#boş boş bakmak
Explore tagged Tumblr posts
Text
Gün☀️aydı☀️💙
Yine sabah oldu, gün aydı☀️
Kaçıncı sabahlarım oldu sayamadım🥀
O kadar çok işte.🥀
Ne zor şey uyumaya çalışmak,🥀
Kalbini binbir türlü düşüncelerden arındırmak,,🥀
Boş boş duvara, perdeye bakmak🥀
Hatta iç sesinle bile tartışmaya girmek...
Sevgilerimle 💙
142 notes
·
View notes
Text
Çok Hızlı! (17) (Orhan 36 Y., Bursa)
Ertesi sabah işyerine gittim. Nur dün ona aldığım kıyafetlerle, "Günaydın!" dedi. Kahvemi Güzin yapıp getirdi. İkisini de karşıma oturtup, iş bölümünü nasıl yapacaklarını sordum. Biraz anlattılar. Müdahale edeceğim yerlerde ettim. Sonra da, "Kızlar maalesef çıkmam lazım, Behiye hanımla arazi bakacağız!" dedim. İkisinde de surat düştü...
Behiye abla ve Fatma ile beraber araziye baktık. Çok beğendiler, hemen kafalarındaki şekilleri anlattılar arazi üzerinde, mühendis arkadaş yanımızdaydı zaten, hepsini not etti. Özellikle arazinin etrafının duvarla örülmesi işi fena maliyet tutacaktı. Ama Behiye abla yüksek duvar olmasını özellikle istedi. 5 metre dedi, ama 3 metreye zor ikna ettim. İlave olarak araziye giriş kapısının iki yan tarafına 2+1 olarak 3 adet müştemilat yapılmasını istedi. Köy kuracaktı sanki. "Biri Muhittin abine!" dedi göz kırpıp gülerek. Saat 16:00'da zor zar evlerine bırakmak istedim, "Bugünlük beni mazur görün!" diyerek. Behiye abla gülerek, "O zaman bizi Muhittin abine bırak!" dedi. Umurumda değildi.
Onları bırakıp büroya gittim. Güzin beni görünce, o gün gelen kiraları ne yapacağımızı sordu. "Bankaya yatır!" dedim. Gözlerimin içine baktı ama bezgin bir yüz ifadesiyle. Ona, "Ben de şimdi emlakçıya gideceğim, sen parayı yatır gel, ilk günden Nur yalnız kalmasın büroda!" dedim. Güzin paraları toplayıp gönülsüzce çıktı.
Güzin daha köşeyi dönmeden Nur kapımdaydı. Ben masadan kalktım, Nur koşarak geldi, sarıldık, "Aşkım çok özledim!" dedi. "Git kapıyı kilitle hayatım!" dedim. Kapıyı kilitledikten sonra elinden tutup gizli kapıdan arka daireye geçtik. Yanıma koltuğa oturttum. Elele gözgöze bir saate yakın küçük dokunuşlarla tıpkı liseli aşıklar gibi oynaştık koltukta. Bugün onunla sevişmek değil, sadece seyretmek, konuşmak istiyordum. Hayaller kurup konuştuk. İkimizin de boşanması ve gerekirse herşeyden, herkesten uzaklaşıp başka bir şehirde yeni bir hayat kurmak ta vardı hayallerimizde.
Kimsenin bilmediği bir şey daha vardı. İnşaat esnasında elektronikçi arkadaşıma tüm odalara gizli kameralar yerleştirtmiştim. 24 saat ses ve görüntü kaydı yapıyor, bunu şifresini sadece benim bildiğim bulutta topluyordu. Sıva altından enerji kabloları geçirilmişti, kimse mercekleri göremeyecek şekilde yerleştirilmişti kameralar. Hem de değişik açılardan odaları alan birden fazla kamera. Bunu yarın öbürgün ters giden bişeyler olursa diye garanti olarak yapmıştım. Bunları gösterip Behiye abladan yüklü bir ayrılma hediyesi bile koparabilirdim. Aksi halde de, arabamla birlikte, bankadaki para büyümüş 250.000 Dolar gibi bir rakama ulaşmıştı.
Bu arada Güzin bankadan gelmiş, Nur'a mesaj atıyordu, "Nerdesin?" diye. Nur usulca çıkıp lavabodan çıkar gibi yapıp Güzin'e kapıyı açtı. "Lavaboya gitmem lazımdı, büro boş, giren çıkan olmasın diye kilitledim!" dedi. Güzin, "Orhan nerde?" dedi. "Gitti, sen çıktıktan hemen sonra!" dedi Nur. Güzin, "Eee, arabası burda?" dedi. Nur da, "Emlakçı arabasıyla gelip aldı!" dedi. Bunun üzerine emlakçıyı aradım, arka kapıdan aldı beni. Arazi sahibini de çağırdık, konuştuk anlaştık, tapudan randevu alındı. İşlemler başladı. Akşam arabamı alıp direk eve gittim, Merve, Sevgi ve Güzin'in mesajlarına rağmen.
Evde karım, kayıpederlerin evdeki mobilyaları değiştirmek istediğini, bizim İnegöl'deki satış mağazasına gidip bakmak istediklerini söyledi. "Tamam, sabah ararım patronunu, gider bakarsınız!" dedim. Karıma dokunmak istemiyordum, ama karım sürtününce görev icabı sikip yattım.
Ertesi gün tapuda, bankada işler vardı. Genel vekaletle arazi ile ilgili işlemleri hallettik. Öğleden sonra bir mimarla görüştük. Sonra bir havuz firması ile, mimar, mühendis ve havuz firması gereken detay planları çizecek haber vereceklerdi. Hepsi birlikte, "Detayları akşam yemeğinde konuşalım." dediler. Tüm gün büroya uğramamıştım, ama, "Tamam!" dedim.
Karımı aradım, ulaşılamıyor. Kayınpederi aradım, ulaşılamıyor. Kayınvalideyi aradım. Bir adam açtı telefonu. "Kimsiniz?" dedim. "Ben Polis memuru..." dedi. O an başımdan kaynar sular döküldü. Daha iki dakika önce telefonuna bakan mimar, "İnegöl'de tır kırmızı ışıkta bekleyen arabaların arasına dalmış!" dedikten sonra aklıma düşüp karımı aramıştım...
15 gündür işe güce gitmiyor, evde boş boş oturup, duvarlara bakıyordum. Tır arkadan gelip arabayı ikiye bölmüş. Sağ arka koltukta pusetinde uyuyan kızım ile ön sağ koltukta oturan kaynanam küçük çiziklerle kurtulurken, sol tarafı altına katıp katlaya katlaya başka arabaların üstüne yığmış, karım ve kayınpeder tanınmayacak halde vefat etmişti.
Kayınvalide cenazeler vesaireden sonra kızımla kendi evindeyken, ben de kendi evimde perdeler kapalı, içki ve mezeyle, duş bile almadan, seyrettiğim amerikan filmlerinde kendini kaybetmiş alkolikler gibi peri��andım. Karımı çok sevdiğimden değildi. Nur ile hayaller kurduğumuz günün ertesinde karımın ölmesi suçluluk duymama, kendimi kötü hissetmeme neden oluyordu...
Cenazeden sonraki gün tüm ısrarlı çalışlarına rağmen ben kapıyı açmayınca, Behiye abla çilingir çağırıp açtırmış, kapının kilidini değiştirtmiş, hemen hemen hergün uğruyorlar, ama beni genelde sarhoş ya da sızmış buluyorlardı. Behiye abla, Fatma, Sevgi ile Hikmet, Nur, Güzin, Dr. Ahmet ve Merve, hatta bir keresinde Muhittin abi bile geldi diye hatırlıyorum. Ya sarhoş oluyordum, ya da yarı sızmış.
Kazadan sonra 3 hafta falan geçmişti herhalde. Behiye abla geldi. Birkaç saat sızdıktan sonra kalkmıştim ve tekrar içmeye başlamıştım. Neden böyle davrandığımı, hayatın devam ettiğini, kızım için toparlanmam gerektiğini... hepsinin söylediği klasik şeyleri anlatıyordu. Sanırım dolup taşmıştım. Ona, (Nur kısmını anlatmadan) kazadan bir gün önce, boşanmayı düşündüğümü, suçluluk duyduğumu anlattım ağlayarak. Bir yere telefon etti, sanırım Dr. Ahmet'e, tanıdığı önereceği bir psikolog sordu. Sonra da, "Eve gönder gelsin, ama bugün gelsin!" deyip telefonu kapattı. Sonra ortalığı toplayıp, beni zorla banyoya sokup güzelce yıkadı.
Birkaç kez telefonu çaldı, konuştu. Ben içki ararken, hepsini lavaboya döktüğünü söyledi. Dökse ne olur ki, tek telefonla yığıyordu kapıya, tekel bayisi benim gibi müşterisi mi vardı sanki. Bir saat sonra kapı çaldı. Tanımadığım bir erkek sesi. Psikolog eve geldi, para nelere kadirdi. Behiye abla diğer odalarla uğraşırken, adam 2 saate yakın hiç bakmadığım açıları anlatıp, beni biraz olsun toparladı.
Ertesi gün işe başladım, ama 4-5 seans sonra ancak eski Orhan olma yoluna girdim. O arada ilginç bir telefon aldım. Birisi benimle görüşmek istiyordu, İstanbul'da bilinen bir inşaat firmasının sahibi. Ertesi gün için randevulaştık. Ulus'ta binanın önüne gittiğimde kapıdaki görevli bayan direk bir yere telefon etti. Bir güvenlik görevlisi beni en üst kata çıkardı. Bir sekreter karşılayıp, kocaman bir ofise aldı beni. Karşımda 40-45 yaşlarında biri. Tokalaşıp tanıştık.
"Orhan bey, bundan 15 yıl önce ben bir firmada şantiye şefiyken bir fabrika inşa ediyorduk İnegöl'de, orada tanıştım rahmetliyle, bana çok güvendi, çalışmamdan etkilendi, bana bu inşaat şirketini kurdurdu, ilk birkaç yıl işleri toparlayana kadar da destek oldu. Resmen ortak da olmadı. O yat kazası olduğunda ben yurtdışı şantiyelerinden birindeydim. Dönünce kadın acılı diye annesini arayamadım. Sonraki aramalarımda da kendimi ne kadar anlatsam da anlamadı. İki kez evine gittim. Tanımadığı için içeri de almadı, anlatamadım kendimi, en son avukatlarıma dedim, bulun kim ilgileniyor rahmetlinin işleriyle diye, ancak 6 ay önce buldular Behiye hanımın izini. Ama ben hesabı kitabı çıkarsın bizimkiler diye beklerken iki büyük proje daha aldık. Sonrasında senin kaybını öğrendim, ancak bu güne dek sallanıp kaldı mevzu!" dedi.
Ben anlattıklarını düşünürken, telefon edip birilerini çağırdı. "Şimdi! Bizim rahmetliyle yazılı olmayan bir anlaşmamız vardı, her yıl çağırır, kazancın yüzde 50'sini verirdim. Ona her zaman müteşekkirim, firma sürdüğü sürece benden sonra bile bu para size ödenecek. Behiye hanım ile telefonda konuştum herşeyi, size aktarmamızı rica etti!" dedi. (Behiye abla bana bir şey söylememişti).
Birileri geldi, sunumlar yaptılar. Dünyanın çeşitli yerlerindeki şantiyeler vs. son 3 yılın bilançoları, en sonda da bir rakam belirdi sunum ekranında. 32 milyon Dolar! "Bu sizin hakedişiniz, banka hesap numarası vereceksiniz, bunun vergisi algısı hepsi halledildi, bu net rakam, resmi kılıf işini finansman yöneticileri halledecek. Siz hesap numarası vereceksiniz sadece!" dedi...
