#evrim neden yanlış
Explore tagged Tumblr posts
Text
MAARİFİN MODELİ
İktidarın ilân ettiği Türkiye yüzyılına paralel olarak piyasaya sürüldüğü anlaşılan dinî referanslı müfredatın bam teli Fen dersleridir. Hatta doğrudan doğruya Biyolojidir. Neden? Çünkü Tekâmül(Evrim) nazariyesi onları son derece tedirgin etmektedir. Haklıdır haksızdır, yanlıştır doğrudur tartışmasını bir kenara bırakarak bazı tespitlerde bulunmaya çalışalım:
1. Biz bazı kavramları Batıdan aldık. Onun için bu kavramların kaynağını hiç araştırmadan Batının malı olduğunu kabul ettik. Meselâ "seküler yönetim" anlayışının Batının özbeöz malı olduğunu sandık. Hâlbuki Türk tarihini iyi bilebilseydik bunun böyle olmadığını görürdük. Eski Türklerde ruhban kesiminin yönetimde bir işlevi yoktu. Müslüman olduktan sonra da bu anlayış devam etmiştir. Sultan Tuğrul'un Halifeye söylediği şu söz her şeyi anlatmaktadır:" Bundan sonra din işleri senden, dünya işleri benden sorulur."((XI.yy.ın ortası) Ne kadar ilham kaynağı olduğunu bilememekle beraber, Batı bunu biliyordu.
2. İslâm'a göre Tanrı, evreni yaratmış, evrendeki olay ve olguların hangi sebep-sonuç ilişkisinde oluşacağının kurallarını koymuştur. Kişi oğluna düşen de bunları araştırıp bulmaktır. Dolayısıyla müspet ilimlerde İslâm dininin çatışması söz konusu olamaz.
3. Siyasî ümmetçileri rahatsız eden Darwin Nazariyesidir. Darwin türlerin ortaya çıkışı ve gelişmesi ile ilgili bir takım tespitlerde bulunmuştur. Bunları tenkit edebilir veya kabul edebilirsiniz; bu ayrı bir konudur. Bizim temas edeceğimizi hususlar başkadır. İslâm dünyası şu sorulara net cevap vermek mecburiyetindedir:
a. Âdem ilk kişi midir yoksa ilk peygamber midir?
b. Kur'an-ı Kerim'de insanın yaratılışı ile ilgili bilgiler müspet ilim ilkeleri çerçevesinde değerlendirilip açıklanmış mıdır?
Din mecburî inançtan ibarettir. Bir veri akılla açıklanmazsa inanmayanları ikna edemezsiniz. İnananlara da sadece ezberletirsiniz. Aynen "ıkra"yı sadece "oku" diye ezberlettiğimiz gibi.
4. Tekâmül nazariyesinin Batıda ortaya çıktığını sanırız. Eksik değil, yanlış bilgidir. Müslüman düşünürler arasında tekâmül nazariyesini işleyenler vardı. Darwin'in onu rüyasında görüp görmediğini bilemiyoruz.(Papazdır, belki irtibat kurmuştur!)
5. Tasavvufta bir "Devir Nazariyesi" vardır. Darwin'e rahmet okutur. Ona ne diyecekler?
+
Bizim formatlanmış nesillere değil, hür iradeli kişilere ihtiyacımız vardır. Bunun için tek yol akıldır. Aklın kullanılmadığı bir yerde din de ilim de "filim" de olmaz.
Biz neyi tartışıyoruz?
Alıntı Mehmet Özgedik
4 notes
·
View notes
Note
Merhaba epi evrim neden daha çok karmaşık yapılar yaratmaya meyilli?
Evrimin herhangi bir meyili olduğunu söylemek yanlış olur. Evrim mekanizması rekabet ortamı içerisindeki hayatta kalma şansını artıran varyasyonlar çerçevesinde açığa çıkar. Bu rekabet ortamında genellikle ekstra mekanizmalar sahip olanların şansı arttığı için böyle bir trend görürüz ama bu her zaman böyle olmak zorunda değil. Endosimbiyoz teorisine göre mitokondrimiz bu rekabet ortamında basitleşmeye giderek kazanılmış bir zaferi anlatır. Bu teoride bir prokaryot olarak çok daha karmaşık olan bir organizmanın ökaryot bir organizmanın hücresinde bir organel olmaya başlayarak daha basitleşmesi sonucu dna'sını sürdürmede çok daha adaptif bir yol çizdiği açıklanır kabaca.
Evrimin lineer ele alınmasının hatalı sonuçlarından biridir bu soru. Evrimin bir tablosunu çıkaracak olsak bu yatay ya da dikey bir ilerlemeye grafiğine değil dalları her yana bakan ve bazı noktalarda geri çekilip bazı noktalarda kuruyan bir ağaca benzerdi.
5 notes
·
View notes
Text
Dün bana selam dahi vermeyen teyze, mutlu yıllar diledi bugün. Teyze'nin mezarla arasında en fazla 3 yılbaşı olmasına rağmen yeni bir yıldan beklentisi ne olabilir ki?
Geçen hafta iyi akşamlar dediğim için tacizci muamelesi yapan genç eczane asistanı, yüzüne koyduğu sahte gülümsemesiyle iyi yıllar dedi mesela. Size de dediğim de hiç de taciz etmeye yeltenir bir halim yoktu gözlerinde.
Daha dün kolay gelsin dediğim, her gece köşesinde duran midyeci adam, beni öyle sallamadı ki; herhalde beni yanlış anladı diye düşündürtmüştü. Bugün kolay gelsin dedim; ooo eyvallah kardeşim, sağolasın, iyi yıllar, mutlu seneler dedi. Nasıl bir evrim geçirdiyse bir gecede anlam vermek güç.
Sokak'ta ki herkes bir yılın sonunda değişecek olan sadece bir rakamdan medet umarcasına, sahte gülümsemeleriyle, daha iyi bir sene diliyorlar etraflarindaki diğer insanlara. Ne dün bugünden, ne de bugün yarından farklı değil aslında. Dün bana selam vermeyen, yarın da vermeyecek mesela. Dün beni sevmeyen yarında yalnız bırakacak. Dün iyi olmayan, yarın daha iyi olmayacak. Sahte gülümsemeler yerini her zaman ki somurtmaya bırakacak. Bugün ölen yarın dirilmeyecek. Bugün doğan bir bebek, günü geldiğinde neden doğduğunu sorgu edecek. Ben ise yazmaya, sadece çokça düşünmeye, aşksız, sevdasız, yapayalnız kalmaya devam edeceğim.
İyi yıllar dilerim, tabi böyle bir şey mümkünse...
2 notes
·
View notes
Text
Müslüman bir ailem var, beni de müslüman yetiştirdiler. Din dersi en sevdiğim derslerdendi. Konuşan karıncalar, yılana dönüşen asa falan..
Her Ramazan oruç tutar, arada namaz kılar, sık sık dua ederdim. Çünkü henüz Kuran’ı okuyup kafamı karıştırmamıştım.
Bi aralar bilime merak sardım (Bir müslüman için en tehlikeli şey). Kendi kendime şunu sordum:
Evren ne kadar b��yük? Evrenin ne kadar büyük olduğu bir türlü aklıma yatmadı. Çünkü kafamda dünya, herşeyin merkezindeydi ve herşey insan için yaratılmıştı.
Gökyüzünde gördüğümüz tüm yıldızların Samanyolu’nun sadece minicik bir bölümü olduğunu anladığımda çok şaşırmıştım.
(Bkz. Evrende Yolculuk Filmi)
Uzay görüntülerinde uçsuz bucaksız galaksi cümbüşünü gördüm. Dünya sınav yeriyse yüz milyarlarca galaksiye ne gerek vardı?
Kafam o kadar karışmıştı ki mutlaka bir sonuca varmalıydım. Gezegenlerin atmosferlerinden tutun da, kara deliklere kadar araştırdım. (Bkz. Kozmos Belgeseli) Evrende o kadar fazla aktivite var ki.. Pulsar yıldızları, nebulalar, süpernovalar, göktaşları,
galaksi çarpışmaları, karanlık madde, vs.. Bütün hepsini araştırmak çok zevkliydi. Kendi kendime birşeyler öğreniyordum. Bilime duyduğum ilgi artıyordu. Artık dünyamızı inceliyecektim.
Dünya nasıl oluştu diye merak ettim. Bunu öğrenirken geçmişten günümüze geçen
süreçte karşıma EVRİM çıktı. (Bkz. Dünyanın Oluşumu Filmi)
Haydaa ben evrime inanmıyordum ki..
Tamam inan-mı-yordum ama neden inan-ma-dığımı da bilmiyordum. Sadece toplumsal refleksti belki. Müslüman evrime inanmaz diye işlenmişti kafama. Evrim konusunu anlamaya çalışırken o kadar önyargılıydım ki.. Charles Darwin’in hayatını okumaya karar verdim. Bu iblise hayatta güven olmaz diye 🙂 Darwin’in hayatını ve bize neyi anlatmaya çalıştığını gördüğümde çok duygulanmıştım. Yaşamın ne olduğunu anladım. Şimdi gerçeği mi merak etmeliydim, yoksa kendimi mi kandırmalıydım? İşte bu benim dönüm noktam oldu. Ben gerçeği seçtim. Koyu Hıristiyan bir aileden gelen ve eşi Emma ile sonsuza kadar cennette yaşamayı hayal eden Darwin bile bulduğu gerçeğin peşinden gitmişti. Benim dinimle bir sorunum yoktu. İnançlıydım ve ibadet de ediyordum. Fakat gerçekler ve masallar arasındaki çizgiyi görmüştüm artık. Evrim karşıtı yazılmış bilimsel makale yok. Evrim yerçekimi gibi, dünyanın güneş etrafında dönmesi gibi bir gerçek. Tüm kanıtlar ortada. Bunu öğrenmek hiç hoşuma gitmemişti. Hemen Kuran’a sarıldım. Allah’ım nolur bu gerçek olmasın diye bir umutla Kuran okumaya başladım. İlk kez Kuran’ı Türkçe okuyordum. Yıllarca arapça okuduğum ve kayıtsız şartsız inandığım dinimin temel kaynağını daha ilk kez açıp anlamıyla okuyordum.
Ne garip değil mi?
Kuran da okuyorum ama tam 2 yıldır durmadan kitaplar, belgeseller, makaleler, vs. kafa zehir gibi bilim dolu.
Temeli sağlamlaştırmışım. Kuran’ı okurken fark ettim ki bu kitap bilimin günümüzde bildiği şeyleri bilmiyor ve hatta yanlış yorumluyor. Dünyayı düz sanıyor mesela.
Spermin testislerden değil, kaburgadan geldiğini anlatıyor. Önce dünya sonra evren yaratıldı diyor. Gökyüzünü Allah tutmasa düşer diyor.
Sürekli batıya yürürsen dünyanın sonuna ulaşırsın, orda güneş kara bir balçığa batar diyor. Allah’ım aklıma muhafaza ol, bunu sen mi yazdın?
Dedim defalarca.
Kuran’ı okudukça şaşkına döndüm. “Bu ne ya? Buna annem de inanıyor, başbakan da, öğretmenim de, arkadaşlarım da. Ama bu kitap yanlış.. İlkel ve çelişki dolu. Nasıl olur?
Hani evrenseldi?
En son hatırladığım Ahzab 53 ayetini okumuştum.Okuduktan sonra da sokakta “Muhammed bizi kandırmış” diye bağırmak istedim.
Gerçi Kuran’da çok daha utandıran ayetler de var. Mesela Muhammed’in hanımlarıyla hangi sırayla yatacağını belirten Ahzab 51 gibi..
Ben haksızlığı hiç gelemem. Kandırıldığımı anladığım an dünyam karardı. Cennete gitme (hurilerle zevku sefa vs) hayalleri kurarken dinin sadece bir siyaset malzemesi olduğunu çözdüm.
Birkaç ay kendimi dış dünyadan izole edip yaşadım. Çünkü öğrendiklerimi kimselere anlatamazdım.
En başta da aileme.
Kafamda hep şu soru vardı:
“Neden Muhammed, neden bunu yaptın?”
Senin dinine 1.6 milyar insan inanıyor ama sen hepimizi kandırmışsın; Neden?
Bu noktadan sonra idolüm, yol göstericim Turan Dursun oldu. Kendisi ilahiyat mezunu, müftülük yapmış bir İslam araştırmacısı.
Kureyş Arapçasını en iyi bilen biriydi. Yazdığı “Din Bu” kitapları yüzünden, Müslümanlar tarafından katledildi.
Her neyse Kuran’ı anlamak için ayetlerin hangi kronolojide ve ne sebeple yazıldığını anlamalıydım. Ben de böyle yaptım. Her ayetin sebebini araştırdım.
Uzun uzun ayetleri yazmayacağım ama özetle Mekke’deyken barışçıl, Medine’deyken saldırgan bir psikoloji izlemiş, çok sevgili Peygamberimiz..
Gençliğinde fakir ve aşksız büyümüş. İki kez kız isteyip reddedilmiş. Kureyşliler altın, kumaş, cariye,
herşeye sahipken o bekar ve fakir..
Hırs yapmış, bilenmiş. Önce tüccar ve varlıklı ama yaşı geçmiş bir kadınla (Hatice ile) evlenmiş. Parayı bulunca da tıkır tıkır planını uygulamış.
Dinlerin tarihini inceledim.
Tanrı’nın ve Şeytan’ın tarihte nasıl ortaya atıldığını venasıl değiştiğini inceledim.
Herşey ortadaydı..
Yahudi krallarının Tevrat’da uydurduğu dini hükümler İncil’e ve Kuran’a kopyalanmış.
O krallara da Muhammed “peygamber” diye atıfta bulunmuş.
Muhammed şahsi çıkarları için ortaya attığı dini ilk başta Mekke ve civarı için
düşünmüş. (Bkz. En’am:92. ayet)
Medinelilerin Mekkelilere olan husumetini kullanarak da gücüne güç katıp ilerleyen yıllarda “evrensel” bir kitap (Kur’an-ı Kerim) iddiasını ortaya atmış.
Dinlerin yalan olduğunu anladığım an kendimi dev bir açık hava tımarhanesinde
hissetmiştim. Herkes kandırılmış ama uyaramıyorsun!
İnsanların yakasına yapışıp aptal olmayın, nolur okuyun diyesim vardı ama “kardeşim bizi çok fena kandırmışlar” diye anlatsan dahi dayak yersin.
Çocuk gelinler, kafası kesilen kâfirler, idam edilen eşcinseller,
kuma getirilenler, cariye olarak alınıp satılanlar hep bu yalanın sonucu..
Göstermelik namaz kılanlar, dinle insanların parasını çalanlar, Allah Muhammed diye diye oyları kapanlar hep bu bozuk düzenin sonucu..
En kötüsü de çocuk yaşta kız çocuklarının sırf Muhammed’in
sünneti diye evlendirilmesi ve bunun meşrulaştırılması..
Bütün bunları görüp de isyan etmemek mümkün mü? Sessiz kalıp “bana ne başlarının çaresine baksınlar” demek mümkün mü?
Müslümanken mümkündü.
Çünkü Allah var, ahirette cezalarını çekerler derdim. Zaten Kuran’dan
habersizdim. Onlar gerçek müslüman değil derdim.
Dini sorguladıktan sonra ise durum değişti. Eğer Allah yoksa bu insanlar asla cezasını çekmeyecek. Tüm yaptıkları yanlarına kâr kalacaktı. O halde bir şey yapmalı dedim.
Hani kolunu kaybetmiş birine bir müslüman bakıp haline şükredip geçer ya.. Ama dinsiz biri şükredemez. Protez kol yapması gerekir.
Nasıl ki Müslüman her işlediği suçta “Şeytana uydum tövbe ettim” diyip sıyrılır ya.. Dinsiz biri diyemez, ölene kadar vicdanına hesap verir.
Dinden çıkmış olmak bu yüzden zor.
Çünkü hayali arkadaşlarınız yoktur.
Artık vicdanınızla başbaşasınızdır.
Haksızlığa çözüm bulmaya zorlanırsınız.
Ben her gün insanların güneş tanrısına tapınma ibadetleri yapıp, Mısırlı ay tanrısı Al-ilah’a taptığı Türkiye’de yaşıyorum.
Ben ibranice adı “Gehinnom” olan Kudüs’teki ölülerin yakıldığı vadiye öldükten sonra gideceğini düşünen insanlarla yaşıyorum.
(Bkz. Gehinnom cehennem vadisinin adıdır)
Ben Mısır tanrısı “Amon”a tapanların yakarışından kopya edilen, her duaya “âmin” diyen insanlarla yaşıyorum.Ben orjinali ibranice olan “şalom aleküm” kelimesini tanrının selamı sanıp “Selamın Aleyküm” diyen insanlarla yaşıyorum..
Ben 5 vakit ezanla, Ramazan gecesi davulla, ekranlarda dinî masallarla, ödediğim vergiler diyanete harcanarak yaşıyorum.
Bütün bu haksızlığa vicdanım razı gelmediği için İslam’ın ve insanlığa zarar veren tüm inanışların karşısındayım. #turandursun
1 note
·
View note
Text
Neden Bu Kadar Dolandırıcı Var?
Herkese merhabalar, yeni bir yayına daha hoşgeldiniz. Farkettiyseniz artık her güne yeni bir dolandırıcılık haberi ile uyanıyoruz. Peki dolandırıcılık olaylarının bu kadar artmasının altında ne gibi sebepler var ve buna karşı neler yapılabilir gelin bunu bu yayında hep beraber inceleyelim.
Dolandırıcılık olayları artık neredeyse her gün medyada karşımıza çıkmaya başladı. Eskiden bu kadar fazla sayıda dolandırıcı yok iken, keza var iseler dahi kendilerini saklayan çok fazla ortalıkta görünmeyen dolandırıcıların dahi kişilikleri artık evrim geçirdi. Pek çoğu sosyal medyada boy gösteren, YouTube videoları üreten, komedi programlarına, söyleşilere hatta Ted Talks’lara katılıp şaşalı hayatlarını bizlerle paylaşmaya başladılar.
Bundan bir 10-15 yıl öncesine kadar dolandırıcı dediğimiz kişiler, ortalıkta çok fazla görünmek istemeyen, ismini, yaşamını ve hayatında olan biteni diğer insanlarla paylaşmayan kişilerden ibaretti. Sanırım internet çağı, sadece toplumu değil hırsızlarında evrimleşmesine olanak sağladı. Peki bu evrim nasıl gerçekleşti? Gelin buna biraz daha yakından bakalım.
En Büyük Güvenlik Açığı
Bugünkü yayında neden bu konuyu seçtiğimi soracak olursanız, belki daha önce bahsetmemiş olabilirim, fakat ben yurt dışında 2 yıl boyunca siber güvenlik alanında yüksek lisans yaptım ve tezimi bu alanda hazırlayıp sundum. O yüzden konuya sadece dışardan yorum yapan bir göz olarak değil birde işin tekniksel yanı, sistemdeki açıkların neler olduğu gibi yönlerdende bu yayında ele alacağım.
Siber güvelik yüksek lisansının ilk dersinde sınıfa giren profesör bizlere bir soru sormuştu, ve demişti ki “Şu an sizce Dünyada ki en büyük güvenlik açığı neyde var?” Sınıfta yazılım alanında ve bilgisayar mühendisliği alanında lisansını tamamlamış pek çok kişi vardı. Ve bir kişi, kullandığımız mobil cihazlarda en büyük güvenlik açığı olduğunu söyledi. Ardından başka biri, kullandığımız web tarayıcılarında problem olduğunu dile getirdi. Cevaplar gelmeye devam etti; başka bir öğrenci, kullandığımız kredi kartlarının üzerinde fiziksel olarak numaraların yer almasının en büyük güvenlik açığı olduğunu savundu. Açıkcası bunun gib daha pek çok cevap gelmeye devam etti ama profesör hepsine yanlış dedi.
Ve tahtaya gidip kalemi eline alıp “insan” yazdı. Dünyada ki en büyük güvenlik açığı insanda vardır demişti. Ve bunu açıklamaya başlayınca herkes ikna oldu.
Şimdileri gidip birinin şifresini kırmak, kredi kartını veya bilgisayarını ele geçirmek hem çok fazla emek hemde çok fazla teknik bilgi gerektiriyor. Profesör bu alanı bir mayın tarlasına benzetmişti ve bu mayın tarlasında gerçekten mayına basmadan yürümeyi bilen kişilerin bu yolu tercih ettiğini bizlerle paylaştı.
Güven Olmadan Dolandırıcılık Olmaz!
Profesör sınıfa dönüp, “artık en büyük güvenlik açığının insanın kendisi olduğunu bildiğimize göre dolandırıcılığın birinci kuralı nedir? birde bunu tahmin edin bakalım” dedi. Yine oldukça teknik cevaplar geldi ve yine hiç biri doğru değildi. Profesör kalemi tekrardan eline aldı ve tahtaya gidip “güven” yazdı. Güven olmadan dolandırıcılık yapmak işin en zor yoludur dedi.
