#asli x barış
Explore tagged Tumblr posts
hetesiya · 11 months ago
Text
Pierre Haroche – Kimin Arka Bahçesi? Gerçekçilik ve Ukrayna’da değişen dengeler – Dünyadan Çeviri
Pierre Haroche – Kimin Arka Bahçesi? Gerçekçilik ve Ukrayna’da değişen dengeler
Çeviren: S. Erdem Türközü
John Mearsheimer ve Stephen Walt’ın uluslararası ilişkilere gerçekçi yaklaşımına göre Rusya-Ukrayna savaşından Batı’nın sorumlu tutulması gerektiği yönündeki iddiaları hakkında çok şey söylendi. Temel savları, NATO ve AB’nin önce Doğu’ya doğru genişleyerek, sonra da Ukrayna’yla işbirliği yaparak Rusya’nın geleneksel etki alanına pervasızca müdahale ettiği ve bunun da Moskova’nın kendi bölgesini korumak için tepkisine neden olduğudur.
Birçok karşı sav, yapısal gerçekçiliğin sınırlılıklarını vurguladı. Ben burada Batı’nın Ukrayna siyasasının, önde gelen gerçekçi yazarların belirttiğinden çok daha fazla gerçekçi mantıkla uyumlu olduğunu savunuyorum. “Etki alanı” ya da “arka bahçe” kavramlarının ardında yatan gerçeklik, aslında çoğu zaman varsayıldığından çok daha dinamiktir.
Gerçekçilik ve Rusya-Ukrayna Savaşı
İlk olarak, metodolojik bir uyarı: Güç dengesi gibi kuramlar sadece tek bir çözümleme düzeyine -bu durumda uluslararası sisteme- odaklanır ve bu nedenle belirli bir tarihsel olayın tüm boyutlarını açıklayamaz. Kenneth Waltz’un belirttiği gibi, güç dengesi kuramı “devletlerin maruz kaldığı baskıları” anlamamıza yardımcı olur, ancak “X devletinin geçen Salı neden belli bir hamle yaptığını bize söylemez”. Güç dengesinin Rusya-Ukrayna Savaşı’nda önemli bir etmen olduğunu varsaysak bile, bu Putin’in paranoyak bir emperyalistin aksine, ussal bir güvenlik arayışçısı olduğu anlamına gelmez. Yapısal hususlar, savaşın kökenlerine ilişkin birim düzeyindeki sorulara hakemlik edemez.
İkinci olarak, kuramsal bir sorun: Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin esasen NATO’nun genişlemesini dengelemeye yönelik bir girişim olduğunu varsaysak bile, bu mutlaka Batı’nın suçlanması gerektiği anlamına mı gelir? Rusya’nın kendisini Batı’nın gücü karşısında tehdit altında hissetmesi, Batı’nın geri adım atması gerektiği anlamına gelmez. Gönüllü güç kısıtlaması yoluyla barış arayışı liberal bir paradigmada mantıklı olabilir, gerçekçi bir paradigmada değil.
Gerçekçi bir çerçevede, bir liderin yapabileceği en büyük hata, kararlarını güç ve kararlılık dağılımına ilişkin hatalı bir değerlendirmeye dayandırmaktır. Savaşlar rakiplerin hırslarından çok, zafer şansları konusunda anlaşamamalarının sonucudur. Bu anlamda, tutarlı bir gerçekçi gözlemci, Rusya’nın hem Ukrayna hem de Batı karşısındaki gücünü abarttığı için Putin’in suçlanması gereken kişi olduğunu mükemmel bir şekilde iddia edebilir. AB ve NATO ise etkilerini arttırarak sadece Rusya’nın göreceli zayıflığının mantıksal sonuçlarından faydalanmış olurlar.
Mearsheimer tarafından desteklenen “saldırgan gerçekçi“ çerçevesini benimsediğimizde bu durum daha da belirginleşmektedir. Bu mantığa göre devletler “göreli güçlerini azami düzeye çıkarmaya teşvik edilirler çünkü güvenliklerini azami düzeye çıkarmanın en uygun yolu budur” (s. 21). Dolayısıyla, saldırgan bir gerçekçi, NATO’nun 1990’larda Doğu Avrupa’ya genişlemeyi reddederek daha itidalli davranmış olmasının Rusya’nın daha az hırslı olmasına yol açmayacağını düşünebilir. Bugün Batı’yla Rusya arasındaki çatışma Ukrayna’da değil, NATO için çok daha elverişsiz koşullar altında Polonya’da gerçekleşebilir. Hatta bazı kuramcılar NATO’nun aslında Rusya’nın saldırganlığını önlemek için Ukrayna’ya yeterince hızlı yayılmadığı için suçlanması gerektiğini öne sürmüşlerdir.
