#cümle de çok uzun olmuş ama olsun
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ağacın altındaki sandalyeme oturmuş yeni başladığım kitabın sayfalarında gezinirken gökyüzüne, palmiye ve hurma ağaçlarının yapraklarının hafif rüzgar eşliğinde salınışına; kumruların, beyaz yanaklı Arap bülbüllerinin ve serçelerin ötüşleri eşliğinde başımın üzerinde kurulmuş nazenin ağacın (adını bilmiyorum) dalları arasından sızan güneş ışığının o harika görünüşüne kendimi kaptırdım.
Bi de kitabımın üstüne yaprak yağmuru çiselemiyor mu. İşte sana hediye gibi bir gün yakazakalb.
Alıp sar sarmala başucunda sakla...
.
17 notes
·
View notes
Text
07.08.2023 | 03.21
Neyin cezası bu,hangi suçun bedeli,ne yaptım da bu kadar acı sonuçlanıyor?Kötü biri değilim ben,seni sevmekten başka da bir şey bilmem.
O hâlde niye bu içten gelen gaddarlık,neyin acımasızlığı?Beni seven yüreğini nereye gömdün,kim sarf ediyor kurşundan sözleri,hangi yüzün eline almış sıkıyor kalbimi,sen mi göze alabiliyorsun beni öldürmeyi?
Ben kıyamıyorum sana,incitemiyorum seni.Bile isteye üzemiyorum.Kendimi öldürebilecek kadar nefrete sahipken senin tenine dokunmaya korkar bir şefkatim var.
Bensiz yaşayamayacağını beni öldürerek mi kanıtlayacaksın bana?Hani yapamazdın bensiz,hani her türlü severdin beni?Hani bile isteye incitmez,hani kıyamazdın?
Nereye sakladın vaatleri,niye tutamıyorsun yaşamaya umut yeşerten sözleri,niye duramıyorsun arkasında dimdik aşk için ölmeye hazır adam gibi?
Yazacak mecalim de yok artık,eskisi gibi uzun uzun.Sensizlik beni bitiriyor,sürekli içimde bir korku.
Eriyorum mum misali ateşinde,senin için yanıyorum.Ne benimle beraber atlıyorsun o ateşe,ne de üfleyip söndürecek cesareti gösteriyorsun.Kalbindeki tüm kötülüğü bana ayırmışsın sanki,tahtımı oraya kurmuşsun.Gözlerim acıyor,açıp da bakamıyorum ekrana.Kaç saat sana ağladı bu gözler sayamadım.Miladını gittiğin vakit olarak alalım,hesabı zor olur.
Her şeyimi seriyorum uğruna,feda ediyorum kendimi.
Korkaklığım,cesaretim,acizliğim,yüceliğim, sevincim,hüzünlerim hepsi sana ama körsün işte.Tek bir isteğine beni yakıp kül edecek kadar merhametsizsin.Bir kez olsun okşadığının hayaliyle baktığım saçlarım avuç avuç dökülüyor ellerime.Bu dünyada bir tek seni görsün istediğim gözlerimin beyazı kırmızıya çalıyor.
Hak etmiyorum bunları,hak etmiyorum sensiz bir mutsuzluğu.Beni bırakıp gitmelerine dayanamıyorum.Kalbim acıyor kalbim.Öldürmek istiyorum kendimi.Bu işkenceye son vermek istiyorum.Sadece seninle kurduğum hayaller ip olsun dolansın boynuma istiyorum.Acıtacağına öldürsün istiyorum.
Katlanamıyorum görmüyorsun,nefret etmek istiyorum beceremiyorum bilmiyorsun.
Kendimden nefret ediyorum.
Mutlu olmamıza izin vermediğin için saf öfke doluyum.
Düzgün de yazamıyorum ellerim titriyor.
Beni üzmemen dışında bir şey isteme hakkım olsaydı bu dünyada yemin ederim ki beni üzdüğünde ne hâle düştüğümü görmeni çok isterdim.
Nasıl ağladığımı,nefes bile alamadığımı gör isterdim.
Her şeyim üzerine yemin ederim -ki bu sen oluyorsun- "Ne yapmışım ben?"derdin.
"Nasıl bu hâle düşürürüm?"derdin.
Benim ağlamaklı hâlimden değil beni ağlatan kendinden nefret ederdin.
Vicdanını sorgulardın.
Bana değil,bana asla değil kendine acırdın.
Kendini küçümserdin.
Andım olsun çocukluk yaptığını düşündüğün o kadını alır bağrına basardın.
Bu dünyadaki tek serveti sen olan o kişiyi alır göğüs kafesine saklardın,başka bir şey yapmayı aciz bulurdun.
Bana değil kendine üzülürdün.
Beni sevmeyi değil kendini sevmeyi bırakırdın.
"Bir insan bir başkasına bunu yapmamalı,yapamamalı."der insanlığa dahi aykırı bulurdun.
Abartı olduğunu dile getireceğin her cümle boğazında takılır kalır,yutkunmak isteyip de yutkunamazdın.Öylece içinde bir yere batar,acıtırdı.
Ve yine her şeyim üzerine yemin ederim ki ben seni hayatımın hiçbir noktasında,hiçbir zaman bile isteye üzmedim.Canını yakmaya çalışmadım.
Aksine bundan deli gibi korkar oldum,önce kendimi kaçırdım her sinirlendiğimde sonra aklımı ama seni incitmeyi denemedim bile.
Hâlâ yediremiyorum ama sen bunu bile isteye,kendi dileğinle yaptın.
Pişman olayım diye yaptın.
Seni incitme ihtimalimin olduğu en ufak olayda bile kendime verdiğim zarardan haberin yokken seni üzdüğüm için beni pişman etmeyi denedin.
Kendime vereceğim cezalar aklının ucundan dahi geçmezken kendince beni cezalandırmaya kalktın.
Benim bu dünyada bir sana merhametim,şefkatim ve sevgim çoktur bir de bana acımam yoktur.
Sana bir şey olacak olsa bana çoktan olmuş bil.
Ve sen yaşa diye kendimden geçebilecekken sen bunu yapayım diye kendi ellerinle ittin beni.
Acı çekmemi istedin,üzülmemi istedin.
Oysa ben kanatlarımı kıracak olsan dahi güzel meleğin olmak istedim sana.
Sense bana cenneti yasakladın.
Söyle şimdi böylesi bir cehennemde yaşamak reva mı bana?
Ölüm yanmaktan tatlı ceza değil midir kanatları kopmuş olana?
-Şimdi sen söyle bana cennetim diyen sen değil miydin?-
~Matmazel
@yildiztozu
5 notes
·
View notes
Text
Bölüm 180: Çayırlardaki gezgin bir ruh, gece vakti atıyla dörtnala gidiyor
İnsanların bilinçaltında verilen belirli kararlar, kalplerindeki asıl düşünme şekline en yakın olurdu.
Belki de Qi Yan'ın kendisi fark etmemişti ama: kalbi o farkında olmadan, zamanla Nangong Jingnu'nun tarafında yerini almıştı. Fakat ortadaki tezatlık şuydu ki: hiçbir zaman intikamından vazgeçmeyi düşünmemesine rağmen ne zaman ani bir tehlike ile karşılaşsa, düşmanının kızı için endişelenmekten kendini alamıyordu.
Qi Yan: "Durum buysa, bu yetkili yolculuk alayını yarın Wulan şehrine doğru yola çıkaracak..."
Anujin: "Hayır, sadece kendin gidebilirsin."
Qi Yan Anujin ile göz göze geldi. Anujin bir kez daha belirtti, "Kendi başına git, ya da beklemeye devam et."
Qi Yan sıcak bir şekilde gülümsedi. Yüzündeki ifadeden memnuniyetsizlik veya şüpheye dair bir iz okunmuyordu, "Pekala, anladım."
Qi Yan Anujin'in mekanından dışarı çıktı, ardından doğruca Ding You'nun yanına gitti.
Ding You: "Nasıldı? Anujin ne dedi?"
Qi Yan: "Yarın Qian Tong'un gelip seni bulmasını sağlayacağım, sonra benim odama gelip birkaç gün kalacaksın. Mevsimsel bir hastalığa yakalandığımı söylesen yeter, istirahat etmeye ihtiyacım var ve ziyaretçiye izin yok."
Ding You: "Neler oluyor?"
Qi Yan: "Dediğim gibi yap, geri döndüğümde kalanını açıklayacağım. Unutma, hiç kimsenin benim Yanran arazisinde olmadığımı bilmesine izin veremezsin. Bu bir ölüm kalım meselesi."
Ding You: "...Ne kadar önemli bir şey bu böyle? Ben bile bilemez miyim?"
Qi Yan: "Sana karşı önlem alıyor değilim, sadece, bu uzun bir hikaye; yalnızca birkaç cümle ile net bir şekilde açıklamam mümkün değil. Sana güvenmeseydim yaşamımı ya da ölümümü senin ellerine bırakmazdım. Daha halletmem gereken başka şeyler var, önden çıkıyorum."
Ding You Qi Yan'ı kapıya kadar geçirdi, "O zaman senin için ne hastalığı duyurmalıyım?"
Qi Yan: "Orası sana kalmış."
... ...
Ding You kapıda Qi Yan'ın arkasına bile bakmadan geçip gidişini izledikten sonra oradan ayrıldı.
Qi Yan Qian Tong'un yanına gitti; Qi Yan'ın planını duyduğunda bu kişinin tepkisi son derece yoğun olmuştu.
Qian Tong: "İmkanı yok! Bu çok tehlikeli, bu basit kimse de gelecek!"
Qian Tong ilk defa Qi Yan'a karşı bu denli yüksek sesle konuşmuştu. Qi Yan'ın kaşlarının arasındaki hafif çatıklığı görünce, derhal yere diz çöktü, "Yabancı insanların bulunduğu bu yabancı bölgede, bu basit kimsenin içi gerçekten rahat edemez. Efendim lütfen beni de yanına alsın."
Qi Yan Qian Tong'u yerden kaldırdıktan sonra alçak sesle bir iç çekti, "Benimle gidersen, burayla ilgilenmek için kim kalacak? Ding You kendi başına yetemez. Ben hastalıktan yatağa düşersem birilerinin hâlâ burada kalması gerekir, değil mi? Diğer herkes senin, kişisel hizmetkarım olduğunu biliyor. Ben hastayken sen etrafta bulunmazsan ne düşünürler? Ve ayrıca, Ding You muhtemelen bunu yalnız başına gizli tutamaz."
Qian Tong: "Ama..."
Qi Yan: "Çoktan kararımı verdim. Artık beni vazgeçirmene gerek yok."
Qian Tong: "Anlaşıldı..."
Qi Yan oradan ayrılmak amacıyla arkasına döndü, fakat Qian Tong onu durdurdu. Göğsünden bir hançer çıkardı, ardından bunu iki eliyle ona sundu, "Efendim bunu yanında götürmeli, bu sayede bu basit kimsenin endişeleri bir nebze yatışır."
Qi Yan hançeri teslim aldı. Genç adamın gözlerinin çevresinin komple kızardığını görünce, o da buna dayanamadığını hissetti, "Git ve benim için biraz erzak ile su hazırla, gizlice odama ilet. Sadece üç gün yetecek kadar olsun."
Qian Tong: "Anlaşıldı."
Qi Yan odasına döndü. Masaya oturduktan sonra, derin düşüncelere daldı. Zihni tamamen karman çorman bir haldeydi.
Jiya neden kendisiyle teke tek görüşmek istemişti? Tuba kabilesi maskeli kişiyle birlik olmuş muydu, olmamış mıydı?
Anujin ya da Nangong Wang ihanet tasarısı yapıyor muydu?
Dışarıya yaptığı bu yolculukta, yanında güvenebileceği sadece iki insan vardı; Ding You ve Qian Tong. Bu haberleri Nangong Jingnu'ya nasıl iletmeliydi?
Anujin ister ihanet planı yapsın ister yapmasın, ve bu yolculuk nasıl biterse bitsin, bazı tedbirler alması her zaman için gerekliydi.
Anujin'in öğrenmesine izin vermeden haberleri Nangong Jingnu'ya nasıl iletmesi gerektiğine kafa yorarken, Qi Yan kendini tamamen düşüncelere kaptırmıştı. Öyle ki, kendi meseleleri için plan tasarlamayı unutmuştu.
Ta ki kapısı bir kez daha çalınıp, Qi Yan'ın irkilmesine neden olarak kendine getirene dek.
Qi Yan: "Kim var orada?!"
Qian Tong: "Efendim, benim."
Qi Yan: "İçeri gel öyleyse."
Qian Tong kapıyı itip içeri girdi, kucağında şok edici seviyede büyük bir kumaş bohça taşıyordu.
Qian Tong bohçayı masanın üzerine yerleştirdi, ardından açtı. Kumaşın uyguladığı baskıdan kurtulunca, içindeki şeyler tüm masayı kapladı.
Qian Tong son derece ciddi bir yüz ifadesiyle eline birkaç ufak şişe aldı, "Yeşil şişe yılan ve böcekleri savmak için. Eğer efendim vahşi doğada uyumak zorunda kalırsa lütfen bedenine bundan biraz sürsün ve zemine de bir miktar serpiştirsin. Beyaz şişede kan dolaşımını hızlandırmak ve kan durağanlaşmasını yok etmek için dışarıdan alınan bir tıbbi toz var. Olur da, bu basit kimse ne olur ne olmaz diye söylüyor; efendim yaralanırsa, bunu kullansa yeter. Sarı şişedeki, ısıyı dağıtmak ve zehri iyileştirmek için ağızdan alınan bir ilaç. Bu basit kimse bu hayvan postunu satın aldı. Geceleyin, zemini kaplayabilir ve bu iki temiz kıyafet seti battaniye işlevi görebilir. Bu üç tane yağlı kağıttan ambalajın içinde tütsülenmiş koyun eti var. Bu küçük kumaş torbada üç günlük erzak ve yirmi adet pişmiş hamur işi var. Şunlar birkaç ateş yakıcı ve şunlar da ipe dizilmiş bakır para ile ufak gümüş parçaları, asla dışarıdayken çıkarmayın! Ve, bu su kabının içinde..."
Henüz yirmilerine erişmemiş olan bu genç adamın dırdırcı bir anne misali kendisine talimat verişini izlerken Qi Yan'ın kalbi, ailevi yakınlığa benzer bir hisle doldu.
Demek bu dünyada Xiao-Die, Jingnu ve Ding You dışında... onu gerçekten önemseyen, onun güvenliği için endişe duyan başka insanlar daha vardı.
Qi Yan Qian Tong'un iyi niyetlerini geri çevirmedi. O talimatlarını bitirene kadar sessizce dinledi, ardından şöyle dedi, "Ama burada sahiden çok fazla eşya var, hepsini yanımda götürürsem yolculuk süresini etkileyebilir. Şuna ne dersin, biraz sonra yanımda götürmek için gerekli birkaç tanesini seçeyim."
Qian Tong ağzını bir miktar açtı, "Bu basit kimse efendimi varış yerine ulaştırıp, sonrasında gece gündüz yol gidip buraya geri dönebilir. Bu basit kimse efendinin planlarını kesinlikle etkilemeyecek."
Qi Yan'a anlık bir ilham geldi. Qian Tong'un sözleri ona hatırlatmada bulunmuştu!
Qi Yan: "Sana soruyorum, buradan bize en yakın ticarethane nerede?"
Qian Tong bir an düşündükten sonra, "Luo Nehri'ni geçtikten sonra bir tane var," diye cevapladı.
Qi Yan: "Harika!"
O gece Qi Yan, Jinhuaiwu'nun sırtında Yanran arazisinden ayrılıp doğruca kuzeye yöneldi.
Ertesi sabah erkenden, Qian Tong da at sırtında oradan ayrıldı ve güneye doğru yola çıktı.
O öğlen, efendi imparatorluk elçisinin hastalık nedeniyle yatağa düştüğü haberi tüm yolculuk alayı arasında yayıldı. Fakat Ding You, Qi Yan'ı ziyaret etmeye gelen epeyce insanı kapıların dışında durdurmuştu.
İnsanlar çok geçmeden bir şey öğrendi: efendi imparatorluk elçisi ağır bir hastalık kapmıştı. Çok ciddi bir durumdu.
Bazıları, Luo'nun kuzeyi ilkel bir yer olduğu için burada hayat kurtaran birkaç tıbbi malzemenin olmadığını, bu yüzden Efendi Qi'nin kişisel hizmetkarının ilaç getirmek için Luo'nun güneyine doğru gece gündüz yol gittiğini söylemişti.
Buraya gelirkenki yolculukta Qian Tong dibinden ayrılmadan Qi Yan'ın yanında korumalık etmişti. Oraya kadar eşlik etmiş olan Wei Krallığı insanları, Qian Tong'u etrafta göremediği için çoktan hikayenin yarısına inanmıştı. Ve imparatorluk hekimi Ding You'nun bir parça beyaz ağ kumaş bulup onunla yüzünün yarısını kapatmasına, Qi Yan'ın kaldığı avludan gelen boğucu sirke kokusu da eklendiğinde; bu hikayeye tamamen inandılar.
Qi Yan'ın hastalık haberi, ağızdan ağıza aktarıldıkça daha da olağan dışı bir hal aldı. Hatta bazıları Qi Yan'ın çiçek hastalığına yakalandığını söylüyordu...
Bu haberler yayılınca, bir daha kimse Qi Yan'ı ziyaret etmeye gelmedi.
Zavallı Ding You gün boyunca Qi Yan'ın odasında yalnız başına oturmak, battaniyenin altındaki mankenin başında beklemek zorundaydı... Sadece yüzünü kalın bir kumaşla örtmek değil, havadaki boğucu sirke kokusuna dayanmak da zorundaydı.
