bireysel-emek-miktarları” ve bu miktarlarda pay olmuş icatçı-kullanıcı konumlanışları olmaksızın da salt bir bireysel-emekten bahsedilemeyeceği gibi, aynı emek miktarlarının toplumsal emek gibi gözüken çeşitleri açısından da, “bireyselleşmiş-toplumsal-emek-miktarları” da yok sayılarak, bir değer teorisi inşa edilmesi düşünülemez. Örneğin, toplumsal-kullanıcı emeğin, bireysel-icatçı emeğe devri miras ettiği emek-teknikleri ya da emek-birikimi olmaksızın kendinde bir bireysel-kullanıcılık var olamayacağı gibi, toplumsal-icatçılık olmadan da salt kendi için bir bireysel-icatçılıkta var olamaz. Keza bireysel-icatçının emeği kendisinden önceki toplumsal-icatçılığın yaratmış olduğu değerler sayesinde oluşabiliyorken, gerçekte bu konumlanışların biri olmadan bütünü olamayacağı gibi, bunların bütünsel hareketi olmadan da bir emek hareketinden, birikmiş emek miktarlarından, öğrenilmiş ya da öğretilmeye açık emek tekniklerinden/hünerlerinden, emek-aktarımlarından da söz dahi edilemez. En basitinden modern sanayi kapitalizminin oluşumunu sağlayan elektiriğin icadı bile pek çok evreden geçerek bugün ki biçimi almışken, onca sanayi emek aracının ve sanayi emek tekniğinin feodalizmden ya da kendisinden önceki emek türlerinden miras aldığı “toplam miras değerlerini” yok sayarak herhangi bir “şeyin” ortaya çıkabileceğini iddia etmek en hafif tabirle ahmaklıktan başka da bir şey değildir. Bunun aksini iddia etmek; kapitalizmin bir “anasının” ve babasının” olmadığını, onun “hiçlikten” var olduğunu, salt “kendinde şey” (tanrı!) olduğunu söylemekten farksızdır.
Değerin “ontolojik temeli” değeri yaratan tarihsel ve toplumsal ilişkilerin tarihinde yatmaktadır. İnsanın insan ile karşılıklı olarak kurduğu ilişki, insanın kendi iradesi dışında bir başka insanın ihtiyacı için değer yaratma sürecinin de tarihidir. İnsanlar arasında mübadeleye giren, sadece insan emeğinin basit ürünleri değil, farklı emek türlerinin “eşitlenerek” değer biçimi almış oldukları son değişim halleridir. Tıpkı değerin takribi eşdeğer formu olan paranın aldığı çeşitli haller gibi. Değer niteliği kazanmış olan emek ürünlerinin karşılıklı olarak birbiriyle ilişkiye geçmesi, bu ürünlerin tek tip bir insan emeğinin maddi birikimi olmasından kaynaklanmaz. Birer değer özelliği kazanmış bu ürünlerin diğer ürünler ile mübadeleye girebilmesi, değer olarak eşitlenebilmesi, bu ürünlerin tümü için harcanan değişik tipte emek türlerinin belirli türden insan emeklerine eşitlenebilir olmasından kaynaklanır. Keza toplumsal emek ürünleri tıpkı birer “bulmaca” gibidir. Bu bulmacaya tüm gizemini veren değerin oluşum biçimidir. Değer biçimini almış bu “bulmacanın” her parçasını ayrı ayrı ele aldığımızda, bu toplumsal ürünlerin tüm gizemini adım adım ortadan kaldırırız. İlk bakışta bir “bulmaca” gibi görünen bu toplumsal ürünlerin mistik kabuğunu, yani “değer şifrelerini” tek tek çözmeye başlarız. Belirli türden bir ihtiyacı karşılama özelliğine sahip bir toplumsal ürünü bir değer olarak damgalamaya çalışmak tümüyle insanın emek etkinliğinin sonucudur. Değeri yaratan şey, insanın insan ile karşılıklı olarak kurduğu üretim, dolaşım, tüketi ve miras ilişkilerinin somut tarihinden başka bir şey değildir. “Değer” kavramı; insan doğasının tarihindeki diğer şeyler gibi emeğin nedeni değil, sonucudur. Emek içermeyen bir değer olamayacağı gibi, değer içermeyen bir emekte (ilkel dönemin başlangıcındaki kısa evreyi dışarda tutarsak) bugüne kadar var olmamıştır. İnsanın insan haline gelme süreci, insanın yaşaması için zorunlu ihtiyaçları-emek araçlarını üretme sürecidir de. İnsan emeğinin ürünleri biçiminde karşımıza çıkan tüm ürünler (toplayıcı-ürünler, av-ürünleri, tarım-ürünleri vs.) birer değer olarak cisimleşebilmek için, bu ürünlerin üretimi için zorunlu olan her emek aşamasını kendi tarihsel çağının sınırları içersinde var etmektedir. Başka bir deyişle, hiçbir değer-formu durduk yere ortaya çıkmadığı gibi, her emek sistemine bağlı olarak da değer-formu sürekli biçim değiştirmiş; toplayıcı emeğin artık-ürün ilişkilerine bağlı olarak toplayıcı-değer, av emeğinin artık-ürün ilişkilerine bağlı olarak av-değer, tarım emeğinin artık-ürün ilişkilerine bağlı olarak tarım-değer biçiminde form değişikliğine uğrayan değer gerçekte değer-sizlikten değere doğru gidişin de bir görünümü olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısılya; değer-sizlikten değere doğru ilerleyen “değer” kavramının meta-piyasa ilişkilerinin tümden sönümlendiği bir toplumsal-icatçılık sistemi içerisinde bu defa değerden değer-sizliğe (nesnelerin mübadele özelliği taşımadığı bir değersizliğe) ulaşması da mümkündür. Bunu da sağlayacak olanda komünizmin sınıfı olan “bilim emek sınıfı”nın, iktisadi manada değerin ortadan kaldırıldığı, meta-piyasasının olmadığı, salt toplumsal-artık üretimine dayalı tek sınıflı-sınıfsız bir yapıya geçiş yapabilmesidir.
Emek ürünlerinin tümü (bunlar ister toplayıcı-emek-ürünleri, ister av-emek-ürünleri, ister tarım-emek-ürünleri, ister sanayi-emek-ürünleri olsun vs.) insanın insan olma tarihinin farklı evrelerine, belirli türden maddi gelişme aşamalarına/emek sistemlerine kendi anlamını vermektedir. Her ürün; aynı zamanda o ürünün üretildiği çağın genel özeti, insanın gelişiminin de bir özetidir. İnsanın insan olma süreci, insan olmak için ürettiği toplayıcı, av, tarım, sanayi araçlarının ve ürünlerinin tarihini de peşine takarak ilerler. Tekil bireylerin “sıradan” ürünleri gibi görünen bu nesnelerin üzerindeki “bulutları” ortadan kaldıran ise, bu emek ürünlerinin tümüyle toplumsal karakteri, yani üretilen nesnelerin “nesnel” karakteridir de. Dahası; genelleşmiş meta üretimi biçiminin en yüksek biçimi olan özgül kapitalist üretim biçiminde/sanayi emeğinin iktidarında; kendi başına “özgür” gözüken emek biçimlerinin toplumsal karakteri, her çeşit emeğin, insanın kendi emeği olması hasabiyle, tümüyle “eşitlenebilir” bir emek olma özelliği kazanmış olmasıdır ki; bu sayede tüm “şeyler” potansiyel bir metaya dönüştürülebilmiş ve piyasa mekanizmaları görülmedik ölçülerde derinleştirilebilmiştir. Başka bir deyişle, bu “eşitlenme” hali her hangi bir üründeki toplumsal emek miktarı ile başka her hangi bir üründeki toplumsal emek miktarına görece eşitlenme halidir. Diğer bir deyişle, örneğin bir masada cisimleşen toplumsal emek miktarı ile bir pantalonda cisimleşen toplumsal emek miktarı arasındaki eşitlenme olmaksızın bir metanın tüm metalar ile eşitlenmesi söz konusu olamaz. Dolayısıyla; bu eşitlenme (tıpkı burjuva ekonomi politiğinin yaptığı gibi) salt emek türüne göre var olan toplumsal miktarlar ile belirlenemez. Örneğin, tarım emek türüne ait olan bir buğdayda şekillenmiş toplumsal emek miktarı ile sanayi tarım türüne ait bir buğdayda şekillenmiş toplumsal emek miktarı birbiri ile asla kıyaslanarak eşitlenemez. Keza sanayi tarımın buğdayında kristalize olmuş toplumsal emek miktarı feodal tarımın buğdayında kristalize olmuş toplumsal emek miktarı ile eşitlenemez; hatta bu ikisi pazarda asla mübadele edilemez. Çünkü sanayi tarım ürünlerinin nicel toplumsal emek miktarı karşısında feodal tarım ürünlerin nicel toplumsal emek miktarı oranları açık ara birbirinden farklı olduğu gibi, bunların pazar türleri de farklıdır. Ürünlerin bu kendi başına “özgür” gözüken üretiminin toplumsal karakteri ürünlerin belirli bir piyasa-değeri biçimine bürünmesini de sağlayan yegâne olgudur. Bu açıdan kapitalizm kendisinden önceki emek sistemleri ile kıyaslandığı zaman her çeşit emek türünün meta haline getirmekte ve emeği bir bütün olarak değer yasasına tabi kılma noktasında açık ara önde olan bir sistem olmayı başarmıştır. Kuşkusuz bu durum sanayi emeğinin devriminin “en büyük başarılarından” da biridir. Kapitalizm için bir “başarı hikayesi” olan bu olgunun gerçekleşebilmesini sağlayan da yine sanayi emeğinin doğa üzerinde kurmuş olduğu nispi hakimiyet ve mukavemet oranlarıdır ki; önceki sınıflı toplumlara kıyasla insanın doğa üzerindeki tahakkümündeki sanayi artışı dolayısıyla bu durum insanın insan üzerindeki sömürü oranlarını da görülmedik ölçülerde arttırmıştır. Kısacası; kapitalizm kendisinden önceki sınıflı köleci ve sınıflı feodal toplumların emek mirasını devralarak ve onlara kıyasla doğa üzerinde daha yoğun bir egemenlik kurma yoluna giderek sömürü ilişkilerini daha da sistematik bir biçim altına sokabilecek olanaklara da sahip olmuştur.