Riskler dengesi
Bu tartışmaya nasıl hakemlik edebiliriz? Bu savlarda güç dengesinden ziyade çıkar dengesine ilişkin farklı değerlendirmeler yer almaktadır. Mearsheimer ve diğerlerine göre Ukrayna, Rusya için varoluşsal bir çıkarken, Batı için asli olmayan bir çıkardır. Onlara göre Rusya’nın Ukrayna siyasası, Amerika Kıtalarındaki Monroe Doktrini’yle eşdeğerdir.
Buna karşılık, Mearsheimer’ın da belirttiği gibi, “ABD ve Avrupalı müttefikleri Ukrayna’yı temel bir stratejik çıkar olarak görmemektedir”. Bu varsayıma göre Batı, Rusya için tehlikede olan şeyin değerini ve dolayısıyla Rusya’nın etki alanını savunma kararlılığını hafife almış olacaktır. Ama bağımsız bir Ukrayna’nın NATO güvenliği için de asli olduğu ileri sürülebilir. Özellikle Avrupa devletleri için, Ukrayna, uzak bir sorun değildir. Batı’nın Ukrayna’yı Rus egemenliğinden uzak tutma ��abaları, Rusya’nın Ukrayna’yı NATO’dan uzak tutma çabalarından daha az ussal değildir.
Belirli bir savaşın kaderini anlamak istediğimizde, güç dengesi kadar çıkar dengesi de çok önemlidir. Örneğin, The Tragedy of Great Power Politics [Büyük Güçler Siyasetinin Trajedisi] (s. 60) adlı kitabında Mearsheimer şöyle yazmaktadır: “ABD’nin Kuzey Vietnam’dan çok daha güçlü bir devlet olduğunu çok az kişi inkâr edebilir ama Vietnam Savaşı’nda (1965-72) daha zayıf olan devlet daha güçlü olanı yenebildi çünkü maddi olmayan etmenler güç dengesinin önüne geçti.” Aslında güç dengesinin önüne geçen şey büyük ölçüde maddi bir etmen olan çıkar dengesiydi. Vietnam topraklarının Kuzey Vietnamlılar için AB’liler için olduğundan çok daha fazla değeri ve faydası vardı; bu da birincilerin zafere ulaşmak için neden ikincilerden çok daha fazla fedakârlık yapmaya hazır olduklarını büyük ölçüde açıklar.
Ukrayna’nın Rusya için değerini ve Batı için değerini değerlendirmek zor olsa da önemli bir gözlemde bulunabiliriz: riskler dengesi hızla Batı’nın yönüne kayıyor. Savaş Ukrayna’daki direnişi ve Rusya karşıtı kanıları canlandırdıkça, Moskova tarafından yönetilmesi muhtemel bir Ukrayna’nın (ya da bir kısmının) Rusya için değeri azalma eğilimine giriyor.
Avrupalı sömürgeci güçlerin sömürgecilikten arındırma hareketi sırasında fark ettiği gibi, düşman ve seferber edilmiş bir toplumu işgal etmek uzun vadede çok pahalıya mal olabilir ve bir varlıktan ziyade yük haline gelme eğilimindedir. Bu durum, sömürgeciler sahada kesin bir askeri yenilgiye uğramamış olsalar bile, Hindistan ya da Cezayir gibi, başlangıçta Britanya’nın ya da Fransa’nın gücünün ve saygınlığının sürdürülmesi için gerekli olduğu düşünülen varlıkların neden sonunda terk edildiğini açıklamaktadır. Ödül artık buna değmiyordu.
Tersine, Rusya-Ukrayna Savaşı, Batı için Ukrayna’nın değerini önemli ölçüde arttırdı. Birkaç ay içinde Ukrayna, Rusya’nın yayılmacılığına karşı son derece etkili bir siper ve Avrupa’nın savunmasının fiili öncüsü olduğunu kanıtladı. Ukrayna’nın, Rus ordusunu hareketsiz hale getirerek kabiliyetlerini büyük ölçüde azaltması ve zayıflıklarını ortaya çıkarması, NATO’nun güvenliğine çoğu NATO üyesi ülkenin yaptığından çok daha fazla katkıda bulunmaktadır. Uzun vadede bile Ukrayna halkının askeri becerileri, eşsiz deneyimi ve moral gücünün NATO’nun yanında olması paha biçilmez bir değer olacaktır.