Bu; Qi Yan'ın, Qian Tong'un yaptığı hatırlatmadan sonra bulduğu bir fikirdi. Qi Yan Nangong Jingnu'ya gizli bir mektup yazmış, sonrasında Qian Tong'un kendi gözü önünde bunu kelimesi kelimesine ezberlemesini sağlamıştı. Onu üç defa sınavdan geçirdikten sonra o gizli mektubu yakmıştı.
Qi Yan Qian Tong'a ilaç getirme kılıfı altında Luo'nun güneyindeki iletişim noktasına gitmesini, orada kendisine ait yeşimden kolye ucuyla birlikte bu mektubu başkentteki Zhuohua Prenses malikanesine iletecek güvenilir birini bulmasını söylemişti. Nangong Shunu bu mektubu saraya teslim edebilirdi.
... ...
Çimenli Ovalardaki karanlık gece, güney tarafındakine göre çok daha ürkütücüydü. Fazlasıyla beyaz bir ay, gökyüzünün tam ortasında asılıydı. Uçsuz bucaksız çayırlarda, karanlığın ortasında, sırtında bir insan taşıyan bir atın dörtnala gittiği belli belirsiz görülebiliyordu. Çayırlara vuran at nalları özel bir ses çıkarıyordu ve duyulduğu gibi bir silüet çoktan geçip gitmiş oluyordu.
Qi Yan bohçayı eyerin üstüne sabitlemişti, bu yüzden tek eliyle dizginleri tutarken diğer eliyle odundan bir yayı kavramıştı. Sırtında, içi bir düzineden fazla okla dolu olan bir sadak taşıyordu ve bambu tüpe çarptıkça keskin sesler çıkarıyordu.
Qiyan Sukhbaru zamanında küçük Agula'ya şöyle demişti: bu mevsimdeyken çayırlar gece vakti bütünüyle tehlikeli olurdu ve kuzeye gidildikçe bu tehlike artardı.
Çimenli Ovalardaki kurt sürüleri yavrulama döneminde olduğu için geceleyin bir araya toplanmış, avlanmakta olan devasa kurt sürüleri olurdu.
... ...
Aniden, Jinhuaiwu huzursuz bir şekilde kişnedi. Qi Yan sakinleştirmek için atın ensesine hafifçe vurdu. Jinhuaiwu Qi Yan'a şunu dedi: yabancı bir koku almıştı, onu çok korkutan bir koku.
Dört yaşındaki Jinhuaiwu, daha önce hiç kurt sürüsü görmemişti. Efendisini hayal kırıklığına uğratmaktan korkmuş, bu yüzden millerce duyduğu dehşete katlanmıştı. Dayanmıştı, ta ki koku görmezden gelinemeyecek kadar yoğunlaşana kadar, bu yüzden Qi Yan'ı uyarmak için kişnemişti.
Sessiz gecede, bir atın kişneme sesi çok uzaklara kadar giderdi. Jinhuaiwu ön bacaklarını bir miktar kaldırdı. Bu koku onu inanılmaz huzursuz ediyordu.
Qi Yan dizginlere asıldı, ardından etraflarına bakındı.
Sollarında muazzam büyüklükte bir gölge vardı, belli bir kale şehrinin olmalıydı. Eğer düşüncesizce etraflarından dolaşırlarsa, şehir kapılarındaki muhafızları ürkütebilirdi...
Fakat Jinhuaiwu'nun içindeki huzursuzluğun kaynağı kuzeydoğuda, Wulan şehrine gitmek için ilerlemeleri gereken taraftaydı.
Qi Yan atın sırtında durup zifiri karanlıkta uzaklara baktı. Elindeki yayı daha da sıkı tuttu, ardından derin bir nefes aldı, "Jinhuaiwu, daha önce hiç kurt sürüleri gördün mü?"
Jinhuaiwu: "Hayır."
Qi Yan: "O halde, benimle beraber oradan geçmeye cesaret edebilir misin?"
Jinhuaiwu anında bir kişneme koyuverdi, buna istekli olduğunu ifade etti. Qi Yan onun ensesine hafifçe vurdu, "Şş... Bu yöne doğru son sürat ileri atıl, ne olursa olsun durma. Ben seni koruyacağım."
Bunu duyan Jinhuaiwu ön bacaklarını havaya kaldırdı, ardından yaydan serbest bırakılan bir ok misali kuzeydoğu yönüne doğru fırladı.
Qi Yan dizginleri bıraktı. Boşta kalan eliyle sırtındaki sadaktan bir ok çıkardı, ayakları üzengilere basarken bacakları eyeri sıkı sıkı tutuyordu. Jinhuaiwu son sürat ilerlerken dengesini sağlamak için sadece vücudunun alt yarısındaki gücü kullanıyordu.
Böyle bir at sürme becerisi, on sene boyunca acı acı alıştırma yapsa bile Nangong Jingnu'ya toz yuttururdu.
Qi Yan yıllardır ata binmediğinden dolayı yeteneği epey körelmişti, fakat babasının kendisine verdiği at sürme esaslarını gayet iyi hatırlıyordu. Ayrıca doğuştan gelen atlarla iletişim kurabilme avantajına da sahipti, bu sebepten kolayca atla tam bir senkronizasyon haline girebiliyordu.
Tıpkı zamanında Başrahibin dediği gibiydi: Prens Agula ilahi bir yeteneğe sahipti, kaderinde bir ömür boyu atların sırtında yaşamak yazılıydı.
Bundan ötürü Chengli kabilesine mensup epeyce insan, prensleri Agula'nın yeni Kağan olacağı ve Chengli kabilesinin hüküm alanını Çimenli Ovalara yayacağına inanıyordu. Her ne kadar Agula'da yarı Güneyli kanı olsa da, gerçekte hiç ayrımcılığa maruz kalmamıştı.
Hatta, annesi geçmişte bunun yüzünden gözyaşı dökmüştü. Furong'un fikrince: böyle bir kader, kadınlar için zarar vericiydi. Tüm gün at sırtında gezip tozan bir kızla kim evlenirdi ki?
Sukhbaru bunu işitince hem kalp acısı duymuştu hem de eğlenmişti. Ağlamakta olan sevgili karısına sarılmış ve onu nazik bir sesle teskin etmişti, "Meizi, endişelenme. Burası Çimenli Ovalar, güney tarafı değil. Agula'mızın öyle bir şeyden dolayı sıkıntı çekmeyeceğini garanti ederim." Sukhbaru bunu dedikten sonra, Agula'ya göz kırpmıştı. O sırada Agula anne babasının neyden bahsettiğini anlamamıştı. Babası gibi gülmek istemiş, fakat annesinin ağlayışını görünce buna cesaret edememişti.
Furong gözyaşlarını silmiş, ardından kısık bir sesle mırıldanmıştı, "Bu seferki kesinlikle bir oğul olacak..."
Geçmişteki olaylar birbiri ardına Qi Yan'ın zihninde beliriyordu. Yıllardır hiç böyle şeyler hatırlamamıştı. Belki ana vatanını yeniden ziyaret ettiği, belki de bir seferlik yalnız kalabildiği içindi; gecelerdir rüyasında sürekli geçmişi görüyordu.
Çimenli Ovaların yok edilmesi ne yazıktı. Her şey yok olup gitmişti.
Agula yıllarca yolunu gözlediği erkek kardeşinin doğumunu görememişti. Xiao-Die'nin büyümesini izleyememişti. Yeminli Andalar olduklarında Bayin ile verdikleri sözü yerine getirememişti, ne babasının dileğini devralabilmiş... ne de Akan Ateş'e verdiği sözü gerçekleştirebilmişti.
Her şey gitmişti... Şu anki Agula, tıpkı dönecek hiçbir yeri olmayan gezgin bir ruh gibiydi. Wei Krallığı'ndan olan bir insan kimliğini taşıyarak, gecenin ortasında yalnız başına çayırlarda dörtnala gidiyordu.
Yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi: görünüşe göre Başrahibin tahmini aslında doğru değildi. Şu an olduğu haliyle nasıl bir ömür boyu atların sırtında savaşabilirdi ki?
Belli bir mesafeden, bir kurdun uzayıp giden uluması duyuldu.
***
0 notes
Text
Tarih: 3 Temmuz Cuma.
Saat: 20:22
Saatler, dakikalar, saniyeler geçmiş.
Gün bitmeye gelmiş ve ben sonunda kendimi toparlayıp yazmaya gelmişim.
Her şeyin başladığı ve bittiği noktaya.
Şimdi bilmiyorum,beni okuyan birileri var mı.
Şimdi bilmiyorum, ne zamana kadar yazarım. Şimdi bilmiyorum gerçekten ne zaman biter bu durum. Bilmiyorum. Ve yine bilmeyerek yazıyorum bunları. Bildiğim tek şey, hiçbir şeyin kesinliği olmadığı çünkü.
Ve ben bu belirsizlikle yazmaya başlıyorum her zamanki gibi...
Günlerdir çok yorgun hissediyorum. Her sabah uykusuz uyanmama rağmen çok enerjik olup, her gece üzülüp ağlayarak uyuyorum. Kendi kendime gülüp, durduk yere donup kalıyorum. Duvarlara boş boş bakıyorum. Bazen aynaya bile bakamıyorum. Durduk yere deliler gibi konuşmak isteyip, biranda çok sessizleşiyorum. Sorunum tam olarak ne bilmiyorum. Ama bunun içinde birçok sebep yatıyor biliyorum. Kafamın içinden geçen onlarca cümle, kalbimin sesi, hem bedenen hem ruhen olan bir yorgunlukla başbaşa kalıyorum. Tam o ince çizgide, kazanmakla kaybetmek arasında gidip geliyorum. Ama biliyorum, benim amacım kazanmakta değil kaybetmekte. Ağlamakta değil gülmekte.
Düşmekte değil kalkmakta. Bir amacım var elbette. Ama ona ulaşmak için elimde olması gerekenler var. Benim o savaşa girmeden önce yanıma almam gerekenler var. Bu yüzden sessiz kalıyorum belki de. Bu yüzden böyleyim. Çünkü önceden çok bağırdım, duyulmadı. Şimdi tek kelime etmem ama duyulur mu bilmem. Onu da geçtim. Artık gerçekten çok yoruldum. Düşmekten, ağlamaktan, duyulmamaktan, görülmemekten hatta ve hatta anlaşılmamaktan çok yoruldum. Hiçbir şey istemedim gerçekten. Ne sevgi, ne ilgi, ne teşekkür... Hiçbir şey istemedim. Tek beklediğim, saygı ve anlayıştı. Çok zor değildi. Ama o bile olmadı. Hiç kimseyi bilerek ya da isteyerek kırmamaya, kelimelerimin her birine dikkat etmeye hatta ve hatta saygısızca yapılan eleştirilere bile dikkat ettim bu zamana kadar. Dedim, Seda sus. Dedim, tamam aldırma. Dedim, geç biraz bekle. Ama olmadı işte öyle. Zaman ne kadar geçerse geçsin, neler yaşanırsa yaşansın, bazı insanlar hiç değişmedi. Verdikleri tepkiler olsun, yaptıkları iğrençlikler olsun hiç değişmedi.
Belki de bu hep böyleydi ama biz görmedik.
Belki de ben "en kötü insanın içinde bile bir nebze olsun iyilik vardır" diye düşünürken hata yaptım. Belki de ben bunları hak ettim.
İnanın bilmiyorum, neden böyle oldu ve böyle olmaya devam ediyor. Bu daha ne kadar sürer ya da tam olarak ne zaman biter, bilmiyorum. Hislerimi şimdi bile doğru düzgün yansıtamıyorum. Ama günler öncesinde okuduğum bir alıntıyla anlatabilirim, biliyorum...
"Bir şeylere olan inancımı yitirdim. Sorsanız ne olduğunu söyleyemem. Her şey beni yordu ama tek tek sayamam. Güvenim yerle bir oldu ama toplamak istemiyorum. Birçok şeyden vazgeçtim ama bu vazgeçmeye neler dahil bilmiyorum. Kimseyi istemiyorum. Buna herkesin dahil olduğunu biliyorum." demiş yazar. Anlatmak isteyipte anlatamadıklarımı dökmüş satırlara. Ben hep bir çare olarak yazarken, şimdi böylesin ama demek için yazmış. Yazmış ve dokunmuş yine kelimeleriyle ruhuma. Belki de bu yüzden yara bere içinde kalmış ruhum? Belki de gerçekten haklıymış söylenenler? Belki de Stefan Zweig şu satırlarıyla kanıtlamış bunu;
"Başkalarını çok fazla düşünen bir kimse, kendisini unutur." Sen kendini unutmaya başlayacaksın. Eğer izin verirsen, kaybetmekten korktuğunu kaybedeceksin.
Kendini kaybedeceksin. Ve inan bana, bu o taşıdığın yorgunluktan da ağır bir yük olacak. Eğer izin verirsen, sen bu yükün altında kalacaksın. Çok önceden söylediğin;
"Bir gün burada gidecek olursam eğer, ya her şey çok kötü olmuştur ya da umudum birdaha gelemeyecek kadar bitmiştir.
İşte asıl o zaman, her şey için geç olmuş demektir. Ya yeniden başlamak için ya da veda etmek için, geç kalmışım demektir..." dediğin sözü tekrar söyleyeceksin. İşte bu yüzden, en çokta bu yüzden şimdi doğru olanı yapmalısın.
Bir kez olsun kendini düşünüp, bir karar vermelisin. Evet, bu kararı vermek istememene rağmen vermek zorundasın. Evet, bu karar seni belkide başkalarını da çok üzecek. Ama geç kalmamalısın. Çünkü hayat çok adaletsiz, çünkü hayat çok kötü.
Ve geç kalanlar, hep yok yazılıyor. Senin kendini bulmadan önce yok yazılman haksızlık olur kırık kızım. Senin kendini bulman lazım önce. Kendine geç kalmaman lazım. İşte o zaman, güzel şeyler olur belki.
Bir ihtimal de olsa, güzel olur belki...
Bu yüzden şimdi gitmelisin ve ardında bıraktıklarını değil, yanında gelenleri umursamalısın. Çünkü Erich Fromm'un da dediği gibi; "Varlığının değeri bilinmiyorsa, yokluğunun yaşanması gerekir." Ve sen istediğin sürece içinde var olup, yok olur her şey. Şimdi yok olma sırası ama bir gün var olacaksın. Çünkü her insan bir gün evine döner. Sende bir gün buraya döneceksin.
Zamanı boş ver ve lütfen daha fazla uzatmadan içimden gelenleri alt kısmındaki Not'lara bırak... Hisset, hissettir...
NOT: Bu mesajı ne zaman, nerede, ne şekilde okursunuz bilmiyorum ama siz okurken ben çoktan gitmiş olacağım, biliyorum. Bunu birileri yüzünden yapmıyorum. Sadece, var olmamın bir gereği olmadığı için ve bu aralar (hem normal hayatımda, hem de burada) kendimi gerçekten çok kötü hissettiğim için gidiyorum. Kimse benim yüzümden üzülsün istemiyorum. Amacım kimsenin canını sıkmak değil. Sadece, yine her zamanki gibi içimi dökmek istedim. Zamanını bilemem ama çok uzun sürmeyecek bu ayrılık. Hepimize iyi gelecek belki de. Belki de olması gereken bu.
Sesimi çıkarmayacağım, varlığımı hissettirmeyeceğim bir süre. Ama söz veriyorum, geceleri girip bakacağım.
Bunu söylemek istemezdim ama gizli gizli sizi stalklayacağım! XD
Şimdi daha fazla uzatmayacağım ve uzun bir dinlenmeyle kendimi bulmaya çıkacağım.
