#bir çuval et
Explore tagged Tumblr posts
Text
Çizikler izler ruhumdaydı
Siz kollarımdakini gördünüz
#umut bitti sigara ver#uykusuz geceler#kaybedenler kulübü#ruhsuzunbirisi#bir çuval et#ayağımın altındaki gök#postlarım#hayat işte#göktenbiryıldız#ay ve yıldız#geceye not#etiket#delibal#bu kalp seni unutur mu#unutmak#unutulmak#umutsuzluğun doruklarında#benim hala umudum var#kendimi bulmak#kaybetmek#doğmak#yaşarken ölmek#güzel bir gün ölmek için#kötü zamanlar#iyi ve güzel kadınlar hep ağlar#bu defa prenses kendini kurtarıyor#taçsız prenses
24 notes
·
View notes
Text
Kalp yorulur mu?
Kalp alışır mı acı çekmelere? Can dayanmaz mı yeni sevmelere?
Boşa kürek çekiyorsun, hep aynı...
Şu yüreğim neden meraklı? Hiç ama hiç sözümü dinlemiyor!
~~~~
Günlük hayatın kehmekeşi mi boğuyor seni? Sırtında 50 kilo çuval mı taşıyorsun 9 kilometre? Ne bu yorgunluk? Kendine gel derhal!
Yoksa sen.. Bir dakika..
Sen kendi kendinin kafasını mı yiyorsun? Evet. Bence sen kendi kendinin kafasını yiyorsun. Aferin sana! Acıyı sevmeye devam et tamam mı(!)
#umut bitti sigara ver#aşk eski bir yalan#aptal balık#postlarım#edebiyat#aşk#mücadele#3391kilometre#geceye bir söz bırak#geceye bir şarkı bırak#geceye bir not bırak#güne bir söz bırak#güne bir şarkı bırak#olsun#umutbittigezegeniyakin#umutlar#umutsuzluk#hayaller#hayat#hayata dair#hayattan alıntı#tecrübe#üzüntü#acı#aşk acıtır#yalnızlık#aşk acısı#kalp acısı#yüreğimin zarif acısı#hüzün
17 notes
·
View notes
Text
Fatih Altaylı"nın ; "Küba'da patates bile yok."
Sözü uzerine ,,
Berna Laçin:
" Bak, ben sana KÜBA'da neler yok anlatayım!
Küba’ya yaptığım yolculuk bir gezi değil, deneyim oldu benim için...
Eşi benzeri olmayan tarihi ve yönetim sistemiyle, kimseye benzemeyen insanların ülkesi burası.
Rom, puro, dans-müzik ve neşe...
Buram buram “gerçek” zenginlik...
❤️ "Çocuğum ne olacak.?" korkusu yok mesela
İnsanın çocuğu için endişelenmemesinden daha büyük zenginlik yoktur herhalde.
❤️ Bu ülkede daha kadın hamileyken, devletin kurduğu hamile merkezlerine gitme zorunluluğu var. 70’li yıllarda, hamile pilatesi başlatılmış bu merkezlerde, ayrıca çocuk bakımı için eğitim veriliyor. Doğan çocuk, devletin sayılıyor.
Her tür sağlık ve eğitim hizmetini devlet karşılıyor. Eğitim de tabii ki eşit.
❤️ Sağlığın için endiselenmiyorsun,örneğin..!
11 milyon nüfusluk küçük bir ada olan Küba, tıp alanında dünyada en üst sıralarda. Çocuk lösemisini yüzde 80 oranında tedavi edebilecek kadar ileriler.
30 bin doktor çalışıyor. Sadece kendi ülkelerine değil, tüm Güney Amerika ülkelerine sağlık hizmeti veriyorlar. Tabii ücretsiz!
❤️ Açlık yok mesela
Devlet, karneyle her aileye ihtiyacı olan yiyeceği dağıtıyor. Tavuk, et, pirinç, patates, şeker... Kişi başı, karnı doyuracak miktar, devlet eliyle veriliyor.
Elbette, çuval çuval değil. Örneğin; kişi başı aylık 2 kilo kırmızı et veriliyor meselâ. Tavuk dersen o daha çok.
Eh bizim ülkemizde asgari ücretle geçinen biri her ay kişi başı 2 kilo et yiyebiliyor mu acaba?
❤️ Işsizlik yok ..!!!!
Devlet herkese iş veriyor. Ve maaşlar arasında yüzde 3’ten fazla fark bulunmuyor. Doktor olmuşsun, garson olmuşsun pek fark etmiyor.
❤️ Sokakta yatan evsiz yok..!
Bana en ilginç gelen bu oldu. “En gelişmiş” diye tanımladığımız ülkeler bile evsiz kaynarken Küba’da bir tane sokakta yatan insan yok.
❤️ Kadına şiddet yok örneğin..!
Zaten genel olarak kavga-dövüş-bağırış-çığırış yok. Korna çalan bile yok.
Hani, belediye suyuna sakinleştirici karıştırıyorlar diyeceğim ama belediye suyu da yok.
Her yer doğal kaynak ve su fışkırıyor. Dönelim şiddete; elbette ufak tefek olaylar oluyormuş ama bir kadına hafifçe dokunmanın cezası bile 5 yıldan başladığı için belki de, öyle şiddete filan rastlanmıyormuş.
Hele “karısını öldüren kocalar var mı” sorusunu sorduğumda, bana sapıkmışım gibi bakmaya başladılar.
“Nereden aklına geliyor böyle şeyler” dedi bana genç bir Kübalı kadın.
❤️ Boşanma yok mesela..!
Çünkü evlenme de yok. Kübalılar genellikle resmi evlilik tercih etmiyor çünkü ayrılmak isterlerse işlemlerle uğraşmak istemiyor. Resmi imzaya gerek duymuyorlar çünkü boşanma sırasında paylaşılacak mal, mülk kısaca nafaka-miras gibi kavramlar yok.
Zaten her şey devletin.
❤️ Ter kokan kimse yok.
Sabun-şampuan karneyle. Hepsi Küba malı. Fazladan almaya kalkarsan pahalı. Ama herkes tertemiz.
❤️ Eğlencesiz gün yok..!