Yolda dönerken halen inanamıyordum. Bir yıl önce bir fabrikada muhasebeciydim. Evet maaşım iyiydi de, 3 asgari ücret kadardı. Şimdi milyon Dolarlar gelip geçiyordu elimden. Akşam Behiyeye gidip durumu anlattım. Behiye abla, "Bak işte, sen Tanrının sevdiği kulusun ki, yağdırıyor!" dedi.
Aklıma gelen bir fıkra içimi biraz burksa da güldüm. (Adam milli piyangodan büyük ikramiye kazanmış, Ankara'ya almaya giderken kayınçosu telefon etmiş, "Enişte nerdesin, ablam vefat etti!" diye. Adam da, "Yüce Tanrım, verdikçe veriyor!" demiş.)
[Orhan]
42 notes
·
View notes
Text
Sevişene kadar aşka inanıyorum. Ondan sonrası hep bir sıradanlık, hep bir yavşaklık. Bazen insanın dokunmaya kıyamaması gerekiyor. Sadece bakarak sevmeyi öğrenmek lazım. Bazen saatlerce bakmak.. “Kahven bitti, bırak fincanı elinden” demeli sevgilin. Öyle bakmalısın işte, boş fincanı saatlerce elinde tutacak kadar.. Bazen de şakalar yapmalısın, “1-2 saat işim var, sonra yine seni seveceğim” gibi. Sevgilin gülmeli bunlara, sırf seni sevdiği için.. Biraz dinleneceğim, sonra seni sevmeye devam ederim.
Karşındaki seni çözene kadar varsın, çözüldükten sonrası hep bir sıradanlık...😏
~~~
20 notes
·
View notes
Text
" Hiçbir şey yapasım yok... Sadece boş boş duvara bakmak istiyorum. "
121 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
242. BÖLÜM - TaiChang dağının zirvesi - Binlerce çeşit tozun yere çöküşü -
Aniden tüm cennet mensuplarının ifadeleri Pei Ming’den daha okunamaz hale geldi.
Beyaz cübbe içinde, ifadesi sakin ve huzurlu, tavırları zarif ve yavaş biriydi. Xie Lian’di. Tüm grup onu selamladı, “Majesteleri”, “Ekselansları.”
İfadeleri ve sözleri çok dikkatli, kibar ve nazikti. Xie Lian da herkesi kibarca selamladı ve misafirperver bir jestle ileri gitti, “Lord Yağmur Ustası.”
Yağmur Efendisi, geçici olarak inşa edilmiş kulübenin önüne gelmiş, büyük, koruyucu siyah öküzün dizginlerini tutuyordu ve selamlamak için başını bu tarafa doğru eğdi.
O siyah öküzün sırtında, gelme sebebi olan devasa kutular dolusu ürün vardı ve görünüşe göre bunları yedikten sonra ruhani güçleri beslemenin inanılmaz bir etkisi vardı, bu yüzden cennet mensupları duyduklarında bir grup heyecanla paylarını bölüşmeye gitti. Hiç gitmeyen bir grup da vardı, Xie Lian da onlardan biriydi. Lord Yağmur Ustası konuştu, “Sizin için başka bir şey getirdim ekselansları.”
Xie Lian gülümsedi, “Ah, şimdiden teşekkürler! Nedir?”
Yağmur Ustası kolunun içinden küçük beyaz bir beze sarılı bir şey çıkardı ve açtığında Xie Lian'ın gözleri anında parladı, “Çok teşekkür ederim, Lord Yağmur Ustası! Her yerde bunu arıyordum!”
Feng Xin de bakmak için yanına geldi ve yorum yaptı "İnanılmaz nadir ipek! Bu mükemmel! Artık şu senin oyuncağını tamir edebilirsin!"
Xie Lian kolunu karıştırdı ve ikiye ayrılmış beyaz bir ipek kumaş parçası çıkardı, mutlulukla konuştu, “Evet, sonunda, RuoYe’yi tamir etmek için gerekli materyal bulundu! Hemen gidip onu dikeceğim!”
Ancak Feng Xin onu durdurdu, “Dikmek mi? Sen mi?! Unut gitsin, sen ne dikebilirsin? Yardım etmesi için başkasına sor.” Ardından kafasını çevirdi ve bağırdı, “MU QİNG! GEL VE İŞE KOYUL!”
Mu Qing tembelce yürüdü ve soğukkanlılıkla cevap verdi, “Ne? Ne demek istiyorsun? Onu dikmemi mi söylüyorsun?”
“Bu senin uzmanlığın değil mi?” dedi Feng Xin.
Mu Qing omuz silkti, “Siz ikiniz de insanları kullanma konusunda aşırı iyi değil misiniz? Beni hizmetçi olarak alıp emir vermeler falan, muhtemelen yarın da gelir yerleri silmemi istersiniz?”
Xie Lian kahkaha attı, “Boş ver, boş ver. Kendim yaparım.”
Ancak Mu Qing çoktan beyaz ipek bantları elinden almış, gözlerini devirerek iğne ve iplik aramaya koyulmuştu. Ardından Pei Ming de selam vermek için yanına geldi ve siyah öküzü okşamayı düşünüyordu ki öküz dişlerini gürültüyle sıkarak neredeyse Pei Ming'in parmaklarını kıracaktı. Hoş karşılanmadığını anladı ve dönmek için acele etti. Lord Yağmur Ustası sordu, “General Pei’nin kolu hala iyileşmedi mi?”
“Henüz değil.” Diye cevapladı Xie Lian, “O sırada Rong Guang ile kılıcı Ming Guang'ı kullanmak için bir anlaşma yaptı ve özür dilemesi dışında fiyat olarak da bir kol ödemek zorundaydı. Her ne kadar sonda Rong Guang'ın kırgınlığı dağılmış olsa da kolunu istemedi, hala ağır yaralıydı.”
“Anladım.” Dedi Yağmur Ustası. “General Pei'nin ifadesinin bu kadar tuhaf olmasına şaşmamalı.”
Xie Lian içinden mırıldandı, “Onun tuhaf ifadesi kesinlikle bu nedenle değildi.”
Anlaşılan Pei Ming, Yağmur Ustası'nın onu TongLu Dağı'nda ve Cennet Başkenti'nin büyük yangınlarında defalarca kurtarmış olduğu gerçeğini unutamamıştı. O büyük bir adamdı, kendinin göklere ve yere hükmettiğini düşünen iyi bir adamdı, bu yüzden bir kadının, özellikle de geçmişte husumet yaşadığı bir kadının önünde ufacık bir itibar kaybına dayanamazdı. Yağmur Ustasına kıyasla, muhtemelen Xuan Ji’nin davranışlarını daha fazla kabul edebilirdi. Her halükarda, buna izin veremezdi ve ne zaman Yağmur Ustasını görse çalkantılı hissederdi, bu da onun ifadesinin neden böyle tuhaf olduğunu gösteriyordu.
Ancak Yağmur Usta onun bu konuda ne hissettiğini hiçbir şekilde anlamadı, bu yüzden selamlarken her zaman kibarca gülümsemişti, iki üstüne iki tamamen farklı dalga boylarındaydı, gerçekten açıklanamayacak kadar saçma.
Yağmur Ustası, “Ah, doğru. Ekselansları, Xuan Ji nasıl?”
“Xuan Ji dağın eteklerine hapsedildi.” Diye cevapladı Xie Lian, “Onu görmeye gitmek istediniz mi?”
.
Büyük savaştan sonra, başlangıçta her yerden mühürlerinden kaçan tüm canavarlar ve iblisler TaiCang Dağı'nın eteklerinde geçici olarak kurulan bir zindanda geçici olarak alıkonuldu. Xie Lian yolu gösterdi, ancak zindana ulaşmadan önce bir dizi kaba küfür sesi duydular. Pei Su ve Ban Yue girişte oturmuştu, her ikisinin de ifadeleri boştu.
Şu anda yardımcı olabilecek çok kişi yoktu o yüzden ikisi üst mahkemeye yardım için zindanları korumaya gönderildiler. Zindanda kilitli Ke Mo düşmanlarını gördüğünde gözleri kızarmış, günlerini bu ikisine durmadan göklerin yukarısına ve aşağısına küfrederek ve bağırarak geçirmişti. İkisi onun sözlerini anlamamış gibi davrandılar ve tahta bebekler gibi sıra halinde birlikte oturdular. Yağmur Ustası ve Xie Lian’ın geldiğini görünce ayağa kalktılar, “Ekselansları, Lord Yağmur Ustası.”
Yağmur Usta onlara bir ürün kutusu uzattı. Xie Lian “İkinize de sıkı çalışmanız için teşekkürler. Lord Yağmur Ustası Xuan Ji’yi görmek istiyor.” dedi.
Ancak Pei su bir anlığına tereddüt etti, “Xuan Ji…”
Xie Lian bir şeyin yanlış olduğunu fark etti ve sordu, “Bir sorun mu var?”
İkili zindana girdi ve Xuan'ın Ji'nin gözaltına alındığı yeri buldular, ikisi de şaşkındı. Hücrenin içinde hiçbir şey yoktu ve geriye kalan tek şey yırtık pırtık, eski, kırmızı bir gelin sabahlığıydı.
Pei Su açıkladı, “Xuan Ji, dün gece çoktan dağılmıştı.”
Xuan Ji'nin kırgınlığı cidden dağılmıştı, ne kadar inanılmaz. Bu kadının takıntısı hala yakın zamana kadar çok fazlaydı, Pei Ming’i boğuyor ve bırakmayı reddediyordu. Xie Lian “Belki de sonunda her şeyi iyice düşünmüştür.” diye belirtti.
Geçtiğimiz yüzlerce yıl içinde nasıl olup da kahraman bir generalden, prestijli bir evin saygın bir hanımefendisinden böylesine çılgın, aşağılık, kinci bir kadına dönüştüğünü düşündü. Neler kaybettiğini neler kazandığını düşündü ve büyük bir utanç ve mahcubiyet içinde muhtemelen geriye dönüp bakacak yüzü yoktu.
Bunca zaman kendisini terk eden adamın gönlünü ya kalbini oynatarak ya da tehditlerle değiştirebileceğini ummuştu, ama sonra en başından beri işleri tersine çevirme şansının asla olmadığını şiddetle fark etti ve sonunda anladı.
Fakat bu dünyada kalabilmek için çalkantılı duygularına, Pei Ming'e boyun eğmeyi reddetmesine güveniyordu. Her şeyi enine boyuna düşündüğü anda, kalması için hiçbir neden kalmamıştı. Bunu düşünmek bile biraz saçmaydı.
Yağmur Ustası yerine oturdu, sanki onun için bir geçiş töreni yapacakmış gibi görünüyordu. Ne de olsa Xuan Ji, YuShi Krallığı'ndan kendisinden başka geriye kalan tek kişiydi. Xie Lian'ın onu rahatsız etmesi kabalık olurdu, bu yüzden ayağa kalktı ve gitti.
.
Çıktıktan sonra Pei Su ve Ban Yue’nin Yağmur Ustasının getirdiği meyveleri yerken Ban Yue'yi gördü böylece Xie Lian oraya gidip bir tanesini aldı, onlarla birlikte yemek için çömelmeye hazırdı. Ancak beklenmedik şekilde aniden bir şey hissetti ve bakmak için başını çevirdi, çalıların arkasında çok uzaklarda olmayan yarı adam kadar boyu olan bir şey gördü.
Xie Lian, meyveyi anında fırlattı ve hızlı adımlarla ilerlemeden önce sadece şunları söyledi, “Buradaki şeylere dikkat edin!”
