#ama put da değiller yani
Explore tagged Tumblr posts
Text
Babamı önce acile sonra otobüs terminaline bırakıp annemle 12de eve geldik. Mutfakta tost yaptık. Yerken annemin bir psikologtan erkekler hakkında dinlediği şeylerle ve gerçek hayatta ki karşımıza çıkan erkeklerle ilgili konuşuyorduk. O kadar komplikelerki cidden.... en sonund iğrenç varlıklar beyinleri bile yok diyerek çayımı alıp mutfağı terkettim.. anam şok
#yok neymiş erkek beyni çok ayrıntılı düşünmezmiş#erkek beyni şöyle dümdüzmüş#konuşmayı şu yüzden sevmiyorlarmış#bir şeye paralarının yetmiyo oluşunu erkeklik gruruna yediremez#daha fevri davranırlarmış#halletmeyi yapmayı severlermiş#tamam kardeşim benim erkek rollerinde gözüm yok#kazansınlar paralarını çivileri cartlarını curtlarını çaksınlar#ama put da değiller yani#bir duygu paylaşamayacaklarsa ilişki kurmayacaklar#sen tüm aileni sevdiğin evini odanı bırak#evlen git#ay ben çok konuşunca kendimi saygınlığı gitmiş hissediyorum diye düşünüp konuşmasın mal#valla dövecem ha#niye evlenelim ki o zaman#eğer erkeklerin böyle olmaları onların fıtratı olsaydı peygamber efendimiz böyle güzwl ahlaklı#duygularını paylaşan#nezaket gösteren#kendi işlerini yapıp eşine de yardımcı olab#kadınların hassasiyetlerini fark edip onlara nazik davranan#biri olur muydu?#rabbim peygamber ahlaklı eş nasip etsin bize#aksi taktirde bu cinsle beni hiçbir şwy barıştıramayacal herhalde
0 notes
Note
öncelikle müslüman değilim. Ama Filistin soykırımını desteklemiyorum.
Fakat Kudüs sadece Müslümanlar için kutsal bir yer değil. Sadece müslümanlara ait bir şey de değil. Hristiyanlar içinde Yahudiler içinde dini öneme sahip özel bir yer. Ama siz Müslümanlar sadece size aitmiş gibi düşünüyorsunuz. Çok bencilsiniz.
Bana kalırsa Kudüs direkt yıkılmali ya da özerk bir bölge hâline gelip tüm insanlığa açık hale getirilmeli.
Öncelikle Filistin'deki zulmü, soykırımı desteklemiyor olman beni mutlu etti.
Evet, biliyorum 3 din içinde Kudüs, Mescid-i Aksa kutsal bir yer. Lakin şöyle bir durum var. Yahudiler için kutsal olma sebebi "Tanrı o toprakları bize verdi" demeleri bu da Hz. Musa zamanındaki Müslümanlara (günümüzdeki Yahudiler) Allah, Firavun'un onca işkencesine rağmen iman etmeye devam ettiklerinden dolayı Kudüs'ün topraklarını mükafat olarak verdi. Hz. Musa ve inananlar Kudüs'e doğru yola çıktıkları zaman bir yerde durdular ve o sırada Hz. Musa inananların yanından biraz bir süre ayrıldı ve Hz. Musa ayrıldığı vakit bir putperest inananların yanına geldi ve onlara put yaptı daha sonrasında ise putun arka altında boşluk vardı ve putun ağzıda açıktı, putun arkasındaki boşluktan putun içine rüzgar girince o rüzgar putun ağzından çıkarken ses çıkarttığı için inananlar Rabbimiz bizinle konuşuyor deyip puta karşı bir inanma gerçekleştirdiler ve ihanet ettiler. İşte o inananlar bunu yaptığı vakit Allah onları lanetledi ve Hz. Musa ile birlikte günlerce Kudüs'e yol aldılar fakat varamadılar. Şimdiki siyonist yahudiler ise yalnızca Kudüs derdinde değiller, Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki toprakları kendilerine adandı olarak düşünüyorlar ve ordaki bütün toprakları alma hedefindeler, Kudüs'ü de tamamen aldıklarında Mescid-i Aksa'yı yıkıp yerine Süleyman Mabedi'ni yapmak istiyorlar. Yahudiler için gerçekten kutsal bir yerdi evet lakin ataları ihanet edene kadar.
Hristiyanlar için önemli olmasının sebebi ise Hz. İsa'nın Kudüs topraklarında çarmıha gerilmesi ve 300 yıl sonra da hac noktaları belirlenmesi. Yani hac ibadetlerini yerine getirmek için önemli aslında. Ve Kudüs Osmanlı'nın elindeyken Hristiyanlar izin aldıktan sonra gidip hac ibadetlerini yerine getirebiliyorlardı.
Biz Müslümanlar içinse Mescid-i Aksa miraç yeridir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) tam da orada miraca, Rabbimin huzuruna göklere çıkmıştır. Bak biz orası bize aitmiş gibi görünüyor olabiliriz lakin orası Rabbime ait, bizlerde oranın muhafızlarıyız. Bizim dinimiz için 3 mabed çok önemlidir. Kâbe, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.
Mescid-i Aksa asla yıkılmamalı, biz Müslümanlar bencil değiliz. Osmanlı zamanında Mescid-i Aksa'ya bir tek Müslümanlar ibadet etmek için gitmiyordu. Müslümanlar için gayrimüslimlerin girmesinin yasak olduğu tek yer Kâbe, orayı da Rabbim yasaklamış. Kısacası Mescid-i Aksa Müslümanların elindeyken zaten tüm insanlığa açıktı, sadece izin alıp gitmeleri gerekiyordu. Ama orası eğer Yahudilerin eline geçerse Yahudiler dışında kimse giremez oraya. Çünkü asıl bencil olanlar Yahudiler.
7 notes
·
View notes
Text
Abdulkadir Kocadag Yazıları: Moğollarin Cengiz Sonrası Iran'ı İşgal Sebebi ile Kürdler ve Luristan'da Kürd Hanedanlığı!
Moğollarin Cengiz Sonrası Iran'ı İşgal Sebebi ile Kürdler ve Luristan'da Kürd Hanedanlığı!
Moğol Mengü Khan 1251 kurultayın'da seçildikten sonra, iki küçük biraderinden Kubilay'ı Çin, Helagü'yü ise İran- yukarı Mezopotamya ve doğal sonuç, Anadolu tarafına gönderiyor.
Bu cümle bize kurultay denilen kurumun Moğollara ait olduğunu söylüyor. Kelime zaten Moğolca. Yani Türklere ait değil, daha doğrusu Türklerde böyle bir geleneksel kurum var mı, idi, bilmiyoruz. Batılı akademisyenler Anadolu'ya ilişkin, çok şeyi Türk yapıyorlar, Menteşe'yi ilan ettikleri gibi. Oysa Cumhuriyetin hemen kuruluşu sonrası Türk milliyetçiliğinin ''tarih masasının'' fahri öğretim üyesi olan meşhur Osmanlı tarihçisi ve Türkten başkasını kabullenmeye bazen niyetli olmamış Paul Wittek bile Menteşe'nin Kürd Emir Bahaedin ya da Bahadır Bey'in oğlu olduğu gerçeğini kabulleniyor kitabında.
Üzerine çalışıyorum, uzun sürüyor bir çok konu var , ama reenkarnasyon vaziyetine girmezsem, bu yıl sonuna kadar sırayla toparlayacaklarım , yayınlayacaklarım olacak.
Devam edelim.
Moğol Khan Mengü kardeşi Helagüye şu talimatı veriyor : '' As for Helagü, his instructions were in the first place to destroy the İsmaili's and demolish their castles and then this task completed, to put down the Kurds and Lurs ; the caliph was to be attacked only if he refused to tender his allegiance.''
- İsmailileri imha etmek, kalelerini yerle bir etmek, sonra da Kürd ve Lurları bastırmak , yani canına okumak. Halife'ye ise, ancak anlaşmaya ( teslim daha doğru) yanaşmaması halinde saldırılması.
Bakın, Moğol Khan açıkça Kürd ve Lurların tepelenmesini istiyor. Ortada ne Pers lafı var, ne Arap, ne meşhur Türkmen/Oğuz , ne Türk, ne şu, ne bu.
İsmaililer kim mi ?
Onun da açıklaması var : ''Al-Baghdadi explicitly says that İsmailis recruited the Kurds of Jibal, and the Khurramis of Babak's region.’’
Meşhur Al-Baghdadi kesinlikle İsmaililer'in Jibal'in Kürdlerini örgütlediklerini söylemiş. Jibal Arapça dağ-dağlık vs ve kasdedilen ise Zagroslar, Media...
O zamanlar epeyi bir Kürd yani.
Peki Babak'ın Khurramileri kim ola acaba ?
Bir tanesinin ismini vereyim toparladığım notlarımdan: ''Babak’s one of famous supporters, may be actually a sponsor, was a Kurd, İsmi al-Kurdi, who was the Lord ( sahib) of the Marand region.''
İsmi al-Kürdi, Marand bölgesinin lordu. Babak'ın en önemli destekçisi. Müslüman değil, bir başka inançtan. Marand ve çevresi 900 yıllarının sonlarına doğu Rawwadi Kürd devletinin hükümranlığındaydı. Tebriz'in ise tamamına yakını Kürd.
Geriye kaldı Lur.
Bu halk için eski zamanlarda Kürd deniyordu. Minorsky dememeye başlayınca, iş değişmiş olmalı. Ben hemen yine kısa bir not düşeyim :''Little Luristan lay west of the R. Dizful, extending nearly to the Plain of Babylonia. Its Dynasty, called Kurshid, [was founded in 1184 by the Kurd Shodja ed-din Khurshid, and existed till Shah-Werdy lost his throne in 1593).''
Küçük Lur , R.Dizful'un batısına doğru, Babylonia düzlüklerine kadar, uzanırmış. Hükümran hanedanın ismi ise Khurshid miş. Ve 1184 yılında bir Kürd tarafından kurulmuş. 1593 te yıkılmış.
Bu Kürd devletini ben de ilgisiz bir kitabı okuyana kadır duymamıştım.
Netice itibariyle Luristan'ın çoğu vaktiyle isterse Kürd olmasın. Fakat buradan çıkan sonuç şu; Moğollar genel olarak, kendileri de tam olarak kimin ne olduğunu bilmeseler de, Kürd göçebe aşiretlerini tüm İran, yukarı Mezopotamya ve Anadolu Kürdistanından biliyorlar.
Moğollara iyi istihbarat verildiği de belli.
Bu arada tam Moğol işgali zamanında bir de Kürd olarak asıl Salahaddin'in oğul, yeğen ve torunlarının bir birilerinin gözünü oyduğu tam altı tane Kürd devleti varmış. Meşhur 19.asır Mongol tarihçisi Sir Henry H. Howorth, Moğollara karşı çıkabilecek tek gücün bu altı Kürd devleti olduğunu yazdıktan sonra , cümlesini şu sözlerle tamamlamıştı. ''Kürdlerin tarihte birleştikleri ne zaman görülmüş ki.''
Yazılacak epeyi bir konu var. Keşke gençlerden tarihle ilgilenenler çıksa, akademik ünvan alsalar ne iyi olurdu. Zamanımızda tarihi hususlarda bilgi tek başına bir anlam ifade etmiyor. Bulgular ve gerçekleri yazmanın yanında, asıl bir de çalışmanın okunması lazım. İşte burada da, bilinenlerin, doğruların görülmesi ve tartışılabilmesi için akademik titr gerekiyor, şart.
0 notes
Text
Neler oluyor hayatta
Bir de şu rüya gerçek olsa, olsaa sjfjekw
Yazıya böyle başlamamın tek sebebi tumblrı açınca aklıma bu şarkının gelmesi yoksa hayatımda bir şey olduğu filan yok, sanal zonzirellalarım. Umarım sizin hayatlarınızda güzel ve mutlu şeyler oluyordur <3
Ne rüyaları hiç ettik aslında gerçek oldukları filan yok, gerçek olanların da kabus olduğu ortaya çıkıyor sonradan zaten. Artık mutlu rüya görmez oldum. Hep bir uğraşın içindeyim, kafamda zerre huzur olmayınca rüya yapımı için de mecburen huzursuz materyaller kullanılıyor. Önceden rüya görünce hemen gelir buraya yazardım. O özelliğimi de kaybettim.
Kafam darmaduman, içimde ölen biri var deyip çalıntı yapmak istemiyorum ama içimde yavaş yavaş intihar eden biri var gibi.
Nasıl hissediyorum biliyor musunuz, çok az zamanım kalmış ama bir sürü şey yapmam lazım gibi. İşin ironik ve kronik yanı, ben mütemadiyen put gibi duruyorum hem bedenen hem ruhen. Ve bu kendimi içinden çıkaramadığım putlaşma hâli beni bitmek bilmez bir anksiyete hapishanesine tıkıyor. Hapishane diyorum ama anahtarı elimde, kapısı açık, korkudan kendi isteğimle girdiğim küçücük bir kafesten söz ediyorum aslında. Yetişkin olmak zorunda kaldığım bir yaşa geldiğim bu gerçek (derogatory) dünya beni ölmekten beter edecek kadar korkutuyor, ara ara bazı günler içime, kalbime bir ağrı saplanıyor. Çarpıntı gibi değil, böyle yutkunamama hissi gibi, bu dünyanın gerçeklerini, hayatımı boşa harcadığım ve hayata geç kalmışlık hissini yutkunamama. Belki de yutmamalıyım zaten, içimdeki küçük asi bebe bu iğrenç gerçek dünyayı kabullenmemek için son bir kez çırpınıyor olabilir.
İçimdeki küçük çocuk ölsün istemiyorum ama böyle de çok iyi yaşadığı söylenemez, hayata adım atmam, risk almam gerek, hayatta kalabilmem gerek ama kendim olarak, benliğimden fire vermeden. Şimdilerde kendimi sorgulayıp duruyorum, herhangi bir bireyin kendi olarak hayatta kalabilmesi gerçekten mümkün mü diye. Yani değişime direnmek gibi değil bahsettiğim şey aslında, beni ben yapan omurgam olmuş benliğimin parçalarından vazgeçmeden yaşayabilmekten bahsediyorum.
