#bağıran anne
Explore tagged Tumblr posts
estellamila · 12 days ago
Text
Bir seneden uzun zamandır eve gitmiyorum sonunda bir üç haftalığına gidiyorum ve bir senedir hasta olmayan ben dün hastalandım burnumdan nefes alamıyorum önce tozdan bu hale geldim sandım ama artık vücut şey dedi herhalde, buraya kadar dayanmam bir mucizeyi, daha fazla idare edemem sldlwls
14 notes · View notes
cayyas · 2 months ago
Text
Yıl ikibiiiiiiin 16.
Osman televizyon izlerken, sesi sürekli sonuna kadar açıyordu. K.b.b. doktoruna götürdüm. Sorun ne? Duymuyor. Basınç testi, kıl testi, yün testi, duyuyor bi sorun yok. Hayır var duymuyor. Osman'a bir kaç soru sordu yanında. Duyuyor bi sorun yok. Duymuyor dedim. O zaman üniversiteye götürün. Bera testi yapsınlar. Tamam. Randevu kıl tüy Üniversiteye gittik. Nedir problem. Duymuyor, tv nin sesini sonuna kadar açıyor. Osman korkuyor kulaklarına bişeyler takıyorlar falan filan yanındayım, kadın şaşırdı. ALLAH ALLAH, sonra başka bi test, Sonuç! Bi kulak %51 diğer kulak %54 Işitme kaybı. Dedim n'olucak. Rapor düzenleyip imzalatalım işitme cihazı alcaksınız. Hadeeee. Ee başka bi şeyi yok mu? Işitme sinirlerinde sorun olduğu için maalesef. Peki. işitme cihazı satan yere raporu alıp gittik. Iki kulağa da alabilirsiniz, Peki alalım. Osman karşımda oturuyor.
4 kanal 8 kanal 12 kanal diye gidiyo, çocuk olduğu için 8 yeterli olur, 12 daha iyi olur. 4 bu kadar 8 bu kadar 12 şu kadar. Tamam madem yeterli ufak zaten kırar eder, neyse seçtik aldık. Kalıp için iki hamur karıştırdı kulağına sıkıp ölçüsünü alcaklar. Osman ağlıyo oğlum yok bişey sakin ol şu bu, neyse susturdum kadın sağolsun aldı etti, 3 4 güne kalıplar gelir, ben ararım sizi. Tamam, teşekkürler. Hadi osi gidelim. Gün geldi abla aradı, hadi osi kulaklıklarımız gelmiş almaya gidelim. Hayır istemiyorum. Osman daha iyi duyacaksın, yok mok ne istersen alcam, canın yanmıyacak söz. Neyse aldım osiyi gittik. Selamun aleykum aleyküm selâm. Sizin cihazlar geldi ama 8 değil 12 kanal. Yani! 8 kalmamış aynı fiyata 12 kanallı takıcaz. Peki takalım. Kalıpları osmanın kulaklarına takıcak Osman taktırmıyo. Oğlum bak süper nano kulaklık, herkesten iyi duyacaksın. Yok. Masada boş kasalar var, Dedim böyle bi tane bana verir misiniz? Ben takayım, o zaman takar. Nasıl yani, dedi abla. Yani bana da bi tane kulaklık verirseniz, neyse parası, yok yok! Ben şuan çok şaşırdım, Neden? Kaç yıldır bu sektördeyim, çocuklarına bağıran dövenler, eşlerine senin yüzünden böyle bu çocuk diyenler, neler nelere şahit oldum, ilk defa çocuğuyla birlikte takmak isteyen birine şahit oluyorum. Tak çıkardı bi tane ücret istemez dedi. Aldım taktım kulağıma, Oooo osman acaip duyuyorum dedim. mükemmel dedim. Osman başladı gülmeye sonra izin verdi taktırdı. Parasını verdik çıktık. Yağmur yağıyordu osmanı anneme bırakıp işe geçecektim. Annemin evinin önüne geldik, osman dedi baba, Ayaklarım yere basınca çap çap ediyo 🥹Yaa bak gördün mü süper nano kulaklıklarımız nasılda bütün sesleri duymamıza yardım ediyor. Bırakırken dedim osi, Sakın kulaklıklarımızı çıkarmıyoruz, ellemiyoruz Tamam baba dedi. Akşam aldım eve geldik. Oturuyoruz, Bana diyo ki baba Saatin o kırmızı şeyi tık tık yapıyo 🥹 Poşetin haşır huşur sesini duymuyomuş, onu diyo. Işitme kaybından dolayı bazı kelimeleri farklı söylüyordu tabi, 3 ayda bi kontrole gidiyoduk, 6 aya çıkmıştı iyi duyuyor diye, en son gittiğimizde duyduğunu anlama %47 den %78 e çıkmış dedi üniversitedeki abla, artık yılda bir görüşebiliriz dedi. Ne kadar çok okursa o kadar daha çok artar anlaması dedi. Ordaki abladan da ALLAH razı olsun, aşırı derecede iyi ve güzel davranıyordu osman'a, halden anlayan bi insan. 8 senedir kullanıyoruz, kendisi takıyo gürültüde kısıyo sesini, açıyo ayarlıyo artık. Ha, Osmanın saçları ilk aldığımızda kısaydı, cihazlar belli oluyodu, Süper nano kulaklık diyodu o da, kreşinde çocuklar sormuşlar, osi de öyle demiş, Biri evde anne babasindan ağlaya ağlaya supernano kulaklık istemiş. Osman' ımın ciğerimin hikâyesi de böyle.
Tumblr media
23 notes · View notes
kendimezraporu · 3 months ago
Text
Kayınvalidemle kısmen aramızı düzelttik. Nişanlım korkunç bir insana dönüştü. O anlayışlı sakin ılımlı insan gitti. Yerine her şeye bağıran şikayet eden biri geldi. Onu da anlamaya çalışıyorum ikimize de kolay şeyler yaşatılmadı ama acısını tamamen benden çıkardı. Bugün annesi ben ve o evimize gittik bir iki iş halledelim diye. Öncesinde annesi bir yere uğradı. Annesi iner inmez öyle küçük mevzudan bağırıp çağırdı ki çok kırıldım. Eve gittik işleri hallettik. Evde de annesine de sinirlendi kapıyı kapattım üstüne. Nolursa olsun annesine benim yanımda sesini yükseltemez. Birde artık o kadar kırgın ve yorgunum ki kayınvalidemle savaşmayı bıraktım istediğini yap ben karışmıyorum anne dedim geçtim. Eve döndüm nişanlım teşekkür ediyor. Annesiyle iyi geçindiğim için değil, onun kusurlarını kimseye yansıtmadığım için. Bu kadar zor bir kadın olduğu halde çabaladığım için. Ama bende artık bir şeyler çok tükenmiş. Artık ne konuşmak ne birlikte gülmek hiçbir şey istemiyorum. Evlenelim bitsin bir an önce normal hayatıma döneyim istiyorum. Bu saatten sonra yüzük atmak da istemiyorum. Nikah kıyılsın sonra ev arkadaşı olarak yaşayıp gidelim kimseye duyurmadan. Ailem benim bir hatamı daha kaldırmaz biliyorum.
3 notes · View notes
abdil00000 · 2 years ago
Text
ANNE
Ne bu 4 harften oluşan kelime, ne kadar zor demesi, içinde yaşatabilmesi. Gece 2.30 civarları kulağımda kulaklıklarım önümde 8 yaşımdan beridir tuttuğum günlüğüm nefret kusuyorum tüm sayfalara. Hepsi anneme.. çok zor annenizden nefret edip onu sevebilmek, olmuyor yani o bizi biz onu seviyoruz ama yok. Çok bağırdı cok azarladı o kadar fazlasıyla yaptı ki bunları artık sesinden bile, bağıran kişilerden bile nefret eder oldum. Sorumsuz olmaktan ilerde cocuklarıma bakamamak onlara kötü davranmaktan korkuyorum. Ben anneme benzemekten korkuyorum. Fakat Allah herkesi sınar ben annemle sınanmaktanda korkuyorum. Sırf bana bağırma, o ses tonun yükselmesin diye yaklaşık 2 kutu bilmediğim ilaçları içtim o gün mükkemmel bir dayak yediğimi hergün ağlar olduğumu fark ettim. İlaçlar etki etmedi bünyeme nasıl oldu bilmiyorum ama o kadar ilaça rağmen sadece yarım saatlik karın ağrısı cektim ve uyuya kaldım. Ama ben o ilaçları içerken kurtulma ümidi ile yaşıyordum ölsemde bitse. İlaç kutusunun içine bir kağıt koydum. Yemin ediyorum ki annemin yüzüne demekten sakınacağım herşeyi yazdım o kağıda rahatladım, ama ne ben hastaneye kaldırıldım ne de annem o kağıdı okudu. Şuan da hayallerimi geleceğimi karartıyorsunuz neden bu kötülüğün bana anne, napıyorum ben sana ben seni sevmekten başka napıyorum?
7 notes · View notes
aynodndr · 1 year ago
Text
Tumblr media
ESKİDEN.....
*Çocuklar doğduğunda telefon başvurusu yapılırdı. (Telefon sırası 8-10 yılda gelirdi.)
* Telefonun ve radyonun üzerine dantel örtü konurdu.
* Gazocağı ve tel dolabımız vardı. Annem, tıkanan gazocağını, ucunda kılcal tel olan bir aletle açmaya çalışırken habire söylenirdi.
* Banyoda tuhaf bir soba vardı ve tuhaf bir yakacakla ısıtılırdı.
* Banyomuz kurnalıydı, hamam tasımız vardı.
* Naylon terlikler çıkmadan önce tuvalette takunya bulunur, ve herkesin ayağına olması için en büyük numara seçilirdi.
* Okul kapısında ayva, şam tatlısı,macun şeker,susamlı şeker,pamuk helva,kestane satılırdı.5 kuruşa ince bir dilim şam tatlısı,alırdık.
* Renkli patiskadan dikilme beli lastikli külotlarımız vardı. Artık yünlerden örülen fanilalara, nazardan korunmamız için muska takarlardı !!
* Okul açılacağı zaman Sümerbank ayakkabıları alınır, çok sevdiğim modeller için de bayramı beklemem söylenirdi.
* Bayramlarda, kıyafetlerimiz ve yeni ayakkabılarımız başucumuzda dururdu.Bazılarımız koynuna alır, yatardı.
* Uyduruk oyuncaklarımız vardı. Hatırlı bir kişiden çok güzel bir oyuncak araba veya bebek geldiği zaman, bozulmaması için kaldırırlır, bize verilemezdi !! Biz ona o bize bakardık.
* İlkokulda sepet kadar kurdele takardık. Ne kadar kabarık ve büyük olursa o kadar makbuldü. 2 kafa gezerdik !!
* Babalarımızın gömlek yakaları, bizim okul yakalarımız pazar akşamları kolalanırdı.
* Genellikle herkes pazar günleri yıkanırdı!! banyo kazanı merasimle yanar, banyolar yapılır çamaşırlar yıkanırdı.
* Filmler, sokak sokak dolaşan arabalardan bağırarak duyurulur, reklamı yapılırdı.
* Sokaklardan, yoğurtçu, yorgancı, kalaycı, dondurmacı, eskici, bileyci , sülükçü(!!) geçerdi.
