#ağlatanhikayeler
Explore tagged Tumblr posts
yasam-tadinda-hikayeler · 3 years ago
Text
Kara Koyun Hikayesi
Tumblr media
KARA KOYUN / Türkü Hikayeleri
Şimdi okuyacağınız Türkü hikayeleri; bilindik bir türkü hikayesi dir. Ama hikayeler zamana uyum sağlarlar. Onun için yüzyıllarca okunur, dinlenirler. İbretlik Hikayenin mesajı ne hikmetse; her toplumda, her dönemde, ulaşması gereken doğru adresi bulur. Birilerinin canı yanar, birileri ibret alır. Kimi kulağıyla, kimi yüreğiyle dinler. Bazı yerlerde de Hüzünlü Türkü hikayeleri farklı farklı anlatılır. Diyorum ki türkülere konu olan bu ibretlik öyküyü hep beraber bir kez daha anımsayalım. Çok güzel kaval çalmasıyla çevreye ünü yayılan çoban dan söz ederken; evlerde, çeşme başlarında kadınlar, kahvelerde erkekler ( bu çoban kavalını öyle güzel öyle etkili etkili çalar ki, bırakın koyunları, sesi duyan insanlar bile ellerindeki işi bırakır onu hayranlıkla dinler, kendilerinden geçerler. O kavalını üflediği anda yer gök, dağ taş onu dikkat kesilir.) derler. Genç çoban yaptığı işten memnundur, Koyunlarını sever, her birinin özelliğini bilir, onlarla tek tek konuşur, dertleşir. Hele sürünün içinde bir kara koyun vardır ki; çoban onu kendi gözünden bile kıskanır. Kapkara gözleri, pırıl pırıl tüyleriyle sürünün kraliçesidir adeta. Hele bir de yavrusu olunca, çoban onu yanından hiç ayırmaz, kimselere vermeye kıyamaz. Bir gün bu genç çoban, ağanın kızını görür ve aşık olur. Aşk güzeldir ama; imkansız aşk, düşman başına. Ağa kiiim, garip çoban kim? Sevdiğine kavuşmanın mümkünü yok! Zavallı, yemeden içmeden kesilir, omuzları çöker, benzi sararır solar. Görenler, bilenler onu için üzülürler ama, ellerinden bir şey gelmez. Zaman içerisinde onun bu acıklı hali ağanın dostlarından birinin kulağına çalınır. Adam, merhametli, değerli bir insanmış. Ağayla da içtikleri su ayrı gitmiyormuş. Bir sohbet sırasında ağaya olanları anlatır, kızını bu garip çobana vermesini ister. Ağa dostunun hatırını kıramaz, keyfi kaçar ( Gelsin bir görelim.) der, ama, asıl niyeti oğlana bir kusur bulup, zora sokmak ve kızını vermemek. Çoban bu haberi alınca, sevinçten ne yapacağını bilemez. Ağanın huzuruna çıkmak için kendince giyinip kuşanır hazırlanır. Huzura eli boş çıkılmaz tabii. Ne yapsam , ne götürsem diye düşünüp taşınırken gözü, kara g koyunun dünya güzeli yavrusuna takılır. Anası ''Yapma oğlum? Kuzu daha çok küçük.'' Dediyse de söz geçiremez. Çoban, kara koyunun kuzusunu kaptığı gibi huzura varır. Ağa çobanı da hediyesini de beğenmiştir ama, kızı vermeye gönlü yok! Kuzu kesilip sofralar kurulur, sohbetler edilir. Ağa çobana '' Sana kızımı veririm ama; duyduğuma göre senin gibi etkili ve güzel kaval çalan yokmuş. Bana kendini ispatlaman gerekir. Ben senin koyunlarını ağıla kapatıp üç gün sadece tuz yalatacağım. Sonra bütün köyün huzurunda koyunları serbest bırakacağız. Doğal olarak su içmek için hepsi dereye koşacaklar. Sen kaval çalarak o koyunları su içmeden ağıla toplayabilirsen kız senindir. Bir yudum su dahi içen olursa kızımı vermem'' der . Çobanın kabul etmekten başka çaresi yok. Koyunlar ağıla kapatılıp üç gün tuz yalatılır. Gün gelince tüm köylü dere