Kimin arka bahçesi?
Özetle, muzaffer bir Rusya tahripkâr bir sömürge, muzaffer bir Batı ise değerli bir müttefik kazanacaktır. Ukrayna için verilen savaşta Rusya’nın kazanacakları giderek azalırken, Batı’nın kazanacakları giderek artıyor ve bu da nihayetinde her iki tarafın da çatışmaya yatırım yapma güdülerini etkileyebilir. Bu dinamik, örneğin AB ve NATO’nun Ukrayna’ya genişlemesinin kısa bir süre önce neden gereksiz riskler gibi görünürken şimdi giderek daha makul yatırımlar gibi göründüğünü anlamamıza yardımcı oluyor. Riskler artmıştır.
Mearsheimer ufuk açıcı makalesinde, “Batı Rusya’nın arka bahçesine doğru ilerliyor ve onun temel stratejik çıkarlarını tehdit ediyordu” yazdı. Bir büyük gücün “arka bahçesi”ni hem siyasi nüfuza hem de özel çıkarlara sahip olduğu coğrafi olarak yakın bir alan olarak tanımlarsak, bu ilişkinin bugün tersine dönme eğiliminde olduğu sonucuna varabiliriz. Rusya, Ukrayna’ya saldırarak Batı’nın stratejik çıkarlarını pervasızca tehdit etti ve şimdi bunun sonuçlarına katlanıyor. Ukrayna artık AB’nin ve NATO’nun “arka bahçesi”dir.
Kaynak metin: https://blogs.lse.ac.uk/europpblog/2023/01/09/whose-backyard-realism-and-the-shifting-balance-of-stakes-in-ukraine/
0 notes
0ut-of-my-head · 5 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Let me take a step towards You. Let the both of us feel terrible. Let our heads get messed up together. Mr. Bariş, I can’t go anywhere and leave you like this. Don’t you get it?
37 notes · View notes
0ut-of-my-head · 5 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
I don’t even know where to go without you.
30 notes · View notes
0ut-of-my-head · 5 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Seçkin Özdemir & Nilay Deniz (Ateşböceği)
37 notes · View notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Hayat; Var Edilebilir Mi, Bırakılır Mı, Kalır Mı!
Tumblr media
Yıldırının orta yerinde ülke tahayyülünün yerle yeksan olunmasına tanıklık ediyoruz. Bir ülke sathı mahallinde cüretle / cinnetin arasında salınan ol devletlinin var ettiği yıkımlar hepimizi dört bir yandan kuşatıyor. Bir ülke hali / tahliline yer bıraktırılmayacak şekilde çürüme ehven ilan ediliyor. Yön bununla belirginleştiriliyor. Yaşanan güncellik, yaratılan ülke tedbiren değil, bir mübalağa olarak değil doğrudan yıldırının halleriyle var edilendir. Bir tek bununla güncelliği biçimlendirilendir. Cerahat artık hayatımız meselinin imkansız kılınmasının temelindedir. Cerahatle cüretin, cinnetle kotarılmış bir memleket tahayyülü ile yönetim algısının birlikteliği hepimiz için bir sınırlandırmayı beraberinde var eder. Bu sınırlar artık yaşamla bağlarını kopartmış, batısının doğusundan bihaber kaldığı bir yerin ta kendisi kılınır. Yıldırı güncellenirken hayatlar üçer beşer, onar yirmişer çalınıyormuş ya da kentler yağmalanıp, köyler derdest, insan hakları çiğnenip ormanlar onların yasasını bile hiçe sayıp yakılıp, talan ediliyormuş bu güncellikte sorgulattırılmaz. Yeni ülke alenen ol vurdumduymazlık damarından güncellene gelendir!