* 25 kuruşa Bisiklet kiralar, ''şans kader kısmet talih niyet 5 kuruuş'' diye bağıran ve yuvarlak delikleri kazıtarak ilkel piyango çektiren çocukların peşine Fareli Köyün Kavalcısı gibi takılırdık
* Herkesin en güzel ve en büyük odası misafir odası olarak ayrılır, kapısı kapatılırdı. Sonra da tüm aile küçük bir odaya tıkılınır, hayat geçirilirdi.
* Radyo en kıymetli eğlencemizdi. Orhan Boran ve Yuki kaçırılmazdı . Uğurlugil ailesindeki Arap Bacı'ya herkes hayrandik.
* İlkokulda okuma bayramı, kurdele bilmezdik. Herkes okurdu, kimse de bayram etmezdi.
Aşı oluncağı zaman tek iğne ile neredeyse koca sınıf bitirilirdi. Aids henüz çıkmamıştı, eşcinsellik duyulmamıştı.
* Okulda, Kürt ,Türk, Ermeni, Yahudi, köylü, şehirli bilmezdik. Kimse kimseye böyle garip soru sormaz, merak dahi edilmezdi.
Herhangi bir sebeple götürülen hediye paketini açmak , geleneklerimize aykırıydı,ayıptı. Misafir gidince ilk iş onu açmak olurdu.
* Misafirlikte ne kadar aç olursanız olun, ikram tabağındakileri bitirmek de ayıptı. Görgülüler bir lokma mutlaka bırakır, görgüsüzler hepsini yerdi.
* Dondurma mayıs sonunda çıkar, annem temmuza kadar izin vermezdi.
* Erkek çocuklar misket,kuka,bezden yapılmış topla futbol oynarlar;kızlar daha çok ip atlarlardı.
* Kız ve erkek çocukların en sevdiği oyun Saklambaç ve 7 adet kırık testi parçasının üst üste konularak önce topla yıkılıp sonra tekrar dizilmesi suretiyle oynanan Dalya diğer adıyla dombik oyunu idi.
* Sokakta oynarken en sevdiğimiz yiyecek, bir dilim taze ekmek üzerine sana yağı ve toz şekerdi.
* Külotlu çoraptan önce tüm kadınlar jartiyer kullanır, yaşlılar, baldırlarına lastik takardi.
* Fotoğraflarda gülmek laubalilikti. Pek çok kişinin düğün resimleri cenaze törenlerini andırırdı. Ağır, vakur ve ciddi olmak önemliydi.
* Anneler, vapurda, trende, otobüste rahatlıkla bebek emzirirlerdi.
* Çarşıda, pazarda anne ve babamızdan bir şey istemek ayıptı. Ancak sorulursa yanıtlardık. Canımız istediği halde çoğunlukla da red ederdik.
* Defter-kitap kaplama kağıtları ya kırmızı ya da mavi olurdu. * Gazete kağıtlarından kese kağıdı yapar, undan yapılmış tutkalla yapıştırırdık.
* 'Bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek ' bir teklif değil, bir kararın iletilmesi gibiydi. Bu soruya 'hayır' demek mümkün değildi, adetlerimize göre ayıptı. Önemli bir program varsa (bilet, başka ziyaret vs) derhal iptal edilir, aile telaş yumağına dönerdi...
(alınt)ESKİDEN.....
*Çocuklar doğduğunda telefon başvurusu yapılırdı. (Telefon sırası 8-10 yılda gelirdi.)
* Telefonun ve radyonun üzerine dantel örtü konurdu.
* Gazocağı ve tel dolabımız vardı. Annem, tıkanan gazocağını, ucunda kılcal tel olan bir aletle açmaya çalışırken habire söylenirdi.
* Banyoda tuhaf bir soba vardı ve tuhaf bir yakacakla ısıtılırdı.
* Banyomuz kurnalıydı, hamam tasımız vardı.
* Naylon terlikler çıkmadan önce tuvalette takunya bulunur, ve herkesin ayağına olması için en büyük numara seçilirdi.
* Okul kapısında ayva, şam tatlısı,macun şeker,susamlı şeker,pamuk helva,kestane satılırdı.5 kuruşa ince bir dilim şam tatlısı,alırdık.
* Renkli patiskadan dikilme beli lastikli külotlarımız vardı. Artık yünlerden örülen fanilalara, nazardan korunmamız için muska takarlardı !!
* Okul açılacağı zaman Sümerbank ayakkabıları alınır, çok sevdiğim modeller için de bayramı beklemem söylenirdi.
* Bayramlarda, kıyafetlerimiz ve yeni ayakkabılarımız başucumuzda dururdu.Bazılarımız koynuna alır, yatardı.
* Uyduruk oyuncaklarımız vardı. Hatırlı bir kişiden çok güzel bir oyuncak araba veya bebek geldiği zaman, bozulmaması için kaldırırlır, bize verilemezdi !! Biz ona o bize bakardık.
* İlkokulda sepet kadar kurdele takardık. Ne kadar kabarık ve büyük olursa o kadar makbuldü. 2 kafa gezerdik !!
* Babalarımızın gömlek yakaları, bizim okul yakalarımız pazar akşamları kolalanırdı.
* Genellikle herkes pazar günleri yıkanırdı!! banyo kazanı merasimle yanar, banyolar yapılır çamaşırlar yıkanırdı.
* Filmler, sokak sokak dolaşan arabalardan bağırarak duyurulur, reklamı yapılırdı.
* Sokaklardan, yoğurtçu, yorgancı, kalaycı, dondurmacı, eskici, bileyci , sülükçü(!!) geçerdi.
* 25 kuruşa Bisiklet kiralar, ''şans kader kısmet talih niyet 5 kuruuş'' diye bağıran ve yuvarlak delikleri kazıtarak ilkel piyango çektiren çocukların peşine Fareli Köyün Kavalcısı gibi takılırdık
* Herkesin en güzel ve en büyük odası misafir odası olarak ayrılır, kapısı kapatılırdı. Sonra da tüm aile küçük bir odaya tıkılınır, hayat geçirilirdi.
* Radyo en kıymetli eğlencemizdi. Orhan Boran ve Yuki kaçırılmazdı . Uğurlugil ailesindeki Arap Bacı'ya herkes hayrandik.
* İlkokulda okuma bayramı, kurdele bilmezdik. Herkes okurdu, kimse de bayram etmezdi.
Aşı oluncağı zaman tek iğne ile neredeyse koca sınıf bitirilirdi. Aids henüz çıkmamıştı, eşcinsellik duyulmamıştı.
* Okulda, Kürt ,Türk, Ermeni, Yahudi, köylü, şehirli bilmezdik. Kimse kimseye böyle garip soru sormaz, merak dahi edilmezdi.
Herhangi bir sebeple götürülen hediye paketini açmak , geleneklerimize aykırıydı,ayıptı. Misafir gidince ilk iş onu açmak olurdu.
* Misafirlikte ne kadar aç olursanız olun, ikram tabağındakileri bitirmek de ayıptı. Görgülüler bir lokma mutlaka bırakır, görgüsüzler hepsini yerdi.
* Dondurma mayıs sonunda çıkar, annem temmuza kadar izin vermezdi.
* Erkek çocuklar misket,kuka,bezden yapılmış topla futbol oynarlar;kızlar daha çok ip atlarlardı.
* Kız ve erkek çocukların en sevdiği oyun Saklambaç ve 7 adet kırık testi parçasının üst üste konularak önce topla yıkılıp sonra tekrar dizilmesi suretiyle oynanan Dalya diğer adıyla dombik oyunu idi.
* Sokakta oynarken en sevdiğimiz yiyecek, bir dilim taze ekmek üzerine sana yağı ve toz şekerdi.
* Külotlu çoraptan önce tüm kadınlar jartiyer kullanır, yaşlılar, baldırlarına lastik takardi.
* Fotoğraflarda gülmek laubalilikti. Pek çok kişinin düğün resimleri cenaze törenlerini andırırdı. Ağır, vakur ve ciddi olmak önemliydi.
* Anneler, vapurda, trende, otobüste rahatlıkla bebek emzirirlerdi.
* Çarşıda, pazarda anne ve babamızdan bir şey istemek ayıptı. Ancak sorulursa yanıtlardık. Canımız istediği halde çoğunlukla da red ederdik.
* Defter-kitap kaplama kağıtları ya kırmızı ya da mavi olurdu. * Gazete kağıtlarından kese kağıdı yapar, undan yapılmış tutkalla yapıştırırdık.
* 'Bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek ' bir teklif değil, bir kararın iletilmesi gibiydi. Bu soruya 'hayır' demek mümkün değildi, adetlerimize göre ayıptı. Önemli bir program varsa (bilet, başka ziyaret vs) derhal iptal edilir, aile telaş yumağına dönerdi...
(alınt)
2 notes · View notes
insteadofwritingmythesis · 7 months ago
Text
Bir kaç gün önce tezimi teslim ettiğim için bugün tezimi yazmak yerine arkadaşımın psikolojik test yaparken yazdığım hikayeyi sizlerle paylaşacağım internetteki yabancılar. Yaptığı testin adını hatırlamıyorum ama testin işleyişi şu şekildeydi; bir tane fotoğraf gösteriyor ve gördüklerim üzerine resimden ne anladıysam bir hikaye anlatıyorum. Bu şekilde yaklaşık 20 tane resim gösterdi. Testi yapmamız ilk gün 2 saat, ikinci gün 1 saatimizi aldı. Şimdi burda paylaşacağım hikaye 20 hikayeden aklımda kalan bir tanesi. Asıl resim neydi nerdeydi bilmiyorum. Ama hikayeyi kağıda aktardıktan sonra çizdiğim resmi de ekleyeceğim. Bu küçük hikayenin adı " Kadın, Adam ve Satürn". Bu hikayeden çıkarmanız gereken hiçbir kısas yoktur. Anlık yazılmış, okumasının zevkli olduğunu düşündüğüm bir yazı parçasıdır sadece.
"KADIN, ADAM VE SATÜRN
Bir zamanlar bir kadın varmış. Bu kadın bir astronotmuş. Ama hiç uzaya çıkamamış. Çünkü bazen astronot da olsanız uzaya çıkmak zordur. Sonra bir gün bir adamla tanışmış. Dediğine göre o da astronotmuş. Bir kez dünyaya gelmiş ve bir daha uzaya gidememiş.
Bu adamla tanıştıktan sonra kadının bahtı açılmaya başlamış. Artık insanlar konuşurken onu dinliyor, var olduğunda onu görüyormuş. Artık kadının öne çıkmak için kendini göstermesine gerek kalmamış çübkü insanlar ona bakıyormuş.
Sonra bir gün kadını Satürn'e göndermişler. O tanıştığı adam ve bir kaç kişiyi de yanına vermişler. Satürn'e kadar her şey yolunda gitmiş. Ama Satürn'e yaklaştıkça bir şeyler ters gitmeye başlamış. Önce sesler gitmiş, sonra da uzay gemisi. Satürn'ün üstünde bir grup astronot sessizliğin içinde süzülmeye başlamış. Derken astronot kıyafetleri de kaybolmuş ve insan kıyafetleri içinde Satürn'e bakar olmuşlar. Diğer astronotların hepsi tek tek kaybolmuş ve kadınla adam baş başa kalmışlar; dünyanın sonunda aynı hayatın başındai gibi, kadın ve adam.