Umarım çok çabuk bulurum bu kaçak Sedayı. Ve umarım çok iyi geliriz. O zamana kadar, binlerce kez günaydın, binlerce kez iyi geceler hepinize...🌞🌙
Hoşça kalın.💙
80 notes
·
View notes
Text
burayı çok boşlamışım. aylar olmuş resmen. yazacak kayda değer şeyler görmediğimden değil bence. aksine çok şey yazdım kendi kafamın içinde ama buraya gelip de iki cümle kurma cesareti bulamadım sanırım.
bugün 20 eylül de harbiye açık hava sahnesinde olacak olan karsu konserine iki bilet aldım. biri tabi ben. kendime :) karsu'yu çok merak ediyorum ve konsere gitmeyeli çok uzun zaman oldu, canım deli gibi eğlenmek ve daha da fazla keyif almak istiyor. sanki nefes almak gibi bence. neden iki bilet? henüz kime hediye etsem yanımda, yamacımda benimle gelse eğlensek güzel bir anı koysak aklımıza bunu bilemediğim için kimselere söylemedim. yani yakın arkadaşlarımdan biri olur tahminim. kendi başıma çok keyif alacağımı biliyorum ama kime kısmet olacak bunu hep birlikte göreceğiz tabi :) ofis arkadaşlarım 'yağmuuuur yok mu özel biri ya gitsenize birlikte' diyor. yok ablacım. yok arkadaşım. yok kardeşim. bu aralar bu soruyu çok fazla duyuyorum. yoook. illa biri mi olmalı bilemedim ama hep benden fazla düşündükleri bir konu buna eminim :) böyle şeylerden o kadar korkuyorum ki. ama o kadar da tatlı ve hoş geliyor ki. bilemiyorum altan bilemiyorum :) kendimi çok kapattığım bir durum bu, buna eminim. korku kısmı ağır basıyor. yaaa burası dünya, burası derya deniz, kim kalmış artık sadık ve anlayışlı insan ki benimle olacak diyorum kapatıyorum kendimi bu düşüncelerle. kimseyle flört edip, konuşmaya , birşeylere başlamaya o kadar yapamayacakmış gibiyim ki galiba kendimi de inandırdım. he yapamayacağımdan değil. çoook isterim, çoook hissettiririm, güzel ilişki yaşarım. ciddi yaşarım. eğleniriz de hayat bulutların üzerinde gibi de olur. kök salmış ağaç gibi de. ama korkuyorum çok. hep bir adım geride duruyorum insanlara ki asla başlamasın, başlıyor gibi olmasın. arkadaş ve dostça kalalım. fakat ben de susuyorum. kana kana. kızgın bir çölde kalmışım da suyu gördüğüm an mutluluktan ağlayacak gibi hissediyorum ve istiyorum. hatta geçen gün çalıştığım şirketin genel müdürü dedi ki 'çok şıksın yağmur var mı damat adayı?' ben de o kadar şık değilim ki anlatamam o gün hahahah :) şaşırdım tabi. kendisini çok severim. hep anlayışlı ve sevdiğim de biri olmuştur. dedim ki 'yok A..... bey'. dedi ki 'nasıl yok?' bir durdum şöyle düşündüm ne cevap versem 'vallahi yok A..... bey' dedim. böyle ellerim de yanımda yok yapar gibi güldüm tabi :) yok işte. kapatıyorum kendimi. güzel şeylerin olmasını isterken hem olacak gibi olduğu anda hooop kapatıyorum kendimi kesiyorum. korku bu korku. güvenim yok sanırım ya. dediğim gibi burası derya deniz bir yer. he ben kendim için böyle düşünmüyorum. sakız çiğner gibi ne insanlarla rahat rahat konuşabiliyorum. ne de açabiliyorum kendimi. belli başlı insanlar. o kadar az ki. o kadar az. doğru insanla karşılaştığımda neler olacak bilmiyorum. hayat karşıma ne zaman ne çıkarak bilmiyorum. bildiğim şey. sağlam ilişkiler. güvene dayalı, samimi, keyifli. ne tür olursa olsun. dostluk, flört vs.
tek başıma yapmayı keyif aldığım çok şey var. iki, üç kişiyle ne yapabiliyorsan tek başına da yapabilirsin. yolda insanlarla tanışırsın, insan kazanırsın, hikayelerini dinlersin. mesela bu yıl nasipse gap turu istiyorum. hayat hikayelerini dinlemek istiyorum insanların. kendi gözümden fotoğraflamak. durmak. öylece durmak. dımtıs dımtıs müzik olmadan anı yaşamak. nefes alıyor gibi anlar istiyorum. kendimi keşfediyorum ve öyle de olacak biliyorum. ve sevgili yakınlarım, arkadaşlarım orada en azından birini tanı diyorlar . ben seyahat etmeye gidiyorum. flört etmeye değil. hepsi de çift görmek istiyor ama lütfen :) yapmayın :) bakın :) kadere inanıyorum. zorlamayın sevgili arkadaşlarım. belki henüz tanışmadım. belki tanıyorum. herşeyin mutlak bir zamanı olduğuna o kadar inanıyorum ki ferahım kuşlar gibi. akıştayım. zamanın getirdikleri ve götürdüklerine her an şükrediyorum. önce kendimizi sevelim, değerini bilelim ve sonra zaman, hayat, evren, tanrı ya da ne derseniz deyin. o size en hayırlı müjdeler. evren boşlukları sevmez :) hepinizi çok seviyorum ve iyi ki hayatımdasınız, olmuşsunuz. bir gün belki bunları okuyup gülecek ya da 'ühühü ağlayacağız'. sizi o zaman da seveceğim. hangi zamandaysanız; günaydın, tünaydın, iyi akşamlar :)
2 notes
·
View notes
Text
Kendime Terapim - Mevzuya Giriş
Büyük hayaller, umutlar, hırslar, idealler... Neredeyse 30 yaşına gelmene rağmen elinde kalan koca bir HİÇ!
Bu bir bilgi, motivasyon, psikoloji, sağlık vb. gibi herhangi birine yardımcı olabilecek bir yazı dizisinin başlangıcı değil. Bu, bir psikoloğa gitse bile aslında çoğu şeyi anlatamayacak kadar duygularını kendine saklayan, dışarıda herkese yetmeye çalışırken aslında kendine bile yetemeyen, hiçbir problemi yokmuş gibi görünmesine rağmen kendi içinde fırtınalar kopan, kısaca günümüzün çoğunluğunun yaşadığı bir umutsuzluk ve sahte mutluluk içinde boğulan başarısız bir kişinin kendini terapiye alma yazısı.
Eğer hala okumaya devam edecekseniz, derdim okuyucuyu sıkmamak değil kendimi iyileştirmek, şimdiden uyarıyorum. En baştan başlayacağım.
Başı neresi ki hikayemin, aslında hiç emin değilim. Çocukken diye başlayayım mesela. Çocukluğum sessiz, sakin, ılımlı bir çocuk olarak geçti. Hoş hala öyleyim ya. Ailemin ilk çocuğu evinse üçüncü çocuğu. Evet evin diyorum çünkü bir süre ortak evde yaşadık; amcamın ailesi, babaannem, büyükbabam, halam(bekarken) ve biz. Rize'nin bir köyünde, kendi kendimize yeten bir hayatımız vardı. Bu da hala öyle. Çocukluğumdan aklıma kalan köyde kaldığımız zamanlar dışında sürekli kiradan kiraya taşınmamız. 8. sınıfa kadar dört farklı okula gittim. En uzun kaldığım okul köy okulumdu, üç sene. Bundan dolayı çocukluğumdan kalma çoğu arkadaşlarımı da, öğretmenlerimi de hatırlamam. Bazılarının isimleri kaldı, görsem tanımam.
Öğretmen demişken, içimde hep ukde kalmıştır bu konu. Ne çok isterdim hayatıma dokunan bir öğretmenim olsun. Aslında ortanın üstünde başarılı sayılabilecek bir öğrenciydim. Başarılı sayılabilecek derken, Takdir, Onur, Üstün Başarı her türlü belgem var. Belgeler sizi şaşırtmasın, hiç çalışkan bir öğrenci değildim. Hatta ödevlerimi yapmadığım için tahtada tek ayak üstünde kalmışlığım da, elime cetvel yemişliğim de vardı. Dersi derste anlayan tayfadandım ben. Bunun yanında sessiz, kendi halinde, kibar da bir öğrenciydim. Öğretmenlerim davranışlarımı hep övmüştür. Ama hiçbir zaman sınıfların haylazlarının öğretmenlerden gördüğü ilgiye sahip olamadım. ***Eğer bu yazıyı okuyan bir öğretmen varsa (sanmıyorum da), lütfen sessiz öğrencilerinize de sevginizi hissettirin. En az komik öğrencileriniz kadar onlar da sizi seviyor, sadece etrafınızda dört dönecek yapıları yok.***
Ne kadar isterdim bir öğretmenim bana yol göstersin. Bana, senden şu olur, şu liseye git, desin. Lisedeki öğretmenim benle sınav stresimi yaşasın... Bunlardan birini yaşadıysanız, ne kadar şanslı bir öğrencilik dönemi geçirmiş olduğunuzu bilin.
Lise demişken, o ayrı bir hikaye. Dedim ya biz bir arada yaşayan büyük bir aileyiz. Şuan ve benim liseye gideceğim dönem de dahil, aynı dairede yaşamasak da amcamlar ile aynı apartmanda kalıyoruz. Bu arada şükür ki kendi evimiz de kalıyoruz. Kiradan kiraya geçme olayından kurtulduk. Neyse, yukarıda saydığım o kadar belgeden benim diploma notumu az çok tahmin edebilirsiniz. Haydi gittiğim liseyi de tahmin edin şimdi. Ben söyleyeyim: Kız Meslek ve Teknik Lisesi. Ne kadar da bilinçli bir tercih değil mi? Oysaki bana sorulsa Sağlık Meslek Lisesini tercih ederdim. En azından şuan işsiz olmazdım. Bir gün babam geldi ve beni Kız Meslek Lisesine yazdırdığını söyledi. Neden? Çünkü amcamın kızını sadece o lise kabul ediyordu(özel durumu var, ona asla kızmıyorum). Ben de kendisine göz kulak olmalıydım. Kendisi bir dönem okuyabildi liseyi. Benimse en verimli geçebilecek dört yılım çöp oldu.
Size biraz kız meslek lisesini ve mantalitesini anlatıp bu yazımı bitireyim. Öğretmenler öğrencilere (Çocuk Gelişimi ve Bilgisayar Bölümü okuyanlara hariç), zaten bunlardan hiçbir şey olmaz gözüyle bakıyor. Mezun olunca kimi hemen evlenir, kimi biraz daha sonra evlenir, kimi girer bir yerde çalışır, kimi mezun bile olmadan kaçar kocaya(ve gerçekten oluyor bu). Peki üniversite? Yok yaa bunlarda o kafa neredeee... Bu sebeple bölüm derslerinizi verimli işlersiniz ancak diğer dersler sadece formalitedir. Öylesine anlatılır, hatta çoğu zaman anlatılmaz, ders saati muhabbetle vs. geçiştirilir. Öğretmenlerinizin size bu gözle baktığı bir lisede üniversite okumayı hayal ettiğinizi düşünün? Ben hayal ettim. Yaklaşık 30 kişilik sınıfta barajı geçen sadece 2 kişiydik. Aslında üniversitede okumak istediğim bölüm kendi bölümüm olan Gazi Üniversitesi Güzellik ve Cilt Bakımı bölümüydü. Gazi Üniversitesi çünkü dört yıllık bir o vardı benim bölümümde. Ve bizim ailede iki yıllık üniversite için şehir değiştirilmez. Ben de zaten istemem. Haydi bunda da bir tahmin alayım. Ne olmuş olabilir? Kader ağlarını örmüştü ve benim mezun olduğum yıl bölümümün Lisans Öğrenimi kapatılmıştı. Sadece iki yıllıklar, yani önlisans öğrenimi kalmıştı. Benim gibi sessiz ve çekingen yapıdaki bir insan iş dünyasına atılıp işini icra ederek başarılı biri olabilir miydi, yoksa kendine yeni bir yol mu çizmeliydi? Bunu da tahmin edin, devamı diğer yazımda olacak.
*** Bu arada, ben köy okulumdayken hayatıma farkında olmadan dokunan bir öğretmenime buradan teşekkür ederim. Sosyal Bilgiler öğretmenim Ömer Hoca. Bir gün çok kızmıştı idareye. Belli ki bir haksızlığa karşı geliyordu. Gelip sınıfın kapısına, çocuklar karşınızda kim olursa olsun başınızı herkese karşı hep dik tutun, demişti. Belki kendisinin o an içini dökmek için söylediği alelade bir cümleydi. Ancak benim hayatımın temel taşı o cümle oldu. Başınız hep dik olsun arkadaşlar.***
2 notes
·
View notes
Text
Bilmiyorum
Uzun zamandır bir şeyler yazmak istiyorum... ama yazmak derken öyle planlı programlı değil ya da küçük emrah şiirleri, karalanmış bir iki cümle parçası değil yazmak istediklerim. Sadece yazmak istiyorum, nasıl başladığını hatırlamadığım ve sonunda ne söylemeye çalıştığımı bilmediğim bir şeyler yazmak. Noktası yanlış virgülü hiç yok başı sonu üç nokta olan bir şeyler. İçinde olanlardan çok olmayanların anımsanacağı şeyler. Mesela zaman.. Önemli mi gerçekten bu kadar bu zaman denilen şey? Ne iş e yarar neden bedenimizi eskitir bu dönen dünya? Peki ya duygularımız? Onlar bizimle beraber dönüyor mu, zaman geçtikçe her şey değişir derler ya, gerçekten öyle mi? Misal birisini sevdiğinde bir süre sonra sevmekten vazgeçebilir misin? Yani ne bileyim sevgi değdiğimiz o hissiyat mesela dünya kaç tur attığında değişebiliyor? Hadi diyelim sevgi diye bir şey yok bunlar bazı romantiklerin ortaya attığı palavralar olsun peki ya öfke? İnsan denen sözde konuşabilen bu varlığın en derinden hissettiği duygulardan biri değil mi öfke? Gerçekten bir şeylere olan öfke ne zaman şekil değiştirebiliyor? Mesela ayağını çarptığın o küçük sehpa.. Affedebildin mi onu ? Yoksa onu suçlamaya devam mı ediyorsun? Oysa onu tam kendi hareket güzergahına sen koymamış mıydın? Hayatını kolaylaştırsın diye yanında tutmuyor muydun, ee o zaman ona çarptığında neden onu suçluyorsun? İnsanoğluyuz ya tabi tabiatımızda nankörlük olurmuş.. Peki burda nankör olan sehpa mı yoksa onu bu kadar yanına yöresine koyan biz miyiz? Mesela işte ben bu ikilemi çözemiyorum biliyor musunuz? Yani ben hayatımı kolaylaştırsın, bana yardım etsin onu hep göreyim, kalbimi dinlendirsin yeri geldiğinde bana hizmet etsin diye neredeyse içime alacağım bu sehpayı canımı acıttı diye suçluyorum... Çok aptalca değil mi? Hadi ben aptalım tamam bunu kabul edebilirim peki ya o sehpa neden benim canımı yakmak istedi? Oysa ben onu kendime yakın tuttum asla ihmal etmedim inanır mısın üstüne en ufak bir şey dökmedim bile ama o ne yaptı? İlk fırsatta benim canımı yaktı.. Gerçekten garip değil mi yoksa sadece bana mı garip geliyor. Herkes bu kadar memnunken şimdi ne ben sehpaya bakıyorum ne onun bana gelesi var işte bak artık en yakınım dediğim sehpam yok... Şimdi ben neden insanım, kin tutmak için mi yada evet sen benim canımı acıttın bende seni artık hayatımdan çıkardım demek için mi? Gerçekten dünya dönüyorsa ve zaman denilen bu kavram hakiki ise benim duygularım ne zaman değişir? Kaç kez nefes verdiğimde birbirimizi affedebiliriz tahmini ? Hadi hepsini geçtim, sehpa’ nın bu durumdan haberi var mı? İşte bak sen de bilmiyorsun.. hatta belki bu saçma meteforu okuduğun için hayatından çalınan zamanın öfkesini kusuyorsun bana.. olsun sen de bana kus içinde ki kötülüğü sonuçta illa ki ben de bir gün bir yerde birilerinin kalbini kırmıştım. Bazen tam hatırlamıyorum biliyor musun, neyi neden yaptığımı yada neden yapmadığımı.. ama sana bir şey itiraf edeyim en çok göz yaşlarımı özlüyorum.. keşke gitmeselerdi benden, aklıma gelseydi o canımı yakan hikayeler ve ben hıçkıra hıçkıra ağlasaydım bu üstünde yaşadığımız toprak parçasına.. işte o zaman umut edebilirdim seni, yada sende ki beni.. o zaman umut edebilirdim yarını, yarın olacakları ve hatta sıcak yatağımda prangalarımdan kurtulduğum 40 belki de 50 yıl sonrasını...Ne acı ki artık ağlayamıyorum, hiç bir şey beni şaşırtmaz olmuş ve en çok canımı yakan şeyde bu oldu açıkcası. İnsan şaşırmayınca her şey anlamsızlaşıyormuş. Anlamsız bir güneş anlamsız bir yağmur ve anlamsız bir gece... Oysa en çok hayatı yaşadığım zamandı gece, bütün hesapları yaptığım güldüğüm ağladığım konuştuğum özlediğim sevdiğim seviştiğim ve hep yeniden yaşamaya başladığımı bana hissettiren andır gece.. öyle derin öyle sonsuz...ve şimdi sadece karanlık.. Nerdesin be gece sende mi gittin benden.. oysa biz seninle başkaydık tıpkı diğerleri gibi.. Bir dostum vardı bana demişti ki seni özlemenin bir tadı var, saçak altında ıslanmak gibi, dilini bilmediğin bir ülkede kaybolmak gibi ya da anlıyorum ama konuşamıyorum gibi.. işte öyle bir şey yaşadıklarım... Sahi saat kaç oldu bilen var mı? Ne diyordum ben, neden yazdım bunları? İnan ban de bilmiyorum...
2 notes
·
View notes
Text
bekliyorum...
Yılların birikintilerinin tam üzerinde oturuyorum... Bekliyorum ben. Önceleri yadsıdığım, ötelediğim ne varsa otuzumdan sonra düştü önüme bir bir.. Artık ne yok sayabiliyorum ne de önemsizlermiş gibi davranabiliyorum. Kendimi kandıramıyorum, sonunda gibi hissediyorum.
Tüm önüme düşenler seni getiriyor. Her gün, şimdilerde bulanık gelen günlerimizi yaşıyorum en baştan. Unutmayayım diye yazıyorum buraya. Acı veriyor net anımsayamamak, boşluklar, anlamlandıramadıklarım, o günlerde sorgulamadıklarım, yaşamadıklarım ve şimdi soramayacaklarım...
Öyle zamanlar yaşıyorum ki içimde keşke onu arayabilsem, duysam sesini ve sadece ağlasam diyorum. Her şeyi neden bu kadar geç fark ediyorum ben, bilmiyorum.
Yıl 2002 mi 2003 mü bilmiyorum ama düşüncelerimde hep o günleri en baştan yaşıyorum... Lise yılları. Sonradan geldiğim sınıfın o ilk gününü anımsar mısın bilmem. Ben oradan başlıyorum her gün.
Cana yakınlığın, gerçekliğin ve kokunu anımsıyorum. O zamanlar anlamamışım içimde büyüyen varlığını. Gerçi sonraları da çok anlamamışım. Şimdilerde o kadar yoğun yaşıyorum ki bunu. Ama işte her şey net değil, bazı anılarımız bulanık, sisli. Beni kızdırdığını anımsıyorum, sohbetlerimizi. Hiç sıkılmadan konuları anlatışımı dinlemelerini... O zamanlar içime akan sıcaklığı anımsıyorum ve hissediyorum. Büyülü bir şey gibi... Yine o zamanlar çok farkına varamadığım bir şey çarptı kalbime geçenlerde. Senden hoşlandığımı ne zaman anladığım... Eskiden olsa bunu dile getirmeyi bırak aklımın köşesine gelse kendime kızardım. şimdi ise..