Ve sözlerine şu şekilde devam etti; Bir dolandırıcın çoğunlukla bu işe adım atacağı ilk evre yakın çevresi olur çünkü yakın çevresinin ona güven duyduğunu bilir. Yolda sizi durduran biri bizden $500 borç para istese sanırım hiç birimiz gidip bu parayı bu kişiye vermeyiz çünkü o kişiye karşı güven duymayız. Ama kuzeniniz sizden gelip bunun iki katı para istese düşünmeden o parayı verirsiniz. Çünkü kuzeninize güvenirsiniz.
Profesörün yaptığı bu enfes giriş ile sınıfta resmen herkes sus pus kesilmişti. Şu an ki dolandırıcıların pek çoğu o yüzden güven inşa etmek için uğraşıyorlar. Sosyal medya hesaplarından kendi hayatlarını paylaşır, samimi sohbetler yapar, tanınmış kişiler ile birlikte boy gösterirler. Sizden olurda bir para alırlarsa ilk bir kaç defa size bu parayı katlayarak verirler. Bütün bunların amacı tek bir şey içindir; oda toplumun güvenebileceği bir karakter haline dönüşmektir.
Sosyal Medya Hayatları
Peki niçin tüm Dünyada bunca insan hızlı para kazanmanın yollarını ararken dolandırılıyorlar. Artık sosyal medya ile pek çoğumuz diğer insanların görkemli yaşamlarına anlık olarak şahit oluyoruz. Pek çok insan deliler gibi çalışsada böyle yaşamlara ulaşması mümkün olmuyor. 2020 yılında FBI’nın yayınladığı İnternet Tabanlı Dolandırıcılık raporuna göre Z jenerasyonu bir önceki seneye göre, 2 kat artış göstererek hızlı para kazanma umudundan dolayı dolandırılmış.
Sadece Z jenerasyonu değil tabiki daha pek çok insan bu olaylardan etkilenmiş ancak genç nesildeki hızlı ve kolay para kazanma arzusu her geçen yıla göre katlanarak artmaya devam ediyor. Bunda da sosyal medyanın büyük bir katkısı olduğu aşikar. Sadece sosyal medyayı hedef göstermekte tabiki doğru olmayacaktır. Hayat pahalılığıda tüm Dünyada ve özellikle Türkiye’de giderek arttı. Ev almak, araba almak, yurt dışına çıkmak gençlerin pek çoğu için artık hayal olmaya başladı.
Ben öğretmen bir ailenin çocuğu olarak, annem ve babamın memurluk yaptığı yıllarda kazandıkları maaşlar ile mütevazı bir ev ve ikinci el orta sınıf bir araba almaları mümkündü. Benim üniversiteye başladığım 2008-2009 yıllarında da KYK bursu alıyordum ve aylık 200 TL’ye yakın bir burstu. Bununla sinemaya gidebiliyor, üzerine bir konsere katılabiliyor ve arkadaşlarımla hafta sonu taksimde bir yerlerde yemek yiyip üzerine bir şeyler içebiliyorduk. Ve hala geriye biraz para kalıyordu. 2023 yılında ise bunların hepsini yapabilmek çoğu öğrenci için oldukça zorlu.
Üniversiteden mezun olup işe girince de aslında pek bir şey değişmiyor. Deliler gibi işe gidip çalışsanız mesailer yapsanız da sosyal medyadaki görkemli hayatların seviyesine ulaşmanız pek mümkün gözükmüyor.
Dolandırıcı Doğulur mu? Olunur mu?
Aslında dolandırıcıların çok büyük bir kesimi dolandırıcı olarak Dünyaya gözlerini açmıyor. Ancak zorlu hayat koşullarına katlanmamak ve hemen en kestirme yoldan parayı bulma arzusu insanların bu yönlere gitmesine sebep oluyor. Bununla alakalı bence yapılmış en güzel filmlerden bir tanesi “Emily the Criminal”. Burda da ana karakter sürekli iyi işler yapmaya çalışmasına rağmen hayatın acımasız yüzü ile sürekli olarak karşılaşıyor. Ve en sonunda pes edip kendiside bu işlere girmeye karar veriyor.
Pek çok zaman dolandırılan siz değil iseniz dolandırıcılık hikayelerini dinlemek insanların dikkatini çeker. Çünkü başka insanları kandırıp bunu başaran insanın bunu nasıl başardığı ve elindeki parayla şimdi neler yaptığının hayalini kurmak ilgi çekici bir başlıktır. Fakat ben yüksek lisans tezimi hazırlarken bir de dolandırıcılık sonrasında bu kişilerin karşılaştıkları durumları araştırmıştım. Bu insanlar nasıl ortaya çıkar nasıl kendini ele verir gibi olasılıkları tezime dahil etmiştim.
Böyle büyük vurgunlar, insanları, özellikle hayatın başında olan gençleri, dolandırıcılığa yönlenmelerine sebep olabiliyor ama eğer ki yıllardır kimliğini gizleyerek yaşamış olan biri değil iseniz kaçak hayatı bu insanları bir yerde ele veriyor. Ben yaptığım araştırmada yakalanan dolandırıcıların çoğunun kendini ihbar ettiğini görmüştüm. Çünkü bu insanlar görkemli hayat için yaptıkları bu dolandırıcılıklardan büyük paralar kazanıp ortadan kaybolsalarda kaçak yaşamak zorunda kaldıklarından istedikleri hayat stiline sahip olamayıp en sonunda pes etmeyi seçiyorlar. Tabi tüm dolandırıcılar bunu yapıyor mu? Tabiki hayır, ancak yine pek çoğunun hayatı ne zaman yakalanıcam korkusu ile geçiyor.
Son Söz
Konuyu toparlayacak olursak, biz insanlar elektrik akımı gibiyiz, kolay bir yol ortaya çıktığında gerisini hiç düşünmeden hemen o yolu seçebiliyoruz. Bazen güvenimize sahip olan insanlar bundan fayda sağlamaya çalışabiliyor, her ne kadar iyi niyetlide olsak bu tür olaylara hepimiz maruz kalabiliyoruz. Yıllar boyu debelenmeden zorlanmadan para kazanmak yerine bir anda bu sorunu ortadan kaldırma olasılığı bu işin arkaplanını düşünmemize sebep oluyor. Haksız yolla insanların ne zor koşullarla kazandığı paraları alıp kaçan insanlar, hiç istemesekte her zaman var olacaklar. Bizlerin tek yapabileceği şey ise bu konuda biraz daha bilinçlenebilmek.
Bu bölümde dolandırıcılığın neden bu kadar hızlı bir şekilde yükselişe geçtiğini ve buna karşı neler yapabileceğimizi konuştuk. Umarım sizlere faydalı bilgiler sunabilmişimdir.En kısa sürede yeni yayınlarda görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın hoşçakalın.
Referanslar
Vega, N. (2022, March 20). Here’s how much money Americans lose to online scammers at every age. CNBC. https://www.cnbc.com/2022/03/20/how-much-money-different-age-groups-lose-to-online-scammers.html
Varga, G. (2022, May 19). The Gen-Z Fraud Report: Young Americans & Fraud. SEON. https://seon.io/resources/gen-z-report-online-fraud/
Turkish Coffee Podcast Youtube Sayfası:
Turkish Coffee Podcast Haftalık Blog Sayfası:
#türkçepodcast#eğitici#sibergüvenlik#verigüvenliği#internet#güvenlikaçığı#sosyalmedyanıngücü#dolandırıcılığason#güvenliinternet#sahtekarlık#teknoloji#podcast#yazılım#sosyalmedya#araştırma#turkishcoffee#turkishcoffeepodcast#eğitici podcast#spotify#kendini geliştir#başarı#Spotify
0 notes
Text
Nazi Almanyası'nda Yahudi Soykırımı
Nazilerin ırkçı ideolojisinin acı verici sonuçlarından biri olan Yahudi Soykırımı, 20. yüzyılın en karanlık dönemlerinden biridir. Hitler ve Nazi rejimi, Yahudilere yönelik sistematik soykırımı planlamış ve uygulamıştır. Bu blog yazısında, Nazi Almanyası'nın neden ve nasıl Yahudi soykırımına giriştiğini anlamaya çalışacağız. Nazilerin Irk İdeolojisi Nazi lideri Adolf Hitler'in öncülük ettiği Nazi Partisi, ırkçı ideolojisi ile tanınmıştır. Hitler, insanların ırksal özelliklerinin, karakterlerinin ve yeteneklerinin doğuştan geldiğine inanıyordu. Naziler, ırklar arasında üstünlük ve aşağılık kavramlarına dayalı olarak bir hiyerarşi oluşturmuşlardı. Alman "Aryan" ırkını diğer ırklara üstün görmüş ve bu inanç, soykırımın temelini atmıştı.Nazi ideolojisi, Charles Darwin'in evrim teorisinin yanlış bir yorumunu temel alarak, "en güçlünün hayatta kalması" ilkesine dayanıyordu. Naziler, ırklar arasındaki mücadeleyi doğal bir fenomen olarak görüyor ve bu nedenle savaşları, fetihleri ve soykırımı meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. Nazi Zulmünün Kurbanları Nazi rejimi, ırk ideolojisinin bir sonucu olarak belirli gruplara karşı yoğun bir zulmü başlattı. Bu hedeflenen gruplar aras��nda Yahudiler öne çıksa da, Nazi zulmü diğer birçok masum insanı da etkiledi. Yahudiler Naziler, Yahudileri ana düşman olarak gördüler ve onları "ırksal düşman" olarak tanımladılar. Nürnberg Yasaları ve Kristal Gece gibi antisemitik politikalarla başlayan zulüm, sonunda toplama kampları ve soykırıma dönüştü. Altı milyon Yahudi, Nazi zulmü sırasında hayatını kaybetti. Romanlar (Çingeneler) Nazi rejimi, Romanları da hedef aldı. Romanlar, ırksal temizlik politikalarının bir parçası olarak toplama kamplarına gönderildi ve büyük bir kısmı öldürüldü. Romanların acımasızca aşağılanması ve soykırıma uğraması, Nazi zulmünün geniş kapsamlı doğasını gösteriyor. Engelli Bireyler "Nazi ırk bilinci" çerçevesinde, engelli bireyler de hedeflenen gruplardan biriydi. T4 Programı adı verilen ötenazi programı, fiziksel veya zihinsel engelli bireyleri "yaşamaya değer" bulmayan Naziler tarafından öldürülmeleri için tasarlanmıştı. Polonyalılar Polonyalılar, Nazi işgali sırasında yoğun bir şekilde hedef alındı. Nazi rejimi, Polonya'nın topraklarını ele geçirme amacıyla kitlesel sürgün, toplama kamplarına gönderme ve infaz gibi yöntemlere başvurdu. Polonyalılar, Nazilerin ırk politikalarının kurbanları arasında yer aldı. Sovyet Savaş Esirleri Naziler, Sovyet savaş esirlerini savaş suçlarına dayalı ırkçı nedenlerle hedef aldı. Binlerce Sovyet savaş esiri, açlık, işkence ve öldürme yoluyla öldü. Nazi ırk ideolojisi, Sovyet savaş esirlerini insanlık dışı koşullarda tutmaya ve öldürmeye itti. Afrika Kökenli Almanlar Nazi rejimi, "Aryan" ırkının saflığını koruma amacıyla, Afrika kökenli Almanları da hedef aldı. "Rassenschande" yasaları, Almanlar ile Afrika kökenli bireyler arasındaki evlilikleri ve ilişkileri yasakladı, bu da ırksal temizliğin bir parçasıydı. Siyasi Muhalifler Naziler, siyasi muhalifleri de hedef aldı. Komünistler, sosyalistler, liberaller ve diğer politik muhalif gruplar, Nazi ideolojisine karşı çıktıkları için tutuklandı, işkence gördü ve öldürüldü. Yehova Şahitleri, Homoseksüeller ve Asosyal Bireyler Naziler, toplumlarındaki normlara uymadığı gerekçesiyle Yehova Şahitleri, homoseksüeller ve "asosyal" olarak etiketledikleri bireyleri de hedef aldı. Bu gruplar, Nazi rejiminin ırksal temizlik politikalarına direndikleri için zulme uğradı. Soykırımın Uygulanması Nazi rejiminin soykırım politikası, Nürnberg Yasaları'nın Yahudilere yönelik ayrımcılığından başlayarak sistematik bir şekilde ilerledi. Kristal Gece'nin şiddetinden gettolara ve toplama kamplarına kadar, hedeflenen gruplara yönelik zulüm aşamalı olarak arttı. Toplama kampları, özellikle Auschwitz, Sobibor ve Treblinka gibi ölüm kampları, milyonlarca insanın kitlesel gaz odalarında öldürüldüğü kara bir dönemi temsil eder. T4 Programı ile engellilerin hedef alınması, insanların ötenazi yoluyla öldürülmesiyle birlikte Nazi zulmünün vahşetini daha da derinleştirdi. Hızlandırılmış Soykırım stratejisi, II. Dünya Savaşı sırasında en karanlık dönemini yaşadı; gaz odaları ve insan deneyleri, insanlık dışı zulmün diğer karanlık yüzlerini oluşturdu. Nazi rejiminin köle emeği sistemini kurarak zorla çalıştırılan Zwangsarbeiter'lar, ağır koşullarda insan hakları ihlallerine maruz kaldı. Nazi soykırımının bu acımasızlığı, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir vahşeti ve ırkçılığın insanlığa nasıl felakete yol açabileceğini gösterir. Holokost, insanlık tarihinde unutulmaz bir leke olarak kalmıştır. Nazi Almanyası'nın ırkçı ideolojisi ve soykırımı, insan haklarına, eşitliğe ve hoşgörüye vurgu yapmak adına bugünkü dünyada önemli dersler sunmaktadır. Irkçılık ve ayrımcılıkla mücadele, bu karanlık dönemin hatıralarını canlı tutarak, insanlığın daha aydınlık bir geleceğe doğru ilerlemesine katkı sağlayabilir. Bir daha ki sefere görüşmek üzere. Read the full article
0 notes
Text
Kripto Para İle Bahis Sitelerine Para Yatırma
Kripto Para İle Bahis Sitelerine Para Yatırma nasıl gerçekleşebilir? Kripto paralar, son yıllarda finansal dünyada büyük bir dönüşüm yaratmıştır. Merkezi olmayan yapıları, hızlı işlem süreçleri ve güvenliğe odaklanmalarıyla dikkat çekmektedir. Bu özellikler, özellikle çevrimiçi bahis sektöründe de büyük ilgi görmüştür. Birçok bahis sitesi, müşterilerine kripto para ile ödeme yapma ve çekme seçeneği sunmaktadır. Kripto Paraların Avantajları: Kripto paraların bahis sitelerine para yatırma konusunda sunabileceği avantajlar şunlar olabilir: - Hızlı İşlemler: Kripto paralar, geleneksel ödeme yöntemlerine göre çok daha hızlı işlem yapma imkanı sunar. Özellikle uluslararası işlemlerde günler sürebilecek işlemler, kripto paralar ile anında gerçekleştirilebilir. - Daha Düşük İşlem Ücretleri: Kripto para işlemleri genellikle daha düşük işlem ücretleri ile gerçekleştirilir. Bu, kullanıcıların daha az masraf yaparak para yatırma ve çekme işlemleri yapmalarını sağlar. - Gizlilik ve Güvenlik: Kripto paraların işlem yaparken sunduğu anonimlik ve güvenlik seviyesi, bahis oyuncuları için çekici olabilir. Kullanıcılar kimlik bilgilerini paylaşmadan işlem yapabilirler. - Küresel Erişim: Kripto paralar, sınırlar ötesi ödemeleri kolaylaştırır. Bahis oyuncuları, herhangi bir coğrafi kısıtlama olmaksızın dünya genelindeki bahis sitelerine erişebilirler.
Kripto Paralarla Bahis Sitelerine Para Yatırma İşlemi
Kripto Paralarla Bahis Sitelerine Para Yatırma İşlemi
Kripto paralarla bahis sitesine para yatırmak genellikle şu adımlarla gerçekleşir: - Bahis Sitesi Seçimi: İlk adım, kripto para kabul eden güvenilir bir bahis sitesi seçmektir. Lisanslı ve itibar sahibi siteler tercih edilmelidir. - Cüzdan Oluşturma: Kripto paralarınızı saklamak ve yönetmek için bir dijital cüzdan oluşturmanız gerekecektir. Bu cüzdan, özel anahtarlarınızı güvenli bir şekilde saklar. - Para Yatırma: Bahis sitesine giriş yaptıktan sonra, para yatırma seçeneklerinde kripto paraları seçin. Site size gerekli ödeme bilgilerini sağlayacaktır. - Transfer İşlemi: Bahis sitesi tarafından sağlanan cüzdan adresine, kripto paranızı cüzdanınızdan transfer edin. İşlem onaylandığında bakiyeniz bahis hesabınıza yatırılacaktır. - Oyunlara Katılma: Paranız bahis hesabınıza yatırıldıktan sonra, istediğiniz oyunlara katılabilir ve bahis yapabilirsiniz. Dikkat Edilmesi Gerekenler: - Kripto para volatilitesine dikkat edin. Değerler hızla değişebilir, bu nedenle yatırdığınız miktarı iyi düşünerek seçin. - Güvenilir ve lisanslı bahis sitelerini tercih edin. Dolandırıcılığı önlemek için itibarlı siteleri seçmek önemlidir. - Kullanacağınız kripto parayı ve işlem detaylarını iyi anladığınızdan emin olun. Yanlış işlem yapmaktan kaçınmak için dikkatli olun.
Bahis Sitelerinde Kripto Paralarla Bahis Oynamak
Günümüzde teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte birçok sektörde olduğu gibi bahis sektöründe de önemli değişiklikler yaşanmaktadır. Geleneksel bahis anlayışı artık yerini dijital platformlara bırakırken, bununla birlikte ödeme yöntemleri de evrim geçirmektedir. Son yıllarda kripto paraların yükselişi, bahis sitelerinde de yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur. İşte "Bahis Sitelerinde Kripto Paralarla Bahis Oynamak" konusunda daha fazla bilgi: Kripto Paraların Yükselişi ve Bahis Siteleri Kripto paralar, merkezi olmayan ve şifrelenmiş dijital varlıklardır. Bitcoin, Ethereum, Ripple gibi kripto paralar, geleneksel finans sistemlerine alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle son yıllarda kripto paraların popülaritesi artmış ve birçok sektörde ödeme yöntemi olarak kabul görmüştür. Bu durum, bahis sektörünü de etkilemiş ve birçok online bahis sitesi kripto paraları ödeme yöntemleri arasına eklemiştir. Kripto Paralarla Bahis Oynamanın Avantajları - Anonimlik ve Gizlilik: Kripto paralarla bahis oynarken kişisel bilgilerinizi paylaşma ihtiyacı azalır. Ödemelerde kullanılan adresler şifrelenir ve anonimliğinizi korur. - Hızlı İşlemler: Geleneksel banka işlemlerine kıyasla kripto para işlemleri daha hızlı gerçekleşir. Bu da bahis sitelerinde anında işlem yapabilme avantajı sunar. - Düşük Ücretler: Kripto para işlemleri genellikle düşük işlem ücretleri ile gerçekleşir. Bu da oyuncuların daha az ödeme yaparak daha fazla kazanç elde etmelerine olanak tanır. - Sınırlı Devlet Kontrolü: Kripto paraların merkezi olmayışı, devlet denetimine daha az maruz kalmalarına neden olabilir. Bu da bahis oyuncularının daha özgürce işlem yapmalarını sağlayabilir. Kripto paralarla bahis oynamak avantajlar sunsa da bazı dikkat edilmesi gereken noktalar bulunmaktadır: - Volatilite: Kripto paraların değeri oldukça dalgalıdır. Bu nedenle bahis yaparken hesaplı olmak önemlidir. Ani değer kayıpları yaşanabileceğini unutmamalısınız. - Güvenilirlik: Kripto para kabul eden bahis sitelerini seçerken güvenilirlikleri konusunda dikkatli olmalısınız. Lisanslı ve iyi bir itibara sahip siteleri tercih etmek önemlidir. - Yasal Düzenlemeler: Kripto paraların yasal durumu ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Bazı bölgelerde kripto paralarla bahis oynamak yasak olabilir. Yerel yasal düzenlemeleri kontrol etmek önemlidir.
