#ettirdi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Az önce yanımdan bi araba geçti rengi aynı küçükken gta oynarken seçtiğim yeşil arabanın rengindeydi asfaltta kaymasını falan bekledim
1 note
·
View note
Text
geçen gün anneme dedim ki, eğer hayatımın bir döneminde sigaraya başlayacak olsaydım o zaman işte tam da şuan olurdu. o kadar bunaldık o kadar üzüldük ki. sigara bir çözüm değil. mantıklı hiç değil. biliyorum. sanırım kafamda oluşturulmuş o algıyı yıkamadım henüz. yeminliyim içmem diyorum.
#cidden annem yemin ettirdi sigara konusu da#ettirmese de içmezdim zaten ama#şu günler var ya....#içiyor olsaydım bi de ona bu zamanda para veriyorum diye efkar basardı
1 note
·
View note
Text
Siyasi paylaşım yapmayacaktım ama sağda solda paylaşımları görünce yapmaya karar verdim.
Tabii nasıl herkes kendi fikrini savunuyor Bayram yapıyorsa ben de fikrimi söylemek istiyorum.
Evet bu sefer Erdoğan hak etti kaybetmeyi, özellikle emekliler gerçekten çok zor durumda.
Maaş atışlarındaki dengesizlik milleti isyan ettirdi.
Ama...
Bu yüzden kalkıp da PKK ile Birlik olanlara oy verecek değilim.
Şehitlerimin kanını isyan ettirmem. Öğretmenlerimi, askerlerimi, kundaktaki bebelerimi, öldürenlere oy vermem, verenleri de kınarım!
Topraklar bana değil milletime aittir. #Abdülhamid Han. Hazretleri benim Atamdır!
Erdoğan Bu vatanı sattı diyorlar, bunu söyleyenler kullanım hakkı nedir biliyorlar mı acaba!? Biz yabancı ülkelerde ev alırken, iş kurarken, vatandaşlıklarına geçerken, onlar bize Toprak mı satmış oluyorlar!
Bütün dünya ekonomik krizle uğraşıyor sadece bizim ülkemiz değil.
Çünkü bizim insanımız şükürsüz! Kanaatsız! Ayağını yorganına göre uzatmaz! Gözleri hep yukarıdadır! Bolluk bereket rahat yaşamak isterler! Hallerine bakmazlar halı dokurlar sözleri misali.
CHP ile DEM partisi el ele. Hadi bakalım bundan sonra bol bol heykel dikersiniz! Kar kış kıyamette balık yemeye gidersiniz, tatile çıkarsınız.
Veeee bu günleri çok arayacağız!
Bu paylaşımımdan sonra isteyen beni arkadaşlıktan çıkarabilir!
80 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
240. BÖLÜM - Kırmızı Cübbe Solarken Mırıldanan Gülümseme -
Mu Qing mırıldandı, “Bu nasıl mümkün olabilir? Nasıl bu kadar çok…??”
Herhangi birinin tek başına ruhsal güçler üzerindeki lanetli kelepçeyi patlatıp parçalayabileceği tamamen duyulmamış bir şeydi.
Hua Cheng yere yığılmış olan Xie Lian'ı yukarı çekti, “Gege, yeniden savaşmayı dene!”
Tam aynı anda Jun Wu kılıcını kullanarak hamle yaparak geldi ki Xie Lian bilinçsizce tokat atmak için elini kaldırdı. GÜM-! Zhu Xin neredeyse uçup gidecekti!
Bu vuruş öncekinden tamamen farklıydı!
Xie Lian kendi ellerine baktı, biraz sersemlemiş hissetti. Bu duyguyu hissetmeyeli yüzlerce yıl olmuş, neredeyse kendinin böyle olduğunu unutmuştu.
O noktada o kadar boyun eğmezdi ki, kendi güçlerini kontrol edemedi, her adımı dağları yerinden oynatırdı. Bir adımla binlerce kilometre gider, bir adımla cennete yükselirdi!
Elini sıktı ve Jun Wu'nun yüzüne şiddetli bir şekilde yumruk attı!
Savaş başladığından beri Jun Wu'nun yüzüne hiç dokunulamamıştı. Bu yumruk bir vurdu, sonunda dudaklarının kenarlarından bir damla kan aktı. Başparmağıyla kanı sildi ve bu biraz kana baktı.
Peşinden elini savurdu ve Zhu Xin’i kenara attı.
Görünüşe göre Xie Lian ile çıplak elleriyle dövüşecekti.
Xie Lian bir yumruk daha attı ama Jun Wu yumruğunu yakaladı ve onu kendi etrafında çevirdi. Yoğun bir ıstırap yayıldı ve Xie Lian'ın kolu bir çatlakla kırıldı. Ancak kendisi anında düzeltti ve bir darbe daha gönderdi ama Jun Wu tarafından yakalandı. Xie Lian işlerin pek de iyi gitmediğini gördü ve daha önce Jun Wu tarafından fırlatılan Fang Xin'i kapmayı düşündü. Doğal olarak Jun Wu da bu adımı atacağını düşündü ve yolunu kapattı.
Ancak arkasında hâlâ Feng Xin ile Mu Qing'in olduğunu unutmuştu. Her ne kadar ikisi yarı sakat olsa da ikisi de sinsice dolanıp kılıç Fang Xin’i çekip almayı planladılar. Hareketleri zaten son derece hafifti, yine de sanki Jun Wu'nun sırtında gözleri büyümüş gibiydi ve elini geriye doğru hareket ettirdi ve patlattı. Ayaklarının altındaki köprü bir anda çatladı ve ikisi de lav akıntısına doğru dalarak düştüler!
Son saniyede bir el Feng Xin’in çizmesini, Feng Xin de Mu Qing’in çizmesini yakaladı. Yukarı baktıklarında haykırdılar, “LANET OLSUN!!! CİDDEN LANET OLSUN!!! Guoshi, YAŞLI EFENDİ, LÜTFEN SAKIN BIRAKMAYIN, TAMAM MI?”
Onları yakalayan sahiden de Guoshi’ydi. Alnındaki damarlar şiddetle patlıyordu, “DEMEK YAŞÇA BÜYÜK OLDUĞUMU BİLİYORSUN! O HALDE ACELE EDİN VE TIRMANIN!”
Köprünün o kısmı Jun Wu tarafından kırılmışken Xie Lian kavramak için elini kaldırdı ve onu zorla havada asılı tuttu. Onu daha da yukarıya çekmek istemişti ama Jun Wu ona o alanı vermedi. Üçü, yuvarlanan lavlardan yalnızca yirmi, otuz metre uzaktaydı, etten kulakları bile hava kabarcıklarının yuvarlanma sesini duyabiliyordu. En dip uçta Mu Qing asılıydı, başı aşağı bakacak, ayakları yukarıda olacak şekilde oldukça korkutucu bir pozisyondaydı ve eğer dikkatli olmazlarsa lav onun kafasını silip süpürecekti. Buhar kaynıyordu, yüzü sıcak kömür gibi kırmızıydı, Mu Qing haykırdı, “ÇABUK, BENİ YUKARI ÇEKİN!”
Ancak beklenmedik bir şekilde onlar iki kez yukarı çekemeden tekrar bağırdı, “BEKLEYİN! YUKARI ÇEKMEYİN!”
Guoshi bıkmıştı, “NE İSTİYORSUN SEN?”
Feng Xin bağırdı, “BENİMLE KAFA MI BULUYORSUN? TAMAM, BIRAKIYORUM.”
Mu Qing küfretti, “HAY BEN SENİN, BIRAK LAN, YAP DA GÖRELİM. AŞAĞI BAK! BAK, KILIÇ!”
Diğer ikisi onu işaret ettiği yere baktı ve tam altlarında lav nehrinin kalbine saplanmış yavaşça batmakta olan siyah bir kılıç olduğunu gördüler. Bu daha önce çalacak oldukları sırada Jun Wu tarafından köprünün sarsılmasıyla çalamadıkları Fang Xin’di.
Mu Qing uzandı ve çılgınca kollarını kılıca doğru sanki bir şebek olmayı çaresizce diliyormuş gibi sallamayı denedi ama ne olursa olsun ona ulaşamadı, “BENİ ÇOK AZCIK DAHA SARKITIN, SADECE BİRAZCIK VE BÖYLECE ONU ALABİLİRİM!!!”
Guoshi'nin alnındaki damarlar artık daha da sert bir şekilde zonkluyordu, “SİZ İKİ GENÇ ADAM, DOZUNU KAÇIRMAYIN, BEN SADECE ESKİ KEMİKLERDEN BİR ÇUVALIM!”