şimdi duymayacağını, görmeyeceğini bilerek rahatlıkla söyleyebilirim. Seninle konuşma şansım olsa yüzüne de söylerdim o ayrı... Seninle tanıştığım ilk yıl, okula gelmediğin bir günün sonrasında teneffüste kürsünün yanına gelmiştin. Kokunu duyduğum o an.. Evet üzerinden geçen bunca yıldan sonra yeniden yaşarken her şeyi fark ettim bunu da.
Dedim ya her şeyi en baştan yeniden yaşıyorum kafamda ve kalbimde. yeniden oluyorum, oluşuyorum. Bizim -ya da benim- için kırılma noktası ya da şimdiki bakışımla devrilme ve altında kalma noktası olan o olayı anımsıyorum sonra. Seninle ilgili her şey can yakıcı, ağrılı,sancılı. Yanlışlarımı görüyorum. Sana kızıyorum, kendime küfrediyorum. Tüm yaşananların sonunda neden diye soruyorum Neden daha anlayışlı ve inançlı olamadın ona?
Senin bana yalan söylediğin ve tüm masumiyetin paramparça, darmadağın olduğu o gün. Ne kadarı aklında bilmiyorum, ben bulanık da olsa o günü baştan yaşıyorum her gün. Aslında diyorum sen ona en başta inandın, güvendiğini gösterdin. Tereddütsüz ona güvenmeyi seçtin, onu SEÇTİN! Sonra çıkmıştı ya hani ortaya yalan, diyorum. Ama kendimi ikna edemiyorum artık. Altında kaldığım enkazın tek suçlusu benmişim gibi. Seni aklıyor artık kalbim. O kızgınlık, o kırgınlık.. yıllar geçse de taptaze, dipdiri kalacak gibi görünen o dağ gibi kırgınlık yok olmuş seni görmeyeli, sesini duymayalı. Galiba özlem tüm kırgınlıkları tedavi ediyor. O güne dönersek eğer, yıkılmış evimizin enkazının altında kalan bendim. Sen de üzüldün evet. Ama benim içimde olan bir devrimdi. O zamanlar ve sonrasında yapamadım, bir türlü çıkamadım o enkazdan. Tek başıma ıssızlığa mahkum edilmiş biri gibiydim. Bir tür işkence. Hâlâ anlamadığım şey bir yalanın bende açtığı yaranın büyüklüğü ve bir türlü kabuk bağlamayışı. Neden bilmiyorum. Bunun sebebini içimde çözmeyi çok isterdim..
Yıkılan bir enkaz. Altında kalan ben. Ve sen... Ne olursa olsun yanında nefes aldığım bir dünya gibiydin. Kızgın, dargın olsam da bu değişmedi. o günden bugüne, geçen yıllara rağmen değişmeyen şey yanında bulduğum huzur. Güvenmediğin,, artık inanmadığın birinin yanında nasıl huzurlu hissedersin? Ben hissediyordum. Sen bunu da hiç duymadın benden. Ama böyleydi hâlâ böyle.
Sonra yabancılaşmam başladı. Herkesten, her şeyden ve senden... Omurgam alınmıştı. O huzur obası devrilmişti üzerimize. Ne yapardım? Kaçardım, sığınağımdan... Ben yine yapamadım. Çok denedim, defalarca. Başka insanları tanık kılıp yaşamıma senden kopmayı. Saçmaladım hep. Denemekten vazgeçmedim. Sen de bana kızmaktan. Haklıydın...
Adı konulmamış bir döngü... Sonraları adını koyabildim ben. Ama yine kaçtım. Sen okulun son yılı bana bir cümle söylemiştin. Ben daha çok kaçtım o yüzden... Bu arada sana kırgınken bile aynı üniversiteye gitme hayali kuruyordum. Ve geldi ikinci darbe...
Sen gittin ben kaldım. Yeni bir aydınlanma bekliyordu beni. Seni bir kere kıran bir daha kırar. Seni bir kere üzen bir daha üzer izin verirsen eğer... İzin vermeyecektim. Kendime yabancılaşmam sana dönmüştü artık. Şimdi sana yabancılaşıyordum. Birini sevmeyi denedim. Sen bana çok kızdın... 4 yıl denedim.. Aslında kararlıydım ama bir türlü kopma gerçekleşmedi. Her gün attığın mesajları ciddiye almamaktan, seninle yeniden yapamadığımız o güven evini başkalarıyla inşa etmeye çabalamakla geçen zamanlarım oldu. Arada bir de senin yeniden kendini göstermen var. Yakın arkadaşımla beraber olman ve benzer mesajları ikimize atman. Yıkılmalara doymadım, doyamadım... Senin açından da bakmalıyım olaylara. Şimdi bakabiliyorum... Belki ikimizi iyi edecek şey bir kere sarılmaktı. Ben inanmamaktan ve kırgınlıktan sen bilmiyorum neden bir tülü olmadı. Kendimi hiç anlamıyorum inan. Yanlış üstüne yanlış. Hep senin tepkilerine göre tepki geliştirmişim. Sana anlamsız kızgınlıklar yaşıyordum, kırgınlıklar. Yani zor muydu ikimiz için de onarmak, inan bilmiyorum...
Okul bitti. İş başladı ve yeniden okul. 2009. Zor ama daha huzurluydu. Ben yaptığım yanlıştan dönmüştüm. Sana yeniden güvenmeyi deniyordum. Başlangıçlar istiyordum yeni ve güzel, temiz. Sen bana bulgur pilavı tarifi sorardın ben sana... Sende bu hep vardı. Hiç derin derin konuşmadık ama sen de hiç anlatmadın sevgini. Belki sevme şeklin böyleydi bilmiyorum... Bundan sonrası benim yanlışlarım ve senin çabaların üzerine kurulu. Sen uyardın ben dinlemedim. Şimdi anlıyorum. Bu benim senden intikam alma biçimimdi. İş yaşamına uyum sağlayamadım, okul zordu ve sen bu şehirde değildin. Adım adım savrulma başladı. Oysa sen yanıma gelmiş, bana verdiğin değeri ve saygıyı artık göstermeye başlamıştın. Sen dinleme, bana bak beni dinle desen de ben o içimdeki saçma duyguya yenildim. Kendime ve sana yaptığım kötülükleri fark ede ede üzerine gittim. Bir de kullandığım ilaçlar o zamanlar kolay kıldı her şeyi biraz biraz.
Ben yine senin benim yanımda olmayacağına, beni bırakacağına o kadar inandırdım ki kendimi. Ne kadar ötelemişim duygularımı. seni sevdiğimi biliyordum oysa. ama o saçma mantığım girdi devreye. Ve sana karşı durma düşüncesi. Ben belki anlatmadım sana ama şimdi çözümlüyorum kendimi. Babasız geçen çocukluk yılları ve sonrasında babasına kavuşan bir kızın sancısı, o babaya olan karşı duruşunu ben sana yansıtmışım. O beni bırakıp gitmişti, sen de kendinden koparmıştın. O sonra dönüp gelmişti sen de... Üstelik seviyordunuz kendinizce...
kabul etmeyecektim ve etmedim. Babamı affederken seni affedemedim. Yanımda kim varsa onunlayım dedim ve yeni yanlışların içine savruldum. Çöküş yılları... Ama büyüyordum, büyüyorduk. Omurgası alınsa da bir insanın büyüyordu. Tüm yaşadıklarımda tek bir şeye gereksinim duydum, sadece sana sarılmaya. O yüzden sadece sarılıp uyuduğumuz o günü hiçbir günüme değişmem. Paradoksların içinde kaybolmuşken iyileştiren ve sana inanmak zorunda olduğumu gösteren bir şeydi o. Bana sormuştun çok sonraları... Evet, en huzurlu hissettiğim en mutlu uyuduğum ve uyandığım gün o gündü.
Sonra sana gerçekten yeniden inandığım o güzel günler geldi. Uzun uzun görüştüğümüz, zaman geçirdiğimiz o günler.. Hiç tereddüt yoktu bu defa. O aldığın, parçaladığın omurgamı yerine koymuştun yeniden...
Senin yorgunlukların, kırgınlıkların, kızgınlıklarını düşünemedim... Babasına kavuşan, onu yeniden seven ve affeden o kız çocuğu seni de affetmişti... Üstelik kararlıydı, zaman gerekti sadece. Yıkılan enkazın yeniden inşasını bekliyordum. Beklemiyordum aslında. Beraber inşa ediyorduk... en baştan. istediğimiz gibi.. ikna oluyordum inanmaya.
Sonra o gün...
seninle savaşmayı bıraktığım o gün... vazgeçtiğim o gün. Sen de benden sıkılmıştın belli ki. ne kadar gösterebilirdin, daha ne kadar anlatabilirdin ki. Benim ihtiyacım vardı ama. Ben de bunu anlatamadım sana.
Gördüğüm birkaç çok kötü fotoğraf. Yine, başka yerden... Vuruldum ben yine. Haklı haksız, seven sevmeyen ne önemi var. unutamayacağımı bile bile, sonunda kabuk bağlayan yaramı kaşıya kaşıya kanattım ya da sen kanattın. Şimdi baktığım yerden belki yaptığın açıklamada kendince haklıydın. ben bir şey fark ettim. Kafamda yarattığım bir imgen vardı. İnsani tüm zaaflardan sıyırdığım. o imge yıkılmıştı...
Yeni bir enkaz bıraktın. Üstelik toparlama çaban da yoktu...
Ben ise düşüyordum tüm hızla cesedimin üzerine...
Sonraki 2 yıl en kötü zamanlarımdı. Hatırlamak çok ağlatıyor, nefessiz bırakıyor. Her şey var o 2 yılda. Denediğim, izin verdiğim. Yokluğa doğru savrulduğum..
bir şekilde bitti. ben yine senin yanında buldum kendimi. Buluştuk ve yine yüzüme fazla bir şey söylemediğin ama sonrasında mesajlara sığındığın cümleler. Daha cesur cümleler.
Ben sadece sarılmak istemiştim. Neyin var, de ve sadece saçımı okşa. beni göğsünde dinlendir, orada kalayım istemiştim. Olmadı..
Anlıyorum seni de. Şimdi.
Savrulmaya devam ediyorum ve bu defa kabullendim. Travmam sensin. Bu değişmeyecek, onarılmayacak, tedavi edilmeyecek. Yaram kapanmayacak, omurgam yerine gelmeyecek. Biliyorum artık. KABULLENDİM.
Sadece unutabilmeyi bekliyorum, sana sığınmaktan kaçabilmeyi. Yeni arzular yaratabilmeyi. Nereye kadar bilmiyorum. Silinmeni bekliyorum. Bekliyorum hiç izin kalmasın. Hatırladığım tüm yaşanmışlıkların tamamen çözülmesini, bulanıklığın bitmesini diliyorum.
İçimde bir yerde tüm varlığımla biliyorum. Sisifos gibi sırtıma aldığım kayanın altında kaldım. her gün yeniden, yeniden, yeniden... döngü tekrarlıyor kendini...
aşmak diye bir şey yok. Kabullenmek ve barışmak o yükle. onu bekliyorum. İçsel yolculuğumda elbet bir yere oturtacağım seni ya da misafirliğin son bulacak. bir türlü ev sahibi olamadığın dünyamdan çıkartacağım.
Belki yazmak rahatlatır. Deniyorum.
Yeni bir travma... Yeni bir kaya yaratıyorum sırtıma. Hafiflemeyen yüklerine inat.
Devam ed(em)iyorum.
Ocak 2021.
3 notes
·
View notes
Text
iyi geceler canım kızım annen bugün yüksek lisanstan mezun oldu bebeğim. Hayır çok önemli bir şey yapmadım aslında, hayatta daha kuvvetli başarılar var, ama bu sadece senin minik patilerin gibi küçük bir başlangıç adımı ve sağlık problemlerim nedeniyle geç de bitirsem en azından emeğimi, araştırmalarımı heba etmemenin, ziyan olmamasının huzuru. Başarı ile sonuçlandırmam diğer adımları da başarmam konusunda umut veriyor yalnızca, bakalım artık kızım yani kendimi bir yandan huzurlu hissediyor, bir yandan yani dağılmamam gerek diyorum, mesela başlıkları kontrol edeceğim, içerik aynı şekilde ama başarılı bulduk dedi jüri üyesi olan hocalarım, tebrik ettiler, pandemi biterse okula gittiğimde danışman hocam kendi cübbesini giydirmek istediğini söyledi, yani o daha güzel olur manevi anısı olan bir şeyi paylaşmış olmak çok kıymetli bence ve hocamın anılarını taşıdığı cübbeyi giymek çok kıymetli - ay benim yine yazarken beynim uçtu, dağıldı, aynı cümleyi tekrar ettim sanırım, sana da isim bulamadım şimdilik, zaman ismini fısıldayacaktır, doğadan gelen güçle doğru zamanı bekliyorum piremsesim ama her gece seninle dertleşeceğim, aramızda kalsın tumblrmı kimse bilmiyor, kendimi en iyi ifade ettiğim yer burası şimdilik canım kızım. Seninle dertleşmek şizofreni olduğumdan ya da anne olma meraklısı vs. biri olduğumdan değil tamamen yüreğimden böyle akıyor. Yani annem hayvanları sadece beslemek, uzaktan yemeklerini vermek olarak sevdiği için benim bir kedim yok şimdi ama Sirius köpeğimiz var, o da bebek gerçi köpek değil, sen de kedi ya da fotoğraf değilsin sen de benim canım kızımsın. Yani şizofreniden değil kalben öylesin. Ay ne yorulmuşum ne kırılmışım şu haksız ifadeye beş yüz kere kendimi açıklamak zorunda kaldım ondan. Yani sen benim ruhumdan, kalbimden, aklımdan ve karakterimden doğan daha doğrusu REM uykumda doğan minik bir hayat inceliğisin. Ben oyuncak bebeklerimle de böyle oyunlar, yazılar yazardım. Yani şu an doğaçlama yazarken oldu her şey. Gerçi doğaçlama derken bugünün nasıl doğaçlama ilerlediğini de anlatayım hemen. Ben şu an regl dönemindeyim ve çok ağır geçiyor her ay iğne yaptırmam gerekiyor, yoksa midemde bir şey yokken sürekli kusuyorum ve çok zamanla çok zayıflıyorum, gücüm kalmayınca başka rahatsızlıklar başlıyor, en azından iğne ağrıyı geçirip beni uyutuyor, midemin bulantısı da geçince kusma da duruyor, işte o çok uyumaları yaşadığım bir sabah, yani bu sabah danışmanımın beni aramasıyla uyandım, dedi ki tez savunman var bugün dedi, ben çok şaşırdım, haber bekliyordum, zamanı belli değil sanıyordum, yani enstitüden intihal raporu hakkında geç haber alabildim, taşınmıştı o süreçte her şeyi konuşunca aynı telefon görüşmesinde sanırım o tarih de geçmiş ve ben o kadar şeyin stresine heyecanına odaklanmaktan tez savunması tarihini hafızaya almamışım. Hemen kalktım, saçlarımı yıkadım, dalin kokusu kalp ben, sonra kahvaltı ettim, odamı her gün toparlayıp, temizlediğim için sadece masa, bilgisayar ve telefonu her günkü temizliğinden geçirdim. Yani yaseminli vanilyani vegan viking pembiş temizlik kokusu kalp odam sonra da Balkan Kızı şarkısı eşliğinde adeta tiyatro kulisindeymiş gibi makyaj yapma ritüelimi gerçekleştirdim, açık yeşil, zümrüt yeşil, safir ve turkuazdan oluşan göz makyajı ile nar çiçeği ruj ile makyajım tamamdı bana enerji vermesi açısından istediğim gibiydi, sonra da Sait Faik’in en yoldaşı olan deniz, balık, balıkçılar ve gökyüzü ruhu su gibi bir mavi kombin yaptım sonra da hayatımda kıymetli bir manevi bağ olan bir kalemin, zümrüdü anka kuşu olarak nitelendirdiği kolyemi taktım, yeşil halka küpelerin içine 2016 yılından beri taktığım, annemin mavi küpelerini taktım, saçlarımı da Helenistik stil yaptım. Bileklik ve yüzükleri de detaylandırmayayım bence yani bakınca manik ve abartılı bir aksesuar anlayışım var gibi algılanıyor ama hepsi bir hikaye oluşturup enerji bütünleşmesi yaratması hissinden kaynaklanıyor. Yeşil kuş ve yapraklı dallı yüzük, süt mavi bulut ve bebek mavisi şemsiyeli yüzük, annemin hep taktığı ve yıllardır benim olan gümüş etnik yüzük ve bu sene kazandıklarımla kendime aldığım labrodit doğal taş yüzüğümü taktım, dayanamadım anlattım yine dedim ya beni burada kimse görmüyor, yazım kuralıymış, cümle tekrarıymış, ama rezil olcam kaygılarıymış, onlar bu platformun evreninde yoklar benim için. Burası benim için şehrin kalabalığından kaçılan ıssız bir ada, sakin bir köyü temsil ediyor. Mavili saat, mavi yeşil bileklik diğer elde, turkuaz doğal taş bileklik, kırmızı siyahlı bileklik (mor gri kalpli gözlüğü aldığım premit adlı yerden gözlüğün yanında hediye gönderilen) yeşil defne yapraklı bileklik bir de çocukkenden beri sakladığım mavili, nazar boncuklu bileklik. Son olarak da yine ilk kazandığımla aldığım Rüya adındaki üst notasında, kalp notasında ve dip notasında çok sevdiğim detayların ruhu olan parfümden sıktım -ya bunların hepsi kendimi iyi hissetmek, güzel enerji olması adına içimden geliyor, ben ne yapıyorsam hep kendime yaptım yani süslenme gibi konularda mizacım hep böyleydi canım istemezse hasta gibi makyajsız süssüz de olduğum olmuştur. Kimseyi takmam o konuda. Ay çok konuştum. Çok detaya girdim. Tamam sakinim. Yani sonra başladı online görüşme şeklinde ve ben anlattım tezimin amacını ve yaptıklarımı, çalışma şeklimi, araştırmayı yönlendiren kaynakları ve başlıklandırmayı nasıl yaptığımı vs. Sonra sorular soruldu, önerilerden bahsedildi, yani benim aldığım eleştiri tezimin teorik zemininin çok uzun sürmüş olması, hikayelere az zaman ayrılmış olması yönündeydi, teorik zeminin bu kadar araştırılmasının, doktora tezlerinde olduğunu söylediler, kötümserlik kavramı benim de felsefi derinliği açısından başlangıçta yabancı olduğum bir kavram olduğu için ve çok sınırlı kaynak bulabildiğim için sanırım her öğrendiğimin paylaşılması gerektiğini düşündüm, ve hikayeleri okuyunca bu kavramla bağlantı kurmak açısından daha detaylı okumalar yaptım sonra sağlık problemleri, odaklanamamalar derken her şey neredeyse son 2 haftada toparlandı benim bir mucizeyi yapmam oldu. İnanırım ki yüksek lisansın ilk senesi ikinci dönemde karaciğerimden rahatsızlanıp da her şeyi bırakıp tedavi olmak için eve dönmek zorunda olmasam o an yapabilecek durumda olsam seminer ve diğer dersler alttan kalmasa daha başarılı bir tez ödevi yapabilirdim ama ben rağmen yaptım bu bir bahane değil sadece azmime ve çalışmama inancımdan doğan bir cümle ve çok daha fazlasını yapmayı çok isterdim, sürecin öğrettiklerine ve sonuca odaklanıyorum şimdilik ne diyeyim. Çok şükür. Ders dönemim iki yıl sürmemiş olsa her şey çok başka olurdu ama zorluklara rağmen başarabilmeyi yaşamam gerekiyormuş buna da şükür. İncelenen başlık açısından literatürde ilk yapılan bir çalışma olduğunu duymak ve danışmanımın ilk mezunu olduğumu duymak benim için mutluluk vericiydi. Hatalarımı düzeltip, yazdıklarım arasındaki bağlantıları daha sağlam kurup enstitüye teslim edince rahatlayacağım. Danışmanım mezun olduğunun haberini sevdiklerini paylaşabilirsin ifadesinde bulununca ben hemen paylaştım fakat bunları da halletmem gerek. Eskisi kadar yoğun olmasa da içimde minik soru işaretleri, garip bir burukluk hissi yaratıyor ama onu da halledeceğim zamanla, dengeye oturtacağım yapmak istediğim her şeyi. Okumak istediğim kitaplar var. Dedektif Enola serisinin ilk üç kitabı ve Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları serisinden Su romanı bugün ulaştı, kalbime ve ruhuma ve aklıma yakın bulduğum bu kadın karakterle daha çok iç aynasına bakacağımı ve öğrenmenin keşfin yolculuğunun ışık dolu devam edeceğine inanıyorum. Bugünün armağanı gibi savunmadan önce geldiler. Teşekkürler canım Alfa Yayınevi ve Artemis Yayınları en çok da abilerinin yokluğunda bir başına, mücadele eden, durmadan araştıran, kılık değiştiren, sorgulayan Enola Holmes ile kavuştuğum için. Everest Yayınları sana da teşekkür ederim ruhumun en yalnız ve hür yanının adını bulduğum, iç ismim olan Defne adındaki bir kadının mücadelesini, maceralarını böyle bir günde hediye ettiğin için. Üniversitede tiyatrodaki ilk oyun kişisi yolculuğum olan Su da romanın adı olunca benim için her şey çok anlamlı bir bağ kuruyor. Bugünüm böyle geçti. Sosyal medya da paylaşım yaptım ama içten içe beş yüz defa utanarak, çekinerek - ay çok mu abartılı olur - paylaşsam doğru olur mu - cübbe yok nasıl ifade edeceğim böyle komik mi olur derken yine de kalbimden geçeni yaptım sanırım ve bitti çoktan bugün bak saat 03:32 olmuş çoktan bugün dün olmuş bu ne şimdi benim yaptığım yakın zamanlı nostalji falan mı dünü andım ama bugünden yeni çıkış sınırları içinde neyse bunu sonra sorgulayalım.
