#boş bekleyiş
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ben bekliyorum.........
#nerdesin aşk#bekliyorum#sevgi#hüzün#sevgisizlik#yalnızlık#postlarım#boş bekleyiş#sevilmedik#sevilmedim hiç
108 notes
·
View notes
Text
Öyle boş boş bakar mı bir insan bir isme? bir resme, bir şehre?
bakar mı?
İçinde kocaman bir sohbet varken ağzından tek cümle çıkmaz mı? tek soru? tek cevap beklemez mi?
Yorgunluktan değil tüm bu vazgeçmişlik veya beklentisiz bekleyiş.. adı her ne haltsa!. hala ipin ufacık kalan ucundan tutunma çabası belki de.. belki de öyle sanmaca... bilmiyorum..
Bu kadar soru ve bu kadar kendini kandırmaca,
kalbe zarar akla hasar.
46 notes
·
View notes
Text
beklemek, bekleyiş, bekleyen olmak.. gidişlerin gelişlere dönmesi kadar sen ihtimalli, sonsuz bir döngünün ortasında öylece bekliyorum. otobüslerin hiçbirinin durmadığı boş bir durak gibi. deniz fenerinde bekleyen bir bekçi gibi. gelmesen bile bekleyeceğim seni. gelmesen de düşünmeye devam edeceğim. kafiyeli ama anlamsız şiirler yazıp, herkesin okuması için çabalayacağım. seni yazıp, seni anlatacağım. her şeye ve sana rağmen. bekleyeceğim.
16 notes
·
View notes
Text
PEYGAMBER DUALARI ÇOK ÖNEMLİDİR.♥️🪴♥️
UMUDUNU KAYBETME
-HZ. Nuh'u tufandan.
-Hz. Yusuf'u kuyudan.
-Hz. Yunus'u balıktan.
-Hz. İbrahim'i ateşten.
-Hz. Musa'yı denizden.
-Hz. Meryem'i iftiradan.
-Hz. Eyyüb'ü hastalıktan.
-Hz. Zekeriya'yı yalnızlıktan.
-Hz. Asiye'yi firavundan kurtaran bir Rabbin var senin.
Aç ellerini dua et.
HZ MUSANIN DUASI
Önden kızıldeniz köpürüyor,
arkadan firavun geliyor..
Musa aleyhisselamın dilinden,
tek bir nida çıktı o anda ki;
-İnne meıye Rabbi, seyehdin!
Yani;
-BEN ALLAH'LA BERABERIM,
O BANA ÇARE GÖNDERİR !
Şuara 62.ayet
HZ İBRAHİMİN DUASI
İbrahim aleyhisselam ateşe atıldığında:
-Allah bana yeter,
O ne güzel vekildir !
Deyip tebessüm etti alevlere ?
Hz. Yakub der ki;
"Allahım;
Bir bekleyiş içinde olanlara,
Beklediklerini nasip et..."
Hz. Yusuf şöyle dua edermiş:
Ya Rabbim!
Kaderimde muhtaç olmak varsa,
bu muhtaçlık sadece Sana olsun.
Beni senden başkasına muhtaç etme
Ya Rabbim..
Zekeriya as
Allahım hiçbir duamda senden mahrum olmadım.
***************
Dünyada olabilecek her bir olay için misal aleminde sayısız ihtimal uyur.
Siz ağzınızdan çıkardığınız sözlerle o ihtimalleri uyandırırsınız .
Acziyetimizi, muhtaçlığımızı, zavallılığımızı, onun yanında yaratıcının büyüklüğü, azameti, rahman ve rahim oluşu, esirgeyip bağışlaması, gibi güzel kelimeler söyleyelim ki güzellikler olsun..
Rabbim, senin ve esmaül hüsnan aşkına sana niyazda bulunanlara merhamet et sana açılan ellerimizi boş çevirme muhtaçlığımız yalnızca sana başkasına el açtırma dua ve selam ile
Amin.
Amin.