Kripto Para İle Bahis Sitelerine Para Yatırma
Kripto Paralar İle Bahis Sitesine Para Yatırma Adımları
Günümüzde dijital teknolojilerin hızla gelişmesiyle birlikte, pek çok sektörde olduğu gibi bahis sektöründe de önemli değişiklikler yaşanmaktadır. Kripto paralar da bu değişimin bir parçası haline gelmiş ve bahis severlere alternatif bir ödeme yöntemi sunmaktadır. Kripto paraların bahis sitelerine yatırım yapmak için kullanılması, hızlı, güvenli ve anonim bir ödeme yöntemi arayan kullanıcılar için çekici hale gelmiştir. İşte kripto paralar ile bahis sitesine para yatırma adımları: - Adım 1: Güvenilir Bir Bahis Sitesi Seçimi İlk adım, kripto paralarınızı yatırmak istediğiniz güvenilir bir bahis sitesi seçmektir. Lisanslı ve saygın bir bahis sitesi seçmek, ödemelerinizin güvende olmasını sağlayacaktır. Kullanıcı yorumları, platformun güvenilirliği ve lisans bilgileri gibi faktörler bu seçimi yaparken göz önünde bulundurmanız gereken unsurlardır. - Adım 2: Hesap Oluşturma veya Giriş Yapma Eğer seçtiğiniz bahis sitesinde daha önce bir hesap açmadıysanız, öncelikle bir hesap oluşturmanız gerekecektir. Mevcut bir hesabınız varsa, hesabınıza giriş yapmanız yeterli olacaktır. - Adım 3: Kripto Para Seçimi Para yatırmak için kullanacağınız kripto para birimini seçmeniz gerekecektir. Bahis siteleri genellikle Bitcoin (BTC) gibi popüler kripto paraları kabul etmektedir. Ancak, Ethereum (ETH), Litecoin (LTC), Ripple (XRP) gibi diğer kripto paralar da bazı sitelerde kullanılabilir. - Adım 4: Cüzdan Oluşturma veya Kullanma Eğer daha önce bir kripto cüzdanı oluşturduysanız, bu adımı atlayabilirsiniz. Ancak, cüzdanınız yoksa, seçtiğiniz kripto para için bir cüzdan oluşturmanız gerekecektir. Kripto cüzdanları, dijital varlıklarınızı güvenli bir şekilde saklamanıza ve yönetmenize yardımcı olur. - Adım 5: Bahis Sitesine Giriş ve Yatırım Hesabınıza giriş yaptıktan sonra, genellikle "Para Yatırma" veya benzeri bir bölüm bulacaksınız. Bu bölüme tıkladığınızda, kullanmayı tercih ettiğiniz kripto para birimini seçebilirsiniz. Daha sonra, bahis sitesinin size sağladığı cüzdan adresine kripto paralarınızı göndermelisiniz. Bu işlemi yaparken dikkatli olun ve doğru cüzdan adresini kullandığınızdan emin olun. - Adım 6: Onay ve İşlem Bekleme Kripto paralarınızı gönderdikten sonra, işleminizin onaylanması için bir süre beklemeniz gerekebilir. Kripto para ağındaki yoğunluğa bağlı olarak, işleminiz birkaç dakika ila birkaç saat arasında sürebilir. Bahis sitesi, ödemenizi aldığında hesabınıza yansıtacaktır. - Adım 7: Bonus ve İndirimleri Kontrol Etme Bazı bahis siteleri kripto para kullanımına özel bonuslar veya indirimler sunabilir. Para yatırma işleminizin ardından, hesabınızda bonuslarınızın veya indirimlerinizin olup olmadığını kontrol etmeyi unutmayın. Kripto paraların bahis sitelerine para yatırma yöntemi, hızlı, güvenli ve anonim bir ödeme seçeneği sunar. Ancak, bu işlemi gerçekleştirirken dikkatli olmak ve güvenilir siteleri tercih etmek önemlidir. Bahis oynamadan önce yerel yasaları ve bahis sitesinin kurallarını da göz önünde bulundurmayı unutmayın. Burada makalemizin sonuna geliyoruz zamanınızı ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederiz. Yeni makalelerimizden ve kripto paralar hakkında bilgi almak için bizi takip etmeye devam edin. Blockchain Bölümü Hangi Üniversitelerde Var? konusu hakkında detaylı bilgi almak için tıklayın. Read the full article
0 notes
Text
Okan’ın Yeni Projesi: E-ticaret Dünyasını Sallayacak mı?
Merhaba dostlar! Bugün size, bir süredir kulak aşinası olduğumuz ve merakla beklediğimiz bir projeden bahsetmek istiyorum. Evet, yanlış duymadınız; Okan’ın yeni projesi nihayet gün yüzüne çıktı. İnternetin derinliklerinde beliren bu devasa proje, e-ticaret dünyasını adeta sallamaya geliyor gibi görünüyor. Peki, Okan’ın bu yeni projesi gerçekten de beklentilerimizi karşılayabilecek mi? Yoksa tüm bu heyecanımız boşa mı gidecek? Hep beraber göreceğiz. Ancak burada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var ki o da Okan’ın geçmişteki başarıları. Unutmayın, Okan daha önce de birçok projede yer aldı ve her seferinde bizi şaşırtmayı başardı. Peki ya bu sefer? Hazır mısınız Okan’ın yeni macerasına ortak olmaya? Hadi gelin, hep beraber bu yolculuğa çıkalım ve e-ticaret dünyasının nasıl bir sallantıya uğrayacağına tanık olalım!
Okan’ın Geçmiş Projeleri: Neden Dikkat Çekiyor?
Okan Yavuz, birçok başarılı projeye imza atan ve özellikle Mondy Şirketler Grubu ile adını geniş kitlelere duyuran başarılı bir iş insanı. Okan’ın geçmişteki projeleri, inovatif yaklaşımları ve sektördeki boşlukları hızlıca doldurmasıyla ön plana çıkıyor. İşte bu nedenle yeni projesi Ismarlasana.com’un da e-ticaret dünyasında büyük ses getireceği tahmin ediliyor.
Okan Yavuz’un geçmişte gerçekleştirdiği projelerin başarısı, tecrübesinin ve vizyonunun göstergesi olarak kabul ediliyor. Özellikle Mondy Şirketler Grubu’nda gerçekleştirdiği çalışmalar, onun liderlik yeteneklerini ve stratejik düşünme becerisini ortaya koymuş oldu. Bu şirket grubu altında hayata geçirilen başarılı projeler, Okan’ın e-ticaret sektöründe ne kadar etkin bir oyuncu olduğunu kanıtladı.
Şimdi ise Okan Yavuz, yeni projesi Ismarlasana.com ile e-ticaret dünyasındaki yerini daha da güçlendirmeyi hedefliyor. Ismarlasana.com, kullanıcılarının online alışveriş deneyimlerini kolaylaştırma ve daha keyifli hale getirme iddiasıyla yola çıkacak. Okan’ın bu yeni projesinin de tıpkı diğerleri gibi başarılı olacağına dair genel bir görüş hakim. Çünkü Okan Yavuz’un elinden çıkan her proje, sektöre farklı bir soluk ve yenilikçi bir bakış açısı kazandırıyor.
Yeni Proje Hakkında İlk Bilgiler: E-ticaretin Hangi Alanına Odaklanıyor?
Mondy Şirketler Grubu’nun başarılı CEO’su Okan Yavuz, e-ticaret dünyasında yeni bir soluk olacak projenin müjdesini verdi. Bu seferki hedefi, geleneksel e-ticaret anlayışını alt üst etmek ve herkesin aklındaki soruyu yanıtlamak: Ismarlasana.com ne işe yarayacak?
İlk bilgilere göre Okan Yavuz’un yeni projesi Ismarlasana.com, e-ticaretin belirli bir alanına odaklanmayı planlıyor.
E-ticaret Sektöründe Kritik Değişimler ve Okan’ın Rolü
hızla gelişen teknolojiarının sürekli değişmesi nedeniyle sürekli bir evrim içinde. Bu dinamik ortamda, birçok girişimci ve şirket yenilikçi projelerle ön plana çıkmaya çalışıyor. İşte bu noktada Okan Yavuz’un yeni projesi Ismarlasana.com Mondy Şirketler Grubu’nun sahibi olan ve sektörde oldukça tanınan isim olan Okan Yavuz, yeni projesi ile e-ticaret dünyasında fark yaratmayı hedefliyor. Ismarlasana.com, çevrimiçi alışveriş deneyimini daha da kişiselleştirmeyi amaçlayan bir platform. Müşterilerine özel ürün önerileri sunarak, onların ihtiyaçlarını daha iyi anlamayı ve böylece doğru ürünleri onlara ulaştırmayı hedefliyor.
Bu projenin başarılı olup olmayacağını zaman gösterecek ancak şimdiden sektörde heyecan yarattığını söylemek mümkün. Okan Yavuz’un tecrübesi ve Mondy Şirketler Grubu’nun gücü, bu projenin başarıya ulaşmasını sağlayabilecek en önemli faktörlerden biri olarak görülüyor.
Bunun yanı sıra, Ismarlasana.com’un hedeflediği kişiselleştirilmiş alışveriş deneyimi konsepti, tüketicinin beklentilerini karşılayabilecek nitelikte. Sonuçta, bugünkü tüketiciler artık sadece bir ürün satın almak istemiyorlar; aynı zamanda kendilerine özel hissettiren bir alışveriş deneyimi arıyorlar.
#mondyshop#saç bakımı#mondyshopblog#kerastase#saç maskesi#saç bakım ürünleri#kozmetik ürünleri#ciltbakımı#ciltsağlığı#1950s#mondy shop blog yazıları#mondy şirketler grubu#okan yavuz#e ticaret#kozmetik alışveriş sitesi
0 notes
Text
EVRİM DENEN HABİS UR
Evrim; rastlantılarla oluştuğu varsayılan bir canlı hücresinin zaman içinde değişip geliştiği; sonuçta, içlerinde bitkilerin, böceklerin, hayvanların bulunduğu tüm yaşam dünyasının (yaklaşık otuz milyon canlı türünü) oluştuğu iddiasıdır.
Evrim bilimsel bulgulara değil de ateizmin ilkelden gelişkine doğru oluşum inancını temel alır.
Bu gün evrim; anlamlardan anlamlara, renklerden renklere girebilen, herkesin anlayışına; o anki ihtiyacına uygun tanımlar yaptığı, lastik gibi uzayıp kısalabilen tam bir anlam ve tanım karmaşası içindedir.
Evrim insanlık tarihinin en çok suiistimal edilen öngörüsüdür.
Yalanlarla, sahtekarlıklarla, algı operasyonlarıyla inanılmaz derecedeki saçmalıkların bilimsel gerçekler olduğu inandırılıyor.
İnanılmaz bir şey ama insan aklıyla, mantığıyla medeniyetiyle.. açık alay etme, aptal yerine koyma olmasına rağmen pek çok insan bu saçmalıkların gerçekliğine inandırılmış.
Maddeler halinde bir kaçını yazayım.
a)-Canlılara doğal olan zaman içindeki değişimlerin tümü evrim olarak yorumlanıyor. Gerçekte değişimler evrim değil tersinimdir.
b)-Evrimin temeli değişerek GELİŞİM ve türlerden türlere geçmedir. Rastlantılarla oluştuğu varsayılan bir canlı hücresi değişip gelişerek tüm yaşam dünyasını meydana getirdiği iddiasıdır.
Fakat bu iddia bilim dışıdır. Değişerek gelişim termodinamiğin ikinci kanunu ile çelişir. Canlı hücreleri, canlı bedenler gibi ultra - ultra kompleks yapılar zaman içinde değişerek gelişme bir yana tersinime (bozuma) uğrarlar. Bu gerçeği günlük hayatımızda hastalanma, yaralanma, sakatlanma, yaşlanma vb olumsuzluklar halinde rahatlıkla gözlüyoruz.
c)-Evrim için türlerden türlere geçiş şarttır. Fakat bu da imkansızdır. Nedenlerinden bir kaçını yazayım.
1)-Türler arasında tür yalıtımı denilen doğal engeller vardır. Örneğin eşeyli üreme ve türler arasındaki kromozom sayı farklılıkları türlerden türlere geçişi imkansız yapar. Sadece bu gerçek bile evrimi temelden çökertir.
2)-Evrim için değişerek gelişim yani faydalı mutasyonlar şarttır. Fakat termodinamiğin ikinci kanunu gereği mutasyonların tümü az ya da çok zararlıdır. Bunu canlılara tersinim olarak gözlüyor ve sınıyoruz.
3)-Evrim için değişimlerin diğer nesillere aktarılıp biriktirilmesi şarttır. Değişimler genetik olmak zorundadır. Nitekim günümüzde geçerli olan sentetik teori genetik mutasyonları temel alır.
4)-Genetik mutasyonların tümü az ya da çok zararlı olduğu gibi eşeyli üreme sırasında büyük oranlarda yok edilir. Diğer nesillere aktarılmaz. Bir bakıma yavruların gen havuzları aslına uygun düzeltilir.
5)-Herhangi bir nedenle diğer nesillere aktarılan mutasyonlar genetik hastalıklara neden olurlar. Bu gün tanımlanmış yüzden fazla gen hastalığı vardır. Gün güne de artmaktadır.
6)-Evrim doğru olsa idi genetik mutasyonların en kolay diğer nesillere aktarıldığı yakın akraba evlilikleri faydalı olurdu. Halbuki zararlıdır.
Evrim yalanlarla, sahtekarlıklarla, algı operasyonları ile yatılmaya çalışılan tam bir saçmalıklar zinciridir.
Ateizmin ilkelden gelişkine doğru oluşum inancına uygun tek öngörü olduğundan ateistlerce sahipleniliyor.
Günümüz bilimi ne yazık ki ateizmin güdümündedir. Tarafsızlığını yitirmiştir.
İnanılmaz derecedeki saçmalıklar bilimsel gerçekler diye çocuklarımıza okullar da okutulup öğretiliyor, beyinleri yıkanıyor, aydın geçinen yobazlar haline getiriliyor.
Bilimsel öngörüler diye önümüze getirilenleri sorgulamadan gerçek kabul etmeyelim. Bu konuda çok dikkatli olalım.
Teknoloji yönünden çağ atlamış olsak da bilim yönünden tarihimizin en karanlık dönemini yaşıyoruz.
Çok ama çok dikkatli olmak zorundayız.
1 note
·
View note
Photo
0 notes
Photo
0 notes
Text
Giriş: Neden Evrim Teorisi?
Evrim teorisi ya da "Darwinizm" kavramlarını duyan insanların bir bölümü, bu kavramların sadece biyolojinin ilgi alanına girdiğini ve kendi yaşamları açısından bir önem taşımadığını sanabilirler. Oysa, evrim teorisi, biyolojik bir kavram olmanın ötesinde, dünya üzerinde yaygın bir kitleyi etkisi altına almış yanlış bir felsefenin altyapısını oluşturur.
Bu felsefe, sadece maddenin varlığını kabul eden, insanı bir "madde yığını" olarak gören, insanın gelişmiş bir hayvan türü olarak ortaya çıktığını ve doğadaki tek geçerli kanunun "çatışma" olduğunu varsayan bir öğretidir. İsmi "materyalizm"dir ve her ne kadar bilim görüntüsü altında insanlara empoze edilse de, bilimsel bir dayanağı bulunmayan eski bir dogmadır. Eski Yunan'da doğan bu dogma, 18. yüzyılda bazı Avrupalı düşünürler tarafından yeniden tarihin tozlu raflarından çıkarılmış, 19. yüzyılda Marx, Darwin, Freud gibi teorisyenler tarafından bilimlere uygulanmış, daha doğrusu çeşitli bilim dalları materyalist felsefeye uydurulabilmek için çarpıtılmıştır.
Karl Marx, Darwin'in teorisinin materyalizme ve dolayısıyla komünist ideolojiye büyük bir temel sağladığını açıkça belirtmişti. Marx, Darwin'e olan sempatisini, en büyük eseri sayılan Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek de göstermişti. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı: "Charles Darwin'e, ateşli bir hayranı olan Karl Marx'tan" (solda)
19. ve 20. yüzyıl materyalizmin kanlı bir "deney alanı" olmuştur: Bu felsefeden kaynak bulan (veya ona tepki görüntüsü altında onunla aynı temelleri paylaşan) ideolojiler ve dünya görüşleri, dünyaya acımasızlık, çatışma, savaş ve kaos getirmişlerdir. 20. yüzyılda yaklaşık 120 milyon insanın yaşamına mal olan komünizm, materyalist felsefenin siyasi uygulamasından başka bir şey değildir. Materyalizme reddiye iddiasıyla ortaya çıkan, oysa bu felsefenin çatışmacı temelini aynen benimseyen faşizm, iki büyük dünya savaşının, sayısız soykırım, katliam ve zulmün sorumlusudur.
Bu iki kanlı ideolojinin yanısıra, bireysel ve toplumsal ahlak da materyalizm tarafından tahrip edilmiştir. İnsanlar, materyalist felsefenin "sen, tesadüfen ortaya çıkmış, kimseye karşı sorumluluğu olmayan gelişmiş bir hayvansın" şeklindeki aldatıcı telkinine inandıkça, inanç ve değerlerini yitirmeye başlamışlardır. Bunun sonucunda pek çok toplumda, sevgi, merhamet, fedakarlık, dürüstlük, adalet gibi ahlaki erdemler dejenere olmuştur. Materyalizmin, "doğanın kuralı çatışmadır" şeklindeki dogmasına kanan insanlar, tüm hayatlarını diğer insanlara karşı yürütülen bir "çıkar çatışması" olarak görmüş ve görünüşte modern, ancak özde "orman kanunlarına" göre düzenlenmiş bir yaşam kurmuştur.
Kısacası, son iki yüzyıldır insanlığa isabet eden belalarda, materyalist felsefenin büyük bir rolü vardır. İnsanlar arasındaki farklılıkların bir "çatışma" nedeni olduğunu varsayan her türlü düşüncede, bu felsefenin izlerini bulabilirsiniz. Sözde din adına ortaya çıkan, ama masum insanların canına kast ederek dine göre en büyük günahlardan birini işleyen teröristlerin kökeninde bile...
Evrim teorisi bu noktada çok önemlidir. Çünkü insanları materyalist felsefeye sürükleyen, onlara bu dogmayı "bilimsel" gibi gösteren en önemli unsur, Darwin'in evrim teorisidir. Komünizmin kurucusu Karl Marx'ın ifadesiyle, Darwin'in teorisi materyalizmin "doğabilimleri açısından temeli"dir.1
Oysa bu temel çürüktür ve insanlık materyalizme inanarak büyük bir aldanışa düşmektedir. Nitekim bu gerçek çağımızın bilimsel bulguları tarafından ortaya konmaktadır. Darwin'in evrim teorisi bilim tarafından reddedilmekte, bilimsel bulgular dünya üzerinde varlığımızın kökeninin "yaratılış" olduğunu göstermektedir: Evreni, canlıları ve biz insanları Allah yaratmıştır.
Elinizdeki kitap bu gerçeği insanlara duyurmak için yazıldı. Yazıldığı günden bu yana da ilk önce Türkiye'de, ardından da dünyanın pek çok farklı ülkesinde milyonlarca insana ulaştı. Kitap, orijinal yazım dili olan Türkçe'nin ardından; ��ngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Rusça, Çince, Arapça, Boşnakça, Arnavutça, Urduca, Malayca ve Endonezyaca gibi farklı dillere çevrilerek dünyanın pek çok farklı ülkesindeki farklı kesimlerden okuyucular tarafından ilgiyle izlendi.
Evrim Aldatmacası, Darwinist düşünceyi savunan çevrelerde de yankı buldu. ABD'deki Bilim Eğitimi Ulusal Merkezi (National Center for Science Education) tarafından yayınlanan Reports dergisinin, 10 Kasım 1999 tarihli sayısının kapağında Evrim Aldatmacası'nın resmi duruyordu ve derginin yaklaşık 30 sayfası bu konuya ayrılmıştı. 22 Nisan 2000 tarihli New Scientist dergisi, "Burning Darwin" başlıklı bir makalesinde, dünyada evrim teorisine karşı yürütülen entellektüel kampanyada yazar Harun Yahya'nın eserlerinin önemli bir yeri olduğunu vurguladı. New Scientist, şöyle yazıyordu: "Harun Yahya uluslararası bir kahraman. Kitapları İslam dünyasının her yanına yayılmış durumda."
Bilim dünyasının lider dergisi Science'ın, 18 Mayıs 2001 tarihli ve "Yaratılışçılık Asya ve Avrupa'nın Birleştiği Yerde Kök Salıyor" (Creationism Takes Root Where Europe, Asia Meet) başlıklı bir makalesinde ise, "Harun Yahya'nın kitaplarının pek çok yerde ders kitaplarından bile daha etkili olduğu" belirtiliyordu.
Belirtmek gerekir ki, evrim teorisini savunan bu ve benzeri bilimsel dergiler, Evrim Aldatmacası kitabını önemle konu edinmelerine rağmen, kitapta yer alan bilimsel delil ve argümanlara bir cevap getiremediler.
Getirmeleri de mümkün değildir, çünkü evrim teorisi bilimsel bir çöküş içindedir. Evrim Aldatmacası kitabının bu baskısı, daha da genişletilmiş ve güncellenmiş olarak, bu çöküşü ortaya koymaktadır. Kitabın bölümlerini okudukça, evrim teorisinin ileri sürüldüğü gibi bilimsel bir gerçek değil, bilime rağmen materyalizm uğruna yaşatılan bir dogma olduğunu göreceksiniz. Kitabın son iki bölümünde ise, materyalizmin daha da temel bir noktadan çürütülmesini okuyacak, tüm dünyaya bakışınızı değiştirecek büyük bir gerçekle yüzyüze geleceksiniz.
Umulur ki Evrim Aldatmacası, 140 yıldır insanlığı aldatan materyalist-Darwinist dogmanın çöküşüne katkıda bulunmaya devam edecektir. Ve insanlara, nasıl var olduğumuz ve bizi yaratan Allah'a karşı hangi sorumlulukları taşıdığımız gibi reddettikleri veya yeterince düşünmedikleri bazı temel gerçekleri hatırlatmayı sürdürecektir.