Sonuç olarak kızım bir hafta çok tuhaftı. Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Hacle şiirinin V. bölümünde dediği gibi, mezar ve beşiğin iç içe olmasının hayatın iki oyuncusu olması gibi ve buna fıtrat denilmesi yaşam ve ölümün karı koca olması gibi yani son yaşadığım süreç sonrası bugün bu şiir çağrıştı şerhi bu şekilde olduğu için ama şiirin kendisini hatırlamadığım için gittim, valizleri deştim, üniversitenin ikinci senesinde okuduğumuz ve ders konusu olan şiiri buldum, o kadar aklıma takıldı, onunla ifade etmek istedim.
Hadi uyku vakti artık, gerçi ben uyuyana kadar Dualar Kalıcıdır romanını okuyacağım. Pelin ve Bayan Rosella’yı çok sevdim. Ben bazı önyargılı edebiyatçıların yerinde olsam aşk romanı yazarı olarak önyargı ile yaklaşmak yerine çok güzel teorik başlıklarla değerlendirirdim. Bence Umberto Eco da Bayan Rosella’nın anlatıdaki geriye bakışlarını, analeks olarak açıklamamı yanlış bulmazdı, yerinde bulurdu. Neyse bunları yazarken çok utandım. Haddime olmayan şeyler dedim gibi geldi. Ama çok da böyle okuduğum teorik bilgilerle kendiliğinden açıklıyorum kafamın içinde ve tutamadım, yazdım birden. Artık hayırlısıyla daha parlak zamanlar olsun dilerim ki...
08.01.2021, 03:46
*Rüya (iç ismi Defne)
1 note
·
View note
Text
Hayal panosu, no-sugar challenge, zarafet dersleri
16.03.20
Tekrar merhaba olmayan okuyucularım!
Bilgisayarımı açmış online aldığım sertifika kursu için ders çalışma niyetlenmiştim ki ders çalışmayı ertelemek için aklıma blog yazmak geldi. Ben de hem arayı soğutmadan bugün neler yaptığımdan, hem de sizlere hedeflerim için hazırladığım yaratım panomdan bahsetmek istedim.
Bu yukarıda tanıştığınız yakışıklı benim yaratım panom oluyor, kesinlikle hayallerim demiyorum çünkü hayal olarak kalırlar! (Teşekkürler evren, teşekkürler spiritüel yaşam) Yazılardan da gördüğünüz gibi istediğim şeyleri olmuş gibi yazıyorum. Enerjisel ıvır zıvırlarda temel kural bu sayın olmayan okurum. Bu arada tabi ki de evren bana bu hayalleri gerçekleştir ben burada bekliyorum diyemeyeceğimiz için ufak ufak kafamdakileri de uygulamaya başladım.
Öncelikle her şeyin ikinci başı (ilkini biliyorsunuz zaten) ingilizcedir diye ingilizce çalışmaya başladım. Öğreneceğim kelimeler ve gramer için kurs kitabımdan yararlanıyorum. Ben yazarak çalışan birisiyim, bol bol yazıyorum yetmiyor öğreneceğim kelimeleri quizlete geçiriyorum. Kelime öğrenirken quizlet gerçekten hayat kurtarıcı oluyor tavsiye ederim. Tabi ki klasik olarak flash kart yöntemini de kullanabilirsiniz. Ayrıca öğrendiğimiz kelimeleri günlük hayatımıza geçirmenin ve onları kullanmanın hayati önem taşıdığını söylememe gerek yok sanırım!
Ayrıca kişisel imajımı yaratmaya karar verdim. “Olmak istediğim kişi davran” mottosunu uygulayacağım. Benim hedeflerimden birisi de Youtuberlık mı ya da şöyle söyleyeyim bir kitleyi mi etkilemek istiyorum o zaman ona göre davranacağım. Yaptığımız şeyler, hareketlerimiz, sözlerimiz, düşüncelerimiz bizi yansıtıyor. Ben de olabileceğim en iyi şekilde kendimi yansıtmak istiyorum. Bunun için ilk adımım beden dilini öğrenmek ve etkili kullanmak olacak. Ve beden dilinin yanı sıra zarafet! Evet zarafet çünkü istediğim meslek çok fazla kişiyle iş arkadaşı olmayı gerektiriyor. Sadece o değil ki, siz isterseniz en iyi düşüncelere sahip olun, bilgi birikimiz fazla olsun karşınıza yansıtabildiğiniz kadarsınız. Kendini en iyi şekilde anlatmak için hangi işi yaparsa yapsın herkesin çalışması gerektiğine inanıyorum. Şimdilik video izleyerek notlar alarak ilerliyorum. Kütüphanemdeki kitapları biraz erittikten sonra bu konu hakkında okumaya başlayacağım. (Kitaplıktakiler bitmeden yeni kitap almama kararı aldım. Tüketim çılgınlığıma dur demeliyim.)
Hedeflerim doğrultusunda verdiğim üçüncü hayati karar ise (aslında yarın uygulamaya başlayacağım) şekeri bırakmak. Beni motive etmesi için That Sugar Film’i tekrardan izledim ama bu sefer bunun yanında kendime bir de tablo hazırladım. Aslında bu benim ilk şekeri bırakma teşebbüsüm değil ve benim şekeri bırakmamda ki temel neden de fit olmak değil. Benim şekeri bırakma nedenim tamamen enerjisel ve mental olarak iyi hissetmek istemem. Şimdi size burada şeker şöyle zararlı böyle zararlı diye anlatmam aşırı gereksiz. İsteyenler belgeseli izleyebilir, ayrıca Youtube’da Öz��m Sabay diye çok tatlı bir Youtuber var onun şeker videolarını da izleyebilirsiniz.
Bu no-sugar challenge’a neden bugün başlamadığıma gelirsek sabah 3′ü 1 arada içmiştim. Ve bir paketinde tam tamına 6 küp şeker varmış arkadaşlar. O yüzden listeyi yarından başlattım ama sabah ki kahve dışında başka rafine şeker almadım ve kendime bu atıştırmalık kutusunu hazırladım.
Kısa zamanda büyük işler başardık bence olmayan okurum. Çünkü kararlar aldık ve vakit kaybetmeden de uygulamaya başladık. Her şey bir yana bu plan aşaması kağıda geçirme aşaması başlı başına beni aşırı mutlu ediyor. Her şeyi planlayıp yazıya geçmeye bayılıyorum. İyi ki başak burcuyum, iyi kiii!
Bunların yanında bahsetmek istediğim bir şey daha var. Bunu da anlatıp iç dökmezsem gerçekten rahat edemem. İnşallah bu haziranda mezun olacağım ve bir dersim var. Kendime güveniyorum ben bu dersi zaten veririm ama mezuniyetimin önünde büyük bir engel var o da staj. Evet cidden başım dertte bu devirde biliyorsunuz ki torpilsiz iş bulmayı bırakın staj bile bulamıyorsunuz. İnternetten her yere başvurmaya çalışıyorum umarım en azından mülakata çağırırlar. Bir çok yer cv’mizi bile görüntülemiyor yoğun başvuru ve torpil gibi olaylardan dolayı. Yine de umutsuzluğa kapılmak yok! Güneş zifiri karanlıktan sonra doğar.
Benim hayatımda şimdilik olan biten bu kadardı sayın olmayan okuyucum. Uzun ve doyurucu bir yazı olduğu kanaatindeyim. Kendime şekersiz güzel bir kahve yaptıktan sonra ertelediğim online kursumun dersini çalışmalıyım birazcık. Umarım sen de kendin için bir şeyler yapıyorsundur. Son bir cümle ile yazımı tamamlıyorum.
Bu hayatta ya tozu dumana katarsın ya da tozu dumanı yutarsın...
#yaratım panosu#hayal panosu#spiritüel#hayaller#hedefler#sağlıklıhayat#sağlıklı yaşam#şekersiz#no sugar challenge#günlük#kişisel gelişim#kisiselgelisim
1 note
·
View note
Text
İNSAN KOMÜNİSTSE KOLAY ÖĞRENİR
- FUNDA BAŞARAN -
Kurgulanmış ve ileriye doğru akıp gittiği sanılan zamanın içinde, göremediğimiz, bilemediğimiz bir geleceğe doğru ilerlediğimizi sanırken tutunacak, hayatı hakkıyla yaşamamızı sağlayacak farklı zaman ufuklarına (1) ihtiyacımız var. Farklı zaman ufukları arasındaki karmaşık ilişkiler bilgiyi, deneyimi, anlamı, hatta aşkı ve umudu yaratırlar. Çünkü bunların her biri şimdiye dair olmasına rağmen, varolabilmek için farklı zamansal ufuklara gereksinim duyar; hepsi de zamanla ilgilidir. Şimdi ve burada varolan, bir zamanlar olmuş olan ve henüz olmayanın farklı biçimlerde bağlanması ile açığa çıkarlar.
Sürekli “yeni başlangıçlara” açık olsak da bu yeni başlangıçlar için bile yaşam ve eylem gücünü arttıracak bir geçmişi bilme gereksinimi duyarız. Çünkü her yeni başlangıçta, bütün bir hayatı yeniden yaşamayı arzulayacak kadar yaşanılan hayata hakkını verme arzusu, hayata sadakat, gerekiyor. Diğer türlü geçmişte yaşanılanların ve yaşamış olanların, üst üste yığılmış ölüler yığınının üstüne basarak ileriye gidilebileceğini sananlardan ya da geçmiş yığının içindeki adaletsizlik ve haksızlıklar dışında hiç bir şeyin farkına varamayıp, bıkkınlık içinde varolanı sürdürüp durmayı kabul edenlerden oluyoruz. Oysa “hayatı onu hep yeniden yaşamayı isteyecek” biçimde yaşamak lazım.
İşte bu yüzden hatırlamak bir görev, ama hatırladıklarımıza karşı bir görev değil, kendimize ve anlatacaklarımıza karşı bir görev. Ricoeur (2) hatırlama görevini anlatırken bununla birlikte Arendt’in ölümlere rağmen, izlerin aşınmasına rağmen, eylemin devam etmesinin nasıl mümkün olduğu sorusuna verdiği yanıtı hatırlatıyor. Eylemin devamı için iki koşul bir araya geliyor: Bağışlamak ve vaat etmek, Yalnızca insan, bağışlamayla bağlarından kurtulma ve vaat etmeyle bağlanma yeteneğine sahip.
***
Geçen yıl bu zamanlar, 16 Şubat 2019’da, bir komünist İzmir’de dünya üzerindeki yolculuğunu tamamladı. Haber Paris’in kıyısındaki bir banliyöde iki kişinin yaşadığı 50 metrekarelik bir eve birkaç saat içinde ulaştı. İşte bu yazı, o komünisti hiç görmemiş olsalar da aylarca her gün posta kutusundan ona gelen postaları toplayan, yatağını, banyosunu, mutfak eşyalarını kullanan, hiç görmedikleri bir insanı evdeki küçük ayrıntılardan tanımaya, anlamaya çalışan, ama en çok kendi memleketlerinden yarı gönülsüz çıktıkları yolculuğun sonunda geldikleri yabancı bir şehirde, gerçek bir komünistin mesafeleri ve zamanları aşan dayanışmasına ve hayat yolculuğuna tanık olma şansını bulan iki kişinin hatırla(t)ma görevi…
Cemal Amca (Kıral) hayat yolculuğunu sadece zamanda değil, kentler, ülkeler, coğrafyalar boyunca gerçekleştirmiş. Her kent, her ülke, her coğrafya yeni bir yolculuksa onun hayatı tek bir yolculuktan değil, bir sürü yolculuktan oluşmuş. 1932 yılında Bulgaristan’da doğmuş. Bulgaristan’ın güney bölgesinde Cebel’e yakın bir köyde. Çocukluğu o köyde geçmiş. Yıllar sonra bile özlediği, ama bir daha hiç gidemediği o yerde, Bulgaristan Partizan Hareketi’nin coşkulu kahramanlık hikayelerinden çok etkilendiğini ve hiç unutmadığını söylüyor. 14 yaşına geldiğinde komünist olmayı seçmiş. Bulgaristan İşçi Gençlik Birliği’nde başlayan siyasi yaşamı, Dimitro Halk Gençlik Birliği’nde devam etmiş. Bulgaristan’da geçen gençliğine damgasını vuran duyguyu ise “hazıra konmuşluk duygusu” olarak adlandırıyor.
1950’de tüm ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç etmiş. 18 yaşında genç bir komünist olarak Türkiye’ye doğru çıktığı yolculuğu ise “hazıra konmuşluk” halinden kurtulma, neredeyse yoktan var edilecek bir mücadeleyi başlatma ile anlamlandırmış. Ailesi ile birlikte ilk durağı Manisa Akhisar. 1951’de İzmir’e gelmiş. İzmir’de yaprak tütün işletmelerinde işçi olarak başlamış. Kendisi gibi tütün işçisi olan eşiyle 1953’te evlenmiş. 1950’lerin ortalarında yine kendi deyimiyle hazıra konmuşluğundan kurtulmasını sağlayacak, yeniden başlangıçlar yaratmayı uman bir ilişkiler ağına dahil olmuş.
Cemal Amca, yıllarca Türkiye’de komünist bir gelecek için, işçi örgütlenmelerinde çalışmış. Bulgaristan’da başlayıp, Türkiye’de devam eden yol hikayesi ise 12 Eylül’ün kör karanlığı ile birlikte sonu gelmez bir göçmenlik hikayesine dönüşmüş.