Müzik ve dans her şeyleri. Sanki ibadet gibi. Her ân her yerde eğlence var. Sokaklarda, meydanlarda toplanıp, dans ediyorlar.
❤️ Tarlalarda organik olmayan gıda yok..!
Tavuk çiftliği yok meselâ. Bahçelerde yetişiyor tavuklar, ayağı toprağa değiyor. Tıpkı çocukluğumuzdaki tavuklar gibi lezzetli oluyor.
❤️ "Kazık yeme" korkusu yok.!
E her işletme devletin. Çalışanlar da devlet memuru. Ama bizdeki öğretmen evleri gelmesin aklınıza. Örneğin, Hilton Otel, Devrim sonrası olmuş Küba Özgürlük Oteli. En görkemli şovlar, en güzel caz kulüpler aslında hep devlet işletmesi.
❤️ Ayrıca, Küba’da turistler de devlet koruması altında. Turiste zarar vermek en büyük suçlardan biri.
💙Para yok,cok ilginç..!
Evet para yok! Doktor, aylık 20 Euro karşılığı bir maaş alıyor. Hayır yanlış yazmadım; en yüksek maaş bizim paramızla aylık 60 lira. Az geldi değil mi!
❤️ Şimdi “nasıl geçiniyorlar” diye düşünüyorsunuz.
Ama işte elektrik de 0,50 kuruş. Ev kirası yok, sabundan yiyeceğe temel ihtiyaçlara para harcamak da yok. Hastane masrafı, eğitim masrafı yok! Çocuklara kalem almak bile yok. Lüks yok ama ihtiyaç da yok!
💙 Reklâm tabelası yok.mesela.!
Asla yok. O yüzden Küba sokaklarını fotoğraflamak gibisi yok gerçekten.
💙 İnsan ne ister yaşarken???
huzur güven tabiki...
Kültür, Doğa Edebiyat ve Medeniyet
11 notes
·
View notes
Text
biz, tanrının acımasızlığında can veren bir çuval et yığınıyız.
12 notes
·
View notes
Text
PARAM YETMİYOR DİYENLERE!!
Eskiden insanlar unu çuvalla şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş.Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş.Doğru. Eskiden böyleydi...Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu.
-Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri.
En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
-Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi.
1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye, wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi. Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu. İnternet de yoktu.Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı. Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.Eskiden insanlar, 15 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez, mağaza açılır açılmaz da, yem zamanı gelmiş sığır gibi içeri dalmazlardı.Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı. Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi. Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu. Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı.Dışardan eve yemek söylemek ayıptı.Eşşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı. -Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı. Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı.En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
-Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300 lirayı, yağa, peynire verirdi.
Aza kanaat etme diye bir deyim vardı.
Allah c.c bereketi
5 notes
·
View notes
Text
Ağaçlar poşet poşet ekmek vermez olmuştur!...
recep + şaban + ramazan ayları da dahil 6 aydır ağaçlardan poşet poşet ekmek ve saklama kablarında et yemeği recep + şaban + ramazan ayları öncesi 1 veya 2 paketti bu üç ayda rahat bir alay besleyecek ekmek ve yemek toplamış sokağımdaki kuşlar ve kediler aynı sofradan nimetlenmiş cancağızlarımın hepsini tek bir karede sağ köşe sokak kuşları cami kuşları kargalar martılar kumrular köpekler kediler kimse kimseye ne saldırıyor nede rahatsız ediyor fotoğraflık kareyi seyrettikçe maşaallah subhanallah tebarekallah diyerek izliyordum am ramazan bitti ağaçlar meyve verir gibi ekmek ve kediler için et yemeği vermez oldu , ekmekler bayatta değildi fırından çıkmış soğumuş ekmek taze ekmekti hususi kasaptan haşlamalık kemik isteyip o kemiğin suyuyla bazende sebze suyula ekmekleri ıslatıp kuşlara serdiğimde tüm canlılar nasipleniyordu, ama son ne oluysa ağaçlar ekmek vermez oldu ; insan evlatları ekmekleri çöpe atmıyorlarsa o ekmeklere ve saklama kabların da ki et yemeklerini bırakan muhteremler vefat etmediyse ne oldu ? !!! çuval çuval ekmekler nereye gidiyor , kazan kazan et yemekleri nereye dökülüyor ?
#world#turkey#türkiye#istanbul#türk#kediseverler#köpeksevgisi#kuşçu#martı#martılar#cat#dog#birds#kumru#karga#crow#serçe#güvercin#ekmek#bread#hayat#doğaseverler#benim dünyam#benim düşüncelerim#benim sözlerim#benim postum#benimblogum#dünyayla benim aramda#benim yazım#dreams
0 notes
Text
bir çuval ette 15 kilo et olsa 8000 lira...
Kahraman Deniz sevmem ama;
"İnsan dediğin bir çuval etten mi ibaret?"
39 notes
·
View notes
Text
hani hayatta bir şeyler vardır, beklersin ki, tüm hayatını değiştirsin. bekledikçe saniyeler kemirgenleşir, kemirgen saniyelere ruhun kırpıntılar gibi yanıtlar verir, beklenti büyür. ruhun kırpıldıkça, beklentinin sihri, taşıdığı yüksek ihtimaller artar durur.
kimimiz tanrıyı bekler, gelsin de şu sevaplarıma bir karşılık versin artık diye, kimimiz uzaylılar gelsin de beni bi kaçrsın, şöyle güzelcene bi tornadan geçirsin beni, o yüksek teknolojiyle evirsin çevirsin, dünyaya gerisin geri yollasın, deriz. parayı bekleriz, parayı beklerken bir çuval paranın başka bir para karşısında minik bir demir parçası olduğunu unutarak hayal etmeye devam ederiz, paranın kendisine nanik yapıp alay etmeyi unutur, onun önünde diz çöker, bir banknot üstündeki sırıtan herhangi bir lider portresinin zincirlerine köle oluruz ki, aslında birçok lider bu köleliğin ne lüzumsuz iş olduğundan dem vurup, siyasette, savaşlarda karaciğerini, organlarını, yaşama sevincini zaten yitirmişlerdir ve ona nispet yapmak adına özgürleştirdiği halklar, özgürleşmek bizi kesmez, bizi kölelik kurtaracak diye feryat ve figanın en fi halinde paranın üstündeki liderin ederine bırakır kendini.