Biyopolitik olanın tezahürü artık gizlenmeksizin ulu ortada eylenenlerin bir devamlılığı haliyle biçimlendirilir. Bir sahanın yerle bir edilmesi hep güncellenir. Yaşatmamak daimi bir mefhum ilam olunur. Yaşama gailesini sınırlandırarak, tükenişe sevk etmek bir devlet siyaseti denilerek güncellenir, bu arada yıl 2019’dur. Yıldırının biteviye hali içerisinde bir son değil hemen her gün yeniden tahakkümün biçemi dönüştürülendir. Çitlenip, kuşatılan, derdest olunup, yıkıma sevk edilen hayat istencidir vesselam. Yaratılan ve güncellenen bu boğuntuya koyma hali dahilindeki bir menzil sabit kılınmaktadır. Artık hayat muktedirin oyuncağı bilinen bir meseledir.
Bir yerin tastamam yaşatmazlığı tescil olunmaya devam edilendir. Geleceği kayıp, şimdisi toptan yıkılmış dünü hepten harap viran olan bir yerin ötesinin her ne olacağı / olabileceği artık kenarsız, köşesiz açıktır. Bir ülke sathında cüretle cinnet arasındaki yıldırının varlığı biyopolitik bir düş kırımı toplamını bu topraklarda var eder. Bugün bir ülke bahsinin yerine tanımlandırılmış olan bu halin toplamıdır. Şırnak’ta var edilmiş olan cerahat bunun bir yüzeyidir; Birgün’den aktaralım, Türk Tabipler Birliği’nin açıklamasını da ilave edelim.
“Şırnak’ın Cizre ilçesinde 2 Ağustos 2019 tarihinde 1’i hekim 3’ü hemşire 4 sağlık çalışanı sabah saatlerinde evleri basılarak gözaltına alındı. 2015 yılında ilan edilen sokağa çıkma yasağı sırasında 10 yaşındaki bir çocuğu tedavi eden 4 sağlık çalışanı 5 Ağustos'ta çıkarıldıkları mahkemece "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan tutuklandı.
Türk Tabipleri Birliği (TTB), "Mesleki sorumluluklarını yerine getirdikleri için tutuklanan sağlık çalışanları derhal serbest bırakılsın" diyerek konuya ilişkin bir açıklama yaptı
"Hem yasalarımızda hem de uluslararası hukukta tutuklama bir zorunluk değil, başvurulması gereken istisnai bir durumdur" denilen açıklamada, "Adresleri belli, işyerleri bilinen 3’ü kamuda çalışan, çağrılmaları durumunda her an ifade verebilecek konumda olan sağlık çalışanlarının adli kontrol uygulamasına dahi ihtiyaç duyulmadan ailelerinden ve hastalarından koparılarak tutuklanmaları kabul edilemez" ifadeleri kullanıldı.
"Avukat görüşmelerinden ve mahkemedeki sorgulamalardan edinilen bilgilere göre tutuklanma gerekçeleri sokağa çıkma yasaklarının sürdüğü 2015 yılında sağlık hizmetine erişimin engellendiği ve neredeyse imkansız olduğu koşullarda, yaralı olarak başvuran ‘’10 yaşlarındaki bir çocuğa’’ sağlık hizmeti sunma iddiasıdır.
Bizler yaşamdan yana olan mesleğin mensupları olarak yaşam hakkının en kutsal hak olduğuna inanıyoruz. Bir “değer” olarak gördüğümüz sağlık hizmet sunumu “değer” olmasını her koşulda her insanı yaşatma çabasından almaktadır. Bu nedenle savaş veya çatışma alanlarında dahi bizlere ihtiyaç duyan herkese, her yerde gerekli sağlık hizmetini sunma sorumluluğumuz vardır. Varoluş sebebimiz olan iyileştirme ve yaşatma hizmetinden dolayı bırakın tutuklanmayı yargılanmayı dahi kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz...
Bizler hekimiz/sağlıkçıyız. Bizlere gereksinimi olan herkesi, kimliğine, aidiyetine bakmaksızın iyileştirmek ve her türlü çabayı göstermek mesleki etik kurallarımız gereğidir. Kim olursa olsun, suçları ne olursa olsun, öncelikle bizlere gereksinimi olan insanların tedavi olma hakkını savunmak görevimizdir.
Uluslararası insancıl hukuk ile çatışma anlarında dahi sağlıkçılara sorumluluk yüklenmiştir. Cenevre sözleşmeleri ve ek protokolleri gereği de sağlıkçıların her türlü durumda kendilerine gereksinim duyan herkese sağlık bakımı ve yardımı yapma sorumluluğu vardır.