4 notes
·
View notes
Text
ne sen dolup taşarsın, ne benden nuh olur. sevgilim, hâlâ düzeltemedim kalbimi, her şey daha da kötüye gidiyor fakat mutlu rolünü çok iyi oynuyorum. hiç itirazım kalmadı hayata, dargın bile değilim, kendime bile aldırmıyorum artık. nelerden uzaklaşıyorum, nelerden uzaklaştık, neler uzak böyle... görsen nasıl; biz bile, kendimize. kalbi kesip geçenin bıraktığı kesik kabuk bağlamaz. insan bir vakit sonra katılaşır, acılara da ağlamaz. anlamı var ama bunun da. dilersen hiç bakma, inan umrumda değil. aklıma dolanma, karşıma çıkma, beni arama, şarjım yüzde bir. kanımda yürüyen öfke ordusu sen çarpı ikidir. tabii ki o mükemmel şiirlerden sonra, bu sikik bir şiirdir, sen de öylesindir belki. ben fazla büyütmüşümdür gözümde seni, senin de gözünde fazla büyüttüğün başkaları gibi... sanki her şey naylondan idi. sana kandığım için kendime öyle öfkeliyim ki, kurşunlara dizdireyim istiyorum kendimi. öyle hemen yerini arama, konu sen değilsin tabii ki. konu ne zaman senden geçerse oradan koşar adım kaçacağım. çünkü yakışıklı bu benim kaçmağım, çünkü ben hep bir şeylerden yoksundum. şiirlerim bile kalmamıştı, ellerim bile yokluk içindeydi. param yoktu, babam yoktu, tüm dünya üzerime geliyordu ama o kahrolası gözlerim hâlâ seni arıyordu. hani bilirsin, sevdiğin kişiyle asla karşı karşıya gelmek istemezsin. o değil de, ona olan sevgin korkutur içini, öyle bir şey... ama tabii sen bunlardan anlamazsın. bu yaz instagram'dan geçmez, senden de geçmez artık. çünkü öyle yazıyordu sokaklarda. hoş, günümüz yalansa yalan, boş günümüzde harcarız. ne büyük laf ama... harcanan ve sürekli harcanan çocukların cevabı, bir cevap niteliğinde hayata. hiç unutmuyorum bir sokakta da "trilyon olsanız bir gecede harcarım." yazıyordu. kim bilir hangi para babası yaktı canını... alçak dağlarında yalandan yaşama öyle, sokaklar yalan söylemez, aslında sokaklar artık bir şey söylemiyor. tamam, ben de bir şey söylemek istemiyorum, tamam. şekilciliğine kandığımız dünyada, dertler bir şekilde hep derya. bu ekranlara yansımayacak ama. sevdamızda gözü kalmış hayat deryası ve ah ama sevin bir gün herkesten vazgeçişimi, senin nasıl kutlayamadığımın şiirini de yazacağım. kıyıya vuran gemilerden nasıl jilet yapıldığını, ş harfine tam olarak basamayan ağzını, karanlığın dibini, ölülerin adını, türkülerin tadını, dibe bile vuramamanın ağrısını anlatacağım. konu yine senden geçmeyecek. sana neden olmaz diyemediğimi de anlatacağım. çünkü kavmime senden iyi bir felaket bulamam fakat ne hikmetse sende bir efsunluk varmış, seni efsunlu gören galiba kendi içimdi. inandığım o sevgin hiçbir şeyi iyi etmedi. son olarak, lütfen bir bekleyiş içine girme. beni itilmiş bir köpek gibi hissettiren her şey beni iyi etti. sana olan her şeyimi tükettim, biraz da senin sayende. bunun için teşekkür ederim. bu kaydı bir belge diye saklı tutuyorum. belki bir kanıt... bir yerlerde, bir gün böyle hissetmiştim derim belki. sana gelince, hâlâ bir yerde bir şeyler beklediğini biliyorum. belki de bekleme listende adım geçmez, umursamıyorum. seni şaşırtmak istemem ama büyük bir hayal kırıklığı olabilirim. bir müddet kendi yağımda kavrulmayı deneyeceğim. belki şiirleri de yanıma alırım. çok güzel dostlarım var, birkaç gün onlarda kalırım ama beklenenin ağırlığı altında ezilirim. yine sana eğmem yüreğimi. beni sana bekletmezler gerçi, doğru. dilediğin bir hayata, dilediğin arabaya, yanında olana, birlikte kafelerde dolaştığına, ve Allah'a emanet ol. ekmek bölmeyi bilmeyen ellerini, kendime dert etmekten caydığımı bir selam gibi iletirim. ben yalan aşkın renklerine kanacak adam değilim. her şeye rağmen, hoşça kal.
21 notes
·
View notes
Text
Sevgim gerçek olmasaydı ağlayabilir miydim?Her damla, içimde yankılanan sessiz fırtınalar,Her bekleyiş, adını anmadan geçmeyen zaman,Yoksa neden titrerdi kalbim her hatıranda?Sevgim, yalan olsaydı böylesine can yakar mıydı?Gözlerim bulutlanır mıydı her özlemde?Sana kavuşmayı düşlerken bin kere,Ellerim boş kalır mıydı sensiz gecelerde?Sevgim, göğsümde taşıdığım bu ateş,Sönmeyen bir yangın, senden başka kim bilir?