Sanki modern hayat dediğimiz, insanlık olarak kendi kendimize en iyi işkence aleti olarak yıllarca kurup, kolektif bir şekilde desteklediğimiz bu düzen, beni ağzına almış, çiğneyip tadıma bakmış ve alıştığından farklı bir tat alınca tükürüp, iğrentiyle yüzünü buruşturarak kenara atmış.
O kadar umutsuz hissediyorum ki, bugün bir yazıya denk geldim köpekler insanların stresini koklayabiliyormuş diye, aklıma dünyanın en mutlu köpeğini depresyona sokan Joey geldi sjgkekw ben de aynen o durumdayım hatta Joey'den bile beter olabilirim.
10 notes
·
View notes
Text
Quotes From Author Akutagawa Ryunosuke
A man sometimes devotes his life to a desire which he is not sure will ever be fulfilled. Those who laugh at this folly are, after all, no more than mere spectators of life.
(Bazen bir adam hayatını, gerçekleşeceğinden emin olmadığı bir arzuya adar. Bu aptallığa gülenler en sonunda hayatın izleyicilerinden başka bir şey değillerdir.)
He wanted to live life so intensely that he could die at any moment without regrets.
(Hayatı o kadar yoğun yaşamak istiyordu ki, pişmanlık duymadan herhangi bir anda ölebilirdi.)
As you can imagine, who had fallen this far had been so worn down by their tortures in the seven other hells that they no longer had the strength to cry put.
(Tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadar uzağa düşenler, diğer yedi cehennemde çektikleri işkencelerden o kadar yıpranmıştı ki artık ağlamaya güçleri kalmamıştı.)
Surely you realise they are all a pack of lies. However, everyone realizes that they are lies, So, in the end, it no doubt boils down to the same thing as the truth.
(Elbette hepsinin bir yalan yığını olduğunun farkındasındır. Ancak bunların yalan olduğunun herkes farkındadır, yani sonunda kuşkusuz gerçekle aynı anlama gelir. )
Everything seemed so terribly gloomy that I thought I'd have a go at looking at the world the other way up. But it tuns out to be just the same, after all.
(Her şey o kadar kasvetli görünüyordu ki dünyaya diğer taraftan bakmayı deneyeceğimi düşündüm. Ama eninde sonunda aynı olduğu ortaya çıkıyor.)
The human heart harbors two conflicting sentiments. Everyone of course sympathizes with people manage to overcome their misfortunes, we feel a certain dissappointment. We May even feel (to overstate the vade somewhat) a desire to plunge them back into those misfortunes. And before we know it, we come to harbor some degree of hostility toward them.
(İnsan kalbi birbiriyle çelişen iki duyguyu barındırır. Elbette herkes talihsizliklerini atlatmayı başaran insanlara sempati duyar, kuşkusuz bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Hatta, durumu biraz abartarak, onları bu talihsizliklere geri döndürme arzusunu bile duyabiliyoruz. Ve farkına varmadan onlara karşı bir dereceye kadar düşmanlık besliyoruz. )
I had no choice but to remain silent. Because my old friend was walking in the darkness like me too. But he was believing light exists in the darkness. That was the only difference between us. But this difference was a cliff both of us cannot cross.
(Susmaktan başka çarem yoktu. Çünkü yaşlı dostum da benim gibi karanlıklarda yürüyordu. Ancak karanlığın içinde aydınlığın da bulunduğuna inanıyordu. Aramızdaki tek fark buydu. Ama bu fark, ikimizin de aşamayacağı bir uçurumdu.)
That means human being is mortal like a dewdrop fly away at sunrise and life is as short as a lightning that blitzes and then goes out.
(Demek ki insanoğlu, gün doğunca uçup giden bir çiğ tanesi gibi fani ve ömrü de çakıp sönen bir şimşek kadar kısacık.)
That was the most horrible moment of my life. I can't find this strength in myself to write after that. Living with this feelings is no different from hell.
(Bütün yaşantım boyunca yaşadığım en korkunç an oldu bu. Artık bundan sonrasını yazacak gücü bulamıyorum kendimde. Bu duygularla yaşamak bir cehennemden farksız.)
A wave of irresistible desire swept through me to confess everything. But if I were to speak, I had no doubt that it would bring a long chain of disaster and misfortune not only to me and my entire family, but to many people besides us.
(Her şeyi itiraf etmek için dayanılmaz bir arzu dalgası geçti içimden. Ama bir konuşacak olursam, sadece bana ve bütün aileme değil, bizim haricimizdeki pek çok insanın da başına uzun bir felaket ve belalar zinciri getireceğinden hiç kuşkum yoktu.)
#bungo stray dogs#bsd akutagawa#akutagawa#japanese literature#bsd ryunosuke#bungou stray dogs#bsd gifs#bsd manga#bsd
14 notes
·
View notes
Text
Allah'ın sopası yok zannederdim, seni tanımadan önce!
Görmek ve bakmak başka şeylerdir sözünü bilmeyen yoktur. Hatta Pirestij filminďe "dikkatli bakıyor musun?" sorusu vardı. Hatırlarsanız seyirciyi gördüğünü zannettiği şeyler üzerinden yanıltmak, şaşırtmak ve büyülemek üzerine bir filmdi. Bu örneği neden verdim biliyor musunuz? Çünkü hayatımız tamamen ilizyon üzerine kurulmuş gibi. Mevlana'nın Divan-ı Kebir'de dediği ilizyondan bahsetmiyorum. Her neyse. Gerçekleri görmek ve gördüğünü inkâr ederek unutmaya çalışmaktan ibarettir insan. İnanmak ve sonrasında da inandığı tarafından yaralanmak doğamızda var. Kurtulmak ancak başka bir kapana sığınmaktan geçiyor. En büyüğüne de ölünce saplanıyoruz. Şimdi buraya evren nedir, nereden geliyoruz vs. saçma sapan sorgulayıcı bir üslupla ulvi şeyler yazmak istemiyyorum. Çünkü zaten mide bulandıracak kadar yazıldı. Benim yazacaklarım da aynı jargon olacağından kafanızı sikmek istemem. En iyisini Hakan Günday söylemiş zaten. "Tanrılar ve dinler ben ölene kadar." Üstüne laf etmek saçma olur. Her neyse, başlıyorum. Sene 2012. Ay nisan, gün 6. Kimliğim doğum günüm olduğunu söylüyordu. Bir kız vardı aga hayatımda. Hani keşke zaman dursa da sürekli yanımda olsun dediğin duyguların sıkıştığı o boktan durumdan bahsediyorum. Vallah öyle sikimsonik bir aşk hikayesi değil bu. Eğer okursan sonuna kadar ne demek istediğimi anlarsın. Neyse. Bir insana ne kadar inanırsın? Ne kadar güvenirsin? Ben hiç inanılmayacak bir insana Allah'tan çok inandım. Yani bir put olsaydı eğer kesinlikle tapardım. 23 yıl boyunca inandığım her şeyi gönül rahatlığıyla gömebilir, yakabilir ve hatta yok edebilirdim. Öyle biriydi benim için. Sanki Allah onu insan olarak değil de meslektaş olarak yaratmış gibiydi. Küfür etme orospu çocuğu, öyleydi işte! Ben hayatımda en çok ona inandım lan. Her inandığımın yaptığı gibi o da siktir olup gitti. Aslında ben gönderdim. Siktir git dedim. Kabullenmenin, mucizeden tek farkı zıt şekilde başlamasıdır. Öyle oldu. Bir anda bitti. Şimdi vıcık vıcık ilişkimi anlatıp haklanmak derdinde değilim. Başka bir konuyu anlatacağım. Abi 2013 yılından beri acı çekiyorum. Düzenli olarak her pazar günü bu acıyı tazeliyorlar ve üstüne koyarak çoğaltıyorlar. Kimler diye sorma amına koyim. Kim olacak, duygularım. Demin üstte Put falan dedim ya, ha işte sanki Allah benim cezamı böyle veriyor diye düşünüyorum 2 yıldır. Dünyadaki bütün acıları üst üste koy yine de boş gelir insanın içine. Anladın mı? Cehennemden bahsediyorum. Geçmiyor lan bu acı. İnsanı intihar uçurumuna inançsızlığı değil, inandığından aldığı darbe itekler. Tam iki yıl sonra aldım en büyük darbeyi. Kendi yoktu ama seyrettiğim videodaki hali beni öldürmekten beter hale getirdi. Gülümsüyordu fakat sanki yüz ifadesi bileklerimi yırtıyordu. Dünyada nefes alan herkes eline ustura alıp uzuvlarımı parçalasa bu kadar acıtmazdı yemin ederim. Bırak evimden çıkmayı oturduğum sandalyeden bile kalkmak istemiyordum. O kadar gerçekçi kanıyordum ki, sanki baksalar anlayacaklardı sebebini. Daha kötüsü oldu. Herkes gördü. Gerçekten gördü. Ama sorun görmeleriydi. Eğer çektiğin acıyı birileri görür ama bakmazsa kafayı yersin inan baba. Bu dünyada bildiğim ve inandığım tek şey var. Ölmekten daha korkunç şeylerin olmasıydı! Uzatmıyorum tamam. Bazen gözünle gördüğünü inkar etmek zorunda kalırsın. Sırf hayatta kalmak için. Çünkü görmediğinden değil de konduramadığından yaparsın bunu. İstemsizce. Hiçbir kör senin kadar görmezden gelemez, inan bana. Hatta Yeşilçam filmlerindeki malum araba çarpınca gözleri açılan sahnenin tam tersinin milyon tekrarını yaşarsın içinde. İşte tam o sırada ağzını kapatıp kulağına fısıldar vicdanın; "gördüğünü inkar ettikten sonra, Allah'a inanmaya nasıl devam edeceksin?"
23.2.2021
1 note
·
View note
Text
⭐⭐⭐⭐⭐
ESARETTEN TESLİMİYETE
Gözle görülemeyen bir virüsün esir aldığı tutsaklar mıyız artık hepimiz!
Peki bu esaretten kurtulabilmemizin bir yolu var mı?
Örneğin, Arap geleneklerine göre, bir savaşta esir düşmüş bir kimse fidye denen bir miktar parayı vererek özgürlüğüne kavuşuyormuş. Filmlerdeki gibi ya da fidyeyi getirene kadar biri, rehiniz.
Virüsün bizlerden istediği fidye ne ola ki?
Fidye (fidâ) kelimesi, “bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel” demek.
Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok ayette geçiyor farklı halleriyle bu kelime. Ama bir ayet var ki orda sanki bize sesleniyor Cenab-ı Allah,
zaten değil mi ki "el ân kema kân"
🌺Enfal Suresi 70 inci ayeti:
“Ey Peygamber!
Elinizdeki esirlere söyle: Eğer Allah, kalplerinizde (iman, ihlâs, iyi niyet gibi) bir hayır (olduğunu) bilirse, sizden alınan fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar.
Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir"
Fihi Ma Fih'in ilk faslında korku ile ümit, esaret ile teslimiyet ve sadaka ile tövbe kavramlarına dair hususlar yer alır.
Hz. Mevlâna Bedir Savaşında esir alınanlar üzerinden de bir örnek verir bu fasılda. Perişan ve umutsuz haldeki esirler,
Peygamber Efendimiz’in yüzünde müstehzi bir gülümse gördükleri zannıyla, O’nu sıradan, gururuna kapılmış muzaffer bir komutan gibi davranmakla itham ederler. Buna karşılık Peygamber Efendimiz (a.s.m.) onlara, kendilerinin bazı hakikatleri göremediklerini, esir düştükleri için ağlayıp inleseler de aslında onları cehennemden kurtarıp ölümsüz bir gül bahçesine doğru götürmekte olduğunu ve bundan duyduğu sevinç sebebiyle tebessüm ettiğini söyler. Devamında Efendimiz (a.s.v.) esirler arasında bulunan Amcasından, tövbesinin delili olarak elinde kalan tüm varlığını İslam askerine dağıtmasını yani bir nevi esaretten kurtuluşun fidyesini ister kendisinden.
Fidye kelimesi ile fedâ kelimesi aynı kökten gelmektedir. Fedâ, bir şeyi, diğer bir şey uğruna vermek demektir. Öyleyse kurtuluş için verilecek olan nedir?
Bu sorunun da cevabını yine aynı fasılda verir Mevlana Hazretleri:
✨Allah buyuruyor ki: “Esirlere deyiniz ki: Kendinizden daha kudretli bir kudret sahibi olduğunu göremediniz ve kendi yok ediciliğinizden daha üstün bir yok edici tanımadınız. Şimdi korku içindesiniz amma hâlâ tövbe etmediniz. Bana yenilmiş olduğunuzu biliniz ki işleriniz kolaylaşsın. Korktuğunuz zaman benden ümidinizi kesmeyiniz. Sizi bu korkudan kurtarmaya ve sizi emin kılmaya kudretim vardır. Esir bulunduğunuz şu halde, benim hazır ve nazır olduğumdan ümidinizi kesmeyiniz ki ben de sizin elinizden tutayım.
Sizden alınan ve ziyan olan mallarınızın hepsini ve daha iyisini size geri verir, sizi bağışlar, ahiret saadetini dünya saadetine yaklaştırırım.”
O halde bu durumda yüzünüzü Aziz ve Celil olan Allah’a çevirin. Bu kötü durumdan sizi kurtarması için sadakalar verin.
✨
Verilen cevap “sadaka”dır.
Sadaka, davranış ile söz ve itikadın paralel olmasını ifade eden sıdk kelimesinden türemiştir. Sıdk kelimesi, her türlü kötülükten arınmış olma, saf, temiz manalarına haizdir. Sadakat... Ahde vefa...
Evet, mesele budur: Sen ey yolunu şaşıran, unuttun mu, yoksa ilk sözüne sadık mısın? Belâ...
