#duygusalhikayeler
Explore tagged Tumblr posts
yazmayolculugu · 1 year ago
Text
Çorba
Çorbanın geç gelmesi birden sinir etmişti onu. Sözde bu kadar önemli olan bir günde, bilmem kaç parçadan oluşan set menünün ilk girizgahi olan tabağın geç gelmesi her şeyi daha da absürtleştiriyordu.
Madem bu kadar önemliydi, madem bu kadar elzemdi, çorba niçin geç gelmişti? Halbuki aylar sürmüştü planlamaları. Önce bir fikir, sonra fısıldaşmalar, konuşmalar. Bir tema, yer ve gün, kimlerin katılacağı hatta bir organizasyon firması! Günler kala uykusuz kalınan geceler, panik, stres, konukların gelip gelemeyeceği, elbiselerin son anda alınan bir kaç kilodan dolayı tam olmaması ve o kilonun verilme telaşı (pul biber ve yoğurt kürü, korkulu rüya). Müziğin ayarlanması, mükemmel olma isteği, birbirinden nefret eden insanların bile sırf bu gece için bir araya gelmesi. 
Ve hepsi çorbanın geç gelmesi için miydi?
Kafasını sağa sola çevirdi. Insanlar umursamıyordu. 
Ama nasıl olur? 
Çorba nasıl geç kalır? 
Bu geceden başka kayda değer bir telaşesi olmayan bir grup insan bir araya gelmişti ve çorbanın hala masada olmaması onları rahatsız etmiyor muydu? Küfretti içinden. Tuttuğu çatalı sıktı ellerini dişlerini sıkmamak adına. Üstelik neden çatal?
Ne güzel olmalıydı onların kafalarının içi. Tertemiz, pasparlak. Halbuki boşluğu görmemişler miydi? Hep orda olan o boşluğu? Mutlaka ve mutlaka her insan hayatının en az bir anında farketmiş olmalıydı varlığını. Bir anda, belki uzaktan bir akrabasının cenazesinde ansızın çıkagelen o "Neden?" Sorusunu. 
Neden? Neden? Neden?
Bunca uğraş, bunca emek ve çorba geç kalmıştı. Hala masada değildi ve canını bu kadar sıkmamalıydı ama sıkıyordu işte. Madem bu kadar önemliydi bu gece, neden çorba hala masada değildi?
Karşıdaki teyze birden sırıttı ve midesi bulandı. Çorba gelse bile içemeyecekti belki de. Yapılabilecek onca şey ve onlar bu gece için haftalarca uğraştılar. Ve mükemmel değil. 
Kusursuz değil.
Ve umurlarında değil.
Boşluğu görmediler mi hiç? Her şeyin anlamsızlığını? Bari çorba orda olsaydı da yaratmaya çalıştıkları bu yapay anlamın bir anlamı olsaydı.
Çorba getiren garsonları görünce içinin rahatlayacağını düşunmüştü ama mutfaktan belirdiklerinde hayal kırıklığına uğradı tekrar. 
Papyon takmışlardı. 
Papyon!
Ve çorba önüne geldiğinde kaşığın oluşturduğu girdapta kaybolmak istedi. Keşke onlar gibi olabilseydi. Hiç bilmeseydi anlamsızlığı. Hepsinden nefret ediyordu.
Acaba çorbayı çatalla mı içseydi?
-Literary Gardener, 20/05/2023
Konu: Uykudan öce yakalan düşünceler üzerine.
2 notes · View notes
gajder · 2 years ago
Text
ÖĞRETMENİM
Tumblr media
ÖĞRETMENİM
Tumblr media
Öğretmenliğe dair mükemmel bir hikaye… “Hatice Öğretmen yeni mezun olmuştu fakülteden… Anadolu'nun steplerinin güneşin sıcağı altında cayır cayır yandığı, buğday başaklarının çoktan sarardığı bir köyün tek öğretmenli 5 derslikli okulunda görev yapmaktaydı. İlk iş olarak kendisinden önceki öğretmenlerin öğrenciler hakkındaki görüş ve gözlemlerinin bulunduğu dosyaları inceledi… hepsi için birkaç yorum, yuvarlak cümleler yazıldığını gördü. Aralarından en çok Mehmet adlı öğrencisi dikkatinin çekmişti. Mehmet 5. sınıf öğrencisiydi. Ruhsal dosyasında her yıl için birer cümle yazılmıştı önceki öğretmenleri tarafından; “1. sınıf: Mehmet; yaşıtlarına göre daha zayıf ve çelimsiz ama gözlerinden ateş çıkıyor adeta. Zeka pırıltılarının yayılmasını, üzerindeki abisinden kaldığı belli büyüklükteki elbiseleri ile siyah lastik ayakkabıları dahi engellemekte… Babasının, Mehmet daha bebek iken ölmüş olması, onu, çocuk saflığından çıkarmış, annesinin hayatındaki yükünü sırtlaması gereken bir büyük adam yapmış. 2. sınıf: Mehmet; bu yıl çok durgun, dalga dalga büyüyen bir denizin sahildeki son çırpınışları gibi. Annesinin hastalığı, tedavisindeki güçlüklere göğüs germesi sanırım onu yorgun düşürdü. 3. sınıf: Mehmet bu yıl neredeyse bambaşka birisi oldu, derslerine artık ilgi göstermiyor. Birkaç defa sınıfta uyuyakaldı. Arkadaşlarından birisi bugün onu okul duvarının yanında yere bağdaş kurmuş ağlarken gördüğünü söyledi… Annesinin ölümü ile hayatın sona erdiğini düşünüyor. 4. sınıf: Mehmet okula devam etmesi gerektiğinin bilincinde değil. Okulda bulunduğu sıralarda ise gözleri donuk, aklı başka bir yerlerde… güzel hayaller kurmadığı belli…” Evet işte bir öğrencinin yüksekten düşüşünün hikayesi buydu. Hatice öğretmen sınıf öğretmen idi ama biliyordu ki; mesleği onu bazen bir çocuğa ana, bir başkasına abla olmasını gerektiğini emrediyordu. Bugün 24 kasım. Hatice Öğretmen daha bir gururla, daha bir neşe ile doğruldu yatağından. Kendince en güzel olduğunu düşündüğü elbisesini giydi… Bir yarım saat sonra tek odalı lojmandan çıktı. okulun kapısını açtı, pencereleri açtı, sınıfı havalandırdı. Az sonra okul bahçesinden “kuş cıvıltıları” gelmeye başlamıştı, dışarı çıktı, çocuklar sıra oldular ve hep bir ağızdan coşkuyla başladılar. “Türküm, doğruyum, çalışkanım,.” Önce öğrenciler içeri girdiler sonra Hatice Öğretmen. Önce bir öğrenci sonra diğerleri üşüştüler başına, önce elini öpüyorlar, sonra hediyelerini masanın üzerine bırakıyorlardı. En son Mehmet geldi masanın yanına, başı önde, utana sıkıla eski bir gazete kağıdına sardığı ama özenle bantlanarak paketlendiği belli olan hediyesini masanın üzerine bıraktı, yerine geçti. Gözleri doldu, elleri titredi, dizlerinin bağı çözüldü Hatice Öğretmenin… Mesleğinin ilk yılıydı ve ilk öğretmenler günüydü. Kendisini çabuk toparladı, öğrencilerden birisi hediyelerini açmasını istedi. Hediyeleri tek tek açıyordu Hatice öğretmen, çok güzel saç tokaları, rengarenk çoraplar, işlemeli mendiller… dikkat etti her hediye paketinin açılışında Mehmet sırasında daha bir küçülüyor, daha bir eziliyordu. Sıra gazeteye sarılı pakete geldi, açtı… İçinden birkaç taşı düşmüş bir bakır bilezik ile yarısı boşalmış bir şişede parfüm denemez durumda bir çeşit esans duruyordu. arkadaşları hafifçe gülüştüler. Hatice Öğretmen Mehmet'in yanına gitti, yanaklarından öptü, usulca; – “Çok güzel bir hediye getirmişsin hediyeni çok beğendim” dedi. Mehmet birden doğruldu gülümsedi. Hatice Öğretmen anlamıştı bileziğinde esansın da Mehmet'in annesinden kalan birer hatıra olduğunu. Ertesi gün Hatice Öğretmen sınıfa girmeden önce bileziği taktı, kokuyu sürdü. Günün sonunda Mehmet Hatice öğretmene tek bir cümle söyledi; – “Öğretmenim bugün bütün gün annem gibi koktunuz…” O gün Mehmet için bir milat olmuştu. zeka pırıltılarının üzerindeki tozlardan birkaç günde silkindi… Gözlerindeki ateş tekrar yerine geldi. Bir hırs ile derslerine verdi kendisini. ve nihayet yatılı okul sınavlarını zor da olsa kazandı. Aradan üç yıl geçti. Bir mektup geldi Hatice Öğretmene Mehmet'ten. Mektupta “8. sınıfı bitirdiğini ve artık fen lisesinde okuyacağını ama değişmeyen şeyin hala, Hatice Öğretmenin kendi hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu Mehmet. Bir kaç yıl sonra Mehmet'ten bir başka mektup daha geldi… ”tıp fakültesinin kazandığını, artık daha çok çalışması gerektiğini bildiğini ve hala Hatice Öğretmenin hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu" 6 yıl sonra Mehmet'ten bir mektup daha aldı Hatice Öğretmen. Mehmet okulu üçüncülük ile bitirdiğini, bu sırada bir kız ile tanıştığını ve evlenmeye karar verdiklerini, kendisinden bu törende annesinin yapması gereken temsil işini yapıp yapamayacağını” soruyordu. “Elbette” diye cevap yazdı Hatice Öğretmen. Nikah günü geldiğinde damadının annesine ayrılan yere oturdu. imzalar atıldı, Mehmet ve eşi ellerinden öptüler Hatice Öğretmenin ve gelin “- Bileziğiniz ne kadar orijinal ne kadar hoş” derken Mehmet gururlanmıştı. Eşinin sözlerine bir cümle de kendisi ekledi; “- Öğretmenim bugün yine annem gibi kokuyorsunuz…” öğretmen, öğretmenler günü, öğretmen hikayesi, öğretmenler günü hikayesi, öğretmen hikayeleri, CANIM ÖĞRETMENİM, ACIKLI HİKAYE, AĞLATAN HİKAYE, DUYGUSAL HİKAYE, DUYGUSAL HİKAYELER, Read the full article
0 notes
yasam-tadinda-hikayeler · 3 years ago
Text
CANIM ANNEM/ Anneler Günü Hikayesi
Tumblr media
CANIM ANNEM / Anneler Günü Hikayesi
İbretlik Hikayemiz, '' Canım Annem'' Oğlunu çok seven bir annenin Anneler günü hikayesi ve oğlunu Beklentisini anlatıyor. Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu. Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, anneler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti. Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti. Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…” Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu. Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna? Açtı telefonu; -Alo.. -Alo, nasılsın anneciğim? -Sağol yavrum, sen nasılsın? -İyiyim anneciğim. -Ne yapıyorsun, işler nasıl? -Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım. -Öyle mi yavrucuğum. Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmeyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu; -İzin aldın mı yavrum? -Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin. -Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı? -Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim. -Sen sen.. bunun için izin almadın mı? -Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum. Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı. -Öyle mi, nasıl biriymiş bu? -Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi. -Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur. -Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne? -Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi. -Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzelinin kapısındayım. -Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol. Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu. Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İbretlik Anneler günü hikayemiz ''canım annem'' okudunuz Beğenmeyi ve Paylaşmayı unutmayın Hikayeler Kategori Kısa Hikayeler İbretlik Hikayeler Dini Hikayeler Başarı Hikayeleri Gerçek Yaşam Hikayeleri Sizden Gelen Hikayeler  İngilizce-Türkçe Hikayeler Yaşam Tadında Kısa Hikayeler (Youtube) 
Tumblr media
Read the full article
0 notes
yazmayolculugu · 1 year ago
Text
Şahit
Limana yaklaştıkça, uzun zaman önce terk edilmiş gemilerin ana hatlarını görebiliyordum, gövdeleri sümüksü deniz yosunu ve paslı demirle kaplıydı. Ekşi salamura kokusu havada esiyor, midemi bulandırıyor ve kötü kokuyla boğulmama neden oluyordu. Kızıl yakalığımı hafifçe kaldırıp burnumu ve ağzımı kapattım. Kokuyu engellemese bile daha iyi hissetmeme sebep oldu.