umutsuz aşkları bekleriz, geri dönüşleri, geri dönseler sanki dünya tersine dönmeyi bırakacak ve düzelecek, anarşist geleneklerdeki ters bayrak asma geleneği, işler düzeldi tamam işaretiyle düzelecek, var olması gereken son derece varoluşa ters bir denklemde ilerleyecek düzen... aşk önemli şey ya hani..kim uydurduysa da bunu, yatacak yeri vardır elbette, belki bir adamın, belki bir kadının koynu, ah onu bir yakalasam, yatacak konforlu bir sıcak et parçası için mi uydurdun ulan bunu diye tekme tokat dalacağım kendisine. tekme tokat az kalır, diz, ayak içi plase, köşeden gelen topa sert bir kafa vuruşunu da hakediyor ya her kimse bu, ancak arkası oldukça da sağlam, arkasında eşcinsel bir federasyon var, gol iptal kesin.
bazen bir içki parasını da beklemiyor muyuz ki, yolda yürürken karşımıza kallavi bir cüzdan çıksa da kaliteli bir cin alsak diye veya... güzel de olmaz mıydı bir bankın üstünde otururken birinin bir poşet içersinde bırakacağı tonla serveti kucaklamak. ama insan bu ya, beklemez ki içinden bir cesedin parçasını bulmayı....
ölmeyi de bekliyoruz aslında kocaman, şatafatlı, kimsenin dönüp gelmediği ahiret hikayeleriyle. beklemek korkutucu, beklemek sancılı, bir şeyi bekledikçe, artan bir değer söz konusu da değil mi...aç tavuğun kendisini darı ambarında sandığı bir formülde, evdeki bulgurdan olunuyor, neresi olduğunu bile bilmediğim dimyatın pirincine giderken. beklemek böylesine katma bir değer katıyor hislere. sonra ne mi oluyor, bir şeyleri dinliyorsun beklerken, bir şehri, gözlerin fal taşı kadar açık, yetişmen ve seni asla beklemeyecek olan bir mesaiye ve godot denen tüm bunların hepsinin anlamını beş harfe sığdıran kavrama bırakıyorsun kendini, onu beklerken, gözlerin kapalı.
beklemek bir rüyadır, uyanmak bir hakikatin tokadıyla gerçekliğe. uymamalı beckett"e. çamurlu bir su birikintisini sonsuz okyanus sanmaktı beklemek, uyandığında bir kadeh içkinin son yudumuyla öksürüp, karaciğer ağrını hissetmeye yol açan.
yaktın bir sigara, yağmur yağdı, beklemenin sanrı olduğunu anladığında, o paslanmış durağın altında, yağmurun her damlasına, çoktan bir romatizma hediye etmişti bile kemiklerin, romantizmin un ufak eden kırılganlığında.
0 notes
Text
1- YALANSA YALAN DEYİN.
DOĞRU BİR TESPİT
Eskiden insanlar şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş. Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş...
2- Doğru. Eskiden böyleydi...
Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu. Kafalarının için de saman değil beyin vardı.
Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri..
3- En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi. 1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye...
4- wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi. Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.
Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu. İnternet de yoktu...
5- Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı. Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.
Eskiden insanlar, 15 - 20 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez...
6- mağaza açılır açılmaz da, yem zamanı gelmiş sığır gibi içeri dalmazlardı.
Arabalarının taksidine, yakıtına, bakımına, kaskosuna, sigortasına para harcamazlardı. Çünkü arabaları yoktu. Şimdi her evde hemen hemen 1 araba olduğu gibi bazı evlerde kişi başına araba var...
7- Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı. Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.
Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi. Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu. Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı...
8- Dışardan eve yemek söylemek ayıptı. Eşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.
Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı..
9- Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.
Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı.
Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı...
10- En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300-500 lirayı, yağa, peynire verirdi..
Eskiden böyleydi işte... (alıntı)
151 notes
·
View notes
Text
imam hatipte okurken hocamız tüm sınıfı mescide indirip büyük bir oyuncak bebeğin üzerinde cenaze yıkama ve kefenleme uygulamasını göstermişti. o günü unutmam hiç temsili olmasına rağmen sınıfça tuhaf hissetmiştik. bugün çuval çuval kefen ölçtük, biçtik paketledik. "yetişkin kefen" yazdık çuvalların üstüne sonra çocuk kefeni yazmamız gerekti.. yazarken elimiz titredi. içimize attık, akıttık, kendimizi kastık, tutulduk. birimiz ağlasa biliyoruz ki hepimiz bırakacaktık kendimizi. toplardan kalan küçük kumaşları da "bebek kefeni" olarak ayırdık.. ciğerim soldu.. Allah'ım bu nasıl acı. rabbim sen sabr ihsan et acı ile kıvranan tüm afetzede kardeşlerimize..
her şey aklıma gelirdi, bilmiyorum her şeyin içinde olmak yapabilmek.. ama vefat eden onca depremzede kardeşimiz için söylemeye dilim varmıyor kefen hazırlayacağımız aklımıza gelmezdi.. bugün dernek atölyemizde kefen hazırladık.. sözün tükendiği yerdeyim.. bittim..
28 notes
·
View notes
Text
İtiraf edilmemiş hiçbir his ölmez
#postlarım#uykusuz geceler#alıntı#3391kilometre#sedef yankı sarmaşık#umut bitti sigara ver#alaz altuğ sipahi#delibal#kitap alintilari#izmiregededir#ölmüş hisler ve geriye kalan bir mezar#hislerim#hisleraciverir#yüreğimin zarif acısı#iyi ve güzel kadınlar hep ağlar#iyi akşamlar#güzel bir gün ölmek için#ölüyken de yaşayabilirsin#seninleyim#sen gittin ve herkes ölmeye başladı#kendime ve herkese#kendi kalbine yazar#gözler kalbin aynasıdır#gözler yalan söylemez#aşk eski bir yalan#aşk şiiri#gecenin sözü#geceye bir söz bırak#güne bir şarkı bırak#bir çuval et
22 notes
·
View notes
Text
PARAM YETMİYOR DİYENLERE!!