Çalılıkların içindeki şey görüldüğünü fark etti ve daha da hızlı kaçtı. Xie Lian onu sekiz adımda yakalayabilirdi ama daha dördüncü adımda kim olduğunu fark etti. fikrini değiştirerek adımlarını yavaşlattı.
O yaratığın biraz kaçmasını bekledi ve aniden yandan girip diğer yolunu engelledi, “Jian Lan Hanım, veda etmeden gitmeyi mi planlıyorsunuz?”
Diğer taraf gerçekten de kollarında tuttuğu o cenin ruhuyla birlikte etrafta gizlice dolaşan Jian Lan'dı ve birdenbire ortaya çıkan Xie Lian karşısında şaşkınlığa uğradı, “SİZ!”
O bembeyaz cenin ruhu saldırmak istiyor gibi kollarındaki dişlerini gösteriyordu ama Jian Lan onu durdurdu, “Beni durdurmak için mi buradasınız?”
Xie Lian onun fazla paniğe kapılmasını istemedi ve konuştu, “Gerilmenize gerek yok, sadece size bir şey vermek istedim.”
Sonra bir eşya çıkardı, “Oğlunuz Cuo Cuo'nun kini oldukça güçlü, dizginlenmesi gerekiyor. Her ne kadar halihazırda arınma sürecinden geçiyor olsa da sizin xiulianınız onunki kadar yüksek değil yani sıfır kazayı garanti etmek zor olurdu. Size yardımcı olması için buna ihtiyacınız olacak.”
Bu eşya Xie Lian’in kendisinin yaptığı bir koruma büyüsüydü ve hatta hiçbir hilenin bulunmadığını kanıtlamak için bunun nasıl kullanılacağını bile gösterdi. Jian Lan onu izledi ve gerginliği gerçekten de rahatladı. Sonuçta bu şey faydalıydı. Biraz tereddüt ettikten sonra aldı, “Teşekkür ederim.”
“Teşekküre gerek yok.” Dedi Xie Lian, “Kullandığınız sürece üç kez bağırın ‘ekselansları lütfen beni kutsa’, ben de kutsayacağım. Böylece burası benim sarayımın adının altında işaretlenecek.”
“…”
Jian Lan birkaç adım attı, bir an duraksadı ama sonunda yine de kendini tutamadı ve kafasını çevirdi, “Beni durdurmuyorsunuz? Neden?”
Xie Lian onun geriye dönüp bakmasını bekliyordu ve cevap vermek yerine ona sordu, “Pekala, Jian Lan Hanım, neden gitmek zorundasınız? Feng Xin ikinizle de ilgileneceğini söyledi, sözünü tutacaktır.”
Jian Lan'in ifadesi titredi ama sonunda iç geçirdi, “Tutacağını biliyorum. Ama, unutun gitsin, en iyisi bu. Artık onunla birlikte olmak istemiyorum.”
Xie Lian biraz şaşırdı, “Artık onu… sevmiyor musunuz?”
Jian Lan muhtemelen koşmaktan yorulmuştu ve yol kenarına oturdu, “Bunun artık sevmekle ilgisi yok. Bizi kendisine bağlamaya kendisini zorlamasını istemiyorum.”
Xie Lian da onun yanına oturdu ve bir anlığına düşündü, “Gerçekten sizi seviyor olmalı. O zamanlar tamamen tükenmişti ama yine de gitmenize izin vermeyi reddetti.”
Bunu duyan Jian Lan sanki çok uzak bir geçmişten bir şeyler hatırlıyormuş gibi göründü ve güldü, “Siz bahsettiniz de şimdi hatırladım. O zamanlar hala küçük bir aptaldı, para kazanmak için uzun saatler harcıyordu ve para kazandıktan sonra bütün bir geceliğine beni satın alırdı ama yaptığı tek şey, bütün gece benimle oturmak için bir tabure getirmekti, sohbet etmekten başka bir şey yapmazdı. Herkes onu alaya alırdı, ne komik!”
Xie Lian da güldü, “Gördünüz mü, sizi sevdiğini söyledim.”
Ancak Jian Lan gülüşünü geri çekti, “Söylediklerinizin hepsi geçmişe ait şeyler. Aşkın bir kez olması, sonsuza dek süreceği anlamına gelmez. Bir hayır kurumu vakası ve baş belası olmakla ilgilenmiyorum.”
"Neden ikinizin de baş belası olduğunuzu düşünsün ki?" diye sordu Xie Lian. “Feng'in Xin'in nasıl bir insan olduğunu bilmiyor musunuz?”
“Siz, ekselansları veliaht prens, siz asla sıradan bir hayat yaşamadınız bu yüzden tabii ki bu şeylerin bu kadar kolay olduğunu düşünürsünüz. Artık yapmayacak, görünüşte de yapmayacak. Ancak zaman bir kez sürüklenirse, o zaman hiçbir şey kesin olamaz. Eğer onu aramak isteseydim bunu uzun zaman önce yapardım. Nan Yang Tapınağı'nı bulmak pek de zor değil. Her yerde oldukları bir dönem vardı ama ben yine de istemedim.”
“Yükseldi, her şeye sahip, muhteşem ve etkileyici görünüyordu ama biz çoktan iki hayalete dönmüştük, yani onu arayarak ne yapsaydım? Bir cennet mensubunun iki hayalet taşıması onun için tam bir bela değil mi?”
“En iyi halime baktığımda onu tekmeleyerek uzaklaştırdım, sanırım bu oldukça iyi, gururlu ve onurlu. Bu şekilde, onun kalbinde her zaman öyle kalırdım, bu şekilde değil, Ağır makyajlı ve pejmürde, gözlerimin çevresinde kaz ayakları.”
Kendi yüzünü çimdikledi, “Bizi gerçekten tanısaydı ve her gün benim ve Cuo Cuo'nun bu yüzüne bakmak zorunda kalsaydı, biz onu aşağı çekerken, sadece daha fazla yorulacak, sinirlenecek ve bir gün baş belası haline gelecektik. O zaman neden zahmet edelim? Bu çok trajik değil mi?"
O konuşurken, cenin ruhu ıslak, sürünen dilini yüzünü yalamak için kullanıyor, açıklanamayacak kadar iğrenç ama yaramazca sevimli görünüyordu. Ancak tipik diğerleri için bu muhtemelen sadece iğrençti ve kabul edilemezdi.
Jian Lan da oğlunun çıplak başını okşadı, "Her neyse, Cuo Cuo'ya sahip olmak benim için yeterli. Kim gençken dağlara ve denizlere söz vermemiş ya da yemin etmemiştir ki? Sevgiden, aşktan, önsözlerden bahsediyorum. Ama dünyada ne kadar uzun süre takılırsam, 'sonsuza kadar' gibi bir şeyin imkansız olduğunu o kadar çok anlıyorum. Asla mümkün olmayacak. Bir kez sahip olmak zaten yeterince iyiydi. Kimse bunu gerçekten başaramaz. Artık buna inanmıyorum."
Çaresiz bir sesle şöyle dedi, “Feng Xin iyi bir adam. Sadece… çok uzun zaman oldu. Her şey değişti, en iyisi bırakmak.”
Xie Lian tek kelime bile konuşmadan sessizce dinledi, ama yüreğinin derinliklerinde, dedi ki, ‘Hayır.’
Kalbinden gelen bir ses, “‘Sonsuzluk’ diye bir şey var. Bunu gerçekten başarabilecek tek bir kişi var. Ben inanıyorum" dedi.
.
Jian Lan Cuo Cuo’Yu aldı ve ayrıldı.
Xie Lian geri döndü ve Xuan Ji için geçiş törenini bitiren Yağmur Ustasını uğurladı, ardından TaiCang dağına geri döndü. Feng Xin’e Jian Lan ve Cuo Cuo’nun gittiğini söylemeyi düşündü ama onu göremedi. Tam da gürültücü kalabalığın arasında onu ararken birisi aniden bağırdı, “Harika zamanlama, TaiHua! Boş musun? Gel ve şunu hallet!”
Hâlâ muhasebe yapacak herkesi yakalıyorlardı ve Lang Qian Qiu kaçmak için çaresizdi, uzaktan yanıt verdi, “YIĞINI BURAYA GETİRMEYİN, YAPACAK İŞLERİM VAR, GİDİP BAŞKASINI BULUN!”
Xie Lian iç çekti, gidip kitaplara bir şans vermeli mi diye düşünüyordu, birkaç adım attı ki arkasından bir ses duydu, “Us… Guo… Ekselansları.”
Xie Lian arkasına baktı ve Lang Qian onun arkasında duruyordu, “Kenara çekilip konuşmak için bir dakikanız var mı?”
“Tabii ki.” Diye yanıtladı Xie Lian.
Böylece o ve Lang Qian Qiu birlikte bir sarayın o hüzünlü, dev kulübesinin dışında yürüdüler. Yürürlerken Xie Lian sordu, “Gu Zi ne yapıyor? İyi mi?”
Lang Qing Qiu çaresizce, biraz acı bir şekilde kıkırdadı, “Bunun iyi kabul edilip edilmediğini bilmiyorum. O çocuk bana her gün babasını soruyor, oldukça acınası, yani ben sadece... yeşil hayaletin ruh parçacıklarının bir kısmını toplayıp bir lambaya koydum. Şimdi de her gün önüme çıkıp lambaya sarılarak bana ne zaman lambanın içindeki ruhun daha çok büyüyeceğini sorup duruyor. Ben gerçekten…”
O sert, moralsiz yüze bakınca, sadece bunu düşünerek onu Xie Lian anlayabiliyordu. Neden tüm ailesini katleden Qi Rong için bunun gibi bir şey yapmak zorunda kalmıştı ki? Xie Lian bilinçaltından uzanıp omzunu okşamıştı ama sonra kendisinin Yong An'da ne yaptığını hatırladı ve geri durdu. Nazikçe “Sen elinden geleni yaptın. Pekala, bugün benimle ne hakkında konuşmak istedin?” dedi
Biraz tereddütten sonra Lang Qian Qiu cübbesinden bir şey çıkarttı ve ona uzattı, “Bu.”
Xie Lian o şeyi gördüğü anda nefesi kesildi.
Bu, gösterişli, pürüzsüz ve parlak, küçük, kızıl, mercan rengi bir inciydi. Tıpkı Hua Cheng’in saçında asılı olan gibi.
Sesi titredi, “Bu…?”
Lang Qian Qiu “Bu mercan inci Yong An'ın kurucu babası tarafından bırakılan gizli bir hazineydi.” dedi.
Bunu duyunca Xie Lian onun Hua Cheng’in saçının ucunda bağlanmış olan olmadığını anladı, Lang Ying’e hediye etmiş olduğu inciydi.
Hua Cheng’in değildi. Xie Lian hayal kırıklığına uğramış hissetti ama yine de inciyi aldı. Peşinden Lang Qian Qiu konuştu, “Kurucu baba bir keresinde şöyle demişti: Ona bu kırmızı inciyi veren kişi onun kurtarıcısı, ona yardım etmiş olan biriydi. Çok iyi bir adamdı.”
“…”
Lang Qian Qiu devam etti, “Ama yine de bir şeyler yaptı ve bu da adamın her şeyini kaybetmesine neden oldu. Kurucu baba, yaptığından pişman olmadığını, yapması gerekeni yaptığını söyledi. Ama daha sonra bu konuyu düşündüğünde hâlâ o adama haksızlık ettiğini hissediyordu.”
“…”
“Ve sonra?” Xie Lian sordu.
“Ve sonra,” Lang Qian Qiu devam etti, “O gün, Cennet Başkentinde, Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’un saçlarının ucundaki o boncuğa dikkatlice baktım, ne kadar baktıkça incinin o kurucu babanın bıraktığına ne kadar çok benzediğini fark ettim. Daha sonra General Xuan Zhen ve diğerlerinin konuştuğunu duydum, o incilerin aslında bir çift olduğunu ve size ait olduklarını öğrendim. Yani sormaya geldim, bu sizin mi?”