Limanın kendisi paslı iskelelerden oluşan bir labirent. Tehditkar bir şekilde göğe eren terk edilmiş ambarların, tuzun, çürüme kokusunun ve gıcırdayan ahşap sesinin hakimiyet kurduğu bir yer. Etrafı yılan gibi dolanarak kavramış olan sisin biraz arkasında, Kaptan Ripley’in yuvası olan denizin olduğunu biliyorum, fakat sesini alamıyorum. Göremiyorum. Buranın havası her zaman kasvetli, ama Kaptan Ripley üç gün önce limana demir attığından beri bir farklılık seziyorum.
Çakıl taşlarını ezerek yürürken sonunda onu gördüm. Kaptanın yüzü yıpranmış, acımasız denizde savaşarak geçen bir ömürden dolayı derin çizgiler ve yarıklarla oyulmuş gibiydi. Gözleri ürkütücü bir yoğunlukla parlıyor, sisin ardından bile kendilerini belli ediyorlardı.
Ona yaklaştıkça kalbim daha da hızlı atıyordu.
“Burada olmamalısın.”
“Hoşgeldin,” dedi Kaptan Ripley beni gördüğü zaman. Sağ gözü kapalı bir şekilde sırıtıyordu. Sırtımı sıvazladıktan sonra kara paltosunun cebinden piposunu çıkardı. Birkaç saniye sessizlikle onu izledim. Yaktıktan sonra derin bir nefes aldı ve yalpalayarak rıhtıma doğru yürümeye başladı. “Gel benimle.”
Rıhtıma doğru yavaşça ilerledik. Beni neden çağırdığını bilmiyordum, fakat adı duyulan bir kaptana yapabileceğim herhangi bir yardım, bir gemide iş almamda bana destek olabilirdi. Bugün eğer doğru ilerlersem o zaman Kaptan Ripley ile bile çalışabilirdim. İşte o zaman hayat tamam olurdu. Para, içki ve tabii ki de güzel hatunların hepsi avcumun içinde, tastamam yaşayıp giderdim. Sadece bir başlangıca ihtiyacım vardı.
Yaşlı kaptan gözlerini sadece kendisinin görebildiği uzak bir ufka sabitlemişti. Arkasından suratını göremiyordum. Rıhtımda siyah bir monolit gibi duruyordu. Konuşmaya başladığında sesi alçak ve derindi.
“Hayatın tamam olmazdı,” dedi kaptan. Kulaklarımın dikleştiğini ve sıcak bir dalganın kalbimden başlayıp bütün bedenime yayıldığını hissettim. Ne düşündüğümü anlamış olmalıydı yaşlı denizci. Kaptan tok bir şekilde güldü. “Utanmana gerek yok. Hayatın tamam olmazdı. Hayat asla tamam olmaz.”
Hala arkası dönüktü, ama geçen birkaç saniyelik sessizlikte, vücudunun daha da dikleştiğini, sertleştiğini hissettim. Soğuk, tuzlu bir rüzgar denizden tarafımıza doğru esti.
"Haksızlık," diye tükürdü, "Hayat böyle bir şey. Zalim ve adaletsiz. Sahip olduğun her şeyi denize veriyorsun ve karşılığında sana ne veriyor? Hiçbir şey. Sadece ölüm ve sefalet. Bütün paranı biriktirerek bir gemi alabilirsin, ama ertesi gün batmayacağı anlamına gelmiyor. Bunun bir güvencesi yok, ne dersin?”
Uzaktan bir gemi kornasının sesi yankılandı. Sessizlikte aniden beliren bu ses irkilmeye sebep oldu.
Kaptan Ripley cebinden parlak bir şey çıkardı. İki eli önde bir şeyler yapıyordu, ama ne yaptığını göremiyordum.
“Ya da hayatının aşkı ile evlendiğini düşün. Düğünden sonra hemen ertesi gün birden ölebilir değil mi? Bir çocuk doğurup ona senelerce bakabilir, sevgi verebilirsin, ama saniyeler içinde bir kazadan dolayı hayatı bitebilir, öyle değil mi?”
Kaptan Ripley sağ elini yanına tuttuğu zaman bir adım geri attım. Kanla kaplı küçük bir çakı tutuyordu. Sol elini göremiyordum, hala önünde tutuyordu.
"Hayat en esasında her zaman acı ve sefalete yatkındır. Bu konuda hiç kuşkunuz olmasın. Temelinde iyi olan bir şey ona bir etki gelmese bile iyi halinde kalır. Peki hayat? Eğer hiçbir şey yapmazsan, çalışmazsan, kendini harcamazsan gitgide para kaybedersin, sağlığın azalır, sevdiklerin onlara önem vermediğin için seni terkeder. Hayat temelinde yorgunluktur. Kendi haline bırakıldığında göğe değil, yere eğilen bir ağaç dalıdır.”
“Kaptan, elin-”
“Hepsini gördüm evlat, biliyor musun? Denizin derinliklerinde pusuda bekleyen dehşeti, insanların aklını çelen çılgınlığı. Değişmeyen acıyı, ıstırabı ve sefaleti… Hiçbiri, yaşamanın verdiği yorgunluğun ve her şeyini kaybetme riskinin dolaştığı bu hayattan daha korkunç değildi.”
Yutkundum. Kaptan hafifçe bana doğru döndüğünde sol avucunda olan kesikten siyah kan damlalarının denize aktığını gördüm. Sırıtıyordu.
“Hepimiz kurbanız, delikanlı. Bir yeniliğe ihtiyacımız var. Bu gezegen hepimizden daha eski, yaşamdan bile daha eski. Kökten değişiklikler yapılması için en başına dönmemiz gerekiyor. Çok üzgünüm, ama benden Başlangıç’a bir şahit getirmemi istedi.”
Sesim titreyerek sordum. “Kim?”
Önceden duyduğumuz o gemi kornası tekrar yankılandı, çok, hem de çok daha yakından. Sis yavaşça ayrılmaya başladı ve suyun yüzeyini gördüm. Duyduğumuz sesin aslında bir gemiden gelmediğini anladığım an diz kapaklarımın üstüne düştüm. Kaptan tekrar arkasını döndü, ve Başlangıç adına denizler dalgalandı.
-Ein Sof, 04/05/2023
Konu: "Ve denizler dalgalandı."
Yolculuğumuzu ve sürecimizi takip etmek için blogumuzu takip etmeyi unutma!
2 notes · View notes
gajder · 4 years ago
Text
Çok Güzel Bir Hikaye, Okumadan Geçmeyiniz; "Kavak Ağacı"
Tumblr media
Çok Güzel Bir Hikaye, Okumadan Geçmeyiniz; "Kavak Ağacı" Cevdet Bey, karısını toprağa verdiğinden bu yana altı yıldır yalnız başına yaşıyordu koca evde. Ama artık kendisi de iyice yaşlanmış, birçok işini kendi başına yapamaz olmuştu. Altı yıldır onu bu küçük kasabadaki evine çivileyen inadının tek sebebi, 48 yıl boyunca aynı yastığa baş koyduğu ve çok sevdiği karısının hatıralarıydı. Yeniden duvarda asılı saate baktı. Dokuzu geçiyordu. Az zamanı kalmıştı. Birazdan şehirdeki damadı Erhan gelip onu arabasıyla evlerine götürecekti. Kızı çalıştığı bankadan izin alamamıştı. Bu yüzden kendi işinin patronu olan damadı Erhan yalnız gelecekti. Bu onun son günüydü bu evde. Günler öncesinden yapmıştı hazırlığını. Mutfaktan az önce pişirdiği kahvenin kokusu geliyordu. Yemek için masaya koyduğu iki dilim kepekli ekmekle taze peynir öylece duruyordu masada. Canı istememişti. Böylesi yoğun duygular içerisindeyken yutacağı her lokmanın boğazına takılıp kalacağını biliyordu. Kahvaltı tabağının yanında açık duran ve her sabah aksatmadan aldığı kasabanın yerel gazetesinin ölüm ilanları sayfası görünüyordu. Son zamanlarda en önce okuduğu sayfa buydu. Ne çok arkadaşı göçüp, göçüp gitmişti. Karısından sonra zaten iyice hayattan kopmuşken, ölüp giden akranlarını duydukça, artık kendi sırasının da geldiğini düşünüyordu. Bu evde ölmeyi çok isterdi. Kızı da olsa kimselere yük olmak istemezdi de, artık tek başına banyoya girip çıkması bile sorun olmuştu. Bu yüzden de kızının ve damadının tekliflerine ve ısrarlarına karşı duramadı. Yine de huzurlu değildi. Onlara yük olmaktan, aile huzurlarına rahatsızlık vermekten korkuyordu. Dün gece gözüne uyku girmemişti bu yüzden. Hatta her şeyi en ince detayıyla düşündüğü için, öldüğünde mezar taşına ne yazılması gerektiğini bile not etmişti de, şimdilik kimseler görmesin diye saklamıştı onu. Ama dün gece sakladığı yazılı kâğıdı bu sabah nereye koyduğunu unutmuştu. Aramadığı, bakmadığı yer kalmadı. Bunun verdiği can sıkıntısıyla bir odadan diğerine girip çıkıyordu. Sonunda pes etti. “Sonradan bir yerlerden çıkarsa ne âlâ, çıkmasa da yeniden yazar unutmayacağım bir yerde saklarım” dedi, kendi kendine. Hem öyle uzun bir yazı da değildi yazdığı. “Bunu yazan muharrir oldu bir rüzgâr Kendi gitti ismi kaldı yadigâr” Kahve fincanını suyun altına tutup yıkayıp temizledi. “Artık kahvemi de, yemeğimi de kızım yapacak” dedi sessizce. Bir yastığı alıp bahçe kapısına bakan pencereye yöneldi. Yastığı kollarının altına alıp pencereden dışarıyı seyretti. Son bir kez evinin önündeki küçük bahçesine, karısıyla sıkça oturdukları verandaya bakarken gözlerinden yaşların akmasına engel olamadı. Kendi elleriyle diktiği koca kalın gövdesi ve uzun boyuyla gökyüzüne ihtişamla uzanan kavak ağacı bile sanki bu günü beklemiş gibi, üç gün önce esen sert bir rüzgâra boyun eğmiş ortasından kırılıp bahçeye uzanmıştı boylu boyunca. Yapabileceği bir şey yoktu. Dün tanıdığı bir marangozla anlaşmış ve yine marangozun ısrarlarına dayanamayıp az bir para karşılığında kendisine satmıştı. Kendisine kalsa para falan istemeyecekti. Bugün gelip kökünden söküp götüreceklerdi. Aynı gün kendi kökleri de bu evden sökülüyordu. Çok geçmeden marangozun iki adamı traktörle bahçe duvarının önünde durdular. Ellerinde balta ve elektrikli testereyle bahçeye girip yerdeki kavak ağacının başına dikildiler. Pencereden kendilerini izleyen Cevdet Bey’in gözleri önünde tecrübeleri ve el becerileri ile birkaç dakika içinde işlerini bitirmiş, kocaman kavak ağacını, kalın gövdesini ayrı, dallarını ayrı istifleyip traktöre yüklemişlerdi. Gelenlerden birisi, Cevdet Bey’e dönüp: - Cevdet amca, biz dalları falan da traktöre yükledik, ama senin şehre gideceğini bildiğimiz için. Yine de, odun olarak almak istiyorsan bırakabiliriz burada. - Hayır, hayır, ne işime yarar benim bundan sonra. Hepsini alabilirsiniz, dedi. Sonra merakla sordu marangozun adamlarına. “Gövdesinden çıkacak olan tahtalarla ne yapacaksınız?” diye sordu. - Bilmem, dedi birisi. Belki bir masa, belki bir dolap. Neye uygun olursa artık. - Bence kavak ağacının tahtalarından tabut yapın. Siz yapmasanız da bir tabutçuya verin onu. Kavak ağacının tahtalarına ağaç kurdu girmez kolay kolay. Uzun süre ağaç kurtlarına karşı korur kendini ve de içindekini, dedi. Tüm bu hüzünlü ve sevimsiz şeyler adamları üzmesin diye de, gülümseyerek söyledi