Eskiden insanlar unu çuvalla şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş.Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş.Doğru. Eskiden böyleydi...Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu.
-Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri.
En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
-Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi.
1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye, wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi. Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu. İnternet de yoktu.Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı. Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.Eskiden insanlar, 15 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez, mağaza açılır açılmaz da, yem zamanı gelmiş sığır gibi içeri dalmazlardı.Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı. Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi. Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu. Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı.Dışardan eve yemek söylemek ayıptı.Eşşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı. -Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı. Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı.En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
-Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300 lirayı, yağa, peynire verird
33 notes
·
View notes
Text
Eskiden insanlar unu çuvalla şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş.
Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş.
Doğru. Eskiden böyleydi...Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu.
-Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri.
En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi.
1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye, wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi.
Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.
Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu.
İnternet de yoktu.Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı.
Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.
Eskiden insanlar, 15 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez, mağaza açılır açılmaz da, bir birini tepelercesine hurra içeri dalmazlardı.
Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı.
Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.
Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi.
Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu.
Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı.
Dışardan eve yemek söylemek ayıptı.
Eşşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.
Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı. Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.
Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı.
Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı.
En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300 lirayı, yağa, peynire verirdi..
Eski insanlar hesabını iyi yapar, her şeyin kıymetini bilirlerdi.
İsraf, gösteriş, başkaları İle yarış gibi bir iddiaları yoktu...
....Alıntı....
17 notes
·
View notes
Text
Eskiden insanlar şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş.
Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş.
Doğru. Eskiden böyleydi...
Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu..
Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri.
En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi.
1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi. Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye, wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi. Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.
Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu. İnternet de yoktu.
Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı. Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.
Eskiden insanlar, 15 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, mağaza kuyruğuna girmez, açılır açılmaz da, yem zamanı gelmiş sığır gibi içeri dalmazlardı.
Eskiden insanlar, arabalarının taksitine, bakımına, kaskosuna, sigortasına para harcamazlardı Çünkü arabaları yoktu
Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç oyuncak alırlardı
Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.
Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi. Dışarda kahvaltı falan hiç yoktu. Ve Dışardan eve yemek söylemek ayıptı.
Eşşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.
Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı.
Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.
En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı. Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300 lirayı, yağa, peynire verirdi..
Eskiden böyleydi işte....
Akalp
12 notes
·
View notes
Text
SOSYAL YAŞAMDA DEĞİŞİME DOLUDİZGİN
SANA ve VİTA Dönemi
1950’lerin ikinci yarısından öte, bazı temel gıda maddelerinin sıkıntısı çekiliyordu. “Sana” ve “Vita” yağ kuyruğu meselâ… “Sana” paketi, el kadardı, “Vita” ise 20 kiloluk tenekelerde satılırdı. Daha ziyade büyük ailelerin, lokantaların tercihiydi ve hiçbir şeyi ziyan etmeyen halk, bu tenekelere ya üstten tahta kulp takar su taşımada kullanırdı; ya da içlerine toprak doldurup duvar diplerine dizer çiçek ekerdi.
Her Ürünün Ayrı Kuyruğu Vardı
Hangi malın hangi bakkala geldiğini duyan, orada kuyruk olurdu; kahve için “kahve kuyruğu”, şeker için “şeker kuyruğu” gibi… “Gedikpaşa Caddesi”ndeki fırına bitişik bakkala gelen “pirinç” için annem beni de kuyruğa sokmuştu. O da arkalarda bir yerde galiba “şeker” için kuyruktaydı. Semtin yegâne doktoru olan anneme saygı duyan esnaf, gelen malzemeden alacağımız kadarını ayırırdı. Annem ayrıcalığı sevmezdi, mutlaka sıraya girerdik. Sıramız gelince de sakladığı yerden çıkarır verirdi.
Güleryüzlük Tombul Ekmekler
O alışverişlerden en çok aklımda kalanı, sırtlarında hangi fırına a,t oldukları yazılı minik etiketler taşıyan ekmeklerin kiloluk olmasıydı; fiyatları da 30 kuruştu. Üzerinde adeta dişlerini göstererek gülümseyen ağız benzeri yarığı ile yuvarlak ve tombul bir yüz gibiydiler. Fırının vitrininde sıra sıra dizilip yoldan geçenlere gülücük atarlardı. Odun ateşinde pişen bu halis esmer buğday ekmeğinin dilimleri büyük ve doyurucu olurdu. İki annem ile ben onu çabuk bitiremezdik, bu yüzden 15 kuruşa yarım ekmek alırdık.
Sonra beyaz ekmek ve francala modası çıktı, herkes elektrikli fırınlarda pişen hamurları yemenin keyfine varıp mide fesadına uğradı. Şimdilerde sündürülmüş "sandviç" gibi 300 gramlık bir şeyi "ekmek" diye alıyoruz ya, helâl olsun, bize...
Tepsi Börekleri, Kebapları
Ekmek haricinde, belli saatlerde, evlerden tepsi börekleri, tepside çeşitli kebaplar, et yemekleri, pişirme ücreti karşılığı fırına gönderilirdi. “Fırınlı ocaklar” çıktıktan sonra, mahalle fırınları yavaş yavaş gözden düştü.
Buz Konan Dolaplar: Buzdolapları
Alışverişlerimiz sırasında, bazen de kuyrukta beklerken, bir kamyonete yüklenmiş uzun buz kalıplarının kasap ve lokantalara dağıtıldığını görürdüm. Kesitleri kare biçiminde ve üzerleri talaşla kaplı olurdu, hatta çuval ile sarıp sarmalanırdı. Taşımak için de boyları bir metreyi bulan buzlara iki ucundan kanca takılırdı. Sonradan öğrendim ki, etler veya soğuk tutulması gereken yiyecekler için bunlar, özel fabrikalarda üretiliyordu. Dükkâna veya lokantaya gelince de özel dolaplara konuyordu.