Kapitalist toplumda emek ürünlerinin üretimi için harcanan insan emeğinin genel ifadesi değerdir. Aslında bu değer sanayi-emek-değer’dir. Emek ürünlerinin üretimi için harcanan emeğin toplumsal karakteri ürünlerin kendisini “nesnel” olarak gösteren “bulutsu görünüşünü” ortadan kaldırmaz. Keza kapitalist üretim biçiminde, yani ileri düzeyde genelleşmiş meta üretiminde, bağımsız ve “özgür” gibi gözüken emeğin toplumsal karakteri, emeğin her çeşidinin, insan emeği olması nedeniyle toplumsal emek miktarlarının “eşitliğini” ve “eşitlenmesini” içerir. Bu yüzden değer biçiminde karşımıza çıkan herşey emeğin toplumsallaşmış-bireysel-emek karakterinden başka da bir şey değildir. Ürünlerin üretimi için harcanan emeğin toplumsallaşmış-bireysel karakteri, ürünlerde değer (örneğin, para yoluyla satın alma vs.) biçimine bürünür. Mübadele süreçlerinde değişime giren sadece ürünler değil, ürünlerini değişime sokmak için mücadele eden bireylerdir de. Değişime giren salt ürünler değil, bireylerin düşünceleridir de/kültürleridir de. Mübadele amacıyla yola çıkmış olan (icatçı ve kullanıcı bölümlenmesinden soyutlanmış) üretici, ürününü ne oranda başka ürünlerle değişime sokabileceği ile ilgilenir. Ürünler birbirleriyle hangi oran ve ölçüt ile mübadele edileceklerdir; üreticinin zihninde “doğal” olarak gelişen öncelikli düşünce budur. Bu mübadele oran ve ölçütleri “deneye dayalı” alışveriş yoluyla mübadeleyi gerçekleştiren üreticilerin arasındaki ticari ilişkiyi belli bir dengeye kavuşturduğunda, bu yaşananlar iki ya da daha fazla kişi arasında ürünlerin “doğasının” bir sonucuymuş gibi bir “düşünce” (neden) yaratır. Üreticiler arasında yaşanan bu mübadele süreci, kendi ürünlerinin “doğal” bir sonucu, gerçekleşmiş bir “düşünce”nin de son halidir. Ürünlerin değer taşıma özelliği, ürünlerin her birinin birer değer nicelikleri toplamı olarak birbirinin karşısına tekrardan çıkmaları ile bir “kesinlik” ve “süreklilik” kazanır. Ürünlerin taşıdığı değer, birbirleri ile olan mübadele süreçlerinde, ürünlerin tümünün değer nicelikleri olarak, birbirlerinin karşısına dikilmeleri ile gerçekleşmektedir (örneğin, metanın paranın, paranın meta karşındaki konunlanışı). Mübadele süreçlerinde ürünlerin değer nicelikleri, ürünleri yaratan üreticilerin iradelerinden, eylemlerinden görece bağımsız olarak dolaşımdan kaynaklı devamlı değişime uğramaktadır. Mübadele süreçlerine, üreticiler açısından bakıldığında, bu üreticilerin “doğal” gibi görünen toplumsal eylemleri, nesnelerin eylemleri biçiminde karşımıza çıkmaktadır (örneğin, para-meta yada meta-para biçimindeki dolaşım hareketleri). Nesnelerin eylemleri biçiminde karşımıza çıkan ise, üreticilerin nesne biçimine bürünmüş öznel eylemlerdir (örneğin, alım ve satım işlemleri). Burjuva toplumunda, üreticilerin kendi kişisel egemenlikleri altında bulunduğunu sandıkları ürünler, nesneler-metalar, artık üreticileri kendi egemenliği altına almaktadır. Nesneler, üreticilerin egemenliği altında olması gerekirken, üreticiler-insanlar nesneler-metalar dünyasının “mistik egemenliği” altına girmektedir. Bütün bu “nesnel egemenlik” gerçekte çok daha öznel bir egemenlik biçimini, ideolojik olarak ters yüz edilmiş ve gizlendirilmiş olan burjuva sınıf egemenliğini de saklamayı sağlamaktadır. Bu açıdan burjuva egemenliği bir sınıf egemenliği biçimi olduğu kadar da, bir yanıyla da “teolojik temelli bir mistik gücün” insan yaşamını belirlediği bir yapı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Meta biçimini almış nesneler biçiminde karşımıza çıkan bu egemenlik biçimi yine metalar dünyasına özgü öznel bir bilincin gelişmesine, bu da sınıflı bir toplum formu olarak kapitalizmin “ezeli ve edebi bir sistem” olduğu (sermayenin ve metanın din halini alması) yanılsamasına neden olmaktadır. Lakin; her emek sistemi gibi kapitalizm de doğan, gelişen ve yaşlanan bir sistem olarak kendi tarihselliği içinde er ya da geç yerini başka bir toplum formuna ve emek biçimine bırakacak olan bir sistemdir.
İlkel toplumda doğrudan üretici ile emek araçlarının “doğal birliği” mevcuttu. Keza bu dönemde emek aracı insan vücudunun oranları idi (el ve beyin gibi). İlkel dönemde kıt ürünlerin “eşitlikçi” ve zorunlu dağıtımı vardı; lakin artık-ürünün, iş bölümünün, toplumsal sınıfların ortaya çıktığı, üretici ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrıldığı, değer yasasının işlemeye başladığı, 5 ile 7 bin yıldır gelişip serpilen sınıflı toplum biçimi, bugün için en gelişmiş halini kapitalist burjuva toplumunda bulmuştur. Kapitalist toplumun öteki meta üretimi sistemlerinden ayırıcı özelliği, ürünün-nesnelerin daha en başından meta olarak, mübadele için, pazar için planlı olarak üretiliyor olmasıdır. Elbette ki kapitalizm/sanayi emeği öncesi toplumlarda da görece planlı üretim var olmuş olsa da, üretimin fiziki ve teknik yapısının bütünsel olarak planlanmasında kapitalizm en ileri emek sistemidir. Ancak toplumsal gelişmenin doruğunda, değer yasasının işleyişinin ortadan kalktığı, değer ilişkisinde meta, para, pazar, fiyat, mübadele vs. gibi kategorilerinin sönümlendiği, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının yokluk temelinde değil, bolluk temelinde paylaşıldığı bir toplumsal-içatçılık sisteminde ortaya çıkan ürünlerin üreticileri boyunduruk altına alma fonksiyonu da bu aşamada son bulacaktır. Dolayısıyla; böylesi bir sistem toplumsal işbölümü içerisinde kendiliğinden gelişen emeğin tüm farklı türlerini, toplum tarafından, bu emek çeşitlerine gerek duyulan “niceliksel oranlara” düşürecektir. Başka bir deyişle, bu dönemde toplumsal emek miktarları tarihsel emek miktarları içinde erimek zorunda kalacaktır. Keza toplum birbirinden bağımsız bir biçimde yürüttüğü fakat yine de aynı toplumsal işbölümünün farklı dallarını bir araya getiren tüm bu özel emek türlerinin farklı çeşitlerini, kendi toplumsal ihtiyaçlarına göre niceliksel oranda belirli bir düzeye getirmek zorunda kalacaktır. Değerin bu durumu, genelleşmiş meta üretimin belirli bir tarihsel gelişme düzeyinde ortaya çıkmış bir şey olarak yine insan tarafından değerin “değersizleştirilmesi” (değerin ortadan kalkması) ile neticelendirilecektir. Dolayısıyla; kapitalizmde kesintisiz mücadeleye dayanan mübadele ilişkileri içersinde, bir ürünün üretilmesi için toplumsal olarak gerekli olan emek-zaman, kendisini hem üreticilere hem de tüketicilere değişmez bir doğa yasası gibi sunabildiğine göre, komünizmde de meta-piyasa ilişkilerinin ortadan kalkışı ve metanın değersiz hale gelişi ile birlikte, pazar için meta üretimi yerini salt toplum için toplumsal-artık üretimine bırakmak zorunda kalacaktır.