Kadın yavaş yavaş bedeninde kalan oksijenini kaybetmeye başlamış. Boğazı sıkışmış, gözleri kararmaya, kulakları çınlamaya başlamış. İki bakışının arasında adamı görmüş.Kadın acıdan kıvranırken adam tarif edilemez biri huzur içindeymiş. Kadın yavaşça nefesini kaybederken adam dönüşmeye başlamış. Adam aslında satürnlüymüş ve evine dönmüş.
Kadın kıvranmaya devam ederken adam eski dostuna son bir iyilik yapmak istemiş. İçindeki kara deliği kadınla paylaşmış ve her yer kararmış. Kadın kara deliği emmiş ve ve acı çekmeyi bırakmış. Adam evine doğru uzaklaşırken kadın kara deliğe dönüşmeye başlamış. Adam evine gitmiş. Kadın da uzay olmuş.
Tumblr media
- Son"
Hikayeyi başlatan resmi hatırlamasam da adamın içindeki kara deliği kadınla paylaşmması üzerine hikayeyi yazdığımı hatırlıyorum. Muhtemelen asıl resim birbirine bağıran ya da öpüşmek üzere olan iki insanın resmiydi ama siyah beyaz ve anlaşılması zor olan bu resimde aklıma ilk gelen anne kuşların civcivlerini beslemesi misali içindeki kara deliği kusan bir adam canlanmıştı kafamda.
1 note · View note
justwatchuser · 11 months ago
Text
Bir araba da 5 kişiyiz 3 kişi arka da 2 kişi ön de bir çocuk diyorum yakışıklı tatlı bir çocuk ve bu çocuk 9 yaşında 450 km yol gidiyoruz e haliyle çocukta yol da uyuya kalıyor annesi de üşümesin diye üstünü örtüyor üstüne o rahat uyusun diye kendi rahatını umursamıyor ve şimdi eşinin omzuna başını koyup ağlıyor çünkü bu anlattığım anne çocuğu annesini sinir ettiğinde bağıran kızan bir anne hepimizin anneleri gibi kimin annesi sinir ettiğin de veya kızdırdığında kızmaz ki kızdığı kadar üzülüyor da kızdığı için o yüzden üzülüp eşinin omzuna kafasını koyuyor ve ağlıyor bunu gören eşi de üzülüp ağlıyor seninle şöyle olmamız için ne yapmam lazım
0 notes
elazighaber23 · 1 year ago
Text
'Anne' diye bağıran horoz 'canını' kurtardı
0 notes
aleynaz · 2 years ago
Text
Doğmamı bile istememişler. Ama annemin sağlığı için doğmam lazımmış. Prematüre 29 haftalık bir bebek. İlk 2 gün suratıma bakmamış babam. Bir sürü borç harç çıkmış benim yüzümden. Büyüdüm 22 yaşındayım. Sevgilim var diye balkona çıkıp azgın kudurmuş diye bağıran babam, susmayıp karşılık verdiğim için beni döven abim. Küçükken abinden korkacaksın o ne derse yapacaksın diyen annem şimdi başa çıkamıyor. Açık açık intihar etmek istediğimi dile getirdim. Onlara şaka ya da tehdit gibi geliyor ama sevmek yerine kökünden kopardılari saçlarım kana bulanınca, evlat acısını tattıklarinda anlayacaklar evlat sahibi olmanın mucizesini ama geç olacak. Umarım bu dünyada bir kişinin bile kalbine sevgiyle bir iz bırakmışımdır. Ben bu dünyadaki herseyi gerimde bırakmayı göze alıyorum. Anne baba peki siz başınızı yastığa rahat koyabilecek misiniz?
0 notes
nurayaa · 2 years ago
Text
15.04.23
Yine boktan bir sabah, dershaneye gidip deneme sınavına girmem lazım. Canım hiçte istemiyor, dün falçatayla sürttüğüm derim kızarmış izleri ile beni selamlıyor. Tam da sağ elimin bilekleri, dün gece hatırıma geliyor. Odamın karanlığında sakladığım yerden çıkardığım falçatayı boğazıma dayadım, nefesimi kesiyordu ve o kadar iyi hissettiriyordu ki. Gözlerimi kapattım ve onu orada tutarken sertçe kaydırdığımı düşündüm... Uzun zaman sonra içimdeki karmaşanın durulduğunu hissettim o an. Son nefeslerim olduğunu hissedince nefes almak daha katlanılabilir. Sabah yataktan kalkarken son günüm olduğunu bilsem o gün daha rahat kalkıyorum yatağımdan... Yanına gittiğimde ve ayaklarının dibine büzüştüğümde anlaman gerekirdi, illa gözlerinin içine bakarak haykırmam mı gerekiyor? Oysa ki bu sabahki karın ağrımın yalandan olduğunu bilebiliyorsun neden yanına büzüştüğümde, gözlerine bile bakamadığımda içimdeki ölmek için bağıran o minik kızı duymuyorsun? Hissetmiyor musun çırpınışlarımı, bunu yapamam anlamıyor musun? Yüzüne bakarak bir kez daha söyleyemem o sözleri. Söylediğimde ne kadar yıkılacağını biliyorum anne, seni kendimden kendimi ise ölümden korumaya çabalıyorum ve bu çok yorucu...
0 notes
34-ist-34 · 3 years ago
Text
"Neredesin darbe yaptık, gözaltına alınacaksın" diyen Fetö'cü Semih Terzi'ye;
"Bizde kapıya gelene sıkılmaz, neredesin söyle ben geleyim ...çocuğu" diyen İsmail Metin Temel Paşa.
Ömer Halisdemir'e;
"Semih Terzi vatan hainidir, onu karargâha girmeden öldür, bu yolun sonunda şehadet var. Hakkını helal et" diyen Zekai Aksakallı Paşa.
"Hakkım helal olsun, vatan sağolsun komutanım" diyen, verilen görevi kahramanca yerine getiren ve 30 kurşunla şehadete erişen Ömer Halisdemir.
Kaçırıldığı, silah zoruyla tehdit edildiği, boğazı sıkılmak suretiyle öldürülmeye teşebbüs edildiği halde, "Beni öldürebilirsiniz, önüme koyduğunuz ihanet kağıdını imzalamam ulan" diye bağıran Genelkurmay Başkanı.
Darbeci hainlere; "Yere yatmam, isterseniz vurun" diyen bürokrat.
"Bizi gözaltına alacaksanız rütbelerimize eşdeğer asker alsın, böyle olmamalı" diyen Fetö'cü albaya cevaben;
"Albayın ağzını bantlayın" diyen Barış Dedebağ.
Görevli olan asteğmen oğluna;
"O vatan hainlerinin emrine uyarsan, anam babam var diye buralara bir daha gelme sakın.
Onlara karşı dik durup şehit de olsan, başımın üstünde yerin var" diyen baba.
Genelkurmay Başkanlığı önünde bekleyen kalabalığa;
"Genelkurmay'ı kurtarmamız lazım. 500 kişiyiz, aynı anda içeri dalalım. 200 kişi şehit oluruz. Kalanlar burayı kurtarır" diyen delikanlı.
Koltuk değnekleriyle köprüye koşarken, "Nereye dede?" diye soranlara
"Cennete" diye cevap veren dede.
Polis aracından megafonla;
''Sevgili vatandaşlarımız, lütfen buradan ayrılmayın.
Varlığınız bize güç veriyor'' anonsu yapan polis.
Evin damına çıkıp, darbeci hainlerin kullandığı jetlere "Yakıtın bitmeyecek mi ulan" diye bağıran abi.
"Efendim, sizi deniz yoluyla adalara kaçıralım" diyen otel yetkilisine; "Öleceksem milletimle birlikte ölürüm" diyerek İstanbul'a iniş yapan Cumhurbaşkanı.
Meclis kürsüsünde;
"Biz buradan gidersek 'korktu' derler. Millet meydanlara inmez. Bizim burada yapmamız gereken ölmektir" diyen milletvekili.
Kısıklı’da; "Abdülhamid'i deviriyorlar, yetişin!" diye feryad eden ve köprüde şehit olan genç.
Yerde yaralı halde yatarken "Cumhurbaşkanım lütfen sizi bir kez göreyim" diyen yiğit.
Yerde diz çöküp o yiğidin alnından öpen, "Buradayım" diyen Cumhurbaşkanı.
Köprüde polisin; "Gitmeyin, vurulursunuz" uyarısına,
"Ben giderim abi. Öleceksek adam gibi ölelim" diyen adam.
Saraçhane'de belediye binasının önündeki havuzda abdest alıp gözlerini kırpmadan şehadete koşan mert insanlar.
Kendisine, "Halka kurşun sık" emri veren komutanın�� dinlemeyip, halka kurşun sıkmamak için kendi kafasına sıkan asker.
Sokağa çıkan gençlere;
"Çıkın, eğer bugün sokağa çıkmazsak bir daha hiç çıkamayız" diyen teyze.
Tarlasındaki saman balyalarını yakarak F-16'ları engelleyen, 15 Temmuz sonrası devletin samanları için ödeyeceği parayı reddeden çiftçi.
Güneydoğu'da çatışmayı bırakıp namlusu soğumadan Ankara’ya gelip şehit olan Özel Harekâtçı kahramanlar.
Birlikte omuz omuza mücadele edip yine birlikte şehit olan ikizler, 'oğlu vurulmasın' diye önüne atlayan baba, babasının başucundayken atılan bomba ile bedeni parçalanan oğul, çocuklarını evde bırakıp tankların karşısına dikilen anne, başı kopan şehidi kıyafetlerinden tanıyan eş.
İYİ Kİ VARSINIZ.
İYİ Kİ VARDINIZ.
BU MİLLETİN GÖNLÜNDE EBEDİYEN VAR OLACAKSINIZ.
SİZE MİNNETTARIZ.
Tumblr media Tumblr media
51 notes · View notes
destinayasemin · 2 years ago
Text
GELİN KIZIM...
Herkesin çok sevdiği bir insan vardır. “Karşılıksız sevgi.”
Bana karşılıksız sevgiyi yaşattığın için hayatımın sonuna kadar sana minnettar olacağım.
Beni bu dünyada en çok seven kişiye Babanneme…
Gelin kızım doğduğun anda mı  koydular seni kar’a. Kar altı soğuk değil miydi? Anne karnının sıcaklığı ve güveninden çıkar çıkmaz mı başladı çilen. Suçun neydi ki kar altına gömdüler seni “kız olmak, kız doğmak” ölmeyi hak edecek kadar mı suçtu. “-Emine niye oğlan doğurmadın.” Amcan mıydı bunu diyen. Baban gelip aldıda  yağan karın altından ne oldu.
Daha küçücük bir çocukken dayının oğluna vermediler mi seni doğruya Gelin Kızım sen çocukluk nedir hiç bildin mi?
“ Çeşmeyi açıcam ona anlatıcam size demeyeceğim bir şey.”
“Halı dokurdum, yastık dokurdum… ben yastığın önleğini bilemedim, anneme söyledim annem kafama desdiyi bi vurdu.”