Botu biraz daha aşağı yöneltirken böyle dedi ve Mu Qing'in yüzü lav akıntısının yüzeyine bir çentik daha yaklaştı. Saçları aşağı kaydı ve saç tellerin uçları alev aldı. Feng Xin haykırdı, “HAY LANET OLSUN, SAÇLARIN TUTUŞTU!!! HEPSİ YANACAK!!!”
Neyse ki Mu Qing de sonunda kılıcı çekmişti, saçındaki küçük alevleri tokatlayıp uzaklaştırırken kolunu savurdu ve kılıcını lav sıçramalarıyla Xie Lian’a doğru uçurdu, “XİE LİAN, YAKALA!”
Xie Lian da kolunu yukarı salladı ve Fang Xin'in kabzasını yakaladı!
Guoshi'ye gelince, artık gücünün sınırına gelmişti, “DAHA FAZLA DAYANAMIYORUM, İKİNİZ DE, HEMEN YUKARI GELİN!”
Feng Xin Guoshi'nin titrediğini gördü ve işlerin kötü gittiğini fark etti bu yüzden Mu Qing'i yukarı çekti ve onu zorla fırlattı, “BU KADAR SIZLANMAN VE MIZMIZLANMAN YETER.”
Bu kederli ruhlar sudan dışarı atlayan balıklar gibiydiler, yukarı sıçradılar ve Feng Xin'in göğsünü yakaladılar. Eğer bedenini koruyan ruhsal ışık olmasaydı muhtemelen Feng Xin tamamen yanmış olurdu. Daha önce Feng Xin'in oklarıyla korkutularak uzaklaştırılmışlardı ve onu çekemeyip kin kalplerine gömülü kalmıştı. Sinsice lavların içine dalmış ve saklanmışlardı, hepsini buraya kadar takip edip ve şimdi onu aşağı çekmek için bu fırsatı yakaladılar. Birden Guoshi de ağırlığının bu ani artışıyla ileri doğru sürüklendi ve aşağı doğru kayıyordu. Bu kez en tepede olma sırası Mu Qing'deydi ve Guoshi’ çizmelerinden yakaladı.
Feng Xin zaten yaralıydı ve hala üstünde çıkartmayı unuttuğu birkaç ok bile vardı. O kederli ruhlarla çıplak yumruklarla savaşıyordu ama aynı zamanda eğer çok sert hareket ederse yukarıdaki insanların kavramalarını gevşetebileceğinin de farkındaydı yani çok pasif bir maçtı. Aşağıda, gittikçe daha fazla erimiş, kederli ruhlar toplanıyor, sanki Guoshi'ye ve Mu Qing'e karşı bir halat çekme savaşı yapıyorlarmış gibi ona yapışırken birbirlerinin üzerinde çıkıyorlardı. Her iki tarafın da gücü inanılmazdı ve eğer böyle devam ederse Feng Xin kesinlikle ikiye bölünürdü!
Feng Xin kükredi, “BU İŞİ SONLANDIRABİLİR MİYİZ ARTIK?”
Mu Qing geri bağırdı, “KAPA ÇENENİ!” Aniden ellerindeki ağırlığın hafiflediğini hissetti, görünüşe göre o kederli ruhlar sonunda bırakmışlar ve o da diğer ikisini yukarı hızla çekmişti.
Ayağa kalktıklarında ve güvende olduklarında, Feng Xin sert bir şekilde nefes aldı, hala gözle görülür şekilde sarsılmışlardı. Aşağıdan kederli ruhların çığlıkları ve kükremeleri geldi ve grup aşağı baktı. Guoshi ve Mu Qing aynı anda konuştu, “Feng Xin, oğlun!”
“…”
Kırmızı, sıcak, erimiş, kederli ruhlar arasında etrafta zıplayan, dişleriyle çılgınca onları parçalayan, bembeyaz bir yaratık vardı.
Bu erimiş kırgın ruhların hepsi en az iki bin yıllık yaşlı hayaletlerdi, ek olarak gruplar halinde bir araya gelmişlerdi ama neden bebek bile sayılamayacak bu oldukça küçük köleden korkuyorlardı? Tırmalamalar, ısırmalar, Cenin ruhunun bedeni eskiden tüyler ürpertici beyazlıktaydı ama şimdi yanmıştı ve her tarafı kan içindeydi, kızıl kırmızı onu baştan aşağı kaplıyordu. bir nebze bile acınası olmayan korkunç bir sesle uluyordu, bu yalnızca birinin dehşet hissetmesine neden olurdu. Feng Xin dayanamadı ve patladı.
Büyük bir öfkeyle kükredi, “SİZİ LANET UTANMAZLAR, BİR GRUP YETİŞKİN BİR ÇOCUĞA ZORBALIK YAPIYOR!!! CUO CUO! HEMEN BURAYA GEL!”
Bu cenin ruhu o kadar kederli ruh yenememişti ve korku zaten kalbinde filizlenmişti. Birinin onun arkasında destek çıktığını duyunca garip bir şekilde ağlamaya başladı ve Feng Xin’in omzuna zıpladı. Feng Xin uzun yayını çıkardı ve kendi göğsünden okları çekerek sırayla onları vurup yuvarlanarak patlayan lava gönderdi. Diğer yandan cenin ruhu sanki zevk alıyor ve tezahürat yapıyor gibi omzunda zıplıyordu ve çığlık atıyordu. Xie Lian onların tehlikeden kurtulduğunu görünce sonunda rahatladı. Tam Jun Wu ile yeniden dövüşmeye odaklanmak üzereyken aniden göğsünün hafiflediği hissetti.
Jun Wu onu arkadan kilitleyerek yakalamıştı, “Daha önce söylemedim mi? Tüm bu yetenekleri nerede öğrendin? Hareketlerin hakkında her şeyi biliyorum!”
Bu kilitlenmeyle eğer Xie Lian bundan kurtulmak için mücadele etmezse o zaman kapana kısılıp ölecekti. Ama kurtulmak için düşünebileceği her hareketi Jun Wu da düşünebilirdi!
Tam o sırada Hua Cheng’in çağrısını duydu, “Gege, korkma! Onun bilmediği hareketler biliyor olmalısın! Onun kullanamayacağı ama yalnızca senin kullanabileceğin bir hamle!”
Aniden Xie Lian’in aklında şimşekler çaktı.
Böyle bir hareketi var mıydı?
Evet.
Eğer kurtulamıyorsa o zaman kurtulmayacaktı!
Jun Wu onu tutarken dönerek düşmanıyla yüzleşti ve o da Jun Wu'yu kendi elinde kilitledi, her kelimesini telaffuz ederek, “Eminim ki bu hareketi bilmiyorsun!”
Jun Wu’yu tutarak ikisinin bedenlerini taşıdı ve kıyaslanamaz derecede sağlam kaya duvarına güçlü bir şekilde çarptı!
Bu çarpmada tüm gücünü kullandı, kayaların gümbürtüsü sırasında, bir şeyin kırılma sesini de duydu.
Ses Jun Wu’dan gelmişti.
Beyaz zırhı tamamen paramparça oldu.
Tam aynı anda Jun Wu onu serbest bıraktı ve öfkeyle kükredi, “DEFOL! HEPİNİZ DEFOLUN!!!”
Xie Lian yukarıya baktı ve omurgasından aşağıya bir ürperti indi. Görüşüne giren, Jun Wu'yu çıldırtan şey, yüzlerdi.
O üç yüz yine ortaya çıkmıştı.
Xie Lian kılıcını yeniden kaldırdı ve Jun Wu’nun kalbine saplayarak onu duvara çiviledi!
Jun Wu’nun ağzından kanlar fışkırdı.
Xie Lian bu saldırıda toplayabildiği kadar ruhsal güç eklemişti ve Jun Wu'nun delindiği anda, ruhsal güç patladı. Kendini toparlama yeteneği ne kadar güçlü olursa olsun Bu darbeden kurtulmak imkansız olurdu!
Dağ yerle bir oldu.
Jun Wu ilk başta kayalık duvara asılmak üzere çivilendi ama kayalık dağ çöktüğünde şimdi yerde yatıyordu.
Yine de vazgeçmemişti. Elini çevirdi ve Fang Xin'in kabzasını kavradı, bıçağın üzerine kelimeler yazmak istiyormuş gibi görünüyordu. Bu doğal olarak durdurulması gereken bir büyüydü. Ancak Xie Lian elini kaldırdığı anda Guoshi aceleyle gitti, “Ekselansları! Bırak gitsin, bırak gitsin!”