Örneğin, kapitalizmde metaların nispi değerlerinde görülen dalgalanmaların temelinde değerin büyüklüğünü oluşturan emek-zaman miktarları yatar. Değerin büyüklüğünün emek zaman ile hesaplanması metalarda billurlaşmış olan değerin dalgalanmasında kendisini açığa vurur. Değerin büyüklüğünün emek zamanı ile hesaplanması, emek ürünlerinin değer büyüklüklerinin hesaplanmasındaki “rastlantısallığı” ortadan kaldırmaktadır. O zaman toplumsal-icatçılığa ve bilim emeğine dayalı bir komünist toplumda da emeğin akılcı bir şekilde hesaplanması sonucunda değer kategorisinin değersizleştiği, üretimin yalnızca toplumsal-artık yaratmak için planlanabildiği bir evreye de, bunun ekonomik yasalarına da kolaylıkla ulaşılacaktır. Dolayısıyla, toplumsal emek miktarlarındaki dalgalanmaların nedeni tarihsel miras değerlerindeki belirsizlikten kaynaklanmaktadır. Komünist toplumda ise toplumsal değer tarihsel değer içinde sönümleceği, metaların arasında değer farklılıkları oluşamayacağı için, değer değersizleşip yok olacaktır. Böylesi bir toplumda artık-değer üretimine gerek olmayacağı gibi, böylesi bir toplum yalnızca toplumsal-artık üreteceği için doğal olarak toplumsal sınıfların ve sömürünün varlığı da nesnel olarak gereksiz bir hale gelecektir. Öte yandan, böylesi bir toplumda “devlet olmayan devlet” ise sınıflı toplumlara özgü bir baskı aygıtı olmaktan çıkıp, onun yerine salt toplumsal-artığın toplum lehine düzenlenmesi ile uğraşan bir “komüntokratik bir güvenlik kurumu” haline gelecektir. Dolayısıyla; devletin baskı ve sömürü ilişkilerini yeniden düzenleme faaliyetlerinden soyutlanması, onun bu biçimiyle komünist toplumda salt toplumsal-artık üretimi planlanmasına ve bunun “güvenliğini” tesis etme etkinliğine odaklanmasını sağlayacaktır. Devletin bu şekliyle bir devlet olmaktan çıkması; devletten devletsizliğe geçişi, daha doğrusu toplumun “devlet” haline dönüşmesini beraberinde getirecektir. Devletin herkesleştiği, herkesin devletleştiği bu aşamada “devlet” bu haliyle toplumun her alanda refahını sağlayan yalın bir “güvenlik kurumuna” dönüşmekten kurtulamayacaktır.
Düşünceler, düşünceyi üreten kişi halindeki öznelerin, kendi nesnel yaşama biçimi üzerine yoğunlaşarak incelenebilir. İnsanın kendi toplumsal yaşama biçimi üzerine düşünmesi, düşünce eyleminin tarihsel gelişimine “ters yönde” ilerler. Keza insan ilk başta kendi varoluşunun düşünce süreçleri üzerine değil, bu düşünce süreçlerinin sonuçları ile ilgilenmektedir, yani insan süreçten sonuca değil, sonuçtan sürece (nedene) doğru “tersten” düşünmeye eğilimlidir. İnsanın kendi toplumsal yaşama biçimi üzerine düşünmesi ve bu toplumsal yaşama biçimlerinin düşünce süreçlerinin analizi, bu düşünceyi oluşturan fiili tarihsel gelişmeye tümüyle zıt bir güzergahta ilerlemektedir. Dolayısıyla; insanların geneli düşünceyi oluşturan verili süreçleri incelemeksizin, salt sürecin sonucu ile uğraşmakla yetinmektedir. Haliyle; insan emeğinin ürünleri olan metalara değer damgasını vuran “mistik güç”, insanın bu metalar üzerine düşünmeden önce, metalarının içerisinde dolaşıma giren toplumsal yaşamın “doğal” ve “kendiliğinden” akışının, o an ki ansal biçimi itibariyle, meta üzerine düşünülmeden “vahiy yoluyla” kazanılmış olma biçimidir. Başka bir deyişle, İnsanlar metaların tarihsel gelişimi ile değil, metanın o an ki biçiminin toplumsal kullanımıyla, özetle metanın mistik sonucu ile (ansal kesitle) ilgilenmektedir. Kısacası; toplumsal emeğin ürünleri olan metalara “değer” karakterini veren asıl şey, gerçekte bu değeri yaratan insanların, metaların neden belirli türden değerler taşıdığını sorgulamaksızın, metaların toplumsal yaşamın kendiliğinden ve “doğal” parçası olma özelliğini kazanmış olduğunu sanmalarından kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz bu durum meta ve değer ilişkilerini tarih dışı ve “tarihsiz” görme yanılsamasından, meta fetişizmine bağlı mistik bakış açısından beslenmektedir. Kuşkusuz bu mistik bakış açısını yaratan da yine kapitalistin kendisidir. Başka bir deyişle, bu mistik algı icatçı emeğini “ulaşılmaz bir güç” ve “tanrısal bir kudret” olarak pazarlamaktadır. Aynı şekilde para biçimindeki metaya dönük yüceltici öykünmenin nedeni de yine aynı sebepten meta biçimindeki paranın gücünün “tanrısallaştırılmasından” kaynaklanmaktadır. Bu açıdan paranın fonksiyonu herşeyi belirleyen, hatta dünyayı yöneten mistik bir güç gibi algılana gelmektedir. Bu da haliyle paraya yönelik karşıt bir eziklik psikolojsini beraberinde getirmekte, paraya ulaşma gayesi ile gerçekleşen çeşitli insan davranışları kokuşmuşluğa ve çürümeye sebebiyet vermektedir ki; burjuva toplumunun genel panaroması da bu şekliyle karşımıza çıkmaktadır.
İnsanın karşısına bir “neden” olarak değil, bir “sonuç” olarak çıkan metalar; zorunlu, doğal ve kendinde şeyler olarak görüldüğü için, insan metanın nedenine değil, sonucuna, onun kendisine olan “getirisine” ve “götürüsüne” odaklanmaktadır. İnsanlar, metaların tarihsel gelişimini değil, o an ki kullanım biçimlerini kavramak isterler. Çünkü insan metaya değer damgasını vuran şeyi, “mistik bir güç” gibi ele aldığı için, metayı tarihsel gelişimi içinde değil, çoğu zaman ve hemen hemen her zaman o an içinde bulunduğu değer biçimiyle ele almaya eğilimlidir. İnsanlar için metaların değeri değişmez birer fenomen olarak görünür; dolayısıyla metaların tarihsel karakteri değil, insan için metanın o an ki biçimi bir “değer” meydana getirir. Burjuva iktisatı işte bu yüzden bir metanın değerini, metaların fiyatlarındaki nicel dalgalanmalardaki büyüklük veya küçüklük oranları ile (arz ve talep dengesi ile) belirleme arayışına girmiş, fiyat biçimini almış para olarak değeri de, metaların para biçiminde kendi ortak değer ifadelerini bulmasından hareketle, metaların bir değer olarak toplumsal karakterini (üretim-değerlerini/maliyetlerini) tespit etmeye çalışmıştır. Burjuva ekonomi politiğinde değerin takribi “eşdeğer formu” olarak kabul gören para; kapitalist toplumda değeri yaratan özel emeğin toplumsal karakterini ve üreticiler arasındaki üretim, dolaşım, tüketim ve miras ilişkilerini ortaya çıkarmak yerine, tam tersine metalar aleminin bu ters yüz edilmiş görünümünü gözlerden saklayan mistik bir örtü işlevi görür. Değeri yaratan emek türlerinin birleşik diyalektiğini ve yayılım hareketini görünür kılmak yerine, tersine bu durumu gizleyen asıl şey, metalar aleminin işte bu nihai para biçimidir. Bu yanıyla burjuva ekonomi politiğinde para; üretim, dolaşım, tüketim ve miras değerleri biçiminde karşımıza çıkan emek miktarlarının tarihsel ve toplumsal momentlerinin meydana getirmiş olduğu birleşik hareketi gizlemek ve bu sayede meta-sermaye ya da para-sermaye biçiminde karşımıza çıkan finanstokratik-kapitalin egemenliğini meşrulaştırma görevini görür. Bu açıdan sermayenin bir biçimi olarak para-sermaye ya da meta-sermaye kapitalizm altında sanayiburgların ve teknoburgların sınıf egemenliğini gizleyen “sihirli bir değnek” olma özelliğine de sahiptir. Kapitalist toplumlarda paraya atfedilen güç ve zenginlik imgesi de yine aynı teolojik temelden, paranın meta fetişizmi formu biçiminde karşımıza çıkan mistik yapısından kaynaklanır. Yine paranın her şeye egemen olan bir güç (tanrı) gibi algılanması da, kapitalizmin bir din (doğma) gibi algılanması sonucunu doğurur.