“Fasülye ektik öküzlerle tapanı koştuk” tapan iki tane büyük ağaç, öküzlerin boyunduruğuna takıyoruz. Onun üstüne çıkacak, onun üstünde duracak. Durma burada dedim yok ben dururum dedi üstüne çıktı ben öküzlerin önünde gidiyom, arkamdan bağıran oldu lan Mustofo Mustofo kız tapanın altında kaldı diye, döndüm baktım bu tapanın altında tapan bunun üstünde bana çağıramamışta.
“Oh geldin cinler periler köşe bucak kaçtılar…”
Acı: Bir ses bazen sürekli kulağım da tekrar eden kimsenin duymadığı, sadece benim duyduğum bir kaç kelime. Kelimelerle birlikte nefes kesici bir şekilde geliyor acı…
son kelimelerindi “Ben gidiyorum Mustafa.” sonrasında uzun uzun gözlerinle anlattın herseye tüm çaresiliğini ve acını...
son isteğindi "beni evime götürün" yapamadım babaanne gitmeni istemedim eve gidersen uzaklara gidersin diye düşündüm ben hep yanımda kal istedim.
“Dışarıdaki soğuktan zarar gelmez insana.”
Kalpteki sıcaklıktan mı bahsetmiştin yoksa çevrendeki insanların sevgisi ile örülen sıcaklıktan mı? Şimdi sıcak evimden dışarı çıktım, kalbimde ki sıcaktan çok uzağa… Karanlık soğuğa bakıyorum, Işıklara, insanlara, gölgelere… Başlangıçtayım dudaklarım mühürlü, gözlerimle konuşuyorum… insan ne zaman kaybolur, ne zaman savrulur rüzgarda, ne zaman bulur kendini.
Hareket etmeme gerek yok vücudumdan ayrılıyor ruhum, savruluyor rüzgarda, insanların arasından geçiyor, kaybolmuşlukları izliyor, geçici mutlulukları, çaresizlikleri… yanına gelince gökyüzüne bakıyorum, kara toprağa bir kez daha bakamayacağımı biliyorum.
“dışarıdaki soğuktan zarar gelmez insana.” Demiştin. Artık soğuğun zarar vermediği bir yerdeyim, kalbim dile geliyor kelimeler dökülüyor gözyaşlarımda, dudaklarım mühürlü.
2 notes · View notes
zelisblog · 3 years ago
Text
Savaşlar başlıyor.
Herkes kaçışlarda,bağıran çocukların sesiyle doluşuyor boş sokaklar, annesinin naaşının basında duran onlarca çocuk, babası bi umut gelir diye bekleyen çocuklar, koku veriyor cesetler ama bu çocukların umrunda değil çünkü anne ve babalarının kanı bu kadar kötü kokamazdı onlar için tatlı bi koku olmuştu onlar için .
2 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years ago
Text
Heavenly Blessing – 181. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Dördüncü Kitap: Beyazlara Bürünmüş Musibet
Bölüm 181: Fener Gecesi, Avare Bir Ruha Metelik Atmak
Xie Lian dehşet içinde sıçrayarak uyandı.
Korkudan tüm bedeni buz gibi terle kaplanmıştı ve yatağından fırlayarak yüzünü ellerine gömdü.
Şok içinde uyanmasının sebebi gördüğü rüyaydı. Rüyada, hem annesi hem babası intihar etmiş, kendilerini asmışlardı. Buna şahit olmuştu, ama ne sevinç ne hüzün hissetmişti, dökecek tek damla gözyaşı yoktu ve hissiz bir şekilde kendisine bir diğer beyaz ipek sargı hazırlamıştı. Tam elleriyle düğümü atarken aşağıda beyaz cübbeli bir adam görmüştü, ağlayan-gülen yüzlü bir maske takıyor, onunla dalga geçiyordu. Kalbi titremişti, düğüm sıkışmış ve ezici boğulma hissi gelmişti. Ardından ise uyanmıştı.
Pencereden çoktan güneşin doğduğunu göre biliyordu ve dışarıdan bir ses duydu.
“Ekselansları! Uyandın mı?”
Xie Lian düşünmeden cevap verdi. “Uyandım!”
Uzunca bir süre ağır nefesler aldıktan sonra bir şiltede yatmadığını fark etti. Onun yerine altında hasırdan yapılma bir minder vardı. Her ne kadar pek çok saman tabakasından oluşmuş ve son derece yumuşak olsa da, ona göre çok rahatsızdı. Şimdi bile bu kadar basit ve kaba bir yatağa alışamamıştı.
Biraz önce ona seslenen kişi Feng Xin’di. Sabah erkenden çıkmış ve yemek getirmek için yeni dönmüştü, ve dışarıdan Xie Lian’ı gelip yemek yemesi için cesaretlendiriyordu. Xie Lian ona uydu ve ayağa kalktı.
Rüyasındaki boğulma hissi çok gerçekçiydi ve elleri bilinçsiz bir şekilde boğazına uzandı. Sadece orada sahiden beyaz ipekle oluşmuş boğulma izleri olup olmadığını kontrol etmek istiyordu, ancak beklenmedik bir şekilde, sahiden bir şey hissetmişti.
Xie Lian ilk başta sarsılmıştı ve hızla yere atılmış, çok uzakta olmayan bir aynaya doğru koşmuştu. Yansımasını gördüğü zaman ise, hissettiği şeyin boynunu saran siyah halka olduğunu fark etmişti. Böylece de en sonunda rahatlamış ve her şeyi hatırlamıştı.
Bu lanetli kelepçeydi.
Xie Lian’ın parmakları onun üzerinde gezindi.
Bir ölümlü olmak için sürülünce, normal insanlara göre daha yavaş yaşlanmak dışında pek bir avantajın olmuyordu. Ancak Jun Wu, Xie Lian’ın lanetli kelepçesini ilk yaptığı zaman, yine de merhamet etmek istemiş ve ona alışacak zaman tanımıştı.
Bu lanetli kelepçe ruhani güçlerini kilitlerken bir yandan da yaşını ve bedenini mühürlüyordu, ne yaşlanmasına ne de ölmesine izin vermiyordu. Dahası Jun Wu ona demişti ki: eğer tekrar yükselmeyi başarırsan, o zaman önceki yaşamında yaptığın her şey affedilecek ve bu mühür de kaldırılacak.
Ama böyle bir şeyi vücudunda taşımanın, suçluların yüzündeki günahkar damgasından hiçbir farkı yoktu; şüphesiz ki, derin bir aşağılanmaydı. Bunları düşünürken Xie Lian kenara uzanmış ve beyaz ipek sargıyı tutmuştu, başının üzerinden geçirmeye hazırdı. Ancak elini uzattığı anda, aniden rüyada boğazı sıkılırken yaşadığı boğulma hissinin dehşeti aklına üşüştü, ve tereddüt etti. Ancak, en sonunda, yine de onu çekti ve sıkıca boynuna sardı, dışarıya çıkmadan önce yüzünün altını kapatmıştı.
Feng Xin ve Mu Qing onu dışarıda bekliyorlardı. Feng Xin buharı tüten çörekler getirmişti ve Mu Qing yavaşça kemirmekteydi. Feng Xin ikisini Xie Lian’a uzattı ama Xie Lian sadece ve kuru basit çörekleri görünce iştahını kaybetti. Başını iki yana sallayarak reddetti.
“Ekselansları, sabahları bir şeyler yemek zorundasın. Sonrasında çalışmamız gerek ve sadece oturarak yapılabilen hiçbir iş yok.” Dedi Feng Xin.
Mu Qing başını kaldırmaya tenezzül etmemişti. “Evet, eğer bunlardan yemezsen, yiyebileceğin başka bir şey de yok. Tekrar bayılabilirsin, ama yine de en sonunda yemek zorunda kalırsın.”
Feng Xin ona ters ters baktı. “Laflarına dikkat et.”
Xie Lian sadece birkaç sene boyunca cennette kalmıştı, ama çoktan yemek yeme gerekliliğini unutmuştu. Birkaç gün önce neredeyse bayılmıştı ve ancak o zaman günlerdir yemek yemediği için olduğunu anlayabilmişti. Mu Qing’in bahsettiği olay buydu. Kenarda otururken, Xie Lian o ikisinin sabah sabah yine kavga etmesini istemiyordu, bu nedenle hemen konuyu değiştirdi.
“Gidelim. Bugün iş bulabilir miyiz onu bile bilmiyoruz.”
Eski Xie Lian soylu ve saygın birisiydi, ve uhrevi bir bedeni olduğu için ölümlü besinlere ihtiyaç duymazdı, doğal olarak da önce hiç geçim derdi çekmemişti. Ancak şu anda, eskiden bir veliaht prens olsa da, Xian Le Krallığı artık yoktu; bir tanrı olmuş olsa da, uzun zaman önce sürgüne gönderilmişti. Şu anda bir ölümlüden hiçbir farkı yoktu, doğal olarak da günlerini nasıl hayatta kalacağını düşünerek geçirmeliydi. Kendini bu yolda geliştiren insanların görevi elbette hayaletleri yakalamak ve bu şekilde hizmet etmekti, ama her gün yakalanacak iblisler ve canavarlar, yapılacak ayinler yoktu sonuçtu. Bu nedenle de çoğu zaman sıradan işler bulmak zorundaydılar, geçici işler, malların taşınmasına yardım etmek veya ağır işlerde çalışmak gibi.
Ama böylesine küçük, ayak işi benzeri işler bile kolay bulunmuyordu. Şu anda, yerinden edilmiş pek çok yoksul insan vardı. Fakirler bir iş olduğunu gördükleri zaman ödemeye bile ihtiyaç duymazlardı, sadece bir çörek ve yarım kase pirince, işi yapmaya gönüllü olur, iş için savaşırlardı, Xie Lian ve dostları nasıl bununla mücadele edebilirlerdi? Bir şeyler kazanmayı başarabilseler bile, düşündükçe Xie Lian daha fazla çalışmaları gerektiğini hissediyordu. Sahiden de uzunca bir süre sokaklarda dolaştıktan sonra bile hiçbir şey bulamamışlardı.
“Yapacak daha istikrarlı ve saygın bir şey bulamaz mıyız?” Mu Qing homurdandı.
“Saçmalık. Eğer öyle bir şey varsa bile, uzun zaman önce unuttuk.” Dedi Feng Xin. “Saygın işlerde yüzünü göstermek gerekmiyor mu? Kim Ekselanslarının yüzünü tanımaz? Eğer tanınırsa, işte nasıl tutunabiliriz?”
Mu Qing konuşmayı bıraktı. Xie Lian ise, yüzünün alt yarısını kapatan beyaz sargıyı daha da sıkılaştırdı. Eğer sahiden birisi onu tanıyacak olursa kaçmaları gerekirdi yoksa dayak yiyecek ve kovalanacaklardı. Ve örneğin, eğer koruma olarak bir iş bulacak olurlarsa kim bilinmeyen bir geçmişi olan, yüzünü bile göstermeyen bir muhafıza rahatça iş verirdi ki? Gidip suikast işlerine de bulaşamazlardı, bu nedenle seçenekleri oldukça sınırlandırılmıştı.