Tutuklanan sağlıkçılar da bu evrensel etik değerlerine sahip çıkarak; mesleki yükümlülüklerini yerine getirmişlerdir. Kriminalize edilen, ‘Suç’ üretilmeye çalışılan ve tutuklamaya gerekçe yapılan sağlıkçıların asli olan görevleridir.
Kaldı ki yakın tarihimizde ‘’Gezi sürecinde’’ ve ‘’Cizre olayları’’ sırasında benzer gerekçelerle sağlıkçılar yargılanmış ancak sağlık çalışanlarının hiçbir koşulda tedavi ve iyileştirme görev ve eylemlerinden dolayı cezalandırılamayacağı yargı kararlarıyla da güvence altına alınmıştır.
Bir kez daha yineliyoruz; Mesleki sorumluluklarımızı ve mesleki görevlerimizi etik ilkelerimiz doğrultusunda her yerde, her koşulda ve ihtiyaç duyan herkese karşı, bağımsız bir şekilde yerine getirmeye devam edeceğiz. Evrensel insan hakları hukuku açısından suç niteliğinde olan bu keyfi ve hukuksuz tutuklanma kararları gözden geçirilmeli ve sağlık çalışanları bir an önce serbest bırakılmalıdır."
Ülke tahayyülünün hiçleştirilmesi, hayatı muhafaza etmekle yükümlü olanların bile isteye hedef alındığı bir düzlem çürümeyi önceler. Atılan her adım Şırnak’taki gibi her hamle iş bu ülkedeki bağların kopartılmasını günceller. Hayatın bu cendere içerisinde yaralarından arındırılmaya çalışması suç bilinir, böylesi bildirilir. Bir ülke sahanlığında cüretle cinnetin arasında bir yol falan açılmaz artık ol hayat istenci dümdüz olunur, kesintisiz olarak. Şırnak bir kez daha bu hal, bütün bu tahayyülün bildireni kılınır. Yaratılan, yaşatılan hemen her vakadan sonra derin bir ayrıştırma hali güncel kılınmaktadır. Doktorların var ettiği hayat istencini muhafaza etme teröristlikle bağdaşık kılınır.
Barış İçin beyan veren / meram eyleyen akademisyenler suçludur. Hakikati, devlet eliyle oluşturulmuş her yıkımın tanığı / belgeleyicisi gazeteciler suçludur. Suç üstünü yakalayan avukatlar suçludur. Gören gözler, kaydedilen tanıklıklar, yaşamlarıyla artık denek kılınan insanlar her ama her anlamda suçludur. Kim suçsuzdur bu topraklarda? Kim suçunu örtbas etmektedir, buna gerek dahi duymadan yeni yıkımlara girişmektedir! Suç meselini var eden kimliksiz midir? Hepimizin yanıtını bildiği, cerahati güncelleyen o’dur. Bugün, yaşadığımız ülkenin dönüştüğü yer dehşettir. Var ettiği yıkım laf değildir!
Tutsak siyasetçi Selahattin Demirtaş için geçtiğimiz günlerde bir sosyal medya eylemi gerçekleştirilir. Özgürlüğü elinden çalınmış, hakları gasp edilmiş, avukatlık hakları gibi insanlık hakları da zayi edilmeye devam olunan Demirtaş için “özgürlük” çağrısı var edilir. Gel gelelim, Sarıyer Mhp Teşkilatı yöneticisi Ömer Efe, Aslı Aydıntaşbaş’tan Beli Saçılık’a kadar pek çok farklı kesim / görüşten insanı hedef kılarak tehdit eder. Gözdağını belirgin kılar. Bunca açık bir halde, şu yukarıda örneğini vermeye çalıştığımız Şırnak’taki doktorların haklarını alaşağı edip onları suçlu bilen akıl / adalet mekanizması Ömer Efe gibi tetikçileri vatanın gerçek sahipleri addeder. Bunca düşmanlık kafi gelmediğinden bir yandan da küfür kıyamet gırla giderken ulu orta, ölüm kusmayı genel baş çobanlarının yapığı gibi asmayı kesmeyi, mafyöz bozuntusu zırtapoz gibilerin kan akıtıp duş almaktan bahis açanların yolunda yürümenin “fikir özgürlüğü” olduğunu sanacak ahmaklık bu ülke şu sahanın ikiyüzlülüğünü göstere gelir. Sahiden suç nedir?