Xie Lian kime seslendiğini ya da kime bırakmasını söylediğini bilmeden durdu. Jun Wu öfke dolu bir ağız dolusu kanla daha öksürdü, “UZAK DUR BENDEN!”
Guoshi yanına çömeldi ve “Ekselansları, bırak gitsin. Gerçekten, bırak gitsin. Savaşmaya devam etmenin anlamı yok.” dedi.
“Sen ne anlarsın?! ÇEK GİT!” Jun Wu bağırdı.
“Haklısın, anlamıyorum.” Dedi Guoshi, “Çok uzun yıllar oldu; tanrıydın, hayalet kraldın. Öldürülmesi gerekenlerin hepsi öldü, istediğin her şey senin elinde, o halde neden kendine bunu yapıyorsun? Tam olarak ne istiyorsun? Neyi kanıtlamak istiyorsun?”
Bunu duyunca Jun Wu'nun yüzünde bir kafa karışıklığı belirdi.
Ama Guoshi'nin boynunu şiddetle boğmadan önce uzun süre önce kendine gelmişti, bağırdı, “BANA DERS VERMEYE ÇALIŞMA! BANA DERS VERMEYE HAKKIN YOK! KİMSENİN YOK!”
Şu anki Jun Wu'nun yeterli gücü yoktu yani bu boğucu baskıdan kurtulmak o kadar da zor değildi. Xie Lian kurtarmak üzereydi ki bunun yerine Guoshi elini sallayarak hareket etmemesini işaret etti ve konuşmasına devam etti, “Sevgili ekselansları.”
Jun Wu ona soğuk bir şekilde baktı ama eli gevşemedi.
Şu anda yeterli güce sahip olmasa bile, Guoshi'nin boynunu sıkmak kolaydı ve çok da tehlikeli. Ancak Guoshi onun kendisini bu şekilde boğmasına izin verdi ve konuştu, “Ekselanslarına verdiğim eğitimin amacı asla yanlış yolda yürümemiş biri yetiştirmek ve sonra da onu seni aşağılamak için kullanmak değildi. O onun kendi kişiliği, sen de sensin. Başından beri farklı insanlardınız, farklı yollara sahiptiniz ve bu en doğal şey. Bunu daha önce de söyledim ama bana inanmadın. Peki ya şimdi?"
Jun Wu tek kelime etmeden ona baktı.
“Ben sadece canı gönülden ekselanslarını özlüyorum.” Dedi Guoshi, “Bir zamanların WuYong krallığını özlüyorum. İnsanlarımızı özlüyorum, ve yükselmeden önceki günlerimizi. Hepsi bu.”
“…”
Ardından Guoshi ekledi, “Çok uzun zaman oldu, ekselansları. Sadece, seni izlemek beni yordu, gerçekten yordu. Peki ya sen? Sen de yorulmadın mı?”
Üç diyarın bir numaralı dövüş tanrısı olan Jun Wu'nun görünüşü ve tavrı her zaman mükemmel olmuş, hiçbir pisliğe bulaşmamıştı. Ancak şimdi, ışığın tamamen kaybolmasıyla birlikte Xie Lian, Jun Wu'nun tenindeki üç yüzü gitmiş olsa bile aşırı solgun olduğunu fark etti.
Dış hatları çok soğuk ve sertti, gözlerinin altında koyu halkalar vardı ve açıklanamayacak kadar kasvetli görünüyordu; ışık formunu aydınlatırken yaydığı nazik nezaketten eser yoktu.
Ama şimdiki adam, hasta gibi görünse de nihayet canlı görünüyordu.
Guoshi nazikçe “Ekselansları, kaybettin. Artık kendini özgür bırak.” dedi.
“…”
“Yenildim mi?” Jun Wu’nun sesi biraz kaybolmuş gibi geliyordu.
Aşırı güçlü ruhani güç dalgası kayalık mağaranın kubbesini yararak içeri girdi ve yukarıdan belli belirsiz güneş ışınları saçıldı.
Havada küçük yağmur taneleri sürükleniyor gibiydi. Jun Wu yere serilmiş halde uzanırken, Xie Lian ayakta duruyor yukarıdan onu izliyordu, cidden sanki ağır bir yük kalkmış gibi Jun Wu’nun yüzündeki rahatlama izlerini fark etmişti.
Merak etmekten kendini alamadı, belki de bu amansız kırıklık ve delilik günlerini sona erdirmek için biri tarafından yenilmek Jun Wu'nun içten içe istediği bir şeydi.
Bir an sonra Jun Wu aniden sordu: "Bu hareketin adı ne?
“…”
Xie Lian kolunu kaldırdı ve yüzünün yan tarafındaki kanı sildi, “Göğüste kaya parçalama.”
Jun Wu şaşırdı, sanki bir şey hatırlamış gibi kıkırdadı, ardından gözlerini kapatarak iç çekti, “Güzel.”
Başka bir şey söylemedi ama herkes onu gizlenemez bir yorgunluğun ele geçirdiğini söyleyebilirdi.
Xie Lian sonunda elini Fang Xin'in kabzasından çekti. Artık bir sonraki adımda ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu ve bu yüzden bilinçsizce Hua Cheng'e baktı. Hua Cheng hâlâ aynı noktada, Cennete uzanan köprünün henüz yıkılmamış tek kısmında duruyordu ve uzun süredir kollarını kavuşturmuş sessizce onu bekliyordu. Xie Lian'ın başını arkaya çevirdiğini görünce göz göze geldi ve gülümsedi.
Guoshi hareket etmeden Jun Wu’nun yanına oturdu ve “Ekselansları, artık gitmelisiniz.” dedi.
Hiç kalkmaya niyeti yoktu ve Xie Lian sordu, “Usta, siz gelmiyor musunuz?”
Guoshi kafasını salladı, “Ben ekselanslarına eşlik edeceğim. Sonuçta geçmişte, onun yanında kalmadım.”
Yağmur daha sert yağıyor, Jun Wu'nun dinlenmekte olan yüzünü yıkıyor, yaralarından akan canı ve kanı silip süpürüyordu.
Yağmur yıkadıkça, Xie Lian yüzündeki üç insan yüzünün yavaş yavaş solduğunu hissetti. Belki de bu onun hayal gücüydü.
Bir anlık sessizliğin ardından Xie Lian sırtında taşıdığı bambu şapkayı çıkardı ve Jun Wu'nun yüzünü örtecek şekilde elinden fırlattı.
Mu Qing'in bileğindeki lanetli kelepçe kendiliğinden kırılmıştı ve o soğukkanlı ve sakin tavrı zorlukla geri dönmeden önce o şeyi lavın içine uçan tekmeyle fırlattı. Feng Xin'in omzundaki cenin ruhu ise aşağı atladı ve dört uzvunu da kullanarak Jun Wu'nun yüzüne doğru süründü, dikkatlice ona dokundu, tavrı Feng Xin'in yüzünü ezdiği ve Feng Xin'in öfkeyle ayaklarını yere vurduğu zamankinden tamamen farklıydı.
Ancak Xie Lian başka hiçbir şeyi umursamadı ve sanki yeniden doğmuş gibi hırpalanmış yüzüyle doğruca Hua Cheng'in üzerine atıldı - gerçekte, ölümden kıl payı kurtulduğu kesindi, "SAN LANG!"
Hua Cheng henüz Xie Lian'a elini uzatmıştı ki bu hamleyle bir adım geriye itildi ve kollarını ona dolayıp mutlu bir şekilde gülümsedi, “Gege, gördün mü? Sana kesinlikle kazanacağını söylemiştim, değil mi?” Sonra Xie Lian'ın yüzünü kaldırıp dikkatle inceledi ve iç geçirerek, "Kendini yine bu hale getirdin," dedi.
Parmaklarının okşadığı yerde küçük gümüş bir kelebek kanat çırptı ve kesikler soldu. Xie Lian da mutlu bir şekilde gülümseyerek karşılık verdi, "Bir dahaki sefere yapmayacağım!"
Hua Cheng kaşlarını çatarak soğuk ve sert bir tavır takındı: "Bir dahaki sefer yok."
Bir süre durakladıktan sonra Xie Lian gülümsemesini geri çekti ve ciddi bir şekilde sordu, "San Lang, TongLu Dağı'na çıkmadan önce sana söylemek istediğim bir şey olduğunu söylemiştim, hala hatırlıyor musun?"
Hua Cheng gülümsedi, "Elbette hatırlıyorum. Gege'nin bana söylediği her şeyi hatırlıyorum."