Öte yandan, her hangi bir metanın bir başka meta ile “soyut insan emeğinin evrensel cisimleşmesi” olduğu varsayılarak, bunların arasında doğrudan bir ilişki olduğunu düşünmekte safçadır. Örneğin, bir pantolon ile bir ayakkabının, soyut insan emeğinin evrensel cisimleşmesi oldukları için aralarında bir ilişki olduğunu düşünmek bizi şu tip bir sonuca götürecektir. Bir pantolon ile bir ayakkabının soyut insan emeğinin evrensel cisimleşmesi oldukları için aralarında bir ilişki varsa; tıpkı bu metalar gibi evrensel “eşdeğer” olarak bir çift ayakkabı ile bir külçe altın arasında da “eşdeğer” bir ilişkinin varolduğunu varsaymamız gerekecektir. Bu sebepledir ki; burjuva ekonomi politiğinin temel kategorileri olan ücret, fiyat, kar vs. bütün bu evrensel kategoriler, kapitalist üretim tarzının (sanayi emeği ile birlikte kurumsallaşan biçiminin) koşul ve ilişkilerinin, genelleşmiş meta ekonomisinin (sanayi ürünlerinin tüm ulusal-pazarları istila etmesinin), “yabancılaşmış emeğin” (gerçekte ideolojik bir ters yüz olma sürecinin) yansımalarıdır. Burjuva ekonomik politiğinin temel kategorileri olan; değer yasası, ücretli emek-sermaye, para, pazar, fiyat, mübadele vb. gibi bütün kategoriler, gerçekte kapitalist topluma özgü geçici ve tarihsel kategorilerdir. Burjuva ekonomi politiğinin “evrensel kategorileri” olarak takdim edilen, ücret, fiyat, kar, vb. tüm bu kategoriler, sanayi emeğinin/sermayesinin kesintisiz artık-birikim rejimine dayanan kapitalist toplumlarda kabul gören “ekonomik düşünce” biçimleridir. Gerçekte bu “ekonomik düşünce” biçimleri/formları; temelleri köleci sisteme kadar uzanan ve emek türlerinin biri birine yabancılaşmasının (üretim ile üretimin maddi zemininin ayrışmasının) sonucunda ortaya çıkmış olan kategorilerdir. Başka bir deyişle, ekonomi politik kapitalist sınıfın sömürü ve baskı ilişkilerini görünmez kılabilmek için ihtiyaç duyduğu burjuva bir “bilim” dalıdır. Bu disiplin; sanılanın aksine evrensel olduğu iddia edilen bu kategorilerin geçiciliği ve tarihselliği ile değil, onların tarih dışılığı ve kalıcılığı ile ilgilenir. Dolayısıyla; kapitalizmin ve ideologlarının öncesiz ve sonrasız olduğunu varsaydıkları kapitalizmin kendisinden önceki toplum biçimlerinden miras aldığı bütün bu kategorilerin belirli süreçlerden geçerek günümüze ulaşmış olduğu ve aynı şekilde yeni emek koşullarına bağlı olarak bu kategorilerin yerlerini başka kategorilere bırakacağı gerçeği de hep göz ardı edilir. Keza bu durum kapitalizmin kendisi “tarihin sonu” olarak lanse etmesinden, kendisine tanrı rolü biçerek, varlığının ezeli ve ebedi olduğu algısını yaygınlaştımak istemesinden kaynaklanmaktadır. Haliyle; burjuva ekonomi politiğin işlevi ve kategorileri bu mistik düşünce yapısının yeniden üretimi ile sınırlıdır. Kuşkusuz bu sınırları belirleyen de yine yönetici sınıfların iktidarlarnı kaybetme korkusudur. Keza bulundukları konum ve imkanlar nedeniyle egemen sınıflar sistemin eksiklerini ve yanlışlarını herkesten daha nesnel bir biçimde görmeye de daha eğilimlidir.
Meta-fetişizminin doruk noktasına çıktığı kapitalist toplumun tüm “büyüsü”; insan emeğinin ürünleri olan bütün bu metaların, insan ürünleri olmalarına rağmen, gitgide üreticinin de (hem icatçı-sınıflar hem de kullanıcı-sınıflar) üzerinde egemenlik kuran “mistik bir dış güce” dönüşmüş olmasından kaynaklanır. Başka bir deyişle, meta-fetişizmi metalar dünyasından kaynaklı bir mistisizm üretmekte; güç, para ve şöhret vb. kavramlar etrafında oluşan egemen burjuva kültürü ve hakim tüketim kalıpları dolayımıyla da meta ilişkileri yaşamın tüm alanlarını işgal etmektedir. Ve yine en basitinden (örnek vererek açmak gerekirse) bir proleter açısından meta biçimindeki emek ürünlerine el koyan kapitalist, böylece proleter fark etmeksizin sadece onun emek gücüne değil, o ürünü üretmek için harcadığı emek miktarının artık kısmına, diğer bir değişle işçinin kendi öz yaşamını yaratabilmek için harcayabileceği toptan emeğinin kayda değer bir bölümüne karşılıksız olarak el koymaktadır. Proleterin kendi öz yaşamını geliştirmek için harcayabileceği emek miktarı artıkça, proleter özgürleşeceği yerde, hem maddi hem de manevi anlamda yoksullaşmaktadır. Proleter her defasında kapitalist için daha çok değer yaratıkça kendi öz yaşamından daha da fazla kaybetmektedir. Proleterin kapitalist için yarattığı artık-değer, kendi öz yaşamı için bir değersizleşme halidir de. Kapitalist ve proleter arasında cereyan eden bu ilişki biçimi kapitalist toplumun tüm ilişki biçimlerinde raslanan bir değersizleşme şeklidir. Dolayısıyla bu ilişki tarzı kapitalist toplumun tüm hücrelerine sinmiş bir biçimde toplumun üzerinde yükselen mistik bir toz bulutuna neden olmakta, bu durum kapitalist sınıf egemenliğinin kendisini gizleyebilmesini kolaylaştırmaktadır. Başka bir deyişle, burjuvazinin hakimiyeti bir boyutuyla meta fetişizmine dayalı mistik düşüncenin nesnel ürünler dünyası kanalıyla kitleler içerisinde yarattığı rızadan (onay almaktan) beslenmektedir. Çünkü ürünlerin nesnelliği bugünün nesnelliği olduğu için metaların etrafında oluşturulan mistisizm sayesinde şu an ki tarihsel kesitin nesnelliği sanki “ezeli ve ebedi” bir nesnellik gibi algılanmakta, bu da öznel hayallerin bile ancak mevcut nesneler dünyasının sınırları içinde tasavvur edilebileceği şeklindeki yanılsamalı bir düşünceye de neden olmaktadır. Bu sebebledir ki; kapitalist toplumda emekçi sınıflar arasında bile “sosyalizm”, “komünizm”, “sınıfsız toplum” gibi fikirler birer hayal ürünü ütopya olarak algılanmakta, bu da emekçi sınıfları savunmasız bırakarak, burjuva egemenliğe dönük teslimiyet duygusu ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, üreticilerle, üretimin maddi temelinin yeniden bir araya geldiği (icatçı ve kullanıcı bölümlenmesinin iç içe girerek birbirinde sönümlendiği) komünist toplumda/toplumsal-icatçılık sisteminde, tüm işlerini ortak emek araçlarıyla gören bir özgür bireyler topluluğunda, farklılıklar arz eden bireylerin emek-gücü, bilinçli olarak, topluluğun birleşik emek-gücü olarak kullanılacaktır. Bu emek, salt bireysel değil, salt toplumsal değil, hem toplumsallaşmış-bireysel hem de bireyselleşmiş-toplumsal bir emek formu olacaktır. Komünist toplumun toplam ürünü, yalnızca toplumun artık ürünüdür. En azından bu toplumun ilk aşamalarında bilim emekçilerinin bir bölümü yeni emek araçları geliştirirken, diğer bir bölüm ise geçim araçlarının tüketiminin düzenlenmesine odaklanacaktır. Dolayısıyla; komünist toplumda geçim araçlarının/meta olmayan ürünlerin insanlar arasındaki dağıtımı da bir planlama meselesidir. Bu dağıtım biçimi, üreticilerin ulaşmış oldukları tarihsel gelişmenin derekesine bağlı olarak değişim gösterecektir. Komünist toplumun ikinci aşamasında toplumun ihtiyaç duyduğu tüketim ürünlerine toplum ihtiyaç duymayacaktır; keza onları emek araçları üretecektir. Komünist toplum bu aşamada geçim araçlarının üretimi ile değil, salt bilim emeğinin üretimi ile uğraşacaktır. Kuşkusuz komünist bir toplumun oluşabilmesi bilim emeğinin yüksek bir gelişme derecesine ulaşmış olmasına da bağlıdır. Keza hiçbir emek sistemi ne vaktinden önce nede kendini var eden emek türü tarih sahnesine çıkmadan var olamaz. Komünist toplumda insanlarca saptanmış bir plana uygun olarak emek ve üretim süreçleri düzenlenmedikçe; emeğin üretkenliğine dayalı toplumun yaşamsal süreci kendisini çepe çevre saran ekonomi politiğin çeşitli mistik örtülerini de (mülkiyet, değer, meta, ücret, fiyat, kar vs.) ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla; ekonomi politiğin bütün bu mistik kategorilerinin ortadan kaldırılabilmesi; emek, üretim, dolaşım, tüketim ve miras süreçlerinin toplumsal bir icatçılık sistemi tarafından planlı bir şekilde denetlenmesi ile mümkündür. Bu sayede; yani toplumsal-icatçılık sistemi sayesinde, sınıflı toplumlara bağlı olarak gelişen üreticiler ile üretimin maddi temeli (icatçılık ve kullanıcılık konumlanışları) arasındaki kopukluk ortadan kalkacağı gibi, bu durum sömürü ilişkilerine dayalı sınıflı toplum biçiminde gözlemlenen ekonomi politik kategorilerinin mistik perdesini de yırtıp atacaktır. Haliyle bu süreç komünist topluma ulaşıncaya kadar geçen zaman zarfında gerçekleşen bir dizi uzun ve çetin gelişme evrelerini de zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk komünizmin toplumsal icatçılık sisteminin gelişim hızına bağlı olarak seyredecek olan varoluş koşullarınında kaçınılmaz bir sonucudur. Dolayısıyla; toplumsal icatçılık içinde kristalize olan bireysel icatçılığın emek araçlarınındaki tarihsel ve toplumsal payı hem icatçı-emek hem de kullanıcı-emek payları açısından ikili rol oynamaktadır. Kaldı ki; komünizm de toplumsal icatçılık sistemi içinde sönümlenmiş olan bireysel icatçılık payları belirli bir plana göre düzenlediği vakit; toplum için yapılması gereken farklı faaliyet türleri ile toplumun ihtiyaçları arasında da orantılı bir denge kurulacaktır. Bu sayede; toplumsal icatçılığa bağlı toplumsal ilişkiler, hem emekleri hem de ürünleri açısından, hem üretimi, hem dolaşımı, hem tüketimi hem de emeğin miras miktarlarını basit ve anlaşılır bir hale getirecektir. Bu aynı zamanda emek faaliyetleri üzerindeki mistik kabuğun ve sömürü ilişkilerinin de ortadan kalkması anlamına gelecektir.