Bir süre sonra Xie Lian yavaşça başını salladı, “Benim. Bu, ben gençken babamın ve annemin bana verdiği bir çift inci.”
Lang Qian Qiu kafasını kaşıdı, “O zaman… size geri veriyorum.”
Hala Xie Lian’a nasıl hitap etmeli bilmiyordu, inciyi geri verdikten sonra sessizce ayrılmadan önce bir süre tereddüt etti. Xie Lian aynı noktada duruyordu, o kırmızı mercan inci avucunun kalbine sıkıştı.
Sekiz yüz yıl olmuştu. Tüm olup bitenlerden sonra, kırmızı mercan inci çiftinin diğer yarısı küpeler ellerine geri dönmüştü. Onundu, yine onun.
Ama diğer incinin de burada olması gerekirdi. Çifti tamamlayabilmeleri gerekirdi.
Tam o sırada, Feng Xin'in yüksek, sevinçli sesi dağın alt tarafından geldi, “EKSELANSLARI, MİLLET! HEMEN GELİN!”
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#ling wen#jian lan#hualian#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#lang qianqiu#mu qing#xuan zhen#hexuan#shi wudu#shi qingxuan#yushi huang#ban yue#pei su#peiming#pei ming#nan yang#mei nianqing
18 notes
·
View notes
Note
insanların kendini önemsemeni, düşünmeni bencillik ve ego olarak adlandırmaları sence de tuhaf değil mi? hani kastettiğim kötü anlamda söylüyorlar bunları. insan kendini düşünmezse kimi düşünecek? bazen gerçekten kendimi önemsediğim için tuhaf hissediyorum.. hatta sırf bu yüzden değil aptal normallik yargıları yüzünden, bu "elalem" yüzünden sürekli kendimi tuhaf ve yaftalanmış hissetmekten yoruldum. ama sonra bakıyorum ve diyorum ki bu insanlar ve yaptıkları normalse ben normal olmak istemiyorum
Birkaç yıl önce linç yediğim zaman çok üzülmüştüm ve haksızlığa uğradığımı hissetmiştim, birisi bana dedi ki “bunları görecek kadar boş zamanın var mı?” ne demek istediğini hemen anlamadım ama sonra düşününce atıyorum magazinsel bir olaya bakmak yerine yapabileceğim bin tane şey var en basitinden güzel bir film izlemek ya da bana yazılan ve kontrol edemeyeceğim şeylerle zaman harcamak yerine de yapacağım çok şey var. Diyeceğim o ki ne başkaları hakkında bu kadar yani öyleymiş böyleymiş diyecek kadar boş zamanınız olsun ne de sizin hakkınızda söylenenleri duyacak kadar. Zaman çok kıymetli, her saniye öyle benim bildiğim tek şey bu
143 notes
·
View notes
Text
HAYİRLİ AKŞAMLAR ARKADASLAR
Seni bekliyorum her güneş ışığında ve her gün doğuşunda. Her kızıllığında akşamın, içime bir ok giriyor tüm bedenimi tarıyor sanki... İçim kanlanıyor, akışı yavaşlıyor… Her akşam ümidimi kendime gömüp tutuyorum evin yolunu... O yalnız yatak, sensiz sesler ve boş içim. Sen olmadığından mı bu yabanilik diyorum bazen... Öyle evet... Senin olduğunu anımsıyorum.. Gülümserdim ben... Gülerdi yüzüm, gözlerim. Sana bakmak, bakmasam da seni hissetmek yeterdi bana… Yine hissediyorum ben seni ama ellerim havada... Boşluğu tutuyorum… Boşlukta geziyor gözlerim…Ey adına ömrümü adadığım nerdesin?. Gelsen…Çok şey de istemiyorum aslında sadece son bir kez gelsen....derin derin çeksem kokunu son bir kez içime..Çekeyim ki; bir daha gitsen de kokun kalsın üzerimde… Bilirsin ben en çok geceleri paylaşırım sevgimi seninle... Gökyüzündeki bir yıldıza bakacağım bu gece ve bu bizim yıldızımız deyip gülümseyeceğim gecenin karanlığında.. Yüreğimi yüreğine katmış koşuyorum yine sana...Savunmasız, sakınmasız, sınırsız sevgimi haykırıyorum sana... Evet..Seni hala..ama hala Çok 🤟.
100 notes
·
View notes
Text
Yeni sözler, yeni yaşantılar bulacağımı sanıyordum. Bu acılar, yüreğimi paslandırmış oysa. Sevmek zor geliyor. Alışmamışım yoruluyorum. Her an sevdiğimi düşünemiyorum. Bazen atlıyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek su içmek kadar rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım.
23 notes
·
View notes
Text
boş boş oturuyorum. hiç bir şey yapasım yok. telefona bakmak bile istemiyorum. zaman geçmiyor.
8 notes
·
View notes
Text
Eskiden severdik birini üzülürdük gelirdik şuraya bi iki kelime bir şey yazar içimizi dökerdik. Şimdi yaşananlara cümle kurulmuyor. Üzülmek filan da değil artık boş boş bakmak.
9 notes
·
View notes
Text
Tgcf Ekstra Bölüm 247 - Veliaht Prensin hafızasının kaybolması hakkında ilginç olay – 2
Kendisinin onun önüne bu kadar rahat bir şekilde oturduğunu düşünmek şaşırtıcıydı.
Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve ancak bir süre sonra adamın gerçekten kendisiyle konuştuğunu anlayabildi.
Hemen tepki verdi ve kendisine bu kişinin tavrına duyduğu şokun onu dezavantajlı bir konuma sokmasına izin vermesi gerektiğini söyledi. Önceki sakinliğini koruyarak, nazikçe şöyle dedi, "Maalesef, bu konumu düşük insan içmeyecek ve korkarım ki size bu içkiyi ısmarlayamayacak."
Kırmızı giysili adam güldü ve oturma pozisyonu daha da sıradan bir hal aldı, "Gerçekten mi? Bu Tao Ustasının görünüşüne bakınca, onu rahatsız eden bir şey olduğunu ve sıkıntılarından kurtulmak için bir içkiye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum." dedi.
Xie Lian ifadesini ve tonlamasını değiştirmeden, "O zaman korkarım ki ekselansları yanılıyor." dedi.
En büyük tabu işlenmiş olsa bile, bu onun kendini yenilmiş bir tavır takınması ve diğer küçük tabuları umursamaması gerektiği anlamına gelmiyordu.
Adamın tavırları yumuşak ve mesafeli olmasına rağmen, geri çekilmeye dair en ufak bir niyet belirtisi göstermedi, bunun yerine, bir süreliğine ona uymaya çalışır gibi, "Madem Tao Ustası bana ısmarlamıyor, o zaman kendim yardım etsem?," dedi.
Xie Lian onu inceledi, sonra çevresini inceledi. Garip. Etraflarında hiç boş yer yokmuş gibi değildi, öyleyse neden şarap içmek için burada oturmak zorundaydı? Ama onu reddetmek için bir nedeni de yoktu, Xie Lian "Lütfen kendine yardım et" dedi.
Ve böylece, diğer taraf elini tembelce salladı. Garson daha önce hiç bu kadar şık bir insan görmemişti ve herhangi bir rahatsızlık göstermeye cesaret edemeyerek, aceleyle bir kavanoz şarap ve birkaç şarap kadehi servis etti ve bu kişiye herhangi bir saygısızlık göstermekten korkarak masa üstünü özenle sildi.
Kırmızı giysili adamın sakin ve rahat bir şekilde şaraptan bir yudum aldığını gören Xie Lian daha fazla dayanamayıp, "Acaba siz, ilk kez biriyle tanıştığınızda, o kişiden size bir içki ısmarlamasını ister misiniz?" diye sordu.
Adam gülümseyerek, "Hn? Elbette hayır. Tao Ustasına karşı dürüst olmak gerekirse, ortalama bir insan benim yüzümü bile göremez." dedi.
Bu tonu oldukça kibirliydi. Ancak Xie Lian kendini caydırılmış bulmadı.
İki kişi koltuklarına oturdu. Bu sırada Xie Lian başka bir yere bakmaya devam etti, çok sakinmiş gibi bir tavır takındı.
Bir süre sonra, konuşmak için ağzını ilk açan adam yine oydu. Çenesinin altına bir el koyarak, "Bu Tao Ustasının soyadı nedir, size nasıl hitap etmeliyim?" dedi.
Xie Lian hiç düşünmeden sahte bir soyadı uydurdu, "Soyadım Hua."
Bu adam bir kaşını kaldırdı, ve "Oh - Tao Ustası Hua" dedi.
Xie Lian, "Peki Eksalanslarına nasıl hitap etmeliyim?" dedi.
Bu adam, "Eğer bu Tao Ustası bana San-lang derse iyi olur." dedi.
Xie Lian, bu kişinin gerçek kimliğini açıklamaya istekli olmadığını hissetti ve baskı yapmadı. Bir süre düşündükten sonra, üçüncü sırada ne tür bir kişinin yer alacağını düşünemedi ve bu yüzden spekülasyon yaparak çaba harcamamaya karar verdi. Bu anda, aniden, kırmızı giysili adamın bir yanağının yan tarafında, karga siyahı bir tutam saçın ince bir örgüye örüldüğünü ve örgünün ucunda kırmızı mercan bir boncuk olduğunu fark etti.
Boncuk parlak ve ışıl ışıldı ve küçük olmasına rağmen, bir bakışta inanılmaz derecede pahalı olduğu anlaşılıyordu. Ancak Xie Lian, bu boncuğu daha önce bir yerde, belki de mücevherlerin her yere saçıldığı saray odalarında gördüğü hissinden kurtulamıyordu?
Ama o pek de emin olamıyordu. Onun bakışını fark eden San-lang "Bunu beğendin mi?" dedi.
Bunu derken, uzun, solgun ve zarif parmaklarını kaldırdı, hafifçe mercan boncuğu çevirdi, çekiştirdi.
Bilinmeyen bir nedenden ötürü, Xie Lian bakarken, sanki vücudunun bir kısmı da çimdikleniyormuş gibi göğsünde aniden bir acı dalgası belirdi ve şiddetle geriye doğru sıçradı. Bu hareket çok büyüktü ve yanlarındaki bir grup misafir de bu tarafa bakmak için döndü. sıradanca ve endişenmemiş olan San Lang bakışlarını kaldırdı ve şaşkınlıkla, "Tao Ustası, iyi misin?" dedi.
Xie Lian'ın kalkmasına yardım etmek ister gibi elini uzattı. Elbette, Xie Lian onun kalkmasına yardım etmesini istemiyordu ve aceleyle düzgünce arkasına yaslandı ve "Bu, bu.. bir şey yok. O boncuk..." dedi.
San Lang'ın dudaklarının kenarındaki gülümseme hiç azalmadı ve "Bu boncuk mu?" diye sordu.
Onun eli açık tonlarına bürünmüş ve güzel boncukla oynamaya devam etti, bir hafif gülümseme ile "Bu benim değerli karımdan bir hediye. Tao Ustası bunun hakkında ne düşünüyor?" dedi.
"...."
Xie Lian, "Uh...... Çok iyi, çok iyi." dedi.
Aslında, ne dediğinin farkında bile değildi. Ve parmaklarını bacaklarını sıktı sıkıca. Rahat hissemedi, doğru oturamıyordu bile.