Dipnotlar
1. David Jorafsky, Soviet Marxism, Natural Science, s. 12.
2 notes
·
View notes
Note
Dawkins ten alıntılıyarak soruyorum “Darwincilik hepimizin neden var olduğumuza neden şu anki halimizle burada olduğumuza dair tek tatmin edici cevabı sağlar.” diyebilir miyiz sence de. Ve şu an Kör Saatçiyi okuyorum yazımının üzerinden çok zaman geçtiği için soruyorum sence hala evrim için okunması gereken bir kitap mı?
Burada Darwincilik ile Darwin'in evrim teorisi arasındaki ayrımı doğru şekilde yapmak gerekiyor çünkü bu metodolojiden ontolojiye geçişin anahtarı. Evrim teorisi sana neyin neden olduğunu anlatmaz, sana neyin "nasıl" işlediğini anlatır. Ancak böyle bir teori elbette ideolojik bir anlayışa da izin verir ki bu da Darwinciliktir ve neden sorusunun kökenlerini de doğal seçilimin evrimsel süreçleri içerisinde ontolojik ve mütevazi bir temel sunarlar. Ancak Darwinciliğin sunduğu neden bir köken sunumudur, oysa ontolojik cevaplar kökeni içerdiği kadar bir sonucu, varılacak nihai bir noktayı da içerir genellikle. Bu sebeple bu yorumun köken yorumunun oluş bağlamında gerçekten de tek tatmin edici cevabı sağlarken, gitmekte olduğumuz yer konusunda katı ve soğuk bir yolu tarif etmektedir bize adeta. Bu elbette ki yanlış bir yol değildir ancak bireysel niyet ve isteklerin yöneldiği öze de tamamen denk geldiği söylenemez, insan anlam kurgusunda tutulmak ve sıcaklıkla sarmalanmak isteyebilir pekala. Dawkins bence bu özü atladığı için, insanların başka neden açıklamalarına temelde neden yöneldiğini ve anlam kurgularının sadece bir köken sorunundan ibaret olmadığı gerçeğini bir miktar atlıyor. Kör Saatçi gayet güzel bir kitap, elbette tavsiye ederim ancak Dawkins'in kendi iddialarının aksine başka hususlarda belirli dar ve sabit görüşlülükler taşıdığını düşündüğüm için okurken eleştireni de eleştirmenin önemli olduğunu vurgulamak isterim.
5 notes
·
View notes
Text
Yeni insan ırkı(!)
“Kristal” denilince gümüşlüğe dizdiğimiz kristal takımlar, yada “indigo” denilince aklımıza sadece eşarp renkleri geliyordu..
Öyle değil mi?
Hiç tasavvur edebilir miydik bu kavramların yeni bir insan ırkına ait olacağını?
Ne sandık ki sahi?
Bill Gates hep Afrika ile uğraşacak, Amerika sadece ortadoğuyu vuracak, İsrail sürekli Kudüs’ü işgal edecek bize dokunmayan yılan hep biiiiin yaşayacak!
Oysa bugün biyolojik olarak öyle bir yerdeyiz ki; inanın çekip alnımızdan vursalar belki daha iyiydi..
Bugün “Fıtrat savaşı” veriyoruz bizler..
Allah bizi nasıl yarattı ise, öyle kalabilmek adınadır verdiğimiz tüm mücadele.
Yoksa firavunlukta gözümüz yok ki hiç başımız ağrımasın türünden bir sağlık isteyelim..
Yada toprak Rasulullah’ın üzerine atılmışken, daha uzun ömürlü olalım diye sakınmıyoruz kimyasallardan kendimizi ve ehlimizi..
Ne için peki bunca uğraş?
Bizler bugün tek bir şeyin bedelini ödüyoruz.
“Allah Rasulu ve Ashabının ciddiye aldığı kadar Deccali ciddiye almadık, almıyoruz!”
Ne bu rahatlık?
Asıl Peygamber ve ashabı demeli değiller miydi;
-Ya İslam daha yeni geldi, ne deccali? Ne kıyameti? Daha bir sürü alamet var bizi mi bulacak Deccal!
Demediler!
Aksine her namazlarında Deccal ve fitnelerinden Allaha sığındılar.
Ya biz?
Sanki bunca uyarı bize gelmemiş, bunca tuzak bize kurulmamış, ahir zaman ümmeti değilmişiz gibi herşeyden habersiz yaşıyoruz.
Önümüze ne koysalar sazan misali atlıyoruz.
Ne vaad etseler mucize geliyor inanıyoruz.
Bizler senelerdir;
-İnsanların fıtratlarıyla oynuyorlar, ekini ve nesli ifsad ettiler, doğacak çocuklar normal insan fıtratında olmayacaklar! Diye haykırdıkça sesimiz duyulmadı, umursanmadı.
Dünyanın nüfusu azaltılıyor dedikce “komplo bunlar” dendi..
Çocuklarımız değişiyor dedikçe “çamaşır susuz temizlik, margarinsiz kurabiye olmaz” dendi..
Sonuç?
Gerçekten hasta bir nesil.. Hem bedenen, hem ruhen hasta bir nesil..
Nasıl ki bunca savurganlığımız doğayı, suyu, havayı mahvetti ve hiçbirşeyi geri alamıyoruz, işte bu umursamazlığımızda evlatlarımızı mahvediyor ve biz hala uyuyoruz.
Konuyu daha iyi anlayasınız diye bu izahlarda bulundum.
Mevzumuza gelecek olursak;
İnanın ne yaptılar, nasıl yaptılar bilmiyorum. Ancak bugün millet, din, ırk ayrımı yapmadan bu ifsadı herkes üzerinde gerçekleştirdiler. Hemde mucize ve çok güzel bir durummuş gibi lanse ederek..
Hatta öyle ki “bizim kristal ve indigo hafızlarımız vaaar” diye övünen kadınlar görüyor, acı bir tebessümle idraksizliklerine yanıyorum.
Bugün “kristal, indigo, gökkuşağı, melek çocuklar” ismini verdikleri ve kendilerininde normal insan formunda olmadığını kabul ettikleri türden bir nesil geldi.
İlk olarak indigolar doğmaya başladı. Neden indigo adı verildi?
Her insanın letaifleri yani bilimsel lisan ile Auraları vardır.
Bunu ilimsel olarak zaten biliyorduk peki bilim nasıl kabul etti derseniz;
1939 yılında Sovyet Bilim Adamı olan Semyon Kirlian’ın icadı ile “Kirlian fotoğrafçılığı” ortaya çıkmıştır.
Bu icad ile insanların letaif yani auralarının fotoğrafları çekilebilmiştir.
Her insanda 7 renk aura keşfedilmiştir.
Bunun manevi bir hal olduğu ise; canlı bir yaprağın aurasının resmini çekiyorlar ve daha sonra bu yaprağı koparıyorlar.
Aurada çok açık bir değişme görülüyor ve yaprak kurudukça aura yavaş yavaş kayboluyor. Buna bilimde “hayalet yaprak etkisi” (phantom leaf effect) ismini verip İslam’daki letaifleri bir nevi bilimselde ispatlamış oldular.
Her fıtrat sahibi insanda 7 renk aura olması gerekirken bu insan türlerinde sadece 1 adet var.
Oda fıtri bir şekilde değil.
Bilimsel olarak tespit edildiğine göre indigo ve kristal insanların sadece iki kaşlarının ortasındaki letaiflerinden yani 3. Göz çakralarından “indigo” rengi bir ışık saçılıyor.
Indigo rengi dünya varlıklarının auralarında yoktur!
Ve bundan da başka letaifleri yok..
Kristal çocukların ise aynı şekilde sadece pastel kırmızı tonlarda ışık saçılıyor buda sadece hayvanlarda mevcut..
Bu sebeple duyarsız, itaat eden, boyun eğen, uyumlu, hissiz, donuk bakışlı, mimikleri enteresan bir yapıda olduklarını farkedersiniz.
Bir diğer farklılıkları ise DNA yapıları..
Normal bir insanın dna sarmalları çifttir.
Ancak bu insanların 12 sarmalları vardır.
Bunu ilk dile getiren genetikçi Dr. Berranda Fox;
“İnsanları 12 sarmallı DNA’lar ile mutasyona uğratacaklarını” itiraf etmiştir.
Peki sonra ne oldu?
Dr. Fox’un “araştırmaları” internette yaygın olarak paylaşılmışsa da, bu araştırmacının bir sahtekar olduğunu savunanlar, dava açıp kliniğini kapattırdılar.
Ama bugün onun doğru söylediği artık reddedilemez bir gerçektir.
Bugün “filozof” diye adlandırılan ama aslında kristal çocuk olan Atakan’ın videosu yayınlanmasaydı bu gerçeklerden binlerce kişi hala habersiz yaşayacaktı..
Neden patladı birden bire ve bir günde tüm medya organları üşüştü bu garip bakışlı çocuğun başına?
Oysa yaptığı tek şey yaşına uygun olmayan materyalist kitaplar okumaktı.
Başka?
4 yaşında Kuran hafızları, 7 yaşında Buhari ve Müslim hafızları da var bu ülkede oysa?
Neden bu çocuk?
Çünkü dahi olarak lanse edilip peşine kristal olduğu vurgulandı..
Medya ne vakit hayrlı bir iş için uğraşmış ki bugün bunu yapacak?
Neden kanıyoruz herşeye?
Belki yüzlerce anne benim çocuğumda kristal, indigo olsun diye çocuğunun genleriyle oynatacak ben buna eminim!
Her olan biten bizim hayrımıza değil neden bunu anlamıyoruz ısrarla?
İnsana enerjide, ilhamda iki kanaldan gelir.
Bu ya Rahmanidir ya şeytani.
Bugün vaad edip gerçekleştirdikleri bir program var Matrix filmindeki gibi.
İnsanın beynine bir program yüklüyorlar ve 1-2 haftada çatır çatır ingilizce konuşuyor.
Bu şeytani olandır çünkü bilinçaltına müdahale ettiriyorsun sana nasıl bir enerji yolladılar bilmiyorsun ingilizce programını yükleyen başka neler yükleyecek yada bilinçaltından neler silecek bilmiyorsun!
Oysa Yahudiler Rasulullahı yanlış bilgilendirmesin diye tam 15 günde İbranice öğrenen sahabelerde geçti bu dünyadan. İste bu Rahmani olandı!
Allahın yardımıyla olandı, davası için çırpınana bahşedilendi.
Yada daha günümüzden bir örnek verecek olursak bugün aynı programın beyine yüklenmesiyle bir anda karete ustası yada çok ağır halter kaldıran insana dönüşüyorlar. Bu şeytani olandır.
Rahmani olanı Çanakkalede Seyyid Onbaşının Ya Allah deyip kaldırdığı gülle ile gördü atalarımız.
Şimdi bu çocuğa gelecek olursak konuştuklarını analiz edin..
Bu yaşta Evrim teorisinden bahsedip;
-İnsan topraktan yaratılmadı. Tek hücreli varlıklardan evrim sürecinde oluştu diyor..
Yani bu nedir? Bunun Rahmani bir tarafı var mı?
Kristal ve indigo çocukların rehberleri şöyle diyorlar;
-Bu insanların amaçları; Eski medeniyetleri, örfleri, kanunları, eğitim sistemini yıkıp kendi sistemlerini kurmaktır.
Bugün dinlediğimiz çocuk ne dedi?
-Eğitim sistemini düzelttikten sonra adalete yön vereceğim! Pardon, yön vereceğiz.. diye büyük büyük iddialarını savurdu.
Biyolog Dr Aidin Salih bu konu hakkında;
-Ben onların Deccalin askeri olacağını düşünüyorum. Zaten onlarda bunu saklamıyor ki.. “Bizler hükümetin başına geçeceğiz, bütün kuvvetleri ele alacağız” diyorlar. Demiştir.
Peki dahası?
Yine bu çocukların rehberleri şöyle derler;
-Kristal ve indigo çocuklar şifacıdır. Dokundukları yeri iyileştirebilirler.
Bugün dinlediğimiz çocuk ne dedi?
-Ben bugün çözülmeyen hastalıklara çare bulacağım.Down sendromu, otizm, şizofreni hastalıklarını iyileştireceğim!
Biyolog Dr Aidin Salih bu konu hakkında;
-Onlar, şifacı olup sizi iyileştireceklerini söyleyecekler. Bütün hastalıkları tedavi edeceklerini söyleyecekler. Onların gözlerine baktığınızda hemen anlarsınız! Sizi göz temasları ile etki altına alabilirler.
Yine onların rehberleri;
-Onlar yıldızların çocuklarıdır. 5 boyutlu bir dünyadan geliyorlar. İnsanların ve bebeklerin bedenlerine yerleşiyorlar. Onlar bu kötü düzene karşı savaş açacaklar..
İndigo olanlar savaşarak tüm kötülükleri temizleyecekler dünyadan ve onlar güvenli bir dünya bırakacaklar.. diyorlar..
Şimdi bu durum bize ütopik gelebilir.
Bende size derim ki hiç rukye videosu izlediniz mi?
Metafizik varlıkların insan bedenini kullandıkları ve hatta onları yönlendirip kendilerinin onların ağzından konuştuğu artık kimseye kapalı bir mesele değildir..
Durum bu kardeşler.
“Onlar insanların bedenlerini kullanıyorlar. Bu çocuklardan uzak durun. Siz onlara hiçbirşey yaptıramazsınız, ama onlar size herşey yaptırırlar. Onlar hakkında konuşmak çok tehlikelidir. Allah sizi büyük bir toplantıda onların hakkında konuşmaktan korusun. Çünkü onlar heryerdeler ve size saldırırlar. İstanbul’da çok belirtileri var.
(Aidin Salih-02.03.2013)
Aradan geçen 7 sene sonrasında İslam hekimesi Aidin Salih’in ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gördük
Ancak Mümin ferasetiyle bakanlar hemen anlarlar ve çok rahatsızlık duyarlar bu insanlardan..
Fiziki yapıları, gözleri ve bakışları asla normal değildir.
Özellikle bahsettigi konulara bir dikkat edin.
“İnsanlıgın kurtuluşu, adalet sağlamak, ahlak” gibi konuları anlatarak bize New Age tarikatların söylemlerini bariz söylüyor..
Ancak her şeye bilmeden atlayan ve sonra “aaa pardon” demeye alışmış ülkem icin bu insanlar malesefki baştacı yapılacak..
Ülkemizde ve dünyada durumu anlatabilen sayılı insanlar var..
Ancak fıtrat sahibi, Müslüman basiretiyle bakanlar anlayabilir.. Kalpleri rahatsız olur..
Rabbim bizi ve neslimizi korusun.. Umarım “Sade hayat imandandır” buyurarak bizleri sade olmaya sevk eden Peygamberimizi bir nebze anlarız..
Avuçlarınıza bol bol okuyup yavrularınızı mesh edin, sünnetullaha yapışın, farzları terk etmeyin, bol bol zikir ve dua edin bizleri muhafaza edecek başka birsey yoktur..
Dualaşalım..
Yağmur İbiç/19.02.2020
166 notes
·
View notes
Video
youtube
Dilin Ortaya Çıkışı, Chris Knight
Teşekkürler Camilla [Power].
Evet, yazılı halini istiyorsanız en iyisi Wild Voices [Yaban Sesler] indirin. Burada dersler verip BaYakalarla saha çalışması yapan Jerome Lewis ile beraber kaleme aldığımız bu makalede her şeyi bulabilirsiniz. Jerome sayesinde sanırım sekiz yıl kadar önce Kongo'daki bu avcı-toplayıcılar hakkında şaşırtıcı şeyler keşfettim - ormanla nasıl konuştuklarını, nasıl maymunların, şempanzelerin, gorillerin, çalı domuzlarının lisanını kullandıklarını… Ardından farkettim ki aslında lisan bu yaşam şekline, bu eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşam tarzına özgü bir şeydi ve bu geniş bağlam olmadan –muazzam bir ortaklaşalık ile neredeyse topluma yön veren çocuklar ve kahkalarla dolu eşitlikçi bir bağlam– bu çatı olmaksızın hiç şüphe yok ki söylem veya lisan olarak adlandırdığımız bu harika sistem evrimleşemezdi. O halde şöyle yapalım, tek bir kavram hakkında düşünmenizi istiyorum – herhalde hepiniz bunu düşünmüşsünüzdür – kendi sesinizi bulduğunuzda – bir ses bulma üzerine düşünün. Ne demek kendi sesini bulmak? Ne anlama geliyor mesela – düzgün bir sesiniz var diyelim, çığlık atabilirsiniz, bağırabilirsiniz vesaire, sesiniz kısık falan değil, yine de nedendir bilinmez bir bakmışsınız nutkunuz tutulmuş. Zira iddia edeceğim üzere salt bir sesininizin olması, dudaklarınızın, dilinizin, dilbilgisiyle başa çıkmamızı sağlayan beynimizdeki binbir çeşit karmaşık şeylerin olması, aslında atalarımız konuşmaya başladığında yaşananlarla çok da ilgili değil. İddiam o yönde ki bir noktada kimi atalarımız – muhtemelen 300 bin yıl kadar önce, Homo Sapiensin bir tür olarak ortaya çıktığı zaman – bizim bu atalarımız kendi seslerini bulmuşlardı. Düşünürseniz bence bana hak vereceksiniz ki bir ses bulmak sadece biyolojik, bilişsel ve hatta sadece psikolojik bir durum değil. Sizinle olduğunu bildiğiniz bir dinleyicinin olmasıyla alakalı bir şey. İnsanlarla aynı dalga boyunda olmanız gerekli, öyle değil mi? Tamamen farklı bir grup insanla aynı odada olsaydınız aynı dalga boyunda olmazdınız. Sizin onlara söyleyecek birşeyiniz yok, onların size söyleyeceği bir şey yok. Bilmiyorum, diyelim ki Avam Kamarası ya da benzeri bir yerdesiniz. Jeremy Corbyn mesela, biliyorsunuz, asla kendi sesini bulamadı. Kendisi yanlış yerde, orası Eton ve benzeri yerlerden gelen insanlara ait korkunç bir klüp. Hiçbir zaman kendi sesini bulamadı. Öyleyse iddia edeceğim üzere lisanın nasıl ve niçin evrildiğini anlayabilmek için sosyal bir teoriye ihtiyacımız var ve lisan sesli ve sessiz harfleri çıkarabilmekle ne kadar alakalıysa bir o kadar da bizi dinleyen ve birlikte olduğumuz insanlarla ilişkili.Öyleyse belki de başlarken, umuyorum ki bir çoğunuz lisanın ilk olarak ortaya çıktığı zaman aslında neler olup bittiği hakkındaki bir konuşma dinlemeye gelirken ki birçoğunuz derken kastettiğim aslında hepiniz bir anlamda Darwincisinizdir. Tahminim böyle bir konuşmaya gelmiş olan birçoğunuz yaradılışçı değilsinizdir örneğin. Lisanın nasıl evrildiğiyle ilgili olup bir tür Darwinci evrim sürecinin lisan ve konuşma yetisine sahip olduğumuz olgusundan sorumlu olduğunu varsayacaksınız. Yine de yeterince bilinmeyen bir şey var ki o da Darwinciliğin başarısına rağmen ki biliyorsunuz Darwincilik o kadar olağanüstü bir teori ve o kadar güçlü ki bu günlerde dünyanın yuvarlak olup hareket halinde olduğunu söyleyen teori kadar güçlü, öyle ki biz nadiren bunu bir teori olarak düşünüyoruz zira dünyanın yuvarlak olup hareket etmesi salt bir gerçek. Bence dünyadaki eğitimli insanların tümü bizim bir tür Darwinci doğal seçilim süreci üzerinden evrildiğimizin farkında. Daha az bilinen şey ise bilim camiası dediğimiz bu topluluğun Darwinci bileşeninin, lisanın nasıl veya niye evrildiğine dair hiçbir fikrinin olmaması. Tamamen muamma. Tamamen tartışmalı. Yine de söylemeliyim ki bunun sebebi bir teorimizin olmaması değil. Aksine sorun çok fazla teorinin olması. Binbir çeşit teori. Mesele elimizde kabul görmüş bir teori benzeri bir şeyin olmayışı. Halbuki Darwinci evrim bakımından diğer bir çok şey hakkında kabul görmüş teoriler var. Mesela biliyorsunuz cinsiyet niye var konusunda büyük ölçüde hemfikiriz, yani bağışıklık sistemi ve parazitlerle alakalı bir şey… Yani aşağı yukarı hemfikiriz ölüm niye var. Biyolojik evrimle alakalı envai çeşit şey var Darwincilerin hemen hemen hemfikir olduğu fakat mesele lisan olunca gerçekten hiçbir mutabakat yok. Haliyle şu soru ortaya çıkıyor: neden bu kadar zor? Kimileriniz düşünüyor olabilir yani bazılarının bana söylediği gibi, “Chris, bu çok açık. Yani biliyorsun ki lisan olmadan düşüncelerimizi paylaşamazdık. Düşünceleri paylaşıp iletişim halinde olmanınsa bariz faydaları var,” ve bu tabii ki doğru ama aslında bir teori değil. Çünkü bakınız madem bu o kadar iyi birşey, o zaman cevap verilmesi gereken soru, oldukça akıllı akrabalarımızın, şempanzelerin, gorillerin, orangutanların – bir tür lisan sahibi olmak bu kadar faydalı birşeyse – neden dilleri yok? Tabi ki biliyorsunuz yer yer dile getirildiği üzere şempanzeler biliyorsunuz ki aslında şahane sesli iletişim sistemlerine sahip. Öyleler – yemek çağrıları, vahşi bağırışları, panthoot vesaire. Yine de herhangi bir dilbilimcinin size söyleyeceği üzere – lisan tabi ki de kelimelerin ve dilbilgisinin bir birleşimi veya dilbilgisel yollarla birleşen kelimelerdir – şempanzelerdeki panthoot ya da yemek çağrısı veya çiftleşme çığlığında gerçekten dilbilgisinden söz edemeyiz. Yani primataloglar bu şeyleri tartışırken aslında uğraşları bu beşeri olmayan iletişim sistemlerinin – bazen el hareketleriyle, bazense sesli – lisanla uzaktan yakından ilişkili olduğunu iddia etmek değil. Lisan – bizim kastettiğimiz, bir dilbilimcinin kastetiği anlamıyla standartların çok ötesinde – bu muazzam gezegenimiz üzerinde yaşayan başka herhangi bir canlının yaptıklarıyla kıyaslandığında standartların çok ötesinde. O zaman biraz hızlanayım, bunu çabucak geçmeliyim… Darwin Türlerin Kökeni'ni yayınladıktan hemen sonra, malum fazlasıyla tartışmaya yol açsa da Darwincilik bir anda bayağı popüler olduğu için –çok değil, beş ya da on yıl içerisinde – insanlar lisanın kökeni hakkında kafa yormaya başladılar. O kadar çok dayanaksız görüş, o kadar fazla teori vardı ki profesyonel dilbilimciler kendi camialarında bu konuda bir şey yapılması gerektiğine kanaat getirdiler. 1866'da Linguistic Society of Paris [Paris Dilbilim Cemiyeti] - o günlerde bu topluluk, biliyorsunuz, en gözde dilbilim camiasıydı, Paris gerçekten de herşeyin merkeziydi - cemiyeti kurmalarıyla beraber bir yasak koymayı gerek gördüler. Açıkça belirtmişlerdi, evrensel bir lisanı veya lisanın kökenini konu alan hiçbir makale veya sunu kabul edilmeyecekti. Lisan tamamen tabulaştırılmıştı. British Linguistic Society [İngiliz Dilbilim Cemiyeti] de aynı şeyi yaptı ve akabinde Fransız, Alman, yani her yerde, Amerikan... Yani oldukça şaşırtıcı gerçekten de - bir şeyin tartışılmasını yasaklamanın kolay olmadığını düşünebilirsiniz - ama amacına ulaştı. Zira biliyorsunuz fiilen yüz yılı aşkın bir süre saygın bir oturumda, saygın bir çatı altında lisanın evrimsel ortaya çıkışı sorusunu dillendirmek neredeyse imkansızdı. İnsanlar bunu yapabiliyor olsa da lisanın kökeni hakkında konuşmaya başladığınız vakit biliyorsunuz marjinal olduğunuzu ilan ediyordunuz – bir nevi çatlak bir ses. Ta ki 90lara gelindiğinde - doğrusu 1990, bir tarih vermek gerekirse - baraj kapakları birden açıldı ve lisanın kökeni hakkındaki teoriler bir çığ gibi büyüdü. Şu an bu periyodun içerisindeyiz, daha önce söylediğim gibi, teorilerin yetersizliği değil, çok fazla teorinin varlığı söz konusu. Belki de Paris Dilbilim Cemiyetinin niye böyle bir yasak koyduğunu açıklasam iyi olur. O dönemde ne gibi teorilerin ortalıkta dolaştığından bahsedeyim sadece. Max Müller, lisanın tarihi ve kökeni hakkında konuşan çok karizmatik ve popüler bir kişilikti. Ardından – ya acaba niye – kapıyı kilitlediğimizi mi düşünüyorlar? Kapı kilitli değil. Herkes gelebilir. Kapıyı kitlemedik, lütfen, gelebilirsiniz… Neyse… Max Müller teorilerin bir kısmını listelemişti. Hepsinden bahsetmeyeceğim ama bir fikir vermesi adına, “bow-wow teorisi” vardı. Quack-quack teorisi gibi. Kimi ata insanlar bow-wow, quack-quack diyerek şeylerin seslerini çıkarmayı becermişti. Köpek bow-wow der, ördek quack-quack der, sen de bu sesleri – ne hakkında konuşmak istiyorsan onun sesini – çıkarırsın. Böylece köpek için kullanılan sözcük bow-wow, ördek için quack-quack, eşek içinse hee-haw olur vesaire. İşte bow-wow teorisi bu. Ardından pooh-pooh teorisi var ki bu bir çeşit – pooh-pooh bir nevi duygusal nidalar anlamına geliyor. Pooh! Yani bu duyguların içgüdüsel dışavurumları anlamına geliyor, sevincin, acının, rahatlamanın vesaire.