Telli Dolap Dönemi
Çoğu şeyi taze alır ve tüketirdik, evde bayatlaması bir yana, henüz “buzdolap”ları evlerimize girmediği için “tellİdolap”larımız vardı. Sineğe, böceğe engel olmak için ince tel kaplı, bazen çekmecesi de olan, ahşap kafeslerdi. Raflarına ekmek, kısa süreli et veya kıyma, sebze konurdu. Bir sonraki öğünde yemek üzere, artan yemekler de saklanırdı. Çekmecelerine çatal, kaşık konurdu. Mutfağın esintili bir yerine yerleştirilir ve hava cereyanı, doğal kuruluğunu ve serinliği sağlardı.
Derken kasaplardaki buzluklar ile telli dolap birleşti ve yabancıların “frigidare” (soğutucu) dedikleri “Buzdolabı” önce gazete reklamlarında belirdi ve hızla evlere girdi.
Mutfak m Makine Dairesi mi?
Yeni gelişmeler, icatlar, buluşlar ile birlikte, yaşam tarzımız da değişiyordu. Rafları süsleyen mütevazı kap kaçak dolaplara girdi., Ocakların biçimi değişti, Hanımların gün boyu yaşadıkları, büyük bir özenle adeta oturma odası olarak da kullanılan mutfaklar, Batı’nın yaşam tarzına göre yeniden düzenlendi. Kahvaltı ve yemek masası, eskilerin dokunulmaz saydıkları misafir odasının salon salamanje denilen kısmına taşındı.
Derken sınır kapıları, işçi olmak amacıyla insanlar Avrupa’ya ihraç ediliı6ken; biriktirdikleri Türk lirasını, Dolar ve Marka çeviren ev kadınları da yurtdışı çıkarması yaptılar. Amerikan Pazarlarında gördükleri mutfak araç gerecinin daha da fazlasını ele geçirmek üzere ortalığı tozu dumana kattılar. Sonuçta mutfaklar, çeşitli kesici, dilimleyici, sıkıcı, sarıcı, öğütücü, yoğorucu aletler; çeşitli fincan, bardak, tabak çanak takımları; fırınlı ocaklar, ızgaralar; bulaşık makinesi, buzdolabı, hatta çok nadir de olsa çamaşır makinesinin yer aldığı bir makin odasına dönüştü.
Sonra ne oldu? Artıklar bulaşan bu makinelerin temizlenmesi sorun oldu. ☹ Giderek yavaş yavaş az kullan9lan makineler terkedildi, paylaşıldı… ve yeni yapılan binalarda ya en azından bir kahvaltı köşelisi yapıldı veya sahipleri tarafından tadil edilerek genişletildi. Salon ve oradalş yemek masası, yüzyılların geleneğine uyularak, Misafi Odası dokunulmazlığına büründü.
Hayat bir döngüden ibaret, tüm yaşanmışlıklara selam olsun 😊
Sevgiyle ve sevgide kalın dostlarım.
Selma Mine
Not: Fotoğraflar alıntı olup, tarafımdan düzenlenmiştir.
2 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 184. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 184: Dağ Yolunu Kesmek, Veliaht Prensin Başarısız Hırsızlık Girişimi
Defalarca söyleyerek Feng Xin’in kralı ve kraliçeyi korumak için geride kalacağından emin olmuştu, bu esnada kendisi ise küçük, bakımsız kulübeden ayrılmıştı. Yürürken sürekli arkasına bakıyordu, kalbi çok hızlı atıyordu. Uzun bir süre yürüdükten sonra, en sonunda Feng Xin’in takip etmediğinden emin olduğunda rahatlayabilmişti.
Kendisini toparladı, on kilometre yürüyüp durduktan sonra Xie Lian en sonunda uygun bir konum bulmuştu – kısmen terk edilmiş, ıssız bir dağ yolu.
Xie Lian etrafını tarafı ve çevresinde hiç kimse yoktu. Ardından yüzünü beyaz ipekle kapattı, sıkıca sardı ve güvenliğe aldıktan sonra bir ağaca zıplayarak kendini gizledi. Nefesini tuttu ve odaklandı. Bir sonraki hamlesi yolcuların geçişini beklemekti.
Evet. Bulduğu ‘yol’ buydu; ‘zenginlerden çalıp fakire vermek’.
Geçmişte, Xie Lian sadece zenginlerden çalıp fakirlere veren kanundışılardan kitaplarda ve masallarda bahsedildiğini duymuştu. Kendisi hiç yapmamıştı ve hiç aklından da geçmemişti, sonuçta esas inancı şuydu: ne kadar cüzi olursa olsun, sebebi ne olursa olsun, hırsızlık hırsızlıktı, çalmak çalmaktı. Diğer türlü, Xie Lian’ın fiziksel yetenekleriyle çatıların üzerinde uçarak küçük şeyler araklamak bir yana, muhafızları öldürmek ve tüm bir hazineyi soymak onun için hiçbir şeydi.
Ama şimdi bu noktaya kadar geldikten sonra başka şansı kalmamıştı. Eğer illa söylemesi gerekirse ‘soymak’, ‘çalmak’tan minik bir miktar daha iyiydi, muhtemelen nedeni ilkinin kıyasla daha ‘aleni’ yapılmasıydı. Uzun bir iç çekişmenin ardından Xie Lian eski halinin yüzüne bir tokat attı ve kendine bir zenginlik sağlamak adına diğerlerinin hazinelerini çalmayı planladı.
En hızlı yol buydu!
Xie Lian ağaca tünedi. Ay saklanıyor, rüzgar feryat ediyordu ve her yanı terk edilmişti, yaşamdan uzaktı. Ama kalbi vahşice çarpıyordu.
En gaddar yaratıklarla yüzleşirken bile Xie Lian daha önce hiç bu kadar gergin hissetmemişti. Soğuk ve sert bir çörek çıkartırken elleri hafifçe titriyordu.
Hala yemek seçebiliyorsan, bu gerçekten aç olmadığın anlamına gelirdi. Xie Lian bunu anladığı zaman, aniden buğulanmış böreklerin tadına alışmıştı.