Kırmızı giyinmiş bu yabancı adam açıkça o sevimli ve çekici boncukla oynuyordu, bundan daha basit olamazdı ama Xie Lian bunda aşırı bir şehvet belirtisi görüyordu. Sanki o parmak uçlarıyla bükülen, yavaşça masaj yapılan ve ovulan, yoğrulan ve düzleştirilen şey kırmızı boncuk değil, vücudunun hassas bir parçasıydı. Xie Lian'ın yüzü anlaşılmaz bir şekilde kızardı ve nefesi hızlandı, çünkü buna katlanmakta aşırı zorlandı. Bu normal değildi. Bu kesinlikle normal değildi.
Kendisine "San Lang" diyen, kırmızı giysili bu adam çok yakışıklıydı, ancak açıklanamayan bir nedenden ötürü, güçlü bir şekilde, ürpertici, dünya dışı bir hava yayıyordu, insanı titretiyordu. Xie Lian'ın içsel alarm zilleri yüksek sesle çalıyordu ve kendini zorla sakinleştirdi, nefesleri düzene girdi, bakışlarını ona dikti ve korkudan eser yoktu, "Sorabilir miyim, ekselansları neden kendi başına bu düşük konumdaki insana yaklaşmaya karar verdi?" diye sordu.
San Lang gülümsedi ve yavaşça şöyle dedi, "Neden bu kadar şüphecisin? Önemli bir şey değildi. Sadece Tao Ustasının zarafetini ve çekiciliğini fark ettim ve kalbime dokundu. Karşı koyamadım. Eğer kırdıysam, lütfen beni affet."
"..."
Xie Lian ona inanıp inanmaması gerektiğini bilmiyordu ve bakışlarını kaçırdı. Kalbinde sessizce pişmanlık duydu, bu kişinin karşısına oturmasına izin vermemeliydi, şimdi böylesine karmaşık ve sorunlu düşünceler ve duygular uyandırmamalıydı. Tam o sırada, şarkıcı kız vardiyasını tamamlamıştı. kalabalığa eğildi ve Xie Lian'a tatlı ve çekici bir şekilde gülümsedi, sonra uzaklaştı. Artık o gittiğine göre, Xie Lian'ın da kalması için bir nedeni kalmamıştı. Ayağa kalktı ve "Elveda, Ekselansları, lütfen içmek için zaman ayırın." dedi.
Bu son cümlenin bir meydan okuma imasında bulunmasını amaçlamıştı, ancak kelimeler ağzına ulaştığı anda, yine de dudaklarından nazikçe çıktılar. Xie Lian, kırmızı giysili adama daha fazla bakmaya cesaret edemedi ve neredeyse merdivenlerden aşağı uçtu ve bir süre amaçsızca, bu şekilde ve o şekilde yürüdükten sonra, kimsenin onu takip etmediğini belirledi ve sonunda bir nefes verdi.
Ama şimdi durmuşken, bir kez daha kendini kaybolmuş hissediyordu. Giysileri kaybolmuştu, parası ve malları kaybolmuştu, kılıcı kaybolmuştu, hizmetkarları da kaybolmuştu, hatta büyüsü bile kaybolmuştu.
On yedi yıllık yaşamında daha önce hiç böylesine çözümsüz bir durumla karşılaşmamıştı. Xie Lian başını salladı ve bu yerin nerede olduğunu sormak için yoldan geçen birini durdurdu. Yoldan geçen kişi Xie Lian'ın daha önce hiç duymadığı bir yerle cevap verdi ve tekrar sordu, "İmparatorluk şehrine ne kadar uzaklıkta? İmparatorluk şehri hangi yönde?"
Xian Le imparatorluk şehrinden bahsettiğini söylemedi. Yoldan geçen biri, "İmparatorluk Şehri mi? dedi. Bu yer imparatorluk şehrinin güneyinde. İmparatorluk şehri çok uzakta!"
Beklendiği gibi. Buradaki insanların aksanları ve mimari tarzları biraz garipti. İmparatorluk binasının yakınlarından gelmiş gibi görünmüyorlardı ve Xie Lian onun çok uzakta olduğunu tahmin etmişti. Onu buraya getiren kişinin amaçlarının ne olduğunu bilmiyordu.
Biraz daha ileriye doğru yürüdükten sonra, Xie Lian yeni ve zor bir soru ile karşılaştı.
O açtı.
Ama daha önce de denildiği gibi, parası ve malları kaybolmuştu. Veliaht prens olarak statüsünü doğrulamak için kullanılabilecek aksesuarlar da kaybolmuştu ve az önce Zemin'e birkaç parça altın yaprak vermek isterken hiçbir şey çıkaramıyordu. Çay evinde bir süre oturmuş, o tek yer, sağda solda karıştırdıktan sonra bulmayı başardığı azıcık parayı çoktan harcamıştı ve dahası, eski çay lekesine tahammül edemediği için bir yudum bile çay içmemişti ve midesi şimdi boş olmaya devam ediyordu.
Gerçekten de küçücük bir sorun yüzünden bitap düşmüştü.
Tam bu zorluktan dolayı kaşlarını çatmışken, aniden daha ileride, yerdeki fayanslardan birinin yanında, sanki biri oraya bir şey düşürmüş gibi parlak bir şey olduğunu fark etti. Xie Lian merakla yanına gidip çömeldi.
Bu harap sokağın zemininde birkaç parça altın yaprak olduğunu düşünün! Altın yaprakların yanı sıra gümüş yapraklar ve birkaç parça para da vardı. Beklenmedik bir şekilde gün ışığında yerden para alabilmek, sanki gökten yiyecek düşmüş gibiydi ve Xie Lian şansının kötü mü yoksa iyi mi olduğunu düşünmesi gerektiğini bilmiyordu.
Xie Lian parayı aldıktan sonra ilk tepkisi, bu parayı yanlışlıkla birinin düşürüp düşürmediğini merak etmek oldu ve bu yüzden ara sokaktan çıkıp yoldan geçenlere doğru koştu sorarken.
"Afedersiniz, Burada birisi parasını düşürdü mü?"
Çoğu insan kafasını salladı. Birkaç tembel budala utanmadan gelip, "Düşürdüm! Düşürdüm!" dediler ve Lian, "Ne kadar düşürdün?" diye sordu. Fakat hiçbiri cevap veremedi ve etraftaki kahkahalar arasında kaçıp gittiler. Xie Lian'ın aklından fikirler tükenmişti. Ve böylece, bir tütsü çubuğunun uzunluğu kadar bekledikten sonra, bir mantou almak için yol kenarından yürüdü. Xie Lian daha önce hiç mantou yememişti, hele ki kaba bir yerden yapılmış bir mantou. Büyük ve beceriksizlikle yapılmış, beyaz ve tatsız görünüyordu. Ama topladığı paranın daha fazlasını kullanmak istemiyordu. Sonuçta, birinin acilen ihtiyaç duyduğu paraysa bu korkunç olurdu ve bu yüzden sadece gereken en az miktarda parayı çıkardı.
İlk defa bu kadar büyük bir mantou tutuyordu ve bu onun için bir yenilikti. Küçük sokağı geçti ve daha ıssız bir sokağa yaklaştı. Mantou'yu ağzına götürmek üzereyken, aniden yanından bir el uzandı ve mantou'yu kaptı.
Bu hareket gerçekten olağanüstüydü. Xie Lian irkildi, elleri çoktan boştu. Başını çevirip baktı. Beklenmedik bir şekilde, şarap evinden kırmızılı adam yanında duruyordu.
Xie Lian hareketsizliğe şaşırdı. Bu kişinin onu beklenmedik bir şekilde buraya kadar takip edeceğini düşünmemişti. Dahası, beklenmedik bir şekilde mantousunu kapacağını düşünmemişti!
Bir süre şaşkın kaldıktan sonra nihayet mantoyu geri almak istediğini hatırladı ve ayağa fırlayarak, "Geri ver!" dedi.
Mantou'yu geri almak için yaptığı hareketler aşırı hızlıydı, ancak adamın hareketleri daha da hızlıydı. Ayrıca daha uzun olması nedeniyle, bir anda sıyrılıp, "Bunu yeme." dedi.
Bunu söylemesine rağmen, kendisi mantou'dan bir ısırık aldı ve bir lokma eksik kaldı. Bununla birlikte, Xie Lian onu yemek istese bile onu yeme fikrine dayanamadı. Veliaht prens olarak doğmuştu ve birinin ısırdığı bir mantou'yu yemeye dayanması imkansızdı. Gözleri kocaman açıldı ve "Sen!" dedi.
Bir süre durakladıktan sonra öfkeyle, "Neden bunu yapıyorsun?" diye sordu.
Bu kişiyi ilk gördüğünde, onun nadir biri olduğunu düşünmüş ve onunla arkadaş olmak istemişti. Onun asla anlamsız bir düzenbaz olmasını beklemiyordu!
İki silüet, biri kırmızı biri beyaz, o kadar hızlı hareket ediyorlardı ki izleyenler için bulanık görünüyorlardı. Hiç kimse böylesine heyecanlı bir mücadelenin bir mantou kapmaya çalışarak bittiğine inanmaya cesaret edemezdi. Xie Lian kendi hızının daha da hızlı olabileceğini, San Lang'ın hareketlerini yakalayabilecek kadar hızlı olabileceğini belli belirsiz hissetse de, bunun garantili olduğunu da hissetmiyordu ve uzuvları emirlerini dinlemeye pek istekli görünmüyordu. Dahası, bütün günü yorgun, sinirli ve tedirgin hissederek geçirmişti ve kalçaları ve bacakları ağrıyordu. Öfkesinin ortasında, bacağı beklenmedik bir şekilde büküldü ve yere düştü. O anda, sıktığı dişlerinin ardından alçak bir acı çığlığı kaçtı.
Birşey acıyordu.
Tarif edilemez bir yerden yayılan tarif edilemez bir acı. Bu acı zaten mevcuttu; sadece yara daha önce dikkatlice tedavi edilmişti, ayrıca onu kasıtlı olarak görmezden gelmek için aşırı çaba sarf etmişti ve bu yüzden, tüm bu süre boyunca belirgin olmamıştı. Ancak bu düşüşle birlikte, ifadesi bir anda değişti. San lang'ın ifadesi de değişti ve hemen eğildi ve kolunu hızlı bir hareketle yakalayarak, "Ge..." dedi.
Sonra hemen konuşmasını düzeltti ve "İyi misin?" dedi.
Xie Lian aşırı derecede utandı ve yüzünü gömebileceği bir delik kazabilmeyi çok istedi. Çaresizce kolunu geri çekmeye çalıştı ve yüzü kıpkırmızı bir halde, "Lütfen bana istediğin gibi hitap etme ve lütfen beni böyle tutma!" dedi.
Beklendiği gibi, San lang kolunu bıraktı, ancak bu sadece sembolikti, çünkü Xie Lian'ın omzunu tutmaya geçti ve "Ne oldu? Neren acıyor?" dedi. Ses tonu aşırı endişeliydi ve yapmacık görünmüyordu. Nezakete kabalıkla karşılık verilmemesi gerektiği ilkesine göre, Xie Lian nezaketle tepki vermeliydi.
Ancak, nerede ve neden acıdığını düşündüğü anda hem utandı hem de hayal kırıklığına uğradı ve bir günlük şikayetler ön plana çıktı. Tek bir hareketle elini itti ve bir anda kendi kendine ayağa kalkarak, ".... Hiçbir yerim acımıyor, hiç!" dedi.
Bu satırları ortaya bıraktıktan sonra döndü ve koştu. Fakat beklenmedik bir şekilde, arkasındaki adam bileğini yakaladı ve ne kadar çabalarsa çabalasın, kendini kurtaramadı. Daha fazla dayanamayan Xie Lian, öfkeyle kocaman açılmış gözlerle sertçe arkasını döndü ve San Lang'ın ona baktığını ve iç çekerek yumuşak bir şekilde "Ai, bu Tao Ustası, bin tane yanlış veya on bin tane yanlış olsa bile, hepsi benim hatam, lütfen bana daha fazla kızma. Şuna ne dersin, seni tekrar bir içki içmeye götüreyim, bunu telafi etmek için." dediğini gördü.