kenarında toplanır. Ağıl kapıları açılır. Koyunlar dereye doğru koşmaya, çoban da kavalını çalmaya başlar. Ama susuzluktan perişan olan hayvanların kavalı duyacak halleri yok.... Olanca güçleriyle suya koşuyorlar. Çoban bütün yeteneğini ortaya koyar, yüreğindeki aşk ateşi, kavalın sesinde en güzel namelere dönüyor, dinleyen köylülerin gözyaşları sel gibi. Çoban var gücüyle çalmaya devam ediyor. Koyunlar suya koşuyorlar... Koyunların suya Ulaşmalarına birkaç dakika kala, kavaldan öyle yanık bir name çıkar ki; bir anda koyunlar dururlar, bütün susuzluklarına rağmen ağıla dönmeye başlarlar.... Köylü rahat nefes alır, çobanın canına can katılır.... Ama bir terslik var! Yavrusu alıp ağaya hediye götürdüğü kara koyun, yönünü değiştirmiyor. Derenin kenarına geliyor, şöyle bir dönüp çobana acı acı bakıyor ve eğilip su içiyor. Hikayenin sonu bu acıyla noktalanıyor. Öykünün türküsünde; çobanın kara koyuna yalvarışı çok güzel ifade edilmiştir. Melodi insanın içine işler . Koyunum seni yaylalara çekeyim Kınalı taşlara tuzlar dökeyim Kuzun öldüyse sana kuzu yakayım Ablam sağsın ben karşıdan bakayım Karakoyun koyunların benidir Akkuzu ile yüreğim yağıdır Yerimi sorarsan Kumalar Dağı'dır. Meleme koyun meleme vazgeç kuzundan Koyun seni yaylalarda güdeyim Seni alıp da elimle yedeyim Kuzun öldü ben Allah'a nedeyim Meleme koyun meleme vazgeç kuzundan Çok analar ayrı düşer kızından Korkar oldun şu dağların kurdundan Koyun geldi kuzu gelmez ardından Ben de bıktım bu ananın derdinden Ağlama koyun ağlama vazgeç kuzundan Çok analar ayrı düşer kızından Ben koyunu güttüm güttüm getirdim Ablam sağdı karşısında oturdum Nerde kaldı nerelerde yitirdim Ağlama koyun ağlama vazgeç kuzundan Çok analar ayrı düşer kızından Karakoyun sana çanlar Takayım da ben keyfime bakayım Senin için dağı taşı yıkayım Meleme koyun meleme vazgeç kuzundan Çok analar ayrı düşer kızından Koyunum sana üç gün tuzlar yedirim Yedirdim çiğerini ağrılarla bitirdim Seni aldım pınarbaşına getirdi İçme koyun içme dön geri Şimdi sözünü tutmanın yeri Bugün evlatlarımızın canını bir şekilde yakanlar , kendi hırsları, istekleri uğruna, başkalarının çocuklarını harcayanlar varsa, bu öyküden ibret alsınlar. Allah'tan gelene boynumuz kıldan ince. Ama; kimse kimseyi evladıyla sınamaya kalkmasın! Bir gün, bir kara koyun, onların kavalını dinlemeyip su içebilir, kurgu bozulur. Düzen değişir. Evlat denince akan sular durur. Sadece senin veya benim evladım değil; her çocuk, her genç değerlidir ve ülkemizin yarınıdır. Hüzünlü, ibretlik türkü hikayesi olan '' Kara koyunun Hikayesi'' ni Okudunuz. Okuduğunuz gerçek türkü hikayesi hoşunuza gittiyse, hikayemizi beğenmeyi ve paylaşmayı unutmayın. Hikayeler Kategori Kısa Hikayeler İbretlik Hikayeler Dini Hikayeler Başarı Hikayeleri Gerçek Yaşam Hikayeleri Sizden Gelen Hikayeler  İngilizce-Türkçe Hikayeler Yaşam Tadında Kısa Hikayeler (Youtube) 
Tumblr media
Read the full article
0 notes
gajder · 4 years ago
Text
Çok Güzel Bir Hikaye, Okumadan Geçmeyiniz; "Kavak Ağacı"
Tumblr media