Kış hızla geliyordu ve geceleri inanılmaz soğuktu. Xie Lian soğuk çöreği kemirdi ve beyaz buhardan birkaç nefes verdi. Görülmek istemediği için, Xie Lian daha kalabalık bir yer seçmeyi hiç düşünmemiş ve özellikle bu terk edilmiş bölgeyi seçmişti. Tam dört saat kadar bekledikten sonra ise en sonunda dağ yolunun ucundan yavaşça yaklaşmakta olan bir yolcu belirmişti.
Xie Lian hemen harekete geçti, birkaç ısırıkta çöreği bitirdi ve yavaşça yaklaşmakta olan yolcuya odaklandı. Ardından onun yaşlı bir adam olduğunu fark etti.
Çok yaşlı bir adamdı, ama temiz ve parlak giyinmişti, biraz olsun varlıklı olmalıydı. Ancak elbette Xie Lian’ın faaliyet kapsamına girmiyordu. Xie Lian hayal kırıklığına mı uğradığını yoksa rahatladığını mı anlayamıyordu, ama her şekilde kesinlikle yaşlı adamı görmezden gelmeye ve gitmesine izin vermeye karar vermişti, sıradaki kişiyi beklemeye devam etti.
İki saat sonra, Xie Lian’ın ayakları çömelmekten uyuşmaya başlamıştı ve alt bedeni neredeyse donmuştu, ama aniden ikinci bir kişi belirmişti. Bu kişinin de yavaş yürüdüğünü fark ederek merak etti, Yaşlı birisine saldırmalı mıyım?
Kişi en sonunda yaklaştığı zaman ise onun yaşlı değil aksine genç olduğunu fark etti.
Genç sıradan ve iyi birisine benziyordu, yüzü gülümsemelerle doluydu ve yavaş yürümesinin nedeni ağır bir çuval pirinç taşımasıydı.
Xie Lian’ın avuçları terliyordu ve kendi kendisine sordu, …Saldırmalı mıyım?
Bir an tereddüt ettikten sonra nihayetinde vazgeçti.
Vazgeçmesinin nedeni genç adamın kıyafetlerinin yamalı olmasıydı, ayağındaki hasır ayakkabılar yırtılarak parmak uçlarını açıkta bırakıyorlardı; bariz bir şekilde fakir bir hanedendi. Mutlu görünmesinin nedeni ise muhtemelen sırtında karnını doyurabileceği büyük bir çuval pirinç olmasıydı ve belki de ailesi günlerdir açlık çekiyordu ve belki de bu çuvalı evindeki tek ineği satarak kazanmıştı. Eğer soyulacak olursa mahvolmaz mıydı?
Xie Lian kendi kafasında her türden senaryoyu sahneliyordu. Sonrasında çuvalın yarısını almak aklına gelmemiş değildi, ama bu olduğu zaman genç adam çoktan gözden kaybolmuştu. Böylece, Xie Lian katı bir şekilde bir daha düşünmeyeceğine karar vermişti ve sıradaki kişiyi beklemeye devam etti.
Böylece ağaca tünemiş ve saatlerdir çaresiz bir şekilde bekliyordu, kararan geceden ta şafağa dek. Bu süre boyunca yoldan geçen düzinelerce insana denk gelmişti. Ancak her seferinde tam Xie Lian saldırmak üzereyken, hep bu durumu uygunsuz çıkaran bir sebep bulmuştu ve gitmelerine izin vermişti. Pek çok kez, boş ver, demişti, geri dön gitsin. Hiçbir haydut ona benzemezdi; sahiden soyguna başlasa bir mucize olacaktı. Ama ne zaman geri döndüğünde evde ne yemek ne de ilaç olacağı aklına gelse, beklemeye devam etmek için kendisini zorluyordu.
Neredeyse yarım gün geçtikten sonra, dağ yolunun uzak ucunda son yolcu belirmişti.
Orta yaşlı bir adam, kaliteli giysilere bürünmüştü, ne zengin ne soyluydu, tipi yabani ve pisti, iğrenç görünüyordu. Xie Lian tek bir bakışta onun iyi birisi olmadığını anlamıştı.
Ama, kitabı kapağına göre yargılamamak gerekirdi, Xie Lian düşünmekten kendini alamadı, Ya bu adam sadece dış görünüş olarak böyleyse ama içten içe iyi bir insansa? Zenginse bile, bu soyulması için bir sebep mi?
İç çekişmeleriyle mücadele ederken aniden karnından gelen gurultu onu dalgın düşüncelerinden çıkardı ve Xie Lian iç çekti, Boş ver, bu kadar düşünemem. Sensin!
Kararını verdikten sonra ağaçtan atladı ve bağırdı. “OLDUĞUN YERDE KAL!”
Yolunu yarıda kesen yüzü maskeli adamı görünce adam şaşırmış ve haykırıyordu. “Kimsin sen? Yüzünü saklayarak gizli gizli ortaya çıktın, amacın ne??”
Xie Lian kendisini konuşmaya zorladı. “…BANA… BANA…”
Ama sonuçta zihninde bir engel vardı ve bir süre kekeledikten sonra nihayetinde sözler ağzından dökülmüştü. “BANA ÜZERİNDEKİ TÜM PARAYI VER!”
Adamın ağzı ardına dek açılmıştı, yerinden sıçradı ve çığlık attı. “İMDAT! YARDIM EDİN! HIRSIZ VAR!”
Ardından arkasını döndü ve kaçtı. Onun kaçışından çok Xie Lian’ı endişelendiren başkalarına sesinin ulaşmasıydı. Her ne kadar bu yer ıssız, çıplak bir dağ ve birisiyle karşılaşma ihtimalleri oldukça düşük olsa da, hatta birisi çıksa bile muhtemelen kaçacaktı, ama sonuçta hırsızların vicdanı suçlulukla doluyordu.
Xie Lian hemen bağırdı. “DUR! BAĞIRMAYI BIRAK!”
Sanki adam onu dinlermiş gibi. Ormana kadar kaçıp koştu, ardından trajik bir şekilde ‘AAAAY’ diye bağırdı.
Xie Lian ormanda adama saldıran bir yaratık olmasından korkmuştu ve hemen seslendi. “BEKLE! Dikkat et!...”