HDP Merdin Milletvekili Tuma Çelik, Mezopotamya Ajansı’ndan Berivan Altan’a bir mülakat verir. “31 Mart yerel seçimleri öncesi Soylu'nun hedef göstermesiyle birlikte HDP Mardin İl eşbaşkanları Eylem Amak ve Ali Sincar’ın da bulunduğu 13 Kürt siyasetçi gözaltına alındı. 12 gün gözaltında tutulan siyasetçilerden İl Eşbaşkanı Ali Sincar tutuklanırken, diğer kişiler adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı. Yine son aylarda çok sayıda HDP ve DBP'li üye gözaltına alınarak tutuklandı. Son olarak Mardin Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında aralarında HDP PM üyeleri Alaattin Semir Zuğurli ve Sedat Ay, DBP Mardin İl eşbaşkanları Şehmus Sun ve Leyla Bozkurt ile Nusaybin ve Bismil belediye eşbaşkanlarının da bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı. Mahkemeye sevk edilen HDP PM üyeleri Alaattin Semir Zuğurli ve Sedat Ay ile DBP Mardin İl eşbaşkanları Şehmus Sun ve Leyla Bozkurt tutuklandı.
Kentte, gözaltı ve tutuklama dışında farklı baskı yöntemlerinin de devrede olduğunu söyleyen Çelik, Mazıdağı Belediye Eşbaşkanı Nalan Özaydın ve belediye meclis üyelerine dönük saldırıyı buna örnek gösterdi. Belediyelerin önlerine konan X-Ray cihazlarının da bu geniş baskı konseptinin sonucu olduğunu dile getiren Çelik, "AKP'li Meclis üyesinin hakaretler ve küfürlerde bulunmasına rağmen soruşturmaya tabi tutulan ve ifadeleri alınan yine bizim arkadaşlarımız oldu. Saldırıya maruz kalan insanlar soruşturuluyor, gözaltına alınmaya çalışıyor" dedi.
Tumblr media
Mardin’deki Kürt siyasetçilerin baskı altına alınmasının temelinde iki nedenin yattığını dile getiren Çelik, şöyle devam etti: "Mardin çok kültürlü, dilli, dinli ve etnisiteli bir kent. Bu kentte Kürtler, Süryaniler, Ezidiler, Mihelmiler ve Türkler ortak bir yaşamın içerisinde yer alıyor. Bunu Mardin’de biz siyaseten de ortaya koyduk. Hem milletvekili, hem il yönetimi, hem de belediyecilik anlamında bunu ortaya koyduk. Biz aslında bütün Türkiye’yi Mardinleştirmeye çalışıyoruz. Devlet de tam tersine Mardin’i tekleştirmeye ve egemen tekçi anlayışı burada hakim kılmaya çalışıyor. Saldırılar bundan bağımsız değil. Buna karşı çıkıldığı için partimiz ve bileşenlerimiz hedef alınıyor. Bir diğer neden de İçişleri Bakanı Soylu’nun partimizi hedef alması. Hedef göstermesinin ardından partimize yönelim oldu."
Çelik, “Geçmişte de benzer saldırı politikaları geliştirildi. Ne kadar baskıcı politika geliştirilirse geliştirilsin bizim halkımız ortaya koyduğu mücadele ile saldırıları püskürttü. Bundan sonraki süreçte de saldırı nasıl olursa olsun, hangi yöntemle geliştirilirse geliştirilsin halkımız buna cevap olacaktır” diye konuştu.”
Nefretin, ayrımcılığın, ötekileştirmenin, biteviye hınç kuşanıp bir süreklilik hali içerisinde memleketi yaşanamaz bir yere dönüştürmenin güncelliği karşımızdadır. Bakur Kürdistan sathı mahallinden bu yana var edilen, Batı’dan Rojava’ya kadarki bir sahanlıkta yekten sabit kılınmaya çalışılan hayatın muhafaza edilmesini imkansız kılmaktır. Atılan her adım bu hazanın devamlılığı içindir. Bir yerin böylesine aleni bir halde çürümeye sevk edilmesi güncellenendir. Ne o ana akım televizyonlarda görünen bildirilenlerde, ne basın diye orta yerde türetilmiş, saray soytarısı paçavraların metinlerinde ne de sokakta var edilen halde bu dip kırım halinden eser vardır.