Çok Güzel Bir Hikaye, Okumadan Geçmeyiniz; "Kavak Ağacı" Cevdet Bey, karısını toprağa verdiğinden bu yana altı yıldır yalnız başına yaşıyordu koca evde. Ama artık kendisi de iyice yaşlanmış, birçok işini kendi başına yapamaz olmuştu. Altı yıldır onu bu küçük kasabadaki evine çivileyen inadının tek sebebi, 48 yıl boyunca aynı yastığa baş koyduğu ve çok sevdiği karısının hatıralarıydı. Yeniden duvarda asılı saate baktı. Dokuzu geçiyordu. Az zamanı kalmıştı. Birazdan şehirdeki damadı Erhan gelip onu arabasıyla evlerine götürecekti. Kızı çalıştığı bankadan izin alamamıştı. Bu yüzden kendi işinin patronu olan damadı Erhan yalnız gelecekti. Bu onun son günüydü bu evde. Günler öncesinden yapmıştı hazırlığını. Mutfaktan az önce pişirdiği kahvenin kokusu geliyordu. Yemek için masaya koyduğu iki dilim kepekli ekmekle taze peynir öylece duruyordu masada. Canı istememişti. Böylesi yoğun duygular içerisindeyken yutacağı her lokmanın boğazına takılıp kalacağını biliyordu. Kahvaltı tabağının yanında açık duran ve her sabah aksatmadan aldığı kasabanın yerel gazetesinin ölüm ilanları sayfası görünüyordu. Son zamanlarda en önce okuduğu sayfa buydu. Ne çok arkadaşı göçüp, göçüp gitmişti. Karısından sonra zaten iyice hayattan kopmuşken, ölüp giden akranlarını duydukça, artık kendi sırasının da geldiğini düşünüyordu. Bu evde ölmeyi çok isterdi. Kızı da olsa kimselere yük olmak istemezdi de, artık tek başına banyoya girip çıkması bile sorun olmuştu. Bu yüzden de kızının ve damadının tekliflerine ve ısrarlarına karşı duramadı. Yine de huzurlu değildi. Onlara yük olmaktan, aile huzurlarına rahatsızlık vermekten korkuyordu. Dün gece gözüne uyku girmemişti bu yüzden. Hatta her şeyi en ince detayıyla düşündüğü için, öldüğünde mezar taşına ne yazılması gerektiğini bile not etmişti de, şimdilik kimseler görmesin diye saklamıştı onu. Ama dün gece sakladığı yazılı kâğıdı bu sabah nereye koyduğunu unutmuştu. Aramadığı, bakmadığı yer kalmadı. Bunun verdiği can sıkıntısıyla bir odadan diğerine girip çıkıyordu. Sonunda pes etti. “Sonradan bir yerlerden çıkarsa ne âlâ, çıkmasa da yeniden yazar unutmayacağım bir yerde saklarım” dedi, kendi kendine. Hem öyle uzun bir yazı da değildi yazdığı. “Bunu yazan muharrir oldu bir rüzgâr Kendi gitti ismi kaldı yadigâr” Kahve fincanını suyun altına tutup yıkayıp temizledi. “Artık kahvemi de, yemeğimi de kızım yapacak” dedi sessizce. Bir yastığı alıp bahçe kapısına bakan pencereye yöneldi. Yastığı kollarının altına alıp pencereden dışarıyı seyretti. Son bir kez evinin önündeki küçük bahçesine, karısıyla sıkça oturdukları verandaya bakarken gözlerinden yaşların akmasına engel olamadı. Kendi elleriyle diktiği koca kalın gövdesi ve uzun boyuyla gökyüzüne ihtişamla uzanan kavak ağacı bile sanki bu günü beklemiş gibi, üç gün önce esen sert bir rüzgâra boyun eğmiş ortasından kırılıp bahçeye uzanmıştı boylu boyunca. Yapabileceği bir şey yoktu. Dün tanıdığı bir marangozla anlaşmış ve yine marangozun ısrarlarına dayanamayıp az bir para karşılığında kendisine satmıştı. Kendisine kalsa para falan istemeyecekti. Bugün gelip kökünden söküp götüreceklerdi. Aynı gün kendi kökleri de bu evden sökülüyordu. Çok geçmeden marangozun iki adamı traktörle bahçe duvarının önünde durdular. Ellerinde balta ve elektrikli testereyle