Xie Lian başını öne eğdi ve bir süre sonra cesaretini toplayıp dürüstçe konuştu, "Daha önce Jun Wu bazı ufak tefek şeyleri ifşa etmişti ve bunlar bu konuyla ilgiliydi. Dürüst olmak gerekirse, bunu sana uzun zaman önce söylemeliydim, ama öğrenmenden korktuğum için kendimi bir türlü ikna edemedim..."
Hua Cheng onun yerine devam etti, "Ekselanslarının neredeyse Beyaz Giysili Felaket olduğunu öğreneceğimden korkuyordun, değil mi?"
“…”
Xie Lian, şaşkına dönmüştü, “Sen…?”
Hua Cheng ona doğrudan cevap vermedi ve sadece bir dizini onun önünde yere eğerek başını kaldırıp ona baktı ve mırıldanarak gülümsedi, “Bu nasıl? Gege, bununla, hatırlıyor musun?”
Nasıl hatırlamasın?
O zamanda, o isimsiz hayalet sık sık tıpkı bu şekilde bir dizinin üstüne çökerek onun önünde yere doğru eğilmişti.
O soluk gülen maske, Hua Cheng'in şu anki gülen yüzüyle örtüşüyordu. Xie Lian'ın kalbi sarsıldı, dizleri büküldü ve onun önünde yere çöktü, mırıldandı, “…San Lang… o, o sendin!”
Hua Cheng küçük bir kahkaha attı ve bir dizi yerdeki duruşunu korudu ve geriye kalan tek göz ona derinden baktı, “Ekselansları, ben her zaman seni izledim.”
Xie Lian hâlâ sadece tek bir kelime söyleyebiliyordu, “Sen… sen…”
Sonunda, Hua Cheng'in görünüşte kasıtsız olarak söylediği tüm bu sözlerin ne anlama geldiğini anladı.
Demek öyleydi. Wu Ming'in Hua Cheng olduğunu hiç hayal etmemişti!
Her şeyi biliyordu. her şeyi gördü. O, başından beri oradaydı!
Birdenbire binlerce duygu, milyonlarca kelime onun kafasına akın etti. minnettarlık vardı, utanç vardı, kalp kırıklığı vardı, mutluluk vardı, ama hepsinin üstünde, amansız bir aşk vardı.
Xie Lian'ın kalbi patlayacak kadar doluydu, ancak kendini ifade edecek tek bir kelime bile bulamıyordu, bu yüzden sadece "SAN LANG!" diye bağırarak onu zorla yakalayabildi.
Sanki artık söyleyebileceği tek şey buymuş gibiydi ve tekrar bağırdı: "SAN LANG!"
Xie Lian kollarını Hua Cheng'in boynuna sıkıca doladı ve ağlayacakmış gibi hissederek kahkahalarla gülmeye başladı.
Ancak daha gözyaşları dökülmeden, aniden çok yanlış bir şey olduğunu fark etti.
Hua Cheng bir hayalet olsa da vücudu hiçbir zaman normal insanlarınkinden farklı olmamıştı.
Yine de şimdi Hua Cheng'i tutarken, o canlı kırmızı cüppesi biraz şeffaftı.
---
:(
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#hualian#jian lan#ling wen#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#mei nianqing#mu qing#xuan zhen#nan yang#pei su#pei ming#yushi huang#ban yue#bai wuxiang#wu ming#shi wudu#shi qingxuan#hexuan
19 notes
·
View notes
Text
🇹🇷ES-SELÂM🇹🇷 ~EY KUTLU ŞEHİR İZMİR'İM~
🗣️ "Bayrağımın kırmızısına kanım bulaşmış"
•••✍️Alsancak sokakları çok kalabalıktı. Firari askerler, kaçan insanlar ve atlar... Müfreze, adeta kalabalığı yararak Kordon'a ulaştı.
♦ 10.20 sıralarında Konak Meydanı'na gelirler ve karşılarında Hükumet Konağı.
♦ O kalabalıktan yüzbaşıya doğru koşan biri elindeki bombayı infilak ettirdi. Yüzbaşı Şerafettin ve atı yaralandı. Prof. Dr. Kemal Arı, Yüzbaşı Şerafettin'in o anlarını şöyle anlattı;
Diyor ki:
⤵️
•••✍️Kemâleddin Kâmî (Kamu), şiirinde o günlerin İzmir hasretini söyler ki enfestir: 🗣️Ve her hatırlayışımda içli bir çocuk gibi ağlarım!
İZMİR'E *TAHASSÜR
Anne, deniz nerde, yalımız nerde? Hani gideceğiz İzmir'e der de Beni uyuturdun dizinde anne!
Geçende ablam da öyle diyordu Bu bahar İzmir'e girmezse ordu Kanmam sözünüze sizin de anne!
Yeşil bir bahara büründü dağlar Bülbüllü bahçeler, üzümlü bağlar Kimlerin işine yarıyor anne!
O bağlar nerede, bahçeler nerde? Her akşam güneşin battığı yerde Gözlerim İzmir'i arıyor anne!
Şimdi bir kuş olsam, kanadım olsa İzmir'e giden yol eğer bu yolsa Bir başıma bile giderim anne!
Bir çetin bilmece sorsam Paşa'dan Söylemem memleket bağışlamadan Mutlaka İzmir'i isterim anne!
Kemâleddin Kâmî(Kamu)
*özlem
🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷
27 notes
·
View notes
Text
Gökyüzüne baktı sakince. Sonra yere bir damla daha damladı. "Artık çıkıp gitmelisin dünyamdan. Artık yeter." diye fısıldadı acı dolu bir gülümseme ile neredeyse duyulmayacak bir ses tonunda, gözyaşları yere süratle yol çizerken. "Artık bitecek." dedim destek vermeye çalışırmış gibi. Bana baktı. Gözyaşlarının arasından, "Teşekkürler." dercesine dudaklarını hareket ettirdi. Ve gelip daha gerçekçi bir teşekkürmüş gibi kollarını bana sardı. Yüzündeki o acı gülümseme şekillense anlatırdım. Ama hayır, sanmam. O gülüşü bir daha hayatım boyunca unutabileceğimi de sanmam. O acı dolu ve karanlık bakışları. Gözyaşlarındaki yorgunluğu. Muazzam denecek derecede bir acıydı yüzündeki gülüş. Tüm acıların arkasına saklandığı, ama artık biteceğini belirten bir gülüş.
21 notes
·
View notes
Text
- Geçip gidenlere üzülüyor musun? Dedi,
- Vallahi senin için hayırlı olsaydı kalırdı diye devam ettirdi..
47 notes
·
View notes
Text
Meursault'la Konuşmalar 44
Uzun bir aradan sonra merhaba dijital günlüğüm. Elimde nefretlik seviyesinde sıkıldığım bir iş var. Deadline'ı 3 Haziran'dı, hala bitmedi. Üstelik yarılamadım bile. Başına otursam bitecek ama başında oturmakla da bitmiyor. Tamam saçma oldu. Bu şu demek, her iki sayfada bir dikkatim dağılıyor kaç sayfa olduğuna bakıyorum dakikaya bakıyorum, aslında okusam hızlı gidiyorum diyorum sonra hop bakıyoruz başka bir sekmeye geçmişim. Böyle bir şey yok. Bu daha önce editörlüğünü yaptığım bir cildin son okuması. Piyasaya kıyasla güzel para getiren bir iş ama gel gör ki aynı metni üçüncü kez gözden geçirmek bıkkınlık veriyor ve neredeyse 700 sayfa. Bumerang gibi bir iş, bitti diyoruz başa dönüyor. A. Y.'nin alacağı olsun, bana "ilgini çekeceğini düşündüğüm bir iş var" girizgahıyla işi kabul ettirdi sonra bi baktım bizim bumerangmış. Arada bir de korkunç derecede hatalı yazılmış bir metnin son okumasını yaptım o da editörlüğe dönüştü ve bitirene kadar fenalık geçirdim. Üst üste geldiler yani. Biriyle de tezi için görüşmüştük, güya 1 Haziran'da elimdeki işi bitireceğim için ona tezini okuyup tashih etmeye o tarihte başlayabileceğimi söylemiştim. Daha elimi bile sürmedim. Haftaya çarşamba seansım var, doktor "tezi ne yaptın, hani karar almıştık" diyecek ve ben ne diyeceğim bilmiyorum. Teze bakmaya beş dk bile vaktim olmadığı için bakasım da geliyor biliyor musunuz?