2 notes
·
View notes
Text
Ne fark ettim biliyor musun.?Evimin odaları boş sessiz ne bir ruhu nede bir yaşı yok küflü tavanlar,gıcırdayan kapılar tozlu gardroplar epeyce eskiyen 1980’den kalan makaleler Benden büyükler duvarlar dökülüyor kokuları bir kurbağa ölüsü kadar baskın kokuyor merdivenleri çıkıyorum her adımda sesler gevşeyen ahşaplar çürüyen çatı uçları ne kadar kaldım ben bu evde fark etmekte ben mi geç kaldım neredeydim sahi ben yıllarca nasıl yaşadım bu harabede bozuk bir radyo günde iki kere doğruyu gösteren bir saat hırıldayan bir televizyon
Aynalar onları göremiyorum artık tıpkı ruhumu göremediğim gibi bir şeylerin anlam kaybettiği yerdeyim burasıda başkenti oluyor harabelerimin evi
Kapılar onlar hiç açılmadı çalmadı bir postacı bir gazeteci yada ikindin saatlerinde süt bırakan çocuklar çocuklar demişken bizim bu mahallenin çocukları hiç buraya gelmezler uzun bir mahallenin en sonunda oturuyorum neyi bekliyorum
Anlaşılmayı mı ne güzel bekliyorum ama.Bu bekleyiş bir şeyleri benden götüreli çok oldu.Öldüm öldüm öldüm yapraklarım dökülüyor seç hadi birini artık karanfil kokmuyor bedenim.Kızmak mı ben sana bakarken sevginin kendisini görüyorum
F/A
#edebiyat#sanattarihi#edebi yazılar#aşk acıtır#edebi sözler#huzur verici#mantık#sanat#sanatandharma#sevgisizlik#aşk sevgi#aşka dair#mesafe aşkı
6 notes
·
View notes
Text
//////
ne sen dolup taşarsın, ne benden nuh olur. sevgilim, hala düzeltemedim kalbimi. her şey daha da kötüye gidiyor fakat mutlu rolünü çok iyi oynuyorum. hiç itirazım kalmadı hayata, dargın bile değilim. kendime bile aldırmıyorum artık. nelerden uzaklaşıyorum, nelerden uzaklaştık, neler uzak böyle. görsen nasıl, biz bile kendimize. kalbi kesip geçenin bıraktığı kesik kabuk bağlamaz, insan bir vakit sonra katılaşır acılara da ağlamaz. anlam arama bunda, dilersen hiç bakma inan umrumda değil. aklıma dolanma, karşıma çıkma, beni arama, şarjım yüzde bir. kanımda yürüyen öfke ordusu sen çarpı ikidir. tabii ki o mükemmel şiirlerden sonra bu sikik bir şiirdir. sen de öylesindir belki, ben fazla büyütmüşümdür gözümde seni. senin de gözünde fazla büyüttüğün başkaları gibi. sanki her şey naylondan iyiydi. sana kandığım için kendime öyle öfkeliyim ki, kurşunlara dizdireyim istiyorum yüreğimi. öyle hemen yerini arama, konu sen değilsin tabii ki. konu ne zaman senden geçerse oradan koşar adım kaçacağım. çünkü yakışıklı bu benim kaçmam. çünkü ben hep bir şeylerden yoksundum, şiirlerim bile kalmamıştı, ellerim bile yokluk içindeydi param yoktu, babam yoktu tüm dünya üzerime geliyordu ama kahrolası gözlerim hala seni arıyordu. hani bilirsin, sevdiğin kişiyle asla karşı karşıya gelmek istemezsin. o değil de ona olan sevgin korkutur içini, öyle bir şey. ama tabii sen bunlardan anlamazsın. bu yazı instagramdan geçmez, senden de geçmez artık. çünkü öyle yazıyordu sokaklarda hoş günümüzü yalan sayana boş günümüzde harcarız, ne büyük laf ama! harcanan ve sürekli harcanan çocukların cevabı, bir cevap niteliğinde hayata. hiç unutmuyorum bir sokakta da "trilyon olsanız bir gecede harcarım" yazıyordu. kim bilir hangi para babası yaktı canını. alçak dağlarında yalandan yaşama öyle, sokaklar yalan söylemez. aslında sokaklar artık bir şey söylemiyor. tamam, ben de bir şey söylemek istemiyorum. tamam. şekilciliğine kandığımız dünyada, dertler bir şekilde hep derya. bu ekranlara yansımayacak ama, sandalımızda gözü kalmış hayat deryası ve ah. ama sevin, bir gün her şeyden vazgeçişimi seninle nasıl kutlayamadığımızın şiirini de yazacağım. kıyıya vuran gemilerden nasıl jilet yapıldığını, ş harfine tam olarak basamayan ağzımı, karanlığın dibini, ölülerin adını, türkülerin tadını, dibe bile vuramamanın ağrısını anlatacağım. konu yine senden geçmeyecek. sana neden olmaz diyemediğimi de anlatacağım, çünkü kavmime senden iyi bir felaket bulamam. fakat ne hikmetse sende bir efsunluk yokmuş, seni efsunlu gören, galiba kendi içimdi. inandığım sevgin, hiçbir şeyi iyi etmedi. son olarak lütfen bir bekleyiş içine girme. beni itilmiş bir köpek gibi hissettiren şey, beni iyi etti. sana olan her şeyimi tükettim, biraz da senin sayende bunun için teşekkür ederim. bu kaydı bir belge diye saklı tutuyorum, belki bir kanıt, bir yerlerde bir gün böyle hissetmiştim derim belki. sana gelince, hala bir şeyler beklediğini biliyorum. belki de bekleme listende adım geçmez bulursam iyi. seni şaşırtmak istemem ama büyük bir hayal kırıklığı olabilirim. bir müddet kendi yağımda kavrulmayı deneyeceğim. belki şiirleri de yanıma alırım, çok güzel dostlarım var birkaç gün onlarda kalırım. ama beklenilmenin ağırlığı altında ezilirim, yine sana eğmem yüreğimi. beni sana bekletmezler gerçi. doğru. dilediğin bir hayata, dilediğin arabaya, yanında olana, birlikte kafelerde dolandığına, ve Allah'a emanet ol. ekmek bölmeyi bilmeyen ellerini kendime dert etmekten caydığımı bir selam gibi iletirim. ben yanan aşkın renklerine kanacak adam değilim. her şeye rağmen hoşçakal...