bütün bunları. Şimdi yıllar önce kendi elleriyle diktiği kavak ağacının köklerinin yerinde kocaman çirkin bir çukur duruyordu. Kendi kendine ağacın kaç yaşında olabileceğini hesaplarken, ve traktör henüz hareket etmemişken, damadı Erhan’ın arabasıyla evin önüne yanaştığını gördü. Toparlanıp çıkmaya hazırlandı. Kapıya çıktı. Damadıyla gülümsediler karşılıklı. - Her şey tamam mı babacığım, dedi Erhan. Biliyorsun fazla zamanım yok. Şimdi gidelim, geri kalanı bizim elemanlar kamyonetle gelip alacaklar. - Biliyorum, biliyorum. Söylemiştin. Ben tüm hazırlığımı yaptım önceden. Şimdilik sadece bu bavulumu alıyorum. Gerisini senin elemanlar yapar. - Harika o zaman. Çok teşekkür ederim. O halde hemen yola koyulalım. Ben de işimi çok fazla aksatmamış olurum, diyerek kapının yanında duran bavulu aldı arabaya doğru giderken arkasına baktı. “Kendin gelebilirsin değil mi, istersen bekle yardım edeyim”, dedi Cevdet Bey’e. - Gelirim canım. O kadar da değil yani. Şükür yürüyebiliyorum kendi başıma, dedi. Sonra kaldı olduğu yerde. “Hay Allah, Pencereyi kapamayı unuttum.” Bavulu arabanın bagajına yerleştiren Erhan: - Önemli değil babacığım, öğleden sonra bizimkiler gelecek nasılsa. Onlar kapatırlar. Haydi, daha fazla beklemeyelim. Cevdet Bey, attığı her adımda yıllarını geçirdiği bu evden uzaklaşırken, sanki ayakları toprağa gömülüyormuş gibi, zorla atıyordu adımlarını. Bahçe kapısına gidinceye kadar eliyle dokunmadığı köşe, ağaç, çiçek kalmadı. En son bahçe kapısının pervazını öperek eliyle okşadı veda eder gibi. Sonra arabanın ön koltuğuna oturdu ve Erhan’ın yardımıyla emniyet kemerini bağlayıp derin bir nefes aldı. Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi. Yutkunamadı bile. Boğazına düğüm atılmıştı sanki. Erhan da anlamıştı Cevdet Bey’in ruh halini. Zor olduğunu biliyordu. Bu hüzünlü havayı dağıtmak istercesine: - Kavak ağacını vermişsin ha, birilerine? Ne güzel işte. Birileri faydalanır hiç olmasa, dedi. Cevdet Bey, derin bir nefes aldı. Biraz durakladı. Sonra zorla da olsa kelimeler ağzından döküldü. - Sence kavak ağacının tahtalarını nerde kullanırlar? Dedi. Yıllarca karısıyla birlikte yaşadığı evden hızla uzaklaşırlarken… Hüseyin Akdemir Read the full article
0 notes
gajder · 4 years ago
Text
Çok Güzel Bir Hikaye Daha; "Bir Kelebeğin Peşinden"
Tumblr media
Çok Güzel Bir Hikaye Daha; "Bir Kelebeğin Peşinden" Bir sabah, “Toparlanın gidiyoruz” Dedim. “Nereye”! Dedi çocuklar! “Nereye olacak” Dedim “Bozcaada’ya”. Düştük yollara. Havada baharın sükuneti, içim de zamana yenilmeyen bekleyiş vardı. Geyikli’de arabanın açık camından, görebileceğim en güzellerinden bir kelebek girdi. Direksiyon üzerine kondu. Benekli bakır renkli  kanatlarının altları mavi ve kırmızı benekli, Kırlangıçkuyruk kelebeği. Denizi, adayı, yalnızlığı  hatırlatıyor.  Anlaşılan benimle Bozcaada'ya gidecek. Benim güzel yol arkadaşım, belki de bize rehberlik yapacak! Bizi bilmediğimiz yerlere götürecek. Biraz hanımeli küçük çanakta su kapı, biraz da kuş cıvıltısı. Bozcaadayı bilmem. Hiç de gitmedim. Ama severim, niye severim onu da bilmem. Adını duyunca bir yanım sızlar. Bir yalnızlık çöker yüreğime, sanki beni oraya çeker. Bir bekleyenim varmış gibi! Bildiğim halde gitmiyormuş gibi bir durum işte. Feribota binmek için arabalar kuyruk oluşturmuştu. Tatlı bir lodos yüzümüzde dolaşırken, biz de katıldık kervana. Rüzgar en hızlı buralarda esiyor gibiydi. Kıymetli misafirim kelebek gömleğimin yakasına kondu bu sefer. Çok uslu benekli kanatları rüzgarda oynaşıyor gibiydi. Kelebeğin yaşam sevincine şapka çıkarasım geliyordu. Öfke ve hüznün olduğu şu dünyada yaşanması gereken ne kadar güzel bir yaşam da vardı. Kendi düşünü gerçekleştirmek için bize katılmıştı. Feribot Bozcaada’ya yaklaşırken,  sessiz ve yalnız ada  hissine kapıldım. Kafa dinlemek için ideal gözüküyordu. Etraftaki taş evler, karadut bağ evleri dikkat çekiyordu. Sokaklar dar ve birbirlerini dik kesiyordu. Ahşap ve karkas yapılar arasında kendimi çok mutlu hissediyordum. Kelebeğin yakamdan ayrılmaya hiç mi hiç niyeti yoktu. Eşim ve çocuklar Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda tarihi evlerinin sıcak ve samimi atmosferindeki yürüyüşümüz keyifliydi. Türk ve Rum kültürünün hüküm sürdüğü esintili sokaklarda yapılar birbirlerine çok benziyordu. Bir tarafta vakur yapısıyla yükselen cami, diğer tarafta Ortodoks havası estiren kilise huzurla bekleyişlerini sürdürüyorlardı. İşin tuhaf tarafı sanki daha önce buralara gelmiş, görmüş gezmiş hislerimin yüreğimden eksilmeyişiydi! Sanki bir şu köşe başındaki eski kaplamaları kararmış ahşap evin önünde biri beni bekliyormuş gibi, duyduğum heyecanım! Halbuki buralara ilk gelişim! Kimseleri de tanımam. Ada halkı rüzgarla yaşamaya alışmış gibiydiler. Baharın insanı rahatlatan mis gibi havasında herkesin yüzü gülüyordu. Eşim çocuklar ve ben acıkmıştık. Nerede ne yiyelim derken! Daha önce uğradığımı sandığım merkezdeki Sandal restorana doğru yürüdüm! Her zaman oturduğumuz bir masaya gelmiş bir ruh yapısıyla oturdum. Eşim ve çocuklar da beğenmişlerdi burayı. Benim özgür kelebeğim hayatından memnun olacak ki! Hiç yakamdan ayrılmıyordu. Yolda birileri yakama bakıyor ama kelebeğin canlı mı cansız mı! olduğunu tahmin edemiyorlardı. Güler yüzlü anne ve kızlarının çalıştırdığı büyük pencereli, katlanmış kepenkli şirin lokantanın önündeki küçük bahçe ve hünnap ağaçlarının arasından deniz görülebiliyordu. Ben nedense bu sefer zeytin yağlı yaprak sarması yemek istedim. Eşim kabak çiçeği dolması çocuklarda köfte ekmek. Bozcaada'nın her sokağı muhteşemdi. Evlerin, bahçelerin balkon ve pencerelerin etrafı çiçeklerle süslenmişti adeta. Daracık sokaklar mutluluk yuvası gibi, gelin damatlar el ele dolaşıyor kameralar onları takip ediyordu. Her evin ayrı bir güzelliği var ve fotoğrafçılar buralarını mesken tutmuş ekmek parasını fotoğraf çekerek çıkarıyordu. Bozcaada’da gün, geceye dönmeden daha yapacaklarımız vardı. Akşam yemeni Cobalı meyhanede enfes şarapların tadına varmak istiyordum. Polente’de gün batımını izlemek istiyordum. Bütün bu güzellikleri uyanan ruhumun izin de yaptığımın farkındaydım. Biraz alışverişten sonra son feribotla Geyikli sonra da Çandarlı’ya dönmeyi planlıyordum. Biraz yorgunluk belirtileri var mıydı! Yoksa şu güzel evin yanında ki kaffe bar da yorgunluk alsın diye damla sakızlı Türk kahvesi içelim düşüncesiyle mi! Bilmiyorum! Üzeri mavi kaplamalı masaya oturduk. Sarışın yosun rengi gözleri,  gülümseyen yüzüyle bir Rum kızına kahvelerimizi söyledik. Karşımızda ki iki katlı ahşap  ev bakımlı haliyle dikkati çekiyordu. Küçük arkaya doğru kıvrılan bahçesi vardı. Bahçede çalışan güler yüzlü ellisini geçmiş bir kadın çiçeklere çapa yapıyordu. Oturduğumuz masadan gözlerimizle kolay gelsin der gibi karşılıklı tebessüm ettik. Birinci katın balkon kapısı açık rüzgarın esintisiyle perde kıpır kıpırdı. İçerisinden Türk sanat müziğinden güzel bir parçanın nameleri bize kadar geliyordu. Kahvelerimizi yudumlarken gömleğimin yakasında adeta yapıştırılmış gibi tutunan kelebeği parmağımın üzerine alarak,  kahve altlığına koyduğum sudan içmesini istiyordum. Kelebek sanki beni anlıyordu. Önce parmağıma sonra da su dolu tabağa kondu. Eşim ve çocuklar ilgiyle onu izliyorduk. Kelebeğin çene ve gagası olmadığı için ince bir hortum ile suyunu içti. Sonra da bizden ayrılarak karşı evin balkon perdesine kondu. Hepimiz de üzülmüştük. Kısa zamanda nasıl da alışmıştık birbirimize. Demek ki uzun yolculuğu bu muhteşem eve kadarmış. Bizim şaşkın bakışlarımızı bahçede çalışan kadın da takip ediyormuş, bize dönerek “Solmuş renkler içinde çiçekler, bir günde olsa mutlu kelebekler” Diyerek bizlere teselli edercesine özlü bir cümle kurmuştu. Sonra da yukarı seslendi. “Gülnihal kızım bakar mısın”! Kısa bir aradan sonra önce çok tatlı bir kız sonra da annesi geldi balkona. Bize bakarak gülümsüyordu balkondaki kadın. Öyle bir gülüşü vardı ki, kelebek görse ömrü uzardı! Kadının bakışları bana hiç yabancı değildi. Bu aşina dolu bakışları tanıyordum ben! Ama bu güzel alımlı kadın kimdi! Bu ürkek gizemli bakışlar mıydı! Beni buraya çeken. Küçük çocuk “Bak anneciğim perdemize bir kelebek konmuş” Diyerek perdeyi gösteriyordu. Ama Kadın bize olan bakışlarını kesmemişti. Belli ki oda sis perdesinin aralanmasını bekliyordu. Bahçedeki anne “Gülnihal kızım akşama misafirlerimiz var, sen salataya başlayabilir misin” Dediğin de Kalbe dolan o ilk bakışları hatırladım. Gülnihal ilk okulda sınıf arkadaşımdı. Ve okul bitince babasının tayini için doğuya gitmişlerdi. Bir daha hiç görüşmemiştik. Aradan  uzun yıllar geçmişti, onu ilk defa görüyordum. Onu hatırlardım ara, ara. Ele avuca sığmaz bir çocuktu. Bir resmi yoktu bende, ama bana yazmış olduğu bir şiiri vardı!  Avuçlarıma sıkıştırdığında ikimizde utanmıştık. Sararmış çizgili bir defter yaprağına yazılmış o şiiri, hala saklarım. Şiirin son iki mısrasını zaman zaman mırıldandığım da olurdu. “Bir tanem sen benden yana ferah tut kalbini / Ben seni herkesten çok dünyalar kadar severim. Şaşkınlığım ve çaresizliğim tüm vücudumu sarmıştı! O da beni hatırladı mı bilemiyorum!. Sorgulayan bakışları sürüyordu. İsmi ve duygu dolu bakışları hatırlatmıştı bana. Yüreğe hapsedilen o ilk bakışlar kolay kolay unutturmuyordu. İkimiz de başka baharlara koşmuştuk. Yıllar çok şeyler alıp götürmüştü bizden. Ne diyebilirdim ki! Onu sağlıklı ve mutlu görmek çok güzeldi. Şimdi Bozcaadayı daha çok seviyorum. Biz Polente’ye mehtabı seyretmeye giderken, Kelebeği düşünüyordum. Bir günlük ömrü vardı onu da bize harcamıştı. Selahattin Süzer Şair/Yazar Read the full article