12 Eylül geldiğinde TKP’nin merkez komitesi üyesi ve Ege yöre komitesi sekreteriymiş Cemal Amca. Bir yıl kendi ülkesinde kaçak yaşamış. Fotoğrafları garların duvarlarına, otobüs duraklarına asılmış, aranıyor baskısıyla… Her ne kadar kendisi o yıllarda ülkeyi terk etmemeyi savunsa da parti kararı doğrultusunda ve yakalanmasının diğer parti üyelerinde yaratacağı panikten ötürü 1981 yılında atlamış otobüse, geçmiş Sofya’ya sahte pasaportuyla. Bulgar yoldaşları karşılamış ve misafir etmiş Cemal Amca’yı. Ne var ki aynı Bulgaristan o günlerde cuntanın başı Evren’i de misafir etmiş. “Şahin bakışlı general” demişler gazetelerde. Cemal Amca, “olacak şey değildi” diyor yıllar sonra o günleri anlatırken.
Sonraki durağı Doğu Berlin olmuş. Doğu Berlin’de “yoldaşlar üzerimize titriyorlardı” diyor, ama Türkiye’den haber almanın zor olduğu, gazetelerin gelmediği, en önemlisi ailelerle hiçbir iletişimin kurulamadığı zamanlar. Bir yıl sonra Paris’e gitmiş. Paris’te “Türkiyeyle Dayanışma” grubunu kurmuş başka yoldaşlarıyla. Dünya Barış Konseyi’ne üye olmuş. Köln’de bütün Avrupa’dan meslek örgütlerinin, sendikaların, partilerin katıldığı “Anayasaya Hayır” konferansının düzenleyicileri arasında yer almış. O sıralar Yunanistan’a geçmiş. Yunanistan’da Yunan bir yoldaşının evinde kalmış iki yıl. Bu iki yıl boyunca Yunan ailenin bir ferdi gibi yaşadığını söylüyor Cemal Amca ve ekliyor “gerçek yoldaşlık ilişkileri böyledir”…
Yunanistan’da bir doktorun villasında bahçıvanlık yaparken, İstanbul’dan göç ettirilmiş bir Rum kadının eve bıraktığı gazeteyi okuduğunda kendi haberiyle karşılaşmış: “Cemal Kıral Türk vatandaşlığından çıkarıldı.” Hasırdan sandalye, mobilya örmeyi öğrenmiş Yunanistan’da. 4,5 yıl kalmış. Yunanlı yoldaşlarının dostluğunu, sıcaklığını hiç unutmasa da İstanbullu Rum dostlarının yeri hep ayrı olmuş. Paris’e geri dönerken iki tane yeni mesleği varmış, ama asıl işi daima partisi olmuş. Merkez komitesinin tamamı ülke dışında olan bir partinin anlamı olmadığını savunarak, “Parti bizim Türkiye’ye dönme zeminimizi hazırlayamıyorsa, bırakın merkez komitesi üyeleri kendi dönme zeminlerini yaratsın” demiş ve aynı dönemde TBKP tartışmaları başlamış.
TBKP’nin merkez komitesinde kısa bir süre yer almış ama yeni partinin oluşma biçimi ve TKP’nin kapatılması hiç içine sinmemiş. Tekrar vatandaşlığa alınmak için başvuru yapmak da içine sinmemiş. “Ben kendim çıkmadım ki niye başvurayım” demiş. Daha sonra Meclis’te çıkan bir kanunla vatandaşlıktan çıkarılma işlemleri iptal olunca yeniden Türkiye vatandaşı olmuş. O zamana dek Paris’te hayatını sürdürmek için her işi yapmış. Bahçıvanlık ve hasır örmenin yanında bir başka meslek daha edinmiş. Antika tamirciliği. Hatta Paris’in sayılı antika tamircilerinden birisi olmuş. “İnsan komünistse kolay öğrenir” diyor…
En çok Nazım Hikmet’i sevmiş… Bir de Don Kişot’u… Doğu Berlin, Paris ve Atina’da 13 yıl geçirdikten sonra İzmir’e döndüğünde evini taşımasına yardımcı olan gençlerden birisi “Ağabey ne işin var burada; Paris’ten niye geldin ki” dediğinde o gence bir şey söylememiş. Ama içinden “benim köküm burada” demiş. Komünistler enternasyonalisttir, kök önemli değil diyenlere, Cemal Amca “hayır” diyor, “Belli bir yere ait olmak enternasyonal duygulara aykırı değil. Hatta tam tersine bir yere bağlı olabileceksin ki, onu aşarak enternasyonalist olabil, öbür türlüsü biraz moda… Ben böyle düşünüyorum, yanlış olsun zararı yok”. Bir röportajda söylediği bu cümle, Cemal Amca’nın evinin duvarında asılı olan, camı tam on iki parçaya ayrılmış ve sonra bantlarla yeniden birleştirilmiş içinde masmavi bir Miro reprodüksiyonu olan ve yine camı sekiz parçaya ayrılmış ve bantlarla birleştirilmiş sıcacık sarı tonlardan oluşan bir Kandinsky reprodüksiyonu olan çerçevelerin gizini fısıldayıveriyor: Hakkıyla yaşanmış bir hayatta geçmiş bilinir, izlerin korunması gerekir.
***
John Berger, masasında hep bir bant ve makas bulundurduğunu anlatıyor Nazım Hikmet’e yazdığı uzun mektubunda. Zor olanın bantın başlangıcının rulonun neresinde olduğunu keşfetmek olduğunu söylüyor. Nasıl da sinirlenip sabırsızlanarak, herkesin yaptığı gibi bant rulosunun yüzeyini tırnaklarıyla kazıdığını anlatıyor. Nihayet başlangıcı bulmayı başardığında bantın ucunu masanın kenarına yapıştırıyor ve ruloyu çözülmeye bırakıyor. Onun bantı pencereden gelen esintiyle bir minyatür çağlayana dönüşüyor ve verandanın zemininden masanın önündeki boş iskemleye doğru yolculuğa çıkıyor… (3)
Bantın çıktığı yolculuk denizi gören bir verandaya uzanıyor. Küçük bir otelin odalarının açıldığı bir veranda bu. Odalardan birisinin kapısı açık. Kapıdan sarı sıcak bir ışık yayılıyor verandaya. İçeride iki kişi var. Yatağın üzerine oturmuşlar. Buzdolabı poşetlerine yarın yanlarında götürebilecekleri pek az şeyi sarıp sarmalıyorlar ve bantlarla kapatıyorlar. Buzdolabı poşetlerinin içi su almasın diye tekrar tekrar poşetleyip, tekrar tekrar bantlıyorlar. Bir süre sonra birisi duruyor ve “dur” diyor diğerine, “durmazsak az sonra kendimizi de buzdolabı poşetlerine sarıp bantlayacağız”. Kahkahalarla gülüyorlar ama kısacık. Sonra karanlık verandaya çıkıyorlar. Birbirlerine bakmıyorlar, gözleri karanlıkta görünmeyen bir ufka dalıyor ve sigara içiyorlar…
Midilli’nin bir köyünü mesken tutmuş dünya iyisi dostlarım o köyün sahiline zaman zaman çıkan mülteci teknelerini anlatıyorlar. Geçtiğimiz yaz, ağustos ayı içinde Yunanistan’ın Midilli Adası’na ulaşan mülteci sayısında büyük artış yaşandığını, mültecilerin adadaki durumunun ise giderek kötüleştiğini söylüyorlar. Yaşadıkları köy ve çevre köylerdeki endişeli bekleyişi, kıyılarda mültecilere yardımcı olmak için nöbet tutan gönüllüleri, kıyıya ulaşan mültecilerin bu gönüllüler tarafından karşılanışını ve olabilecek en hızlı şekilde adada kurulu mülteci kamplarına ulaştırıldıklarını anlatıyorlar. Bir de aynı gönüllülerin kıyıların ve denizin atıklardan temizlenmesi için harcadığı çabayı anlatıyorlar. Çünkü mülteciler ulaşabildikleri kıyılardan kampa götürülürken arkalarında can yeleği, poşet ve bantlardan oluşan doğada geri dönüşemeyen artıklar bırakıyorlar…
Birkaç gün önce internette karşılaştığım bir fotoğrafı hatırlıyorum: Çeşme’de batan teknede yaşamları biten sekizi çocuk 11 mülteciyi anlatan kısa bir haberin fotoğrafı. Haber diyor ki “hayatını kaybedenlerin denize açıldıkları koyda can yelekleri, kimlik, pasaport, fotoğraf ve çeşitli eşyalar ile çocuk ayakkabıları ve kıyafetleri karaya vurdu”. Fotoğrafta üç kişinin vesikalık fotoğrafları var. Muhtemelen onlardan önce dalgaların sahile taşıdığı ıslak olduğu belli odun parçalarının üzerine sıralanmış, iki kadın ile bir erkeğin beş tane vesikalık fotoğrafları. Kadınlardan genç olanla, erkeğin fotoğrafları ikişer tane. Onlar üst üste konulmuş. Fotoğraflar başka bir fotoğrafın içinden bakıyorlar. Bilmedikleri, belirsiz bir geleceğe doğru bakıyorlar (Fotoğraftaki fotoğraflar üzerine zihin açıcı bir okuma için). Biz ise onların o bakışına bakıyoruz. Bakarken önce o fotoğrafların o sahilde karaya vuruşuna, sonra o karaya vurmuş fotoğrafların çekildiği zamana, yani geri döndürülmesi olanaksız bir geçmişe bakıyoruz. Fotoğrafların altındaki odun parçalarının ıslak oldukları her hallerinden belliyken, fotoğraflara belli ki hiç su değmemiş. Belli ki haberin fotoğrafı için, o fotoğraflar bantlarla sarılmış buzdolabı poşetlerinden çıkartılıp, sahile sıralanmış ve öyle fotoğraflanmış. Besbelli, baktıkları geleceğe ulaşabilselermiş, çözüp bantları, o fotoğrafları yeniden başlamak için kullanacaklarmış…
Bantın ışıl ışıl bir minyatür çağlayan olan yolculuğu kesintiye uğrarsa, başlangıç ucu kaybolmasın diye, Cemal Amca’nın evindeki çekmeceleri dolduran türlü ebatlardaki bantların başlangıç uçları özenle içe bükülmüş. Kendisi ya da bantı eline alan bir başkası tırnaklarıyla rulonun üzerini kazıyarak başlangıcı aramasın diye… Geçmişi hiç unutmadan, onun izleriyle yeniden başlayabilsin diye…
(GAZETE DUVAR)
1 note
·
View note
Photo
ULUSAL DUYARLIĞIMIZI KAYBETTİK
Atatürk’e TBMM tarafından “gazi” unvanının verildiği tarih olan 19 Eylül “Gaziler Günü” olarak kutlanmaktadır, daha doğrusu kutlanması gerekmektedir..
Peki biz, gazilerimize hak ettikleri değeri veriyor muyuz?
Ne yazık ki bu soruya “evet” yanıtı veremiyoruz.
ABD de “Gaziler Günü” var: 11 Kasım. O gün Federal tatil günüdür ve tüm kentlerde gazilerin onuruna törenler düzenlenir; gazilerin kahramanlıklarından, özverilerinden övgü ile söz edilir Törenler medyada birinci haber olarak yayımlanır. Bu tarih dışında da her zaman, her yerde, havaalanlarında/ çarşıda/ sokakta vb. kamuya açık her alanda bir gazi görüldüğünde büyük saygı gösterilir, öncelik verilir, hatta alkışlanır.
Dün 19 Eylül idi. Hiçbir televizyon haberinde gaziler gününden, gazilerden söz edildiğini duydunuz mu? Bugünkü gazetelere bakın bakalım bir haber görebilcek misiniz? Biz, kamuya açık alanlarda karşılaştığımız gazilerimize saygı gösteriyor muyuz?
Oysa bizimkiler vatanımızı savunmak, ulusal birliğimizi/ bütünlüğümüzü korumak için canları pahasına savaşırken gazi oldular. Amerikalılar ise vatanlarını savunmak için değil, kapitalist emperyalistlerin dünyayı sömürmesi için Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta vd. yerlerde savaşırken gazi olmuşlar…
Yazıklar olsun, bize; ulusal kimlik bilincimizi yitirmişiz!..
* * *
Emperyalistlerin SEVR Antlaşmasındaki amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için, ulusal birliğimizi bozmaları, Atatürk’ün kurmak istediği “ulus devlet”imizi yıkmaları/ ülkemizi parçalamaları gerekiyordu. Bunun için önce ulusal kimlik bilincimizi yok etmeli idiler. Bu amaçla yıllarca sistemli bir şekilde çalıştılar. Kendilerine yardımcı olacak hainler bulmakta da güçlük çekmediler. Sonuçta ulusal değerlerimize duyarsız bir toplum olduk.
Askeri birliğin nizamiyesindeki bayrağımız gönderden indirilip yakıldı. Ülkemizi parçalamak isteyen teröristler davul zurna ile karşılanıp otobüslerin üzerinde zafer turları attı. Resmi televizyon kanalının her gün hava durumunu gösterdiği haritasında, ülkemizin doğu ve güneydoğusunu “Kürdistan” sınırları içinde gösteren Barzani, kırmızı halı ile karşılandı; iktidar partisinin kongresinde “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratıyla alkışlandı. Geçmişte Genç Cumhuriyetimizi yıkmak için devlete isyan etmiş hainler kahramanlaştırıldı/ heykelleri dikildi. İçimizdeki hainlerce, millet olarak “Ermeni katili” olmakla suçlandık/ suçlanıyoruz. Kurtuluş Savaşımızdaki hainler kahraman, kahramanlar hain ilan edildi. Ulusal birliğimizin harcı Atatürk’e ve annesine açıkça en ağır hakaretler edildi vs. vs. Hiçbirine, ulusça ayağa kalkıp gerekli tepki göstermedik. Hatta “keşke Yunan kazansaydı” diyen hainler devlet katında itibar gördü…
Öyle görülüyor ki emperyalistler epey yol aldılar ve amaçlarına erişmek üzereler…
* * *
Televizyonlarda her gün terör haberlerini izliyoruz: “çatışma çıktı ya da EYB patladı; şu kadar şehit, şu kadar yaralı...”
Üzülmeyenler de vardır ama genelde şehitlerimize üzülüyor ama yaralıları umursamıyoruz. Onların ellerine sanki diken battığını sanıyoruz. Oysa çoğu günlerce, hatta aylarca “keşke şehit olsaydık” diyecek kadar büyük acılar, ağrılar çekiyor, ameliyat üstüne ameliyat oluyorlar. Uzun süren tedavinin sonunda hastaneden ağır engelli olarak taburcu edildiklerinde toplumun duyarsızlığı ile karşılaşınca, ömür boyunca sürecek çok daha ağır acılar yaşamaya başlıyorlar... Gaziler günü nedeniyle özel yazı yazma gereği duyan az sayıdaki yurtsever yazarlar arasında bulunan Sevgili Yılmaz Özdil dünkü yazısında, kendisi de gazi olan Sayın Koray Gürbüz’ün, gazilerin anılarını topladığı “UNUT MAYIN/ Gazilerin Gerçeği” (Kırmızı Kedi Yayınları, 2017) adlı kitabından alıntılar yapmış. Aşağıda bazı örnekler sunduğumuz, gazilerimizin yaşadıklarını ve duygularını anlamak için okuyun…
* * *
YILMAZ ÖZDİL : Senede bir gün…
Selim Acar…
“Bir anda kolumu kaldıramadım, vurulduğumu anladım, kurşun göğüs kafesimin altına girmişti, zor nefes alıyordum, ölümü beklemem gerekiyor galiba diye düşündüm, birinin ‘Selim öldü' dediğini duydum, ‘ben ölmedim' diyemedim, sesim çıkmıyordu, meğer vücuduma üç kurşun girmiş, uzuv kaybım var, iç organlarım parçalanmış, askerden sonra dört yıl serseri mayın gibi kendimi aradım, neredeyim, neler oluyor diye günlerimi geçirdim, tek tek şehit arkadaşlarımın mezarlarına gittim, oraya mı aitim, buraya mı aitim, algılayamıyorum, bazen kendimi tuvalet kağıdı gibi hissediyorum, kendi vatanımızı savunduk ama, sanki paçavrayız.”
★
Erhan Atik…
“İnsanların duyarsız olması beni çok üzüyor. Kimi insanlar ‘bana ne, benim için mi vuruldun' diyor. Bu cümle beni bitiriyor.”
★
Erol Aydın…
“Davul zurnayla gittim, koltuk değneğiyle döndüm, bazı insanlar ‘devletten maaş alıyorsun, daha ne istiyorsun?' diyorlar.”
★
Erol Ayhan…
“Karaciğer, bağırsak, böbrek, kalp, ortopedi, beyin, sinir cerrahisi, üç ay içinde 41 ameliyat oldum, bacağımı diz üstünden kestiler, yıllar geçti, hâlâ vücudumdan şarapnel parçaları çıkıyor, biz gazileri biz gazilerden başka kimsenin anlamadığını gördüm.”
★
Reşat Bakır…
“Sinir uçlarım çok hassastı, protez taktığımda çok canım yanıyordu, sürekli evdeydim, dışarı çıkamıyordum, ama çocuklar anlamıyor ki… Oğlum yanıma geldi, ısrar etti, birlikte parka gittik, banka oturdum, salıncağa binmek istiyor, kaydıraktan kaymak istiyor, onunla birlikte oynamamı istiyor, bakıyor, etrafındaki babaların hepsi çocuklarını kucaklarına alıyor, oğlum da aynısını istiyor, hadi gayret edeyim dedim, kaldırmak istedim, ikimiz birlikte düştük.”