//////
3 notes
·
View notes
Text
"Bekleyiş, yasadışı bir örgüt"
Ameliyathanenin hemen bitişiğindeki yoğun bakım ünitesinin önünde yoğun duygularla beklediğim bu birkaç saat, gerçekliğin yamuluşunu ve koridorda volta atan Sayın Azrail’in şımarık bir çocuk gibi herkese posta koyuşunu izliyorum. Ağlamaklı kadınlar, çocuklar, üzüntülü babalar, anneler, yaşlılar, iyi haberler bekleyen hasta yakınları o koridoru dünyadan koparmışlardı. Hastanenin bu kısmı her gün böyleydi. Ama biz bunu sadece yolumuz düştüğünde fark edebiliyoruz. Çünkü başkaları bizim için okunaksızdır. Biz de başkaları için öyleyizdir. Dokunmadığımız, ilişki içerisine girmediğimiz, göz ve anlam teması kurmadığımız herkes duygu ve empati alanının dışındadır. Başkalarıdır onlar. Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” sözündeki başkaları o başkalarıdır belki de.
İnsan vücudunun ne kadar kusurlu, sürekli aksayan ve hastalık dediğimiz o kavramın kutsal mekânı olduğunu düşünmekten alamadım kendimi. Hayatımızın hemen hemen bütün zamanlarında sağlık ve güvenlik açısından risk altındayız. Hastaneler tıpkı tamirhaneler gibi hiç boş kalmıyor, devasa bir balon gibi şişen sağlık sektörü kapitalizmin en büyük oyuncağı olmuş. O yüzden insan hiçbir zaman yüce bir varlık olmamıştır. İnsan yüce bir varlık değildir, sonsuz evrende toz zerresi kadar bile yer kaplamayan, tıpkı diğer canlılar gibi zaman mezbahasından ufalanarak geçen ıssız bir kavramdır insan.
Neredeyse iki saat geçmişti, babam hâlâ içerde ameliyathaneden çıkmamıştı. Yetmiş altı yaşında, ömrü boyunca iğneden korktuğu için doktorlarla yakın temas kurmayan o asırlık adamın şimdi bağırsak düğümlenmesi nedeniyle karnı kırk santim açılacak ve bir kısmı deforme olan bağırsakları kesilip, sağlam olan yerlerinden yeniden dikilecekti. Yıllarca hep midesinden şikâyet ederdi babam. Ağrıları dayanılmaz olunca mecburen gelmişti hastaneye. Hastalığının midede değil de bağırsakta olduğunun ayırdında değildi henüz. Öncesinde ciddi bir bağırsak ameliyatı geçireceğini bilseydi o ameliyata girmektense ölmeyi tercih ederdi. Çektiği ağrılar yüzünden ortam bilincini yitirmişti ve apar topar ameliyata alındığının farkına bile varamadı. Hissettiği tek şey kimsesizlikti sanırım.
Bazen babamın çok derin düşüncelere daldığını görürdüm. Onun neler düşündüğünü tahmin etmeye çalışırdım. Memleketini özlüyordu, kardeşlerini, Van Gölünü, dağlardan ovaya akan buz gibi suları, o sudan avuçlarıyla kana kana içmeyi... Atları özlüyordu bir de. Düş taşıyan atları… Şimdi o atlar kafasının içinde koşuyor. Zamanın hasar almamış bir kıyısında o atları durdurup ateş yakıyor, yemliyor onları. Hayallerini anlatıyor. Saatlerce konuşuyor, insanlara anlatamadığını onlara anlatıyor. Yüzünde güneşler doğuyor babamın, görüyorum. Büyülü sessizliği bir telefon sesi veya annemin babama dümdüz seslenişi bozuyor; yüzündeki ifade değişiveriyor babamın, hayaller bulanıklaşıyor. Gerçeklik ve yaşlılık anıt gibi dikiliyor evin ortasına.
Otuzlu yaşlarını hatırlıyorum babanın. Henüz saçları dökülmemişti. Yakışıklı sayılmazdı ama karizmatikti. Bütün yakışıklı olmayanlar karizmatik olarak anılmak isterler. Kısacık boylu dev yürekli bir adamdı. Karları, sisleri, baharları ve yeşillikleriyle resitaller sunan memleketinden kopup Ege’nin yalnızlıklarıyla ünlü bir kasabasına yerleşmişti. Ayakta kalmak için verdiği mücadeleyi, ölesiye çalışmaktan bükülmüş belini ve iki odalı küçük evimizi yapmak için sırtında taşıdığı kum torbalarını, beton torbalarını döküp, suladıktan sonra kürekle karıştırıp tek başına oluşturduğu evin temelini hatırlıyorum. O sıralarda çok küçüktüm ama yardım etmek için taşıdığım tuğlaları gururla gösterirdim babama. Gülümserdi bana. Onun gülümseyişini hatırlıyorum. Kırk yıl öncesinden kalan bir gülümsemeyi hatırlamak beraberinde kusursuz bir kederi de getirip bırakıyor şu koridora, Azrail’in pelerini ve orağıyla korku saldığı koridora.