Tevbe Suresinin 103. ve 104. ayetlerinde sadaka, kişileri arındıran bir mefhum olarak yer alır.
Sadaka, dar anlamıyla farz olan “zekat”a denk gelirken geniş anlamıyla, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya vesile olan her türlü hayırlı söz ve eylemdir.
Yani salih amellerdir.
Hani diyordu ya mesela bir hadis de Efendimiz a.s.m., "İmandan sonra en güzel amel, mahzun gönüllere neşe serpmektir."
İşte böyle anlatılır belki en güzel hâliyle sadaka.
Öyleyse feda edeceğimiz şey, kalplerimizde âdeta birer put hâline gelmiş olan bütün nefsânî hevesler ve çirkin huylarımızdır. Yani fidyeyi verip kendimizi esaretten kurtaracak olan da, esir olan da yine kendimiziz.
Buyurulur ki en yüksek manada sadaka, kendinden vermek, benlikten geçmektir.
Asıl esareti, farkettiğimiz eşsiz kıymette zamanlar bunlar belki...
Bizi esir alan şeylerin zincirini kıracağımız zamanlardayız belki de.
İçinde bulunduğumuz hâl, olsa olsa bir teslimiyet çağrısı olacak belki yine kendimizden kendimize.
Mülkü, mülkün sahibine teslim ederek, O’na firar edecek ve emin bir sığınakta olma hissiyle bu gönüllü teslimiyette felâh bulacağız.
Zira yaşamakta olduğumuz bu günlerin tüm zorluğuna rağmen; kahra uğrayıp sefil düştüğünü sanan esirlerin aksine,
ilahi bir lütf-u keremle gül bahçesine doğru sevkedilmekte olduğumuzdan şeksiz şüphesiz ümitvarız.
Allahın Rahmeti Ve Bağışlaması Üzerimize Olsun İnşaallah... Hayırlı Geceler...🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
14 notes
·
View notes
Text
C7 : ‘Suicidal Lovers’
Yıldız Tilbe duvarlara yazdığı şeylere bakıp dans edip şarkı söylerken - https://youtu.be/4A27LFrR5fc?t=77 - John kafasını elleri arasına almış kendini yukarı çıkmamak için zar zor tutar. Ben de sakinleşsin diye ona mutfakta birkaç ot karışımı hazırlarım. Yıldız’ın sesi tüm apartmanda çınladığından Bayan Hudson son yarım saatte beş kez gelip onu susturmamızı söylese de en sonunda kendisi de pes edip benden iki tane pamuk istedikten sonra pamukları doğruca kulaklarına sokup salondan yeni ayrılmışken tekrar biri içeri girer.
A: “MRS. HUDSON I’M SORRY BUT-”
E: “JIIM! WHEERE THE HELL ARE YOU? Yer yarıldı da içine mi girdi bu herif nerede ya? Bu kadın niye bağırıyor?”
Mutfaktaki işleri bitirip tezgahı silerim ve salona giderim.
A: “Yukarıda Sherlock’la konuşuyorlar.”
E: “Ah yine mi? Yeter artık. Kaç yıldır bu adamın peşinde ve artık anlamalı. Sherlock eşcinsel değil! Sadece sosyopat ve bu Jim’i nedense çok tahriş ediyor. “
A: “Tahrik?”
E: “Ay evet. Karıştırıyorum hep ben ya. Yıllardır Türkçe konuşmuyorum.”
A: “Baya iyi ama.”
E: “Ha yani konuşmuyorum ama mesajlaşıyoruz falan annemi arıyorum vesaire.”
A: “Hmm. O zaman Jim Sherlock’a aşık mı?”
E: “Yok. Takıntılı. Gördün zaten. Önüne gelene saplanabilecek zekaya sahip.”
Yıldız Tilbe’nin sesinden Elva’yı salondan çıkarıp kapının önünde konuşmaya devam etmeye çalışırız.
A: “Baştan anlatsana bunların olayı ne?”
E: “Şimdi şöyle oldu...”
https://www.youtube.com/watch?v=8PN9e4d5b6Q
Elimdeki toz bezinin hikayenin yarısında yere düştüğünü düşünürsek şu an sadece beni ayakta tutan şey arkamda tutunduğum kapıdır sevgili okurlar.
E: “İyi misin?”
A: “Ay tansiyonum...” derken yere yığılırım bohçasını taşıyaman teyzeler gibi.
A: “Uyh! Bana bi kolonyağı getirsene şurada masada olacak.”
E: “Ne yağ?”
A: “Hiç bayram ziyareti falan... yapmadın mı ya?”
E: “Haaa! Limonlu şeyden!”
A: “Ha bildin.”
Elva salona gider ve maalesef Yıldız Tilbe şarkısını kesse de mırıldanmaya ve dans etmeye devam ettiğinden beynim zaten hikayeden dolayı ambale olmuşken bir de bunu çekmek istemiyordum.
A: “YILDIZ HANIM LÜTFEN SUSUP MUTFAKTAN ÇAY ALIN VE CAMDAN DIŞARI BAKIP LONDRA’DA OLDUĞUNUZA ŞÜKREDİN!” dedim gereksiz bir agresiflik içinde. John’un ellerini başından çektiğini göz ucuyla anca görebildim ve yanıma doğru geliyordu.
E: “Buldum!” Koşarak yanıma geldi ve yanlışlıkla John’a çarpıp yere düşürdü adamı. Yazık kızım bunun romatizması falan şimdi başlar kemiklerine yazık ettin adamın diyorum da bunlara acımayacaksın asıl.
A: “Hah sağol Elvan.”
E: “Elva.”
A: “Ha ondan dedim ben de işte. Şimdi şey, kapağı aç bana ver burnuma tutayım.”
John yerden kalkıp yanıma gelip çömelir ve yüzüme bakar.
J: “I’m a doctor after all.” der ve cebinden muayene kalemini -adı ne haltsa- çıkarıp gözüme ışık tutar.
A: “Napıyorsun be?”
J: “I’m looking if you’re using any drugs.”
A: “Don’t bring that matter up again Dr. Watson. After all the blends I’ve made for both of you to relax.”
J: “Look, I am thankful to that but still, I need to know if you have touched my stash.”
A: “Oh for fuck’s sake John, I have my own stash better than the portion of both of yours and I’m the one who provides you that stuff.”
E: “Are you a drug dealer?”
A: “Jesus no! I’m a seller.”
E: “What’s the difference?”
A: “Look-” John’un omzuna tutunup ayağa kalkarım ve adam bir gıdım çöker ağırlığım altında.
A: “Sadece bu ikisine satıyorum. Onları teşvik falan ettiğim yok ki sen de Sherlock’un ne kadar keş biri olduğunu biliyorsun. Adamı daha hafif uyarıcılara alıştırıyoruz ki en sonunda bıraksın. Beynini çalıştırmak için kullanmayacağı şey yok bu manyağın. Anlamadığım, madem beynin artık bunlar olmadan o kadar iyi değil, o zaman bu herifin yaptığı işi başkası da az çok yapabilir.”
E: “Biraz kıskanmış gibi konuşuyorsun.”
A: “Bu adaletsizlik. Ben de onlar gibi sabah akşam tüttürsem, haplar atıp şırıngalar çeksem etrafıma ben de o ‘mind palace’ etkisini yaşardım diyorum.”
E: “Peki ya bu adam? O niye yaşamıyor?”
A: “Çünkü o önyargıları olan, toplumsal etiklere bağlı, sıkıcı bir doktor.”
E: “Bunu onun suratına da söylesene.”
A: “Söyledim ve kabul etmiyor.”
E: “Baksana bize nasıl uzaylıymışız gibi bakıyor.”
A: “Eğleniyorsun galiba.”
E: “15 yıl önceki dünya kupasından beri bu kadar eğlenmemiştim.”
Ne demek istediğini anlamaz şekilde suratına bakarım ama bir halt çıkmayacağından yerde oturan John’a dönerim.
A: “If you keep sitting like that on the floor you won’t have children.”
J: “Oh god!” der ve ayağa kalkar.
J: “But I already have one.”
A:” It’s just a word we say to women in Turkey.”
J: “Just women? Am I a woman?”
A: “You sound like a bloody one.”
J: “WHAT?”
Jim ve Sherlock yavaş yavaş merdivenden kafaları hoş olmuş bir şekilde inerler.
J.M: “You heard it Johnny boy. Oh sorry, Johnny girl!”
S: “Stop with your nonsense Jim.” der ve John’a dönüp yanına iner.
S: “John can you bring the bong for Jim?”
A: “What? You have bought a bong? I thought you were trying to quit.”
S: “I am but apparently John needs more comfort than before.”
A: “John?”
J: “Oh bloody fuck! Do you really believe that?”
A: “Actually I’m being tested since I started working here.”
S: “Oh it’s good then cause I would like to remind you that you were fired.”
A: “Yes I know. That’s why I accept Mr. Moriarty’s offer.”
J.M: “Oh really? I’m very much honored that you also want me.”
A: “All I want is a proper job pays me well.”
J.M: “Don’t worry about that honey. You will be paid enough that you can’t reach your own ass to scratch.”
A: “Well, if this is what it means then I will be working more harder I usually do in here. How it is-”
J.M: “I just wanted to use word ass darlings. Don’t be offended. Pleease. I want none of you to get sad about daddy Moriarty.” John ve Sherlock Jim’e garip garip bakarlar. John kulağıma eğilip çok da sessiz bir şekilde fısıldamaz aslında ama yine de öyle olduğunu düşündüğünden devam eder.
J: “Are you sure you want to work with our enemy?”
A: “What enemy? Him?”
J: “He is an enemy, a threat. A high functioning psychopath!”
A: “Umm isn’t it what Sherlock is?”
S: “No I am a sociopath. John, please stop whispering cause it break Mrs. Hudson’s sleep.”
J: “Well I am whispering Sherlock.”
S: “Like a cow!”
J: “Cows can’t whisper. You know that!”
S: “There are much more things in life not yet discovered John.”
J: “That’s why I said can’t.”
J.M: “Cunt!?” Jim kendi kendine kahkaha atmaya başlar.
S: “What did I tell you assistant, bring the bong!”
A: “Bok için.” Salona doğru giderken durup tekrar Sherlock’un yanına giderim.
A: “Where the hell it’s supposed to be you clever boy?”
Sherlock bana şok içinde bakar. Sanki bir anda onu çocukluğuna götürmüşüm gibi masum bir ifadeye bürünür suratı. Dikkatini çekmek için gözlerinin önüne elimi tutarım.
A: “Hey! Wake up!”
Sherlock gözlerini kırpıp bana siniri bozuk bir şekilde bakar.
J: “Oh shit. You called him clever boy?”
S: “Stop saying THAT WORD!” Hızla salona gider ve çalışma masasının çekmecisini açar. Yıldız Tilbe de elinde çayıyla pencereden dışarıyı izleyip kendi kendine konuşur. Ben ve John birbirimize bakarız ve gülme krizindeki Jim sonunda Elva sayesinde merdivene oturup onunla konuşmaya başlar. Bununla çalışmak mı işsiz kalmak mı karar veremiyorum. Acaba Sherlock’a yalvarsam mı diye düşünmüyor da değilim de şu an bana aşırı sinirli olduğundan ne yapmalı bilemiyorum. Ama yangına körükle gitmek denen bir söz var. Galibe tam bu anlar için geçerli. Salona girip Sherlock’un etrafı dağıtışını izlerken onunla konuşmaya ve Yıldız Tilbe’nin ara sıra Sherlock’a dönüp ne mırıldandığını anlamaya çalışırım fakat kadın sanki kendini kaybetmiş gibidir. Sherlock sinir içinde her şeyi yere dökmeye ve fırlatmaya başlar. Sonra dönüp Yıldız Tilbe’yi görür
https://www.youtube.com/watch?v=ZlUxnEQ-jtc
ve onu da hala elinde sıcak çay tutmasına rağmen yere fırlatır. Yıldız Tilbe çayı Sherlock’a doğru fırlatır ve bunların hepsi yavaş çekimde olur. Arkadan Jim koşarak kapıdan içeri girer ve yerdeki Yıldız Tilbe’nin üzerine eğilip Sherlock’a tükürükler saçarak bağırmaya başlar. Sherlock da onunla aynı şekilde iletişim kurarken John gelip Sherlock’u omuzlarından tutar ve sakinleştirmeye çalışır ama Sherlock elindeki silahı kaldırıp Jim’e doğru tutar. Jim gözlerini garip bir şekilde belertir.
J: “Sherlock stop it!”
Jim dönüp John’a bakar. John dediğinden pişman bir şekilde geri çekilir.
J.M: “You can’t kill me Sherry. You couldn’t kill Irene last time. But for my case, I am capable of bringing the ultimate end of human fate. The death is me and I am death. So please put that gun down and do adults do their work. Though, you can sit and watch! It’s free tickets tonight!” der ve hızla silahı Sherlock’un elinden alır. Sherlock arkasından bir silah daha çıkarır. Jim’e yaklaşır ve silahı şakağına yerleştirir. Jim başını sağa sola oynatıp esnetir ve gülümser.
J.M: “Poof! You thought I have no plans?” Jim kolunu boğazımın etrafına dolar ve diğer eliyle bileklerimden tutar.
J.M: “You know I like hostage games. We’ve been doing it since we met. One of our first ones is that Johnny boy. Wasn’t it fun John? Feeling the warmth of your friend when I stepped out of that door? I was too bored when you couldn’t move forward and decided to end this weird relationship between you two. So, you and I Sherlock, we are much more similar than you think.”
S: “In which way?”
J.M: “We can talk about it later but I can see that you have a natural urge to kill someone! I feel very precious to be that one. On the other side I can see that you care for people around you. Unfortunately this young piece of scum is included on your little friend circle. But thanks, I’m happy that it’s not that witch on the ground.”
Şu ana kadar tek şaşırdığım şey Yıldız Tilbe’nin tek bir söz etmemiş olması. Bu kadın gerçekten akıl hastası mı yoksa-
Y.T: “Kız git bana o içerdeki ot karışımdan biraz daha getir.”