Kapitalist toplumda, emek ürünlerine mübadele niteliğine sahip birer “meta” muamelesi yapıldığı için, bu sayede tüm bireysel emek biçimleri de homojen insan emeğinin standartlarına indirgenebilir. Dolayısıyla; homojen insan emeği standartlarına indirgenmiş olan tüm emek ürünleri de bu “mistik” halleriyle birlikte pazar ilişkileri içinde birbiri ile değişme özelliği kazanır. Bu açıdan paranın kullanımı emeğin evrensel olarak homojen bir standarta indirgenmesinin ve mübadele amaçlı kullanılabilmesinin en tipik örneklerinden biridir. Kaldı ki; insanın emek ve üretim süreçlerini kontrol etmesi yerine, hakim emek ve üretim tarzının insanı kontrol eder hale gelmesi neticesinde, metaların kendi üreticileri üzerinde kurmuş olduğu “mistik egemenlik”, bu toplumsal durumunda aynasıdır. Bu anlayış özellikle de burjuva ekonomi politiği ile birlikte değişmesi mümkün olmayan bir “doğa yasası” statüsüne büründürülmüştür. Başka bir deyişle, mistik-kapitalizmin ve onun “büyülü doğasının” uzantısıymış gibi algılanan burjuvazinin duruşu tanrısal bir düzeye çıkartılarak onun varoluşu tıpkı tanrı gibi ezeli ve ebedi bir “şeymiş” gibi sunulmaktadır. Haliyle; tüm yaratıcılık ve icatçılık fonksiyonlarını özel mülkiyet kanalıyla bu sınıf kendi tekeli altına almaya çalışmış, bunda da kısmen başarılı olmuştur. Bilimde, sanatta, felsefede vs. ki burjuva kültürel egemenliğin asıl kaynağı da yine aynı mistik-ideolojik kökenden beslenmektedir. Kuşkusuz bu mistik hakimiyet kendisi en çokta parasal ilişkilerde ve metalar dünyasında göstermektedir. Bu yüzden burjuvazi kendisinden önceki tarihi, özellikle de emek ile emeğin maddi temelinin ya tamamen ya da kısmen ayrışmadığı eski toplum biçimlerini, örneğin ilkel komünal toplum biçimlerini “akıl dışı” ve “barbar” olarak tanımlamaktan da geri durmamıştır. Başka bir deyişle, insanlığın açık ya da gizli şekilde sınıfsız topluma duyduğu özlem her daim burjuvazi için bir tedirginlik kaynağı olmuş, kendi sınıf egemenliğini sürdürebilmek için tarihi salt kendi icatçı-emek-payından başlatarak kendisinde önce gelen tarihsel emek miras miktarlarını ve toplumsal icatçı-kullanıcı paylarını yok sayma ve unutturma (hiçleştirme) yoluna gitmiştir. Öte yandan, burjuvazi sadece ilkel toplum biçimlerini değil, daha sonrasında gelen köleci ve feodal toplum biçimlerini de “barbarlıkla” ve “medeni olmamakla” suçlamıştır. Bunu yaparak burjuvazi tarihte kendisine özel, mistik ve kutsal bir paye biçmiştir. Haliyle; burjuva ekonomi politiğin gözünde emek, yaşamı yaratan temel güç olarak değil, sadece girdi çıktı tablosunun ve genel üretim ve kar sürecinin bir alt faktörü olarak ele alınmıştır. Halbuki insan nerede varsa emek oradadır; emek neredeyse insan da, toplum da oradadır.
Emek tarihini kabaca “üç evreye” böldüğümüz zaman şöylesi bir tablo ortaya çıkmaktadır: En başta, yani ilkel komünal toplumun alt evresinde üreticiler ve üretim (emek) araçları arasında doğal bir birlik söz konusu idi; dolayısıyla bu toplumda üreticiler kendi emek araçlarının da sahipleri idi. Lakin ilkel komünal toplumun üst evresinden başlayarak köleci toplumun oluşumu ile birlikte artık-ürünün, iş bölümünün ve sınıfların ortaya çıkışı üreticiler ile üretim (emek) araçlarının birliğinin ortadan kalkmasına, ön-değer-yasalarının ortaya çıkmasına, feodal toplumun tarihsel miras değeri de dahil olmak üzere, 5 ile 7 bin yıllık bir süreç sonunda sınıflı toplum biçiminin en gelişkin hali olan kapitalizmin tarih sahnesine çıkması ile sonuçlanmıştır. Özellikle de sanayi ürünlerinin doğrudan mübadelesine dayalı üretim tarzı burjuva üretim tarzının en genel biçimini ortaya koymuştur. Başka bir deyişle, kapitalizm demek sanayi emeğinin mutlak iktidarı demektir. Kuşkusuz pazar için meta üretimi salt kapitalizme özgü bir kategori de değildir. Keza kapitalizm öncesi pre-kapitalist toplum biçimlerinde de (köleci ve feodal toplum biçimlerinde de) meta ve pazar ilişkileri vardı. Lakin; meta ve pazar ilişkilerinin mübadele ve kar hedefiyle üretiminin en yüksek noktaya vardığı sistem ise kapitalizmdir. Dolayısıyla; meta ve pazar ilişkilerinin tarihçesi eski dönemlere kadar uzansa da, kapitalist sanayi-metalarının ve ulusal-sanayi-pazarlarının tarihçesi ise çok daha yakın bir döneme tekabül etmektedir. Kaldı ki; sınıflı toplumların uzun tarihi düşünüldüğünde; değer yasasının ortadan kalktığı, meta, ücretli emek, pazar, sermaye, para, fiyat, mübadele gibi kategorilerin var olmadığı, kar için değil, salt toplumsal fayda için toplumsal-artık üreten bir komünist sistem, ancak kıt kaynakların paylaşımı temelinde değil, bolluk temelinde oluşmuş bir toplumsal icatçılık sisteminin öncülüğünde inşa edilebilir. Bu da ancak bir dizi tarihsel ve toplumsal evrenin iç içe geçtiği devrimci ve reformcu alt üst oluşlar sonucunda gerçekleşebilir.
İlkel komünal toplumun kabaca üst evresinde, yani toplayıcı emek ve av emeği iş bölümü ilişkilerinin doğuşuna bağlı olarak “üreticiler ile üretimin maddi temeli arasındaki bölünmüşlüğün” (icatçı emek payı ve kullanıcı emek payı arasındaki bölünmüşlüğün) başlangıcı ile birlikte, emek ve üretim tarzındaki köklü değişimler toplumun karşıt sınıflara bölünmesi ile sonuçlanmıştı. Bu andan itibaren toplum yönetenler ve yönetilenler, sömürenler ve sömürülenler, köleler ve efendiler, mülk sahipleri ve mülksüzler vs. olarak varlığını sürdürmüştür. Bugünde durum farklı değildir. Bugünde tıpkı köleci ve feodal toplum biçimlerinde olduğu gibi, kapitalizmin gerçek temeli ve temel çıkış noktası: üretim ile üretimin nesnel temelini birbirinden kopararak mevcut icatçı ve kullanıcı bölünmüşlüğüne dayalı akıl dışı ve bilim dışı bu sistemin varlığını sürdürmektir. Dolayısıyla; “üreticiler ve üretimin nesnel temeli” arasındaki kopukluğa neden olan burjuva özel mülkiyet sistemine (özellikle de emek araçları üzerinde ki sanayiburg ve teknoburg hakimiyetine!) son verilmesi ve bilim emeği üreten ve tüketen bir toplum biçimi olarak kollektif icatçılık sistemine dayalı tek sınıflı-sınıfsız komünist bir toplumun inşa edilmesi insanlığın tek gerçekci kurtuluşu olmaya bugünde devam etmektedir.
Her ne kadar yukarıda ki satırlarda kapitalist sistem ile komünist sistem karşılıklı kıyaslanmış olsa da, kapitalizmden komünizme doğrudan geçiş olanağı da yoktur. Dolayısıyla; sosyalist bir geçiş toplumu olmaksızın kapitalizmden komünizme aşamasız geçişte mümkün değildir. Protekya iktidarına dayanan sosyalist toplumun denetim devletleri her şeyden önce başta yönetsel ilişkinin ezilen alt sınıflara denetleme hakkı vermesini zorunlu kılmaktadır. Yönetilenleri bir andan yönetenler haline getirecek sihirli bir değnek yoktur. Toplumsal kullanıcılığı akşamdan sabaha toplumsal icatçılığa dönüştürecek sinir gücümüzde yoktur. Haliyle; “dört bacaklı” denetim devleti biçiminden komünist bir topluma geçiş daha mümkün ve olası bir yoldur.