Bu ara moralmanlarım inanılmaz bozuk, öyle böyle değil. Pazar gününü bütünüyle ağlayarak geçirdim mesela. Bu muhtemelen önceki hafta kendime çok yüklenmiş olmamdan oldu. Özellikle cuma günüm sabahtan akşama doluydu. O günün tek güzel yanı @tahrirdefteri ile buluşmuş olmamız. Bana Sevincini Bulmak kitabını almış Mustafa Kutlu'nun. İnşallah sevincimi bulurum falan derken Pazar günü kendimi ağlarken bulmam da çok ironik. Bir de o günün akşamında ders verdim bir platformda, derse başlar başlamaz bir baş ağrısı geldi yerleşti ve 36 saat perişen etti beni. Yeni yeni geçiyor gibi, hatta geçti de sayılmaz. Perşembe günü de tüm gün çalışıp sonrasında akşam konsere gitmiştim. Çarşambayı hatırlamıyorum. Salı günü gündüz İsam'da bahsettiğim tez görüşmesini yapıp üstüne biraz çalıştıktan sonra akşam Abdülmecit Köşkü'ne seminere gittim. Seminer beklediğim perspektiften olmadığı için bir şey katmadı ama öncesinde rehberle Maziden Atiye Zarafet sergisini gezdik, o güzeldi.
Lacivert olanı Afet İnan kadınlara seçme seçilme hakkı ile ilgili Türk Ocağı'nda konuşma yaparken giysin diye M. Kemal tasarlamış. Baya iyiydi, kendime diktirsem mi aynısından diye düşündüm. Diğeri de Yunanistan CB'ının şerefine verilen bir davette yine Afet İnan'ın giydiği elbise. Çok güzeldi.
Pazartesi akşam yorgun argın eve geldikten sonra hastalanan kuzenimi almaya gittik annemle, yolda kötü oldu eve varmak üzereyken acile gittik, onu bekle al eve gel derken gece yarısı oldu tabii ki. Bir de o hasta olduğu için odamı ona vermem gerekti, bu sefer akşamları uykum gelince perişan oldum çünkü salonda yattım pazar gününe kadar. Öncesinde bir gün kütüphanemi toplayıp kolilemiştim o da çok canımı sıkmıştı ama buraya yazmış mıydım hatırlamıyorum. Kendi evimde göçebe gibi kolilemem gerekti kitaplarımı. İşin kötüsü kolileri koyacak yer de yok evde. Tahammül sınırlarımın burcundayım. Bir an önce evlenmek ve kendi düzenime sahip olmak, kitap alınca "nereye koyacağım" diye düşünmemek, hayatımın her anını benim dışımda gelişen olaylara ve kişilere göre planlamamak istiyorum. Biliyorum son kısımdan evlenince de kaçılmıyor ama en azından kendi evim ve düzenim olur. Onun için de efor sarfedecek durumda değilim bu arada. Hazır bir düzene yerleşmek istiyorum, öyle çeyiz alayım ona bakayım buna bakayım hevesim yok, gücüm de yok.
Geçtiğimiz cumartesi değil ondan önceki cumartesi kendime lale almıştım. Aslında bu renk pembeyi sevmem ama lalede seviyorum. Bu sefer suyuna 1 lira attım, daha uzun dayandılar gibi. Bu süreçte bin tane öğrenci görüşmesi yaptım, o da ayrı tabii.
Arada mutlaka başka şeyler de olmuştur ama ne hatırlamak istiyorum ne de düşünmek. Aa bir de bu cumartesi halamlarla pikniğe gittik, sofra efsaneydi ama bana bir şey oldu pikniğin yarısında. Halam fark etti, dönüş yolunda bunu anneme söyledim o fark etti sen dalga geçtin benimle "hayırdır nerede nazar oldun" diye dedim annem de hep bana suç buluyorsun zaten dedi. Neyse dedim geçtim.
İyi hissetmiyorum ama deadlinelar benim nasıl hissettiğimi umursamıyor. İşi bitirme hevesim gelsin diye Suadiye Kronotrop'a geldim, dondurmalarında su da olduğu için affogato istediğim gibi olmuyor ama idare eder diye düşünüp aldım, dondurma damla sakızlıymış benim sakızdan midem bulanır. O hisle kalktım Civitas'a geldim, biraz para harcasam ne olur diye düşünüp kendime yemek ısmarladım. Şimdi onun pişmanlığı var içimde ve çalışamıyorum yine. Onun yerine bu yazıyı yazıyorum. EVe gitmek istiyorum. Doktor bu eve gitme isteğimden bahsettiğimde bunun kaçınan tarafım olduğunu, büzüşüp kendimi korumaya alarak yüzleşmekten korktuğumu hatırlatıyor. Biliyorum ama eve gitmek istiyorum. Ben adam olmayacak mıyım?
Ek
Bir önceki günceden sonra aslında ben Seyyid Hüseyin Nasr'ı dinlemeye gitmiştim. Hoca yaşından dolayı bazı kelimeleri yutarak konuşuyor olmasına rağmen kulaklığa gerek duymadan dinledim ve not aldım. Çıkışta da Taksim Camii'ne uğradım, İlhami Atalay'ın öğrencilerinin sergisi vardı, güzel şeyler gördüm. Bir gün önce "bir süre yeni kitap almamalıyım" kararı almış olmama rağmen kitabevinden de bir kitap aldım ama en azından kendimi birde durdurdum. Geçen cuma da İSAM'da İngilizce bir konferans vardı, aksanlı bir konuşmaydı çok zorlanmadım. Arada İngilizcem çok zayıfladı perileri geldiği için iyi geldi bu bana. Bunu da tarihe not düşmüş olalım.
13 notes
·
View notes
Text
Elâlem ne der diye abdest alamayacağı gelinliği giyip farz namazlarını dahi sırf düğün günü için terk ettirdi. Düğünde gelinlik giymeyen bir kızcağız ayıplanırdı, ama namazı bile bile kılmaması ayıp sayılmadı.
Kim öndeydi?
Allah'ın farzı mı? Yoksa elâlemin ağzı mı?
Yağmur ibiç, Ahir Zamanda Fıtrat Mücadelesi, s.229
91 notes
·
View notes
Text
Yaşı biraz olan bi abiyle konuşurken eskiden kızlı erkek oyun oynadıklarını kimsenin sorun etmediğini söyledi şimdiyse neler diyorlar diye örneğini devam ettirdi, gerçekten de artık her şey o kadar çirkinleşti ki her şeyin altında kötü anlam arar oldu millet
#Çocukken bizde oynardık mahallede#Hatta ramazanda gece yarısına kadar#Karanlık yerlere kızlı erkekli saklanır güle eğlene oyun oynardık#Şimdiyse aydınlıkta bile yan yana gelmeye çekinir olduk
8 notes
·
View notes
Text
Korku, vazgeçilmezimdi. Korku yoktu, korku azdı, yetersizdi. Korku hiçti. Geçen üç gün bana gerçek korkuyu öğretti, en büyüğünü tattırdı. Ölmeyi tercih ettirdi ama ölüm diye bir seçenek yoktu. Korku kaçınılmazdı ve dipsiz bir kuyuydu. Karanlığı hissetmedim ben o an hiçliği hissettim. Yok olmayı duygularımın son bulmasını ortada dönen her şeyin son bulmasını diledim. Kaçan oldum, kaçmayan biri kaçan oldu. Korku bana kaçmayı yok olmayı ölü göstermeyi öğretti. Çaresizlik korku verdi ve bu sanırım bedenime geçti.
11.05.2024 gururumu hiçe saymayı öğretti
12.05.2024 artık avlananım.
12:40 kafamı susturmak zorundayım
18 notes
·
View notes
Text
tam olarak bir önceki post bana neyim olduğunu fark ettirdi ben baya baya artık hayal kurmuyorum basbaya hayalsiz bir kız olmuşum inanılır gibi değil… bana biraz zaman verin lütfen..
7 notes
·
View notes
Text
Elim kırılsaydı da bu şiiri yazmasaydım
Ahmet Muhip Dıranas'a şöhret getiren 'Fahriye Abla' şiiri, Türk edebiyatının da en ünlü ve gizemli şiirlerinden biri oldu. Önce 'Fahriye Abla'nın gerçekten var olup olmadığı üzerine tartışmalar yapıldı, sonra sinema filmi çekilen ilk şiir oldu. 1984 yılında Yavuz Turgul tarafından sinemaya uyarlandığında büyük yankı yaptı. Yeşilçam'ın unutulmazları arasına giren film, o dönem Fahriye Abla'yı oynayan Müjde Ar'ın da ününe ün kattı.