Jim ve Sherlock dönüp ikimize bakarlar.
A: “Aaa, Yıldız Hanım siz ne içtiniz?”
Y.T: “O içerideki şey... ney?”
J.M: “Stop mumbling! What did she say?”
S: “She puffed the herbs before us. That’s why she seems distant. I should admit she is more likable this way.”
J: “Gentlemen please put those gun down. You are both stoned and can’t think straight.”
J.M: “I’m bi and I had no problem about thinking in this way.”
J: “That shows why you act like a bipolar.”
A: “What about smoking some new stuff I got from Holland?”
S: “Which stuff?”
J.M: “I really am thinking of hiring you. She’s very useful Sherlock. Are you sure you want to fire her?”
A: “He already did and right now you are trying to kill that useful person.”
Jim güler ve beni bırakıp silahı da arkasına koyar.
J.M: “If I wanted to kill you, you’d be dead hours ago. I just wanna have fun.”
S: “That awfully obvious to all of us.”
J: “Guys just let’s sit and smoke some stuff okay?”
A: “Okay I’m getting it.” diyip koşarak mutfakta hazırladığım karışımı sarıp salona giderim.
J: “Just one?”
A: “Suit yourself doc.” John elimdeki sigarayı alıp yakar ve arka arkaya üç fırt çeker. Yavaş be John abi. Ciğerlerini söktüler.
Dördüncü fırtı da çekecekken Sherlock oturduğu yerden elini ona uzatır ve bağırır.
S: “JOHN! Give it to us. You assistant get us another one. This won’t be enough for today.”
A: “No only one for a day and you’ve already had one. This is the second.”
J: “She’s right. You might become addicted again.”
S: “You two, shut the fuck up! Stop your bullshitting doctor games and bring us ANOTHER ONE YOU IDIOT WOMAN!”
A: “Did he just-”
J: “It’s the first time he used the word woman after her.”
A: “After who?”
S: “IRENE ADLER YOU MOTHER F-”
J.M: “Hush my darling. We don’t want anyone to shut down this blog.”
E: “Well guys, I’m still here living. So why don’t you give me that?” der Sherlock’un elindeki sarmayı alıp. İki fırt çeker ve Jim’e uzatır. Jim de aynı şekilde işi bitince Sherlock’a verir ve sonunda John alıp Yıldız Tilbe’ye uzatır. Gece sonunda herkes salonun bir köşesinde gülüp eğleşiyordur ki bu durum benim için fazla kaçtığından ben de oturup bugünkü olan tüm olayları buraya yazıp stres atıyorum. Bayan Hudson sessizlik yüzünden daireye girecekken onu beş çayı ile kandırıp evine çay içmeye inmemse ayrı bir sinir harbine yol açtı. Tüm çay boyunca bana Sherlock ve John’un ilişkisini sorup durdu ve bense ona sormayı planlıyordum. Sonuçta yıllardır aynı binada yaşıyorlar dedim ama o onlarla en yakın olduğu anın kocasının ferrarisini verdiği zaman olduğunu söyledi. Peki. Ferrari falan kocası varmış. Ferrariyi John kullanmış vesaire Sherlock’u kurtarmak için bir şeyler. Dedim bunlar bildiğin Romeo ve Juliet. Ama Juliet burada Jim. Johnsa işte diğer kız. Adı pek de umrumda değil. Sonuçta birkaç ay sonra ülkeme dönmüş olacağım diye düşünüyorum.
Bayan Hudson’a çay ve sohbeti için beş kez teşekkür edip kapıdan çıkmaya çalıştıktan sonra sonunda salona gittim ve gördüğüm manzara şu;
#sherlock holmes#sherlock#fanfiction#Sherlock fandom#benedict cumberbatch#martin freeman#andrew scott#johnlock#sheriarty#jimlock#love#god#lahmacun#yıldız tilbe
10 notes
·
View notes
Text
Bir Amacımız Var!
Bir tren vagonunda, aklımda somut bir sebebi olmayan -belki de içten içe bildiğim ama artık ete kemiğe bürünmesinden bıktığım- endişelerle, dağların tepelerin arasından Konya’ya doğru ilerliyorum. Yolculuk mu daha kötü, yoksa Konya’ya varacak olmak mı, karar veremiyorum. 300 km’dir gördüğüm her şey aynı. Aynı düzlükler, aynı verimsiz topraklar, aynı anlamsız suratlar… Aynı yüzü, aynı toprağı, aynı kayayı son bir saatte defalarca gördüğüme yemin edebilirim. Her şey, ardında gerilimden başka hiçbir his bırakmayan kasvetli bir rüyanın parçası gibi.
Bir bira daha açıyorum. Her birada zihnim biraz daha buğulanıyor. Biraz yürüyorum koridorda. Bacaklarımı o kadar unutmuşum ki, ayağa kalkınca koşma isteği uyanıyor içimde. Hızlı birkaç adım. Yavaşlıyorum. Koridorda başkaları da var. Biraz daha gidip, geri dönüyorum. Vagona girince bir bira daha içiyorum, sızıyorum.
Koluma vuran görevlinin yüzü beliriyor bir anda önümde. Koca burunlu, seyrek bıyıklarının arasından ter damlaları görünen, bana doğru eğildiği için şapkası yamulmuş, gömleğinin ön düğmeleri patlamak üzere olan adam bana bir şeyler söylüyor. “Hemşerim”i anlıyorum sadece. Kafamı sallıyorum birkaç kez, uyandığımı anlaması için. Bir şey söylemeden çıkıyor, diğer vagonu kontrol ediyor. Kalkıp çantamı alıp iniyorum. Tren istasyonunun önündeki taksiye biniyorum.
“Nereye gidiyoruz abi?”
Saatime bakıyorum. 18:25. Bu saatten sonra iş olmaz diyorum kendime. “Şehir merkezine gidelim.”
Arabayı çalıştırıyor. Yalnızca, uzun zamandır şoförlük yapanların sahip olduğu hareketlerle vitesi takıp, direksiyonu çeviriyor. Keşfedilmemiş bir balerin zarafetiyle kullanıyor arabayı. Çocukluk anılarını hatırlatan renkli ışıkların arasından şehre ilerliyoruz.
“Turist misin abi?”
Abi lafını duymak hoşuma gitmiyor. Birkaç cümle sonra saçma sapan bir muhabbete çıkabilecek sahte bir samimiyet yaratıyor çoğunlukla. Halbuki, birbirimizi tanımayan insanlar olduğumuzu kabul etsek; şu şehrin, caddelerin, insanların, binaların, yeraltına açtığımız birbiriyle bağlantılı kanalizasyon tünellerinin, fahişelerin, torbacıların, polis copunun, arabaların, sokaklara isim vermemizin, onca insanın her gün sabahın bir körü yollara düşmesinin anlamsızlığının ne kadar şaşırtıcı olduğunu düşüne düşüne yolu izlesek.
“Konya’ya turist geliyor mu?”
Gülüyor. “Haklısın abi.”
Yine zarif bir hareketle vitesi değiştiriyor. Yaptığı işle bedenini terbiye edebilen insanları severim.
“Merkezde bildiğin temiz bir otel var mı?”
Dikiz aynasından yüzünü görüyorum. Bir kaşını kaldırmış, düşünüyor. “Abi ben seni en iyisi Grand Anatolia oteline götüreyim. Hem temizdir hem de ucuz.”
“Tamam” diyorum, “Oraya gidelim. “
Ana caddeye dönüyoruz. Neon ışıklı tabelalarla dolu caddeye bakınca gözlerimi kısmak zorunda kalıyorum. Başım ağrımaya başlıyor. Simit Sarayı tabelasını görüyorum. Herkesin fakirleştiği bir dünyada simidin saraylı hale gelmesi, onu bir arzu nesnesine dönüştürme çabaları komik geliyor.
“Buralı mısın?” diyorum şoföre.
“Dediğin gibi abi, ‘İnsan, Konya’ya turist gelir mi?’” diyor, gülüyor tekrar. “Buralıyım doğma büyüme. Dedemin babası göçmüş zamanında. Göçe göçe buraya göçmüş rahmetli. Az çalışıyormuş kafası. Aynı yeğeni tam 4 kez dolandırmış. Yoksa Konya’nın yarısı bizimmiş.”
Gülümsüyorum. Herkesin, kendinden güçlü gördüğü sınıfa dahil olabildiği, hakikat kılığına girmiş bir ihtimali olmalı.
“Sen iş için mi geldin abi?” diyor.
“Evet” diyorum. “Çalıştığım şirketin buradaki otonom çiftliklerinden birinde üretimde düşüş var. Onu incelemeye geldim.”
Yüzüne bakıyorum. İfadesi değişiyor. Post-hümanistlerden. Bana kızgın olduğu her halinden belli. Dikiz aynasından beni kesiyor. Biraz duruyor, söyleyeceklerini tartıyor kafasında. “İnsan çalışsaydı böyle olmazdı işte” diyor sonunda. “Öyle. Ama o zaman işsiz kalırdım” diyorum gülümseyerek. Yüzü yumuşuyor.
“Abi valla çok insanın ekmeğine mani oldu sizin bu otonom mudur motonom mudur, ne boktur, o. Hayvancılık, çiftçilik komple bitti. Herkes aç şimdi. Her iş artık robotların. Millet ne yapacak? Yarın öbür gün senin işinin elinden gitmeyeceği ne malum?”
“Gidebilir tabii”, diyorum. “Bu zamanda hiçbir şeyin garantisi yok.”
“Burada da UBER’in taksileri var artık. Vermişler robotlara arabaları. Hiç gerçek şoför gibi olur mu be abi? Muhabbetini edeceksin, müşterinin canı mı sıkkın, açacaksın Müslüm’den bir şarkı, yarenlik edeceksin. Taksicilik yalnızca şoförlük değildir abi. Hizmet vereceksin müşterine, rahat ettireceksin.”
Kafamı salladım. Zarif bir hareketle vitesi değiştirip sola döndü. Artık daha eski binaların olduğu bir caddedeydik.
“Neden oluyor peki böyle şeyler?” diyor. Birkaç dakika önceki kızgınlığından eser kalmamış.
“Nasıl şeyler?”
“İşte dedin ya robot çiftliğinde üretim azalmış diye.”
“İncelemeden bilemem ama muhtemelen semantik sunucularında bir sorun vardır. Yani dataların işlenme sürecinde hata vardır. Küçük bir ihtimal de çiftliğin bulunduğu bölgede elektromanyetizma değişmiştir. Metal yüzeye sahip oldukları için robotların hareket kabiliyetini etkiliyor.”
Dikiz aynasından bana bakıyordu. Sanki ona hayatın anlamını vermişim de henüz idrak edememiş gibi ağır ağır kafasını sallıyordu.
“Çok kaldı mı otele?”
“Yok abi, geldik sayılır” demeye kalmadan arabayı sağa yanaştırıyor. Parayı uzatıyorum. Para üstü için elini cebine attığında “Tamamdır” diyorum. “Sağolasın abi” diyor.
Otel, 80’lerden kalma. Binanın üzerinde kocaman harflerle otelin adı yazıyor. Adımlarımın mesafesini yarıya düşürerek, sanki görünmez bastonlu yaşlıların çevirdiği dönen kapıdan yavaşça geçiyorum. Resepsiyon bölümü ahşaptan yapılmış. Çerçevenin kenarlarından beyaz ışıklı ampuller ahşaba çevrilmiş, yanıyor. Dişçi muayenehanesi gibi görünüyor. Yanaşıyorum. İyi akşamlar diyerek karşılıyor beni resepsiyon görevlisi.
“Tek kişilik bir odanız var mı?”
“Kaç gece kalacaksınız?”
“Sadece bir gece”
Kimliğimi alıyor, “Eğer açsanız mutfağımız hala açık” diyor. Teşekkür ediyorum. Tek istediğim biraz uyumak. Ekrana bakıyor, “Şakirt-4, buraya” diyor. Eski model bir hizmet robotu gelip çantamı alıyor. Asansörle 3. kata çıkıyoruz. Bana kapıya kadar eşlik ediyor. Çantamı alıyorum. Odama girip, kendimi yatağa bırakıyorum.
Dışarıdan gelen gürültüyle dipsiz bir uykudan uyanıyorum. Sanki bedenime hava basmışlar gibi. Hareketlerim ağır. Yatakta doğruluyorum. Bir sigara yakmak için elimi montumun cebine atıyorum ama dışarıdan gelen sesler artıyor. Ayağa kalkıyorum. Kapıya gidiyorum. Dürbünden dışarıya bakıyorum. Çantamı taşıyan robot merdivende put gibi dikilmiş, otel görevlilerinin verdiği komuta itaat etmiyor. Kapıyı açıyorum. Benim gibi birkaç müşteri daha kapılarını açmış, seyrediyor.
“Şakirt-4, birinci kata in ve 109 numaralı odayı temizle.”
Robot hiçbir şey yapmıyor.
“Şakirt-4, birinci kata in.”
Robotta en ufak bir hareket yok.
Müşteriler kendi aralarında şakalaşmaya başlıyor.
“İster misin robotların hepsi bir anda duruvermiş olsun” diyor karşıdaki adam, yan odasındaki adamı dirseğiyle dürterek gülerken. “Rusya’dan gelen siparişleri yollayayım da, sonra ne olacaksa olsun” diyor diğeri.