Dipnotlar
[1] Ekonomi politik “şeylerin tarihi”nin bir parçasıdır. İnsanlar birbirleriyle şeyler dünyasının bir parçası olan metalar aracılığıyla ilişki kurarlar. Şeyler görünümündeki metalar aracılığıyla insanlar arasında dolaşıma giren, yalnızca mübadele-ürünleri değil, kendi tarihinin “etkin” nesnesi olan insanın bütünsel bir görünümüdür. Bu görünüm, şeyler ile insanların “çakışarak” ya da “sürtünerek” çıkardığı tarihsel nesnelliklerin, yani bir tarih nesnesi olarak insanın bütünsel bilgisidir de. Bu nesnel bilgi hayatın biçimlerini, emeğin ve işbölümünün görünümlerini, dilin karmaşıklığını, üretimin tiplerini, niceliksel-nitel ve niteliksel-nicel her tarihsel sıçramayı ve devrimi kendisine dâhil ederek, kendi kendini kat eder, sonsuz-sonlu bir sonuca ulaşır daima. Kendi sonlu sonucunun sonsuz yadsıması olarak, sonsuz bir bilimsel eğrinin eşiğinden sürekli atlayarak, şeyleşmiş metaların tarihinin genel tablosunu çizer. Artık tüm “emek tarihi” meta görünümünü almış “şeylerin tarihi”dir. Şeylere egemen olan insan değil, insana egemen olan “şeyleşmiş dünya”dır. Artık İnsanın ürettiği tüm “şeyler” gitgide ondan uzaklaşacak, ona karşıt ve egemen bir güç olarak (bir sonuç olarak) karşısına dikilecektir. Başka bir deyişle, neden sonuç olmuş, sonuçta neden haline gelmiştir.
[2] Metaların mistifikasyona uğramış olan “temsil” durumları, metaların insan ihtiyacı için yapılan üretiminden, “kullanım-değerinden” kaynaklanmaz, metaları mistifikasyona uğratan bir başka şey de, bir metanın “mübadele-değeri” olabilmesi için sağlayan “gösterge-değeri”dir. Bu gösterge-değeri, metaların değerini belirleyen etkenlerin “doğa”sından kaynaklanmaz. Gösterge-değerini oluşturan bir diğer etken de, metanın bir mübadele-değeri olarak, belirli bir insan beğenisinin de karşılığı olmasıdır. İnsanlar bir metayı sadece çok değerli olduğu ya da belirli bir türden özel bir insan ihtiyacını karşıladığı için değil, belirli bir karşılığı olan insan beğenisine (tüketim-değerine) denk düştüğü içinde elde etmek isterler. Dolayısıyla; nesneleşmiş bir emek ürününün mübadele-değeri, bu metayı satın alacak olan kişinin arzularından, o şeye yüklediği anlam ve önemden de pay almakta, değerin tamamının oluşumunda olmasa bile, o da değerin nicel oluşum sürecinde de belirli bir yer kaplamaktadır. Özetle; gösterge-değeri hiçbir zaman gösterildiği gibi de değildir. Gösterge-değeri gerçekte tarihsel bir değerdir. Lakin burjuvazi bu değeri hokkabazlık yaparak tarihsellikten uzak mistik ve büyüleyici bir şova dönüştürerek sunmaya çalışır. Diğer bir deyişle, burjuvazi şapkaya bir güvercin sokup iki tane tavşan çıkartmakla uğraşır.
18.05.2020
Serhat Nigiz
4 notes · View notes
ulkunun · 4 years
Link
“Akıl sağlığımızla oynuyorlar. Ben nasıl evde kalabilirim? İki aktarmayla gidiyordum, sabah 7 buçukta sokaklara baksınlar, insanlar nasıl koşa koşa mesaiye yetişiyor. Metrobüs tıklım tıklım. Bomboş sokaklarda simit, çiçek satmaya çalışan insanlar görüyorum, günlük yevmiyeyle geçinenler… Evde kalanlar da, yüzde 30 mudur o, karantinasında internetten alışveriş yapıyor işte. Sınıfsal ayrım o kadar ortaya çıktı ki, bu bir sağlık meselesi değil artık, sınıf çatışması. Öyle geliyor bana. Bakan konuşuyor, ‘Gençler evde kalın'mış… Gençler ekmeğinin peşinde! Gençler fabrikada, bankada, kargoda, markette. Gençler ölümü evine taşıyor. Biz ortaya atılmış yemleriz, virüs kapıp ölmesi gerekenleriz. Ölene kadar da ekonomiyi canlı tutacağız ama!”
1 note · View note
vbrevis · 6 years
Text
Paranın pul olduğu zamanlar
Alman hükümeti, savaş dönemi diğer ülkelerden borç alarak savaşı finanse edeceğine karar verdi. Almanlar, zengin kaynakların bulunduğu sanayi bölgelerini ele geçirerek ve Müttefikler'in savaş tazminatı ödemeleri ile savaşı kazandıktan sonra borcunu ödeyebileceklerinden emindiler... Ancak plan geri tepti. Almanya  Birinci Dünya Savaşını kaybetti ve büyük borçları ödemek zorundaydı. Versailles Antlaşması, Almanya'nın savaş nedeniyle Müttefikler'e zarar vermesinin tazminatını da talep etmekteydi ve bu rakam 132 milyar Mark’ a (veya 31.4 milyar dolarlık) denk geliyordu. Borçlarını ödeyebilmek için Alman hükümeti, uyanıklık yapıp halkı aldatmaya yöneldi; para basmaya başladı. Düşük Mark ile döviz temin edip bu dövizleri tazminat ödemede kullandılar.
Tumblr media
Ortalama bir Almanın cebinde milyarlarca mark taşıdı ancak yine de hiçbir şey alamayacağı bir zaman vardı. Bir somun ekmeği 200 milyar mark dolara maloldu. Bir haftanın emekli aylığı bile bir fincan kahve almazdı. İşaret serbest düşüyordu ve değeri dakikada düşüyordu. Restoranlar baskı menülerinde durdu, çünkü yemek geldiğinde fiyat yükselmişti. Bir adam ilk fincanı 5.000 markta içti. İkinci bardak ona 9.000 mark etti. O günlerin hikayeleri aynı anda dehşet verici ve eğlencelidir. Bir oğlan annesi tarafından iki ekmek çöreği almaya gönderildi. Futbol oynamaya gitti ve mağazaya vardığında fiyat yükseldi, bu yüzden sadece bir tane satın alabildi. Bir adam Berlin'e bir çift ayakkabı almaya karar verdi. Ama oraya vardığında, elinde bir fincan kahveydi ve otobüs yurdu eve geliyordu. Çalışanlar, valizlerini ve sırt çantalarını ücretlerini toplamak için maaş günü için getirdi. 1923 yılında en hızlı para basma makineleri bile ihtiyacı karşılayamıyordu. Para birimi anlamını yitirmişti.  O kadar para basılmaya başlandı ki postahanelerde dahi para basılmaya başlanmıştı.   Fiyatlar her 3.7 günde ikiye katlandı.  İnsanlar para alışverişi yapmayı bıraktılar ve bunun yerine takas yapmaya başladılar. Birçok doktor sosis, yumurta, kömür ve benzeri ödemelerde ısrar etti.
Tumblr media
Sokaklarda ısınmak için para yakan insanlar... Para ile oynayan çocuklar... Sokaklardan para süpüren çöpçüler... 
Fiyatlar genel seviyesi hızla artıyordu. Öyle ki; bir fincan kahve içerken içilen kahvenin fiyatı kahve bitmeden iki katını bulabilir hale gelmişti. İnsanlar kazandıkları para ellerine geçer geçmez ana gıda tüketim maddeleri alıyorlardı. Düşünün ki; Bir ay boyunca fabrikada çalışan bir işçi maaşını alır almaz fabrika giriş kapısında kendisini bekleyen oğluna koşarak götürüyor, oğlu parayı alarak koşarak fırına gidiyor. Parayı aldığı an un alsaydı 3 çuval un alabilecekken 10 dakika sonra vardığı fırından 2 çuval un alabiliyor. O kadar hızlı artıyordu fiyatlar.. Bu durum öyle bir hal aldı ki; insanlar el arabaları ile paralar taşımaya başladılar. Paranın maden değeri kendi değerini geçmişti. Düşünün ki elimizdeki 20 liranın kağıt basım maliyeti 30 lira... Buna önlem olarak para tek taraflı basılmaya başlandı ki mürekkep maliyeti azalsın.. Hiperenflasyon oluşmuştu.  Hiperenflasyon, paranın değerinin yitirildiği en şiddetli enflasyon biçimidir. Hiperenflasyon, enflasyonun yılda yüzde 200 sınırını aştığı anlardaki halidir.  Devletlerin bütçe açığını kapatmak amacı ile gereğinden fazla, kontrolsüzce para arzında bulunmaları ana nedendir.Hiperenflasyon döneminde kişiler kendilerini enflasyonun etkisinden korumak için yabancı para tutmaya başlarlar.