★
Mehmet Çamkerten…
“Vuruldum, sırtüstü yerdeyim, o anda sol yanıma el bombası düştü, kalkmak istedim, kalkamadım, şehadet getirdim, el bombası patlamadı… Şimdi televizyonda seyrediyoruz, bir belediye otobüs şoförü iki kolu bir bacağı olmayan gaziye ‘şerefsiz' diye bağırabiliyor, 16 arkadaşım boşuna şehit olmuş, boşuna gazi olmuşuz.”
★
Rafet Değerli…
“Korucuların köyünü bastılar, oraya gittiğimde şoke oldum, sobanın kuzinesinden altı aylık bebeği çıkardım… Köyden ayrıldık, 10 dakika gitmeden mayına bastım, sol ayağım, ayak bileğim, parmaklarım, tarak kemiğim, hepsi gitti, dizime kadar yanıktı. 2000'li yıllara kadar gazinin anlamı vardı, nereye gidersek, devlet kurumlarında müdür bile kapıda karşılardı, güleryüzle buyur ederdi, gazinin şu an anlamı da yok, değeri de yok.”
★
Metin Erdem…
“Şarapnel geldi, gözüm aktı, babam şehit oldum diye sela verdirmiş köyde, mezarımı kazdırmış, bugün bile hâlâ kafamı hissetmiyorum, sonra gidip Abdullah Öcalan'la müzakere yaptılar!”
★
Fazlı Ersan…
“Çatışmaya girdik, elim koptu, şuurumu kaybettim, bir ara bulutların arasında gidiyordum, herhalde şehit olduk gidiyoruz dedim… Türk-Kürt çatışması diyorlar, benim hanımım Kürt, ne çatışması? Bir ortama girdiğimizde gaziyiz diyoruz, vebalı gibi bakıyorlar. Artık polis bile gaziye saygı göstermiyor.”
★
Zekeriya Gökyar…
“Belim kırıldı, felç oldum, 19 yıldır yatağa bağımlı yaşıyorum, şu kadarını söyleyeyim, hakkımı helal etmiyorum.”
★
Kadir Garip…
“Reklam panolarına ‘referandumda evet demek, şehit ailelerine ve gazilere pozitif ayrımcılık demektir' diye yazmışlardı, tam tersine, durumumuz daha da kötüleşti. Sokakta gördüğüm çocuklar bana afacan afacan baktığında, lanet okuyorum bu hayata… Bana ‘baba' diyecek bir çocuk sesi duymak istiyorum. Kullanamadığım bacaklarıma inat, koşup zıplayan bir evlat istiyorum, çok mu?”
★
Emrah Güneri…
“Patlamayla havaya uçtum, elime şarapnel isabet etmişti, acıdığını hissettim, eldivenimi çıkarırken bir asker botu gördüm, tanıdık geldi, ayaklarıma baktım, kan fışkırıyordu. Ayağım kesildi. İnsanlar bizi gazi olarak görmüyor, sadece engelli olarak görüyor.”
★
Yunus Kara…
“Sol ayağım kömür olmuş, sağ ayağım diz üstünden kopmuş, üstümde sadece boş palaska kalmıştı. Şimdi haklarımız öylesine kısıtlı ki, istediğimiz protezi bile alamıyoruz, ayağımın canlısını verdim, sahtesini alamıyorum!”
★
Ömür Karaman…
“20 yaşımda askere gittim, 37 yaşındayım, 17 senedir tedavi görüyorum, 20 defa ameliyat oldum, yüzde 93 engelliyim, hiç sosyal hayatım olmadı, evliliği düşünmeye vaktim bile olamadı, bütün ömrüm, gençliğim hastanede geçti, milletin onurunu, namusunu korurken bu hale geldik, şimdi çevremde bazıları ‘Ömür'ün psikolojisi bozuk' diyorlar, ben de ‘Allah kimseye benim yaşadıklarımı yaşatmasın da, varsın beni anlamasınlar' diyorum.”
★
Selami Karanfil…
“Gazi olarak onurlu şekilde yaşayamıyoruz, milli bayramlarda bayrak asacak cesaretim bile kalmadı, Mustafa Kemal Atatürk'ün olmadığı yol, karanlıktır. Türkiye maalesef yoldan çıktı.”
★
Hüseyin Kocalar…
“Ayağıma baktım, yok. İnşallah rüyadır diye dua ediyordum ama, rüya değildi. Hükümet bize iyi gözle bakmıyor. Biz ne yaptık vatanımızı korumaktan başka?”
★
Sabahattin Külah…
“Benim ayağımı alan adamlar şu an Meclis'te!”
★
Bektaş Oruç…
“Şehit için isyan etmiyorsun, gazi için isyan etmiyorsun, ‘bu çocuk 20 yaşında kör olmuş, kolu bacağı kopmuş' demiyorsun, ne yapayım böyle halkı, ne yapayım böyle devleti!”
★
Kadir Özbayar…
“Kafamdam vuruldum, gazi sayılmıyorum, gazi olabilmek için illa kaçakçı mı olmak lazım?”
★
Cengiz Özerden…
“Belediye otobüsüne bir kere bindim, otobüs şoförü ‘geç geç bedavacı' dedi, bir daha belediye otobüsüne binmedim.”
★
Hüseyin Sevik…
“Kimseye muhtaç değilken, kucakta taşınmaya başladım, biraz sesimiz çıksa, ‘sana iş veriyoruz, maaş veriyoruz, daha ne istiyorsun?' diyorlar, bu saatten sonra bana dünyayı verseniz ne olur.”
★
Ömer Sevinç…
“51 ameliyat geçirdim, 14 yıldır hastanede yaşıyorum, ne zaman çıkacağım belli değil, bir gözümü, iki bacağımı kaybettim, şimdi bize ‘gazilik sektör oldu' diyorlar! Hesabını biz soramıyoruz ama, yüce Allah soracaktır.”
★
Cemil Şenoğlu…
“Artık yarım insanım, hükümet bizden çok teröristleri önemsiyor.”
★
Ersin Taştan…
“Adamlar gözümüzün içine baka baka ‘ben Pkk'lıyım' diyor, biz ‘gaziyim' demeye utanıyoruz.”
★
Engin Tunç…
“Bu ülkede gaziler lehine çıkartılan yasa var mı? Ben hiç duymadım.”
★
Hüseyin Turan…
“Mayına bastım, ayağımı gördüm, avazım çıktığı kadar bağırdım, kabullenemiyordum, o an ölmek istedim, böyle yaşayamam diye düşündüm, GATA'ya getirildim, bir gün tuvalete gittim, elimi yüzümü yıkamak istedim, aynaya baktım, korkudan bağırdım, meğer yüzüm, saçlarım, kaşlarım yanmış, farkında değildim. Bugün Türkiye'ye bakıyorum, meğer kaybettiklerimizin hiçbir değeri yokmuş.”
★
Yavuz Yücel…
“Vatanseverlik mi azaldı, toplum mu çıkarcı oldu, bilemiyorum.”
★
Halil Mısırlı…
“Millet bizi unutmasın, hayattan başka bir şey istemiyorum.”
★
Değerli arkadaşım Koray Gürbüz tarafından kaleme alınan “Unutmayın” isimli kitaptan satırlar bunlar.
★
Okurken darmadağın olduğunuzdan eminim ama, gerçekler böyle.
★
Koray astsubaydı.
Bir değil, iki kere gazi.
1991'de Şırnak Gabar'da vuruldu, henüz 18 yaşındaydı, dört ameliyat oldu, geri döndü.
1996'da Siirt Karadağlar'da pusuya düştüler, 18 şehit verdik, Koray'ı öldü diye çatışma bölgesinde bıraktılar, ölmedi.
Bir böbreği yok, dalağı yok, safrakesesi yok, bağırsaklarının bir bölümü yok, karaciğerinin yarısı alındı, bacaklarında ve kollarında parçalı kırıklar vardı, altı ay komada kaldı, 23 defa ameliyat oldu, sol bacağı iki santim kısa kaldı, sol tarafı boydan boya hissetmiyor, sol kolunu kullanamıyor.
Çünkü…
14 kurşun ve şarapnel girip, çıkmıştı!
★
Türkiye rekoru, gazi Hacı Altıner'e aitti, 1951'de Kore'de vücuduna 14 kurşun yemiş, ölmemişti. Koray bu rekoru egale etti.
★
Yılmaz Yiğit mesela, değerli adaşım…
Adı gibi yılmaz, soyadı gibi yiğit.
2007 yılıydı.
Şırnak'taydı.
“Üs bölgesini aldık, terörist grupla teması bekliyorduk ki, bulunduğumuz bölge havaya uçtu, önceden patlayıcıyla tuzaklamışlar, 21 kişiydik, 21'imiz de serilmişti, vücuduma elektrik verilmiş gibi hissettim, sol koluma baktım, sol kolum yok, bacağıma sanki kaynar su dökülmüştü, baktım, bacağım yok, doğrulmaya çalıştım, ayakucumda çukur var, baktım, bacağımın parçaları duruyor çukurda, kelime-i şehadet getirdim, çatışma devam ediyordu, tüfeğim dedim, tüfeğim nerde, sağ kolum erimiş plastik gibi damlıyordu yere.”
★
O an fark etmemişti Yılmazım…
Sol gözü de gitmişti.
★
Ya da mesela… “Yarın bizi yazmayı unutmuyorsun değil mi ağabey?” diye ısrarla telefon eden, değerli kardeşim İzzet Ertunç.
★
1996'da Batman'da mayına bastı.
İki bacağını da kaybetti.
★
Geçen yıl Anıtkabir'e geldi.
Tekerlekli sandalyesiyle merdivenleri aşabilmesi mümkün değildi.
Varlığıyla onur duyduğumuz deniz kurmay albay Ali Türkşen oradaydı.
İzzet'i sırtına aldı, Atatürk'ün mozolesine çıkardı.
★
Kahramanın sırtında kahraman…
En büyük kahramanımızı selamladılar.
★
Bugün 19 Eylül.
Gaziler Günü.
Mustafa Kemal'e TBMM tarafından “gazi” unvanının verildiği gün.
★
Bizler sadece, Mustafa Kemal'in askerleriyiz.
Onlar “gazi” Mustafa Kemal'in askerleri.
★
Vatan denilen kavram…
Şehitlerimizle birlikte, bu insanlarımızdır.
★
Belediyelerdeki, ihalelerdeki hırsızlıklardan komisyon istemiyorlar.
Alt tarafı senede bir gün, hatırlarının sorulmasını istiyorlar, hepsi bu.
★
Sayın açılımcı hükümetimizden, lütfedip biraz da gazi açılımı yapmasını rica ediyoruz!
★
Oğulları pkk'ya katılan annelere gösterilen sımsıcak ilginin, hiç olmazsa birazcığının, gazilerimize, annelerine, eşlerine, evlatlarına gösterilmesini rica ediyoruz!
Süleyman Çelik
2 notes
·
View notes
Text
HAYAT…
Hayatı tanımlayan en kısa cümle nedir?
‘İnsan doğar, büyür ve ölür…’
Doğmak
Büyümek
Ölmek…
Topu-topu üç kelime.
Söylenir ve biter…
Hepsi bu kadar.
Acaba?
Küçüktüm.
Mahallemizde bir kadın aniden ölmüştü.
Çok genç bir kadındı. Hayat doluydu. Beni çarşıya öte-beri almaya gönderir, her defasında şeker vs verirdi. Çok tatlı bir kadındı. Ve çok güzeldi. Gülünce yüzünde güller açardı…
Öldüğüne inanmak zordu.
Herkes şaşkındı.
“Uykuda ölmüş” dediler.
Cenaze alayının peşine takılıp mezarlığa gittim. Dualar eşliğinde mezarlığa koyup üstüne toprak örtüler. Merak içinde toprak atanları izledim. Çok olağan bir işi yapıyor gibiydiler. Herhangi bir iş için çukur kazmışlar, şimdi kapatıyorlardı.
Yüzlerinde mana yoktu; durgun ve kıpırtısızlardı… Ne heyecan, ne keder, ne acıma hissi… İşlerini bir an önce bitirip eve gitme telaşında olan insanlar gibiydiler…
İşlem bitti.
Küreğin tersiyle tepeleme dolmuş mezar toprağına birkaç kez vurup düzelttiler. Kadının kocası başucundaki ağaca ölen kadının başörtüsünü bağladı.
Mezara su döküldü.
Kalabalık usulca dağılmaya başladı.
Büyülenmiştim, tek başıma kaldım.
Neden sonra birisi fark etmiş olacak ki:
-Hadi gidiyoruz dedi.
-Nereye? Dedim.
-Eve.
-Eve mi? Nasıl olur, O burada… Tek başına… Toprağın altında…
Adam şaşırmıştı.
Ben daha şaşkındım.
Demek bu kadardı.
Hayat bu kadar basitti…
Basit…
Hayat mı basitti, yoksa bazılarının hayatı mı basitti uzun süre bunu anlamadım.
Bazı hayatlar var ki, ne basittir, ne de de bir kısa cümleye, üç kelimeye sığar; bazı hayatlar, değil kelimeler, cümleler, iki cihana da sığmaz.
Geçenlerde kaybettiğim Hacı Akyol bunlardan biriydi.
Bu dünyaya sığmadı, diğerine sığar mı bilmem…
Dostoyevski Karamazof Kardeşler’de kendisisini Gruşenko’ya götüren arabacıya sorar:
-Söyle bakalım saf ruhlu Andrey, sence Dmitri Karamazof cehenneme gider mi, gitmez mi; ne dersin?
-Bilmem ki beyciğim, bu sizin elinizde çünkü şeysiniz… Bak beyim, İsa efendimiz çarmıhta can verdikten sonra doğruca cehenneme gitmiş, orada acı çeken bütün günahkârları serbest bırakmış. Cehennem, boş kalacağını düşünerek sızlanmaya başlamış. O zaman İsa efendimiz, ”Ağlama cehennem, öteki dünyadaki unvan sahipleri, devlet büyükleri, baş yargıçlar, zenginler hep sana gelecek!” demiş. “İkinci gelişime kadar hep böyle dopdolu olacaksın…”
Cehennem boş kalır mı bilinmez ama cennet dünyada cehennemi yaşayanlardır dünyayı güzelleştirenler.
Bunlardan biri Orhan kemal.
Hayatını dünyaya sığdıramadı ama kitaplara sığdırdı.
“…Bu satırları sabahın beşinde, buz gibi odamda yazıyorum. Ne odun ne kömür ne de hemen odun kömür alacak para var.
Borç borç, borç…
Tek iş yok.
Ne film senaryosu ne de roman teklifi.
Vadeli olarak iki adet buzdolabı aldım. Bunları yarı fiyatına peşin sattım. Dört aylık ev kirasını ve diğer borçlarını ödedim.
Bu hiç de layık olmadığım yoksul hayata ne zamana kadar, niçin tahammül edeceğimi bilmiyorum…”
Aslında hayatı kısa bir cümleye, üç kelimeye emanet etmek, açıklamak, sadece kolaycılık değil, aynı zamanda hayatın kendisine karşı insafsızlıktır da…
Bir kısa cümle nasıl taşıyacak koskoca bir hayatı…
İçinde; sevinç var, keder, hayal kırıklıkları, açlık, tokluk, işsizlik, aşk, saadet, kahramanlık ve korkaklık… Ve bitmez tükenmez yalanlar…
İnsan nasıl taşır bunca acıyı, yükü…
Zor iş…
Zorluk kelimelerden, cümlelerden ibaret değil; daha zoru hayatın içini doldurmak…
Ne yapar insanoğlu?
Doldurur.
Ölen genç kadının mezarını doldurdukları gibi değil elbet.
İnsan, hayatın içini doldurur.
Ve biriktirir…
Derler ki: “İnsan hayatı, biriktirdiklerinin toplamıdır”
İnsan biriktirir.
Dert biriktirir; hatıra, hikâye, ah biriktirir; keşke… Gülümseme biriktirir; dostluk, vefa…
İnsan biriktirir mesela…
“Güzel hayat isteyen
Güzel insanlar biriktirsin…” der Cemal Süreya.
Biriktiriyor, biriktirdikleriyle yaşıyor, hatırlıyor; unutmuyor.
Sabahattin Ali gibi:
“Gözlerimden öptü,
Ellerimden öptü, ellerimden…
Avuç içlerimden öptü.
Unutabilir misin şimdi?
Ben ölsem unutmam...”
Unutmamak…
Unutmamak için hafıza yetmiyor, kalbiniz de olmalı; hatırlayan, hisseden bir kalbiniz...
Bunu en iyi hissedenlerden biri, Cahit Zarifoğlu:
“ bir kalbiniz vardır onu tanıyınız.
bir şehir kadar kalabalıktır bazıları
bir dehliz kadar karanlıktır bazıları
konuşurlar
isterler
susarlar
dinlememişseniz nice yıl kalbinizi
ev meslek iş para geçim diyerek
düşünün şimdi bir de
şehirlerde kasaba ve köylerde
başını eğmiş kalbiyle söyleşen bir kişi olduğunuzu…”
Ya hatırlayan, haykıran, hakikati bir kamçı gibi yüzümüze vurana ne demeli?
Ahmet Arf:
“…Ne alnımızda bir ayıp
Ne koltuk altında
Saklı haçımız
Biz bu halkı sevdik
Ve bu ülkeyi.
İşte bağışlanmaz
Korkunç suçumuz…”
Diye haykırarak geçip gitti bu hayattan...
Gün battı,
Soldu güller.
Kapandı çoktan kapılar.
Ay çıkacak
Açın gönül pencerelerini…
Desek de;
“Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri”, “Hoyrattır bu akşamüzerleri”, “Ey unutuş kapat artık pencereni” diyerek öldü Ahmet Muhip Dıranas...
Ne cennet, ne cehennem.