Ding-dong teorisi var. Ding-dong teorisine göre hakkında konuşmak istediğin tüm şeyleri – sen konuştukça bir çeşit doğal rezonans yakalıyorsun – her nasılsa kendi sesinle bir nevi temsil etmeye çalışırsın. Bir de ta-ta teorisi var. Ta-ta teorisi, ağzınızın bir nevi el kol hareketleri yaptığını ve hakkında konuştuğunuz şeyin – dilinizi ve dudaklarınızı kullanarak – bir nevi maketini yaptığınızı ileri süren teoridir. Ağzınızı geniş açarsanız, bu büyük bir şey olabilir. Mesela daha az açarsanız biliyorsunuz bu küçük bir şey olabilir. Tiz sesler küçük şeyler için, pes sesler büyük şeyler için. İşte ta-ta teorisi bu. Burada duracağım… Görüyorsunuz – sonuncusu aslında kanıtlandı, bir dereceye kadar – Evet, yani bu teoriler aslında şey değil... Aslında hepsinin haklı olduğu bir nokta var, bow-wow teorisi de dahil. Wild Voices [Yaban Sesler] aslında bu teorinin bir versiyonu - Jerome ile birkaç sene önce yayımladığımız makale – bir nevi – hayvan çağrılarını ele alıyoruz. Zira biliyorsunuz bazı şeylerin sanki sesli imzaları var. Her şeyin yok tabii ama bazı şeylerin kesin var. - Heave-Ho – Efendim? - Heave-Ho - Ah pardon, elbette, Camilla bir teoriden daha bahsetmemi istiyor. Gayet tabi. Hayır hayır, heave-ho teorisini unutmuşum. Heave-ho teorisi şöyle – HEAVE-HO-HEAVE-HO – birlikte iş yapar gibi. Mesela hepiniz bir şey yapmaya çalışıyorsunuz, devasa bir kütüğü tepeye yuvarlıyorsunuz diyelim. Bir nevi işgücünü koordine etmek için de sesler çıkarırken heave-ho diyorsunuz ya da başka bir şey. İşte bu heave-ho teorisi. Bakın bu teoriler mutlak yanlış diye bir şey yok. Her biri gayet zekice teoriler. Tüm bu teorilerin sorunu, problemin mekanizmayı keşfetmek olduğunu varsaymaları. Sanki mekanizmayı keşfedince - bow-wow, heave-ho, ta-ta, her neyse - birden - hangi hayvan veya insansı atada bu mekanizma varsa – 'İşte! Bu mekanizmayla bunu yapabiliyorlar. Böyle olması gerekiyor. Hemen ardından lisan ortaya çıkıp evrilecek ve herkes konuşuyor olacak.' Halbuki problem çok daha uğraştırıcı ve çok daha zor. Öyleyse, Camilla'nın değindiği gibi, insan kültürünün kökenleri üzerine kitabımı yayımladığımda - 1991'de basılan kitabım, Blood Relations: Menstruation and the Origins of Culture – lisanı kitabın dışında tutmuştum çünkü bir farkettim, çağdaş dilbilimi tam anlamamıştım özellikle de Chomsky'i anlamamıştım. Yeterince bilgi sahibi olduğumu hissetmediğimde birşeyler yazmaya devam etmektense en iyisinin farklı yerlerden insanları – bu ülkeden, özellikle Avrupa'dan ve nihayetinde dünyanın her yerinden – muhtelif tüm psikologları ve nöropsikologları ve dilbilimcileri ve primatologları ve arkeologları ve paleontologları birtakım konferanslarda ağırlamak, bir nevi bu gibi etkinlikler yapma üzerindeki tabuyu kırmak olduğuna kanaat getirdim. Bunu yaparken niyetim ise dünyaya, bu insanlara, 'Bakın! Şahane bir teorim var' demek değildi. Aslında tem tersiydi. Sadece bu problemin ne kadar zor olduğunu dillendirmekti. Eğer bir çözüm bulunacaksa, biliyorsunuz, bunu yapmak için toplu bir çabaya, ciddi bir müşterek girişime ihtiyacımız vardı. Böylece 1996'da Edinburgh Ünversitesinden bir İngilizle, Jim Hurford ile ekip olduk ve ilk Evo-Lang [Evrim-Dil] konferansını düzenledik ki bence çok iyi bir konferanstı, çok başarılı bir konferanstı. Akabinde her iki yılda bir dünyanın çeşitli yerlerinde konferanslar düzenlendi. Yine de söylemek istediğim şey, her ne kadar bu konferanslar son derece verimli olup dünya genelinde aklınıza gelebilecek hemen hemen her uzman dünyanın farklı noktalarında düzenlediğimiz bu etkinliklere katılsa da, şunu söylemem lazım ki onca yıldan sonra – artık yirmi yıldan fazla oldu – lisanın evrimsel ortaya çıkışı üzerine hemfikir olmaktan yıllar öncesi kadar uzağız. Hala bir teorimiz yok. Bir teorimiz var diyebilirim aslında, hatta bence Jerome Lewis ile beraber geliştirdiğim teori doğru teori, yine de biliyorsunuz mutabık kalınmış değil. Bu şeyler üzerine muazzam ihtilaf var. Gecikmeden şu bir nevi biçimsel noktayı vurgulayayım: diğer hayvanların yaptıklarıyla kıyaslandığında lisanın standartların çok ötesinde olduğunu söylerken, herhangi bir lisanın biçimsel özelliklerinden birisi – İngilizce, Fransızca, Almanca ve Swahili, her neyse – dijital biçimsel yapısıdır. Lisan dijitaldir. Powerpoint hazırlamamaya, ekrana birşeyler yansıtmamaya karar verdim, yine de merak ediyorsanız, Toronto Üniversitesinden harika bir minik eğitim aracı gibi bir şey var – böyle diyebiliriz herhalde – ve buna sagittal kesit deniyor. Bir insanın buradan kesitini gösteriyor ve sadece burnunuzun, ağzınızın, dudaklarınızın, dişlerinizin bir tür profilini gösteriyor. Yaptığınız şey minik tuşlara basmak ve bu tuşlara basarak ayırt edici özellikler denilen şeyleri açıp kapatıyorsunuz. Biz insanlar dilbilimcilerin eklemleyiciler dediği şeylere sahibiz. Sayıları oldukça fazla. Konuşma organları, biliyorsunuz, bu farklı eklemleyicilere ayırılıyor. Dudaklarınızı açabilir veya kapatabilirsiniz, sesinizi kesip açabilirsiniz, genizden konuşmayı kapatıp açabilirsiniz, diliniz dişlerinizin tam arkasında olabilir ya da başka birçok farklı pozisyonda olabilir. Bu pozisyonlar, ayırt edici özellikler teorisine göre – Roman Jakobson tarafından birinci dünya savaşından hemen önce geliştirilen bu çok etkin teori aralarında Noam Chomsky'nin de bulunduğu kişilerce benimsenmişti – en önemlisi değiştirgeçlerden sınırlı bir sayıda var – ayırt edici özellikler, açıp kapatabildiğiniz şeyler – tüm dünya genelinde, dünyadaki tüm dillerde yaklaşık oniki tane var – nasıl ölçtüğünüze göre biraz farklılık gösterebilir – ve dilerseniz sesbilimin bu bir nevi oniki atomundan, dünyadaki her lisanın tüm sesli ve sessiz harflerini üretebilirsiniz. Mesele kapalı ya da açık olmaları. Hatta sadece sesbilim yönünden kapalı ya da açık değil, anlambilim açısından da kapalı ya da açıklar. Diğer bir deyişle, anlama göre kapalı ya da açıklar. Bunu açıklamanın gerçekten kolay bir yolu var, tek yapmanız gereken bir sessiz harf alın, İngilizce'de p. p sessizdir. p seslendirilebilir ve elbette p seslendirildiğinde b elde edersiniz. O halde pin kelimesindeki ilk sessiz harfe seslendirme eklediğinizde, sadece seslendirmeyi açtığınızda, bin elde edersiniz. Mesele pin veya bin dediğimde bunu dinleyen kişi p ya da b sesini duyduğunda, seslendirmeyi birazcık yükseltsem bile, p ile b arasında birşey duymaz. Bir noktada şöyle düşünürsünüz, 'Sanırım Chris'in tuhaf bir aksanı olsa da b demeye çalışıyor ve muhtemelen kelime de bin.' Yani p ile b arasında kademeli artan bir hareket elde etmezsiniz. Daha çok veya az birşey katiyen değildir, kapalı ya da açık birşeydir. Aynı şey anlam için de geçerlidir. İlk sesli harfi daha fazla seslendirdiğinizde pin daha dolu ve daha derin ve daha bin gibi olmaz. Bir noktada anlarsın ki pin değil bin demeye çalışıyorum ve pin imgesinden bin imgesine geçersin, birdenbire, anında ve ikisi arasında katiyen başka birşey yoktur. Elbette bu bir nevi prensibi kullanarak tüm bir cümlenin anlamını değiştirebilirsin. Biliyorsunuz, mesela size hoşçakalın demek için 'Yarın görüşürüz' diyebilirim. İkinci kelimedeki g harfini çıkartabilirim ve 'Yarın örüşürüz' demiş olurum. Peki, görüşmek ile örüşmek tamamen farklı şeyler. Gel gör ki bir cümlenin tamamen iki farklı anlamı arasında tamamen bedavaya gidip geliyorum. Bu şaşılacak birşey. Hiçbir hayvan iletişim sistemi yok ki – bu arada bilmediğimizden değil – burada, UCL'de primatlar üzerine çalıştığımız gibi başka hayvaları da çalışıyoruz ve arkadaşlarımdan bazıları uzun yıllar bonobolarla yaşadılar, şempanzelerle yaşadılar, tabir caizse onlarla konuştular, nasıl iletişim kurduklarını öğrendiler – kesinlikle bildiğimiz şey, bu sesbilimsel sözdizim ya da sesbilime ve anlambilime tesir eden dijital yapının eşi benzerine hayvan iletişiminde rastlamıyoruz. Aksine tüm primat sesli iletişim sistemleri temelde kademeli. Bir şempanze çağrısı duyan bir kişi – HuhHuhHuhHuhHuh gibi bir şey - bunu denemeyeceğim bile sonra herkes bana gülmeye başlıyor, ters giden birşeyler var bu adamda diye düşünüyorlar – bir panthoot duyan kişi 'Bu bir panthoot mu acaba?' diye düşünmüyor. Panthoot anlamı - işte ne bileyim, uyarılma veya öfkeleniyorum ya da sinirleniyorum gibi birşey – bunu duyan kişi o duygunun, öfkenin, uyarılmanın kesin niceliğiyle ilgileniyor. İlginç olan şey ise bunun bir süreklilik üzerinde bir nokta olması. Söylediğim şey lisan söz konusu olduğunda ilgilendiğimiz şey bu değil. Yani bununla ilgileniyor olabilirsiniz, kişinin ne söylediğini önemsemiyor olabilirsiniz, ne kadar kızgın olduğu veya ellerini ne kadar salladığıyla ilgilenebilirsiniz, benim bazen yaptığım gibi. Lisanın ilkeleri ise taban tabana zıttır. İlgilendiğiniz şey her sesli veya sessiz harfin bir sürekliliğin tam olarak neresinde olduğu değildir. İlgilendiğiniz şey farklı anlamlar arasındaki dijital ayrımlardır, kapalı açık ayrımlarıdır. Kesin bir şey daha var ki bununla bağlantılı – lisanın biçimsel bir özelliğini ele almıştım - hayvan iletişimiyle karşılaştırıldığında standartların ötesine geçen – lisanın işlevsel bir özelliği olarak da standartların çok ötesinde ve bu ikisi birbiriyle ilintili. İşlevsel şey şu: lisan, gerçek dünyada yön bulmaya yaramaz. Size epey önemli birşeyi hatırlatmak istiyorum. Felsefede dünya iki tip gerçekten meydana gelir. Bir kaba gerçekler vardır, bir de kurumsal gerçekler vardır. Aralarındaki fark gerçeklerin inanç temelli olup olmadığıdır. Farzedelim yerçekimine inanmıyorsunuz ama Dover'daki bir falezden aşağı doğru yürüyorsunuz. Yerçekimine inanmamanız önemli değil, yine de aşağı düşersiniz. Biliyorsunuz, inanç bir nevi konu dışı, tamamen farklı bir kategori. Bilim insanları ise – fizikçiler, kimyacılar, astronomlar – yalnızca bu tür gerçeklerle, inanç temelli olmayıp her halükarda doğru olan gerçeklerle ilgilenir. Bu gerçekleri ölçüm araçlarımızla vs tespit edebiliriz, katiyen inanç temelli değildirler. Bir de tamamen farklı tip gerçekler vardır biz insanların her daim içerisinde yaşadığı ve bu gerçekleri karşılayan felsefi terim - merak ediyorsanız - kurumsal gerçeklerdir. Yani sosyal gerçekler de denebilir ama kurumsal gerçeklerin daha yerinde bir tabir olduğunu düşünüyorum. Kurumsal bir gerçeğin şahane bir örneği ise paradır. Dikkat ederseniz para yalnızca ona inanırsanız vardır. Tamam mı? Parayı bir araçla ölçemezsiniz. Mesela parayı bir radyasyon dedektörüyle ölçemezsiniz, biliyorsunuz. Ağırlık birimleriyle ölçemezsiniz. Para... Farzedelim yerel para birimine güveninizi yitirdiğiniz. Para birimine inancınızı yitirdiniz. Bir bakmışsın tüm o para - cüzdanınızdaki kağıt para mesela - kağıt parçasından ibaret. Yırtabilirsin, çeşit çeşit şey yapabilirsin, burnunu silebilirsin, vesaire. Artık para değildir o para birimine güven çöktüğü için. Para birimi – para olarak, kağıt olarak değil para olarak - inanç sayesinde vardır. Şöyle bir çelişki var. O para, mesela yirmi poundluk bir banknot – bu yirmi pondluk banknot bu iki on pondluk banknota eşit ve bu nesnel bir gerçek. Bu nesnel bir doğru, her ne kadar tamamen öznel bir şeye, yani inanca dayanıyor olsa da. Tamam mı? İnanç olmadan nesnel gerçekler ortadan kalkıyor. Cebinizdeki tüm gerçekler, para birimine güven çöktüğü vakit artık yok. Hepimiz, insan olduğumuzdan beri – ve kesinlikle her zaman paraya sahip değildik, para çok yeni bir şey - doğaüstü güçlere inandık. Her çeşit şeye inandık, hayaletlere, ruhlara - biliyorsunuz – inanç sistemimiz yüzünden bize göre dünyada varolan şeylere. Kimi zaman buna din diyoruz. Kapitalizmin de bir çeşit din olduğunu iddia edebilirsiniz - gerçi dünya dinlerinin çoğuyla kıyaslandığında çok çok tuhaf bir din. Yine de tüm mesele... Basitçe değinmeye çalıştığım nokta, sanki bir gerçeklik var, kaba gerçeklik, fizikçilerin kavrayabildiği, bir de -buna şey de diyebiliriz – sanal gerçeklik var. Biz sanal bir dünyada yaşıyoruz – sanal bir dünya, aslında bir kurumsal gerçekler dünyasıyla aynı şey - inanç yüzünden varolan gerçekler. Artık asıl meseleye geliyorum. Lisan, gerçek dünyada yön bulmak için değil tüm insanların içinde yaşadığı sanal dünyada yön bulmak için var. Bunun hakkında düşünmenizi istiyorum çünkü idrak edeceğiniz üzere eğer sanal bir dünya içerisinde yaşamıyorsanız lisana ihtiyacınız yok demektir, manasını tamamen yitirecektir. Hatta lisan sahibi olmak tamamen işe yaramaz birşey olacaktır. Şimdi şempanzeleri bir düşünün. Herhangi bir Darwinci size bizim bir tür maymunsu mahluktan evrildiğimizi söyleyecektir. Diyecektir ki biz - atalarımız - günümüz maymunlarının veya bonobolarının atalarından, işte ne bileyim, altı milyon yıl önce, yedi milyon yıl önce ayrışmaya başladık. Gelgelelim herhangi bir Darwinci bence diyecektir ki 'Yani evet. Maymun kuzenlerimizin yaptığı pek çok şey insanların yaptığı diğer şeylerle hemen hemen aynı kategoride yer alıyor.' Mesela insanın alet yapması. 'Oh! insanlar alet yapıyor'. Yani evet ama şempanzeler de alet yapıyor. Tamam mı? Şempanzelerin yaptığı binbir çeşit şey var - biliyorsunuz, yuva yapıyorlar, alet yapıyorlar, ilaçları var - şempanzelerle insanların yaptığı binbir çeşit şey var olsa da bunları insanlar yapınca beşeriyetimizin ayırt edici izleri haline gelmiyorlar. Gelgelelim dini soracak olursanız... Yani, Volkers Sommer bize burada bir sunum yapacak ki kendisi şempanzelerin dini olduğunu idda ediyor, zira farkına vardığı bir şey, şempanzeler yer yer diyelim bir şelale gördüklerinde epey hayrete düşüp büyülenebiliyorlarmış. Hatta bunun aslında bir nevi suyun ruhuna veya bunun gibi birşeye tapınma olduğunu düşünebilirsiniz. Bununla birlikte bence primatologların çoğu şempanzelerde olmayan bir şeyin dini ritüel olduğunu söyleyecektir - görünüşe göre böyle birşeyleri yok - ortak halüsinasyonlar, müşterek inançlar veya gerçekte varolmayan şeyler inşa etmek adına özel bir çaba gösteriyor değiller. Benim tek söylediğim, eğer ki lisan sanal gerçekliğin içerisinde yön bulmak için varsa – nereye geldiğimi görebilirsiniz artık – sanal gerçeklik olmadan lisan ortaya çıkamazdı. Hatta başlamazdı. Sanal gerçeklik varolmasaydı lisan sahibi olmanın hiçbir manası olmazdı. Camilla – kendisi bu akşamın açılışını yapmıştı - Evo-Lang [evrim-dil] ile benim Blood Relations kitabımdan bahsetmişti. Keza Hillary Callan ve Morna Finnegan ile beraber birkaç sene önce yayımladığı Human Origins: Approaches From Social Anthropology adlı bir kitaptan bahsetmiş olabilir. Burada UCL'de hepimiz söylediği şey şu: insan kökenlerini araştırırken ortaya çıkan bu problemleri anlamak için – mesela dinin kökeni, işte ne bileyim, cinsel ahlakın, insana has akrabalık biçimlerinin kökeni veya lisanın kökeni – hakikaten avcı toplayıcılar hakkında birşeyler bilmeniz lazım. Çünkü avcı-toplayıcılar - bu gezegen üzerinde geçirdiğimiz zamanın büyük kısmını avcı-toplayıcı olarak geçirdik, avcı-toplayıcı olarak evrildik, tüm içgüdülerimiz aslında eşitlikçi avcı toplayıcıların içgüdüleri – kökenlerimiz hakkında tüm bu problemlerin etnografik anlamda zengin bu çerçevede tespit edilmesi çok önemli. O kitapta Jerome ile ben bir bölüm kaleme aldık. İlkin Wild Voices makalesini yazıp Current Anthropology dergisinde yayımladık, sonra Camilla'nın kitabı için başka bir makale kaleme aldık, epey iddialı bir başlığı var: Towards a Theory of Everything. [Herşeyi Açıklayan bir Teoriye Doğru] Bunu söylememizin bir sebebi var. İddiamız şuydu - ve bunun tamamen arkasındayım - lisanın kökeni teorisi diye birşey olamaz. Dinin kökeni teorisi diye birşey olamaz. Akrabalığın ve evliliğin kökeni teorisi diye birşey olamaz. Çünkü bu şeylerin hiçbiri diğerlerinden bağımsız varolamaz. Bunlar birbiriyle öyle derinlemesine bağıntılıdır ki ancak her şeyi açıklayan bir teoriniz olduğunda diğer bileşenleri açıklayabilirsiniz. İşte bu yüzden bu çabadan tümüyle vazgeçtik, biliyorsunuz, neredeyse 100 yılı aşkın süredir. Zira herşeyi açıklayan bir teori nasıl olabilir ki? Yani bu çok fazla değil mi? Yine de kimi bilim insanları evrenin kökeni ve güneş sisteminin kökeni hakkında teorilerinin olduğunu düşünüyorlar, yaşamın kökeni vesaire ve ilginçtir mesele en önemli şeye geldiğinde, yani işte buradayız, insanız, hayattayız, çabucak pes ediyoruz zira bu mesele bize çok çetrefilli geliyor. Jerome ile ben ise aslında meselenin o kadar da çetrefilli olmadığını iddia ediyoruz. Aslında bazı şeyler gayet basit, biliyorsunuz, bilimi ciddiye alıp bilimin temel prensiplerine bağlı kalırsak, özellikle de modern Darwinciliğin temel ilkelerine, sözüm ona yüzey gen Darwinciliğine sadık kalıp enerjimizi din veya ataerki veya ideoloji ve bunun gibi şeylere harcamazsak, gerçekten hem her şeyi açıklayan hem de çok basit bir teori geliştirebiliriz çünkü başlangıçta her şey oldukça basitti. Avcı toplayıcı toplumlar basit değiller, oldukça komplikeler. Yine de bizim avcı toplayıcı sosyal sistemimizin işleyişiyle ilgili net bir saydamlık söz konusu. Toplumun her üyesi ne olup bittiğini hemen hemen anlayabiliyor. Tüm toplumun temel presipleri her yerde ve herkesçe erişilebiliyor ki günümüz dünyasında durum bunun tam tersi, biliyorsunuz, kapitalizm denilen bu çok ama çok tuhaf sistem söz konusu olduğunda… Kapitalizm çok karmaşık ve belli nedenlerden ötürü sistemin başındakiler sistemin gerçekte nasıl işlediğine dair fazla fikir sahibi olmamızı istemiyorlar sanki… Devam edeyim. Lisan bizim türümüzde kısmen bir içgüdüyse eğer bu çok acayip bir içgüdü. Noam Chomsky bu konuda harika bir iş çıkarmıştı lisanın biyolojik ve hatta genetik bir temeli olduğunu gösterdiğinde. Sonradan bu lisan içgüdüsü fikirine dönüştü. Bazılarınız Steven Pinker'ın The Language Instinct [Dil İçgüdüsü] kitabını mutlaka okumuşsunuzdur. 