1 note · View note
gajder · 5 years ago
Text
Aşk Hikayeleri; "Çatlayan Kalp"
Tumblr media
Aşk Hikayeleri; "Çatlayan Kalp" "Gideon, bana nasıl tanıştığınızdan bahsedebilir misin?" "Kiminle?" "Geçen sefer hakkında konuştuğumuz şu kızla, hani hayatını altüst eden." "Ah evet O. Hayatımı altüst ettiğini ben mi söyledim?" "Evet. Aynen bu kelimelerle." "Bunu hatırlamıyorum. Neyse onunla bir bahar sabahı tanıştık, Aslında bir tanışma olduğunu söyleyemem. Bana adını hiç söylemedi, onca yıl boyunca bir kere bile. 24 yaşındaydım ve bana yetecek kadar küçük, tatlı, tek katlı bir evim vardı. Çok güzel bir de bahçem. İşimden kalan neredeyse bütün vaktimi o bahçe de geçirirdim, farklı türlerde renk renk çikek yetiştiriyordum. Bahçe küçük olmasına rağmen o kadar güzeldi ki, bazen saatlerce hiçbir şey yapmadan hasırdan sandalyeme oturur gözlerimi bu güzellikle boğardım. Zamanla bu bahçenin tanıdığım, gördüğüm bütün insanlardan daha güzel olduğuna inanmaya başladım. Hiçbir insanın bu kadar güzel olamayacağına dair sarsılmaz bir güven duyuyordum, ve sonra dediğim gibi bir bahar sabahı elimde bir kahve bardağıyla bahçeye çıktım ve bir kadını diz çökmüş benim çiçeklerimi koparırken gördüm, benim çikeklerimi!! O kadar sinirlendim ki gözüm başka bir şeyi görmez oldu. Dünya bulanıklaştı. Öyle büyük bir öfke benliğimi sarmıştı ki bir an bedenimin dayanamayıp parçalanacağını zannettim. Onu öldürmek istiyordum. onu ellerimle parçalamak istiyordum. kahvenin elimi yaktığını hissetmedim bile, kupayı yere fırlatıp ona doğru giderken kendime ait olmayan hayvani bir sesle "sen ne yaptığını zannediyorsun?" diye kükredim. Artık ayağa kalkmıştı. Ben tam kolunu tutmak için uzanmışken arkasını döndü ve o anda herşeyi unuttum. içimdeki yakıcı nefreti, bedenimi parçalayan öfkeyi, güzeller güzeli bahçemi bile. Elim havada asılı kaldı ve bütün evren içime doldu. Bütün hepsi. Nefesimin kesildiğini hatırlıyorum, bedenimin patlayacakmış gibi sarsılıp titrediğine, ve bu hissettiğim şeyi anlatacak kelimelerimin olmadığını düşündüğümü de hatırlıyorum. Bunların hepsi öyle kısa bir sürede oldu ki bana yıllar gibi geldi." "Çok mu güzeldi? Bahçenden bile mi?" "Görünüşünü soruyorsan, bilmiyorum. En ufak bir fikrim bile yok." "Nasıl yani onu görmedin mi?" "Gördüm ve 5 yıl boyunca onu gördüğüm her seferinde yüzünü ezberlemeye çalıştım, ama unuttum. Onlarca kez ama olmadı. Fotoğrafını bile çektim hemde kaç kez ama her defasında onu kaybettim. Olabilecek her yolu denedim ve hiçbiri bir işe yaramadı, nasıl ya da neden bilmiyorum ama yüzünü ya da nasıl göründüğünü bilmemem gerekiyordu ve bilmeyeceğim de." "Bahsettiğin şey iç güzellik o zaman, öyle mi?" "Öylede denebilir. Yüzünü hatırlamıyorum ama zaten onun güzel olduğunu gördüğümü zannetmiyorum. Hissettim. Kelimenin gerçek anlamıyla hissettim." " Peki, sonra?" "Ben öylece hareketsiz dururken, bana elindeki çiçekleri gösterdi ve "Bunların hepsi çok güzel ama ben en çok şu küçük mavi olanları sevdim." dedi. Sesi gülümsüyordu. Ben daha ne olduğunu anlamadan ağzım hareket etmeye başladı ve "Onların adı beni unutma" dedi. Sanki beynim vucüdümü ele geçirmiş gibiydi. Tdıyormuş gibi bir kaç kere beni unutma diye mırıldandı ve gülümseyerek bana "öyleyse beni unutma." dedi ve öylece çıkıp gitti. Dakikalarca orda hareketsiz durdum. Odaklanmaya çalışıyordum, sonunda kolum sanki ölü gibi yanıma düştü ve bacaklarım beni içeri taşıdı. O gün kendime gelemedim aslında aylarca kendime gelemedim. Yine işe gittim, yine bahçeyle ilgilendim, yine saat ilerledi, takvimler değişti ama gelmedi. Bahçedeki bütün çiçekleri yerinden söküp her yere beni unutma ektim ama yine gelmedi. Rüyalar görmeye başladım. Kalbim çatlamaya başladı ama unutmadım. Bir saniye bile onun gerçek olmadığına inanmadım." Yazar - Hazel Rose Everly   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Çok Güzel, Duygusal Bir Hikaye; "Özlem"
Tumblr media
Çok Güzel, Duygusal Bir Hikaye; "Özlem"
Bazı özlemler değişmiyor, aksine zamanla daha da büyüyor. 35 plakalı sarı taksi, site kapısından girip 45 numaralı bahçeli yazlığın önüne yanaştığında, Selahattin yeni kalkmış, sabah serinliğinde gül fidanlarını hem seviyor, hemde sulama yapıyordu. Arabadan inen, orta yaşı biraz geçmiş orta boylu, zayıfça, sol elinde baston aksakallı, nükteleriyle, gün görmemiş sözleriyle insanları düşünce ve kahkahalara boğan, Sivasın Mehmet Efendi’sinden başkası değildi. Arabadan zorlukla inen, etrafına gülümseyen gözlerle bakan Ayşe Hatun, yine ayaklarını zorlayarak baston yardımı ile bahçe kapısından içeri girip vişne ve kayısı ağaçlarına sırtını vererek; “Maşallah oğlum ne kadar çok meyve vermişler,” diyordu. Selahattin kapıya doğru koşarak; “Baba, Anne bu ne güzel sürpriz, siz nasıl geldiniz,” deyip kucaklaşarak ellerini öpüyor. ”Niye bana, haber vermediniz, ben gelir sizi alırdım,” diyordu. “Vallaha oğlum ben istedim gidelim şu oğlan ile gelini bir daha görelim, bunlar yazlığa gidince her şeyi her kesi unutuyorlar” dedim. Babanın da canına minnet o da çok özlemiş ki, 'hadi hanım bu seferde biz gidelim' dedi düştük yollara”. Canım anacığım bir bahar esintisi gibi -Anam de sarıl - Dokun o şevkatli yüreğine - Öp yüzünden ellerinden - Ona farklı olduğunu hissettir - Zaman ayır sohbet et - Kucağına bir demet çiçek bırak - Mutlulukla içilen - Bol köpüklü bir kahve - Hayatın ana tadıdır -Koş geç olmadan.- Ana yüreğini fotoğraflayamazsınız ama bir dokunsanız. Sıcacık yüreğine gözlerinde koca bir yaşamı görebilirsiniz. Yürüdük birlikte çiçeklerin, ağaçların arasından, yorgunluk kahvesini, Çandarlı’nın zeytin ağaçlarını yalayarak gelen oksijen dolu havasında, bahçede içtik. Onları çok özlemiştim. Daha şimdiden bu yaz birlikte yapabileceğimiz aktivitelerin planlarını yapmayı düşünmeye başladım. Babamın çok sevdiği mangalda pirzolayı, üzerine soğuk soğuk içtiği, kolasını, yaz meyvelerini bir sabah kahvaltısını Dikili öğretmen evinde yapmak. Annemin çok sevdiği papalina balığını Cunda Adasında yedirebilmek ilk aklıma gelenlerdi. Dün gece gördüğüm rüyayı hayra yormam çok isabetli olmuştu. Sabahın serinliği uykulu gözlerimi yalarken her zaman yaptığım gibi içimden geçen duygularımı şiirleştirmeye çalışmıştım. Canım - Annem, Babam - Dün gece yorgundum - Hemen de uykuya daldım - Sizin için dua, edemedim - Bu sabah farklı uyandım - Sizleri göremeseydim - Kendimi asla,affetmeyecektim - Selahattin Süzer  Şair/yazar   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Duygusal Hikayelerden; Çocuklar Evden Gidince
Tumblr media
Duygusal Hikayelerden; Çocuklar Evden Gidince Çocuklar bir gün evden giderler… Bir şekilde, bir nedenle, öyle gerektiği için, öyle olduğu için giderler… Gözlerinde hayata karşı bir heves, omuzlarında ince bir ağırlık, ellerinde uçarı bir telaş. Kapıyı çekip giderler… Çocuklar evden gidince, ev de sizden gider biraz. Sabah kızaran ekmeğin kokusu, ütünün buharı, bir türlü şekle girmeyen saçlar, kapıdan çıkarken aceleyle öpülen yanaklar gider… Antrede biriken ayakkabılar, teki kaybolan terlikler, yatağın üstündeki elbise yığınları gider. Saatler sanki bir yerlerde durmuş gibi olur. Hayatınız hasreti kuşanmış mevsimsiz bir ülkeye benzer bir zaman… Çocuklar evden gidince; Ansızın yapılan şakalar, vakitsiz istenen sandviçler, pencere önünde beklediğiniz geceler gider... Artık kapının önündeki ayak seslerini duymazsınız, Sokaktan geçen simitçiye seslenen kimse yoktur. Arka odadan yükselen müzik sesi, banyodaki parfüm kokusu, ortasından sıkılmış dişmacunları anılarınızda kalır. Mutfak masası çoktan unutmuştur sıcacık ve neşeli sohbetleri. Fırında patatesin tadı eskisi gibi değildir artık. Kareli yatak örtüsünde izi kalmıştır aşk acısıyla dökülen genç gözyaşlarının… Çocuklar evden gidince; “Annem duymasın”lar, “Babamı idare et”ler “Ben zaten biliyorum”lar, “Beni çocuk muyum?”lar, “Beni anlamıyorsunuz!”lar, “Amma meraklısınız”lar … El ele tutuşup hep birlikte giderler... Onlar olmadığı zaman da “ben ne giyeceğim”ler “arkadaşımda kalacağım”lar, “arkadaşlarımla çıkıyorum”lar peşi sıra ortalıktan kaybolurlar.. Çocuklar bir gün evden giderler; Giderken yüreğinizin bir parçasını da yanlarında götürürler… Onda kalan parçada sizden o kadar çok şey vardır ki, Onlar bunu bilirler, Aldıkları her kararda, yaşadıkları her yol ayrımında, her sevinçlerinde ve her acılarında, fark ederler bu eşsiz bilgiyi, Yeter ki onların yaşam pınarlarına hayat veren kaynağın suyu berrak, hikmeti bol olsun. Yeter ki sizden doğup hayatın içine akan bu pınar ırmak olsun, nehir olsun, ve en doğru yönü bulsun... Evet çocuklar bir gün giderler, Ama gelecekleri yolu da asla unutmazlar... Yazan: İlter Yeşilay Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Duygusal Hikaye; "Hayatımın En Acı Günü"
Tumblr media