Ancak beklenmedik bir şekilde ona yetişip gördüğü zaman dona kalmıştı, yüzü gittikçe soluyordu.
Ormanın içinde zaten bir grup insan vardı ve hepsi ona doğru bakıyordu. Xie Lian yaklaştığı zaman bir tuhaflık olduğunu fark etti. Onlar insan değildi. Orta yaşlı adam ise onları hiç görmemişti ve hala panik içindeydi. Ama kendisi için, bu grubun içinde tanıdık yüzler vardı.
Elbette olacaktı. Geçmişte onları Cennette görmüştü, kimisi Üst Cennettendi kimisi ise aşağıdan. Onların hepsi cennet mensuplarıydı!
Adamın bir önceki bağırışının nedeni takılıp düşmesiydi ve ellerinde büyük bir deste koruyucu tılsımla kendi kendisine dua ediyordu. “Tanrım, tanrım! Gel kurtar beni! Gel kurtar beni!”
Ve tüm dilendiği ‘tanrılar’ sahiden gelmişlerdi!
Tam bu sırada, sayısız cennet mensubunun gözü Xie Lian’ın üzerindeydi, bakışlarıyla onu mıhlamışlardı. Adam tuhaf maskeli hırsızın donakaldığını görünce, hızla fırlayıp kaçmıştı. Xie Lian onu kovalamak için tek bir adım atamıyordu; tüm bedeni katılaşmıştı, soğuk terlerle yıkanmış ve kalbi dehşetle dolmuştu.
Evet. Dehşetle.
Tek umudu yüzündeki beyaz ipek bandajın daha önceden karşılaştığı cennet mensuplarının onu tanıyamayacakları kadar sıkı olmasıydı.
Ancak, işler asla umulduğu gibi gitmezdi ve cennet mensuplarından birisi onu şöyle bir süzdükten sonra şaşkınlıkla konuştu. “…Bu… Prens Hazretleri değil mi?”
“…”
Bir diğer cennet mensubu daha da şok olmuştu. “Ah, sahiden o! Ekselanslarının burada ne işi var? Ve neden böyle giyindiniz?”
Xie Lian’ın kalbi gittikçe derinlere batıyordu, yer yarılıp içine girmiş gibiydi.
“Biraz önceki adam ‘yardım edin’, ‘hırsız var’ demiyor muydu? Hırsız kovalamıyor muydu onu? Bu hırsız… Ekselansları?!”
“Cennet adına! Ekselansları… Sahiden böyle bir şey mi yapıyorsun?!”
Bunu duyunca Xie Lian olduğu yerde bayılacaktı. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu, en sonunda çatlak sesiyle. “Ben…” diyebildi.
Bir şey söylemek istiyordu, ama kelimeler çıkmayacaktı, boğazına dizilmişlerdi. Cennet mensuplarının yüzünde okunmaz ifadeler vardı. Bir an sonra cennet mensuplarından birisi omzuna vurdu. “Endişelenme, endişelenme, Ekselansları, anlıyoruz.”
Xie Lian’ın omzuna vurulmuştu; hiçte sert değildi ama neredeyse dengesini kaybedecekti. Tekrar denedi. “Ben…”
O cennet mensubu güldü. “Bunu yapmanın tek nedeni sahiden büyük bir zorluk yaşıyor olman, anlaşılabilir bir sebep. Endişelenme, kimseye söylemeyeceğiz.”
Söylemekte zorlanmasının nedeni tam olarak buydu. Diğerleri önce dile getirdiği için, başka ne ekleyebilirdi sahiden bilmiyordu.
Bir an sonra en sonunda mırıldanabildi. “…Peki, teşekkürler. O zaman… ben geri dönüyorum. Gidiyorum.”
Nasıl ayrıldığını da bilmiyordu. Her şekilde en sonunda kendisine geldiğinde tekrar dağ yolundaydı ve soğuk gece rüzgarı onu kendisine getirmişti.
Ancak o zaman Xie Lian biraz önce yaşadığı kabusa bir anlam verebilmişti.
O, Xie Lian, Xian Le’nin Veliaht Prensi – bir hırsızdı?!
Nasıl bu hale gelmişti?!
Xie Lian pişmanlıkla dolmuştu; yolda yankesicilik yapmayı düşünen geçmiş hali delirmiş olmalıydı ve şimdi işler çığırından çıkmıştı. Neden her ne kadar eline hiçbir şey geçmese de, suçüstü yakalanabilecek kadar şanssızdı?
Xie Lian geçmiş hayatında daha önce hiç böyle bir şeyle yüz yüze gelmemişti, bu yüzden ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Baştan aşağıya yanıyordu, zihni tamamen bulanmıştı ve yüzünü elleriyle kapattı. Keşke zamanı geri alabilseydi; sağlığın�� ve efsun gücünü bile takas etmeye hazırdı. Sıkıntı içinde boğulurken, göz ucuyla aniden bulanık beyaz bir siluet gördü. Xie Lian hemen alarm verdi, hızla başını çevirdi.
“KİM VAR ORADA?!”
Başını çevirdiği anda figür kaybolmuştu ve tekrar buz gibi terlerle sarıldı.
Her ne kadar adamın yüzünü görememiş olsa da, yine de onun maske taktığını hissetmişti!
Ama bir süre etrafını taradıktan sonra hala hiç kimseyi bulamamıştı ve Xie Lian da anlık panik nedeniyle hayal gördüğünden şüphelenmeye başlamıştı. Ne olursa olsun daha fazla orada kalmaya cesaret edemedi ve hızla dağdan indi.
Döndüğü zaman, Feng Xin neredeyse yarım gündür onu bekliyordu. Onu gördüğü anda haykırdı. “Ekselansları, nereye gittin? Aklına ne gelmişti?”
Xie Lian ona söylemeye cesaret edemedi. Hiç kimseye söylemezdi, özellikle de Feng Xin’e. Xie Lian tüm kalbiyle onun doğruluğuna ve ahlakına inanan Feng Xin’e böyle bir şeyi söylediği zaman onun aklından ne geçeceğini hayal dahi edemiyordu. Tek umudu bu olayın sonsuza dek kalbine gömülmesiydi.