Tanrıların açlıktan yorulmaları imkansızdı. Ama ölümlülerin yemesi gerekiyordu. Xie Lian çocukluğundan beri böyle şeyleri hiç düşünmek zorunda kalmamıştı ve sahiden hayatında ilk kez bu problemle yüzleşiyordu. Ancak eğer tanrılar açlıktan ölmenin nasıl hissettirdiğini bilmiyorlarsa, aç insanların halinden nasıl anlayacaklardı? Nasıl empati kurabilirlerdi? Bu noktada, bu tecrübeyi bir antrenman olarak görüyordu.
Tam bu sırada, ahenksiz çanlar ve davul sesleri çok uzak olmayan bir yerden yükseldi ve büyük bir kalabalık neler olduğunu görmek üzere toplandı. Üçü de onları takip etti ve izlemeye gittiler, ve kalabalıkta tüm güçleriyle bağıran birkaç savaş göstericisi ve palyaço gördüler. Sokak sanatçılarıydılar.
Mu Qing tekrar öneride bulunmayı denedi. “Eğer hiçbir şey bulamazsak, neden gösteri yapmıyoruz?”
Xie Lian da aynı şeyi düşünüyordu ama daha o cevap veremeden Feng Xin çoktan bir yandan izlemeye devam ederek cevaplamıştı. “Ne saçmalıyorsun sen? Ekselanslarının bedeni binlerce altın değerinde, nasıl böyle bir şey yapabilir?”
Mu Qing gözlerini devirdi. “Tuğla taşıyoruz, sokakta gösteri yapmanın ne aşağı kalır yanı var?”
“Tuğla taşımak fiziksel gücümüzü kullanarak karnımızı doyurmak.” Dedi Feng Xin. “Sokakta gösteri yapmak ise insanları eğlendirmek, kendimizi aptal yerine koyarak onlara eğlence olmak, tabi ki farklı!”
Ardından palyaçolardan birisi zıplarken takılıp düştü. O kalkmaya ve belinden eğilerek yere saçılmış, atılan birkaç sikkeyi toplamaya çalışırken kalabalık kahkahalara boğuldu. Bunu görünce, Xie Lian’ın zihninde derin bir reddediş yükseldi ve sertçe başını iki yana salladı, bir iş olarak ‘sokak gösterisi’ni kafasından silip attı.
Mu Qing ise görünce sadece. “Tamam. Gidip bir şeyleri rehin verelim.” Dedi.
“Zaten neredeyse her şeyimizi verdik.” Dedi Feng Xin. “Yoksa bu zamana dek dayanamazdık. Geriye kalanları artık veremeyiz.”
Aniden kalabalığın arkasından sürpriz bağırışlar yükseldi. Birisi bağırıyordu. “ASKERLER GELDİ! ASKERLER GELDİ!”
Askerlerin geldiğini duyunca, gösteriyi izleyen gürültülü kalabalık dağıldı. Kısa bir süre sonra bir asker grubu ellerinde silahlarıyla sokaktan geçtiler, parlak yeni zırhlar kuşanmışlardı, oldukça etkileyiciydiler. Şüpheli görünen herkesi sorgulayacaklardı. Üçü kalabalığa karıştılar ve insanların konuşmalarını dinlediler:
“Kimin peşindeler?”
“Merak etme, buraya birilerini tutuklamak için gelmediler. Kaçan Xian Le soylularını yakalamaya çalıştıklarını duydum.”
“Duydum ki birisi şüpheli birilerini görmüş, bu nedenle şehir bir süredir arama işini ciddiye alıyor.”
“Sahi mi?! Tanrım, sahiden buraya mı kaçmışlar?”
Bunu duyunca üçü bakıştılar. Xie Lian fısıldadı. “Geri dönüp kontrol edelim.”
Diğer ikisi başını salladı. Ayrılarak sessizce kalabalıktan uzaklaştılar ve bir süre yürüdükten sonra dikkat çekmeden tekrar buluştular, hızla hareket ediyorlardı.
Küçük bir dağın üzerindeki izbe bir ormana koştular ve Xie Lian uzaktan ağaçlardan yükselen kalın duman sütununu görebiliyordu. Kalbi hızla ağırlaştı; yoksa Yong An askerleri çoktan yerlerini bulmuş ve ateşe mi vermişlerdi?
Yaklaştılar ve muhtemelen bir avcı tarafından bilinmeyen bir geçmişte bırakılmış, ağaçlarla gizlenen viran küçük kulübeye vardılar.
Xie Lian bağırdı. “ANNE! NELER OLUYOR, ORADA MISIN?”
Bağırışının ardından, bir kadın karşılamak üzere dışarıya çıktı ve neşeyle seslendi. “Oğlum? Geldin mi?”
Bu kraliçeydi. Sade bir şekilde giyinmiş ve biraz zayıflamıştı, geçmişteki zengin leydi halinden biraz farklıydı. Annesinin iyi olduğunu ve yüzünün neşeyle aydınlandığını, rahatsız edilmediğini bariz bir şekilde görünce Xie Lian rahatladı ama hemen sordu. “Bu duman ne?”
Kraliçe cevapladı, utanmıştı. “…Hiçbir şey. Sadece biraz yemek yapmak istemiştim…”
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. “Yapma! Ne yemeği? Feng Xin ve Mu Qing’in her gün getirdiği yemeklerle yetin sadece. Duman çok şüphe çekiyor; dumanın olduğu yerde insanlar vardır, Yong An askerlerinin dikkatini çekeceksin. Biraz önce şehirde onlara denk geldik. Bu şehir güvenliği sıkılaştırmıştı. Tekrar başka bir yere taşınmamız gerek.”
Feng Xin ve Mu Qing alevleri söndürmek için kulübeye girdiler. Kraliçe de ihmalkar davranmaya cesaret edemiyordu, bu yüzden kralla konuşmak için odalarına gitti.
Feng Xin dışarıya çıktı ve fısıldadı. “Ekselansları, majestelerini görmeyecek misin?”
Xie Lian başını iki yana salladı. “Hayır.”
İkisi, baba ve oğul, birisi yıkılmış bir krallığın kralıydı, diğeri ise sürülmüş bir tanrı. Daha zavallı, daha utanmış olamazlardı, kıyas bile yapılamazdı. Yüz yüze oturmak zorunda kaldıkları zaman içten bir konuşma yapmak yerine birbirlerine sadece ters ters bakıyorlardı. Yani birbirlerini görmemeye çalışmaları en iyisiydi.
Xie Lian seslendi. “Anne, neden toplanmaya başlamıyorsun, bugün ayrılıyoruz. Akşam sizi almaya geliriz. Şimdi şehre dönüyoruz.”
Kraliçe hızla tekrar dışarıya çıktı. “Oğlum, böylece gidecek misin? Günlerdir ziyarete gelmemiştin, neden hemen gidiyorsun?”
“Gidip antrenman yapmam gerek.” Dedi Xie Lian.
Aslında gidip iş bulması gerekiyordu. Yoksa, bu kadar insan için yeterli yiyeceği bulamazlardı.
“Sabah bir şeyler yedin mi?” Diye sordu kraliçe.
Xie Lian başını iki yana salladı. Üçü de çok açlardı.
Kraliçe konuştu. “O zaman kendine zarar verirsin. Neyse ki bir kase lapa yapmıştım, gel ve biraz ye.”
Xie Lian içten içe merak etti, Neden bu kadar çok duman var, ev yanıyor gibiydi, eğer sadece lapa içinse…
Kraliçe Feng Xin ile Mu Qing’e döndü. “Siz ikiniz de gelip bizimle yiyin, hadi.”
Feng Xin ve Mu Qing böyle bir şeyle karşılaşmayı beklememişlerdi ve reddetmeye çalıştılar, ama kraliçe kararlıydı. Bu nedenle ikisi ürkekçe masaya oturdu, her ikisi de şaşkın ve gururu okşanmış hissediyordu.
Ancak kraliçe yemeği getirdiği anda sürpriz uçup gitti.
Şehre döndükten sonra, Mu Qing’in karnı hala alt üst durumdaydı. Kekeleyerek konuştu. “O lapa… bayat su gibi kokuyor, gibiydi, ama tadının da öyle olacağı aklıma gelmemişti!”
Feng Xin dişlerini sıktı. “Kapa çeneni! İnsana o tenceredeki şeyi hatırlatma! Kraliçe…’nin bedeni binlerce altın değerinde sonuçta… daha önce hiç yemek yapmamış… bu çok bile… ÖĞR!...”
Mu Qing homurdandı. “Yanlış bir şey mi söyledim? Eğer bayat su gibi olduğunu düşünmüyorsan, neden… gidip kraliçeden bir kase daha istemiyorsun! ÖĞR!...”
İkisi tüm yol boyunca böyle devam etmişlerdi ve Xie Lian ikisini de yakalayarak sırtlarına vurdu. “Didişmeyi bırakın! Bakın, yukarıda, iş var galiba!”
Sahiden de üçünün tökezlediği yerde, birkaç tertipçi sokaklara bağırıyor, yardım istediklerini söylüyorlardı. Ödemesi fena değildi ve kişi sayısına bir sınır koymamışlardı, gelen herkesi kabul ediyorlardı. Böylece üçü hızla kaydoldular, darmadağın, kemiklerine dek zayıflamış yoksul insanın arasına karışmışlardı, grup oluştuktan sonra çamurlu, boş bir araziye geldiler. Görünüşe göre buraya yeni bir malikane inşa etmeyi planlıyorlardı, bu nedenle de bölge yenilenmeliydi, önce yerleri dolduracaklardı. Üçü sıkı çalıştılar, üstleri çamur olmuştu.
Feng Xin karnını tutarak toprağı karıştırıyordu, yüzü yeşildi, küfrediyordu. “…Sikeyim! Sanırım bayat su kasesi karnımda bir ruha dönüştü!”
Xie Lian toprakla dolu bir sepet taşımaktaydı, kısık bir sesle konuştu. “Dayanabilecek misin? …Biraz kenarda oturmak ister misin?”
Mu Qing Xie Lian’a döndü. “Neden sen gidip dinlenmiyorsun.”
“Hayır. Dayanabilirim.” Diye cevapladı Xie Lian.
Mu Qing gözlerini devirdi. “İnat etme. Eğer kıyafetlerin kirlenirse onları benim yıkamam gerekecek, onun yerine senin işini de yapmayı tercih ederim.”
Çok uzak olmayan bir yerden birisi bağırdı. “SIKI ÇALIŞIN VE KONUŞMAYIN! TEMBELLİK ETMEYİN! ÖDEME İSTİYORSANIZ TABİ!”
Feng Xin azimliydi ve dayanmaya devam etti, hatta öncekine göre iki kat fazla çamur çıkartıyordu. “Sanki çok para vereceklermiş gibi, neden bu kadar abartıyorlar, sahip olduklarının hepsi bu mu?”
Meşakkatli bir günün ardından, öğleden günbatımına dek çalıştıktan sonra, iş en sonunda bitmişti. Fiziksel olarak üçü de tükenmişti, ama bunca işi sadece az bir ödeme ve yiyecek bir şey için yapmışlardı, bu yüzden ruhsal anlamda çok daha yorgunlardı. En sonunda biraz boşluk bulduklarında, nispeten temiz görünen bir yere uzanarak dinlendiler. Tam bu sırada bir diğer grup geldi, kaba ve gürültücülerdi. Birkaç adam yavaş yavaş yürüyerek bir taş heykeli taşıyorlardı.