bahçeye girip yerdeki kavak ağacının başına dikildiler. Pencereden kendilerini izleyen Cevdet Bey’in gözleri önünde tecrübeleri ve el becerileri ile birkaç dakika içinde işlerini bitirmiş, kocaman kavak ağacını, kalın gövdesini ayrı, dallarını ayrı istifleyip traktöre yüklemişlerdi. Gelenlerden birisi, Cevdet Bey’e dönüp: - Cevdet amca, biz dalları falan da traktöre yükledik, ama senin şehre gideceğini bildiğimiz için. Yine de, odun olarak almak istiyorsan bırakabiliriz burada. - Hayır, hayır, ne işime yarar benim bundan sonra. Hepsini alabilirsiniz, dedi. Sonra merakla sordu marangozun adamlarına. “Gövdesinden çıkacak olan tahtalarla ne yapacaksınız?” diye sordu. - Bilmem, dedi birisi. Belki bir masa, belki bir dolap. Neye uygun olursa artık. - Bence kavak ağacının tahtalarından tabut yapın. Siz yapmasanız da bir tabutçuya verin onu. Kavak ağacının tahtalarına ağaç kurdu girmez kolay kolay. Uzun süre ağaç kurtlarına karşı korur kendini ve de içindekini, dedi. Tüm bu hüzünlü ve sevimsiz şeyler adamları üzmesin diye de, gülümseyerek söyledi bütün bunları. Şimdi yıllar önce kendi elleriyle diktiği kavak ağacının köklerinin yerinde kocaman çirkin bir çukur duruyordu. Kendi kendine ağacın kaç yaşında olabileceğini hesaplarken, ve traktör henüz hareket etmemişken, damadı Erhan’ın arabasıyla evin önüne yanaştığını gördü. Toparlanıp çıkmaya hazırlandı. Kapıya çıktı. Damadıyla gülümsediler karşılıklı. - Her şey tamam mı babacığım, dedi Erhan. Biliyorsun fazla zamanım yok. Şimdi gidelim, geri kalanı bizim elemanlar kamyonetle gelip alacaklar. - Biliyorum, biliyorum. Söylemiştin. Ben tüm hazırlığımı yaptım önceden. Şimdilik sadece bu bavulumu alıyorum. Gerisini senin elemanlar yapar. - Harika o zaman. Çok teşekkür ederim. O halde hemen yola koyulalım. Ben de işimi çok fazla aksatmamış olurum, diyerek kapının yanında duran bavulu aldı arabaya doğru giderken arkasına baktı. “Kendin gelebilirsin değil mi, istersen bekle yardım edeyim”, dedi Cevdet Bey’e. - Gelirim canım. O kadar da değil yani. Şükür yürüyebiliyorum kendi başıma, dedi. Sonra kaldı olduğu yerde. “Hay Allah, Pencereyi kapamayı unuttum.” Bavulu arabanın bagajına yerleştiren Erhan: - Önemli değil babacığım, öğleden sonra bizimkiler gelecek nasılsa. Onlar kapatırlar. Haydi, daha fazla beklemeyelim. Cevdet Bey, attığı her adımda yıllarını geçirdiği bu evden uzaklaşırken, sanki ayakları toprağa gömülüyormuş gibi, zorla atıyordu adımlarını. Bahçe kapısına gidinceye kadar eliyle dokunmadığı köşe, ağaç, çiçek kalmadı. En son bahçe kapısının pervazını öperek eliyle okşadı veda eder gibi. Sonra arabanın ön koltuğuna oturdu ve Erhan’ın yardımıyla emniyet kemerini bağlayıp derin bir nefes aldı. Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi. Yutkunamadı bile. Boğazına düğüm atılmıştı sanki. Erhan da anlamıştı Cevdet Bey’in ruh halini. Zor olduğunu biliyordu. Bu hüzünlü havayı dağıtmak istercesine: - Kavak ağacını vermişsin ha, birilerine? Ne güzel işte. Birileri faydalanır hiç olmasa, dedi. Cevdet Bey, derin bir nefes aldı. Biraz durakladı. Sonra zorla da olsa kelimeler ağzından döküldü. - Sence kavak ağacının tahtalarını nerde kullanırlar? Dedi. Yıllarca karısıyla birlikte yaşadığı evden hızla uzaklaşırlarken… Hüseyin Akdemir Read the full article