Ameliyat odasının kapısı her açıldığında –çok garip ve rahatsız edici bir sesi var kapı açılma sesinin- oraya yöneltiyorum başımı, ayaklarımı ve dikkatimi. Bu kez de babam değil içeriden çıkan deyip geri çekiliyorum. Bu, rahatlama ve tedirginlik arası bir duygu sıçratıyor yüzüme. Başkaları (yukarıda adına cehennem denen şu başkaları) koşup yürüyen yatağın kenarından tutuyor, “nasıl geçti, iyi mi durumu?” diye soruyorlar doktor veya asistan veyahut hastabakıcı olan kişilere. “Size bilgi verilecek” diyor ekipteki o iyi geçmiş ameliyatın kahraman kişisi.
Bir ameliyat veya yoğun bakım ünitesinin önünde ilk bekleyişim değil bu. 10 Eylül 2022’de dördüncü kattan dengesini kaybedip düşen ve mucizelerle yaşama dönen kızım için de günlerce, haftalarca beklemiştim. Anlatılmaz yıkımların ele geçirdiği o zamanlar içimi, belleğimi yara yara geçip gitti. Belki başka bir gün anlatırım o zor günleri. Çünkü o bir anlatım değil, anlatım uçurumu. Durumu iyi, normal hayatına döndü bile. Az önce aradı Antalya’dan, dedesinin durumunu sordu. “Bekliyorum kızım, henüz çıkmadı, bekliyorum” dedim. Sonra diğer akrabalar aradı, eş dost ve komşular. Hepsine aynı şeyi söyledim: Bekliyoruz.
Beklemek, evet kıvırcık saçlı turuncu bir ormandır beklemek… Okuduğum kitapları düşünüyorum, hepsinin içinde beklemek vardı. Sayfalarca beklemeyi tutup roman yapmışlar, şiir yapmışlar. Bekleyiş, yasa dışı bir örgüt. Yazılan veya çizilen şeylerin çoğu bekleme esnasında ortaya çıkıyor. Hisler, düşler, sıra dışı sözcükler ve o sözcüklerin peşine takılmış akıl almaz imgeler düzenli bir bekleyişin ürünüdür. Şu koridorda üç saattir bekliyorum ölüm ve yaşam gibi iki ağır yükü taşıyan hisçilerle beraber.
Yine kapı açılıyor, koşuyorum, diğer başkaları da koşuyor, ben en öne geçiyorum. Dikkatle bakıyorum sedye yataktaki yüzyıllık adama. Babam bu, evet, yanımda benimle koşanlara “bu benim babam” diyorum. Bizimki bu. Diğerleri (Cehennem olmayan başkaları yani, onlarla yakınlaştık, o yüzden cehennem olmayan başkaları onlar) duruyor. Bir sonraki açılacak kapı sesini bekleyecekler. Doktor yok, içeride kalmış o. Kahraman doktor içeride kalmış. Bir asistan ve hasta bakıcı sürüyor yatağı. Koşarken aniden duruyorum, gözlerim ıslanıyor, yüzüm ıslaklığın Van Gölü. Babamın her iki yanında rahvan yürüyen atlar görüyorum. Babama düşlerindeki atlar eşlik ediyor. “İyi geçti” diyor asistan. Rahatlıyorum, kahverengi bulutların altındaki suskun şehirlerle selamlaşıyorum. Kalabalık bir umut sürüsü üşüşüyor başıma. Babamı ve yüzüne yerleşen kasabanın yalnızlığını yoğun bakım ünitesine alıyorlar. Ancak bir gün sonra görebildim babamı. Gözlerini açmıştı, boşluğa bakar gibi bakıyordu bana. Ağzından sadece tek bir sözcük çıkmıştı o an: “Gördün mü?” dedi. “Gördüm baba” dedim gülümseyerek… Atları kastetmişti babam.
12 notes
·
View notes
Text
Bekliyorsun…. Ruhun enerjiyi bir yere akıtarak dirilmek istiyor, olası mı bu?
Neye, kime akıtacaksın onu, kimi ortak edeceksin duygularına? Sana, senin eziyetine kim katlanabilir? Yalnızlığı kabul edemedin mi? Dostun kimdi senin?
Bekliyorsun, sürekli bekleyişleri art arda ekliyorsun; seni seyrediyorum ve ses etmiyorum çünkü bekleyişin süslü bir imparatorluğu vardır.
Umut silinene kadar güçlü bir direnişle dikilirsin tahtında. Sonra, düşüş başlar… Başladığın yere dönüş… Kara anaforu bulma isteğiyle, labirentlerinde acıyla ve delice dört dönmektir, düşüşe yeniden başlamak üzere acılı bir dönüş…
Bir ömrün bekleyiş eziyeti içinde kıvranabilmek uğruna, başa dönüşün bekleyişiyle geçmesini düşünebiliyor musun?