Xie Lian hafifçe başını kaldırdı. “O ne heykeli?”
Mu Qing de baktı. “Belki burayı koruması için yeni bir ilahi heykeldir.”
Xie Lian konuşmadı.
Eğer eskiden olsa, bu bölgeyi korumak için seçilen ilahi heykel hiç şüphesiz kendisinin veliaht prens heykeli olurdu. Şimdi ise kim bilir hangi tanrıydı. Muhtemelen Jun Wu’ydu, veya yeni yükselen bir tanrı.
Uzun bir duraksamanın ardından, en sonunda, Xie Lian yine de onun yerine kimin geçtiğini merak etmekten kendini alamadı. Bu nedenle güç bela ayağa kalktı ve kalabalığın arasına karışarak baktı. Bu ilahi heykelin sırtı ona dönüktü bu yüzden yüzünü net olarak göremiyordu, ama diz çöküyormuş gibiydi. Şimdi daha da meraklanmıştı işte. Hangi cennet mensubunun secde eden heykeli vardı ki? Ardından etrafında büyük bir çember çizdikten sonra dönüp tekrar heykele baktı.
Gördüğü zaman tüm zihni bir anlığına boşaldı.
Bu heykelin yüzü kendisine aitti!
Diz çöken heykel yere bırakılmıştı ve birisi kaba bir şekilde başını okşuyordu. “En sonunda geldi. Bu piç çok ağır!”
“Neden böyle bir heykel getirdin? Çirkin bir de, neden Semavi İmparator’un Heykelinden almadın? Bu yüz şeyin-şeyin…”
“Onun değil mi? Ona tapınmanın bahtsızlık getirdiği söylenmiyor mu? Hala ona tapınmaya nasıl cesaret edebiliyorsunuz? Ve bir de bunca yol taşıdınız…”
“Eh, hiçbiriniz anlamıyorsunuz. Talihsizlik Tanrısına tapınmak sahiden kötü şans getirir, ama bu heykel tapınmak için değil, üzerine basmak için. Eğer Talihsizlik Tanrısının üzerine basarsan, yaşam boyu sürecek bir şansı garantilemez misin?”
Kalabalık aydınlanmıştı. “Ne güzel, harika bir sembol olmuş!”
Feng Xin ve Mu Qing de bir sorun olduğunu fark etmişlerdi ve yaklaştıkları zaman sessizle büründüler. Feng Xin patlamak üzereydi ama Mu Qing onu tuttu, gözleriyle uyarıyordu.
Gizlice fısıldadı. “Veliaht Prens daha bir şey yapmadı bile, sen ne diye bağıracaksın?”
Sahiden de Xie Lian sessizdi ve Feng Xin aklında başka bir şey mi vardı emin olamıyordu, bu yüzden de fevri hareket etmeye cesaret edemedi. Böylece de, kendisini öfkeli sözlerini yutmaya zorladı, ama gözleri sanki alev almıştı.
En sonunda birisi mırıldandı. “Bu… çok uygunsuz değil mi? Bir zamanlar bir tanrıydı, Ekselansları Veliaht Prens’di.”
“Hadi, Xian Le düştü, nerenin Veliaht Prensi?”
Bir diğer daha söze girdi. “Yanılıyorsun. Talihsizlik Tanrısının üzerine basmak uygunsuz değildir, hatta, bize teşekkür bile etmeli.”
Xie Lian aniden sivrildi. “Ah? Nedenmiş?”
Adam küstah bir şekilde açıkladı. “Tapınakların eşiklerini gördün mü? Binlerce kişi onlara basarak geçiyor, yüz binlerce kişi, ama Lordum kaç zengin evin kendileri yerine o eşiklerden birinin kullanılması için ne kadar para saçmaya heveslenebileceğini fark etmiyor mu? Çünkü o eşiğe atılan her bir adımda, eşik onların günahlarını emiyor; borç ödüyor ve merit kazanıyor. Bu diz çöken heykel de aynı amaca hizmet etmekte. Eğer her birimiz kafasına basarsak, ya da üzerine tükürsek, Veliaht Prens adına merit kazanmış olmaz mıyız? Bu nedenle de bize teşekkür…”
Xie Lian daha fazla dinleyemedi.
Adam tekrar ‘teşekkür’ dediği anda yumruğu çok kalkmış ve öne atılmıştı.
Kalabalık anında birbirine girdi.
“NE YAPIYORSUN?!”
“DÖVÜŞÜN!”
“KİM SORUN ÇIKARTIYOR?”
Feng Xin zaten insanları dövmeye sabırsızlanıyordu, bu nedenle o da haykırarak olaya dahil oldu. Mu Qing’in ise kendisi mi katıldı yoksa içeri mi çekildi belli değildi. Her şekilde üçü de dövüşmeye başlamışlardı. Kavganın ortasında, pek çok kez Xie Lian’ın yüzündeki sargılar neredeyse çözülecek gibi olmuştu, ama neyse ki hiç gerçekleşmemişti. Üçü de hala dövüş sanatları konusunda oldukça ehildi, ama karşı tarafın sayı üstünlüğü vardı. Ayrıca Mu Qing diğer ikisini geri çekiyordu, ölümlüleri öldürmenin de günahları arasına eklenmesini hiç istemiyordu, bu yüzden de dövüş zavallı derecede tutuk geçmişti. Sonuç olarak ise kavga tatmin edici olsa da, üçü de kovulmuştu.
Darmadağın bir halde nehir kenarında ilerlerken en sonunda adımları yavaşladı.
Mu Qing öfkeyle şikayet ediyordu yüzü morluklarla doluydu. “Bütün bir gün boyunca çalıştık, ama elimize hiçbir şey geçmedi, hepsi o kavga yüzünden!”
Feng Xin dudaklarındaki kanı sildi. “Böyle bir zamanda nasıl para bahsini açabiliyorsun?”
“Özellikle böyle bir zamanda para bahsini açıyorum ya!” Mu Qing karşı çıktı. “Böyle bir zamanda mı? Hangi zamanda? Açlıktan öldüğümüz zamanda! Kabul etmek istemiyor olabilirsiniz ama parasız hiçbir şey yapılmaz! İkiniz bunu biraz kabullenmeye ne dersiniz?”
Xie Lian konuşmadı.
Feng Xin söze girdi. “Buna nasıl katlanacaktık? İnsanların basması için eğilen bir heykeli yapılmış! Suratına basılan sen değilsin tabi, bu yüzden bu kadar kolay konuşabiliyorsun.”
“Savaş kaybedildiğinden beri, böyle bir şeyle ilk kez karşılaşmıyoruz.” Dedi Mu Qing. “Ve gelecekte çok daha fazlasını göreceğiz. Eğer yakın zamanda alışmayı öğrenmezse, pekala ölebilir.”
Feng Xin tiksintiyle karşılık verdi. “Alışmak mı? Neye alışmak? Aşağılanmaya mı? Ölümlülerin suratına basmasına mı? Neden böyle bir şeye alışması gerekiyor?”
Xie Lian öfkeyle haykırdı. “Bu kadarı yeter! Tartışmayı kesin. Böylesine küçük bir şey tartışmaya değer mi?”
İkisi aynı anda sustular.
Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian iç çekti. “Gidelim. Annemle babamı taşımak için bir araba bulun. Bu akşam şehirden ayrılmamız gerek.”
Feng Xin. “Tamamdır.”
Bir süre yan yana yürüdüler, ta ki bir anda Mu Qing’in onlara eşlik etmediğini fark edene dek.
Xie Lian arkasını döndü, kafası karışmıştı. “Mu Qing?”
Kısa bir sessizliğin ardından Mu Qing konuştu. “Ekselansları, bir konu hakkında seninle görüşmek istiyorum.”
“Nedir?” Diye sordu Xie Lian.
Ama Feng Xin sabırsızdı. “Bu kez ne var? Seninle artık tartışmayacağımı çoktan söyledim, daha ne istiyorsun?”
Mu Qing’in cümlesi basitti. “Ben gitmek istiyorum.”
“…”
Her ne kadar o daha ağzını bile açmadan Xie Lian’ın içine kötü bir his doğmuş olsa da, Mu Qing en sonunda kelimeleri söylediği zaman Xie Lian yine de nefes almayı bıraktı.
Feng Xin yanlış anladığını düşünüyordu. “Ne? Ne dedin?”
Mu Qing sırtını dikleştirdi, kömür karası gözleri boyun eğmiyordu ve tutumu sakindi. “Lütfen gitmeme izin ver.”
“Gitmek mi?” Feng Xin haykırdı. “Eğer sen gidersen Ekselansları ne yapacak? Peki ya kral ve kraliçe?”
Mu Qing birkaç kez ağzını açıp kapattı, ama en sonunda yine de konuştu. “Özür dilerim. Elimden ancak bu kadarı geliyor.”
“Hayır, hemen şimdi bir açıklama yapacaksın, ne demek ‘elimden ancak bu kadarı geliyor?’” Feng Xin bastırdı.
Mu Qing. “Kral ve kraliçe Ekselanslarının ailesi, ve benim de kendi annem var. Onun da bana ihtiyacı var. Başka birisine ve başka birisinin ailesine bakmam gerektiğini ona söyleyemem, kendi anneme sırtımı dönemem. Bu nedenle, dilerim Ekselansları beni anlar, artık yanında kalmaya devam edemem.”
Xie Lian bayılacakmış gibi hissediyordu ve kenardaki bir duvara yaslandı.
Feng Xin soğuk bir sesle sorguladı. “Gerçek sebebin ne? Neden daha önce hiç bahsetmedin?”
“Bu sebeplerden sadece biri.” Dedi Mu Qing. “Diğerine gelince, bir açmaza düştüğümüzü hissediyorum, ama nasıl kurtulacağımızı bilmiyoruz, hepimizin farklı bir fikri var. Açık sözlülüğümü mazur görün ama eğer böyle devam edersek hiçbir şey düzelmeyecek, milyonlarca yıl geçse bile. Bu yüzden yollarımız ayrılıyor.”
Feng Xin o kadar sinirliydi ki gülmeye başladı ve başını salladı, Xie Lian’a döndü. “Ekselansları duydun mu? İlk ne demiştim hatırlıyor musun? Eğer günün birinde sürülecek olursan, ilk giden o olacak. Dememiş miydim?”
Mu Qing sözleri nedeniyle biraz sinirlenmiş gibiydi, düz bir şekilde konuştu. “Beni zorlama lütfen olur mu? Sadece gerçekleri söylüyorum. Herkesin kendi görüşleri var; hiç kimse kaderinde ölümlü diyarın doğruluk yolunda ilerlemek için doğmaz, kimse dünyanın merkezinde değildir. Belki başka birisinin yörüngesinde yaşamak senin hoşuna gidiyor, ama herkes senin gibi düşünmüyor.”
“Tüm bu gizlenmiş acı cümleler nereden çıktı? Umurumda değil.” Dedi Feng Xin. “Doğrudan bize sırtını dönüp gidemiyor musun?”
“Yeter!”
Xie Lian’ın konuştuğunu duyunca ikisi de sustu. Xie Lian ellerini alnından çekti ve Mu Qing’e döndü. Uzunca bir süre ona baktıktan sonra konuştu.