Peki, filmde, 'mahallenin güzel, ancak haksız dedikodulara konu alan Fahriye Abla'sı', gerçekte nasıl biriydi? Fahriye Abla, Ahmet Muhip'in hayali miydi yoksa gerçek miydi? Dıranas, 'Fahriye Abla' şiirini yazdığı için hiç pişmanlık duydu mu? Kollarında öldüğü eşi Münire Dıranas'a 'Fahriye Abla' konusunda ne vasiyet etti?
Bu soruları, gazeteci Ebru Toktar Çekiç, Münire Dıranas’a sordu.
Ahmet Muhip Dıranas ile nasıl tanıştınız?
Babam öldüğü zaman, annem bir avukatla evlendi. Bu yüzden annemin babası olan dedemin evinde büyüdüm. Dedem, Ankara'da eski Orman Bakanlığı yakınlarında bir konak aldı. Ankara'da Ticaret Lisesi'nde okurken, Çocuk Esirgeme Kurumu'nda çalışan teyzemi sık sık ziyaret ederdim. Muhip Bey, müdürle görüşürken beni görmüş. Beni görünce gözlerini öyle dikti ki bana, hiç ayırmadı. Tabii belirteyim ki o zaman dünya güzeliyim. Şimdi bakmayın cildimin bozulduğuna! Her neyse Dıranas da yakışıklı, şöhret sahibi bir adam. O sırada 17-18 yaşlarındaydım. Muhip Bey, 32 yaşında. Beni takip etti, okula gidiyorum, kapıda bekliyor, eve gidiyorum, önünde bekliyor... Ve bir gün evlenme teklif etti. Önce karşı çıktım, fakat o çok ısrar etti. Liseyi bitirmiştim, dedem de ölünce onunla evlendim.
‘Muhip’i baba gibi sevdim’
Muhip Bey'i sevdiniz mi peki?
17 yaşında bir çocuk, 32 yaşında bir adama o sırada 'Seni sevdim' diyemez. Annem, babam, dedem hepsi ölmüştü. Yalnız kalmıştım. Evlenmek zorunda kaldım. Ama Muhip Bey ile evlenmekten hep memnun kaldım. Ona, bohem yaşantısı olduğu halde, hiçbir zaman karşı gelmedim. Ben daima dürüst ve saygılı bir şekilde hayatımı sürdürdüm.
O sizi çok sevdi anlaşılan?
Herkes 'Fahriye Abla' şiirini konuşur ama Ahmet Muhip Bey, tek şiir kitabını bana ithaf etti. Kendisi bohem adamdı. İçkisini devam ettirdi benimle beraber. Ben hiçbir zaman karşı çıkmadım. Ama o da bana her zaman sevgi, saygı besledi, daima beni methetti. Ben onu hep baba gibi sevdim. Fakat maalesef, bu büyük adamın çocuğu olmuyormuş. Ama ben ondan ayrılıp, başkasıyla evlenmedim.
Hayatından çok kadın geçmiş
Çocuğunuzun olamaması Muhip Bey'den kaynaklanıyor yani?
Sorun ondan kaynaklanıyor. 17 yaşında genç kızım, çocuğum olmaz mı?
Peki, Dıranas'ın çocuğu niye olmuyor?
Çünkü Muhip Bey, benden önce birçok kadınla macera yaşamış. Müthiş bohem yaşamış. O kadarını açıklamayalım artık.
O öldükten sonra genç yaşta dul kaldınız, ama evlenmediniz. Kararınızdan pişman mısınız?
Benim acayip huyum vardır. Namus mefhumu beni her şeyde engellemiş, fakat birçok konuda da başarıya ulaştırmıştır. Çok şükür, şerefimle ayaktayım, ama tabii ki yaşlandım ve yorgunum. Baksanıza yüzüm çok bozuldu benim. Çünkü bin bir dert içinde yaşıyorum. Yalnızlık zor. Ama ben ikinci bir erkeğin koynuna girmedim. Hasan åli Yücel'in annesi beni çok severdi. 'Münire bir büyük adam geldi, onunla evlenirsen Kapalıçarşı'dan ne istersen alacağını, seni dünya turuna çıkaracağını, malvarlığını bile vereceğini söylüyor; gel evlen, bak çocuğun olur, daha çok gençsin' dedi. 'Benim hayatıma sadece eşim girmiştir, başka biri daha giremez' dedim ve kabul etmedim.
'Fahriye Abla' şiiri ne zaman yazılmış?
Benimle evlenmeden yazılmış bir şiir.
‘Fehriye abla sübyancıymış’
Peki, kim bu Fahriye Abla?
Halk bu şiire bayılıyor! Ben evlendiğimde Fahriye kim bilmiyordum. Bu ünlü şiiri öğrenince 'Kim bu Fahriye?' diye sordum. İlişkisi olan bir komşusuymuş. Yani olay şu: Muhip Bey'in babası askeri fabrikalarda çalışıyor. O sırada işçiler için Cebeci'de yaptırılan İşçi Evleri'nde kalıyorlar. Fahriye de Muhip Bey'in annesinin komşusu. Sürekli evlerine girip çıkarmış. Aslında Fahriye evli, çoluk çocuk sahibi bir kadın. Ama başkalarıyla da düşüp kalkan hafifmeşrep bir kadın. Zannediyorum Muhip Bey'i de tavlamış o dönem. Muhip Bey, o sıralarda bir sübyan. Yeni erkek olmuş yani. Sanıyorum 15-16 yaşlarında. Fahriye de galiba sübyancıymış!
İlginç vasiyet
Adına şiir yazılan bu kadını kıskandınız mı hiç?
Allah Allah, bu çok saçma bir soru! Ben dünyaya gelmeden 3 yıl önce Muhip Bey, Fahriye Abla'yı tanımış. Fahriye'yi görmedim hayatımda! Muhip Bey benle evlendiğinde Fahriye işi çoktan bitmişti.
Merak ettiniz mi Fahriye Hanım'ı?
Ben, hayatım boyunca Fahriye ismi ile hiç ilgilenmedim. Çünkü benden önce yaşadığı bir kadın. Benden sonra değil bu! Ama Ahmet Muhip Bey, kollarımda ölürken bana ağlayarak ne dedi biliyor musunuz? İlk kez açıklıyorum; Kuran çarpsın ki doğrudur. 'Münire sakın Fahriye'yi gündeme getirme! Elim kırılsaydı da bu şiiri yazmasaydım. Sen bu konuyu kimseye açma, bu konuyu film yapmak isterler, sakın yaptırma, mani ol' diye vasiyet etmişti. Ben de hiç konuşmadım. İlk kez konuşuyorum. Kitap da yapacağım anılarımı.
Fahriye Abla, herkesin kafasında farklı bir imge değil mi?
Tahsilli, edebiyat bilenler bu işi o zamandan beri bilir. Fahriye Abla'yı çok yetenekli, çok güzel veya saygın biri gibi gösteriyorlar. Fahriye, sanki mahallede harika bir insanmış gibi herkes ona hayran! Halbuki öyle değil. Fahriye Hanım'ı kimse örnek almasın. Fahriye Hanım bir hafif meşrep. Ama şimdiki kadınlar pek mi hırlı! Hangisinin yeri Münire Dıranas gibi! (Gülüyor)
Sinop'ta müze kurulacak
Vakfı ne zaman kurdunuz?
Ahmet Muhip Dıranas Vakfı'nı, Dıranas öldükten hemen sonra 1980 yılında kurdum. Çünkü evlatsız kaldığım için yüreğim kan ağlıyor. Fakir çocuklara burs veriyorum. Gelenleri çevirmiyorum. Ama kimse vakfı desteklemiyor.
Müze kurma girişiminiz de var sanırım?
Sinop'a müze yaptırıyorum. Müzede, Ahmet Muhip Dıranas'ın şiir kitapları, fotoğrafları, eşyaları olacak. Orada yaşamak istiyorum, ama vakfı da bırakmak istemiyorum.
Maddi sıkıntılar var mı?
Gazeteciler Kooperatifi, Ankara'da İş Bankası Blokları'nın oralarda arsa dağıtmıştı. Muhip Bey de ölmeden buradan arsa almıştı. Ancak Muhip Bey, 'Arsayı Münire adına verin' demiş.
Tapu da var elimde. Arsanın inşaatı için Muhip Bey'in anlaştığı kişi, Muhip Bey ölünce arsayı 'Muhip Dıranas bana verdi' diyerek kayıtlar çıkarıp, imza taklit ederek, arsayı ve buraya yaptığı bütün daireleri almış. Bu konuda dava açıp, haklarımı isteyeceğim. Çünkü belgeler var elimde! Korkunç bir memleket bu Türkiye! Muhip Bey ölünce olmuş hepsi... Şu andaki vakfımızın Gazi Mustafa Kemal Bulvarı'ndaki yerini bize rahmetli eski Başbakan Bülent Ecevit verdi. Kendisi bizi çok severdi.