Hiçliğe gönül verenlerden biri, Hasan İzzettin Dinamo:
“Aradığım fazla değil
bir lokma ekmek kapısı
ne ebediyetin yapısı
ne cennetin lokantası…”
Yaşamak zor.
Ya yaşamak...
En kıymetlilerimizi, Haziran’da kaybettik.
Haziran.
‘Kiraz Zamanı…’
Olgun kirazlar gibi düştüler dallarından.
Orhan Kemal, Ahmed Arif, Nazım Hikmet, Ahmet Haşim, Cahit Zarifoğlu, Cemil Meriç, Peyami Safa, Hasan İzzettin Dinamo ve Ahmet Muhip Dıranas…
“…Sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!...”
Diye haykırır Hasan Hüseyin hem Nazım Hikmet, hem de Orhan kemal için…
Hayat!
“Yıllar pencerelerimizden kuşlar gibi uçup gidecek, biz, ölüm dudaklarımızda son şarkımızı yarıda bıraktığı gün aynı ürperti, aynı susuzluk, aynı hayranlık içinde can vereceğiz.”
“Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kâinatım(sın)”
Diyeceğiz Cemil Meriç gibi giderken…
Gidenler gitti.
Kalanlara selam olsun.
İyi bayramlarınız olsun…
Mirza ARABACI 🖌️ 🍁 🍁 🍁
10 notes
·
View notes
Text
Tarih: 21 Temmuz Salı
Saat 20:49
Her zamanki yerimde, yine her zamanki şekilde başlıyorum yazmaya. Uzun zaman sonra, yine ilk günkü gibi yazıyorum. Uzun uzun yazıyorum...
Buraya geleli, gönderiler yayınlamaya başlayalı 4 ay oluyor. Koskoca 4 ay. Yaklaşık 120 gün ediyor. 120 gündüz, 120 gece. Onlarca cümle, milyonlarca hece. Dinlenmiş bir çok şarkı, okunmuş bir çok söz. Birlikte oluşturulmuş bir çok anı... Geride kalmış bir çok iz... Dönüp bakınca "iyiki" diyeceğim bir çok şey... Pişmanlıklarım, iyikilerim. Doğrularım, yanlışlarım. Düşüşlerim, kalkışlarım. Gözyaşlarım, kahkalarım... Kısacası; beni "ben" yapan her şeyim. Burada bütün bulmuş halde. Kimseye söyleyemediklerim, doğru mu yanlış mı karar veremediklerim, üzülüp ağladıklarım, sebepsiz yere mutlu olup güldüklerim, tam düşecekken ayağa kalkışlarım hepsi tam karşımda. Zamanla birikmiş, birikmiş ve koskoca bir kitap olmuş vaziyette. Oysa bir zamanlar, kurşun kalemle yazılıp silinmekten harap olmaktaydı. Şimdi o yazılar, tükenmez kalemle yazılmakta. İlk defa korkmadan satırlara dökülmekte. İlk defa çekinmeden durmakta. İlk defa diyorum, ilk defa bir yerde bu kadar güzel durmakta. Okunsun diye değil de, dokunsun diye yazılmakta. Bilemem gerçekten okunuyor mu, okunmuyor mu? Dokunuyor mu dokunmuyor mu? Bilemem ama hissederim. Çünkü insan; "görmeden bilebilir, gitmeden varabilir, dokunmadan hissedebilir." Eğer hayal etmeyi biliyorsa, bir gün elbet o amaca ulaşır...
Ben amacıma ulaşmaya başlıyorum... Gerekirse diyorum, gerekirse tek başıma kalırım ama ben o amaca ulaşırım. Bir gün diyorum, bir gün bu yazdıklarım son bulur ama ben o amaca ulaşırım. Ne yapar ne ederim ama pes etmem. Düşerim, kalkarım. Ağlarım, gülümserim. Yalnız kalırım gerekirse ama yine dönüp dolaşıp kendime gelirim. Sahi, insan kendine gitmeden başkalarına nasıl gider ki? Önce kendimize gitmeliyiz. Önce diyorum, çünkü önceliğimiz kendimiz olmalıyız. Kendini iyileştiremeyen, başkalarına derman olamaz. Ve kendini anlamayan, başkalarını hiç anlayamaz. Zaman, mekan, beden ve bir çok kavram gelip geçici. Hiçbir şeyin kesinliği yok. Yarın yaşayacağımız bile belli değil. O yüzden, ne yaparsak yapalım yaptıklarımızın arkasında durmalıyız. Gerekirse hata yapıp pişman olmalıyız. Gerekirse hıçkıra hıçkıra ağlamalıyız. Gerekirse yalnız kalmalıyız. Hatta ve hatta kaybetmeliyiz. Keşke yerine iyi ki demeliyiz. Bu yüzden, en çokta bu yüzden ayakta kalmalıyız. Ne olursa olsun, herkese ve her şeye rağmen. Bir gün hepsine değecek şekilde. İnatla ve inanarak.
Pes etmeden ayakta kalarak. Sonuna kadar, sonuna kadar umut ederek...
Ve bir mektubun daha sonuna gelerek.
Ve bir kez daha aynı şeyleri söyleyerek;
"Binlerce kez teşekkür ederim..."
"Umut her zaman var, sadece zamanı gelince doğar. Umut edelim, mutlu kalalım...💙"
45 notes
·
View notes
Text
Uçurtma Avcısı
Son zamanlarda okuyup da en en etkilendiğim kitap ile karşınızdayım. Yazarı Khaled Hosseini, Halit Hüseyni’nin Amerikancası yani; buradan da anlaşılacağı üzere Afganistan doğumlu, Tacik asıllı Amerikan bir yazarla karşı karşıyayız. Bu nedenle yazarın Amerika’yı Afganistan’da adeta bir kurtarıcı gibi göstermesini hoş karşılıyoruz. Başka türlü Amerika’da nasıl çok satan olacaktı ki? Kısa realitemizi açıklayıp, bir yandan yazara laf sokup, bir yandan da kitaba buradan eleştiri getirmeye çalışanları haksız bulup, asıl olaylara gelelim.
Haa kitabın efsaneliğinde yazarın bu çok kültürlü yapısının da payı olduğunu belirtelim.
Kitap Afganistan’ın çalkantılı siyasal hayatı üzerinde bir ailenin dramını iliklerimize kadar hissettirerek, yer yer acı çektirerek, yer yer öfkelendirerek bir an bile elinizden bırakmak isteyeceğiniz bir okuma sunuyor.
Kitabın arka kapağı da olmak üzere, pek çok yerde kitabın konusu dostluk, sadakat ve ihanet olduğu söylense de; ben asıl kavramın bu olduğunu düşünmüyorum. Aslına bakarsanız bence karakterlerimizin arasındaki şey dostluktan öte, bir sınıf bilincinin özümsenerek içselleştirilmesi sonucu ortaya çıkan bir itaat düzeni, anlayacağınız bir efendi ve hizmetkar ilişkisi. Bu yönüyle sınıf farkının vurucu anlatımının yanında bir de etnik kimlik farklarının anlatımı daha bir vurucu oluyor. Kitapta “Alt tarafı bir Hazara, ne olacak ki?” gibi bir cümle vardı beni sarsan. Sadece Hazara olarak doğduğu için insan sayılmamak nasıl bir duygudur ki? Ve şimdi kendimize karşı dürüst olalım “alt tarafı bir Suriyeli, veya …” cümlesi hiç mi geçmiyor bilincimizin altındaki karanlık çukurdan? Bu soruyla kitabın bu konusunu noktalayıp, daha derin düşünmeleri kitabı okurken yapacağınızı umayım.
Ve kitapta göz ardı edilen bir asıl nokta daha söyleyeyim mi size, baba figürünün erkek çocuklarındaki yeri. Hem onu kendilerine bir rakip olarak görüp, ömürleri boyunca onu geçme yolundaki çabaları ile bir yandan da onların ufacık bir takdirini kazanabilmek, övgü kırıntısını alabilmek için yapmayacakları şeyin olmaması.
Kitabın çok kilit bir olayı var, ilk başta yazarın olayı canlandırmadan bizim anlayışımıza bırakarak geçiştireceğini sanmıştım; ama böyle bir olayı okuyucuyu asla irrite etmeden, bütün çıplaklığıyla anlatmış olması takdirimi topladı. Hele Hasan’ın kahverengi pantololonu gibi, karın üzerine damlayan kanlar gibi ayrıntılar tüylerimi diken diken etti.
Çok uzun olmaması adına sayamadığım çok fazla şey var kitapta, bir ülkeye iltica ederken bir tankerin içinde haftalarca seyahat etmek zorunda olmak nasıl bir şeydir, bir ülkede yabancı olmak, mülteci olmak nasıl bir şeydir, vicdan azabı nedir ve insan bir nebze bundan kurtulabilmek, birazcık olsun ferahlayabilmek için neleri göze alabilir? Baba’nın Rus askerine direnişi, direnişin aslında ne kadar önemli bir şey olduğu, otorite sandığımız şeylerin belki de birer yanılsama olduğu. Afganistan’ın kültürü, tarihi, Hint Dizilerinden tanıdığım uçurtma savaşlarının nasıl bir gelenek olduğu…
Yazarın üslübuna gelecek olursak yalınlığı, akıcılığı ve anlatının yoğunluğu müthişti.
Bu kadar övgünün üzerine bir iki ufak eleştiri de nazar boncuğu olarak şuracıkta dursun. İlk olarak Emir’in geriye dönüşlerinin pek çoğunun zaten bildiğimiz olaylar olması tekrara neden olmuş. Bunun yerine başka anılar ekleyerek olayları zenginleştirebilirdi gibime geliyor. Kitabın ikinci kilit noktasındaki tesadüfler biraz fazla gibi görünse de asla rahatsız etmedi. Son olarak da Emir ve Babası’nın Amerika’ya göç etme çabaları sırasında karşılaştıkları arkadaşları ve hikayesi bence biraz fazla idi, bu kadar yoğun dramın arasında o karşılaşma ve intihara bence gerek yoktu.
Bu muhteşem kitabın bir filminin olduğunu da ekleyeyim, ancak kitabı önce okumak şartı ile :)
1 note
·
View note
Text
böyle beslerim p10
yalancı bankaların berbat animasyonlu, çirkin yaratıklı reklamlarıyla kandırılmayalı oldukça uzun vakit geçmiş, tam da kelime dağarcığım yerli yerine gelmişken; dağ köylerinden yavaşça inen dört çarpık tekerli araçlar tahtadan evlerimize uğrar. bazıları hala kravatlıdır adamların ve sıcaktan değil; ağaçtan bunalmışlardır. ikisi memleketlimdir üstelik! yalan söyler; “burada doğdum” derim. sanki şehirdekilerin ellerinden her şeylerini almamış gibi ormanlarımıza pişkinlikleriyle dalıp -e bir çayım varsa- içmek isterler. “çay bu mevsimde kurur, şaraptan ırmaklar var dünyamızda” derim. şarabiçmekten utanan bir avuç ahmaktırlar, resmi elbiselerinin gözleri, şortumun henüz düğmesi hiç açılmamış göt cebine dikilidir. bunca zamandır yaşadığım bu cennette ilk kez bugün, benim günüm değildir. oldukça rahatsız taştan basamaklarıma oturup yeni kampanyalarından bahsederken gülme krizim gelir. kulağıma eğilip, dinlemesem bile saygılı olmamı istersin. eski filmlerdeki, arazisine girilmesini istemeyen, pis şapkalı, uzun sakallı ama ilerleyen dakikalarda küçük bir çocuğa dedeliğin hasını yapacak, aslında altın kalpli mendeburlar gibi bağırarak kovalarım gelenleri, alındı makbuzlarından bir koçan düşürüp uzaklaşırlar. kızarsın kaşlarını indirip suratıma, “hayalini neden dinleyeyim, gerçeğine isyan etmişken” derim. bir ağaca tırmanıp kaybolursun, henüz aşılamadığım bir ağaca tırmanıp… ayrılıkların ardından iç huzurumu yokuş aşağı vurdurmaya çalışan en yakın arkadaşlarım, üç maymun tatil köyüne vip rezervasyon yaptırmışlardır bile. onca terk edilmenin sebebiyle, köşe odam ayrılmıştır her seferinde. “rakı balık yapalım mı lan hadi, ne dersin ha?” hani terk bile etsen, hani sevmesen de… şöyle güzel bir cümle kurmadın bir kez bile. işte o yüzden erkekler erkekleri seviyor, işte o yüzden kadınlar kadınları sevmiyor. o yüzden kadınlar erkeklere çok boş bakıyor, o yüzden erkekler kadınları ikinci dublede hoş karşılıyor. o yüzden ormanda ayrımcılık yok; çünkü yılanlar insanları ısırabilir, ama traktör de geçebilir üzerlerinden. o yüzden rakı masasının yanında ayakta beklemek gibi yüz milyonda bir olasılıklı ve anlamsız seninle her şey. yedirmiyor boğazıma diziyorsun, içirmiyorsun, içirmeyeceksin... ben; kırık ayağının altına yassı bir taş koyduğun masanım senin. arada bir gelir dirseklerini dayayıp denize bakarsın, çay içersin veya okey oynarsın. kısa sürelidir ya işin benimle, o ayağı garsona şikayet etmezsin yapıştırın diye. ya da şöyle tamamen kırmazsın da güçlü bir tekmeyle. sen masadan kalkınca küçük bir çocuk, gelir taşımı alır… üzerime boca ettiğim içkilerin kokusundan olsa gerek; arkadaşlarım denizin üzerinde uçmaya hevesli peygamberler gibi seke seke, benden uzaklaşır. ... gece olunca, kravatlıların kalabalığını özlerim, ancak dağın başı pişmanlığa izin vermez. “koy götüne!” dersin yukarıdan bir yerlerden: “yalnızlık, hiç kimsenin sonucu olamamaktır. sebebi de…” sebepsiz içine itildiğim yalnızlıklarımın bir kısmını, ateşin yanına serip kalanını da üzerime örtünce; gece başlar, köz biter, yine masal yok, karnım aç, şarapların dibi gelmiş, yıldızlar, allahları hep enselerinde yıldızlar… korkunç olduğu kadar; komik de bir gece başlar. rüyalarımda sesin hiç de peri masallarındaki sarışın hatunlarınkine benzemez. aksine kötü kalpli cadı, senin o esmer güzelliğine dublaj yapar: “burada doğmadın. evimize gel.” gitmeden önceki son tonlamaların gibi yine alaycı, yine yapamayacağımı çok iyi bildiğin bir konuda en az iki saat önceden inci gibi dizilmiş kelimelerinle, yine üzerime üzerime… tekrar ederim: “tekrar ediyorum, bizim artık evimiz yok.” “olsun. hemen uyan! evimize gel.” her ne kadar benden nefret de etsen, zarar görmemi hiçbir zaman istemediğini bildiğimden, aniden uyanıp kasıklarımın hemen dibinde, koca burnunu sağa sola oynatan gri domuza, onunkinden daha kalın bir çığlıkla cevap veririm. saldırmayı kafasından geçirir bir an, gözleri iyice açılıp yandan bir bakış atar. benimle uğraşmaya değmeyeceğini o da kısa sürede anlar. çok da aceleci olmayan adımlarla uzaklaşırken, dolu dolu ağlarım korkudan. “üzülme!” dersin. “daha çok uzun yılların var.” “zamanla derdim yok, korktum; çünkü bugün de yenemedim.” derim. “haydi! uğraşma artık bunlarla. burada doğmadın sen, kalk yerimize yat.” en yüksek ağacıma tünersin. … alaylı olmasan anlarım ama çok yeteneklisin, neredeyse inanıyordum. öğlene doğru ilk otobüs kalkıyor nasıl olsa. sana inanıyordum ve neredeyse yeniden, gün içinde binlerce banka şubesini farkına varmadan tavaf ettiğim halde, hesabıma hiç sevap ya da döviz yatırılmayan eski hayatıma dönecektim. neredeyse... gel gör ki; sabahına iki yavru domuz geldi geçti, önlerinde korkunç anneleri. ayak sesleri bile komik iki yavru, beni vazgeçirdi. … ahlatlar macun olmuş yerlere düşerken, aklım artık sende değil, korkularımın en gerisinde; küçük sevgilerde. kendime, sevdiklerimden bakiye, koca yaratıklar aşılamışım bunca zaman. oysa yaz günü dereleri kurumuş bu dünyada, canavarların bile sevimli çocukları var. evet burada doğmadım ben, burası üzerime yaşadı. üzerime yıldırımı çeksen bile tırmandığın ağaçlardan, senin hiç bitmeyen reklamlarını en güzel gökkuşağımın önüne alıp vakit kaybedemem. “bankaların yavruları bile elektronik sevimsizdir. git onlarla uğraş, bulaşma bana!” … hep sol tarafıma yatıyorum burada. çok estiği geceler, sağ kulağım ağrıyor. tulumun rahatsızlığından bunaldığımdan beri, ellerimi koltuk altlarıma sokup, üzerimi örtmeden, sabahına göz kapaklarımı yavaşça açarak kameranın netliği yakalamasını sabırsızlıkla bekleyecek seyirciler gibi, dudaklarını büzmüş hala ne de güzel uyuyan seni görerek uyanayım diye sol tarafıma… meğer beni burada her sabah, aynı boşluğunun acısıyla uyandırmaya kıyarak gitmişsin. … ha ama bir gün tüm mevduatımı çeker geri getirirsin… bilemem ki! belki o zaman işler değişir, el ele köy pazarında gezeriz. bira içip denize girer, denizden çıkıp bira içeriz. saçlarını rüzgar kurutsun bırak, aç ağzını yakala şu fıstığı derim. koy götüne leş yıldızların, ben seni papatyadan bileklikli, her ne ihtiyacın olursa dahil tatillerde beslerim.
5 notes
·
View notes