Bir yer, bir yurt, bir toprak paçası bunca açıktan en olmaz nobranlıkların rehini kılınırken cüretle cinnet arasında bir uçurum, katran karasının ta kendisi güncellene gelir. Aksettirile gelenle yaşattırılan arasındaki derin uçurumdur mesel bilinmesi gerekli olan. Hayat böyle, bu bahislerle törpülenir. Devletin abecesi tahakkümle yıldırının el aldığı tüm tahayyülleri ile birlikte bu sahadaki yaşam erimi hiçleştirilir. Bariz kılınan bu halin ta kendisidir. Asıl hakikat, dipsiz, katışıksız bir çürümeyi imlerken hala suskunluk vazolunur. Bu şartlara ve ehven olmayan karanlığın ta kendisine biat dört yandan duyurulur. Hal midir, yol mudur, izan mıdır, çözüm müdür bahisleri es geçilip yola devam olunur! Yola sahiden devam olunur mu? Yolun ardı bu halle getirilebilir mi? Atılan her adım, aşılan her eşik, var edilen her gedikle bir kez daha cürüm güncellenir. Türkiye bir cürüm sahası kılınırken ol çürüme ötelenebilir mi? Hakikat herkesi kapsarken her yer böylesi bir tahayyüle rehin edilirken her ne ötelenebilir, daha ne nasıl örtbas olunabilir, her nasıl, her ne şekilde, her ne hakla!
HDP Merdin vekili Tuma Çelik, Filiz Deniz'in sorularını yanıtlar. Nupel'den aktaralım: “Şu anda bizim Turabdin dediğimiz ve Şırnak-Mardin-Batman arasında kalan bölgede yaklaşık 5000 Süryani yaşadığı tahmin ediliyor. Bu nüfus özellikle Nisan-Kasım ayları arasında daha da artıyor. Süryaniler Lozan Antlaşması kapsamında azınlık statüsüne ve dolayısıyla bazı pozitif haklara sahip olmalarına rağmen bugüne kadar bu haklarını kullanmalarına izin verilmedi. Dolayısıyla her şeyden önce bu haklarını kullanmak istiyorlar. Ve tabii ki Türkiye’de demokrasinin egemen olmasını ve insan haklarına saygı gösterilmesini istiyorlar.”
Yaşatmama tahayyülünün varlığına dair önemli tespitlerdir ortaya serilen. Var edilen yer, düzlem artık utançların sahnesidir. Ne ki utanacak kimse yoktur. Hiç ama hiçbir makamın hesap vermediği yerde oluşturulan cerahat var edilen ayrımcılık artık gizlenmeden ulu orta var edilir. Eşitlik, adalet, hürriyet mefhumlarının yerle bir edilip, sorgusuz sualsiz bir yıkım tahayyülü Merdin’den memleketin dört bir yanına daimi kılınarak çoğaltılır. Nefret ve ayrımcılığın ol biteviye hınç kuşanılıp güncelliği sağlama alınan tehditlerin boyutudur o yeni ülkede “eskimeyen” mesele.
Bakur Kürdistan’ından Batı Türkiye’ye, Afrin kırsalından Rojava’nın geri kalanına her yer ve zeminde x, y ve z’ye düşmanlık edimi ile bir ülke tanımı alaşağı edilendir. Daha iyi değil daha fenasının her ne olduğu kanıtlarıyla, yaşatılanlarla barizdir. Burası sahiden de bir ülke midir? Hayat mefhumunun tümden tarumar olunması güncellenirken o saha bir ülke halini muhafaza edebilir mi, halen böyle bir ihtimal var mı?
Mayıs ayından bir haber, geçtiğimiz hafta yeniden gündem olur. Konu bu kez Ermeniler ve ibadethanelerine yaklaşımın utanç verici halidir:
İnsani Yardım Derneği çalışanı Hatice Takuş, “Bu güzel iki katlı kilisenin en daimi ziyaretçileri define avcıları. Germuş Kilisesi’ne gittiğinizde içinde ve dışında irili ufaklı bir sürü çukur göreceksiniz. Biri kapanmadan bir diğeri açılan çukurlar. Kaderine terk edilen bu kilisenin akıbetini maalesef bu çukurlar belirliyor. Germuş Kilisesi günden güne yıkılıyor.” diye konuştu. Şanlıurfa’da yaşayan A.D. ise “19. yüzyılda 7 kardeş tarafından yapılan kilise bir dönem ahır olarak kullanıldı. Kilise korumaya alınıp restore edilmeli. Yetkililere seslenmek istiyorum. Kilisenin restore edilip tekrardan ibadete açılmasını istiyoruz” ifadelerini kullandı.