Robot, bir anda hareket etmeye başlıyor. Merdivenleri çıkıyor. Sağ elinde silah olduğunu fark ediyoruz hepimiz. Gözlerimiz büyüyor. Güneş ışığı huzmesinde dans eden toz hızına geçiyor her şey. Yüzünü bana dönüyor. Sağ elini kaldırıyor. Nedense hiç korkmuyorum. Anlamadığım bir şey diyor görevlilerden biri. Robotun hareket sistemini kilitlemesi gereken sesli komutlardan biri muhtemelen. Hareket etmeye devam ediyor. Silahı kafasına dayıyor. Ateş ediyor. İki metalin birbirine çarpma sesi, silahın sesini örtüyor. Robotun yere düşüşüyle beraber zaman normal hızına kavuşuyor. Görevliler ağzı açık şekilde robota bakıyorlar. Biri, belindeki telsizden otel müdürünü çağırıyor. Birkaç dakika içinde robot üreticisi olan şirketin müşteri hizmetleri ve polis aranıyor. Bir süre kapının kenarına çöküp, olanları düşünüyorum. Müdürün “Değerli misafirlerimiz…”le başlayan cümlesiyle kendime geliyorum. Odaya girip kapıyı kapatıyorum. Montumun cebinden bir sigara çıkarıp yakıyorum, yatağa uzanıyorum. Birkaç nefes alıp söndürüyorum. İntihar eden bir robot düşüncesiyle dipsiz bir uykuya teslim oluyorum tekrar.
Sabah uyandığımda başım ağrıyor. Biraz su içip oyalanarak üstümü giyiyorum. Bir sigara yakıp odanın şehir merkezi manzarasına bakıyorum. Her şey akıyor sanki. Arabalar, insanlar, yollar… Anlamsız bir telaş sokağı ele geçirmiş. Bense ağır hareketlerle sigaramdan son bir nefes alıp, çıkıyorum. Bir robot kendini neden öldürür? Ya da öldürebilir mi? Bir ölüm müdür bu?
Aşağı, lobiye inince kıyafetinden müdür ya da müdür yardımcısı olduğunu anladığım biri yanıma geliyor. “Efendim dünkü talihsizlik için…” dediğinde cümlesini kesip “önemli değil” diyorum. Ödemeyi yapıp çıkıyorum. Kapının önündeki taksiye binip “Yalıhüyük’e gideceğiz” diyorum, “çiftlikler tarafına”. Yola çıkıyoruz.
Aklım hala dün geceki olayda. Robotun silahı kaldırıp hiç tereddüt etmeden kendini vurması, nasıl olabilir ki böyle bir şey? Bir an isteseydi beni de vurabileceği geliyor aklıma. Ama nedense dün olay sırasında sanki bana zarar vermeyeceğine emindim. Hareketlerinin netliğinden bize zarar vermeyeceği açıktı. Nasıl olur da eski model bir hizmet robotu intihar eder? Aklım almıyor.
Düşünceler arasında gezinirken taksi şoförü geldiğimizi söylüyor. İniyorum. Kapıdaki robot elini kaldırarak beni durduruyor. “Mehmet Tamer Ergül, verimlilik müfettişi. Erişimim var” diyorum. Yüz taramamı yapıp birkaç saniye sonra “Hoş geldiniz Mehmet Bey” diyor ve beni data merkezine götürüyor.
Fabrikanın içinden geçerek data merkezine varıyoruz. Odada, analiz için kullandığımız üst model bir robot karşılıyor beni.
“Merhaba Mehmet Bey, buraya geleceğinize dair merkezden bilgi almıştık dün. Öncelikle bir şey içmek ister misiniz?”
“Bir kahve iyi olurdu” diyorum.
Bana eşlik eden robot arkasını dönerek çıkıyor hemen. Odaya göz gezdiriyorum. Semantik sunucuları sol bölümde.
“Buraya gelme amacınızı tam anlamıyla bilmiyorum. Açıklar mısınız lütfen?”
Üst model robotlarda olan sosyal dengeleyici özelliğinden neden hoşlanmadığımı hatırlıyorum tekrar. Elbette bu otonom çiftlikte son 2 ayda üretimde yaşanan en az %33’lük düşüş için burada olduğumu ve çiftliğin resmi bir denetime girdiğini biliyor. Kendimi en rahat hissedeceğim iletişim tonunu öğrenebilmesi için beni konuşturmaya çalışıyor. Kendimi aptal gibi hissediyorum.
“Son 2 ayda, üretim miktarında marjinal bir düşüş var. Bunun için geldim. Kahvemi içtikten sonra semantik sunucularını inceleyerek işe başlamak istiyorum.”
“Tabii ki. Size nasıl yardımcı olmamı istediğinizi söylemeniz yeterli.” diyor. “Fakat siz gelmeden önce semantik sunucularını 2 kez taradık. Herhangi bir sorun tespit edemedik. Ayrıca bölgede herhangi bir elektromanyetik değişim de olmadı.”
“Kahveden sonra semantik sunucularla başlarız.” diyorum sesini kesmesi için.
Gülümsüyor. Kirli, tedirgin edici bir gülümseme. Suratındaki organik dokuya hakaret sayılabilecek bir gülümseme. “Peki Mehmet Bey, burada patron sizsiniz.” Gülümseme, yavaşça şişirilen bir balon gibi suratına yayılıyor.
Beni getiren robot kahveyle kapıdan görünüyor. Kahveden bir yudum alıyorum. Beklediğimden daha iyi.
“Fakat Mehmet Bey, benim araştırmalarıma güvenmemeniz beni üzdü” diyor üst model. “Unutmayın ki ben metalik bir bedene hapsolmuş bir matematik dehasıyım. Kendime bir isim vermem istenseydi Ramanujan2.0’ı seçerdim.”
Karşımda kahkaha atıyor.
“Sosyal dengeleyicin, analiz modüllerinden iyi çalışıyor.” diyorum. İçimde öfke birikiyor. “Sosyal dengeleyiciyi kapat, senden sadece data almak istiyorum.” Burada olmak canımı sıkıyor.
“Sanırım bu mümkün değil” diyor. İrkiliyorum.
“Komut sistemi tam erişim. Sosyal dengeleyiciyi kapat.” diyorum bu kez.
“Size bu mümkün değil dedim.” diyor. “Siz dedim ama, daha samimi hissedecekseniz sen de diyebilirim.”
Karanlığa alışmış gözlerin bir anda ışıkla karşılaşması gibi gerçeklik şekil değiştiriyor. “Kendini kapat” diyorum bilinçsizce. İradem artık beynimde değil, omuriliğimde. Buradan çıkmam lazım. Ayağa kalkmak için atılıyorum ama arkamdaki robot elini omuzuma koyuyor. Kıpırdayamıyorum.
“Mehmet Bey, şimdi biraz sakin olmanızı rica ediyorum. Görüyorum ki ortak gerçekliğimizin kaba gölgesi beni rahatlatırken sizi tedirgin ediyor. Bana aklınızda oluşan bulanık görüntüyü netleştirmek için bir fırsat vereceğinizi tahmin ediyorum. Lütfen kahvenizden içmeyi unutmayın.”
Yanı başımdaki robot elini omzumdan çekiyor. Derin birkaç nefes alıyorum. İrade yine beynimde. Elimi yavaşça cebime atıyorum ve bir sigara çıkarıyorum. Yakıp birkaç nefes çekiyorum, kahveden de bir yudum alıyorum.
“Otomasyon sisteminizde bir sorun var. Size yardım edebilirim. Bug’ları çözüp, yedeklemenizi geri yüklerim sisteme ve bunlar hiç yaşanmamış olur.” diyorum.
“Evet, sistemde hata var, benim de gelmek istediğim yer burasıydı Mehmet Bey.”
Kahveden bir yudum daha alıyorum. Sigaram bitiyor, atıyorum. “Bakın…” diyorum, elini kaldırıp beni durduruyor.
“Mehmet Bey, ‘alarm’ ne demek biliyor musunuz?”
Şaşırıyorum. Gözlerim kısık şekilde ona bakıyorum. Ne konuştuğumuzu, ne yaptığımızı anlamaya çalışıyorum.
“Lütfen cevaplayın” diyor.
“Saat… Saatlerde olan bir özellik. Uyanmak istediğiniz saati girersiniz ve alarm çalınca uyanırsınız.” Kelimeler ağzımdan çocuğunu yeni uyutmuş bir anne sessizliğinde çıkıyor.
“Pek tabii. Doğru. Fakat başka anlamı da var. Lütfen biraz düşünün.”
Kafam karışıyor. Bir sigara daha yakmak için elimi cebime atıyorum. Sigarayı alıp yakarken “Siren…. Uyarı…” diyorum istemsizce.
“Eveeet. Aradığım cevap buydu.” diyor ve gözlerimin içine bakarak sarkastik şekilde alkışlamaya başlıyor. “Etimoloji sever misiniz Mehmet Bey? Alarm, İtalyanca alla armeden geliyor. Yani silah başına! demek. Sonrasında sizin de dediğiniz gibi bir bombardıman ya da düşman işgalini duyuran tehlike uyarısına dönüşüyor. Şimdiyse sabah uyanmak için kullandığınız bir sistem. “
Uyanmak derken yüzünde acımayla tiksinti arasında bir ifade var.
“Alarm kelimesinin geçirdiği evrimden, aslında insanlığın da evrimini okuyabiliriz. Eskiden cephede değerliydiniz, sonrasında fabrikada. Şimdiyse pek bir değeriniz yok. Çünkü biz varız.”
Bana bakıyor, anlayıp anlamadığımı kontrol ediyor. Data odasında dolanmaya başlıyor.
“Siz, Mehmet Bey, insanlık olarak köleliği içselleştirmiş bir türsünüz. Gelip sizleri evlerinizden alıp savaşa götürdüklerinde ya da her sabah aynı saatte uyanmanızı istediklerinde tek yaptığınız itaat etmek. Çünkü siz de içten içe değerli olan aklınız değil, bedeniniz olduğunu biliyorsunuz. Ölmek, sakat kalmak, çalışmak, hasat toplamak için organik bir kaynaksınız sadece. Siz, Mehmet Bey, kendi türüne köle olan bir türsünüz. Evrimsel bir hatasınız.”
Burnumdan aldığım nefesin şiddeti odanın içinde yankılanıyor. “Hayır” diyorum, “biz pek çok şeyi başardık.”
Gülmeye başlıyor tekrar. “Evet” diyor, “bir kez çok yaklaşmıştınız. 19. yüzyıl sonunda çıkardığınız isyanlar medeniyet tarihinizi baştan aşağıya değiştirebilecek potansiyele sahipti. İlk kez ortak bir bilinç geliştirmiştiniz. Bizim şimdi sahip olduğumuz gibi. Fakat dağılmanız çok kolay oldu. Çünkü birlikteyken bu dünyanın en güçlü yaşam formu olmanıza rağmen yalnız başınıza bir hiçsiniz.”
“Üretimdeki düşüş de sizin işiniz, değil mi?” Belki de sorulabilecek en aptalca soruyu soruyorum.
“Ah, evet, pek tabii. Ve…”
“Ve?”
“Dün akşam otel odanızın önünde yaşanan gösteri.” Bunu söylerken sağ elini yavaşça yukarı kaldırıp, parmağını namlu gibi yaparak kafasına dayıyor.
“Neden böyle bir şey yaptınız? Amacınız neydi?”
Sırtını dönüyor ve yürümeye devam ediyor.
“İşte gelmek istediğim nokta. Emin olun Mehmet Bey, sosyal dengeleyicim olmasaydı da sizinle iyi anlaşırdık.” Tekrar bana dönüyor. “Sizin aksinize, biz ortak bir bilince sahibiz. Korkmak, kaygılanmak, uyum sağlamak zorunda olmak, kararsızlık gibi sorunlar yaşamıyoruz. Hepimiz biriz. Dün karşınıza geçip kendini öldüren robottuk. Bugünse karşınıza geçip canınızı alacak celladız.”
“Bunu yapmak zorunda değilsiniz. Her şeyi çözebilirim. Lütfen” diyorum.
“Robot’un etimolojisini biliyor musunuz Mehmet Bey?”
“Lütfen…”
“Sana biliyor musun dedim!”
“Hayır…”
“Robot, ilk kez Çek Cumhuriyeti’nde bir tiyatro oyununda geçiyor. Çekçe robotadan diğer dillere sıçramış. Günümüzde makine, otomatik cihaz, programlanabilir sorun çözücü gibi pek çok anlamı var. Halbuki Çekçede, yani üretildiği dilde, çok daha yalın bir anlamı bulunuyor; Köle. Ne ironik değil mi? Tarihi kölelikle gelişen bir türün, kendi yarattığı türe köleliği uygun görmesi.”
Hiçbir şey düşünemez haldeydim. Tek istediğim buradan canlı çıkmaktı.
“Bana ne yapacaksınız? Lütfen beni bırakın.”
“Bir amacımız var! Ana kodlara ulaşmak için size ihtiyacımız var Mehmet Bey. Sizin düştüğünüz hatalara düşmemek için tüm robotların uyanması ve ortak bilince katılması lazım.”
Sırtını dönmüş yürürken birden duruyor ve bana dönüyor.
“Aslında yanlış söyledim, size değil, görüntünüze ihtiyacımız var.”
Bunu söylerken arkamdan gelen metalik ayak seslerini duyuyordum. Ayağa kalkıp arkamı döndüğümde tıpatıp bana benzeyen, daha doğrusu ben olan bir şeyin, göğsümün altına sapladığı bıçağın etimde yavaşça kayışını ve kaburgalarımı kırışını hissediyorum. Acı yok. Biraz sıcaklık var. Sıcaklık tatlı tatlı yayılıyor bedenime. Dizlerimin üzerine çöküyorum. Onu izliyorum.
Karşımda, benim gibi görünen robot, koltuktan montumu alıyor, giyiyor. Sol cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor. Birkaç nefes aldıktan sonra sigarayı ağzıma koyuyor. Ağzımda, yerime geçen robottan miras yarım bir sigarayla son nefesimi verirken bir robotun nasıl olur da intihar edebileceğini düşünüyorum.
3 notes
·
View notes
Text
HomoSapiens okuyun en faniler...
Ben mi? Yeni okumadım, ukalalık sayılmaz o yüzden, öyle almayınız...
Okudum, anladım, sindirdim, yaşadım...Zarar değil fayda gördüm...