Açıklayamadığı sebeplerden ötürü, Xie Lian bu kişinin yüzüne her baktığında, kalbi düzensiz bir şekilde atıyordu. Bu hisse hiç alışık değildi ve sadece hızlıca kaçmayı düşünerek, "Kim senin teklifini kabullensin, ben şarap içmem! Acele et ve beni bırak." dedi.
San Lang, "Tamam, tamam, şarap içmeyeceğiz, o zaman seni yemeğe çıkarayım mı? Aç olmalısın?" dedi.
Xie Lian öfkeden deliye dönmüştü. Bu kişi onunla konuşmak için nasıl bu tür bir ton kullanmaya cesaret ederdi! Sanki Xie Lian'ı bir çocuk gibi kandırmaya çalışıyordu! Daha önce hiç böyle bir aşağılanma yaşamamıştı ve "Beni yemeğe çıkarmanı da istemiyorum. Aç değilim. Daha fazla saygı göster!" dedi.
Utanç verici bir şekilde, daha konuşmasını bitirmeden karnından zayıf itiraz sesleri geldi.
Xie Lian'ın vücudu kaskatı kesildi. Daha da öfkelendi, yüzü öfkesinden kızardı ve sesi kekelemeye başladı, "Sen...... Sen....... Sen, beni neden rahatsız ediyorsun? Beni daha fazla rahatsız etme!"
Ancak San-lang ona sertçe baktı ve "Tao Ustası, hala keşfedememiş olabilir misin? İfadesinin aniden ciddileştiğini gören Xie Lian, "Neyi keşfettin?" dedi.
San-lang, "Vücudunda lanetli bir nesne var ah." dedi.
Xie Lian donup kaldı. Aniden bileğindeki bir şey gevşedi ve bileğine sarılı olan bandaj beyaz bir yılan gibi aşağı kayarak önünde yükseldi. Bir sonraki anda, ona doğru daldı!
Ama ona dokunmadan önce, kırmızı giysili adam tek bir hareketle onu yakaladı ve "Bak" dedi.
"......"
O beyaz ipek parçası, sürekli kıvrılarak yakalanmış yedi arşın uzunluğunda zehirli bir yılan gibiydi. Görüntü insanın tüylerini diken diken etti.
Böyle bir yaratığın vücudunda saklandığını düşünmek! Bunun üzerine, Xie Lian sonunda anladı.
Gözlerini kırpıştırdı ve şöyle dedi, "Yani...... bana yaklaşmanızın sebebi, bu lanetli nesnenin vücudumda saklandığını keşfetmeniz miydi?"
San-lang'ın ifadesi daha da ciddileşti ve şöyle dedi, "Hn. Bu şey oldukça tuhaftı ve bu yüzden biraz dikkatli davrandım. Neyse ki sana zarar vermedi."
Gerçek ortaya çıkmıştı. Daha önce bu beyefendiye karşı ne kadar nezaketsiz davrandığını düşünen Xie Lian, yüzünü kavradı ve ellerini ovuşturdu. Şimdi gerçek ortaya çıktığına göre, bu kişi ona iyi niyetle yaklaşmıştı, Xie Lian son derece utanmıştı.
Ona, ciddi bir şekilde eğildi ve şöyle dedi, "Ekselanslarına çok teşekkürler. Daha önce yanılmışım."
San-lang onu kaldırdığında beli zar zor havalanmıştı ve şöyle dedi, "Hiç de değil, hiç de değil. Hiç de zahmetli değildi."
Başını kaldıran Xie Lian, kendini biraz sıkıntılı hissetti. Bilinmeyen bir nedenden ötürü, kırmızı giyinmiş bu adamın oldukça ciddi ve düzgün bir görünümü olmasına rağmen, kaşları ve gözlerinin köşelerinde bir kahkaha izi varmış gibi hissetmeye devam etti. Beklendiği gibi, diğer tarafın onun karışık ve sefil davranışlarını nasıl tamamen gördüğünü düşününce, Xie Lian kendini biraz garip ve mahcup hissetti.
Kulağa ne kadar garip gelse de, Xie Lian akranları arasında zaten çok olgun kabul ediliyordu. Bu adama baktığı anda sakin kalamayacağını kim bilebilirdi ki. Bu onu oldukça tedirgin etti. Ancak, San-lang bunu fark etmemiş gibi görünüyordu ve "Bu çözüldüğüne göre, ben gidiyorum. Tao Ustası, tekrar görüşene kadar?" dedi.
Xie Lian içgüdüsel olarak, "Hn, tekrar görüşene kadar." dedi.
San-lang elini salladı ve dönüp gitti. Beklenmedik bir şekilde, kendine gelemeyen Xie Lian birkaç adım peşinden geldi.
Belki de nereye gitmesi gerektiğini bilmediğinden ya da belki de hala kafası karışık olduğundan. San-lang arkasına baktığında, Xie Lian irkildi ve ancak o zaman aklı başına geldi, aceleyle durdu ve başka bir yöne bakıyormuş gibi yaptı. Ancak, artık çok geçti.
Hafif bir kahkaha o taraftan geldi ve Xie Lian kulak memelerinin bile kızardığını hissedebiliyordu.
İnatla ona doğru bakan San-lang kollarını kucakladı ve gülerek, "Bir dahaki sefere tekrar karşılaşmamızı beklemeyelim. Şimdi doğru zaman olduğunu düşünüyorum. Ne dersin? Tao Ustası şimdi benimle bir içki içmeye razı mı?" dedi.
---
Daha önce gördükleri o zarif meyhaneye geri döndüler.
Xie Lian'ın yeni tanıştığı kırmızı giysili adam son derece cömertti, meyhanenin sunduğu en iyi yemeklerden ve şaraplardan dolu bir masayı dolduracak kadar sipariş verdi. Beklenmedik bir şekilde, yemekler sadece kraliyet sarayında servis edilenlerden aşağı değildi, hatta Xie Lian'ın daha önce hiç görmediği türden, son derece yeni bir şekilde hazırlanmış birçok yemek bile vardı. Açlıktan yiyip durdu, ancak geç de olsa San-lang'ın tüm bu süre boyunca yanağı eline dayalı, bakışları ona sabit bir şekilde bakarken karşısında oturduğunu fark etti. O bakış, sanki Xie Lian'ı yemeği olarak görüyordu.
"......"
Böyle bir bakışla bakılmasının sonucu olarak, Xie Lian bir kez daha huzursuz hissetti ve yerinde duramadı. Açlığından dolayı az önce kötü bir yemek vakti görgü kuralına uymadığına kendini ikna ederek, yemek çubuklarını bıraktı ve hafifçe öksürdü ve "...... Utanç verici bir şey görmene izin verdim." dedi.
San-lang, "Hn? Bunda bu kadar utanç verici ne var? Beni umursama. Lütfen, lütfen. Devam et." dedi.
Ardından, ikisinin kısa bir süre kavga ettiği mantou'yu aldı ve ifadesinde bir değişiklik olmadan ısırdı. Bunu gören Xie Lian, kendini daha da zor bir durumda hissetti.
Giysilerini düzeltti ve daha dik oturdu, sonra beyaz ipek şeridine baktı ve bu konu hakkında konuşmaya karar verdi. "Bu lanetli nesne neden vücudumda saklansın ki? Varlığını tamamen keşfedemediğimi düşünmek, sadece sanki......" Sanki çok uzun bir süredir üzerinde taşıdığı ve alıştığı bir şeymiş gibi.
O beyaz ipek sürekli olarak ona doğru yüzüyor, başını ve kuyruğunu sallıyordu. San-lang onu sıkıca tutmasa, muhtemelen çoktan onu bir pirinç köftesi gibi sarmış olurdu. Ona bakınca sanki...... onu çok seviyormuş gibi.
San-lang, Xie Lian'a doğru dalmasını engellemek için onu bir çubukla sabitledi ve küçük bir gülümsemeyle, "Bu lanetli nesnenin oldukça kötü alışkanlıkları var gibi görünüyor ve uygun bir eğitime ihtiyacı var." dedi.
Xie Lian, "Ona öğretmek yerine, önce kökenlerine baksak daha iyi olur." dedi.
İkisi de bir süre birçok konu hakkında konuştular. Xie Lian, küçük yaştan itibaren Xian Le imparatorluk sarayında büyümüş ve sonrasında kraliyet tapınağında eğitim görmüştü. Şimdiye kadar, bu kadar ilginç bir sohbetçi, bu kadar zengin deneyimler görmüş ve karşılaşmış biriyle hiç tanışmamıştı. San-lang'ın konuşmasını dinlerken gözleri parladı ve gülümsemeyi bırakamadı. Hatta neredeyse tüm dertlerini unuttu. Uzun bir süre sonra, önündeki tuhaf gizemlerden birini aniden hatırladı ve ciddi bir yüzle, "San-lang, birini duyup duymadığını sorabilir miyim?" dedi.
San-lang, o beyaz ipek parçasını yere fırlattı, zıplayamaması için bilinmeyen bir yöntem kullanarak gevşek bir şekilde yatmasını sağladı. "Kim?" dedi.
Xie Lian, "Şöyle bir şey. Hua Cheng adında birini arıyorum." dedi. Bu ismi duyunca, San-lang'ın kaşları kalktı.
"Hn. Eğer sorabilirsem, bu kişiyi arayarak ne yapmayı planlıyorsun?" dedi. Xie Lian samimiyetle, "Dürüst olmak gerekirse, bilmiyorum." dedi.
San-lang'ın tonunu dinleyen Xie Lian, San-lang'ın Hua Cheng'in kim olduğunu kesinlikle bildiğini tahmin etti ve tekrar, "Belki de senden bir şey sakladığımı düşünüyorsundur, ama gerçek şu ki, ben de onu bulmanın ne işe yarayacağını bilmiyorum. Bugün uyandığım andan itibaren çok garip bir durumda olduğumu keşfettim." dedi.
Bir nefeste her şeyi sıraladı, sadece bahsedilmekten çok utanç verici olan şeyleri atladı. Sonunda Xie Lian şöyle dedi, "Ve ben de düşündüm ki, bu kişi çok önemli olmalı. Eğer San-lang onun kim olduğunu biliyorsa, bana söylemeniz sizin için uygun olur mu?"
San-lang gülümsedi ve şöyle dedi, "Ah, bunda sakıncalı bir şey yok. Tao Ustası ve ben ilk karşılaşmamızda çok iyi anlaştığımız için, doğal olarak sana yardım etmek isterdim. Bu kişiye gelince, Hua Cheng......"
Xie Lian tüm dikkatiyle dinledi ve şöyle dedi, "Ee?"
San-lang, "Deli bir adam." dedi.
Xie Lian, "Nasıl deli?" dedi.
Hua Cheng bir kadeh şarap koydu ve kadehi eline alarak, "O bir mürit." dedi. "Kimin müridi."
"Xian Le Veliaht Prensi'nin."
"Öhö öhö öhö —"
Xie Lian aceleyle bir yudum çay yuttu, sonunda öksürebildi. "Bekle, bekle. Ben - bizim Xian Le Veliaht Prensi Xie Lian, henüz bir tanrı olmadı, peki nasıl bir mürid oldu?" dedi.
San lang, "Er ya da geç. Sonuçta, tanrılar da böyledir. Birinin tanrı olduğunu söylerseniz o zaman o bir tanrıdır ve birinin tanrı olmadığını söylerseniz o zaman o bir tanrı değildir. Eğer isterse, o zaman öyledir." de.