Germuş köyünün Ermenilerden kalma bir köy olduğuna değinen İnsani Yardım Derneği çalışanı Takuş, köyün yeni adının Dağeteği köyü olduğunu söyledi. Köye giden ince uzun yol takip edildiğinde tüm heybetiyle Germuş Kilisesi’nin insanları karşıladığını belirten Takuş, “Geçmiş zamanda 700’e yakın Ermeni ailenin burada yaşadığı biliniyor. Germuş köyünde yer alan, kapatılmış atıl bir şekilde duran, sadece define avcılarının sıklıkla ziyaret ettiğini her gittiğimde fark ettiğim Germuş Kilisesi, yaşadığım şehirde nefes alabilmek, durup düşünmek için kaçtığım mekânlardan birisi. Ermeni kilisesinin kitabesi olmadığından tam inşa tarihi bilemiyoruz. Ama 19. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor” diye konuştu. Takuş şunları söyledi: “Kilisede malzeme olarak coğrafi şartlardan ötürü taş kullanılmıştır. Taşın zamana ve terk edilmişliğe karşı verdiği direnci yakından görüp dokunmalısınız. Şanlıurfa turizm açısından cazibe bölgesiyken Germuş Kilisesi tüm hüznü ve yalnızlığı ile dokunulmak istiyor.”
Şanlıurfa’da yaşayan A.D. ise kilisenin 2015 yılına kadar ahır olarak kullanıldığını belirterek, “Tepkiler üzerine kiliseye hayvan konmamaya başlandı. 23 Ekim 2011 tarih/ 28093 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan kararla, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Turizm Gelişim Merkezi olarak ilan edildi. Alana bir tabela diken yetkililer, tarihi kilise ve çevresinde şimdiye kadar ne bir koruma önlemi aldı, ne de bir çalışma başlattı...Germuş köyünde 2 tane kilise vardı. Biri bakımsızlıktan yıkıldı. Yıkılan kiliseden sadece taş yığınları kaldı. Biz kilisenin sözde değil gerçekte koruma altına alınıp Hristiyanlar tarafından ibadete açılmasını istiyoruz.” dedi.”
Parçalanmış, paramparça edilmiş ol benzerleri Bingöl’den Kayseri’ye, Sivas’tan, Kars’a kadar uzanan, çeşitlilik arz eden bir yıkım / talan ve yok etme halinin en derinden cühela cüretiyle var edilen halidir meselemiz. Urfa’nın kıyısındaki bir tarihi yapı salt Ermenilere ait olduğu için bu harap viraneliği, bir yandan da definecilerin kazılarına teslim olunur. Ol hakikat Garo Paylan’ın bahsettiği gibi yerin üstündeki zenginliktir, olmayan, varlığı bile kanıtlanmayan definecilik sevdalarında kaç tarihi eser yıkılmıştır bu muammadır. Halen şu sathı mahalde bir eşitlik bahsine sıranın getirilmemesinden daha büyük, daha kalıcı bir sorun var mıdır? Yaşanan güncellik, yaratılan ülke laf ola değil, bir mübalağa olarak değil doğrudan yıldırının halleriyle var edilendir. Bir tek bununla güncelliği biçimlendirilendir. Cerahat artık hayatımız meselinin imkansız kılınmasının temelindedir.  Cühela cüretiyle cinnetin arasında ötekisinin yaşam hakkı, geriye bıraktığı tüm değerlerin, tahayyüllerin de yerle bir edilmesi güncellene gelirken bir sahanın ülke kimliği her nereye kadardır! Bir sahada Şırnak’taki Kürd, Türk doktorlardan, Turabdin’deki Süryani halkına yönelik tacizler, doğa katliamlarına, sonuncusu Urfa’da ortaya çıkan Ermeni mallarının ve artakalan her neyse onun talanının ortasında sahiden bir ülke var edilebilir mi? Bunun adı ülke olabilir mi? Böyle bir yerde hayat var edilebilir mi, bırakılır mı, kalır mı!
Misak TUNÇBOYACI - İstan’2019
Görseller: Alexandra MANTZARI - Behance
0 notes