“İnsanları zorlamayı hiçbir zaman sevmedim.”
Mu Qing dudaklarını sıktı, ama hala dik duruyordu.
“Git.” Dedi Xie Lian.
Mu Qing ona baktı, tek kelime etmedi. Yerlere kadar eğildi ve sahiden dönüp gitti.
Onun uzaklaşarak geceye karışmasını gözlerini dahi kırpmadan izleyen Feng Xin, inanamıyormuş gibi konuştu. “Ekselansları, onu böylece bırakacak mısın sahiden?”
Xie Lian iç çekti. “Başka ne yapabilirim ki? İnsanları zorlamayı sevmediğimi söyledim.”
“Hayır, ama? Piş herif!” Diye haykırdı Feng Xin. “Onun nesi var? Sahiden öylece gidiyor mu?! Kaçıyor mu? Sikeyim!”
Xie Lian nehrin kenarına çömeldi, alnını ovalıyordu. “Boş ver. Sonuçta gönlü artık bizimle değildi, onu tutmanın ne anlamı var? Bağlayıp zorla kıyafetlerimi mi yıkatacaktım?”
Feng Xin de ne söyleyebileceğini bilmiyordu ve o da yanına çöktü. Bir an sonra öfkeyle sövdü. “Lanet olsun. Piç zenginlikleri paylaşıyor ama acılarımızı değil, işler boka sardığı anda kaçıp gitti. Senin yaptığın iyilikleri hiç mi hatırlamıyor?!”
“Ona unutmasını söyleyen bendim.” Dedi Xie Lian. “Sen de öyle… bahsetmene bile gerek yok.”
“Ama nasıl unuturum?!” Feng Xin karşı çıktı. “Ne bu şimdi! Ama endişelenmene gerek yok Ekselansları, ben asla, ama asla seni terk etmeyeceğim.”
Xie Lian zorla gülümsedi ama hiçbir şey söylemedi. Feng Xin tekrar ayağa kalktı.
“Kralla kraliçeyi almaya gidelim mi? Ben girip arabayı bulurum, sen sadece bekle.”
Xie Lian başını salladı. “Teşekkür ederim. Dikkatli ol.”
Feng Xin başını salladı ve uzaklaştı. Xie Lian da ayağa kalktı ve bir süre nehir kenarında yürüdü, tüm bedeni hafifleşmiş gibi hissediyordu, sanki yaşanan hiçbir şey gerçek değildi.
Mu Qing’in ayrılışı sahiden onu derinden sarsmıştı.
İlk olarak, daha önce hiç bu kadar yakınındaki birisinin çekip gideceğini düşünmemişti. İkincisi, Xie Lian her zaman ‘sonsuza dek’lere inanmıştı. Örneğin arkadaşlarının sonsuza dek kalacağına; asla ihanet etmeyeceğine, asla kandırmayacağına, asla ayrılmayacağına. Belki ayrı düştükleri zamanlar olacaktı ama sebep hiçbir zaman ‘hayatın berbat olması’ gibi bir neden olmayacaktı.
Tıpkı masallardaki gibi, kahraman ve güzel kız mükemmel çiftti, ve asla ayrılamazlardı, sonsuza dek birbirlerine sadık olacaklardı. Eğer sonsuza dek sürmezse de bunun nedeni ancak trajik bir ölüm olabilirdi, kahraman et yemeğini güzel kız ise balığı tercih ettiği için ayrılamazlardı, ya da kahraman genç kıza müsrifliği için, kız ise kahramana kötü alışkanlıkları için kızdığından olmamalıydı.
Tek bir adımla, sac ayaklarından birisini yitirmişti, milyonlarca kilometre katettikten sonra hala ölümlü diyarda olduğunu keşfetmek hiçte iyi bir his değildi.
Bir süre rasgele yürükten sonra aniden başının üzerinde parlayan milyonlarca altın ışık belirdi. Ancak o zaman Xie Lian kendine geldi. Yakından baktığı zaman, bu ışıkların aslında fenerler olduğunu keşfetti; suyun üzerinde birbiri ardına fenerler beliriyor, nehrin üzerinde sürükleniyorlardı. Birkaç çocuk da vardı, nehrin kenarında kahkahalar atarak oynuyorlardı.
Xie Lian hatırladı. “Ah, bugün ZhongYuan.” *ÇN: Hayalet Festivali, ay takviminde yedinci ayın ortasında kutlanır.
Geçmişte Hayalet Festivali için her zaman Kutsal Kraliyet Köşkünde büyük şölenler düzenlenirdi; o günü iple çeker ve asla unutmazdı. Şimdi ise aklına bile gelmemişti. Başını iki yana salladı ve yoluna devam etti.
Tam bu sırada yoldan bir ses yükseldi. “Çocuklar, çocuklar, almak ister misiniz?”
Ses oldukça yaşlı ve kabaydı, kötülüğün ürpertici havasından bir izle sarılmıştı. Xie Lian içgüdüsel olarak bir yanlışlık olduğunu biliyordu ve o tarafa baktı, biraz önceki iki çocuğun ellerinde fenerlerle yol kenarına geldiğini gördü, hem meraklı hem korkmuş görünüyorlardı.
Karanlığın içinde, önlerinde bir adam oturmaktaydı. Siyah cübbelere bürünmüş bir erişkin gibiydi, karanlık geceye karışırken dağınık ve pisti. Elinde bir fener vardı ve gölgelerin içinden çocukları çağırıyordu.
“Benim fenerlerim sizin kolunuzdaki sıradan fenerlerden çok farklı. Bunlar birer hazine; eğer bir dilek tutarsanız, gerçekleşeceğini garanti ederim.”
İki küçük çocuk şüpheliydi. “S-sahi mi?”
Adam konuştu. “Elbette. Bakın.”
Elindeki fener yanmıyordu, ama aniden, bir anda, anlaşılmaz bir kırmızı ışıkla yandı. Yanında yerde on tane daha fener durmaktaydı, ve onlar da ürkünç bir yeşil ışıkla tutuşmuşlardı, son derece tuhaftı.
İki küçük çocuk ise mest olmuştu, ama Xie Lian tam olarak neyle yüz yüze olduğunu biliyordu. Birer hazine mi? Bunlar açıkça ölülerin öz ışıklarıydı!
Böylesine tuhaf bir ışık yayıyor olduklarına göre içlerinde mühürlenmiş küçük hayalet ruhları olmalıydı. Yaşlı adama gelince, kim bilir nerede yakaladığı şanssız gezgin ruhları avlayan ve onları fenerlere hapseden zayıf pislik bir efsuncu olmalıydı. İki çocuk ise bunu bilmiyorlardı ve neşeyle el çırptılar, fener almak istiyorlardı.
Xie Lian hızla oraya gitti. “Almayın. Size yalan söylüyor.”
Yaşlı adam ters ters baktı. “Seni küçük piç, ne dedin sen?!”
Xie Lian onu doğrudan ifşa etti. “Fener hazine falan değil, şeytani birer alet. İçinde hapsolmuş hayaletler var, eğer onları oynamak için eve götürürseniz size musallat olurlar.”
Çocuklar hayaletlerden bahsedildiğini duyunca daha fazla oyalanmaya cesaret edemediler ve kaçarken ‘vaaaa’ diye ağlamaya başladılar.
Adam ayağa kalktı ve öfkeyle bağırdı. “İŞİMİ BOZMAYA NASIL CÜRET EDERSİN??”
Xie Lian mantıklı konuştu. “Nasıl burada böyle bir iş yapabilirsin? Saf çocuklar bir yana, erişkinler bile senin fenerlerini alsalar korkunç bir talihsizlikle karşılaşırlar, hatta belki öfkeli hayaletlerle uğraşmak zorunda kalırlar. Ki bu da çok yanlış olmaz mı? Böyle şeyler satman gerekiyorsa bile, satmak için bu işler için olan bir yere gitmen gerek.”
Adam azarladı. “Sanki çok kolay da. Böyle şeyleri satmak için olan bir yeri nereden bulacağım? Herkes rasgele bir yer seçip dükkanını kurar!”
Çirkin, kötü yapılmış fenerlerini aldı, gitmek için hazırlanırken oflayıp pufluyordu.
Xie Lian aceleyle seslendi. “Bekle!”
“Ne? Ne istiyorsun?” dedi adam sertçe. “Alacak mısın yoksa?”
“Asla.” Dedi Xie Lian. “Sahiden başka bir yerde satmaya devam etmeyi planlıyorsun? Fenerdeki hayaletleri nereden buldun?”
“Savaş meydanında yakaladım. Her yerdeler.” Diye cevapladı yaşlı adam.
O zaman onlar, ölen askerlerin ruhları olmuyorlar mıydı?
Bunu duyunca artık Xie Lian’ın müdahale etmemesi imkansız olmuştu ve ciddiyetle bildirdi. “Satmayı bırak. Bugün Hayalet Festivali var! Eğer bu mesele yüzünden bir sorun çıkarsa artık hiçte komik olmaz. Ayrıca, onlar savaşçıların kahraman ruhları, onları nasıl satabiliyorsun?”
“Her insan öldüğünde ruh parçası olur, kahramanmış değilmiş kimin umurunda?” Dedi adam. “Elbette benim kendi yaşlı kemiklerim daha değerli olacak. Hepimiz bir şekilde geçinmek zorundayız, eğer satmama izin vermezsen ben ne yapacağım? Evsiz mi kalayım? Madem bu meseleyle o kadar ilgileniyorsun, neden biraz para harcamıyorsun, ha?”
“Sen…” Diye başladı, ama en sonunda, Xie Lian yenilgiyi kabul etti. “Pekala. Alıyorum.”
Ardından ceplerini karıştırdı ve her köşeyi iyice aradı, sadece birkaç sikke bulabilmişti. “Bu kadarı yeter mi?”
Yaşlı adam bir bakış attı ve haykırdı. “Elbette yetmez! Bu kadarcık para nasıl yetsin?!”
Xie Lian ne kadar miktarda paranın fener almak için uygun miktara ulaştığını hiç bilmiyordu ve eskiden bir şeyi satın alırken asla etiketine bakmazdı. Ama, böyle üzücü şartlar altında öğretilmesine gerek kalmadan pazarlık yapmayı öğrenmişti.
“Fenerlerin güzel değiller ayrıca da uğursuzluk getiriyorlar. Ucuza satman bence mantıklı olur.”
“Zaten bu kadar ucuzlar, daha da indirim mi istiyorsun?” Diye tartıştı adam. “Hayatımda senin kadar fakir hiç kimseyi tanımadım, utanç verici!”
Xie Lian onun sözleriyle cildinin altından utancın tırmanmaya başladığını hissedebiliyordu. “Ben bir Veliaht Prensim, doğru söylüyorum. Hayatımda daha önce hiç kimse bana fakir demedi.”
Ama daha kelimeler dudaklarından dökülürken pişman olmaya başlamıştı. Yine de, yaşlı adam sözlerini hiç ciddiye almamış ve kahkaha atmıştı. “Eğer sen Veliaht Prens’sen, ben de İmparator’um!”