Uzun bir yazı ama ben çok sevdim.
Fotoğraf Ahmet Muhip Dranas ve eşi Münire hanıma ait
12 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing Revize edilmiş versiyon, kitap 1 bölüm 3 - Hayalet gelini alıyor, Veliaht prens gelin arabasına biniyor
…
Tüm kurtları ve binusları boğan Ruoye geriye doğru uçtu ve uysal bir şekilde bileğine sarıldı.
Xie Lian, sonsuz karanlık ve hışırdayan ağaçlardan oluşan bir denizle çevrili arabada sessizce oturuyordu.
Bir anda, herşey sessizliğe boğuldu.
Rüzgârın sesi, ormanın sesi ve iblislerin kükremesi sanki bir şeyden korkuyormuşçasına anında ölüm sessizliğine dönüştü. Daha sonra çok yumuşak sesli bir kıkırdama duydu.
Bu bir erkek olabileceği gibi bir genç de olabilirdi.
Xie lian hiçbir ses çıkarmadan dikleşerek oturdu.
Ruoye sessizce elinin etrafında döndü ve harekete geçmeye hazırlandı. Ziyaretçi masum olmayan bir niyet belirtisi gösterecek olursa eğer, on katı güçle çılgın bir güçle karşı saldırıya geçecekti.
Kim bilebilirdi ki ani bir saldırı ya da öldürme niyetiyle sonuçlanmayacağını, bunun yerine başka bir şeyle sonuçlandı.
Gelin arabasının perdesi biraz açıldı ve parlak kırmızı düğün duvağının altındaki aralıktan Xie Lian ziyaretçinin ona elini uzattığını gördü.
Parmak eklemleri iyice bitişmişti. İnce ve soluk elin üçüncü parmağına, parlak ve canlı bir yakınlık düğümüne benzeyen kırmızı bir ip bağlanmıştı.
Elini vermeli miydi? Yoksa, vermemeliydi?
Xie Lian öylece kaldı, bu şekilde oturmaya devam mı etmesi yoksa paniklemiş bir gelin gibi davranıp çekingen bir şekilde geri çekilmesi mi gerektiğine henüz karar veremiyordu. Ama elin sahibi oldukça sabırlı ve nazikti; Xie Lian hareket etmedi ve o da hareket etmedi, görünüşe göre bir yanıt bekliyordu.
Uzun bir süre sonra, tanrıların ya da hayaletlerin açıklanamayan etkisi altında kalmış gibi Xie Lian elini uzattı.
Ayağa kalktı, perdeyi kenara çekip arabadan inmek üzereydi ama karşı taraf bir adım öndeydi ve onun için kırmızı perdeyi kaldırdı. Ziyaretçi elini tuttu ama sanki onu sıkmaktan ve incitmekten korkuyormuş gibi çok sıkı tutmadı, bu da ona azami özen gösterdiği izlemini veriyordu.
Xie Lian başını eğdi ve elinden tutarak yavaşça arabadan çıktı. Ayaklarının dibinde yatan, Ruoye tarafından boğulmuş bir kurdu gördü. Başı dönerken, hafifçe takıldı ve nefesi kesilerek öne düştü.
Ziyaretçi yardım etmek için hemen elini hareket ettirdi ve onu yakaladı.
Bu yakalamanın ardından Xie Lian’ da onun elini yakalamak için elini hareket ettirdi ama dokunuşunda buz gibi bir şey hissetti; Ziyaretçinin bir çift gümüş önkol koruması taktığı ortaya çıktı.
Önkol koruması muhteşem ve zarifti, akçaağaç yaprakları, kelebekler ve vahşi hayvanlarla oyulmuş ilginç deseni oldukça gizemli görünüyordu ve Merkezi Ovalar’daki hiçbir şeye benzemiyordu, daha ziyade yabancı bir ırktan kalma eski bir eserdi. Onun bileğini tam olarak çevreliyordu, zarif ve çevik görünüyordu.
Buz gibi gümüş, soluk beyaz eller, cansız ama yine de öldürücü ve şeytani bir enerji yayıyordu.
Düşüşü sahteydi, aslında kasıtlı bir testti ve Ruoye, saldırmaya hazır şekilde gelinliğin geniş kolunun altında yavaşça kıvrılıyordu. Ancak ziyaretçi sadece elini tuttu ve onu ileri götürdü.
Öncelikle Xie lian başı düğün duvağıyla örtülü olduğundan yolu net bir şekilde göremiyordu ve ikinci olarak biraz zaman çalmak istiyordu. bu nedenle kasıtlı olarak çok yavaş yürüdü, ancak karşı taraf şaşırtıcı bir şekilde onun hızına ayak uydurarak çok yavaş yürüdü ve diğer eli de zaman zaman sanki tekrar düşeceğinden endişeleniyormuşçasına ona yol göstermek için uzanıyordu. Her ne kadar Xie Lian bu şekilde davranıldığı için temkinli davransa da şunu düşünmeden edemedi: "Eğer bu gerçekten bir damatsa, kesinlikle son derece nazik ve düşünceli.”
Bu noktada aniden bir tıngırdama sesi duydu. İkisi her adım attığında, o çan sesi duyuluyordu. Tam bu sesin ne sesi olduğunu anlamaya çalıştığında, her yerden vahşi hayvanların bastırılmış ulumaları duyuldu.
Vahşi kurtlar!
Xie lian biraz hareket etti, ve Ruoye bileğine sıkıca sarıldı.
Kim bilebilirdi, herhangi bir hareket yapmadan önce, onu yönlendiren kişi, görünüşe göre onu rahatlatmak ve endişelenmemesine izin vermek için elinin üstüne iki kez hafifçe vurmuştu. İki vuruş o kadar hafifti ki neredeyse nazik oldukları söylenebilirdi. Xie Lian biraz şaşkına dönmüştü ve alçak uluma sesleri çoktan bastırılmıştı. Tekrar dikkatlice dinlediğinde, aniden bu vahşi kurtların ulumadığını, sızlandığını fark etti.
Xie lian’nın ziyaretçiye dair olan merağı giderek artıyordu. Ve şu düğün duvağını fırlatıp bir göz atmayı çok istiyordu ama bunun uygun olmayan bir hareket olduğunu biliyordu, bu yüzden sadece kırmızı düğün duvağının altındaki aralıktan bakabildi. Gördüğü şey kırmızı bir kabanın eteğiydi. Kırmızı kabanın altında bir çift siyah deri çizme, rahat bir yürüyüş.Bir çift küçük siyah deri bot sıkı bir şekilde sarılmıştı ve bunların üzerinde yürürken olağanüstü hoş görünen bir çift ince ve düz baldır vardı. Siyah botların yanlarında iki ince gümüş zincir sallanıyordu; Her adımda gümüş zincirler sallanıyor ve kulaklara çok hoş gelen keskin bir tıngırdama sesi çıkarıyordu.
Adımları sakindi, hareketli, daha çok bir gence benziyordu. Yine de attığı her adım sanki onu kimse durduramayacakmış gibi özgüven yayıyordu. Her kim onun yoluna çıkmaya cesaret ederse, parçalara ayrılmayı bekliyor olacaktı. Bu göz önüne alındığında Xie Lian bunun tam olarak nasıl bir insan olabileceğinden emin değildi.
Kendi kendine düşünürken birdenbire yerdeki ürpertici beyaz bir şey görüşüne girdi.
Bu bir kafatasıydı.
Xie lian’nın adımları bir anlığına durdu.
Kafatasının yerleştirilmesinde bir sorun olduğunu ilk bakışta anlayabilirdi. Bu belli ki belirli bir dizinin bir köşesiydi ve eğer ona dokunulursa büyük olasılıkla tüm dizi anında bu noktaya saldırı başlatacaktı. Ancak genç adamın adımlarına bakılırsa orada bir şeyin olduğunu bile fark etmemiş olduğu anlaşılıyordu. Keskin bir "tık" sesi duyduğunda ve genç adamın oraya dönüp kafatasını anında parçalara ayırdığını gördüğünde, bir uyarıda bulunup bulunmamayı düşünüyordu.
Sonra hiçbir şey hissetmemiş gibi göründü, toz yığının üzerine bastı ve kayıtsızca oraya doğru yürüdü.