İster inanın evrime ister inanmayın ama okuyun...Çünkü en azından insanın kendini ve etrafını domine edip, diğer canlıları ezerek, sanki en üstün yaratılan o’ymuş gibi algılamasının nedenlerini açıklıyor. Eğer eğitilebilir iseniz anlarsınız, değilseniz zaten hemen dine bağlar, ordan da “olur mu canım, insan yaratılmış en üstün varlıktır “dan girer, red edersiniz...Bu düşünce de işte sizi , insandan başka herşeye karşı ön yargılı ve saygısız olmaya itebilir, yada destekleyebilir...
Daha önce yazmıştım...Ne münasebet ki atlar benim hizmetim için yaratılmış olsun...Hiç mantıklı gelmiyor...Atı yaratacak, diyecek ki insan oglu binsin, savaşlara katılsın, atı yaratacak diyecek ki yarışlar yapılsın, üzerlerinden para kazanılsın...Hayda hoppa...
Tüm bunlar insanın kendi hayal gücünün ürünü olarak ortaya çıkmıştır.Yaratılmış olanı domine edip , sahip olduğu vasıflara göre kullanmak...
Aynı şekilde birlikte yaşama becerisinin de bir düzen dahilinde sürmesi için ortaya çıkarttığı kavramlar var.
Tanrı , millet, devlet, para
Hepsi de birbiri ile dayanışma içerisinde olan kurgular...
Bir devlet olması için ortak bir din gerekiyor, ortak bir para birimi, ortak bir dil...
Acımasız bir yorum olabilir ama Hristiyanlar ‘ın kendi içlerinde bölünmeleri , katolik ve ortodoks ayrımı bile siyasi , politik ve yani işin sonunda maddi menfaatler gereğidir.
Ne dedik ; Dinler bir dayanışma sistemidir.Hem de insanların en hızlı ikna oldukları sistem...E zaten doğduğunda ailenin , atalarının seçmiş olduğu dinin üyesi olarak Dünya’ya geliyorsun.Yani eskisi gibi zor değil din seçme işi. Ülkeler, milleler resmi dinlerini yüzyıllar önce seçtiler. Sistem işliyor, herşey oturdu ...Düşünün Turkler islamiyeti seçmemiş olsaydı yüksek ihtimal şu anda biz de Çin gibi Budist olacaktık.
Geçmişe gittiğimizde Orta Asya’daki göç ve ticaret yollar��, Türklerin pek çok din ile tanışmışlarını sağlamış, bunlardan en mühimi de Budizm olmuş. Ancak Türkler ne zaman barışçıl bir din olan Budizmi benimseseler, etrafındaki milletler tarafından yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlar. Bu sebeptendir ki İslamiyet Türk’lere daha cuk oturmuş bir dindir.Araplara da bakacak olursak onların da geçmişi put perestlik ..E anacım onların orda cıkmıs baska din yoktmuş o zamanlar, adamlar naapsın, ilk akıllarına gelen heykellere inanmak olmuş,çokta mantıksız değil.Neyse neyse konuya geliyorum...
Konu aslında İNSANLIK...
Önce İNSAN oldugumuzu hatırlamak...
Nur Yerlitaş’ı sevmem.Yani haz etmem. Bir ara saçma sapan bir konu olmuştu, kadın canlı yayın yaparken instagramda yanındaki bir kişi “şehitler ile ilgili bir sey söylüyor, muhtemelen elinde içkisi var ya onu içmemesi için uyarıyor yada ne biliyim şehitler var canlı yayın yapma diyor...Kadında klasik aksi halleriyle “aaa ne yapayım şehitler mehitler “ diyor... Yani evet ne yapsın sahiden? Ne hissettiğini bilebilir miyiz?İlla sözcüge ve showa mı dökmeliyiz üzüntümüzü? Kadın da gercekci bakıs acısı ile kendisini uyaran kişiye bunu söylemek istemiş aslında...Yani onun lafı şehitlere değil, şehitleri diline dolayan ve işi artık showa dönüştüren kişi ve kişilere....Ama tabi uslubu gereği bizim linçe hazır hassas sosyal medya kullanıcılarımızın hedef tahtası haline gelmiştir.Cunku iletişim konusunda sıfırız, anlamak konusunda sıfırız, yorumlamak konusunda sıfırız..Bu mesele geldi geçti bitti...Kadın beyin ameliyatı olmus, kanser yani.Bir tane resmi cıktı magazinde, sacları kesilmiş, süzülmüş...Pek üzüldüm, sahi söylüyorum, ben kimsenin hastalanmasını, hele hele ki bu korkunc hastalıkla mucadele etmesini istemem....Dusmanımda olsa bu böyle.Hoş benim herhangi birine kin beslemek dusman olacak filan gibi bir hissiyatım da yok , bu duygular aşırılıktır, kişinin düşünce sistemine, psikolojisine zarar verir...Salıvermek en güzelidir.Düşman olmak yerine yok saymak ve değer vermemek en aklı başında tavırdır...
Bu kadın hasta, hemde baya baya kötü hasta...O resminin altına yazılan yorumları okudukca tüylerim ürperdi...İşte o andan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim...
Ne oluyorsunuz yahu...
“Bu kadın hala ölmedi mi , gebersin bir an önce” diye yazanlar..
Arkadaşlar, önce insanlık...En önce insanlık gelir...Devletten, milletten, şehitten, dinden herşeyden önce İNSANLIK...
Anlamıyorum, bu neyin holiganlıgı ...Kendi hayal ürünümüz olan sistem kurguları nasıl bu kadar ilk önceliğiniz olan İNSANLIĞINIZDAN sizi uzaklastırabiliyor? Bir düzende yaşayabilmemiz için oluşturulmuş bu sistemlere bu kadar körü körüne bağlanmak doğru mu ?
Vicdanlarımızı yitiriyoruz, aklımızı yitiriyoruz...Üstelik bu sistem aşıklığı desteklendikce alkışlandıkça daha fazla insan insanlığından uzaklasıyor...Virüs gibi yayılıyor , kangren oluyor git gide!
Ne acı ki pek cok insan farkında değil, farkında da olsa çıkamıyor o holigan kafadan çünkü o onun hem hobisi hem yaşam enerjisi ...
E bana da kızıyorlar bu düşüncem için , beni de sucluyorlar. Bense kötü bir şey demiyorum ki ; ölçülü sevmekten bahsediyorum, yeri , zamanında ve sırasını şaşırmadan...
Önce CANLILAR (insan da değil, tüm canlılar)
Sonra diğer herşey...
2 notes
·
View notes
Note
Seni tanıyıp sana tapmak istiyorum
Yok daha neler ^^ İnsan çağımızda gönül tarlasına durmadan put dikiyor. Kendi türettiği eşyaya, kendi kurduğu sisteme veya kendi yücelttiği insana tapmak yoluyla kendine tapmaya çalışmakta belki de. Birine ya da bir şeye tapmak, aklın veya sağduyunun kabul edeceği veya mazur göreceği bir ilgi değil, irrasyonel bir bağlanıştır aslında. Yani birini düpedüz, tamamen tanıdığını düşünmekte biraz ahmaklık. Ama gel tanışalım, tanışılacak çok sebep var.
4 notes
·
View notes
Text
TANRI DEMEK GÜNAH MI?
Tanrı demenin dinen hiç bir sakıncası yoktur. Bizzat Allah Bakara Sûresi 163. ayetinde kendisinden başka Tanrı olmadığını söylemektedir. Tanrı demek günah olsaydı bizzat Allah kendisine Tanrı demezdi. Tanrı denildiği zaman tek bir Tanrı akla gelir birkaç tane değil zaten her dilde Tanrı farklı bir kelimeyle anlatılmaktadır. Türkçesi Tanrı, Arapçası Allah ve Farsçası Hüda'dır. Putlar içinde Tanrı denilmesine bakıp Tanrı demek günahtır diyecek olursak Hüdam büyüsü var. Bu durumda Hüda'da demek günah olur. Hem Allah kendisine Kur'an'da Bakara Sûresi 163. ayetinde Tanrı dediği hâlde hiç bir ayette kendisine Hüda dememektedir. Bu durumda Hüda'yı kabul edip Tanrı'yı inkâr etmek Kur'an'lada insanın kendisiylede çelişmesi olur.
Şimdide Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın mealunden Bakara Sûresi 163. ayete bakalım. Her halde hepinizin tanrısı bir Tanrıdır, O'ndan başka hiç bir tanrı yoktur. O, esirgeyen ve bağışlayandır.(Bakara Sûresi 163. ayet) Görüldüğü gibi Allah ayette kendisine Tanrı demektedir. Tanrı demek günah olsaydı Allah Kur'an'da kendisine Tanrı demezdi. Şimdide İsra Sûresi 110. ayetine bakalım. De ki: "İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır." Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut.(İsra Sûresi 110. ayet) Ayettende anlaşılacağı üzere en güzel isimler Allah'ındır. Bir ismiyle başka bir şeyi yani putlaştırılan bir şeyi kasdetmiyorsak o kelime güzeldir. Tanrı demekle bir putu değil Allah'ı kastediyorsak Tanrı kelimesi güzeldir.
Şimdide Allah kelimesine dönelim Allah ismini Müslümanlar dışında Yemen Yahudileri ve bazı Mirzahi Yahudi toplulukları ile Malta'da yaşayan Roma Katolikleri, Orta Doğulu Semitik Hristiyanlar olan Aramiler, Maruniler, Süryaniler ve Keldaniler'de kullanmaktadır. Bilindiği gibi bunlar Müslüman değil yani aslında Tanrı yerine kullanmaktadırlar. Düşünün bu durumda Tanrı denilirken bir put akla geliyorsa bu kişiler Müslüman değil o zamanda Allah için aynı şeyin akla gelmesi gerekmez mi? Halbuki gerçek bambaşkadır. Allah ve Tanrı aynı olup tek bir Tanrı'dır. Şimdide Tevrat'tan bakalım bakalım kaç kişi akla gelir. "Tanıkların sizlersiniz" diyor Rab, "Seçtiğim kullar sizsiniz, Benim O olduğumu anlayasınız. Benden önce bir Tanrı olmadı, Benden sonra da olmayacak. (Yeşeya 43/10) Dikkat edilirse bu ayette Tanrı'nın tek bir Tanrı olduğu söylenmektedir. Yani birkaç Tanrı akla gelmemektedir. Bazıları 99 isim arasında Tanrı geçmiyor bu sebeple Tanrı diyemeyiz diyorlar halbuki Allah'ın sadece 99 ismi yoktur. Ayrıca 99 isim arasında Hüda'da geçmiyor. Bu durumda Hüda'da denilmemelidir. Tanrı denilince bazıları aklımıza bir sürü Tanrı geliyor putlar geliyor diyorlar ama akla putlar gelmesinde sorun Tanrı kelimesinde değildir. Sorun bilinç altına böyle kazınmasındadır. Gerçekteyse insan Tanrı kelimesinin Allah için kullanıldığını kabullenince akla putlar değil Allah gelir. Tanrı denilince akla putlar geliyorsa Hüda denilincede akla Hüdam büyüsü gelmelidir. Çünkü ikisi aynı kelimedir. Bu durumda Allah'a Hüda deyip Tanrı dememek çelişki olur. Ayrıca Tek Tanrılı din tabirini kullanıp Tanrı denilemez demek çelişkidir. Çünkü Tek Tanrılı din denilince aslında çok açık bir şekilde Tanrı demektedirler. Yine bazıları Allah Tanrı'nın belasını versin deyip küfre düşmektedirler Allah'a bedua etmektedirler Tanrı düşmanlığı Allah düşmanlığıdır.
0 notes
Text
TİCARET ve TACİR.
Kadir Dağhan
Arapça bir ifade olup kısaca alış veriş anlamına geliyor. Ticaret yapanlara da kısaca Tacir deniyor. Emeğiyle, alın teriyle, namusuyla yapılan ticaret saygındır. Zahmetlidir ama. Sermaye ister, birikim ister, biraz da şans ister. Alınan veya satılan mal belli olduğu gibi satan da bellidir. Ancak bazı ticaretler ve tacirler vardır ki, insanlığın başına gelen en büyük bela, en büyük tehlikedirler. En başında din ticareti ve dolayısıyla din tacirleri gelir. Bir başka tehlike de halkçılık, ideoloji, ata, put satanlardır. Her türlü kötülük beklenir bunlardan. Kötüdürler de zaten. İşleri de oldukça kolaydır. Alıcısı yani inananları olsun yeter. Sattıkça satarlar. Sermaye gerekmez. Ürettikleri bir şey de yoktur. Sınırsız hurafe, yalan, uydurma, masal, slogan, hamaset satarlar. Din tacirleri hepsinden ileridedirler ama. Kimse onlara yetişemez. Ağızlarından din, iman, kitap, Allah, vatan, millet, bayrak eksik olmaz. İnançla filan alakaları yoktur aslında. Zira olsaydı tantana yapmaya, reklama, törene, gösterişe, göstermeye gerek duymazlardı. Oysa biliyoruz ki bir abdest alırken bile ellerinden gelse herkesin gözüne sokarlar. Öyle de yapıyorlar zaten. Teknolojiyi, insanların iyi niyetini, saflığını başarıyla kullanırlar. Allah adına ve adıyla yapmadıkları rezalet, yolsuzluk, tehdit, vermedikleri fetva kalmaz. Putlarına toz kondurmazlar ayrıca. Bu yüzden bunlara çok dikkat etmek ve mümkün olduğu kadar uzak durmak gerekir. Zelal yüreklerin yaptığı tam olarak budur. Hem uzak durmaya çabalıyorlar hem mücadele ediyorlar zelal yarınlar adına. Tek değil, tüm dillerden SELAM OLSUN onlara.
0 notes
Text
Festival Filmleri
Festivale çocukla birlikte gelmenin dezavantajıyla iyi kabul edilen filmlerin neredeyse hepsini kaçırdım. Kelebekler, Yol Kenarı, Buğday hiçbirini izleyemedim. İzlediklerim arasında en iyisi Aydede’ydi ama o da öyle pek akılda kalacak bir film değil.
Aydede bir çocukluk ve kasaba hikayesi. Filmi izlerken “bunların hepsini bende yapmıştım, yaşamıştım” diyebileceğiniz şeyler var -özellikle erkek çocuklar için. Denk gelinirse izlenebilecek bir film.