Duygusal Hikaye; "Hayatımın En Acı Günü" Muhakkak herkesin hayatında geçmiş denen bir hikaye vardır. Bu hikaye tatlı yahut acıdır. Benim hikayem ise hem tatlı, hem de acıyla karışık bir öyküdür.  Küçüktüm, güzel bir ailem vardı, annem, babam ve kardeşlerim. Ben ortanca çocuktum. Ablam ve küçük erkek kardeşim okulda benden daha başarılıydılar. İtiraf etmeliyim ki, ben de pek okul sever çocuk değildim. Hem annem de benden çok onların üzerine düşüyordu okusunlar, büyük adam olsunlar diye. Çoğu zaman beni görmezden gelirdi. Çocukken ablam kız olduğu için, küçük erkek kardeşim de küçük olduğu için annem onlarla çok ilgileniyor diye düşünürdüm. Hani "ortanca çocuk" diye bir laf var ya dünyamızda, herhalde ben de ortancayım diye annem bana pek vakit ayırmıyor diyordum. Yine de o dönemler mutluydum, işte o günler benim tatlı günlerimdi. Çünkü babam, ablam, kardeşim beni çok seviyordu, annemse… Babam o zamanlar annemin hem işte, hem evde çalıştığı için yorgun olduğunu, bu yüzden de benimle ilgilenmeye fırsat bulmadığını söylerdi. Ders çalışmamda da zaten babam yardım ederdi, ancak çoğu zaman evde olmazdı, yoğun çalışıyordu. Ablamla, kardeşimi ise annem çalıştırırdı, annem kendisi öğretmendi. O sahneleri hiç unutmuyorum. Ben babamı beklerken annem bir taraftan ablamın, diğer taraftan kardeşimin dersi için koştururdu. Hayır, kıskanmadım hiç, çünkü onları çok seviyordum, ben sevgide kıskançlık kavramını ayıp bir şeymiş gibi tanımlıyorum. Onları seyretmek güzeldi. Lakin yine de umut ediyordum, şimdi annem bana da bağıracak: "Git dersini çalış, şimdi yanına gelicem" diye. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Ben erkek olduğum için kardeşimle birlikte uyurdum, ablamsa başka odada kalıyordu. Geceleri uyurken annem önce ablamın, sonra da bizim odamıza gelirdi. Kardeşim hep uyurdu, bende yalandan gözlerimi kapatıp uyuyor numarası yapardım. Annem kardeşimin yüzünden öper, okşar, sonra üzerini örterdi. Bana yaklaşmasını beklerdim, ama bu da yine olmadı, hiçbir zaman bu sahne bende gerçekleşmedi. Annem kardeşimi öptükten sonra hemen odadan çıkardı. Ben kardeşimin küçük olduğu için ona böyle davranıyor diye düşünürdüm, ablam da kız diye. Şimdi düşünüyorum da sahiden annem beni bir kere bile öpüp koklamamıştı. Babamsa işten geç saatte bile gelse mutlaka bizi öperdi, beni de. Tüm olumsuz hatıralara rağmen bu günler benim için tatlı günlerdi. Acı dolu günlerim ise liseye başladığım yıllarda başladı. Annem beni yatılı okula vermek istiyordu, sebebini bilmiyordum. Babamın söylediğine göre evimiz küçük olduğunu için, benim yatılı okulda daha iyi eğitim alacağımı düşündüğü için annem böyle bir karar vermiş. Seçim şansı vermedikleri için hiçbir şey söyleyemedim ve kabul ettim. Yatılı okula gittim, kötü değildi, memnundum, ancak ailemi çok özlüyordum. Tatil günlerinde eve geliyordum, onların da beni özlediğini biliyordum. O zamanlar annem benim iyiliğimi düşündüğü için bu kararı verdiğini sanmıştım. Bu yüzden dört kolla derslerime sarıldım. Ben lisedeyken, ablam üniversite sınavlarına girdi üç defa, hiçbirini kazanamadı. Bense ilk sınavımda üniversiteyi kazandım. Mutluluğumu ailemle paylaşmak için hemen eve koştum. Herkes evdeydi, kapıyı babam açtı: "Oğlum, hoş geldin." "Baba, kazandım, baba, kazandım!" Diye sevinçten çığlık attım. "Ne? Neyi?" "Üniversiteyi." "Aferin sana, canım oğlum." Babam sımsıkı sarıldı bana. Ablam ve kardeşim de sevindiler, beni tebrik ettiler. Ablam biraz buruktu. "Ablam, üzülme gelecek yıl sen kazanacaksın, ben buna inanıyorum." "Canım benim, canım kardeşim, aferin sana, akıllı kardeşim." "Kardeşim deme ona!" Annem sinirliydi. "Anneciğim, bak oğlun artık üniversiteli, hem de burslu." Gülümsüyordum. "Anne deme bana, anne deme bana, deme, deme!" Annem delirmiş gibi bağırıyordu. "Ne oldu? Neden bağırıyorsun? Sakinleş lütfen, canım." Babam da bizim gibi şok olmuştu.  "Oğlun öyle mi oğlun?! Benim oğlum? Sen kimsin ya? Kimsin de benim oğlum oluyorsun?" "Anne, bu ne demek oluyor?" "Oğlum, annen yorgun şimdi, çok çalış…" "Yeter be! Ne yorgunu? Niye gerçeği söylemiyorsun? Neden saklıyorsun hala?" "Yapma, lütfen, yapma." "Neden? Küser mi? Kaçıp gider mi? Bizden uzaklaşır mı? Uzaklaşsın ya uzaklaşıp da gitsin artık hayatımızdan." "Anne, neler oluyor? Neden bahsediyorsun?" Kardeşlerim de benim gibi annemi anlamaya çalışıyordu. "Anne, lütf…" "Kes sesini! Annen değilim ben senin, anladın mı değilim." "Sus lütfen, karıcığım, sus." "Niye böyle söylüyorsun, annemsin sen, benim bitanecik annemsin, beni sen doğurdun, sen büyüttün." "Seni ben doğurmadım. Elimde olsa bu evde de büyümene izin vermezdim. Benim iki çocuğu var, sen benim çocuğum değilsin." Yüzüme sanki bir tokat çarpıldı. Acıdı, hem de çok acıdı. Hiç kimse bir şey diyemedi. "Baba?!" Babamın dudakları suskunluğuna kapılmıştı. "Evet, baban senin öz baban, ancak annen ben değilim. Sen babanın bana yaşattığı ihanetsin, sen bu dünyaya uğursuzluğunla geldin, öz annen senin yüzünden öldü." "Lütfen, sus artık."  "İstemiyorum seni, anlasana, istemiyorum, git burdan git!" Annem çıktı odadan. "Baba…" Babam yüzüme bakmaya cesaret edemiyordu.  O an ne yapacağımı bilemedim, hemen koşarak evden çıktım. Zaten ondan sonrasını pek hatırlamıyorum. Olanları sindirmem aylarımı aldı. Aylar sonra eve yine gittiğimde beni eve almadılar. Kardeşlerim de beni görmek istemedi. O gün kalbim bir daha paramparça oldu. Yalnızca babam benimle görüştü, onunla da dışarıda buluşa biliyorduk.  Peki acı günler bitti mi? Hayır, bitmedi. Ben üniversiteyi bitirdikten sonra iyi bir işe girdim, başarılı oldum. İyi bir evim, işim, etrafımda beni seven arkadaşlarım var. Ancak bir yıl sonra hayattaki tek destekçimi, babamı kaybettim. Bu benim için büyük bir darbeydi. Babamdan sonra kardeşlerime, anneme ne olduğunu öğrenmek istiyordum, onlar beni istemese de, onlara yardım etmek istiyordum. Lakin onları bulamadım, çünkü kardeşlerim evimizi satmıştı. Ancak komşularımızdan tüm olanları öğrendim. Kardeşlerim babamın ölümünden hemen sonra çocukluğumuzun tek hatırası evimizi satmış, annemizi de huzurevine yerleştirmişler, sonra da ortadan kaybolmuşlar. Aylarca annemi aradım. Ve şimdi onu buldum. Şimdi huzurevinin kapısından içeriye, annemin yaşadığı odaya doğru gidiyorum. Odanın kapısı açıyorum yavaşça. Kalbimde burukluk, kırgınlık ve özlemle karışık bir duygu var. Önümde ise bana bakan iki çift yaşlı gözler. "Oğlum..." Annem koşarak bana sarıldı. Annem o kadar zayıflamış, o kadar yaşlanmıştı ki, neredeyse onu tanıyamıyorum. Saçları bembeyaz, yüzü buruşmuş, gözleri çökmüş, vücudu çok zayıflamıştı. "Affet beni, yavrum, yalvarırım affet beni." Annem gözyaşları içinde yalvarıyordu adeta. Onu bu halde görmek, benden özür dilemesi göğsüme bir hançer gibi saplandı. İşte bu yüzden bugün hayatımın en acı günü... Yazar - Gülnar Ferruhkızı Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Duygusal Hikayeler; "HER AKŞAM AYNI"
Tumblr media
Duygusal Hikayeler; "HER AKŞAM AYNI" Kapıyı açınca evin soğukluğu, zaten üşümüş kalbini çepeçevre sardı. Evin soğukluğu bedenini değil içini yüreğini üşütüyordu. Evi bomboş, ne bir kisi ne çoluk çocuk ne de doğru düzgün bir eşya vardı. Eve geldiğinde guleryuzle karşılanmayı bırak, eşi tarafından sert bir ifadeyle, asık suratla karşılanmak için bile neleri vermezdi. Çocuklarının o kafa şişiren gürültülerine hasret kalmıştı. Evi boş, yüreği boş. Evi soğuk, yüreği ondan daha soğuk. Evi iki oda bir salondan olusuyordu. Mutfak alabildiğine geniş fakat ne çanak çömlek, ne buzdolabı ne de masa, sandalye vardı. Oturduğu odada zaten orda oturuyor, uyuyor, kitap okuyor ve yemek yiyordu. Yani evdeki hayatı bir odadan ibaretti. Bir elektrikli sobası, bir halısı bir de emektar çekyatı vardı. Öteki odada ise kolilerin içinde kitapları vardı. Zavallının olup biteni bu kadardı. Bu yüzden her akşam geldiğinde ev onu soğuk ve itici olarak karşılıyordu. Sımsıcak yuvayı ne kadar da özlemişti. Daha yeni gelmişti Anadolu'nun küçük bir köyünden bu koskoca şehre. Çocuklarını ve eşini daha iyi şartlarda yaşatmak için geleceğe umutla bakabilmek ve çocuklarının eğitimini en güzel şekilde yapmalarını sağlamak için tayinini bu şehre istemişti. İstediği oldu tayini bu metropol şehre çıktı. Fakat ne olduysa bundan sonra oldu. Köyün ucuz hayatını seven, çocukların geleceğini düşünmeyen, ileriyi göremeyen eşinin ailesi bu tayine karşı çıktılar. "Bu köyde zor geçiniyorsunuz orada nasıl geçineceksiniz. Köyde suya muya para vermiyorsunuz fakat büyük şehirde adım attığın para geçinemezsiniz. Köyde kira ödemiyorsunuz şehirde ödeyeceksiniz geçinemezsiniz." gibi sözlerle eşinin gitmemesi için ikna ettiler. Eşi de onu ikna etmeye çalıştı. Fakat nafile artık ok yaydan fırlamıştı bir kere. Tayin resmileşmiş, gitmekten başka çare yoktu. Eşine ne diller döktüyse de eşi ailesinin sözünden çıkmıyordu. O, ne kadar "Geleceğimiz bu şehirde daha parlak, çocuklarımızın eğitimi ileri düzeyde olur, şehirde daha müreffeh bir hayat süreriz, kendisinin üniversite mezunu olup köyde köreldiğini fakat şehirde imkanların geniş olduğunu her hâlükarda ek gelirlerinin olacağını söylemiş ise de eşi bir türlü kendisiyle gelmeye yanaşmıyordu. Her gün evde şehre gidelim-gitmeyelim tartışması almış başını yürümüştü. En sonunda eşi çocukları ve arabanın sığdığı kadar eşyaları ve evin tek arabasını da alarak annesinin evine gitti. Oysa ne ümitlerle tayini istemişti. Halbuki beraber karar vermişlerdi. Ya şimdi, ailesinin sözüne uyarak giden bir eş, koskoca şehirde soğuk boş bir evde kalbi kırık, yüreği boş, ümitlerini kaybetmiş, gözü yaşlı ve gönlü hüzünlü bir insan. Ya çocuklar,  onları hiç sormayın baba özlemiyle yanıp tutuşuyorlardir. Kim bilir şimdi ne haldeler. Yazık hem de ne yazık bir hiç uğruna aile dağılmış. Ceremesini zavallı çocuklar çekiyor. İşte, her akşam evde aynı tablo bir çekyat ve kitap: İkisi munis bir dost. Birisi soğuk gecelerde sarıp sarmalayan ve ısıtan dost. Diğeri ise yalnız akşamlarında konuşup dertleştiği vefakar dost. Her akşam aynı, üç kafadar dost aynı muhabbet, aynı hayat vesselâm. Yazar - Mesut AKDAĞ   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Hikaye; "Balkondaki Fısıltı"