Xie Lian gülmeli mi yoksa ağlamalı mı bilmiyordu. "Elbette bu çok sıradan!" dedi.
Bir duraklamadan sonra ekledi, "...... ancak, Veliaht Prens'in, Kraliyet Majesteleri'nin kesinlikle bir tanrı olacağına gerçekten inanıyor mu?"
San-lang yavaşça, "Bu fikir değil." dedi.
Bunun ardından gülümsedi. "Bu inanç."
Xie Lian da gülümsedi ve "O zaman bu kişinin beklentilerini boşa çıkarmamalıyım." diye düşündü.
Kollarını kavuşturarak, "Peki, bu Hua Cheng ile nerede tanışabilirim?" dedi.
San-lang, "Tao Ustası, onunla gerçekten tanışmak istiyor musun?" dedi.
Xie Lian, "Evet." dedi.
San-lang'ın bu fikrini onaylamadığı anlaşılıyordu. "Ama Hua Cheng çok kötü." dedi.
Xie Lian hafifçe kaşlarını çatarak, "Çok kötü mü? Nasıl kötü olabilir?" dedi.
Yükseleceğine ikna olmuş bir müridin kötü bir insan olacağına inanmaya pek istekli değildi. San-lang, "Bunun hakkında......" dedi.
Tam o anda, Xie Lian bir şey fark etti.
Şimdiye kadar çok dikkatliydi ve San-lang'a doğrudan bakmıyordu. Şimdi, ikisi de bir süre etkileşimde bulunduktan ve birbirlerine ısındıktan sonra, sonunda rahatlamaya ve istediği gibi doğrudan bakmaya başlamıştı.
San-lang'ın ellerinden biri, tüm bunlar olurken yan taraftaki bir korkuluğun üzerinde duruyordu, parmağı korkuluğa ne çok hafif ne de çok ağır olmayan bir şekilde vuruyordu. Beş parmağı uzun ve zarifti ve üçüncü parmağında, bir düğümün parlak kenarı gibi ince kırmızı bir iplik vardı. Xie Lian hemen çay evindeki olayı düşündü, şarkıcı kız şarkı söylüyordu ve aklından bir dizi karmakarışık ve dağınık görüntü geçti: tül yatak perdelerinin altında, iki el, on parmak sıkıca birbirine kenetlenmişti. Yukarıda yatan ele, kırmızı bir iplik bağlanmıştı.
#translation#çeviri#heavens official blessing#mxtx tgcf#tian guan ci fu#hua cheng#xie lian#hualian#hua cheng x xie lian#hualian art#tgcf extras#tgcf spoilers#tgcf hua cheng#tgcf xie lian#tgcf text post#tgcf tag#mxtx fandom#mxtx fanart#extra chapter#danmei#novel#tgcf fandom#mu qing#fang xin#san lang#taizi dianxia#xie lian my beloved#translation by me#book blogger#tgcfedit
9 notes
·
View notes
Text
Kendi kendini iyileştirdikten sonra gelen özürler ve açıklamalar boş duvara bakmak gibi hissettiriyor.
8 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
224. BÖLÜM - Dünyayı Tepetaklak etmek - gökyüzünde ateşten şeytani kale ile dövüş
Devasa taş heykel sersemlemiş ve donakalmış gözlerin altında gittikçe yükseğe ve daha yükseğe çıktı. Xie Lian onun harika bir durumda olduğunu gördü hatta önceden yüzü olmayan beyazın kırdığı bacakta iz bile yoktu, mutlu bir şekilde “San Lang, heykeli onardın mı?” dedi.
Hua Cheng gülümsedi, “eğer ta cennete Gege’yi almaya geleceksem ellerim boş gelemezdim. Hadi gidelim!”
Xie Lian kafasını salladı, “Millet, acele edip atlayın!
Ancak o zaman cennet mensupları kalabalığı onun yanındakinin Hua Cheng olduğunu gördüler, neredeyse dizlerinin üstüne düşeceklerdi, “EKSELANLARI, YANINIZDAKİ???”
Feng Xin’in yüzündeki sıkıntı giderek daha belirgin hale geliyordu ki sonunda bağırdı, “JIAN LAN! JIAN LAN!” ama cevap yoktu.
Lang Qian Qiu caddenin köşesinde saklanarak kaçmaya çalışan Qi Rong’u gördü, gidip onu yakalamak üzereydi ki Tai Hua sarayının oradan geçerken aniden sanki içinden bir şey patlamış gibi tüm saray paramparça olup yere serildi. Tüm cennet mensupları ürkmüştü, bakmak için döndüklerinde öfkeli alevler ve molozların arasında başını eğmiş ve sessizce duran bir figür gördüler.
Jun Wu gümüş kelebeklerden kurtulmuştu.
Beklenildiği gibi durdurulamazdı.
Qi Rong aceleyle Jun Wu'nun arkasına koştu ve kalabalığa kendini beğenmiş bir şekilde bağırdı, “SÜPRÜNTÜ! ÇÖP! GÜCÜNÜZ YETİYORSA BURAYA GELİN!”
Sadece o hâlâ kendi ölümünden habersiz, yaklaşmaya cesaret edebildi, hiçbir cennet mensubu konuşmaya cesaret edemedi.
Beyaz zırhlı savaş tanrısın vücudunun üzerinden göklere doğru kapkara bir aura kükrüyordu, beyaz ışık körleşmiş, iki renk sürekli olarak tahmin edilemeyecek şekilde değişiyordu. Cennet mensuplarının hepsi bu Jun Wu’nun son derece farklı olduğunu hissedip ona baktılar ama sert bir şekilde nefes almaya cesaret edemediler. Aynı zamanda o da Xie Lian’ı dikkatlice izliyordu, yavaşça insanların toplandığı yere doğru ilerlemeye başladı. Attığı her adımda savaşın alevleri ayaklarının altını yakacaktı.
İlk başta canlı çıralar halindeydi, kısa bir süre sonra çılgınca her yöne yayıldı ve göklere doğru esen öfkeli alevlere dönüştü.
Bu alevler Qi Rong'u yakalamıştı ve şeytani bir şekilde uluyarak kollarında Gu Zi ile hızla kaçmaya başladı. Quan Yi Zhen, Yin Yu'nun cesedini sırtında taşıyordu, yüzü is içinde caddenin ortasında duruyordu ve Jun Wu'yu gördüğünde onun da gözlerinde öfkeli ateşler yandı. Ona doğru yürümeye başlamadan önce cesedi yere bile bırakmadı ve onu geri çeken Xie Lian oldu.
Bir başka gümüş kelebek dalgası ileri atıldı ve Xie Lian bu fırsatı kullanarak, "ACELE ET! ORADA DİKİLİP DURMA!" diye bağırdı.
Tüm cennet mensupları bir anlığına tereddüt etse de sonrasında her biri birbiri ardına seslenişe cevap verdi. Binlerce cennet mensubu siyah bir karıca sürüsü gibi devasa taş heykele tırmanıp göğüs ve omuzlarında yer edindiler. Durmaya yer olmadığında ise eteklerinin uçlarından tutunuyorlardı. Eğer bu şey uçacak idiyse o zaman sadece bereket fenerleri ve gümüş kelebeklere bel bağlayamazlardı, ancak aynı zamanda çok fazla insan olduğundan Xie Lian Hua Cheng’e doğru bir hamle yapamadı.
Fikirler acil durumlarda ortaya çıkar, Xie Lian rastgele bir cennet mensubunun yanına çekti, onun arkasında Xie Lian, Hua Cheng'in yüzünü kavradı ve onu sıkı bir şekilde öptü.
Aradan biraz zaman geçti ve Xie Lian'ın tüm vücudu bir anda ruhani güçle doldu, paravan olarak kullanılan cennet mensubu tamamen kaskatı kesildi ve şok içinde bağırdı, "SİZ İKİNİZ ARKAMDA NE YAPIYORSUNUZ??”
Xie Lian ancak o zaman insanların görüşünü engellemek için kenara çektiği kişinin aslında Lang Qian Qiu olduğunu fark etti ve zihinsel olarak derin bir pişmanlık duydu. Ne günah ne günah, bu çocuk tarafından görülmemeliydi ve haykırdı, "HİÇBİR ŞEY YAPMADIK! GÖRMENİZ GEREKEN HİÇBİR ŞEY YOK!" Sonra arkasını döndü ve o ilahi heykele bağırdı, "UÇ!"
İlahi heykel onun çağrısını duymuş gibi görünüyordu, sanki bir şey harekete geçmiş gibi, kısık gözleri aniden açıldı ve yüzündeki gülümseme derinleşti.
Gümüş kelebekler ve Bereket Fenerleri aniden dağıldı ama o hala gökyüzünde sabit bir şekilde süzülüyordu, uzun saçları, kolları ve etekleri de rüzgarda dalgalanıyor gibiydi.
Uçuyor!
Xie Lian ve Hua Cheng de ayağa fırladılar ve ilahi heykelin başının tepesindeki yorgun taç platformunun üzerinde durdular ve Xie Lian bağırdı, "HERKES DİKKATLİ OLSUN! SIKI TUTUNUN!
Tam sözünü bitirdiği anda, ilahi heykelin gövdesi önce battı sonra da kuvvetle ileri fırladı! Xie Lian ve Hua Cheng en yüksek noktada durdular ve ilahi heykelle birlikte birçok cennet mensubunu Cennet Başkentinden çok uzaklara taşıdılar. Ancak, yılların birikimiyle Cennet Başkentinde yıllarını geçirmiş çok sayıda cennet mensubu vardı, bu yüzden umutsuz ve kederli bir şekilde arkalarına bakmaya devam ettiler.
Biraz sakinleştikten sonra Xie Lian aniden az önce telaş içinde olduğundan saymaya zaman olmadığını hatırladı ve seslendi, “Herkes bindi mi?” Guoshi nerede? General Pei?”
General Pei'nin başına gelen talihsizliklere yenilip yenilmediğini kim bilebilirdi? Tanıdıklarının orada olup olmadığına bakıyordu ki bağırdı, “USTA!”
Uzaktan Guoshi’nin cevabı geldi, “GELDİM!”
Ancak o zaman Xie Lian biraz rahatlamış hissetti. Tam o sırada aniden birisi bağırdı, “YETİŞİYOR! YETİŞİYOR!”
Beklenildiği gibi! Devasa ilahi heykelin arkasında kızıllara bürünmüş bir şey peşlerindeydi.
Bu cennetin başkentiydi.
Asıl cennet başkenti, hayırlı ve uğurlu bulutlarla sarılıp çevrelenmişti. Şimdi ise bunun yerine savaşın alevleriyle yanıyor, ateşli şeytani bir kaleye dönmüştü.
Birisi dehşetle konuştu, “İmparator… İmparator cennetin başkentini hareket ettiriyor… Hepimizi ortadan kaldıracak…”
“Bizi yakalayacak!”
Ancak Xie Lian bağırdı, “O KADAR DA HIZLI DEĞİL!” el mühürlerini aniden değiştirdi ve devasa ilahi heykelin gözlerinden ışıklar fırladı. Cennet mensuplarının kulaklarını kamçılayan rüzgar daha hızlı esti, deliler gibi uludu, aniden onların peşinde olan kırmızı ışıktan hızla uzaklaştı. Artık ilahi heykel daha hızlı uçuyordu!
Burada işler hızlanırken arkalarındaki kırmızı ışık vazgeçmemiş hızı aniden artmıştı, artık daha yakındı ve bazı cennet mensuplarını panikten çığlık attırıyordu. Bu mesafeyle cennet başkentinin içindeki o figürü artık neredeyse net bir şekilde görebiliyorlardı!