Bu acı arayıştan kim kurtarabilir insanı?
Sevgili mi?
Dost mu?
Boş inanç mı?
Sahi… kim…??
23 notes
·
View notes
Text
Bırak dönsün dünya.
Sen gözlerinle dünyayı aydınlat.
Gülüşünle kâinata hayat ver.
Sesinle canlıları uyandır, doğaya can ver.
Seni saracak dermansız kollarıma güç ol.
Seni özleyen yüreğime sevgini üfle.
Ve sen, dünyanın ışığını kesme, gül gülümse kadın.
Gel Aşk ol sevgi ol bana kadın.
101 notes
·
View notes
Text
belki aptal bir umut benimkisi belki de sonu gelmez bir bekleyiş. gelir, illaki gelir. ben belki ilk defa çiğneyeceğim sözüm, belki gerek kalmayacak inan bilmiyorum. uzun zaman sonra hissettiğim bu şeyin gerçekliği bitiriyor beni. yaralanıyorum. belki sonsuz bıçak darbesiyle mahvoluyorum. bir başkasının kollarında ona olan hasretimi dindirmeye çalışıyorum. isimler karışıyor zihnimde ve ben buna yeniliyorum. sevilmeyi hak etmeyecek kadar çok ah almış olmam beni nefret dolu bir insan olmaktan geri çekmiyor. kime karşı ne hissedeceğimi bilmiyorum, kime karşı bir şey hissetmeyeceğimi de.
artık yemek yemiyorum, artık su içmiyorum. ben bir tek sevilmek istiyorum. gülmek istiyorum bir tek. mutlu gibi numara yapmak yerine gerçekten mutlu olmak istiyorum. şiirin sonu gelsin diye şairin gözlerine bakmak değil şiirin kendisi olmak istiyorum. kalem elime yakışsın değil, kalem olayım istiyorum. masal demiştim ya günün birinde. masallarda yaşamak istiyorum demiştim. yokmuş masal. hiç olmamış. benim sonsuz sayfa düşlediğim masal boş sayfalı bir deftermiş. ben yazmayı unutmuşum. benim kalemim kaybolmuş kimse de çıkarıp vermemiş. ben mahvolmuşum o arayışta. ama annem bile görmemiş. beni kedim bile sevmemiş. beni yağmurlar bile terk etmiş. ben gülümsemeni resmederken birden hüzün çökmüş yüzüne. benim masalım başlamadan bitmiş. beni rüzgarlar bile terk etmiş.
29.04.2022 23:53
0 notes
Text
Zaman geçtikçe anlıyor insan boş bir bekleyiş içinde olduğunu fakat bunu anlamam icin zamana ihtiyacım da yoktu benim. Gelmeyeceksin. Çünkü tanıyorum seni. Öyle bir gururun öyle bir inadin var ki senin isterdim ki senin için yerim farklı olsun ama öyle olmuş olsaydi beni bırakıp bir başkasına gider miydin? Sen beni hiç sevmedin bende hiç sevilmemişliğimle beni sevdin sandım keşke degismeseydin keşke hep devam etseydik şu fazla zor olmayan günlerimizi de atlatırdık. Ahhh ne çok özledim seni ne çok burnumda tütüyorsun geçmiyor sensizliğin acisi yaşanmisliklarin hatıraları geçmiyor. Biliyorum boşuna bu bekleyişler boşuna tüm bu gözyaşlarim ama elinde olamiyormus bazı şeyler insanın. Kendine iyi bak diyemem acın acımdan daha beter olsun hep beni ara hiç huzur bulma
0 notes
Text
Sesin kırık çamurlarda çok mu oynadın?
Gece Saçlı Kadın
#adana#boşluğun içinde#boşver#boşluk#boş yapma#polyana#sevgi#hatalar#bekleyiş#beklemek#yeraltı edebiyatı#umutlar#umut bitti sigara ver#acı#sıfırbir#aşk#01#sözler#tumblr#my post#post#izmir#türkçe rap#gazapizm#rap#gazapizimsokaktır#argo izmir
17 notes
·
View notes
Text
...
Biriyle bağını kopardıktan sonra o insanı arkasından kötülemek aşırı düşük bir hareket. Siz birini sevmiyorsunuz diye kimse o insanı sevmesin istiyorsunuz. Ne oluyorsa şu çirkin hırsınızdan oluyor zaten.
#adana#umut bitti sigara ver#polyana#hatalar#bekleyiş#beklemek#umutlar#acı#yeraltı edebiyatı#01#sözler#tumblr#post#my post#izmir#sevgi#türkçe rap#boş yapma#boşver#boşluğun içinde#boşluk
12K notes
·
View notes
Text
"kurtarılacak olanın o muhteşem sanatını izledik yukarıdan."
(Devrim televizyondan yayımlanmayacak.)