Tumblr media
1 note · View note
hetesiya · 2 years
Link
“Çalışan kadınlar kitlesi, evdeki dar kafalılık ve özgürlük yoksunluğunun yerine fabrikada, alışveriş merkezinde ya da plaza gibi sömürü işletmelerindeki dar kafalılığı ve kısıtlanmışlığı koyarak, ne bağımsızlık elde edebilir?” İnsanlar, hayatta kalmaları garantiye alındığında ya da ekonomik açıdan tatmin edildiğinde özgür olmazlar. İnsanlar ancak, kendi hayatları üzerinde kendileri iktidar sahibi iseler, özgür olabilirler. Bu barınmayı, çocukların yetiştirilmesini, cinslerin bir arada bulunuşunu, yaşlılıktaki yaşantıyı, beslenmeyi, çevreyi, karşılıklı iletişimi, kültürel etkinliği, sanatı, oyunu… kapsar. Bunun gerçek anlamı, meta dolaşımının her düzlemi kapsadığı bugünkü toplumsal gündelik hayatımızın paramparça edilmesidir.
0 notes
ozamanbenyokum · 3 years
Text
LYON'DA DÜĞÜN
Part 2-
Lyon'da Düğün
"Genç çiftin el ele çıktığını gören diğerleri gayri ihtiyari onlara yol verdi, böylece hiç planlanmadığı halde yeni evliler ölüm yolcuğunu başlatmış oldular. Her gün üzgün bir grubun gidişini görmeye alışmış olan sokaktaki insanlar o sabahki gruba şaşkın şaşkın baktılar, çünkü grubun başındaki iki insan; genç bir subay ve başında çiçeklerden gelin tacı taşıyan kadın öyle inanılmaz bir neşe ve neredeyse mutluluğa benzer bir güven yayıyorlardı ki etrafa, en duygusuz gönüller bile derin bir saygıyla eğiliyorlardı karşılarında."
Öykü aslında iki gencin aşkını anlatıyor gibi görünse de daha derin. Fransız devriminin ve Terör döneminin en kanlı günlerinden birini anlatan öykü oldukça etkiliydi. Hadi gelin öykünün içine girelim. Az önce de söylediğim gibi kanlı bir gün. İnfaz kararı çıkmış tam altmış dört kişi. Ve bu kişiler belediye mahzenine götürülür. Biraz sonra yirmi kişi daha eklenir. Yeni eklenen kişilerin arasında subay Robert de L.'nin nişanlısı da bulunmaktadır. Genç kadın sevdiği adamın hayatını kurtarmak için çok sonraları kentin kasabı olarak da ün salacak olan Joseph Fouche'nin yanına gider. Fakat adam kadına nişanlısının idam edildiğini söyler. Duydukları karşısında şaşkına dönse de artık hayata devam edemeyeceğini anlar ve o da bir nevi ölmek için adama hakaretler eder. Ve istediği olmuştur kız da şimdi mahzendedir. Diğer mahkumlar gibi ölümü düşünürken çocukluk arkadaşını, şimdiki nişanlısını görür. Kavuşurlar. Zweig burada iki sevgilinin birbiriyle kavuşma sahnesini yaşamış resmen. Çift aralarında konuşurken mahkumlardan biri onları dinler ve hikayelerinin hiç değilse mutlu sonla bitmesini ister. Mahkumların içinde eski bir papaz vardır. Onunla da konuşarak gençlerin durumunu anlatır. Ve papaz, çiftin nikahını kıyar. Mahkumlar el ele verip çiftin son gecelerini mutlu geçirmeleri için onlara küçük bir oda yaparlar. Ertesi sabah ise sadece çift değil, diğer mahkumlar da ölüme mutlu ve huzurlu bir şekilde giderler... Mahkumların ölmeden önce bir işe yaradıklarını, gençleri mutlu ettiklerini bilmeleri onları idama bile götürürken gülümsetir. Çiftin ve diğer mahkumların bedenleri ırmakta kaybolur.
İki Yalnız İnsan
"Adam kızın anlattıklarını titreye titreye dinliyordu, yaşadığı onca acıyı adama anlatıyordu ve adam da kızın neler hissettiğini anlayabiliyordu. Çünkü adamın içinde sakladığı binlerce korku dolu, öldüğü sandığı saatler yeniden uykularından uyanıyordu. Adam burada kızı teselli etmek için bulunduğunu çoktan unutmuştu bile. Farkında olmadan o da kendi yaşadığı acılardan bahsetmeye başladı, çünkü anlayacak birini bulmuştu. Ağır ağır anlatmaya başladı."
Geldik ikinci öyküye. Epey kısa olan bu hikayede adından da anlaşılacağı üzere iki yalnız insanın hayatı daha doğrusu acıları ve üzüntüleri anlatılmakta. Ayağı sakat bir adam ve aynı fabrikada çalıştığı iş arkadaşları tarafından "Çirkin Jula" diye seslenilen genç bir kız. Günlerden bir gün fabrika dağılır, adam ise yavaş yavaş yürürken ağlamaklı bir ses duyar uzaklardan. Sesin olduğu tarafa yaklaştıkça bir kızın ağladığını görür. Sonradan anlar bu kızın aynı fabrikada çalışan biri olduğunu. Yardımcı olmaya çalışır. Kız ilk başlarda korksa da sonra tanır bu adamı. Adam da kendisi gibidir. Farklıdır. Herkesten farklı. Konuşmaya başlarlar. Kız anlatır, adam dinler. Bir süre sonra adamın derinlere attığı o korkunç tecrübeler, anılar yeniden canlanır gözünde. Ve sonra adam anlatır yaşadıklarını. Geçmişte neler hissettiğini, nasıl alaya alındığını. Kız yine de her insan gibi kendisinin daha kötü durumda olduğunu düşünür. Anlatır ağlamasının sebebini. Saatlerce konuşurlar. Ve bir an sonra birbirlerine yabancı olan bu iki yalnız insan, yalnızlıklarından kurtulurlar.
Zweig, İki Yalnız İnsan adlı bu eserini, durum öyküsü olarak yazmış. Evet hareket var ama karakter analizleri, duygular ve düşünceler daha baskın. Ama baya kısa. Şu an baktım beş sayfa. Yine de hoş.
Wondrak
"Ruzena ise aynı cırlak sesle bağırmaya devam ediyor, 'Tanrı görmeli, Tanrı görmeli,' diye haykırıyordu, takviye kuvvet gelince sürüklendi, sonunda yarı çıplak, saçı başı dağınık halde bölge hapishanesine sokuldu. Tam zamanında atılmıştı hapse. Şehirdeki insanlar yavaş yavaş toplanmaya başlamışlardı. İnsanların bakışları daha da kararmıştı, bir köylü yere tükürdü. Birkaç kadın yüksek sesle konuşmaya başladılar. Islıklar çalınıyordu, erkeklerin ıslık çalanları dürtüp uyardıkları görülüyordu; çocuklar korku içinde bu acımasız kalabalığa bakıyorlardı."
Kitabın son öyküsü olan Wondrak'a geldi sıra. Öykü oldukça ilginç. Hemen anlatmaya başlıyorum. Ruzena Sedlak, Bohemya'nın küçük bir kentinde (Dobitzon'da) 'kurukafa' lakalabıyla tanınır. Neden böyle diyorlar peki? Çünkü Ruzena'nın burnu yoktur ve sadece iki kara deliği vardır. Bu yüzden bu lakap takılmıştır ona ve fazlaca dalga geçerler hatta ondan tiksinirler. 1899 yılında bir oğlan çocuğu doğurur. Fakat herkes şaşkındır. Burada flashback yapılmış. Kadın, 8 yıldır ormanda bir ağaç evde kalmaktadır. Orada Kontun evine bekçilik yapar hayvanları besler. Bir gün kentten dönerken ormanda üç kişi tarafından tecavüze uğrar. Yırtık pırtık elbiseleri, bedeninde yara izleriyle eve döner. Zaman geçer ve hamile olduğunu anlar. Bebekten kurtulmaya çalışır. Dünyaya bir kurukafa fazladır. Bir tane daha çirkin, sağlıksız birinin doğmasına gerek yoktur ona göre. Fakat bir gün aniden sancısı tutar ve çocuğu doğurur. Hem de kendi başına. Yanına gitmeye korkar, çünkü bebeğin kendisi gibi olduğunu düşünür. Ama yanına yaklaştığında onun, kendisi gibi olmadığını görür. İçini mutluluk kaplar. Bir süre bebeği saklar. Bir müddet sonra olay duyulur. Belediye Katibi Wondrak gelir ve bebeğin kayıtlara geçmesi gerektiğini söyler. Ruzena buna karşı çıkar çünkü devlete kaydedilmiş herkesin devlet malı olduğunu düşünür. Bir şekilde Wondrak kadını ikna eder ve bebek kayıtlara geçirilir. Yıllar sonra çocuk büyümüştür, okula başlaması gerekmektedir. Ruzena'nın yavaş yavaş korktuğu başına gelmiştir. Oğlunu ondan kopartacaklardır. Yine karşı çıksa da yapacak bir şeyi yoktur.