Bu sırada ölümlü alemi neler olup bittiğinden birhaberdi; çocuklar gülüşüp oynaşıyorlardı ki gökyüzünde hızla ilerleyen beyaz bir ışık ve uçup geçmekte olan kırmızı bir ışık gördüler, hepsi ağzını açıp alkışladılar, “Çok tatlı!”
Xie Lian durumun bu şekilde devam edemeyeceğini ve bu şeyi hızlandırması gerektiğini biliyordu ama hafiften başı da dönüyordu. Sonuçta tek nefeste o kadar uzun bir süre uçmuştu ki. Hua Cheng kalkmasına yardım ediyordu ama onlar daha konuşmadan aşağıdan Guoshi’nin bağıran sesini duydular, “HEPİNİZ BURADA NE İÇİN DURUYORSUNUZ? BİR GRUP CENNET MENSUBU HALA KAÇMAK İÇİN HAYALET KRALDAN RUHSAL GÜÇ ÖDÜNÇ ALINMASINA ��HTİYAÇ DUYUYOR. KENDİNİZDEN HİÇ UTANMIYOR MUSUNUZ?”
Bazı cennet mensupları bu ses tonunu takdir etmediler ve şöyle haykırdılar, “Sen kimsin? Bize ders vermeye ne hakkın var?”
Guoshi devam etti, “Kim olduğumun önemi yok, buna rağmen ben üst cennetteyken sen hala bir yerlerde kum havuzunda oynuyordun. Mesele şu ki, acele edin ve narin, pamuk ellerinizi bu ilahi heykelin üzerine koyun, hepiniz verebileceğiniz kadar ruhsal güç verin! Ancak o zaman bu ilahi heykel daha da hızlı uçabilir, eğer onun yetişmesini beklemiyorsanız tabi? Hepiniz kenardan izlemeye o kadar alıştınız ki, hayatlarınızın tehlikede olduğunu unuttunuz mu? Hala böyle bir şeyi size hatırlatmama ihtiyacınız var mı?"
Bu hatırlatmayla birlikte cennet mensuplarının nihayet akılları başlarına geldi ve hepsi bu yönteme destek vermeyi unuttukları için içten içe çok utandılar. Böylece hepsi işe koyuldu, ellerini ilahi heykele koyarak bağırdılar.
"EKSELANSLARI, BU MEVKİCE AŞAĞI KİŞİ SİZE YARDIM EDECEK!"
“Ah, o zaman ben de…”
“Pek fazla yok… ama elimizden geleni yapacağız.”
Yedi ya da sekiz yüz el ve ayakla birlikte ilahi heykel tekrar güçle doldu ve Xie Lian da tekrar enerjik hissediyordu. İlahi heykel bir kez daha güçlendi, bu sefer büyük bir gürlemeyle arkadaki kırmızı ışığı kilometrelerce geride bıraktı!
Cennet mensuplarının hepsi derin bir nefes alarak rahatladılar ve terlerini sildiler.
Aniden Hua Cheng konuştu, “Gege, aşağıya in.”
Xie Lian da nedenini sormadı ve doğrudan aşağıya doğru hareket etti. İlahi heykel bulutların zifiri siyah katmanlarını aştı, ama aşağısı da kapkaranlık, bir parça ışık süzmesi bile yoktu. Cennet mensupları telaşlanmıştı, “Burası… burası ne böyle? Neden bu kadar karanlık? Oldukça korkunç.”
“Ekselansları, neden buraya geldik?”
“Bence burada uzun süre kalmamalıyız!”
Ancak Hua Cheng konuştu, “Burada kalıp hareket etmeyeceğiz. Bekleyelim.”
Böylece o devasa ilahi heykel havada süzüldü, Xie Lian “En. Neyi bekliyoruz?” diye sordu.
Hua Cheng fısıltıyla cevapladı, “Yetişene kadar bekleyip bir tur dövüşmeyi.”
Sözler dudaklarından dökülürken, kara gecenin bulutlarının üstünden kırmızı bir ışık kırıldı ve o da aşağıya doğru indi. Her insan bir kale, gece gökyüzünde karşı karşıya geldiler. Her bir cennet mensubu gözlerini kırpmadan o kırmızı ışığın yaklaşmasını izledi, tüyleri diken diken oldu ve hepsi sorguladı, “Ekselansları, neden gitmiyoruz?”
“Onunla kafa kafaya savaşmayı düşünüyor olamazsın? Kazanma ihtimalin yok!”
“Yine aptallaştı! Biliyordum işte bu adam aptal olmayı seviyor!!! Yüzlerce yıl geçti ama o hala… kim tekme attı?”
“Ben.” Dedi Guoshi, “Bir kelime daha edersen seni doğrudan aşağı atarım.”
“SEN KİMSİN BE??”
O ilahi heykel devasa bir nesne olabilir, ancak Cennet Başkenti çok daha görkemliydi ve eğer gerçekten kafa kafaya çarpışırlarsa, bu devasa ilahi heykelin boyutuna göre kesinlikle ezilirdi. Ancak, Xie Lian'ın Hua Cheng'e güveni tamdı ve tek kelime etmeden izledi. Tıpkı o kırmızı ışığın yarım mil kadar uzağa gelmemiş olması gibi Xie Lian aniden ayağının altında bir şeylerin hareketlendiğini hissetti.
Aşağıya baktığında, hareket edenin ayaklarının altındaki karanlık olduğunu gördü, sppş, sppş, yükseliyor ve katlanıyordu, adeta...
Dalgalar.
Xie Lian anında buranın neresi olduğunu anladı.
Cennet mensuplarından da fark eden vardı, birisi dehşetle bağırdı, “Tanrım! Burası sanki… Kara Su Şeytanın Yuvası! Şeytanların yuvasına getirildik!”
Kelimeler söylendiğinde aniden aşağıdan beyaz şeritler karanlığı yararak havaya doğru sıçradı.
Unutulmaz bir şekilde yeşil dört çift göz, hayalet ateş fenerleri kadar büyük devasa sekiz göz ateşli şeytani kaleye baktı, bu kaba davetsiz misafirden son derece rahatsız olmuş gibi uzun ve kötücül şekilde kükredi. Devasa kuyruklarını ile ileri geri savurdu ve denizin binlerce metre yüksekliğinde heyecan verici dalgalarının yüzeyini kırbaçladı.
Onlar dört kemik ejderhasıydı!
Başlarını şeytani kaleye doğru kaldırdıkları anda ağızlarından hızlı bir akıntı fırladı, vurucu gücü muazzamdı ve demir ve çelik duvarlar bile böyle dev bir su tabancası tarafından kırılabilirdi. Xie Lian izlenimini yeniden değerlendirmekten kendini alamadı, "Onları son gördüğümüzde biraz... haha, aslında bu kadar vahşi olduklarını düşünmemiştim."
Denizin zifiri karanlık yüzeyinden dev canavarın yeni ceset kemikleri suları yarmaya devam etti ve balıklar sanki kaleye kayalar fırlatıyormuş gibi vınlayarak uçtu. Cennet mensupları gördüklerinde tamamen şaşkına döndüler. Jun Wu onları öldürmek için peşlerinden koşarken, Hua Cheng ve Kara Su onlara yardım ediyor gibi görünüyordu. Böyle bir sahne gerçekten çok ilginçti.
Dört Kemik Ejderhası o şeytani kalenin etrafını sardı ve ona çılgınca ateş etti ama can alıcı savaş alevleri biraz suyla yok edilemeyeceğinden o kadar da etkili olamadı. Balıklar mücadele ettikçe ateş de o kadar öfkelendi ve sulara giden tüm yolu yaktı.
Kara Su Şeytanı İninin deniz yüzeyinde şiddetli ateş büyüdü ve ateşin ışıkları ile sular vahşice dans etti, aşağıdan, suların içinden gulyabanilerin ulumaları ve feryatları duyuldu. Bir ter damlası Xie Lian’ın alnından aşağıya doğru yuvarlandı, “Kara… Su’yun… bölgesine böyle bir kargaşa getirmemiz sorun olmaz mı?”
“bunları önemseme.” Dedi Hua Cheng, “Bana para borcu var. Nasıl istersen öyle dövüş.”
Xie Lian, “???”
Aniden birisi ileriyi işaret etti, “NE… NE YAPIYOR O?”
Xie Lian da bakışlarını çevirdi ve gördüğünde kalbi de sarsıldı.
MXTX YAZAR NOTU; Kara Su’yun Hua Cheng’e cidden büyük bir borcu var, çok zavallı bir Yüce. Tüm Yüce’ler rütbesinin ortalamasını fena halde aşağı çekti (3 tane olmalarına rağmen.) ama bu çok fazla yemekten dolayı borçlu olunan bir şey değil.
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#ling wen#hualian#hua cheng#heavenlyblessing#jian lan#heaven official's blessing#mei nianqing#quan yizhen#peiming
19 notes
·
View notes
Text
Orta sınıf vatandaş
Ülkenin yükü en çok senin sırtına biner.
Oransal olarak en çok vergiyi sen ödersin. Kaçakçılık, suç işleme, illegal işler yapma gibi şansın yok.
İte kopuğa işlemeyen yasalar senin için var.
Gün ışığı olmayan saatte iş için yola koyulursun.
Hiçbir toplumsal gruba ait değilsin. Başına bir şey geldimi yanında sadece yakınlar��n olur.
Etliye sütlüye fazla karışmaz "aman bana dokunmasın" dersin.
Sekülersin ama kültürel muhafazakârlığı asla üstünden atamazsın.
Tarikatçısı, teröristi, siyasetçisi, mafyası, aşireti, bakkaldan ekmek alır gibi kaçak silah sahibi olabiliyorken, +25 milyon silahın gezdiği ülkede yasal olarak bireysel silahlanıp kendini koruma hakkın bile yoktur.
Emekliye, memura, öğrenciye, sığıntıya, saraya bakmak için çalışırsın.
Devlet dairelerinde işlerini kolay kolay halledemez, gişe memurlarıyla papaz olursun. Eşek yükü vergi ödediğin ülkede hastanede randevu bile bulamazsın.
Sokakta gezmek bile zor gelir sana, milyonlarca başı boş iti, kriminal tipi, trafik magandası, tacizcisi, uyuşturucu bağımlısı, kaza kurşunları ve her türlü psikopatı senin için çevresel faktör ve sosyolojik gerçeklerdir.
Hayatın toplu taşımalarda geçer.
Fazla bir sosyal aktiviten yoktur, telefondaki ekran süren fazladır.
Önemli işler için yukarılardan bir tanıdık, araya sokacak bir adamın yoktur.
Alışveriş yaparken marketlerde dakikalarca fiyat etiketlerine bakıp filozoflar gibi düşünürsün.
3 kuruş için sattığın emeğinin karşılığında ayda birkaç kere yemek yemeye gittiğin lokantada bile hesap ne kadar gelecek diye düşünürsün.
Hep ileriyi düşünmek zorunda kalırsın.
Tüketmeye gelince bir şekilde tüketirsin de, en çok sen tükenirsin.
Suratın da genelde asıktır..
Alıntı
27 notes
·
View notes
Text
Bazen sadece durmak gerekir işte. Öyle boş boş bakmak gerekir, hiçbir işe yaramamak... Hazmetmek gerekir, yutmak gerekir, üzerine derin bir nefes alabilmek için zaman gerekir.
42 notes
·
View notes
Text
bazen böyle tavana boş boş bakmak istersin. Herşeyden yıldığını hissedersin, ölmek istersin.
Üzgün değilsindir, kötü birşey yaşamamışsındır ama yinede üzülürsün olmayan şeye. Bunlar çok saçma duygular
7 notes
·
View notes