Devrim çomaklarla yapılır. Çocuklarla ve saf kalplerle… Yaşatmak içindir devrim. Masumiyetin devamı için. Haklılar için. Ama üzüldüğüm şey haklıların hakları için kılını bile kıpırdatmaması. Kabullenme seanslarındaki korkunç izdiham. Ancak bilsinler ki hareketsiz haklılık, leştir. Ezilenin ezene karşı büyüdükçe büyüyen sonsuz sadakati, ah! Bunları düşünüyordum istasyonda Zehra’yı beklerken.
Tren de geldi işte. Zehra trene ve bekleyişe anlam katıyordu. İnsanlar trenden inmeye başladı. Zehra da indi. Evet, tanıdım, O’ydu. Çiçekli mor bir eteğin üstüne açık mavi bir gömlek giymişti. Saçları yine yirmi beş yıl öncesi gibi kısa ve bu kısalık onun Tanrıçalara has silahıydı. Yüzündeki kumrallığa eşlik eden çizgiler, içinde günü geldiğinde kullanılmak üzere saklanan kelimeler ve dudağının her iki yanında muhafız gibi duran izler. İzler, Zehra’nın sihirli kılıçlarıydı. Hele bir de gülümsediğinde, yüzü mimik deryası olurdu.
…
Yirmi beş yıl olmuştu görüşmeyeli. Aynı mahallede büyümüştük. Büyük ve boş bir arazi vardı mahallemizde. Orada çeşitli top oyunları, tahtadan silahçılık ve çelik çomak oynardık. O kadar büyüktü ki arazi, sanki dünyanın bütün çocuklarını toplayıp getirsen yine de dolmazdı. Sınırsız düşler tarlası gibiydi. Yıllar sonra orasının bir halı saha büyüklüğünden fazla olmadığını fark etiğimde hayal kırıklığına uğramıştım. Sanırım büyük olan yüreklerimizdi. Geri kalan her şey maketler uygarlığıydı.
Çelik çomak oynadığımız bir gün hava atacağım diye çok sert vurduğum çomakla Zehra’nın alnını kanatmıştım. Hemen gidip babasına söylemişti. Babasının bana doğru sinirli bir Erol Taş prototipiyle geldiğini gördüğümde hayatımın en hızlı dört yüz metresini koşmuştum. Atletizme yazılsaydım eminim ki rekorlar kıran bir koşucu olurdum.
Zehra’yı kızdırmayı seviyordum. Bir dönem fincanla fal bakma furyası vardı. Hareketli fincan falı... İşin içine gizli güçler de karışırdı. “Bilmem ne teyze eğer buradaysan işaret ver!” gibisinden bir şeyler söylenirdi başlanmadan önce. O da işaretini verirdi. Masada kaygan bir kartonun üzerinde kâğıt parçalarına yazılan harfler daire şeklinde sıralanırdı. Biz yaklaşık yedi sekiz kişi hepimiz birden işaret parmaklarımızı fincanın üzerine koyar ve sorular sorardık. Kim kimi seviyor gibi sorular. Cevap şöyle oluşurdu: Fincanın tepesindeki işaret parmağı krallığının baskısıyla fincan harflere doğru hareket ederdi. Tabi ki o göremediğimiz bilmem kim teyzenin ruhu sayesinde olurdu bu ve sonunda bir isim çıkardı ortaya. Benimkine “Esin” çıkmıştı. Hiç konuşmadığım ve bilmediğim bir kızın ismi. O gün Zehra’nın yüzü güz kıyametiydi. …
Beyazlarıma bakıyor. Yüzümdeki hüzün artıklarını inceliyor. Susuyor. Gölgesiyle oynuyor. Az sonra sinsice bir tebessümü kulağından çektiği gibi getirip aramıza koydu. “Bu ne?” dedim içimden. “Tecrübeli bir tebessüm.” dedi o da içinden. Belki de intikam alıyordu. Sarılacak gibi yaptı sonra vazgeçti. Neden trenle gelmeyi tercih etiğini sordum. “Sevdiğim bir kimseye veya bir kente yolculuk yapacaksam trenle yapmalıyım.” dedi. Demek hâlâ seviyordu beni…
Dostluklarımız devam etmişti. Herkes büyüyüp hayatın kucaklayıcı kollarına atıldı. Başka yaşamlar. Başka sözcükler. Başka sarılmalar. Başka oyunlar. Başka kederler… Ama mektuplarla da olsa arada görüş meyi sürdürüyorduk. Sonra telefonlar. Sosyal medya ve dünyayı küçültüp yalnızlığı büyüten daha birçok şey… Herkes herkesi çok rahat bulabiliyordu. Zehra öğretmendi. Daha sonra müdür olmuş. Bu sistemde müdür olmak kolay değil, hele ki muhalifsen. O hep hırslıydı ve başarılı olmak için çok çaba sarf ederdi.