Xie Lian biraz rahatladı, ama aynı zamanda da tuhaf hissetmişti. Yine de olan olmuştu. Düz bir şekilde konuştu. “Satacak mısın? Sahip olduğum tüm para bu.”
Bir süre daha çekiştikten sonra ikisi en sonunda takası tamamladılar. Xie Lian acınası derecede az olan parasını kullanarak on kadar hayaletli fener satın almış ve onları nehrin kenarına getirmişti. Adam ise parayı aldığı anda kaybolmuştu. Xie Lian da kıyıya oturmuş ve fenerlerin üzerindeki her bir kırmızı düğümü çözmeye başlamıştı, içeriye büyüyle kapatılmış her küçük ruhu serbest bırakıyor ve onlara bu küçük hizmette bulunuyordu.
Unutulmuş küçük hayalet alevlerinin ışıltıları fenerlerden süzüldü. Bu ruhların hepsi yakın zamanda ölmüştü; bulanık ve odaksızlardı, kendilerine ait düşünceleri yoktu, çok zayıf ve kırılgan oldukları için de adam onları bu kadar kolay yakalayabilmişti. Buruşuk fenerlerden serbest kaldıkları zaman ise, hepsi Xie Lian’ın etrafını sardılar, etrafında dönüyor, bazen geçerken sürtünüyorlardı.
Xie Lian ayağa kalktı ve sakince cesaretlendirdi. “Devam edin. Gidin.”
Eliyle nazikçe itmesiyle, ruhlar daha da yükselerek ufka doğru süzüldüler ve yavaşça kayboldular. Ruhların geri dönmesi de tam olarak bu oluyordu işte.
Xie Lian uzunca bir süre boyunca yıldızlarla bezenmiş gökyüzünü izledi ta ki aniden küçük bir ses duyana dek.
“Ekselansları…” Diye sesleniyordu.
Xie Lian şaşırmıştı ve hemen sesin geldiği yöne döndü. Ancak o zaman geride kalan küçük bir hayalet alevi fark etti, henüz ne cennete doğru yönelmiş ne de parçalanmıştı.
Görünüşe göre bu küçük ruh diğer hayaletlerden daha güçlüydü. Sadece kendi bilincine sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda da konuşabiliyordu. Tetikte bir halde ona doğru yaklaştı. “Sen biraz önce bana ne dedin? Beni… tanıyor musun?”
Fark edilince, küçük hayalet alevlerinden top hareketlenmiş gibiydi, bir aşağı bir yukarı zıplıyordu. Sesinden yola çıkarak, genç bir adama ait olmalıydı. “Elbette sizi tanıyorum!”
Xie Lian çamurla kaplanmış olduğunu hatırladı, uygunsuz ve berbat görünüyordu, kendisini daha da tuhaf hissetti. Bir yumruğunu sıktı ve dudaklarına götürdü, sahiden kim olduğunu ifşa etmek istemiyordu. Ona yanıldığını söyleyebilirdi belki? Bir an sonra yüz ifadesini toparladı.
“Sen neden geride kaldın? Hepinizi göndermemiş miydim? Bir yanlışlık mı yaptım yoksa?”
Yoksa onlara yardım ettiği halde neden geride kalacaktı ki?
İsimsiz hayalet onun önünde uçuştu, çok yaklaşmadı ve cevap verdi. “Hayır. Yaptığın her şey doğruydu. Gitmemeyi ben seçtim, hepsi bu.”
Xie Lian düşüncelere daldı. “Yerine getirilmemiş bir dileğin veya bir bağın mı var?”
“Evet.” İsimsiz hayalet cevapladı.
“Öyleyse, neden bana söylemiyorsun? Sorun ne?” Diye sordu Xie Lian. “Eğer zor bir şey değilse, yerine getirmek için elimden geleni yaparım.”
İsimsiz hayaletin arkasında, gecede uçuşan üç bin tane fener vardı. “Hala bu dünyada olan bir sevdiğim var.”
Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian konuştu. “Anlıyorum. Eşin mi?”
“Hayır Ekselansları. Biz hiç evlenmedik.”
“Ah.”
İsimsiz hayalet devam etti. “Hatta, beni hatırlamıyor bile olabilir. Gerçek anlamda hiç konuşmadık.”
Hiç konuşmadık mı?, diye düşündü Xie Lian, Eğer öyleyse bu kişi nasıl seni bu dünyaya bağlayan ‘sevdiğin’ olabiliyor? Kim bilir ne kadar güzel birisi.
Bir süre düşündükten sonra konuştu. “Öyleyse, dileğin nedir?”
İsimsiz hayalet cevapladı. “Onu korumak istiyorum.”
Normalde hayaletlerin dileği ‘ona sevdiğimi söylemek istiyorum’, ‘biraz sevişmek istiyorum’, veya daha korkuncu ‘onun da benimle gelmesini istiyorum’ gibi şeyler olurdu. ‘Korumak’ isteği oldukça ilginçti ve Xie Lian gözlerini kırpıştırdı. “Ama artık bu dünyaya ait değilsin.”
İsimsiz hayalet cevapladı. “Ne olmuş?”
“Eğer zorla burada kalmaya çalışırsan asla huzur bulamazsın.” Dedi Xie Lian.
İsimsiz hayalet umursamıyor gibiydi. “Umarım asla huzur bulmam.”
Avare bir ruh parçası bu kadar inatçıydı işte. Normalde, bu kadar dirençli bir ruh onda dokuz ihtimalle son derece tehlikeli olurdu. Ancak bir nedenle Xie Lian ondan gelen hiçbir öldürme isteği hissedemiyordu, bu yüzden de endişeli değildi.
Devam etti. “Eğer bu sevdiğin kişi onun yüzünden huzur bulamadığını bilseydi, vicdan azabı çekip üzülürdü muhtemelen.”
İsimsiz hayalet bir süre tereddüt ettikten sonra cevapladı. “Öyleyse, kaldığımı öğrenmesine izin vermeyeceğim.”
“Çok şey gördüm, eninde sonunda öğrenecektir.” Dedi Xie Lian.
İsimsiz hayalet. “Öyleyse, onu koruduğumu da fark etmesine izin vermeyeceğim.” Dedi.
Bu noktaya kadar dinledikten sonra, Xie Lian etkilenmekten kendini alamamıştı. Bu adamın ‘aşkının’ sırf laftan ibaret olmadığını hissediyordu.
Fenerlerin içindeki yaşlı adamın yakaladığı tüm ruhlar, savaş meydanından toplanmış avare ruhlardı, demek ki şu anda önündeki kişi de genç bir savaşçıydı.
Yavaşça konuştu. “Bu savaş seni sevdiğin kişiden ayırdı… Özür dilerim. Kazanamadım.”
Ancak isimsiz hayalet tekrar konuştu. “Senin için ölmek, benim için en büyük onurdur.”
Xie Lian donakaldı.
‘Veliaht Prens için savaşta ölmek, bir Xian Le askerinin en büyük onurudur’ Xian Le’nin generalleri tarafından askerlere öğretilen bir sözdü. Bu sloganı savaşma isteğini körüklemek için kullanırlardı, ölecek olsalar bile, iyi bir amaç için ölçeklerini ve ölümsüzlerin diyarına taşınacaklarını iddia etmek için. Elbette yalandı. Ancak bu genç adam ölmüştü ve ruhu ölümlü diyarda dolaşıyordu, ama yine de içten bir şekilde bu sözlere inanmaktaydı. Ve öylesine bir ciddiyet ve içtenlikle konuşmuştu ki…
Aniden Xie Lian gözlerinin yandığını hissetti, görüş alanı bulanıklaşıyordu.
Cevap verdi. “Özür dilerim. Beni unut.”
İsimsiz hayaletin alevleri daha da parladı. “Unutmayacağım. Ekselansları, sonsuza dek senin en sadık inananım.”
Xie Lian hıçkırıklarını güçlükle bastırdı. “…Tüm inanlarımı çoktan kaybettim. Bana inanmak sana hiçbir şey kazandırmayacaktır, hatta felaket bile getirebiliyor. Biliyor musun? Dostum bile beni terk etti.”
İsimsiz hayalet konuştu, yemin eder gibiydi. “Ben terk etmeyeceğim.”
“Edeceksin.” Dedi Xie Lian.
Hayalet ısrar etti. “Bana inan Ekselansları.”
“İnanmıyorum.” Dedi Xie Lian.
Artık hiç kimseye inanmıyordu, artık kendisine de inanmıyordu.
 Çevirmen: Nynaeve
Not: Aslında ‘isimsiz’ hayaletin söylediği şey: senin için savaşta ölmek, benim için en büyük onurdur. Ama böyle çevirmek daha çok hoşuma gitti.
159 notes · View notes
selenisworld · 5 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Cep Telefonu yoktu,
Komşu telefonu vardı, tanış telefonu, yol telefonu, kendini senden mesul hisseden dost telefonu vardı.
Önünde sıra beklenen kirli sarı kulübeler vardı.
- Beni öğlen arası köşedeki kebapçıdan ara vardı,
- Ayakkabıcı Niyazi abiye not bırak, ben seni ararım vardı,
- Memeeeettt telefooonn diye bağıran üst kat abileri vardı.
Kafasına göre gelen tercihliler,
sekiz saatte bağlanan aciller,
dört saatte alo dediğiniz yıldırımlar vardı.
Evden çıktığınızda
- Akşam merak etme anne, en geç sekizde gelirim, vardı,
- Karanlığa kalma sakın emi oğlum, vardı
- Akşam 9 u geçirme... valla babana söylerim, vardı.
- Geç kalacaksan mutlaka Melahat teyzenleri ara vardı.
İnsanlar etraflarını süzerek kimseye çarpmadan yürürlerdi,
Ellerindeki numuneye aptal sırıtışlarla bakarak tüketmezlerdi zamanlarını.
Herkesin cebinde jeton vardı ama yüreğinde de sevdiklerinin endişesini taşırlardı.
Haber etmek çabayı gerektirirdi, sorumluluğu vardı.
Kimse kimseye
- Sen de beni aramadın, diye küsmezdi.
- İki kere aradım çıkmadı telefona, serzenişleri yoktu,
- Telefonun kapalıydı, demezdi kimse kimseye.
Başında toplanılan asker telefonları vardı.
- Bizi habersiz bırakma güzel kızım, ödemeli ara ne olur, telefonları vardı.
- Zar zor duyulan Avrupa telefonları...Çık aradan Adanaaa, telefonları vardı.
- Ahizesine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlanılan, hasret telefonları vardı.
Naif insan hallerinin ve masumiyetlerin şekillendirdiği bir toplumun, gereksinimlerini kendi halinde gideren bir iletişim vardı.
Elbette varılan nokta, kıyas kabul etmeyecek tekamülleri ve kolaylıkları getirdi hayatlarımıza.
Ve elbette gelişim, değişim, terakki iyidir.
Ama zamanın seçkisi bulunmuyor...Geçtiği yolda ne varsa değiştiriyor.
Yok olan çok şeyi var ederken, Var olan çok şeyi de yok ediyor.!!!
Tumblr media
447 notes · View notes
rockaves · 4 years ago
Text
Kimmiş bakalım erik yemek için ağaca çıkan ve ağacın altındaki anne kedi ve yavrularını görmeyen sonra da kediden korkup "AĞĞĞH" diye bağıran?
5 notes · View notes