90larda en çok satan kitaplardan biriydi. Bu fikre göre - ki bence şüphesiz bu böyle - her çocuk lisan içgüdüsüyle doğar. Yine de bu demek değil ki doğduğunuzda dilinizdeki tüm kelimelerle ve dilbilgisel kurallarla dünyaya geliyorsunuz. Bunun anlamı, bir veya iki yaşındaki bir çocuğun - bebeklik yıllarında – beyninde öyle bir mimari var ki anne-babasından ve kardeşlerinden ve diğer insanlardan duyduğu bayağı yetersiz, oldukça kusurlu sesli girdileri – tümüyle eksik olmasa da cümle parçacıklarını - bu ses parçacıklarını, bu ses dizimlerini kapıp oldukça hızlı bir şekilde kendi ana dilinin, çevresindeki lisanın altında yatan dilbilgisini kavrayabiliyor. Bu hayret edilesi bir şey çünkü bu içgüdü nereden geliyor? İçgüdülerimizin çoğunun nereden geldiğini biliyorsunuz. Mesela biliyorsunuz hepimizde cinsel bir içgüdü var – nereden geliyor? Biliyorsunuz şempanzeler, goriller, orangutanlar, hepsinde bol miktarda cinsel içgüdü var. Annelik içgüdüsü, nereden geldiğini biliyoruz. Saldırganlık, diğer tüm içgüdüler... Lisan içgüdüsü – peki bu hangi cehennemden geliyor?.. Çünkü şempanzelerde emaresine bile rastlamıyoruz. Herhangi bir yetileri varmış gibi gözükmüyor ki bu şaşırtıcı değil. Yani niçin bir şempanze lisan denilen bu tuhaf şeyi algılama yetisiyle doğsun ki? Bu sadece insanlarda olan birşey. Zaten ne işine yarayacak ki? Kesinlikle bir lisan içgüdüleri yok. Bunun hakkında biraz daha dikkatli düşünmeliyiz ki Jerome ile ben bunu yaptık ve artık gayet emin olduğumuz bir şey varsa o da cevabı doğru yerde aramıyor oluşumuz. Şempanzeler, goriller, orangutanlar, hatta pek çok diğer canlı ilgili içgüdüye sahip ve bu içgüdü oyun için. Bu: oyun içgüdüsü. Niye bunu söylüyorum? Oyun – oyunbazlık – ile lisan veya diğer sembolik iletişim biçimlerinin ne alakası var? Gregory Bateson seneler önce – onlarca yıl önce - San Diego Hayvanat Bahçesi’nde maymunların kavgayla karışık oyunlarını izliyordu ve nefis bir içgörü yakaladı. İki maymunu izliyordu – biri diğerini ısırıyor ama ısırığın kastı oyun oynamaktı. Bunun bir ısırık olmadığına karar verdi, bir ısırıkmış gibi gözüküyor – ağzını açıyorsun, oyun arkadaşının boynunu ısırıyorsun ama gerçekte ona zarar vermek istemiyorsun. Belli bir noktada duruyorsun. Bu bir ısırık, ama aslında değil. Bu bir sahte ısırık. Bateson dedi ki 'Doğru, bu bir çimdik, ısırık değil.' Çimdiğin olayı, ısırığın aksine, gerçekten birini ısırırken o kişi – ısırığın kurbanı – diyelim ki bir aslansın, bir antilopu ısırıyorsun – kurbanın senin niyetini anlamasına gerek yok. Niyetin antilopu yemek. Burada niyet, biliyorsun, fiziksel olarak ısırmak. Bir oyun ısırığında ise niyet birden tek önemli şey olur. Eğer şöyle bir durumdaysan, mesela diyelim bir maymunsun, başka bir maymun seni ısırıyor ve anlıyorsun 'Aha! Niyeti oynamak.' Hepimiz bunu biliyoruz, yani, ne zaman parkta yürüyüşe çıksanız – işte ne bileyim, kocaman bir köpeğin minnacık bir köpek tarafından kovalanışını izlemek harika birşey. Küçük köpeğe müsaade ediyor – biliyorsunuz, büyük köpek sırt üstü yuvarlanıyor, küçük köpek sanki büyüğün karnını ısırıyor. Elbette büyük köpek küçük köpek tarafından ısırılmaya hazır olmasaydı oyun çabucak sonlanırdı. Oyuna devam etmek adına büyük köpek biliyor ki kaybetmeye devam etmesi lazım, kazandığı takdirde bu oyunun sonu demek. Isırmayla alakalı olarak şunu iddia edebilirsiniz – ki Bateson bunu iddia ediyor – çimdik veya sahte ısırık temelde bir nevi sembolik bir ısırık. Bu bir ısırık, ama aslında değil. İddiamız – Jerome ile argümanımız ki bu noktada bence yalnız değiliz, bence pek çok kişi artık bizimle aynı fikirde bu konuda – lisan içgüdüsü, oyun içgüdüsü denilen bu çok daha kapsamlı şeyin özel, özelleşmiş bir gelişimi. Bizim durumumuzda oyunbazlık toplum adına çok daha önemli hale geldi, hayatın bebeklik ve gençlik evrelerinden yetişkinliğe yayıldı ve hakikaten tüm toplumu ele geçirmeye başladı, avcı-toplayıcı toplumların harika oyunbazlığı – herkes her daim gülüyor ve oyun oynuyor herhangi bir avcı toplayıcı kampında. Bu oyun içgüdüsü, bu oyun içgüdüsünün bir özelliği, bu oyun içgüdüsünün özelleşmiş gelişimlerinden biri, sanki bu seslerle oyun oynamaktır. Bu seslerle oyun oynuyorsanız, aslında bu bizim lisan dediğimiz şey. Mesela bir çimdik, diyebilirsiniz ki bu bir ısırık ama aslında değil. Halbuki daha felsefi ve hayli şık bir fikre göre bu bir ısırık ama başında bir eksi işareti var. 'Aslında değil' yerine buna bir eksi diyelim, öyle ki bu eksi işareti artı işaretini bir nevi tersine çeviriyor. Böylelikle tersine çevrim nosyonunu elde ediyoruz ki bu fikir Jerome ile Current Anthropology dergisinde yayımladığımız makalenin merkezinde yer alıyor. Bu çok önemli fikre göre lisanın özelliklerinden biri onun negatifliği, tersine çevrimidir. Bunu gayet hızlı geçmek istiyorum tersine çevrim ile ne kastettiğimiz hakkında bir fikir vererek. İnsanların yaptığı pek çok şey bir bakıma diğer primatların yaptıklarının tersine çevrimidir. Bariz bir tanesi bizim gülümsediğimiz gerçeğidir. Şempanzeler de gülümser ama onlar gülümsediklerinde şöyle görünürler – şempanzelerin kocaman dişlek bir gülümsemesi vardır. Bu aslında bir korku sırıtmasıdır. Gülümseme değildir. Korkmuştur. İtaatkar bir şempanzenin saldırgan bir alfa erkek karşısında neredeyse 'bana vurma, beni ısırma' demesidir. Bir nevi dişlerin sanki agresif bir şekilde sıkılmasıdır ama özünde itaatkardır. Biz insanlar bunu pek sık yapmayız. Yapsak bile bu pek sık olmaz. Gelgelelim bunu yaptığımızda bunun bambaşka bir anlamı vardır. Buradaki iddia - ve yine bence primatologlar bu fikirle gayet barışıklar - insan gülümsemesi tersine çevrilmiş bir korku sırıtışıdır, endişe kaynağının, tehdidin ortadan kalkmasına rağmen devam eden bir korku sırıtışıdır. Korku içerisinde – artık korkmak için sebep kalmadığında ise birdenbire rahatlayıp yüz ifade biçimini koruyor ve rahatlamış bir gülümsemeye dönüşüyor. Yakınlarda bulamadım ama çocuklarımla bir fotoğrafım var, Chessington World of Adventure'dayız. Water-suit dedikleri o korkunç şeyden aşağı kayıyoruz bot gibi birşeyle ve hepimizin yüzünde özellikle de bende öyle bir korku sırıtışı var ki - küçük bir makineyle tam biz suya çarparken resmimizi çekmişler - yani hala hatırlıyorum, öyle cesurum ki tekrar bindim ve işte bir iki kez daha yaptım bunu gururla söylüyorum - o suya çarptığınız andaki hissiniz 'Hayattayım', biliyorsunuz bu harika birşey. Korku sırıtışınız, rahatlamış biçimde, bir gülümseme halini alıyor. Aynı şey ama farklı da... Aynı şeyin rahatlamış hali. Bir bakıma çimdikle ısırma arasındaki fark gibi. İşte dediğim gibi. Daha da mühimi, insanların yaptığı bir şey daha var. Benim şu sıralar yazdığım kitabın adı When Eve Laughed: the Origin of Language [Havva Güldüğünde: Dilin Kökeni] İnsanların yaptığı özel bir şey var – biz kahkaha atıyoruz. Bu ilaç. Hepimizin kahkaha atmaya ihtiyacı var. Kahkahaya alışığız. Biliyorsunuz kapitalizmin gölgesinde kahkaha atmak çok zor, stres altındaysanız kahkaha atmanız çok zor. Bir sonraki öğün nereden gelecek bilmiyorsunuz, başınızı bir çatı altına sokmak zorundasınız ya da sürekli patronunuzla berabersiniz, nefesi ensenizde, gülmek zor. Ama kahkahaya ihtiyacımız var ve elbette kişi kendi emsalleriyle kahkaha atar. Astlarınla ve üstlerinle kahkaha atmazsın. İşte kahkaha tersine çevrimin bir başka örneğidir. Etolog Irenäus Eibl-Eibesfeldt bunu anlamış. Diğer hayvanların sık sık - gruplar halinde yaşadıkları zaman - mobbing dediğimiz şeyi yaptıklarını anlatıyor. Mesela bir şempanze sürüsü, yakınlarında yaşayan bir başka rakip şempanze grubuyla karşılaştığında düşmanlarını taciz ediyorlar. Bir yılanı da taciz edebilirler. Yani mobbing, sahiden kavga etmek yerine sesler çıkararak rakibine gözdağı verip bir nevi zararı minimize etmeye çalşmaktır. Mobbing sesleri kendinden emin, saldırgan olmak ve rakibini sindirmek üzere tasarlanır. Elbette bu mobbing sesleri diğer yandan - bir nevi sana iyi hissettirmeli sen bu sesleri çıkarırken. Böylece biraz bir ritim geliştirirsin, diğerleriyle bir bağ kurduğunu hissedersin mobbing esnasında. Farzedelim bir kısmımız bir alfa erkeğin tehdidindeyiz ve mobbing yapıyoruz – HuhHuhHuhHuhHuhHuh – düşmanı sindirmek için, tamam mı? Korku sırıtışının ters çevriminden gülümsemenin ortaya çıkmasıyla aynı şey. Bir noktada düşman kuyruğu kıstırıp kaçıyor. Bizse bu mobbing sesinden keyif aldık - bu ritmik, bulaşıcı sesten, bayağı tehditkar sesten. Artık aynı sesi rahat koşullarda çıkarıyoruz. İşte bu kahkahadır. Kahkaha bulaşıcıdır sanki, bir nevi tehditkardır – tehlikeli olabilir. Kahkahayı düşünürseniz, toplu kahkaha hep birinin ya da birşeyin zararınadır. Hep üstte olduğumuzun işaretidir. Gerçekten trajik birşeye bile kahkahayla gülebiliyorsan şunu demeye getiriyorsundur, 'Gül ki ağlamayasın'. Hepimiz birşeye kahkaha atarak duyguların üstesinden geliriz. Eibl-Eibesfeldt'in kahkahanın kökenini mobbing ile açıklayan teorisi - aslında kahkaha tersine çevrilmiş mobbingdir çünkü mobbing tehlikenin ortadan kalkmasını amaçlar - bence çok iyi bir teori. Böylelikle bir tersine çevrim teması gibi birşey var elimizde. Nihayet politik tersine çevrime geldik. Bu güncel teori, bugüne kadar avcı toplayıcıların olumsal eşitlikçiliğini açıklamaya aday başlıca teorilerden bir tanesi - adil avcı toplayıcılar, Afrika ve diğer bölgelerdeki avcı-toplayıcılar, hırsızlık yapmayan avcı toplayıcılar, bunlar eşitlikçidir, siyaseten eşitlikçidir, cinsiyet eşitliği söz konusudur, kadın dayanışması ve iktidarı hep had safhadadır ki bu kısmen kahkahayla mümkün, kahkaha eşitleyici bir araçtır – bu iyi bildiğiniz teoriyi Christopher Boehm geliştirdi ve buna “tersine başatlık” deniyor. Normalde insan olmayan primatlarda başatlık söz konusu - çatışma, rekabet, besin kıtlığı, cinsel kıtlık, verimli seks, vesaire - erkekler seks için kavga ediyor, dişiler besin alanı yüzünden kavga ediyor. Bir nevi diktatörlük söz konusu. Doğrusal bir hiyerarşi mevcut. Baskın erkek en tepede - belki birkaç taneler – bir hiyerarşi, en altta ise bütün diğer itaatkarlar var. Boehm'e göre nerede başatlık varsa orada direnç söz konusudur. Bu direnç en alttakilerden gelir, birlik olup baskıya baş kaldırırlar. Çoğu primatta – yaygın birşey, şempanzeler, goriller, orangutanlar - baskının genellikle eril dominans olduğu düşünüldüğünde, baskıya karşı direcin çoğunlukla dişilerden gelmesini beklersiniz. Boehm diyor ki baskıya karşı direnç bir koalisyon kurmaktan geçiyor. Gelgelelim avcı toplayıcılarınki gibi herkesin katıldığı bir koalisyon, tüm toplumun bir nevi harmoni halinde – bunda hiç şüphe yok, avcı toplayıcılarda bunu görüyorsunuz - herkesin katıldığı bir koalisyon nasıl ortaya çıkıyor? Bu biraz zor bir soru. Bizce buna birkaç cevabımız var. Mühim olan kahkahanın, kahkahayla dışa vurulan tüm rahatlığın, baskı koşullarının gölgesinde mümkün olmadığı. Zira baskı varsa kaygı var, korku var. Diğerlerini domine ediyor olsanız bile her daim tetikte olmadığınız takdirde kaybetme korkusu yaşarsınız. Yine herkesin kahkaha atması için gereken atmosferin ortaya çıkması mümkün olamazdı eğer ki bir şekilde karşı direnç, baskıya direnç, muhtemelen dişilerin ön ayak olduğu karşı direnç, herkesin katıldığı bir koalisyonla sonuçlanmayıp baskın hale gelmeye çalışan herhangi bir birey üzerinde baskın olan aktörün tek bir vücut haline gelen toplum ta kendisi olmadığı takdirde. İşte bu tersine başatlık fikri. Şimdi Camilla'dan moadjo hakkında konuşmasını isteyeceğim. Camilla söze başlamadan şunu söylemek istiyorum, eğer şu fevkalade basit soruyla ilgileniyorsanız: İlk kelime neydi? Mesela, ateş miydi? İşte ne bileyim, et miydi? Anne miydi? Hayır, hayır, hayır. Tüm bunlar için iyi deneme diyebiliriz. Dilerseniz şöyle diyelim, ilk kelime bir kelimeden daha fazlasıydı. Moadjoydu. Her şey yolunda mı? Bunu yapmak istiyor musun?