Arabaya bindik ve eve doğru yola koyulduk. Evim kentin dışında bir yamacın dibindeydi. Küçük bir bahçem ve içinde birkaç ağaç vardı. Kediler, tavuklar ve Oscar’a aday olabilecek nitelikte olan yalnızlığımdaki edebi huzur. Daha iner inmez hemen kümesteki civcivlikten yeni terfi etmiş genç tavuklara yöneldi. “Çok tatlılar bunlar!” İlk defa tavuk görmüş gibi davranıyordu. Bir süre Zehra ve tavuklar senfonisini izledim. … Kapitalizm: Metalik kurtlar fabrikası, paslı çiviler kenti, ucu zehirli oklar mağazası, kamaşmalar zamanı, haklıların yüceltilen sessizliği, titreyişin kökü… Ne çok şeyi kapsıyordu kapitalizm. Akıllı telefonlarımız. Onurlu kaybedişlerimiz. Örgütsüz öfkelerimiz… Daha ne çok şey…
Kutsanmış fraksiyonlarımız vardı. Sosyalizm nasıl bir şeydi ki böyle kırk fraksiyona bölünmüştü. “Devrim televizyondan yayımlanmayacak!” sözündeki şifre ve o kaçtıkça kovalanan, bir türlü yakalanamayan güzel günlere olan inanç, aynı sabır ve başarısızlıkla nesilden nesle devam eti. Devirler değişti. Kitle iletişim araçları inanılmaz boyutlara ulaştı. Ah proletaryam! Neredesin? Yeni sınıflar ortaya çıktı. Ama ne olursa olsun devrim kameralarla değil, çomaklar ve bilyelerle yapılır. Devrim o küçük oyun sahasını uçsuz bucaksızlık makamına yükselten kocaman yüreklerle yapılır.
Muktedir bunu biliyordu ve ilk önce çomaklarımızı, bilyelerimizi alıp yerine plastik duyguları koydu. Sonra kul’eksiyonlar çağını başlatı. Silah satan Tanrılar. Kredi notunu belirleyen Tanrılar: Standart Poor’s, Fitch Ratings ve Moody’s. Dünya bankası. Merkez bankaları. Ay-em-ef. Böylece ütopyanın ütopyası oldu işçi sınıfının iktidarı. Geriye üç beş kişinin alanlarda ölümüne mücadelesi ve dağınık öfke patlamasından başka bir şey kalmadı ve izleyen diğer haklılar yığını. Susmakla kurtulacağını sananlara gelmişti sıra. Köleleştirmeye, yoksullaştırmaya, yok etmeye, öldürmeye çalışan muktedire karşı tek silah olan genel grev kararı verilmediği sürece emekçinin yenilgiler seremonisi devam edecektir. “Burası dünya yahu, burası bu kadar işte!” demişti Onur Ünlü. Evet, burası dünya ama burası bu kadar değil. Hem Zehra da var şimdi.
İnsanın düşlerini emanet edebileceği bir yüzü vardı Zehra’nın. Mutluluk parodisiydi gülüşü. Çocukluğunu çantasında taşıyordu sanki. Arada çıkarıp yüzüne sürüyordu. Yüzünde ışık taşıyan yürüyüşçüler dolaşıyordu… Gelirken bana ait olan dört kitabı da getirmişti yanında. Onun için imzalamamı istedi. “Hiç değişmemişsin!” dedi ve devam eti: “Hiç pes etmiyorsun, delilik bu, dünya kurtarılacak bir yer değil, hatta kurtarılmayı beklemiyor bile. Kurtarılmak umurunda değil dünyanın.”
Zehra da insanları yutan bu tutulmalar çarkına karşıydı ve öfke doluydu. Ama sanırım o da pes etmiş ve her şeyi oluruna veya başkalarının mücadelesine bırakanlardandı. Nasılsa birileri bizim yerimize plastik mermiler-günü geldiğinde gerçek mermiler yiyordu. Nasıl olsa konuşurken sözcüklere kalbini ekleyenler kirpiklerini fırça gibi kullana kullana geleceklerdir karanlığı ışığa boyamak için. Karanlığı ışığa boyamak için vurula vurula dizileceklerdir anımsamalar takvimine. İşte bu yüzden onunla farklı düşünüyorduk.
Kitaplığımdaki kavgayı anlatım. Cezalandırılmış bilgiyi. Zeytin ağaçlarının öyküsünü… Ağaçlara düşman olanlar tüm insanlığa düşmandır. Toprağın kokularını nasıl hissettiğimi anlatım. Toprak çığlıklarını bu kokularla gönderir insanlara. Onun getirip aramıza koyduğu tebessümün yanına uykusuzluğun hafızasını koydum. Birden aklıma gelmişti; çelik çomak oynarken yanağını kanattığım için ilk defa özür diledim ondan. O da babasının beni kovalarken alnındaki yaranın acısını unutarak nasıl gülmekten yerlere yatığını söyledi.
Küçük düşler kumbarasını koydum önüne. Hadi daldır elini ve içinden bir düş çıkar dedim… Düşün içine girip Yıkıklar Ülkesinin sembolü olan Gelincik Köprüsü’nden geçtik. Yukarı doğru tırmandık. Papatyalar patikasından olasılıklar tepesine çıktık. Sözcükleri uçurumdan atıp sessizce henüz içine girilmemiş bir anlama yanaştık. Bulaşıcı boşluğun kollarında saatlerce kurtarılacak olanın o muhteşem sanatını izledik yukarıdan.
3 notes
·
View notes