Tumblr media
Hikaye; "Balkondaki Fısıltı" Ben de o delilerden biri miyim diye düşünmeye başlıyorum. Bana yöneltilmiş o tuhaf bakışlar ürkütücü, ürpertici... Ne zaman ona doğru elimi uzatsam elim boşlukta kalıyor. Her günüm Cuma oluyor. Her Cuma ona selamımı gönderiyorum. Yılmadan, yılgınlığa düşmeden. Boşluğa bırakılmış bir selam gene de muhatabını bulur mu diye kaygılandığım olmuyor değil. Ancak ben, bana düşeni yapıyorum. Bana düşen ona selamımı göndermek... Bu sabah karşılaştım onunla. Arkamdan, duyulmayacak kadar uzak bir fısıltı, bu fısıltıyı ancak bir kedi işitebilir, bir de kulak zarı onun sesine ayarlanmış olarak duran âşığın kulağı... – Merhaba... Bütün o uzak tren yolculuklarından sonra, bütün o dağ taş demeden kendini yola vuran serserinin yorgun omuzlarında taşınamaz ağırlıktaki sevginin çıldırtıcı gölgesinde işitilen fısıltı... Asırlar önce bu ses yanan çalılıkların arasından işitilmişti... Belki hâlâ yüzyılların gerisinden o fısıltıydı işittiğim. Acaba başımı çevirsem miydi? Acaba başımı çevirdiğimde onu görecek miydim? Bu fısıltı eğer bir rüyaysa bütün ömrüm bir kez daha mahvolabilirdi. Kimse bilmese de... Kendim bile bilmesem de... Rüyanın beni aldatmışlığına mı yanmalıydım o zaman, yoksa yalan bir rüyayı rüya sanmışl��ğıma mı, yoksa rüyalarda görülen yalanlara mı? Hayır, bunu asla sınamak istemiyorum. Çünkü sevgili sınanmaz. Sınanmamalı. Hayır, onu yoklamak için değildi dudaklarımdan çıkan nefes, sınamak için hele, asla! Yalnızca dudağımın kıpırdadığını hissetmek istemiştim. Derin bir ıslık hâlinde... Ancak bir kedi kulağının dikkatini yöneltebileceği bir soluğun solgunlaşan son demi hâlinde: – Evet... Gümbürdeyerek raylara kapanan çelik tekerlerin takırtıları arasında böyle bir fısıltıyı işitmek imkân dâhilinde miydi? Bilemiyorum. Ancak adımın aynı fısıltıyla ünleneceğini işitmek istiyorum. Beklediğim fısıltı kulağıma çalınıyor. Şimdi yüz yüze duruyoruz. Ortada şekillenen: – Merhaba, fısıltısı... Fakat bu fısıltı onun dudaklarının arasından mı dünyaya yayılıyor, yoksa ben mi fısıldıyorum, yoksa ikimizin dışında duran bir ses mi çalınıyor kulağıma, belli değil. Her şeye rağmen neşelenmem lazım. Hülyamda da işitmiş olsam o fısıltıyı ve hülyamda da görmüş olsam o yüzü şen şakrak kahkahalarımı semaya salmalıyım. Konuşuyor, diyor ki: – Düşümde bir şiir gördüm. Sendin. Saçların lavanta kokuyordu. Sendin. Odamın duvarına tırmanmıştın. Duvarımı siliyordun. Ordaydın. Sendin. Bu kadarı yeterdi bana. Gece baskınları, kâbuslar, reddedilmem umurumda olmazdı artık. Kendimi sokaklara vurabilirdim. Kendi küçük insanlarımın arasına karışıp onların arasında onu arayabilirdim. Yürüyüp geçtim gecelerin üstünden, bütün çatışmaları arkamda bırakarak... Bir tek o gülümseyişi aklımda tutup ona sımsıkı sarılarak... Rasim ÖZDENÖREN   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Duygusal Hikayeler; "HER AKŞAM AYNI"
Tumblr media
Duygusal Hikayeler; "HER AKŞAM AYNI" Kapıyı açınca evin soğukluğu, zaten üşümüş kalbini çepeçevre sardı. Evin soğukluğu bedenini değil içini yüreğini üşütüyordu. Evi bomboş, ne bir kisi ne çoluk çocuk ne de doğru düzgün bir eşya vardı. Eve geldiğinde guleryuzle karşılanmayı bırak, eşi tarafından sert bir ifadeyle, asık suratla karşılanmak için bile neleri vermezdi. Çocuklarının o kafa şişiren gürültülerine hasret kalmıştı. Evi boş, yüreği boş. Evi soğuk, yüreği ondan daha soğuk. Evi iki oda bir salondan olusuyordu. Mutfak alabildiğine geniş fakat ne çanak çömlek, ne buzdolabı ne de masa, sandalye vardı. Oturduğu odada zaten orda oturuyor, uyuyor, kitap okuyor ve yemek yiyordu. Yani evdeki hayatı bir odadan ibaretti. Bir elektrikli sobası, bir halısı bir de emektar çekyatı vardı. Öteki odada ise kolilerin içinde kitapları vardı. Zavallının olup biteni bu kadardı. Bu yüzden her akşam geldiğinde ev onu soğuk ve itici olarak karşılıyordu. Sımsıcak yuvayı ne kadar da özlemişti. Daha yeni gelmişti Anadolu'nun küçük bir köyünden bu koskoca şehre. Çocuklarını ve eşini daha iyi şartlarda yaşatmak için geleceğe umutla bakabilmek ve çocuklarının eğitimini en güzel şekilde yapmalarını sağlamak için tayinini bu şehre istemişti. İstediği oldu tayini bu metropol şehre çıktı. Fakat ne olduysa bundan sonra oldu. Köyün ucuz hayatını seven, çocukların geleceğini düşünmeyen, ileriyi göremeyen eşinin ailesi bu tayine karşı çıktılar. "Bu köyde zor geçiniyorsunuz orada nasıl geçineceksiniz. Köyde suya muya para vermiyorsunuz fakat büyük şehirde adım attığın para geçinemezsiniz. Köyde kira ödemiyorsunuz şehirde ödeyeceksiniz geçinemezsiniz." gibi sözlerle eşinin gitmemesi için ikna ettiler. Eşi de onu ikna etmeye çalıştı. Fakat nafile artık ok yaydan fırlamıştı bir kere. Tayin resmileşmiş, gitmekten başka çare yoktu. Eşine ne diller döktüyse de eşi ailesinin sözünden çıkmıyordu. O, ne kadar "Geleceğimiz bu şehirde daha parlak, çocuklarımızın eğitimi ileri düzeyde olur, şehirde daha müreffeh bir hayat süreriz, kendisinin üniversite mezunu olup köyde köreldiğini fakat şehirde imkanların geniş olduğunu her hâlükarda ek gelirlerinin olacağını söylemiş ise de eşi bir türlü kendisiyle gelmeye yanaşmıyordu. Her gün evde şehre gidelim-gitmeyelim tartışması almış başını yürümüştü. En sonunda eşi çocukları ve arabanın sığdığı kadar eşyaları ve evin tek arabasını da alarak annesinin evine gitti. Oysa ne ümitlerle tayini istemişti. Halbuki beraber karar vermişlerdi. Ya şimdi, ailesinin sözüne uyarak giden bir eş, koskoca şehirde soğuk boş bir evde kalbi kırık, yüreği boş, ümitlerini kaybetmiş, gözü yaşlı ve gönlü hüzünlü bir insan. Ya çocuklar,  onları hiç sormayın baba özlemiyle yanıp tutuşuyorlardir. Kim bilir şimdi ne haldeler. Yazık hem de ne yazık bir hiç uğruna aile dağılmış. Ceremesini zavallı çocuklar çekiyor. İşte, her akşam evde aynı tablo bir çekyat ve kitap: İkisi munis bir dost. Birisi soğuk gecelerde sarıp sarmalayan ve ısıtan dost. Diğeri ise yalnız akşamlarında konuşup dertleştiği vefakar dost. Her akşam aynı, üç kafadar dost aynı muhabbet, aynı hayat vesselâm. Yazar - Mesut AKDAĞ   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Nazım Hikmet Hikayelerinden
Tumblr media
Nazım Hikmet Hikayelerinden O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler. Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu şehirde. Tek ayakkabı yapan dükkanında ayakkabıcısı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın çevresini çizdi. O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı. Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum. Babamın anlattığına göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı. Kapının her çalınışında koştum. Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı. O gün onları giymedim. Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni ayakkabılarımı. Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan, yandan, önden bakıp duruyordum. Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kim bilir kaç kez okşadım. Uyku girmedi gözüme. Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede oturuyordum ben. Ayakkabımı babam giydirdi. Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıştı. Ama bunu babama söylemedim. O "sıkıyor mu?" diye sordukça "hayır" yanıtını veriyordum. "Dar, ayağımı acıtıyor" desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı. O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm. Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu. Dişimi sıktım. Topalladım. Soranlara "dizimi vurdum" dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim. Doğrusunu isterseniz yaşam da dar ayakkabıyla yürümektir ... Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş... Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre... Kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir... Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür. Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez. Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık... Canınız yanar. Topallaya topallaya gidersiniz. Sonradan öğrendim; yaşam��n, dar ayakkabıyla yürüyebilme sanatı olduğunu. Nazım Hikmet Ran Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Hikaye Oku; "Garibanın Hakkı"
Tumblr media