---Şunu tak. Aksi halde kaydetmez… Tamam, Chris'in de dediği gibi, Christopher Boehm tersine başatlık hakkında konuştu. Ancak tersine başatlığın etnografisini avcı toplayıcılarla tayin etmeye çalışırken anlattığı şey erkeklerin bir grup halinde harekete geçip düzen dışına çıkan kişileri öldürmeye çalışması, infazlar gibi, korkunç bir şey yapmış birini öldürerek ondan kurtulmalarıydı. Tüm bunlar gerçekten hayati görünüyor – gereğinden fazla baskın hale gelmiş birini aşağı indirmek. Gelgelelim Boehm'in problemi tersine başatlığı yanlış yerde aramasıydı zira cinsiyeti tamamen gözardı etmişti. Tüm bu taktiklerin eril taktikler olduğunu düşünmüştü. Halbuki moadjonun en iyi etnografisini ortaya koyan Dasa Bombjakova - kendisi aslında Jerome Lewis'in öğrencisidir - ile Jerome Lewis'in kendisi oldu. Moadjo tersine başatlığın temel tekniğidir. Nasıl işlediğine gelirsek, gerçekten yaşlı bir kadın - belki tuhaf birisi, topluluk adına aslında çok da önemli olmayan birisi, topluluk içerisinde oldukça marjinal olabilecek birisi – herkesçe 'Şu adam! Biraz fazla oldu. Çok aşırıya kaçtı. Artık bitti. Haddini bildirmek lazım.' diye düşünülen bir kişinin davranışlarını ayırt etmekte bayağı yetenekli bir kadın, bu kişinin eylemlerini veya duygularını veya onunla alakalı bir şeyi taklit etmek üzere bir şey yapmaya başlıyor - bir karikatür gibi biraz. Bu kadın – hatta hiç kimse - isim zikretmiyor, kim olduğu vesaire, kimse bundan bahsetmiyor - öncelikle bu kadına bakacaklar - 'Kim bu? Ne oluyor? Ne napıyor bu kadın? - ve yaşlı kadın bu taklit, pandomimi yaparken yavaş yavaş anlıyorlar ki 'Aaa! Bildim.' Ardından kendileri de bu kadına katılmaya başlayabilirler - hareketlerine ve pandomimine. Veya kahkahayla gülmeye ve yorum yapmaya başlayabilirler, ta ki topluluktaki herkes olan biteni izleyip dahil olana dek. Olan bitenin dışında kalan tek bir kişi hariç, çünkü alaya alınan ta kendisi. Moadjo kendisini hedef alııyor. Yani bir nevi mahcup edici bir davranış. Kendi kendini devam ettiren bir düzenek bu. Bu böyle devam ediyor ta ki hedef tahtasındaki adam - erkek olduğunu varsayıyorum - ya kaçıp gidiyor, zira bu utanca katlanamıyor, ya da en sonunda o da diğerlerine katılıp gülmeye başlıyor. Kişi bu ikisinden birini yaptığı an, artık önceden ne yaptıysa herkesçe affediliyor. Artık bitti. Unutuldu. Görev tamamlandı. Tüm bu tekniğin olayı 'Evet! Şu adamı yeniden hizaya sok.' Aslında yapılan şey bu adamı yakalamaktı. Eğer kahkaha furyasına katılırsa, diğer insanların kendisini nasıl gördüğünü görüyor. Kendisini diğerlerinin gözünden görüyor. İşte bu araöznellik olarak bilinen şeyin temel bileşeni. Bu insana özgü birşey ve lisanın bir nevi zorunlu öncüsü, başka hiçbir büyük-maymunun yapamadığı birşey. Aslında bunu gözlerimizden anlayabiliyoruz. Biz birbirimizin gözlerine bakıp karşımızdakinin ne düşündüğünü anlamaya çalışırız - aslında büyük-maymunlar da bunu yapıyor, anlamaya çalışıyorlar - ama biz ne düşündüğümüzü görsün diye diğer kişinin içimize girmesine izin veriyoruz. Böylece biz gerçekten başkalarına nasıl göründüğümüz üzerinden kendimizi anlıyoruz. Bu moadjo gerçekleşirkenki dönüm noktası, o kişinin birdenbire, söz gelimi insan ırkına yeniden katılması oluyor. Çünkü anlıyor – nasıl bir - 'Ne aptalmışım! Nasıl bu kadar aptal olabildim' Artık bunu görebiliyorum.' Artık bir nevi geri döndü. Tüm işbirliğimiz – yani tüm bunlar lisanın ortaya çıkması için atılması gereken temeller. Chris'in söylediği gibi, bir ses bulmaya başlayabilmek için bizi dinlemeye ve söylediklerimiz hakkında düşünüp düşüncelerimiz hakkında ne düşündükleriyle bize geri dönüş yapmaya gönüllü insanlar gerekiyor. Yine birbirimizin hislerini anlayarak kendi duygusal hallerimizi yoğumlayabilmemiz gerekiyor. Bu büyük-maymunların yapabildiği birşey değil. Onlar hep birbirlerinin düşüncelerini okumaya çalışıyor lakin kendi düşündüklerini açık etmek istemiyorlar. Makyavelci büyük-maymunlarda bu sadece tek yönlü – bu yuvarlak koyu renk gözleri sanki güneş gözlükleri gibi, halbuki bizim gözlerimiz - yani en son ne zaman güneş gözlükleri takan biriyle sohbet ettiniz? bu biraz bir büyük-maymunla konuşmaya benziyor - biz bunu sadece gözlerimizle yapıyoruz, neyle ilgileniyorsak, ne düşünüyorsak göstere göstere açık ediyoruz. Birbirimizin ifadelerini okuyup empatiyle karşılık veriyoruz. Tüm bunlar Sarah Hrdy'nin bu araöznelliğin nereden ortaya çıkmış olabileceğine dair fikirlerine dayanıyor – müşterek çocuk bakıcılığının dişil, sözümona annelerin ve koşullara bağlı olarak diğerlerinin koalisyonundan, araöznellik, empati, ortak zihin-okuma ile hiper sosyal işbirlikçi gözlerden. İşte bunların gerekli temelini sağladığı evrim... Bu arada moadjo hakkında son birşey söyleyeyim - moadjonun taklitçiliği tamamen bedensel jestlerden oluşuyor, biz her ne kadar o ara seslerin kayıtlarını işitsek de. Temelde konuşma öncesi olduğu için – sahnelenen birşey - çok eskilere gidiyor olabilir. Müşterek çocuk bakıcılığı için Homo erectus dönemine kadar gidiyor olabilir… Hatta topluluk içinde kötü davrananlara polislik yapmak için de kullanılmış olabilir – eşitlikçiliği, işbirliğini vesaire sağlamak adına bu çocuk bakıcılığı koalisyonları içinde çirkin davranışlara karşı bir nevi ön-moadjo. Tamam mı?İşte buradan - Jerome ve ben ve ekibimizin diğer tüm üyeleri – bizce başlangıç noktası bu. Bu moadjo elbette özel bir sözcük. Bunlar Mbendjele, Kongo'nun insanları, Jerome Lewis ve ailesi onyıllardır bu insanlar üzerine çalışıyor. Peki ben niye yerel adı moadjo olan bu özel performansa odaklanıyorum? Çünkü hakikaten başka herhangi bir şeyi düşünseniz bir yere varamıyorsunuz. Ritüel fikrini ele alsanız, ki gayet iyi bir kavram aslında, yani ritüel Emile Durkheim'ın 1900 civarında ortaya koyduğu bir kavram, müşterek temsiller diye adlandırdığı olgunun kaynağı olarak. Bunlar tüm insanların içinde yaşadığı sanal gerçekliğin elemanları. Durkheim'in ritüel fikri ki aslında dini ritüelden bahsediyor – bu kanla ilişkili, adet kanamasıyla ve av hayvanlarının kanıyla alakalı… Yine de bu ritüelin bir nevi ön habercisinin ne olduğunu kestirmek güç. Yine ritüel ile bu açıklamaya çalıştığımız bu diğer şey – konuşma - arasındaki ilişkinin tam olarak ne olduğunu tespit etmek oldukça zor. Moadjoda ise bir anlamda hepsi mevcut. Kahkaha zaten var. Direnmekten ortaya çıkıyor. Büyük oranda - moadjolar büyük oranda dişil zira kadınlar büyük oranda birbirleriyle gruplaşıyor, özellikle de yaşlı kadınlar. Dasa Bombjakova'nın vurguladığı noktalardan birisi, eğer bir erkek bir diğer erkekle alay etmeye başlarsa - jestlerle ve moadjo denilen bu performansla - muhtemelen bir kavga çıkardı. Yani yaşlı kıdemli büyükannelerin sahip olduğu özel bir sosyal ayrıcalık var, bir nevi dokunulmazlar. Kahkahayı başlatabiliyorlar. Diğer herkes gülmeye başlıyor ta ki tüm çocuklar gülene, herkes kahkahadan yarılana kadar, kahkahanın hedefindeki kişi dışında. Yine de bu büyük oranda - tamamen olmasa da büyük oranda - dişil bir olgu. Bir nevi tabandan yükseliyor. Kahkahanın kendisi ve bizzat moadjo bir anlamda kendi varoluşsal koşullarını kendisi yaratıyor. Başka önkoşulları yok. Tüm sistemin bir nevi kendi içinde faal olduğunu görebilirsiniz. Jerome'un söylediği şey ise çok güzel. Diyor ki Mbendjele sözümona en etkili noktayı yakalamışlardı. Mbendjele, orman ruhlarını memnun ettiklerini düşünüyorlar. Orman ruhlarını memnun ediyorlar çünkü orman ruhları onların ödüllerini, yemeleri için hayvanları ve bitkileri, ancak hoşlarına giden sesleri işittiklerinde veriyor. Öyleyse bebekler ağladığında, insanlar tartıştıklarında, insanlar birbirlerine bağırıp çağırdıklarında, bu ruhları sinirlendiriyor. Bu ruhları çok acımasızlaştırıyor. Diyecekler ki, 'Bizim kaynaklarımızdan size yok ama moadjo bizi, orman ruhlarını memnun ediyor.' Jerome'un vurguladığı şey ise bunun hakikaten böyle olduğu. Moadjo – bu kahkaha performansı - eşitleyici bir araç olduğu için ve özellikle çirkin davranış sergileme potansiyeline sahip erkekleri bir nevi hizaya çektiği için, biraz da şansın yardımıyla - bu kadınların cömertliği, biliyorsunuz, bu adamlarla sadece alay edip onları aptal durumuna düşürmek istemiyorlar, bu adamları geri kazanmak istiyorlar – işler yolunda gittiğinde, bu adamlar ne yapıyor? Kendi salaklıklarını farkedecekler, belki bencilliklerini de, işte biliyorsunuz, nerede hata yapıyorlarsa. Bununla birlikte herkesi memnun etmek için ne yapmaları gerektiğini de farkedecekler. Yapmaları gereken şeylerden biri de tabi ki avcı toplayıcı topluluklarda ava çıkıp yiyecek getirmektir. Yani kahkaha hakikaten güvende olmaya bağlı. Endişeliyseniz gerçekten kahkaha atamazsınız. Endişeliyseniz gerçekten oyun oynayamazsınız. Bolluğa dayanıyor. Zira bir grup yemek arayan kadını bir araya dahi getiremezsiniz eğer ki etrafta bol miktarda yiyecek yoksa. Yeterince yiyecek yoksa kadınlar birbirlerinden ayrılacaklardır, hatta kendi lahana sepetlerini kollayıp kıskançlık yapmaya bile başlayacaklardır. Öyleyse bu kahkahaya, bu moadjoya muhtaçsınız. Bunun için güvenlik lazım, bolluk lazım, ama fark ettiniz mi? Bu faydalı bir döngü gibi. Aynı zamanda güvenliği sağlıyor. Bolluk yaratıyor. Taciz ve şiddetin önüne geçiyor. Erkekleri hizaya çektiği için - dişileri de hizaya çekiyor tabi, işbirliği bakımından – ormandan daha çok yemek toplayacaksınız, kahkaha attığınız takdirde, dangalaklık yapmak yerine diğerleriyle keyif aldığınız takdirde. Ne demek istediğimi görüyor musunuz? Bu faydalı bir döngü çünkü moadjo güvende olmaya ve bolluğa dayanıyor ve aynı zamanda yine bu koşulları kendisi üretiyor. Böylece bir anlamda yerden yükseliyor. Lisana çok girmemiş olsam da Camilla herşeyin nasıl başladığından bahsetmişti. Zira moadjoda tüm bu sesler mevcut. Ardından Dasa'nın dediği, moadjoda kelimeleri kullanmıyorsunuz. Her çeşit ses mevcut. Kalın otların üzerinde yürümenin bir sesi var. Bal çıkarmak için ağaca kesikler atmanın bir sesi var. Bir hayvanın öldürülüşünün bir sesi var. Ormanın her türlü sesini moadjoda kullanıyorsunuz. Bu sesler hali hazırda kelimelerin başlangıcı ve bu başlangıcın sebebi moadjonun bir anlamda eşitlikçiliğin sosyal ve politik koşullarını kendisinin yaratıyor olması ki bu koşullar sağlanmadan bu kelimelerin anlamı olmazdı. Artık bitirmek istiyorum birazdan. Biliyorum muhtemelen bir beş on dakikaya daha ihtiyacım olacak sonra da bitireceğim. Artık büyük oranda kabul gördüğü üzere lisanın sırrı metafor diye tarif ediliyor. Metaforun anlamı - bir metafor tam bir ifadedir. Doğru olmayan bir şeydir. Kelime anlamıyla doğru değildir. Yani işittiğiniz bu yanlış ifade. Klasik bir örnek verecek olursam Shakespeare'in Romeo ve Juliet'inden – Romeo diyor ki 'Juliet güneşin ta kendisi'. Biliyorsunuz, bu tabii ki doğru değil. Güneş yukarıda, gazlardan oluşan sıcak bir balon, Juliet ise bir kadın. Elbette burada bir şeyler dönüyor. Yine de Romeo 'Juliet güneşin ta kendisi' derken kastettiği – gerçekten de kelimenin tam manasıyla Juliet'in sabahları doğudan yükselen o şey olduğunu söylüyor olamaz ama elbette Juliet sabahları yanında ve ışık saçıyor. Belli ki bu metaforu işiten kişi dikkatini kelime anlamının ardında kastedilen anlama yöneltiyor, yani Juliet'in ışık saçmasına, Romeo'nun hayatının ışığı olmasına, bu özel metafor hakkında söylenebilecek türlü çeşit şeylere. Burada önemli olan, lisan bünyesindeki her şey - dildeki tüm kelimeler kökeninde metaforlardır. Bazen metafor olduklarını bile bilmeyiz, hatta çoğu zaman. Mesela deseniz ki, işte ne bileyim, derenin ağzı - Thames'in ağzı. İyi de Thames'in bir ağzı yok – bak, ne dili var, ne dişleri, ne dudakları - ama işte bu bir metafor. Bedenin bir uzvundan, yani ağızdan geliyor. Evin arkası olabilir, başın altı. Biliyorsunuz, bir okulun başı olabilir. Bu şeyden bahsetmiyorum, biliyorsunuz bu bir bütün. Tüm bunlar birer metafor. Bunlara ölü metaforlar diyoruz, bir kere aşina olup sıradanlaştıklarında, aslında metafor olduklarını unuttuğumuzda… Artık biliyoruz ki yeni sözcükler türetmemize yarayan metafor ilkesi aynı zamanda dilbilgisel işaretleri ve dilbilgisel yapıları doğuruyor. Gerçekten çok kısa: İngilizce'de gelecek zamanda diyorsun ki 'it's going to rain' [yağmur yağacak] Bu biliyorsunuz gelecek zaman şeyinde yağmur. Bu aslında 'it's going – to rain'. 'it is going’ [gidecek] kökeninde bir metafor, zira hava bir yerden başka bir yere gidiyor. Londra'dan Paris'e gider gibi, hava yağmura doğru gidiyor. 'it's going to rain' kısaldıkça, 'it's gonna rain', birkaç on yıl sonra bu muhtemelen olacak 'gnn'. İşte gelecek zaman, 'gnn fall', 'gnn drop', 'gnn break', 'gnn rain', anladınız mı? Bizse bunun ardında bütün bir metafor olduğunu, bir yerden başka bir yere gitmek olduğunu unuttuk. Dikkat edin şunu diyemezsiniz - Londra'ya gidiyorsanız, 'gnn London' diyemezsiniz. 'I'm going to London' demelisiniz. Yani bu ifadenin metaforik kullanımının – bu 'going to' metafor ifadesi - sadece gelecek zamanda kısaltması var. Dilbilgisel işaretlerin kısaldıkça daha da kısalmasının bir sebebi var çünkü bunlardan kısıtlı sayıda var, söyleyebileceğiniz diğer tüm şeylerle kıyaslandığında. Bu yüzden bu şeylerin kısaltmaları var. Vurguladığım nokta herşeyin metafordan doğuyor olması. Peki bu Darwincilik bakımından niye ilginç ve önemli? Jerome ile Wild Voices makalesinde yaptığımız şey, Evo-Lang güruhunun katiyen bahsetmediği bir şeyden yola çıkmak oldu. Lisanın kökeni hakkında konuşan herkes - şaşırtıcı olan şey, doğal yaşamda sinyallerin nasıl evrildiğini açıklayan temel teorik alanı göz ardı etmeleri. Buna maliyetli sinyalleşim teorisi deniyor, İsrailli bir ornitolog olan Amotz Zahavi tarafından geliştirildi. Hepsini açıklamaya zamanım yok. Bu oldukça ilginç. Basitçe, hayvanlar güvenilir sinyaller talep ediyor. İlgilendikleri sinyalde güvenilirlik gereksinimi duyuyorlar ve sinyalin güvenilirliğine kanıt arıyorlar. Babunlar, maymunlar, şempanzeler – yani bunlar Makyavelce zekaya sahipler, birbirlerini kolayca kandırabilirler – kandırmaca bir sinyali kabul etmiyorlar. Hiçbir şempanze —belli bir sesin aslında yanıltıcı bir ses olduğunu farkeder veya keşfederse – bir taklit olduğunu - bu taklit sinyali kabul etmez, dikkate almaz. Öyleyse hayvanlar aleminde, özellikle de primatlarda, güvenilirlik için daimi bir baskı vardır ki bu şu anlama gelir, lisanla benzerlik gösteren herhangi bir şey her daim reddedilir, kabul edilmez, edilemez. Oldukça önemli birşey söyleyeyim. Maymunlar ses çıkarırken dillerini kullanmaz. Bir panthoot mesela – HuhHuhHuhHuhHuhHuhHuh – dil statiktir, hiçbir şey yapmaz. Dudaklar bile hareket etmez. Biz insanlar ise konuşurken gerçekten çok tuhaf bir şey yapıyoruz. İki şeyi birleştiriyoruz ki bu ikisi primatlarda tamamen ayrıdır. İnsan olmayan primatlar – maymunlar, goriller - ya yiyorlardır ya da ses çıkarıyorlardır. Bir şey yerken dillerini ve dudaklarını kullanırlar, çeneleri de yukarı aşağı hareket eder. Ses çıkardıkları an ise tüm bu hareketlilik durur, yemeyi keserler. Yemeyi keserler çünkü ses çıkarıyorlardır. Ya yiyorlardır ya da ses çıkarıyorlardır, yani dillerini, dudaklarını, bizim eklemleyici dediğimiz tüm bu şeyleri kullanırlarken — bunlara sahipler bu arada – eğer ses çıkarıyorlarsa bunu kullanmazlar. Niye şempanzeler veya diğer primatlar ses çıkarırken dillerini kullanmazlar? Meslektaşlarım arasında ki bunlar saygın meslektaşlarım, özellikle saygı duyduğum isimler - bana söylenen - isim zikretmeyeceğim - diyorlar ki şempanzelerin dillerini kullanmamasının nedeni dillerinin esnek olmamasıymış. Esnek bir dilleri yokmuş. Dilleri esnek değilmiş. Şimdi size soruyorum, bunu bir düşünün. Bir şempanzenin dili esnek olmayabilir mi? Dillerinin, dudaklarının, çenelerinin esnek olmadığını söylemek size anlamlı geliyor mu? Yani bunun hiç manası yok. Şempanzenin ses çıkarırken dilini veya dudaklarını kullanmamasının nedeni bunun tam tersi. Çünkü dilleri fazla esnek. Çünkü bu hayvan istediği gibi dilini manipüle edebilir, aynı şekilde dudaklarını da. Bu yüzden sesli sinyalleşimde bunları kullanmıyorlar. Zira bir sinyali manipüle edebilirsen, taklit edebilirsin. Bir sinyali taklit edebiliyorsan, o sinyal güvenilir değildir. Bu sinyal şempanzelerce güvenilir değilse, o zaman yok sayılır çünkü şempanze toplumu eşitlikçi değildir. Neşe ve ahenkle birbirleriyle işbirliği yapmazlar. Bol miktarda çatışma ve rekabet vardır - işbirliği de vardır elbette – öyle ki kardeşler arasında bile her daim bir çatışma unsuru vardır. Her daim bir yanıltılma ihtimali olduğu için de riske girmezler. Dinleyici – bu nasıl yapılıyor şimdi emin değilim – dinleyici dikkatini - bunu yapmak zorundayım yoksa kaydetmiyor – dinleyici bir sinyalde taklit olabilecek her şeye dikkat kesilir. Bu şempanzeler hakkında düşünmenizi istediğim – Camilla gözlerden behsetmişti - bu şempanzeler ve goriller – Anthony bunun hakkında konuşacak birazdan - bunlar sanki güneş gözlüğü takmış soyguncular gibidir. Ne düşündüğünüzü görmek isterler, bilmek isterler, ama ne düşündüklerini bilmenizi istemezler. Aynı şey çıkardıkları seslerde de böyledir. Farz edelim, işte ne bileyim, ben ve arkadaşım mesela bir banka soyduk - Anthony olabilir mesela kendisi burada. Sonra işte biliyorsunuz, bana diyor ki parayı şuradaki sokakta bir tavan arasına gizlemiş ve tabii ki buna inanmıyorum. Diyor ki 'Gerçekten, doğru söylüyorum Chris! Para orada'. Sonra Anthony'e bakacağım, yani bu çok bariz değil mi? Ne söylediğiyle ilgilenmeyeceğim. Ne derse desin, beni gammazlıyor olabilir. Parayı bambaşka bir yere saklamış olabilir ki sonradan parayı alıp kaçsın, ki biliyorsunuz bu parada benim de bir payım var. Öyleyse neye bakıyorum? Taklit edemediği şeylere. Mesela alnındaki ter damlacıklarına bakıyorum. Göz teması kuruyor muyuz? Göz teması kurarken işte biliyorsunuz rahat mı? Tüm bu taklit etmesi güç sinyallerle ilgileneceğim. Bu mafyavari banka soyguncusu senaryosundan, şempanzeler hakkında karşılıklı şüphe şeysinden çok da hoşlanmıyorum aslında. Yine de kabul edelim, şempanzeler Makyavelce canlılar. Hep bir çatışma halindeler. Birbirlerini aldatmanın yollarını arıyorlar. Sadece şunu söylüyorum, bir şempanze başka bir şempanzeye bakıp çağrısını işittiğinde, taklit olabilecek herhangi bir şeyi görmezden gelecektir. Dil veya dudaklarla değiştirilmiş her ses - zira bu şeyleri isteyerek kontrol edebilirsiniz - bu yüzden görmezden gelinecek. Anlayabiliyor musunuz? İnsanın evriminde ne olması gerektiği fikrini tamamen tersine çeviriyorum. 