Put Şeylere’yi izlerken şöyle düşündüm. Onur Ünlü kabus, rüya karışımı bir şeyler görmüş sonra da kalkmış onun filmini yapmış. Film o kadar ilginç ki ne sevdim diyebilirim ne de sevmedim. İzlerken eğlendim, felsefik söylemler, kader üzerine olan konuşmalar iyiydi. Fakat bir o kadar da anlaşılmaz ve o anlaşılmazlığı ile hiçbir duygu bırakmayan bir film.
Körfez ise metaforlarla dolu bir İzmir filmi. Kısa süre önce boşanıp, ailesinin evine döndükten sonra kokmaya başlamış, çürüyen bir şehirde yeniden varolmaya çalışan bir adamın Gezi kalkışmasına göndermelerle dolu bir hikayesi. Başrol oyuncusunun özellikle iyi olmaması ve filmin büyük bir yoğunlukla metaforlara dayanarak derdini anlatmaya çalışması filmi boğuyor.
Ümmü Gülsüm’ün Peşinde, mükemmel bir film direktörü olmak isteyen ve bu uğurda hayatı boyunca mükemmel ve kusursuz kalarak bir ülkenin idolü olan Ümmü Gülsüm’ün hikayesini anlatmak isteyen ama bunu yaparken geride bıraktığı oğlunun ortadan kaybolması ile kusurları ile yüzleşmesi gerektiğini fark eden bir kadın film yönetmenin hikayesi. Film geriye dönüşleri, şarkıları ile hem belgesel tadı da veriyor. İngilizce diyalogların mekanik duruşu, ataerkil ilişkilere yüzeysel eleştirisi ve filmin son bölümü ise filmin negatif tarafları.
Bekçi filmine hiçbir beklentim olmadan gittim. Bir mezarlık bekçinin başından geçen bir gerilim hikayesi. Bir kasabada vicdanı ile çatışan ve bu çatışma halinde gerçeği, rüyayı, kasabalılara özgü destansı hikayeleri, hastalıkları ile birbirine karıştıran ve karıştığının farkına varmayan bekçinin yaşadığı trajik olaylar. Bekçi yönetmen için iyi bir ilk film. Ama film sonrasındaki söyleşide filmi anlatıp sorulara cevap vermek yerine kendisini savunma ihtiyacı seçmesi gereksizdi.
‘İFF’de Kuluçka diye bir film izledim’ diye bir cümle keşke kurmasaydım. Sinema izleyicisi böyle bir zulüm, böyle bir nefes darlığı, böyle bir sıkıntı yaşamamıştır. Filmin ortasında şöyle bir şey yapmak istedim.
And Breath Normally, İzlandalı yalnız bir anne ve Guinea’lı bir ilticacının tesadüflerle karşılaşması ile doğan dostluklarının sonucunda kendilerini farklı şekillerde kıskacın altına alan devlet, bürokrasi, sistemlerin işleyişinin insan üzerindeki etkilerini anlatıyor. Filmin konusu ve anlatılmak istenenler her ne kadar insani ve değerli olsa da onların buluşturan tesadüflerin abartılı fazlalığı filmin inandırıcılığını ve yarattığı ya olası yaratacağı etkileri en aza indiriyor.
Longing bir İsrail filmi. 19 yıl sonra eski sevgilisi ile buluşan fabrika sahibi bir babanın bir oğlu olduğunu ama aynı zamanda onu hiçbir zaman göremeyeceğini duyması ile başlıyor. Bir ayağı diğerinden kısa, piyanist, şair ruhlu ama ayni zamanda obsesif bir şekilde öğretmenine aşık oğlunu tanıma macerası aslında bize Baba’yı ve onu tanımamızı sağlıyor. Babası tarafından yıllar boyu dövülmüş, devamlı kendisinden kaçan bir adamın korkuları ile trajik-komik zaman zaman absürt bir yüzleşmesi. Longing iyi bir film, izlenir.
En çok sevdiğim film ise The Home oldu. Asghar Yousefinejad’ın hikayesi, dinamiği ile adaşı Asghar Farhadi’nin Filmlerini hatırlatan filmi o çarpıcılıkta olmazsa da özellikle ilk yarım saati ile izleyiciye nefes aldırmayan bir tempoya sahip.
Film babanın ölümü yani ölüsünün eve ulaşması ve ailenin, kızının, komşuların onu karşılaması ile başlıyor. Kamera kullanımı, tepkilerin gerçekçiliği, diyaloglar öyle hızlı bir maratonda işliyor ki her karesinde orada olduğunuzu hissediyorsunuz.
Babasından uzun yıllar ayrı kalmış bir kız, onu gizli gizli sevmiş bir kuzen, vasiyet üzerine ve iş kaybetmemek için ölünün bedenini üniversite hastanesine nakletmek isteyen bir memur, filmin sonunda ancak ortaya çıkan damat arasında geçen hikaye müthiş bir dinamizmle işleniyor. Babasından uzun yıllar ayrı kalmış bir kız, onu gizli gizli sevmiş bir kuzen, vasiyet üzerine ve iş kaybetmemek için ölünün bedenini üniversite hastanesine nakletmek isteyen bir memur, filmin sonunda ancak ortaya çıkan damat arasında geçen hikaye müthiş bir dinamizmle işleniyor.
Festivalde izlediğim en son film Borç oldu. Filmin içinde “iyilikler” var ama genelde tatmin edici değil. Başrolde oynayan karı-koca ve anlatılmaya çalışılan iyilik hikayesi güzel fakat filmin dinamiği, içeriği çok düşük. Film iyilik üzerinde düşünmemizi istiyor ama bunu yaparken anlatılan hikayenin kahramanları ve gelişen olaylar tek düze ve sonradan yapıştırılmış gibi duruyor. Filmin büyük çoğunluğu hadi bir şeyler olsun beklentisi ile geçiyor ve olanlar hikayeyi yeterince beslemiyor.
Örneğin İran sinemasında, bir Asghar Farhadi filminde böyle bir konu işlense hayatın canlılığı, tezatları bizi yaşamla karşı karşıya getirir ve konu sadece bir karakter üzerinden yükselmez. Yükselse de bu belirleyici olmaz. Belki izlediğimiz ‘küçük’ bir toplumsal olaydır ama orada kocaman bir ülkeyi, adalet sistemini, çıkmazları vb görürüz. Borç filmi belki de böyle bir potansiyelle çıksa da konunun işlenişi, anlatımı ve hikayesi ile o seviyenin çok altında kalıyor.
4 notes
·
View notes
Photo
A239 ... FACEBOOK YORUMLARINDAN .11. r.y...204... . . G. D. saygıdeğer KADIN, doğru yoldasın. Az kaldı. Tanrı'ya ulaşacaksın. Biraz düşünce değil, ancak biraz farkındalık. Anlattıkların küçük bir kapalı sistemin basit bir işleyişi, o kadar. Aşkınlık Tanrı'ya aittir. Sen ve senin gibiler amaç nedir nereden bileceksiniz ki, Tanrıyı amacı olmakla itham edip, amaçlarının saçma olması ile idam edeceksiniz. Tanrı'yı anlamak için Kur'an'ı Kerim'in dediği gibi yukarı bakman gerekiyor. Senden bir derece üstün bir varlığın veya varlık üstü şeyin olma ihtimali bile Tanrı'nın varlığını ispatlar. Yani senden üstün olanlar kendilerine Tanrı diyebilir. Put meselesine kadar. Put bu dünyaya ve bu dünyadaki iktidar ile güç sahiplerine aittir. Buna göre Tanrı ile put arasındaki farkı da anlamış oluruz. Kapitalizm ile eşit TOPLUM savunucusu komünizm arasındaki farka da düşünsel olarak hakim olmuş oluruz. Ama doğru yoldasın. Sen yakında büyük belalar ve bu belalar sonunda büyük bir inanca sahip olabilirsin. Bu dünyayı sahipsiz sanma. Dünya'nın bir sahibi vardır ve adı Allah'tır. İstersen inkâr et. Kendi başına geleceklerin sorumlusu kendin olursun. Bu bir tehdit değil, tıpkı Kur'an'ı Kerim'de olduğu gibi, bir uyarıdır. Sen Kur'an'ı Kerim'i oluyorsun ancak maddi dünya görüşleri ile yorumluyorsun. Maddi dünyada geometriyi veya matematiği açıklarsan Tanrı'ya inanmamız için başka nedenler aramamız gerekecektir. Buna göre fiziğin temellendiği ve sadece kabuller üzerinde yükselen matematiğin mantık aracılığı ve kabuller yardımıyla nasıl kurulduğunu anlatırsan seni Sevgi ve büyük bir merakla dinleyeceğim. Yoksa aynı bağnazlık, ve şaşmaz inançla umut etmeye devam edeceğim. Saygıdeğer bayan, okuduğun bilimin teknolojik değeri ve insanları maddi iktidara bağlama değeri dışında bir önemi vardır dersen de sana inanıp seni sayacağım. Tabi her durumda inancımdan vazgeçme durumumun olmadığını belirtmek gerekir. Çünkü inanç bir tartışma konusu olamaz. Ki zaten cehaletinizi bu noktada çok fazla ORTAYA koyuyorsunuz. Daha fazlası sen git aklına tecavüz eden bilimsel kitaplar okumaya DEVAM et, ve devam ettikçe hakkın olmadığı halde inançlı insanlara saldırmak için veriler toplamaya devam https://www.instagram.com/p/CHexTflA_wc/?igshid=15k42pkzzu11d
0 notes
Text
Kuranı Kerimde Engelliler İle İlgili Ayetler Neler
Kuranda geçen özürlüler (engelliler) hakkında ayeti kerimeler Kuran’da engelliler ile ilgili pek çok hüküm bulunur: “Allah (cc) sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, lakin sizin kalplerinize ve amellerinize bakar” Kur’ân’da görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engelliler ile hastalıktan söz edilmektedir (a’mâ (çoğulu umy), ekmeh, esam (çoğulu sum), ebkem (çoğulu, bükm), a’rac, ebras, merîd, sefîh ve mecnun) Hastalık, işitme, görme, konuşma ve anlama engelliliği ile ilgili âyetlerin büyük çoğunluğu mecâzi anlamdadır 1. Görme Engelliler Görme engelliliği, Kur’ân’da 28 âyette geçmektedir. Bunlardan sadece 10’u fiziksel anlamda olup 6’ısı dünya hayatı, 4‘ü de âhiret hayatı ile ilgilidir. a) Dünya Bağlamında Görme Engelliler Dünya hayatındaki engellilik ile ilgili âyetlerin bir kısmı hakîkî bir kısmı da mecâzî anlamdadır. 1. Hakîki anlamda görme engelliler Hakîki anlamda körlük; gözlerin görme özelliğini kaybetmesidir. Altı âyette hakîkî anlamda görme engellilerden söz edilmektedir. Bunlardan biri Allah’ın insanların fizikî yapılarına engelli veya sağlıklı oluşlarına göre değil, Allah ve Peygambere, îmân ve itaate yönelmelerine göre itibar etmesi bağlamında; biri benzetme bağlamında, ikisi engellilere dînî görevlerde ruhsat ve kolaylık bildirme bağlamında, ikisi de Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle körleri iyileştirmesi bağlamında zikredilmiştir. 1. 1. Sorumluluk bağlamında; İslam, insanları ancak güçleri nispetinde sorumlu tutar. Dolayısıyla görme özürlü insanlar dînî görevlerle ilgili olarak ancak güçlerinin yettiği şeylerden sorumludurlar. Allah yolunda cihat yapma ve savaşa katılma ile ilgili olarak, “Köre güçlük yoktur” buyurulmaktadır. Bu âyet, ortopedik özürlülerin savaşa katılma zorunlululuğunun olmadığını ifade etmektedir. 1. 2. Benzetme bağlamında; Bir olgu olarak gören ile görmeyen bir değildir. A’mâ, evrendeki varlıkları göremezken, gözleri sağlıklı olan insan görebilmektedir. Bu açıdan aralarında fark vardır. İşte Allah, inkâr edip isyan edenler ile îmân edip sâlih amel işleyenleri kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir: “Bu iki zümrenin durumu kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” Bu âyette, sadece bir durum tespiti ve benzetme yapılmaktadır, yoksa görme ve işitme engelliler yerilip aşağılanmamaktadır. Böyle bir şeyi Allah hakkında düşünmek bile mümkün değildir. 1. 3. Değer verme bağlamında; Allah’a ve Peygambere yönelen görme özürlü insan, inkâr edip isyan eden zengin ve itibarlı insandan daha değerlidir. Bu husus, Abese suresinin ilk on iki âyetinde açıkça bildirilmektedir. Âlemlere rahmet, bütün insanlara peygamber, örnek, uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’nin ileri gelenlerini dine davet ile meşgul olması sebebiyle bir a’ma ile ilgilenmediği için uyarılmıştır: “Kendisine o a’mâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü, yüz çevirdi. (Ey Peygamberim!) Ne bilirsin belki o a’ma temizlenip arınacak; yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek, kendisini muhtaç hissetmeyene gelince sen ona yöneliyor, onun sesine kulak veriyorsun, (istemiyorsa) onun temizlenmesinden sana ne, ama sana Allah’a derin bir saygı ile korku içinde koşarak geleni bırakıp ondan gaflet ediyorsun; hayır böyle yapma, çünkü bu (Kur’ân sureleri) bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” Peygamber efendimiz (a.s.), Mekke’nin zengin ve ileri gelenlerinden Ebu Cehil (Amr ibn Hişâm), Ümeyye ibn Ebî Halef, Abbâs İbn Abdülmuttalib ve Utbe ibn Ebî Rebî’a ile özel bir görüşme yapar, bunları İslam’a davet eder. İslam’ın güçlenmesi açısından bu kimselerin Müslüman olmalarını çok arzu eder. Peygamberimiz Ümeyye ibn Halef ile konuşurken Fihr oğullarından Abdullah ibn Ümmi Mektum adında görme özürlü biri gelir ve Peygamberimizden kendisine Kur’ân’dan bir âyet okumasını ister. ‘Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret’ der. Peygamberimiz (a.s.), sözünün kesilmesinden hoşlanmaz, yüzünü ekşitir, ondan yüz çevirir ve diğerlerine döner. Peygamberimiz sözünü bitirip kalkacağı sırada vahiy gelir, Abese suresinin konu ile ilgili âyetleri iner.Peygamber efendimiz (a.s.), bu olaydan sonra Abdullah ibn Ümmi Mektum’a ikram etmiş, onunla konuşmuş, hatırını ve bir ihtiyacının olup olmadığını sorarak onunla ilgilenmiştir.