Yıllar sonra 1. Dünya Savaşı zamanında genç çocuklar askere çağırılır. Oğlan Budweist'e gidip teslim olacağını söyler. Kadın göndermek istemez ve plan yapar. Oğlunu çatı katındaki bir odaya kilitleyip kente iner. Kentteki evleri dolaşır ve oğlunun askere gittiğini, bunun böyle olmaması gerektiğini ve oğlunu çok özlediğini söyler. Amacı insanları oğlunun gittiğine inandırmaktır. Kısa bir süre sonra Belediye Katibi Wondrak, Ruzena'ya asker kaçaklarının arandığını söyler. Ruzena koşarak ormandaki ağaç eve gelir, çocuğu oradan alıp ormanın derinliklerindeki avcı kulübesine götürür. İçi rahatlamış şekilde dönen kadın, bir kaç saat sonra kapının çalışıyla irkilir. Jandarma Komutanları ve askerler, evi aramak için gelmişlerdir. Evi didik didik ederler. Ve yanlarındaki alman kurt köpeği sayesinde çocuğu kulübede bulurlar. Ruzena, oğlunun götürülmesini engelleme amacıyla komutanı ısırır, hırçınlaşır. Bu durumda ana oğul elleri kelepçeli bir şekilde şehre kadar yürütülür. Kadın yalın ayaktır. Şehir halkı gördükleri manzara karşısında sinirlenirler. Eskiden iğrendikleri, dalga geçtikleri kadına merhamet duyarlar. Bölge komiseri Ruzena'yı ve oğlunu ayrı ayrı nezarette tutulmasını ister. Oğlan gece olunca diğer kaçaklarla gönderilecek, Ruzena ise sabah olunca bırakılacaktır. Fakat Ruzena olacaklardan habersiz oğlunun yanında olduğu için mutludur.
Uzun zaman sonra Zwig'ten bu kadar uzun bir öykü okudum. Olay öyküsü. Ama içinde elbette betimlemeler, karakter çözümlemeleri var. Hayata karşı hiçbir umudu kalmayan bir kadının bebeğiyle hayata sarılması, kendisinden ayırmak istediğinde analığın verdiği o hislerle komutana saldırması... Bunlar mutlaka bir yerlerde yaşanmış ya da yaşanılan durumlar. Zirvede bu öykü var benim için (Bu kitap için konuşacak olursam)
Olay öyküsü olunca insan daha fazla yazıyor. Hatta bunu okurken öyle not almışım ki tam üç sayfa. Neyse uzatmayayım. Zweig'i seviyorum. İyi ki yazmışsın güzel adam.
1 note · View note
velitunahanbay · 3 years
Text
Kıtlık Nedir?(Scarcity)
Kıtlık kelimesini doğal ve ekonomik olarak ikiye ayırabiliriz. Doğal kıtlık dediğimiz yeterli su kaynaklarının olmaması, aşırı sıcaklar sonucu canlıların ölmesi ve zayıf düşmesi, kuraklık, yaygın ve sürekli açlık bakımından uzun süreli gıda darlığıdır. Tabiki ülkemiz Türkiye açısından şu an için, bakın altını çizdim şu an için, böyle bir durum söz konusu değil. Bir çok söylenti var tabi, işte 2030 da tatlı su erişimi azalacak, su sıkıntısı oluşacak israf etmeyelim gibi cümleler duyuyoruz. İngilizler bu kıtlığa FAMINE ismini vermişler. Ama ben bu yazımda famine den bahsetmeyeceğim. Belki ileride bu konuya değiniriz. Bu yazımda ekonomik kıtlıktan bahsedeceğim. İngilizler buna SCARCITY demişler. Gelin hep birlikte scarcity i inceleyelim.
Ekonomik kıtlık, kâr amaçlı ekonomik sistem tarafından kar elde etmek amacıyla kasıtlı olarak yaratılan ve bir toplumun sahip olduğu üretim kaynaklarının, mevcut teknolojik gelişmişlik düzeyiyle işletilmesi ile ulaşılan üretim düzeyinin, sonsuz insan ihtiyaçları ve isteklerini karşılamakta yetersiz olduğunu ifade eden iktisadi bir terimdir.(www.wikipedia.org)
Ekonomi bilimi kıtlık üzerine kurulmuş bir sistemdir. E öyle dimi kıtlık olmazsa nasıl ferahlığa ulaşıcaz. Ekonomide ferahlık için, bence bazılarının ferahlığı için, oluşturulmuş ve yönetilen bir bilim. Kıtlık bir şeyin gereksinimini karşılayamayacak kadar az bulunmasıdır.
2021 yıllarındaki Türkiye Cumhuriyeti'nin askeri ücreti buna bir örnek olabilir bence. istatistik kurumlarının açıklamalarına göre 3 kişilik bir ailenin geçinebilmesi için min. maaş 13.000,00 TL, açlık sınırı ise 9.000,00 TL. 2021 Türkiye'sinde askeri ücret 3.000,00 TL bile değil. Bi kıtlık var gibi sanki. Hatta bununla ilgili bir fıkra da anlatayım size, bir gün bazı gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dış işleri bakanları toplantıya oturmuş. Klasik temel fıkralarındaki gibi ingiliz benim ülkemdeki bir kişinin maddi ihtiyacı 2.000 sterlin, biz 2.500 sterlin veriyoruz 500 sterlini yaptıklarını bilmiyoruz demiş. E almanda haliyle buna benzer bişiy söylemiş. Bizim Türkiye'ye gelmiş sıra dönemin dış işleri bakanı demiş, bizim ülkenin kişi başı maddi ihtiyacı 3.000 türk lirası, biz 2.500 türk lirası veriyoruz, kalan 500 türk lirasını nereden bulduklarını hala çözemedik... kıssadan hisse, bu fıkra ben ilkokula giderken anlatılırdı... çokta bişiy değişmemiş sanki o zamanlardan bu zamanlara... neyse başımıza geleceklere.
Kıt kaynaktan bahsedecek olursak size çok güzel bir örnekle bu konuyu açıkliyim. Havyar, aaaa o da ne konunun tamda espirisi oldu. Havyar dediğimiz şey aslında balık yumurtasıdır. Denizin diplerinde bulunur. Öyle zor bulunur ve ulaşılması o kadar zordur ki sadece zenginler yer, hahaha, havyar kıt bir kaynaktır. Fabrikada çalışan bir sürü işçi olduğunu düşünelim. Bu işçiler sizce kıt olmayan yani serbest kaynak mıdır? Hayır. Çünkü insanlar yaptıkları işin karşılığını bekler ve o işi sonsuza kadar yapmak istemez. e sonuçta emekli olucaz çayımızı alıp verandamızda oturucaz dimi yani.. o zaman iş gücü de kıt kaynaktır. Hava insanlık boyunca serbest bir kaynak olarak kabul edildi. Bu gün bile atmosferde oksijen serbest kaynak olarak kabul ediliyor. Nefes alıyorsunuz, sonra veriyorsunuz. Siz nefes alınca havadaki oksijen azalıyor mu? Sanki bize sonsuzmuş gibi geliyor. Uzay veya Mars'ta kurulan bir kolonide oksijen kıt bir kaynaktır aslında. İşte Mars'ta kimin ne kadar oksijen harcayacağını belirten bir ekonomik model oluşabilir.
Ekonomi açısından kıtlığı şöyle düşünebilirsiniz. Bir mal veya hizmete olan talebin, mal veya hizmetin bulunabilirliğinden fazla olmasıdır. talep fazla ürün az. O ürün değerlenir. Eğer ki ürün herkese paylaştırılması zorunlu ise örneğin petrol belli bir ekonomik model ile kıtlık paylaştırılabilir. Bir ülke, bölge, toplulukta üretilebilecek ürünler bu kıtlık ile belirlenir. Temelde kıt olan kaynakların dağıtılması yatar. Ülkelerin mal ve hizmeti sınırlı olduğu için kıtlığa aralanmış bir kapıdır aslında.
Şirketler ve devletler kıt kaynakları belirli ölçüde değiştirerek kıtlığı geciktirebilir. Ülkeler mal ithal edip, ihraç ile de bu kıtlığı dengeler. Hatta kıtlık bilerek oluşturulabilir. Örneğin ülkeler değerli mal olan para basımını kontrol edebilir. Son zamanlarda duyduğum bişiy ATM' lerden çekilen paraların sıralı olduğu... Kıtlığı, ekonomik krizi önlemek için yapılmış kısa süreli bir yöntem. (Daha önceki yazılarımda da bahsettim ekonomide kısa süreli planlar işe yaramaz.)
Kağıt, pamuk, emek tüm dünyada bulunur. Bu sebeple para kazanmak için gereken şeyler kıt değildir. Hükümetler daha fazla para basarsa paranın değeri düşer, çünkü para daha az kıt hale gelir. Bir ekonomide para arzı çok yüksek olduğunda enflasyona yol açabilir. Enflasyon ise mal veya hizmeti satın almak için gereken para miktarının artması anlamına gelir. Enflasyon ile para daha az değerli olur. Kıtlığın önüne geçmek için para bastık, enflasyon arttı, ürünlerin fiyatı arttı, para değer kaybetti. İşte tüm bu sebepler ile kayıt para arzını kıt tutmak bir ülkenin her zaman çıkarına olur. Bununla birlikte, bazen enflasyon bir ekonomiye yardımcı olabilir. Para daha az kıt olduğunda, insanlar daha fazla harcayabilir ve bu da üretimde bir artışı tetikler. Düşük enflasyon bir ekonominin büyümesine yardımcı olabilir. işte böyle kıtlık... düşünüp yorumlama işi size, arz-talep.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
1 note · View note