Hikaye Oku; "Garibanın Hakkı" Resul bey evden çıkarken, o ayki faturalarını ve borçlarını ödemek için kuruşu kuruşuna hesapladığı parasını dikkatlice cüzdanına yerleştirmişti. Mahallenin en yoksul evinin önünden geçerken bir inilti duymuş o tarafa yönelmişti. Derme çatma barakanın duvarları deliklerle dolu olduğundan içeriside net bir şekilde görülebiliyordu. Mahallelerinin kimseziz ve gariban çocukları Selim ile meliha birbirlerine sarılmışlar kış gününün soğuk ayazında ısınmaya çalışıyorlardı belliki. Beş yaşlarındaki küçük kız bir ara "Çok açım abi. Nolur bir parça ekmek al bakkladan" derken ondan en fazla yedi sekiz yaş büyük olan ağabeyinin çaresiz baķışlarını duvarın yıkıntıları arasından net bir sekilde görmüştü Resul bey. Ekmek alacak paralarının olmadığını kardeşine söylerken gözlerinden yaş gelmişti zavallı çocuğun. Bu mahallede oturan herkes fakir sayılırdı fakat bu çocukların hali bir başkaydi elbet. Biranda elini cüzdanına götürdü ve saniye geçmeden çaresizce vazgeçmişti. Kuruşu kuruşuna hesap ettiği parası aylardır ödeyemediği borçlarına gidecekti nihayetinde. Bakkal Necati den kaçarcasına eve gitmekten o kadar yılmıştıki. Sonra elektrik ve su faturasını ödemese hanımıyla yine kavga edecek evdeki huzurundan olacaktı nihayetinde. Niyeti halisti fakat elinden birşey gelmiyordu işte. Çaresizce başını öne eğip çocukların iniltileri kulaklarını tırmaladığı halde uzaklaştı oradan. Borçlu olduğu heryeri dolaşıp ödemelerini yaptıktan sonra eve dönüş yolunu tutmuş fakat aklı hala sabah gördüğü iki çocuktaydı şüphesiz. Başını öne eğmiş üzgün bir halde yürürken ceplerini bir alışkanlıkla yoklamış, sanki parası artabilecekmiş gibi bir çaba içine girişmişti çaresizce. O gün sadece kendi ailesini doyurabilecek ekmek vardı belki evlerinde. Fakat aybaşına kadar onlarda biçare olacaktı işte. Bakkal Necati kesinlikle veresiyeyi kestiğini söylemiş, iki sokak ötedeki bakkala yaptığı teklif ise geri çevrilmişti. Ay sonuna kadar ailesine ne yedirip ne içirecekti bunu düşünmesi gerekirken aklı o gariban iki çocukta kalmıştı işte. Dönüş yolunda bir kuyumcunun önünden geçerken ansızın dalıp gittiği düşüncelerinden acı çığlıklarla sıyrılmıştı. Sonrasınsa ise kuyumcudan bir elinde silah bir elinde çanta olan yüzü maskeli bir adamın kendisine doğru koştuğunu gördü. Anladığına göre adam kuyumcuyu soymuştu ve koşarken sürekli arkasını kontrol etmekten koşu yolunda bulunan Resul beyi farketmemişti bile. Ani bir haraketle yan yana geldiği hırsızın ayağına çelme takmış, ve yere düşerken tüm gücünü toplayıp çenesine bir yumruk indirebilmişti. Yere yuvarlanan hırsızın biranlık sersemlemisini fırsat bilip silahı yerden alan Resul bey adama doğrulturken bu yaptığına kendi dahi inanamıyordu. Biraz önce acı çığlıklar atan kuyumcunun sahibi koşarak yanlarına gelmiş ve zaman kaybetmeden polisi ararken defalarca teşekkürler etmişti trilyonluk altınını çalan hırsızı yakalayan bu güleç yüzlü adama. Dakilar sonra polis gelmiş ifadeler alınmış ve hırsız yaka paça karakola götürülmüş kuyumcu ise altınlarına kavuşmuştu nihayetinde. Yeterince zaman kaybeden Resul bey kuyumcudan müsade istediğinde ise adam bir zarf uzatmıştı kendisine. Resul bey içinde para olduğunu anladığı zarfı alamayacağını, yani iyiliğin karşılığını alamayacağını söylerken kuyumcu öylesine ısrar etmişti ki Can-i gönülden helal ettiğini söylediği bu parayı Resul beyin cebine koyarken kabul etmesi için belki beş dakika dil dökmüştü. Sonucunda trilyonluk malını kurtarmıştı canını hiçe sayarak. İçinde tarifsiz bir sevinçle evinin yolunu tutarken defalarca saymıştı parayı. Tam beş aylık geçimini sağlayacak para vardı zarfta. İlk önce sabah hallerini görüp yüreğini yakan çocukların evine gitmişti elleri yiyeceklerle dolu bir halde. Çocukların sevinci görülmeye değerdi. Kuyumcunun verdiği paranın yarısını bu garibanlara ayırmış, sonraki günlerde bir usta çağırıp evin delik duvarlarını onarmıştı. Resul bey tüm bunlar olup biterken, çocukları gördüğü ilk anda elini cebine attığı sırada etmiş olduğu niyet sayesinde bu paranın kendisine nasip olduğunu düşünürken binlerce defa şükürler ediyordu Rabbine... Yazar: Suat (İçimde SAKLI Kalanlar-www.facebook.com) Read the full article
1 note · View note
gajder · 6 years ago
Text
Çok Güzel Bir Hikaye;
Tumblr media
Çok Güzel Bir Hikaye; "Viyolonsel" Güneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan mahçup bir kadın gibi iri yapraklı ağaçların arkasına saklanırken, muhtelif milletlere mensup bir seyyah kafilesi -sarı otlardan yapılmış evleri arı kovanına benzeyen- bir zenci köyüne girdiler. Kabile reisi, yirmi seneden beri Afrika'nın bu sapa köşesine uğramayan beyazları güzel karşılayabilmek için bütün boncuklarını, fildişiriden yapılmış ziynetlerini taktı, eline, üzerine işlemeli büyük yayını alarak maiyetiyle beraber köyün ortasındaki meydanda bekledi. Birtakım şatafatlı merasimden sonra seyyahlar, reisin kulübesinde istirahat etmekteydiler ki, köyü dolaşmaya çıkmış olan melez tercüman koşarak geldi, elli adım kadar ötede bir Avrupalı tarafından yapılmış olması pek muhtemel olan tahta bir kulübe gördüğünü söyledi. Golf pantolonlarının altına çoraplarını tekrar giymeye vakit bulamayarak hep birden oraya koştular. Tercüman doğru söylüyordu. Bu, intizamsız kerestelerden yapılmış bir yerdi ve önünde vahşi orman çiçeklerinden vücuda getirilmiş bahçemsi bir meydanlık vardı. Yanlarına gelen reis, binanın iki seneden beri aralarında  yaşayan bir beyaza ait olduğunu söyledi. Tercümana sordular: - Neredeymiş kendisi?- - Belli olmaz- dedi reis, -o, buradan çalgısını alır çıkar ve ne zaman isterse o zaman gelir!- - Ne çalgısı?- - Büyük... adeta bir timsah yavrusuna benzeyen bir çalgı..- Seyyahlar birbirlerine sordular: - Belki bir harp?..- Reis: - Bir değneğe gerilen at kıllarıyla çalınıyor!- dedi. - Öyleyse bir kontrbas...- - Yahut bir viyolonsel...- - Evet, evet... Herhalde bir viyolonsel.- Seyyahlar, reise tekrar sordular: - O, bu çalgıyı nerede çalıyor?- Elini uzatarak gösterdi: - Ormanda!- - Peki, bizi oraya götürür müsünüz?- - Olmaz, o çalgısını çalarken hiç kimseyi istemez...- Seyyahlar: - Biz uzakta dururuz, kendisinin haberi olmaz!- dediler ve ısrar ettiler. Reis razı oldu. Alacakaranlıkta köyden çıkarak ormana doğru yürüdüler. Yaklaştıkları zaman, kulaklarına tok bir viyolonsel sesi geldi. Alman seyyah biraz dinledikten sonra: - Sonbahar şarkısı!..- dedi. Rus ilave etti: - Çaykovski'nin.- Ormana girince reis durdu ve on adım kadar ileride, geniş gövdeli baobap ağaçlarının altındaki karaltıyı gösterdi: -İşte!..- Dikkatle baktılar ve dinlediler. Gölge hiç kımıldamadan, büyük bir maharetle aynı parçayı çalıyordu. Sesler, birbirine giren yaprakları titreterek dağılırken İngiliz seyyah: - Bu adamın ne olması mümkündür?- diye söylendi. Fransız seyyah: -Bir sanatkar...- dedi, -Ümidi kırılmış bir sanatkar... Hakiki sanatın takdir edilmediğini görerek insanlar-dan kaçan bir talihsiz.- Rus: -Hayır, bu belki cemiyetin haksızlıklarından kurtulmak için buraya gelen birisi ki, sanatı kendisine teselli vasıtası yapmış...- diye, mütalaasını yürüttü. Alman: -Bana kalırsa- diye fikrini söyledi, -bu geniş arazide rahat ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının didişmelerine tercih eden bir akıllı.- -Zannediyorum ki- dedi İngiliz, -vahşilerin hükümdarlığını eline geçirmek için kendisine göre bir plan yapan onu sabırla tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir.- Gece olmuş ve ay çıkmıştı. Ay ışığı ormanın içindeki ufak bir meydanlığı aydınlatınca, etrafına taşlar dizilen bir toprak yığınına dayadığı viyolonseli gözlerini kapayarak çalan adamı daha iyi gördüler... Siyah, kıvırcık sakallarının çerçevele-iği yüzünde, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan çizgiler vardı. Alnına doğru dökülen dağınık saçları soluk yanaklarını gölgeliyordu. Seyyahlar sordular: - Hep burada mı çalar?- - Ve o toprak yığını nedir?- - Burada çalar- dedi reis, -karısının başucunda...- - Karısı da var mıydı?- - Vardı ve öldü.- Sustular. -Gidelim!- dediler. -Köye döndüğü zaman anlarız...- Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemedi. - Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada öldü... Ve ben başka yere gitmek istemem- dedi. Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi terk ettiler. Her biri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat hiçbirisi o adamın asıl hikayesine temas etmedi.  İşte o adamın hikayesi: Akdeniz'in yalı şehirlerinden birinde öyle bir genç vardı ki kendisine rast geldikleri zaman, mahcubiyetle başlarını eğen kadınlar, onu çok kere rüyalarında görürlerdi. Ve zerdeva (ağaç sansarı) tüyleri gibi yumuşak olan kumral bıyıkları genç kızların minimini kalplerini gıcıklamaktan geri kalmazdı. Fakat bu gencin, dalgalı saçlarından, lacivert gözlerinden ve bir şark kamçısı gibi kıvrılan vücudundan daha kıymetli bir şeyi vardı: Güzel nişanlısı... Bir zamanlar bütün şehir delikanlılarının hayalini dolduran bu genç kızın, daima düşünüyormuş gibi gergin duran alnı artık bir kardeş busesi için en münasip yerdi. Çünkü o delikanlılar biliyorlardı ki, doğunun donuk pembeliğini taşıyan dudaklar başkasına nasip olmuştur. Ve menevişlerindeki manayı kimsenin okuyamadığı kahverengi gözler yalnız bir kişinin önünde kıvılcımlanacaktır. Bu kız aynı zamanda şehrin en iyi viyolonsel çalanıydı. Oturduğu iskemlede bir ayağını geri uzatıp dolgun göğsünü çalgısına dayadığı zaman, öyle sesler çıkarırdı ki, memleketin ihtiyar ve üstat musikişinasları bile başlarını arkaya çevirerek gözlerini kurulamaya mecbur olurlardı. Genç kız, nişanlısıyla beraber olmadığı zamanlar yalnız viyolonseliyle konuşurdu; ve ona, nişanlısından dinlemek istediği şeyleri söyletirdi. Lakin gafil genç bunu bilmiyor, onun, çalgısını kendisi kadar çok sevmesini kıskanıyordu. Ve bir gün: - Ey sevgilim- dedi, -ey narin vücudunun, ipek saçlarının, donuk pembe dudaklarının değil, bütün ihtiras ve iptilalarının da bana ait olmasını istediğim sevgilim, artık viyolonseli bırak, yalnız beni dinle, yalnız benim kalbimin tellerinde nağmeler bulmaya çalış.