Xie Lian, “… …”
Bir şekilde tek bir adımla tüm diziyi ayaklarının altına alıp bir atık toz yığınına dönüştürmüştü…
Bu sırada genç adam adımlarını durdurdu. Xie Lian'ın kalbi heyecanlandı ve harekete geçmesi gerekip gerekmediğini merak etti ama genç adam ona doğru ilerlemeye devam etmeden önce yalnızca bir anlığına duraksadı. Birkaç adım sonra yukarıdan yağmur damlalarının şemsiyenin yüzeyine çarpmasına benzeyen bir "pıtırtı" sesi geldi. Az önce genç adamın bir şemsiye tutup ikisini de yağmurdan koruduğu ortaya çıktı.
Doğru bir an olmamasına rağmen Xie Lian bu kadar düşünceli olduğu için onu övmeden edemedi ama aynı zamanda oldukça şaşırmıştı: "Yağmur mu yağıyor du?”
Karanlık dağ sessizdi ve vahşi orman uçsuz bucaksızdı. Uzak aralığın derinliklerinde kurtlar aya uludu. Belki yakın zamanda dağda bir kavga yaşandığı için soğuk havada hâlâ hafif bir kan kokusu vardı.Bu sahne, bu atmosfer, ikisi de son derece ürkütücüydü. Ancak genç adam bir eliyle onun elini tuttu, diğer eliyle şemsiyeyi kavradı ve yavaşça ileri doğru yürüdü; hiçbir sebep yokken kışkırtıcı derecede romantik ve kalıcı derecede şefkatliydi.
Tuhaf yağmur döngüsü garip bir şekilde gelip gitti ve kısa bir süre sonra şemsiyeye çarpan yağmur damlalarının "pıtırtı" sesi kayboldu. Genç adam da durdu ve sanki şemsiyeyi kapatıyor gibiydi. Aynı zamanda sonunda onun elini bırakmıştı ve ona bir adım daha yaklaştı.
Onu tüm bu yolu yönlendiren el, yavaşça düğün duvağının bir köşesini tuttu ve yavaşça kaldırdı.
Xie Lian başından beri bu anı bekliyordu; hareketsiz durarak, önünde kalan kırmızı perdenin yavaşça yukarı doğru kaldırılmasını izledi -
Ruoye ortaya çıkmıştı!
İlk önce saldırmak niyetindeydi ama beklenmedik bir şekilde Ruoye, uçup gittiğinde ters bir rüzgar çıkardı, parlak kırmızı düğün duvağı genç adamın elinden sıyrıldı, yükseldi ve düştü. ve Xie Lian, Ruoye'nin içinden geçmeden önce kırmızılı genç adamın görüntüsünü ancak bir an için görebilmişti.Genç adam binlerce gümüş kelebeğe bölündü ve parıldayan gümüşten parlak, yıldızlı bir rüzgârın içine dağıldı.
Her ne kadar doğru bir an olmasa da Xie Lian birkaç adım geri gittikten sonra bu sahnenin gerçekten bir rüya kadar güzel olmasına yüreğinde hayret etmeden duramadı. Sonra gümüş bir kelebek gözlerinin önünden uçtu. Daha yakından bakamadan, gümüş kelebek onun etrafında iki kez dönmüş, sonra kelebek rüzgarına karışmış ve havayı dolduran gümüş parıltının bir parçası haline gelmiş, kanatlarını çırparak gökyüzüne uçmuştu.
Uzun bir süre sonra Xie Lian nihayet zihnini temizledi ve şöyle düşündü: "Bu genç adam gerçekten hayalet damat mı?”
Doğrusu durumun böyle olduğunu düşünmüyordu. Ama eğer değilse genç adam neden gelin arabasını kaçırsın ki?
Düşündükçe daha da tuhaf görünüyordu olay ama Xie Lian, önce doğru işi halletmeye kararlı bir şekilde Ruoye’i omzuna attı. Gözüyle Etrafı tarayıp "huh" dedi. Çok uzakta olmayan bir yerde, şaşırtıcı bir şekilde, orada ciddi bir şekilde duran bir bina vardı.
Xie Lian düğün duvağını yerden aldı ve yaklaştı ve binanın benekli kırmızı duvarlara sahip olduğunu ve aslında eski bir tapınak olduğunu gördü. Tasarıma bakılırsa bu muhtemelen bir savaş tanrısı tapınağıydı. Tabii ki, ön kapıların üzerinde çelik gibi üç büyük harf vardı: "Ming Guang Salonu"!
Bu Kuzeyden sorumlu savaş tanrısı Ming Guang olmasına rağmen tapınağı neden dağların derinliklerinde gizemli bir düzende gizlenmişti?
8 notes
·
View notes
Note
Merhaba. İçim çok karışık... Rızık endişesi, geçmişteki günahlarım,gelecek kaygılarım hepsi beni boğuyor gibi. Kendimi çok yalnız ve çok üzgün hissediyorum. :(
Merhabalar kardeşim. Hoş geldiniz.
Evvela geçmişinize bir sünger çekin lütfen. Şuan bu gecede Allah size hatalarınızı fark ettirdi ise Tevbe etmek imkanınız oldu ise pişmansanız düşünün ki artık tertemiz bir geçmişiniz var. Kul hakkınız da yoksa. . mühim olan aynı hataları bir daha işlememeye azmetmek. Neden rızık endişeniz var. Allah herkesin rızkına kefil değil mi? Ve inanın bana şu dünya da en lazım olmayacak şey çok paradır. Hatta çok zararı olacak şey de odur. Geçiminizi temin edecek kadar bir kazancınız var ise ve kazandığınız nispetle sadaka verecek de bir cömertliğiniz varsa dünyanın en zengin insanı sizsiniz. Mühim olan Rabbim afiyetimizi daim eylesin. Akıl kalp ve beden sağlığımızı. Hayırlı dostlar ve yoldaşlar versin. En güzel rızıklar bunlar...ve elbette helalinden çok kazanıp çok hayır işlemek de güzel olur ama bu dert edinmemek lazım.
Dua edin isterken de çekinmeyin. Geçmişe takılıp "yüzüm yok" hiç demeyin. Allah huzurunda mahcub duran kulunu çok sever. Günahsız ve mağrur bir kul olmaktansa nisyana düşmüş ve mahcup olmuş kul daha efdaldir.
Ama tabii en güzeli her daim haramlardan azami derecede kaçmaktır.
Ve Allah şükreden kulun nimetini artırır.
Rabbim gönlünüze sekine versin. Seccade ve gözyaşı bence size en güzel ilaç olur bu gece ve hepimize. Kur'an tilaveti de dinleyin bol bol. Yalnız hissetmeyin O bize şah damarımızdan daha yakın. Ve bize hakikatte tek sevgili, dost ve yardımcı olandır (subhanehû ve teâlâ). Allah size en yakın dost olsun kardeşim. Ve bundan sonra beni de bir kardeşiniz olarak yazın. Yalnız olmadığınızı bilin.
Dua ve muhabbetle...
10 notes
·
View notes
Text
Victor Hugonun Yazdığı Sefiller Kitabı Tamda Beni Anlatmış. Yoksukluk İçinde Geçen Bir Çocukluk, Erken Yaşta Yakama Yapışan Hayatın Yükü Ve Acımasızlığı. Mesela Ben Hiç Baba Sevgisi Görmedim. Şakalasmadım Boynuna Sarılıp Emniyet İçinde Uyamadım. Hep Bir Yanım Eksik Büyüdüm. Dürüst Olmaktan Vazgeçmedim Diye Kimse Tarafından Sevilmedim. Her Ortamda Dışlandım Kendi Söküğümü Kendim Diktim. Mesela Hiç Aşık Olmadım! Hep Yanlış Zamanda Yanlış Limanlara Demir Attim. Tam Sevmeye Yelkenirken Başkalarının Bıraktığı Gönül Enkazına Denk Geldim. Yorgunluğum Sokaklar Dolusu Bunu Kimseye Anlatamadım. Etrafımda Derdimi Anlatacağım Tek Dost Dahi Bulamadım. Bu Hayat Beni Kendimden Nefret Ettirdi Desem Yeridir. Gülmek Ruhun En Temel Şifasi Olduğunu Biliyorum. Ama Gülmeyi Dahi Bilmiyorum. Hafif Tebessüm Etmeye Kalksam Bakışlarım Herşeyi Anlatıyor. Kahretsin Anne Rahminden Doğunca Ağlamaya Başladım Ve Halen Gizli Gizli İçimden Kimsenin Duymayacağı Sessizlikte Göz Yaşlarımı Mideme Akıtıyorum...
74 notes
·
View notes