Böylece Xie Lian belirsiz bir yanıt verdi. “Hiç.”
Feng Xin şaşkındı. “Ne? Neden bunca zamandır yoktun?”
Xie Lian’ın zihni uyuşmuştu. “Daha fazla soru sorma. Hiçbir şey yapmadım.”
Feng Xin afallamıştı, ama ne sorarsa sorsun Xie Lian yanıt vermeyi reddediyordu. Bir hizmetkar olarak zorlamak haddi değildi ve tek yapabileceği nihayetinde fısıldamak olmuştu. “Yarın gösteri yapamaya gidiyor muyuz?”
“Ben artık dışarıya çıkmıyorum.” Diye yanıtladı Xie Lian.
Artık tümüyle bir kaosun içine düşmüştü, aklı imkansız endişelerle sarılıydı: Ya o orta yaşlı adama denk gelirse? Ya bütün şehir şu anda onu arıyorsa?
Feng Xin onun tuhaf göründüğünü fark etmişti. “Yorgun olmalısın? O zaman Ekselansları, şuna ne dersin, sen içeriye gir. Ben kendim giderim. Sen çalışmaya odaklan.”
Ancak Xie Lian’ın şu anda çalışmaya veya kendini geliştirmeye odaklanamayacağını bilmiyordu.
Xie Lian ilk başta çalışmayı denemişti, çünkü Üst Cennete geri dönmenin tek yolu buydu. Ama şimdi Üst Cennete dönme düşüncesi onu dehşete düşürüyordu.
Her ne kadar karşılaştığı mensuplar kimseye söylemeyeceklerine söz vermiş olsalar da, sahiden söylemezler miydi? Bu mesele cennetteki herkesin kulağına çoktan ulaşmış mıydı?
Bu ihtimali düşününce Xie Lian nefes alamıyordu. Bu şekilde yaftalanmaya kesinlikle dayanamazdı, tüm üst cennet ve alt cennet, hatta tüm ölümlü diyar tarafından parmakla gösterilmeye!
Tükenmişliği içinde Xie Lian kendinden geçti. Uykusu huzursuzdu ve dönüp durmuştu, bilinmeyen kabuslar tarafından rahatsız edilmişti ve şok içinde uyandığı zaman pencereden dışarıya baktı, hava çoktan kararmıştı.
Feng Xin etrafta yoktu; kendi başına gösteri yapamaya gitmişti belli ki ve henüz geri dönmemişti, ve yan odadan kral ve kraliçenin bastırılmış sesleri ve kısık öksürükleri duyuluyordu. Xie Lian yerde yattı. Şimdi uyandığı için düşüncelerine engel olamıyordu, eğer bu mesele sahiden yayılırsa, ailesi öğrenince ne tepki verecekti? Ne kadar şok olacaklardı? Kral muhtemelen öfkeyle yere basardı, kan tükürürken öfkeyle Xian Le için bir utanç kaynağı olduğunu söylerdi. Kraliçe ise, kesinlikle ona bağırmazdı, ama ıstırapla dolardı, çünkü biricik oğlu onları utandırmıştı.
Bunlar aklına gelince Xie Lian tekrar nefes almakta zorlanmaya başladı. Kendi olabileceği bir yere gitmesi gerekiyordu ve sakinleşmeliydi, bu nedenle hasır şilteden kalktı ve dışarıya fırladı, yüzüne esen duygusuz rüzgarlarla neredeyse on kilometre körlemesine koştu.
İnsanların olduğu hiçbir yerde durmaya cüret edemiyordu, çünkü diğerleri sürekli ona bakıyordu, dağınık halini yargılıyorlardı. En sonunda hiç kimsenin olmadığı bir mezarlığa gelince durdu.
Gece öncekine göre daha soğuktu ve ancak buraya gelince Xie Lian yüzünün ve ellerinin soğuk ısırıklarıyla katılaştığını fark etmişti, bedeni titriyordu. Sadece soğuktan da değildi; dehşet ve panik de vardı. Xie Lian bilinçsiz bir şekilde kollarına sarıldı, birkaç sıcak nefes verdi, gözleriyle etrafı tarafı ve bir mezarın önünde, sunulmuş iki şarap kavanozu durduğunu fark etti.
Görünüşe göre bu mezar taşının sahibi hayattayken şarap içmeyi seviyordu, bu nedenle de ölümünde, diğerleri mezarı temizlemeye gelirken ona şarap bırakıyorlardı. Xie Lian çömeldi. Daha önce hiç şarap içmemişti, ama insanların şarabın ısıttığını ve unutmaya yardım ettiğini söylediğini işitmişti. Bir an tereddüt ettikten sonra aniden şaraba uzandı, mantarı çekti ve boğazına boşaltmaya başladı.
Şarap hiçte iyi sayılmazdı; ucuz ve büyüktü, tadı acı ve sertti. Xie Lian birkaç ağız dolusu yuttu ve öksürmeye başladı, ama sahiden de biraz ısınmış gibiydi. Böylece Xie Lian ağzını sildi ve yere oturdu, kavanoza sarıldı ve dolu dolu yudumlarla şarabı içmeye devam etti.
Sersem bir halde, küçük bir hayalet alevinden topun uçtuğunu gördü, etrafında daireler çiziyor, titreşiyor ve gergin görünüyordu. Xie Lian sadece içmeye odaklanmıştı ve hiç tepki vermedi. Hayalet alevi topu ise tüm gücünü kullanarak ona yaklaşmaya çalışıyor gibiydi, ama boş alevlerden başka bir şey olmadığı için ne zaman yaklaşsa, bedeninin içinden geçip gidiyor ona asla dokunamıyordu.
Kavanozu bitirdikten sonra, Xie Lian çakırkeyif ve sersemdi, sarhoş gözleri düşmeye başlamıştı. Onun oraya buraya koştuğunu, bir yandan zavallı bir yandan da komik göründüğünü fark edince ‘pfft’ diye gülmekten kendini alamadı, kolu şarap kavanozunun üzerinde dinleniyordu.
“Ne yapıyorsun?”
Hayalet alevi topu anında havada donakaldı.
Çevirmen: Nynaeve
136 notes
·
View notes