'Daha esnek bir dil geliştirmemiz gerekiyordu.' Hayır. Güvenmeye gönüllü olmalıyız, dile bile, her ne kadar vücuttaki en esnek organ olsa da. Moadjo işte bunu yapıyor, görüyorsunuz değil mi? Moadjo size bir çerçeve sunuyor - kahkaha dolu, eğlenceli, oyunbaz bir çerçeve - çünkü şakalar başka birisini hedef alır, grubun dışından birisini - çirkin davranış sahibi o kimse grubun dışından birisi, ta ki insan ırkına katılana, kendine gülmeyi öğrenene ve kendini başkalarının gördüğü gibi görene dek – elbette sonra gruptan biri oluyor. Bu esnada biz hepimiz grubun içindeyiz. Zaten tüm bu şey bir oyun gibi. Vurgulamaya çalıştığım şey, ancak bu oyunbazlığa, bu güven atmosferine sahip olduğunuzda bireyler kendi sesini bulabilir ki dilin ortaya çıkışının sırrı bence buradan geçiyor.Şimdi son birşey… En başta bahsetmiştim Jerome'un şu şahane öngörüyü yakalamasından. Taklit hakkında konuştum. Ardından şunu anlattım, biz insanlar bir bakıma – çünkü biz metaforlar kullanırız - her metafor yanlış bir ifadedir biliyorsunuz - metaforlara bayılıyoruz çünkü kelime anlamının ardına, kastedilen anlama bakıyoruz. İşte lisan böyle işler. Yeni kelimeler böyle ortaya çıkar, dilbilgisel yapılar böyle biçimleniyor. Yine de evrimsel bir anlamda bir yandan ses çıkarırken diğer yandan yiyebilme yetisini, gırtlağımız açık konumdayken dudaklarımızı ve dilimizi kullanma yetisini, bunun ilk olarak nasıl ortaya çıktığını çözümlemek biraz zor. Volkers'ın keşfettikleriyle kendi çalışmalarımı sentezleyip, Evo-Lang konferanslarına katılıp, yıllarca bunun hakkında kafa patlatınca ortaya çıkan resim şu: İnsanların sesli aldatmalarının tabir caizse ilk kurbanları başka insanlar değildi. Bu kurbanlar avladığımız hayvanlardı. Jerome - ben bunu yapamıyorum, denemeyeceğim bile - Jerome bunu bu etkinlikte defalarca anlattı, o size gösterecektir, diyelim bir avcısınız ve küçük bir duikerin peşindesiniz - küçük bir antilop, şu büyüklükte, oldukça küçük bir beyni var, zavallı şey - bu hayvanı yemek istiyorsunuz. Şöyle birşey yapıyorsunuz – maaamaaamaaamaaa - bu ses 'hadi oynayalım' demek. Bu küçük zavallı duiker de 'tamam, hadi oynayalım' diye düşünüp ortaya çıkıyor. Hayvanı yemeye çalışıyorsunuz – öldürüp yemelisiniz - elinizden kaçırsanız bile - maaamaaa - yine geliyor. Bu zavallı hayvan bunu anlayamıyor. Çünkü onun dünyasında kimse yalan söylemiyor. Onun dünyasında böyle birşey asla olmuyor. Bir insanla ne sıklıkta karşılaşıyor olabilir ki? Biliyorsunuz istatistiksel olarak bir insanla karşılaşması hakikaten çok düşük -büyük talihsizlik - zaten insanla karşılaşanı avlıyorlar. Biliyorsunuz o genler zaten aktarılmıyor. Demek istediğim – ve sonra Jerome yapabileceğiniz diğer tüm şeyler hakkında konuşuyor, kurbağaların, çalı domuzlarının, gorillerin, çıkarabileceğiniz her ses hakkında - ormanda hayatta kalıp avlanabilmek için bu sesleri çıkarmanız gerekiyor. Erkekler ormana gittiğinde yalnızca dikkatli ve sessiz olmazlar. Aslında neredeyse tersine bir ses çıkarırlar – sesleri negatiftir ormanın seslerine benzediği için. Biliyorsunuz kuş şarkılarını taklit ederler. Kuşları taklit ederler. Mesela yaban domuzları iyi bir yemek bulduklarında guruldarlar, biliyorsunuz. Sonrasında ise maymunlar yaban domuzlarından bu yemek gurultusunu işitip kulak kabartırlar. Tüm farklı türler birbirlerini dinler. İnsanlar da dinler ve taklit eder. Bu sesleri yapmak bayağı zor da olsa Mbendjele erkekleri bu seslerde olağanüstü iyiler. Elbette bu sesleri yapmak için dilinizi ve dudaklarınızı kullanmalısınız ve belki de ses çıkarırken kafanızı belli bir konuma getirmelisiniz. Öyleyse bu yeme ve ses çıkarma kombinasyonu yanıltmaktan geliyor. Şunu anlamınızı istiyorum, sesle yanıltmak için evrilen bu kapasiteleri birbirimize karşı kullanıyor olsaydık, problemin ne olacağını görüyorsunuz değil mi? Biliyorsunuz, bu sinyallere karşı koyardık. Kimse aldatılmak istemez. Öyleyse bu yetiler sosyal grup içerisinde evrildiyse şöyle olurdu – 'vay, yalan söyleyebiliyor', Ezop'un yalancı çobanı gibi, biliyorsunuz. Bu sesleri çıkarmakta ustalaşanlara daha az güven duyardık. Bu bilmecenin tek çözümü, bu aldatıcı sinyalleri grup dışına, aldatmaya karşı koyamayan, direnç gösteremeyen hayvanlara yöneltmek olacaktı. Bu esnada kadınlar farklı birşey yapıyordu. Erkekler sessiz olmaya çalışıyorsa da bir yandan kuş şarkıları veya hayvan seslerini kullanarak hayvanları kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Kadınlar ise çok önceden beri - belki Homo erectus öncesinden - ormanı terketmemizle beraber harika gece görüşüne sahip çok büyük vahşi hayvanların tehdidi altında girdik. Bu durumla başedebilmemizin yolu ise - özellikle de kadınlar ve çocuklar – sayıca güvenliği sağlamaktan geçiyordu. Hayvanları uzak tutmak için bir grup kadın ve çocuk - dikkat edin bu söylediğim erkeklerin yaptığının tam tersi, erkekler avlamak için hayvanları kendilerine çekmeye çalışıyor - kadınlar ve çocuklar tehlikeli hayvanları uzak tutmaya çalışıyor – yaptıkları şey belli bir tarzda şarkı söylemekti. Buna polifonik şarkı söyleme deniyor. Avcı toplayıcılar böyle şarkı söylüyor. Polifonik şarkı söyleyen dört veya beş kadın - dokuz veya on kadın – otuz kişiymiş gibi duyuluyor. Hayvanlarsa uzak duruyor. Jerome bu kadınlara sordu - ay karanlıkken, ay gökyüzünde değilken, her türlü tehlikeli hayvan muhtemel etraftaki iken, tüm gece durmadan şarkı söyleyen kadınlar. Camilla size anlatacaktır karanlık ay ritüeli üzerine çalışmasını - ay karanlıkken leoparlar ortalığa çıkar, işte o zaman güvende olman gerekir. Yaptıkları şey dokuz veya on kişiyken otuz kişiymiş gibi ses çıkarmak. Çünkü polifonik şarkılar, kalabalık ve iyi organize olmuş bir topluluğun imzasıdır. Aslanlar veya diğer vahşi hayvanlar da size bulaşmak istemiyor. Bu çok riskli, bu yüzden uzak duruyorlar. Jerome kadınlara niye bütün gece şarkı söylediklerini sorduğunda 'yaşamak için şarkı söylüyoruz' diyorlar. Jerome, bir sürü antropoloğun aksine kaynaklarına her zaman saygılıdır. Bu kadınların söylediklerinde bilimsel bir doğru olabilir mi? Evet olabilir. Polifonik melodiler söylemek, bu özel şarkı söyleme şekli, güvende kalmak adına evrilmiş olabilir. Tamam mı? Çünkü hayvanları uzak tutan bir çeşit ses. Bu esnada erkekler tam tersini yapmak, hayvanlara yaklaşabilmek için sesler çıkarıyor. Bu ikisinin arasında - elbette her insanın genetik bir annesi ve bir babası var - öyleyse polifonik şarkı söyleme yetisi ve sesli yanıltma yetileri insan ırkına her iki cinsiyetten geçmiş. En son olarak - biliyorum biraz uzattım - hep böyleyim - insanlar bana diyor ki 'Chris, iyi de dilbilgisini açıklamadın. Grameri açıklaman gerek.' ve bu doğru, dilbilgisini açıklamamız lazım. Tamam, o zaman dilbilgisini açıklayan modern teoriye geldi sıra. Bu konuda önerebileceğim kişi Adele Goldberg, kendisi harika bir kitap yazdı Explain me this başlıklı. 'Explain me this' [Açıkla bana bunu] bir çocuğun diyeceği birşey. Dilbilgisel bakımdan tam doğru değil. 'Explain me this' dememelisin, 'tell me this' demelisin, ya da 'explain to me this' dersin ama 'explain me this' diyen çocuğun niyetini çok iyi anlıyorsun. Adele Goldberg bu konuda diyor ki – yani anlayabilirsiniz, bir yaşında, iki yaşında bir çocukla yaşamış herkes bunu bilir - çocuklar öngörülebilir sıralı sesler duymayı seviyorlar. Birkaç örnek vereyim. Mesela eve gitmek istiyorum, eve gidelim, eve gitmiyorsun, hepimiz eve gidiyoruz, vesaire. Böyle nakarat gibi birşey olduğunda – tekrar ediyor olmalı - kalıbın aynı olduğunu bilmek çocuğun hoşuna gidiyor. Her ne kadar değişkenlik da olsa sadece belli bir noktada değişkenlik gösteriyor. Mesela diyorsunuz ki eve gitmek istiyorum, eve gidelim, biliyorsunuz, hepimiz eve gidiyoruz, eve gitmiyoruz. Şunu demiyorsunuz ama, eve hepimiz gidelim, eve gidiyor değiliz veya eve değil gidiyoruz. Belli kalıplar arıyorsun kullanacağın çünkü herşeyi değiştirmeye başlarsan çocuk ve keza yetişkinler de tamamen anlamı kaybecektir. Çünkü çok fazla değişkenlik var. Bazı şeyleri sabit tutmanız gerekiyor bu değişiklikleri yaparken, belli bir noktada bir iki şeyi değiştirirken. Bu çok basit bir nokta. Dilbilgisi dediğimiz şey aslında bu değişmeyen şeyler. Dilbigisi kuralları açısından düşünmeyin. Tekrar etmeyi kolaylaştıran ve değişkenliği belli bir noktaya indirgeyen kurallar bakımından düşünün. Yani değişiklik yaparken tekrar edilenler - değişmeyen şeyler – işte buna dilbilgisi diyoruz. Bu tekrarlanan formül içerisindeki slotta değişen elemana ise kelime diyebiliriz. Yani kelimeler – sanki siz - bir zamandır ortalıkta gezinen teorilerden tamamen farklı bir teori. Bir zamanlar çok popüler bir teori vardı - Derek Bickerton 1990'da Language and Species kitabında açıklıyor. Öne sürdüğü fikir şuydu. Öncelikle ilkel insanlar birkaç kelimeye sahipti. Bunlar bir nevi bir arada diziliydi. Tıpkı şempanenin bir portakal istediğinde 'ver-ver-portakal-portakal-portakal-portakal' ve 'ver-ver-portakal-ver-ver', yine herhangi bir rastgele dizgide bir 'portakal' ve 'ver' demesi gibi. Belki birkaç milyon yıl bu böyle devam etti. Birkaç kelime veya daha fazlası vardı sadece ama dilbilgisi yoktu. Sonra birdenbire dilbilgisi geni ortaya çıktı ve ardından – whoa! Tüm kelimeleri dilbilgisi bakımından bir araya getirebilir olduk. Halbuki Adele Goldberg ve birçoğumuzun - Jerome ile ben ve ekibimiz de buna dahil – dediği üzere, bir mağara adamı gibi birkaç kelimeyle ve ezik büzük bir dilbilgisiyle konuşulan bir dönem hiç olmadı. Dilsel sesler her zaman şarkı gibi tekrar eden, ritmik ve oldukça kompleksti. Moadjo gibi birşeyle ortaya çıkan şey ise, moadjo, bu düzenleyici kahkaha, bir nevi dans etme, şarkı söyleme ritüeli, bunu yapmak kolay ise, işte bu sadece moadjo, eğlenceli. Moadjo karşısında daha fazla direnç olduğunu farzedelim. Farzedelim şimdi çirkin davranışlar sergileyen tek bir erkeği değil belki de tüm erkek cinsini hedef alarak onlara bir ders vermeniz gerekiyor. Moadjoyu nasıl kullanacağınızı görebiliyor musunuz? Moadjoyu daha tekrarlı, daha yüksek sesli, daha uyumlu yapmalısınız. Moadjonuz ritüel dediğimiz şeye benzeyecek. Ritüelin özelliği masraflı, tekrarlı ve çok araçlı olmasıdır. Şimdi düşünün artık amacınıza ulaştınız, erkekler artık kalkıp ava gitmeye karar verdi, hepsi düzgün davranıyor, biliyorsunuz, bu sayede etrafta bol miktarda kahkaha var. Artık grup içerisinde ritüeli noktaladığınız an, rahatladığınız an, birlikteliğinizi yitirdiniz. Artık moadjoda değilsiniz. Yine de hala bu araca sahipsiniz, bu moadjo repertuarına, ritüelin dünyasında olmasanız bile paylaşılması sayesinde tekrar bir araya gelmenizi mümkün kılan bu performans elemanlarına sahipsiniz. Ritüel bünyesindeyken lisana ihtiyacınız yok. Zaten hepiniz aynı şeyleri düşünüp deneyimliyorsunuz. Ancak ritüele son verince yeniden bir birey oluyorsunuz kendi tikel zaman ve mekanınızda. Birbirinizle tekrar temas kurma ihtiyacı hissedebilirsiniz. Artık moadjo sayesinde veya bu ritüel sayesinde bunu yapabilirsiniz. Taklitlerinizi ve performansınızı ise kısa yollara indirgeyebilirsiniz. Daha da kısa yollar bulduğunuzda ne yapacağınızı, ne olacağını görebiliyor musunuz? Çok geçmeden bu kısa yollar o kadar kısalacak ki basamaklar halini alacaklar. Bir sessiz harfi seslendirmekle yutmak arasındaki, genizden konuşup konuşmamak arasındaki, dudaklarızı açıp kapatmak arasındaki farklar gibi sıfır maliyetli farklara dönüşecekler. Böylelikle kelimeler evrilecek, güven sayesinde sesli ve sessiz harfler evrilecek, çevrenize duyduğunuz güvenin getirdiği kısa yollar ortaya çıkacak. Böylelikle kelimeler ve dilbilgisi ortaya çıkıyor.
Çeviri: Hakkı Kaan Arıkan
Son okuma: Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Hakkı Kaan Arıkan tarafından seçilmiştir.
2 notes
·
View notes
Note
Dinle bilim çelişir mi evrim mesela?
Bu soruyu sadece İslam açısından değil tüm dinlerin mantığı açısından ele alacağım. Öncelikle işlenişi iki farklı yapı söz konusu. Yine üzerine tez yazılacak türden bir konu. Kısaca değinirsek; galileodan bu yana devam eden bir tümdengelimin ve tümevarımın çatışması bu. Bilim, kendi soylemini oluşturur, kendi kurallarını koyar ve kendi sonuçlarını sunar. Birbiriyle çelişir, tartışır, diyalektik olarak da evrilir. bu yüzden bilimlerden dogruyu beklemek yanlış olacaktır, bilimler dogruya da hakikat üretmez, anlam üretir. Bu yüzden dinden ayrılır evet. Ancak bilimin doğması "varlık vardır." anlayışı ve varlığın var olup olmadığının bilim içerisinde hiçbir şekilde sorgulanamaz oluşu kendisini dogmatik kılar. Bilimler arasında normatif bilimler doğası gereği dogmatiktir. Yani mantik, lineer cebir vs. gibi çıkarımlarını başta kabul edilen aksiyomlarin türtilmesi yoluyla oluşturan bilimler dogmatiktir. Çünkü bir aksiomu kabul ederek başlarlar ve kendisi ile celismeyecek bir sistem kurarlar. Aksiomu kabul ettiğiniz sürece, normatif bilimlere itiraz edemezsiniz, gerçekliğini inkar edemezsiniz, ve başka açıklamalara ihtimal vermezsiniz. Bu noktada dinler için nasıl tanrı'nin varlığı sorgulanamaz ise bilim için de varlık sorgulanamaz. İslam'ın müspet dogmatik dediğimiz nass parametresiyle yani vahyi ve aklı klavuz olarak kullanması kaydıyla neden sonuç ilişkisi kurduğunu düşünürsek(Teslis akidesindeki üç ilahın aynı zamanda bir ilah olmasını, yani hem birbirinden ayrı hem birbirinin aynı ilahlar olmasını anlayamazsın. İşte burada dogmatizm devreye girer, girmezse imanın gider. Aklı bu nnoktada devreye sokamazsin. Matematiksel anlamda 1=3 olur mu? Olamaz İşte bu asil kör dediğimi dogmatizm menfi dogmatikliktir) yada normatif bilimlerin aksine, pozitif bilimler ve sosyal bilimler birikme yoluyla gelişir ve farklı perspektiflerle çalışmasını, o yüzden size tek bir yanıt, tek bir gerçeklik sunamayacagini, işte bu nedenden dolayı dogmatik olmadıklarını, -ki psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi; sosyal gerceklikleri açıklarken dogmatik veriler kullanmazlar, -ve hiçbir perspektif kendi sonucunun tek doğru olduğunu iddia etmediğini düşünürsek işin içinden çıkılmaz bir hâl alacaktır.
Burada önemli olan bilimi nasıl gördüğünüzdür. inançlı biri için bilimin anlamı, evreni anlamaya yönelik bir mana arayışına girmek, tüm kutsal kitaplarda bahsedildiği gibi, tanrı’nın ilmini anlamak için yola çıkmak gibi anlamlara karşılık geliyorsa o zaman bilim büyüleyici bir anlam kazanır. böylece bilime ve onun doğal dünya üzerindeki usa vurucu hâkimiyetine giderek daha fazla katılırsınız.
9 notes
·
View notes