- - Aşk ne kadar hodbindir!- Genç kız: - Mademki sen istemiyorsun sevgilim- dedi, -ben artık viyolonsel çalmayacağım... Nağmelerimi yalnız senin sözlerinde arayacağım.- Gözlerinde, sahibi için, yaşadığı ormanı bırakan bir ceylanın garip mahzunluğu vardı. Sanat, ilahi sanat aşka yenilmişti. -Ve aşk ne kadar kudretlidir!- - Lakin sevgilim!- dedi genç kız ve bunu söylerken elleri delikanlının avuçlarındaydı. - Elbet bir gün ihtiyarlayacağız ve ölüm bizi alacak. Eğer o, bana senden evvel gelirse, bil ki tek isteğim, gözlerim hayata kapanırken başucumda bir viyolonsel dinlemektir; bunu bana vaat ediyor musun?- - Evet- diye cevap verdi, -senden sonra yaşamak gibi bir ceza bana mukadderse, kahverengi gözlerinin üstüne yemin ederim ki, başucunda en yüksek sanatkara, en güzel besteyi çaldıracağım.- Bunun üzerine başlar geriye doğru uzandı. Söylediklerinitekit etmek (pekiştirmek) isteyen dudaklar birleşti. - Ve aşk ne kadar ateşlidir!- Heyhat, saadet dedikleri el, insanları okşamakta pek hasistir. Yalnız gülümsemek ve sevişmek için yaratıldıklarını sanan bu gençler de o elin mukadder tokadını yemekte geç kalmadılar. Evlenmişler; birbirlerinin olmuşlardı. Bahtiyardılar.  Bahtiyarlıklarını bulundukları yerde hapsetmek istemediler. Onu her tarafa gösterebilmek için, bir gün, şehrin rıhtımında duran gemilerden birine binerek seyahate çıktılar.Gezdikleri yerde her gördükleri şeyin kendilerini sevindirmek için yaratıldığını sanıyorlardı. Deniz onlara bir aşk masalı, ormanlar bir vefakarlık hikayesi anlatıyordu. Bilhassa engini çok seviyorlardı. Bazı yerlerde erkeğin gözleri gibi lacivertleşen sular, bazı yerlerde her ikisinin kalpleri kadar berrak ve şeffaf oluyordu... Ve dalgaların kıvrımlarındaki köpükler, sulara sürünerek uçan beyaz kuşlar gibiydi. Lakin bir gün, ufuklar karardı. Bir fırtına başladı. Öyle bir fırtına ki, tasvirini ancak herkesin kendi muhayyilesi yapabilir. Geminin kaburgaları çatırdamaya başladığı zaman, birbirlerine sarıldılar. Gözlerini kapadılar... Ancak ertesi gün -kendilerini sahilin kumlarına uzanmış bularak yabani otlarla tedaviye çalışan zencilerin arasında gözlerini açtılar. Ve uzak kayalarda parçalanan enkazdan başka canlı bir şey göremediler. Zencilerin sahilden epey içeride olan köylerinde birkaç ay oturup, onların dillerini öğrenmeye başlayınca anladılar ki, burası Afrika'nın en kimsesiz yerlerindendir ve on sekiz seneden beri hiçbir beyaz adam uğramamıştır. Ara sıra sahilde balık tutmaya giden kafileler tekrar söylediler ki, o denizde şimdiye kadar uzaktan geçen bir gemi bile gözlerine ilişmemiştir. Ve artık hissettiler ki -fırtına kendilerini baygın olarak kıyıya attığı zaman- vahşileri orada bulunduran tesadüfe minnettar olmaktan başka yapılacak şey yoktur. Erkek: -Mademki beraberiz- dedi, -ve birbirimizi seviyoruz, yaşayışımızın herhangi bir yerde olması bizim saadetimizi bozmamalı!- Fakat kadın hastaydı... Evet, kadın hastaydı. Günden güne eriyor, sararıyordu. Nasıl bazı ağaçlar yerleri değiştirildiği zaman -usta bir bahçıvan elinde bile olsalar- yaşayamazlarsa, genç kadın da burada yaşayamayacaktı. Erkek bütün kudretiyle çalıştığı, vasıtasızlık içinde bütün çarelere başvurduğu halde, bunun önüne geçemeyeceğini anlıyordu. Onu, sert kokular dağıtan ağaçlar arasında, berrak sulu nehirlerin kenarında gezdiriyor; geceleri, yalnız Afrika'ya mahsus olan parlak ay ışığı altında onun, mavimtırak damarlarıyla bir istiridye kabuğuna benzeyen kulaklarına, yaşamayı tatlı gösterecek, şarkılar söylüyordu. Fakat hepsi neticesizdi ve kadının bir sene daha ömrü olmadığı muhakkaktı. O zaman, bu kısa müddette kadına saadet verebilmek için çareler düşündü, aklına viyolonsel geldi. Belki çalgısı olsaydı o, bu kadar üzülmeyecekti. Ve bir gün, maun ağacından haftalarca uğraşarak yaptığı viyolonselle geldi. -Sevgilim- dedi, -hayatımız çok yalnız geçiyor. Bak, sana bir arkadaş daha getirdim. Seni bir zamanlar bunu çalmaktan menettiğim için ne kadar bedbaht olduğumu bilsen...- Sonra sıkılarak ilave etti: -Hem bana da öğretmeni rica edeceğim.- Genç kadının soluk yüzünde, batan güneşte görülen bir kırmızılık belirdi. Titreyen dudaklarıyla: - Ben öleceğim- dedi, -ve sen, başucumda viyolonsel çalarak vaadini yerine getireceksin...- Öğrenmeye başladıktan pek az sonra, ufak parçaları çalabiliyordu. Kadın, hayvan derileri üzerine yazdığı notaları buna meşk ettiriyor, bu da onları alarak yabani ormanda saatlerce çalışıyordu. Öğrendiği parçayı akşam üzerleri latif üstadına tekrar ederken onun ağzından çıkacak bir takdir sayhası (haykırışı) kendisine en büyük iç genişliğini verirdi. Kadın da ara sıra çalıyordu. Ve o zaman bu şekilsiz alet, bu at kıllarından yapılan yay, başka bir düyanın seslerini genç erkeğin kulaklarına, oradan ruhuna götürürdü. Bir gün kadın: - Bak, bu 'Sonbahar Şarkısı'dır- dedi. Ve nağmeleri insanın içine görünmez mayiler halinde akan bir besteyi bitirdikten sonra: - İşte- dedi, -ölürken senden bunu isteyeceğim.- Erkek: - Ver- dedi, -çalışayım...- - Hayır, bunu son günümün yaklaştığını hissettiğim zaman vereceğim...- Ve başka bir notayı uzattı. Bazan üzüntülerin uzattığı, bazan yalancı bir sevincin kısalttığı günler çok çabuk geçti. Ve kadın artık ayakta duramayacak kadar eridi. Gözlerinin esmerleşen kenarlarında, beyaz dudaklarında ölümün tayf halinde dolaştığını genç erkek görüyordu. Belki, evet, belki iki üç günlük ömrü vardı. Fakat hala Sonbahar Şarkısı-nı vermemişti. Birkaç defa, üzerlerinde nota yazılı olan derileri karıştırırken, eline geçen bu şarkıyı bir türlü öğretmiyordu. Ölümün bu kadar yakınında dolaştığından ihtimal ki haberi yoktu. Genç adam onun son istediğini yerine getirememekten korkuyordu: Ya kadın birdenbire ölüverirse? O zaman bu şarkıyı çalamayacaktı. Ve göğsünün üst tarafında pürüzlü bir cismin ağır ağır gezindiğini hissediyordu. Notayı istemek imkansızdı. Bu, hastaya ömrünün sonuna geldiğini belli etmek olacaktı. Bir tek isteği, onun son günlerinin müsterih geçmesi olduğu halde, bu nasıl yapılabilirdi? Nihayet bir gün, gene başka bir besteyi uzatırken, kadının başı kucağına sessizce düşüverdi: Bayılmıştı... Erkek etrafa koştu. Bir toprak çanaktan yüzüne sular serpti. O, gözlerini açar açmaz kuru otlardan ibaret olan yastığının altından -Sonbahar Şarkısı-nı çekerek: - Al- dedi, -ve çabuk öğren. Korkuyorum ki, vakit az kaldı!- Erkek yabani ormana koştu, deriyi bir baobap ağacının gövdesine iliştirerek çalışmaya başladı. Saatler geçti. Akşam oldu. Elinde viyolonsel ve nota ile kulübeye koşan erkek, ağlıyordu. İçinde sönmez bir acı vardı.  Ya öldüyse, diyordu, ya yetişemediysem! Kulübeden içeri girince, yatakta, gözlerini kapıya dikerek kendisini bekleyen genç kadının yüzünde bir gülümseme dolaştı, elini uzattı... Elini uzattı ve erkek o eli yakalayıp sakallarından süzülen yaşlara sürerek öperken, kadının gözleri tekrar kapandı. Kadın ölmüştü. Ve erkek bunu hissetti. O zaman deli gibi viyolonsele sarılarak çalmaya başladı. -Sonbahar Şarkısı-nı ona duyurmak istiyordu. Dikkatle baktı, kadının gözleri açılacak mı diye baktı. Hayır, açılmıyordu. Sevgilisinin son isteğini yerine getirememekten doğan bir yeisle yayına daha şiddetle bastı ve parmakları daha içten oynadı. Onun kulübenin civarından uzaklaşmadığını zannettiği ruhuna bu sesi yetiştirebilmek için hırsla çalıyordu. Gözleri, yatakta gülümseyerek yatan ölüye dikilmişti. - İşitmiyor musun, bak, ne kadar aşkla çalıyorum, ne kadar güzel çalıyorum, işitmiyor musun?- demek istiyordu. O zamana kadar bu kulübede çalınan viyolonsel, vahşileri alakadar etmezdi. Fakat şimdi bu şarkı, genç adamın kalbinden ıstırap ve hıçkırık halinde viyolonselin tellerine dökülen bu beste, onları da şaşırttı, donuk hassasiyetlerine kadar işledi ve hepsi koşarak kulübenin etrafına toplandılar. Şimdi kapıda birbirinin üstüne çıkarak çalgıyı dinleyen zenciler, siyah bir üzüm salkımını andırıyordu. Annelerinin yapraktan eteklerine sarılan küçük çocuklar bile susmuşlardı. Ve kulübenin önü ağlayan zencilerle -evet bu bir mucizeydi ve hepsi birden ağlıyorlardı- bir arı kovanının ağzına benziyordu. Genç adam, çalgısıyla beraber toprağın üstüne baygın yuvarlanıncaya kadar çaldı. İki gün sonra ayılınca, vahşiler, kendisini ormana, her zaman viyolonsel çaldığı bir ağacın altına götürdüler. Burada taze bir mezar vardı. İşte bu genç adam, sağlığında dinletemediği parçayı karısının ruhuna duyurabilmek için, bu mezarın başında, senelerden beri viyolonselini çalar. Sabahattin Ali 1928 (Meşale, s. 7, 01.10.1928) Read the full article
1 note · View note