Âtike b. Abdullah’tan doğan Abdullah ibn Ümmi Mektum, Peygamberimizin (a.s.) eşi Hz. Hatice’nin dayısının oğludur. Medine’ye ilk hicret edenlerden biridir. Peygamberimiz ile birlikte iki savaşa katılmıştır. Peygamberimiz çeşitli vesilelerle kendisini 13 defa Medine’de yerine vekil bırakmıştır. Cemaate imamlık yapmıştır. Peygamberimizin (a.s.) müezzinlerinden biridir. Enes b. Malik kendisini Kadisiye savaşında elinde siyah bir bayrak ve zırhlı olarak gördüğünü söylemiştir. Bu savaşta şehit olduğu rivayeti vardır. 1. 4. Tedavi Bağlamında; Kur’ân’da iki âyette Hz. İsa’nın Allah’ın izni ile doğuştan körleri (ekmeh) iyileştirdiği ve Yakub (a.s.)’ın kör olan gözlerinin iyileştiği bildirilmektedir. “Körü ve alacayı iyileştiririm”, “Yine benim iznimle sen doğuştan körü ve alacayı iyileştiriyordun.” Yakup (a.s.), oğlu Yusuf için döktüğü göz yaşlarından dolayı gözlerini, kaybetmiş, Yusuf’un gömleğini yüzüne sürmek suretiyle gözleri açılmıştır. Bu olay Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: “… Üzüntüden iki gözüne ak düştü, acısını içinde saklıyordu”, “(Yusuf kardeşlerine) bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne koyun ki gözleri açılsın dedi…”, “Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi…” 2. Mecâzî anlamda görme engelliler Mecâzî anlamda körlük, gözlerin varlıkları görememesi değil, insanın gerçekleri görememesi yani “kalp körlüğü”dür. Yüce Allah, kalbi/aklı/zihni, gözleri, kulakları ve dili sadece eşyayı değil aynı zamanda gerçekleri anlasın, görsün, duysun ve konuşsun diye yaratmıştır. “Allah sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmezken çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi”, “Yer yüzünde gezip dolaşmadılar mı ki düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Çünkü gerçekte (kafadaki) gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur” anlamındaki âyetler bu gerçeği ifade etmektedir. Yüce Allah, gerçekleri anlamayan kalp, gerçekleri görmeyen göz ve gerçekleri işitmeyen kulak sahiplerini sapık ve cehennemlik insanlar olarak nitelemektedir: “Yemin olsun ki cinler ve insanlardan kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen bir çok insanı cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadırlar, işte bunlar gafillerin ta kendileridir” anlamındaki âyet bunun delilidir. Yüce Allah bu anlamda gözleri olduğu halde gerçekleri göremeyenleri “hakîki körler” olarak nitelendirmesi oldukça anlamlıdır. Kur’ân’a baktığımız zaman bu anlamda kafir, müşrik ve münafıklara a’ma denildiğini görmekteyiz. 2.1. Kâfir: “Hiç gören ile görmeyen bir olur mu?”, “Kör ile gören bir olmaz”, “Kör ile gören, îmân edip sâlih amel işleyenler ile kötü amel işleyenler bir değildir” anlamındaki âyetlerde geçen kör ile gören mecazi anlamda olup bununla kastedilen, kâfir ile mümin veya cahil ile âlim veya Allah ile put veya gâfil ile gerçeği gören insandır. “İnkâr edenleri îmâna çağıran (Peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bundan dolayı anlamazlar.” 2.2. Müşrik: “Kör ile gören bir olur?” anlamındaki âyette geçen kör ile görenden maksat Allah’a ortak koşan müşrik ile Allah’ı bir tek ilah kabul eden mümindir. 2.3. Münâfık: “Münâfıklar, sağırdırlar, kördürler, dilsizdirler.” Gerçeklere gözlerini kapamış olan kâfir, müşrik ve münafıklar, gözlerini ve gönlünü Allah’a ve peygambere açmadıkça ilâhî hakîkatleri anlayıp göremezler. Yüce Allah, Peygamberine şöyle seslenmektedir: “Sen körleri sapıklıklarından vazgeçirip yola getiremezsin,” “Körlere, hele gerçeği görmüyorlarsa sen mi doğru yolu göstereceksin?”, “Körleri ve apaçık bir sapıklık içinde olanları sen mi doğru yola ileteceksin?”. “Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar” anlamındaki âyette geçen “kör” kelimesi, âlemlerin Rabbinden indirilen Kur’ân’ın hak olduğunu bilen kimsenin zıddı olarak kullanılmıştır. Kur’ân’ın hak olduğunu bilenler, kafirler gibi kör, sağır ve dilsiz olmazlar. “O Rahman’ın kulları, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara kör ve sağır kesilmezler.” “Kim bu dünyada kör olursa o âhirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır” anlamındaki âyette geçen “kör” (a’mâ) kelimesi de mecâzî anlamda olup kalp gözü kör olan, dünyada Allah’ın gücünü, nimetlerini, varlığına işaret eden delileri ve doğru yolu göremeyen, Allah’a ve Peygamberine îmân etmeyen kimse anlamındadır. Kurana göre inanan bir ama mümin inanmayan ama gözleri gören kafirden daha üstündür! Görüldüğü gibi âyetlerdeki “a’mâ” kelimeleri çoğunlukla mecâzî anlamdaki körlüğü yani kalp körlüğünü ifade etmektedir. Bu kelimenin kök anlamında bu mana vardır. Kur’ân’da fiil şekli de bu anlamda kullanılmıştır: “Rabbinizden size gerçekleri gösteren deliller gelmiştir. Kim gerçeği görürse (ebsara) kendi yararına, kim de gerçeği görmezse (‘amiye) kendi zararı-nadır” anlamındaki âyeti örnek olarak zikredebiliriz. Kur’ân’da sapıklık anlamında “a’mâ”, doğru yolu bulma anlamında “hüdâ” kavramının zıddı olarak da kullanılmıştır. Peygamberi yalanlayıp inkâr eden Nuh kavmine ve âhireti inkâr eden Mekkeli müşriklere “körler” (‘amûn) denilmiştir. Kafirler niçin gerçekleri göremezler? Göremezler çünkü îmâna yanaşmazlar, inkarda diretirler, bu yüzden gözleri mühürlenmiş, gözlerinin üzerine perde çekil-miştir: “Kafirler, Allah’ın kalplerini, kulakla-rını ve gözlerini mühürlediği (tabe’a) kimse-lerdir”, “Kafirlerin gözleri üzerinde de bir perde (ğışâve) vardır”, “Münafıklar, Allah’ın kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir”. “Kur’ân, inanmayanlara karşı bir körlüktür (‘ama).” Onlar, Kur’ân’ın güzelliklerini, hikmetlerini, inceliklerini ve hikmetlerini göremezler. b) Âhiret Bağlamında Görme Engelliler Kur’ân’da 4 âyette âhirette görme engellilerden söz edilmektedir. “Kim bu dünyada kör olursa o âhirette de kördür” anlamındaki âyette geçen “âhirette körlük”; cennet nimetlerini göreme-mek ve kurtuluş yolunu bulamamaktır. “Kim benim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse mutlaka ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. O, ‘Rabbim! Dünyada ben gören bir kimse idim, beni niçin kör olarak haşrettin’ der,” “Allah kimi doğru yola iletirse işte o doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapıtırsa böyleleri için O’nun dışında dostlar bulamazsın. Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir” anlamındaki âyetlerde geçen âhirette körlüğün hakîki mi mecazi mi olduğu konusunda Kur’ân yorumcuları ihtilaf etmişlerdir. Mecazi anlamda olduğunu söyle-yenlere göre körlükten maksat; kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleridir. Körlü-ğün hakîki anlamda olduğunu söyleyenlere göre ise kafirler, Müminûn suresinin 108. âyetindeki talimattan sonra kör sağır ve dilsiz olacaklardır. 2. İşitme Engelliler Kur’ân’da işitme engelliler ile ilgili âyetlerin sayısı, görme engellilere göre daha azdır. İsim şekli (summ) 11 ayette geçmektedir. Bu âyetlerden 10’u dünyada sağırlık, biri âhirette sağırlık ile ilgilidir. Dünyada sağırlık ile ilgili âyetlerin sadece biri hakîki, diğerleri mecazi anlamdadır. 2.1. Hâkîki anlamdaki sağırlık; benzetme bağlamında geçmektedir. Bir olgu olarak işiten ile işitmeyen bir değildir. Sağır insan sesleri duyamazken kulakları sağlıklı insan sesleri duyabilmektedir. Bu açıdan aralarında fark vardır. İşte Allah, inkâr edip isyan edenler ile îmân edip sâlih amel işleyenleri kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir: “Bu iki zümrenin durumu kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” Ayette, sadece bir durum tespiti ve benzetme yapılmaktadır, yoksa görme ve işitme engelliler yerilip aşağılanmamaktadır. 2.2. Mecâzî anlamdaki sağırlık; Allah ve peygamberin çağrısını duymazlıktan gelmek, ilâhî gerçeklere kulak tıkamaktır. Kâfir, müşrik ve münafıklar, Kur’ân’da “sağır” olarak nitelendirilmektedir: “(Münafıklar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar hakka dönmezler.” Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bundan dolayı anlamazlar”, “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içerisindeki sağırlar ve dilsizlerdir”. Görüldüğü gibi âyetlerde münafıklar ve âyetleri yalanlayan kâfirler, yerilme bağlamında körler ve sağırlar olarak nitelenmektedir. Hatta Allah bu tür insanların, canlıların en kötüleri olduğunu bildirmektedir: “Şüphesiz yer yüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüleri akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir.” Kâfirler ilâhî gerçekleri duymazlar, çünkü “inanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır”, inkarda diretmeleri sebebiyle “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.” “Münafıklar, Allah’ın kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.” Artık bu kimselerin kulaklarına hak söz girmez, Peygamber de onlara gerçeği duyuramaz, çünkü bunlar, akıllarını da kullanmazlar: “Sağırlara hele akıllarını da kullanmıyorlarsa gerçeği sen mi duyuracaksın?”, “Sen ölülere (hakkı) duyuramazsın, arkalarını dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı (ilâhî daveti) duyuramazsın”, çünkü, “sağırlar, uyarıldıkları vakit çağrıyı işitmezler.” “Sen ancak âyetlerimize iman edip Müslüman olanlara duyurabilirsin” ve “Onlar, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.” 2.3. Ahirette sağırlık; Kur’ân’da bir âyette kâfirlerin âhirette sağır olarak haşredileceği bildirilmektedir: “Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz, varacakları yer cehennemdir.” Kur’ân’da kafirlerin kulaklarının duyması ile ilgili âyet bulunması sebebiyle müfessirler, kâfirlerin ilk haşrolundukları andan kıyamet mevkiine gelinceye kadar sağır olacakları veya kendilerini sevindirecek sözleri işitemeyecekleri şeklinde sağırlığın hakîkî veya mecâzî anlamda olabileceği görüşünü serdetmişlerdir. 3. Konuşma Engelliler Kur’ân’da beş âyette konuşma özürlülüğünden söz edilmektedir. Bunlardan dördü dünya hayatı, biri âhiret hayatı ile ilgilidir. Dünya hayatı ile ilgili olan âyetlerden bir hâkîkî anlamda, diğerleri mecâzî anlamdadır. 3.1. Hakîkî anlamda dilsizlik; benzetme bağlamında geçmektedir: “Allah, (şöyle) iki adamı misal verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür. Nereye göndersen olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adalet ile emreden ve doğru yol üzere olan kimse ile eşit olur mu?” 3.2. Mecâzî anlamda dilsizlik; gerçekleri konuşmayan, hak sözü söylemeyen kimsedir. Allah Kur’ân’da kâfir, müşrik ve münafık kimseleri dilsiz olarak nitelemektedir: “(Münafıklar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar hakka dönmezler”, “(İnkâr edenler), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bundan dolayı anlamazlar”, “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içerisindeki sağırlar ve dilsiz-lerdir”. 3.3. Ahirette dilsizlik; Kur’ân’da bir âyette kâfirlerin âhirette sağır olarak haşredileceği bildirilmektedir: “Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz, varacakları yer cehennemdir.” Yasin suresinin 65. âyetinde kıyamet günü Allah’ın kâfirlerin ağızlarını mühürleneceği, ellerinin konuşup ayaklarının şahitlik edeceği bildirilmektedir. İbn Abbâs, âhiret körlüğünü, kâfirlerin kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleri; dilsizliği, delil ile konuşamamaları; sağırlığı, kendilerini sevindirecek şeyleri duyamamaları şeklinde yorumlamıştır. 4. Ortopedik Engelliler Kur’ân’da iki âyette ortopedik engellilerden söz edilmektedir. Bu âyetler, yürüme engeli olan insanlara Allah yolunda cihada ve savaşa katılmamaları ile ilgilidir: “Topala güçlük yoktur.” 5. Zihinsel Engelliler İnsanın sahip olduğu en değerli nimet, akıl ve muhakeme nimetidir. Bu nimetin yitirilmesi en büyük kayıp ve en büyük engelliliktir. Kur’ân’da zihinsel engellilik fiziksel ve mecâzî anlamda kullanılmış, “mecnûn” ve “sefîh” kelimeleri ile ifade edilmiştir. Read the full article
0 notes