0 notes
gajder · 4 years ago
Text
Çok Güzel Bir Hikaye Daha; "Bir Kelebeğin Peşinden"
Tumblr media
Çok Güzel Bir Hikaye Daha; "Bir Kelebeğin Peşinden" Bir sabah, “Toparlanın gidiyoruz” Dedim. “Nereye”! Dedi çocuklar! “Nereye olacak” Dedim “Bozcaada’ya”. Düştük yollara. Havada baharın sükuneti, içim de zamana yenilmeyen bekleyiş vardı. Geyikli’de arabanın açık camından, görebileceğim en güzellerinden bir kelebek girdi. Direksiyon üzerine kondu. Benekli bakır renkli  kanatlarının altları mavi ve kırmızı benekli, Kırlangıçkuyruk kelebeği. Denizi, adayı, yalnızlığı  hatırlatıyor.  Anlaşılan benimle Bozcaada'ya gidecek. Benim güzel yol arkadaşım, belki de bize rehberlik yapacak! Bizi bilmediğimiz yerlere götürecek. Biraz hanımeli küçük çanakta su kapı, biraz da kuş cıvıltısı. Bozcaadayı bilmem. Hiç de gitmedim. Ama severim, niye severim onu da bilmem. Adını duyunca bir yanım sızlar. Bir yalnızlık çöker yüreğime, sanki beni oraya çeker. Bir bekleyenim varmış gibi! Bildiğim halde gitmiyormuş gibi bir durum işte. Feribota binmek için arabalar kuyruk oluşturmuştu. Tatlı bir lodos yüzümüzde dolaşırken, biz de katıldık kervana. Rüzgar en hızlı buralarda esiyor gibiydi. Kıymetli misafirim kelebek gömleğimin yakasına kondu bu sefer. Çok uslu benekli kanatları rüzgarda oynaşıyor gibiydi. Kelebeğin yaşam sevincine şapka çıkarasım geliyordu. Öfke ve hüznün olduğu şu dünyada yaşanması gereken ne kadar güzel bir yaşam da vardı. Kendi düşünü gerçekleştirmek için bize katılmıştı. Feribot Bozcaada’ya yaklaşırken,  sessiz ve yalnız ada  hissine kapıldım. Kafa dinlemek için ideal gözüküyordu. Etraftaki taş evler, karadut bağ evleri dikkat çekiyordu. Sokaklar dar ve birbirlerini dik kesiyordu. Ahşap ve karkas yapılar arasında kendimi çok mutlu hissediyordum. Kelebeğin yakamdan ayrılmaya hiç mi hiç niyeti yoktu. Eşim ve çocuklar Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda tarihi evlerinin sıcak ve samimi atmosferindeki yürüyüşümüz keyifliydi. Türk ve Rum kültürünün hüküm sürdüğü esintili sokaklarda yapılar birbirlerine çok benziyordu. Bir tarafta vakur yapısıyla yükselen cami, diğer tarafta Ortodoks havası estiren kilise huzurla bekleyişlerini sürdürüyorlardı. İşin tuhaf tarafı sanki daha önce buralara gelmiş, görmüş gezmiş hislerimin yüreğimden eksilmeyişiydi! Sanki bir şu köşe başındaki eski kaplamaları kararmış ahşap evin önünde biri beni bekliyormuş gibi, duyduğum heyecanım! Halbuki buralara ilk gelişim! Kimseleri de tanımam. Ada halkı rüzgarla yaşamaya alışmış gibiydiler. Baharın insanı rahatlatan mis gibi havasında herkesin yüzü gülüyordu. Eşim çocuklar ve ben acıkmıştık. Nerede ne yiyelim derken! Daha önce uğradığımı sandığım merkezdeki Sandal restorana doğru yürüdüm! Her zaman oturduğumuz bir masaya gelmiş bir ruh yapısıyla oturdum. Eşim ve çocuklar da beğenmişlerdi burayı. Benim özgür kelebeğim hayatından memnun olacak ki! Hiç yakamdan ayrılmıyordu. Yolda birileri yakama bakıyor ama kelebeğin canlı mı cansız mı! olduğunu tahmin edemiyorlardı. Güler yüzlü anne ve kızlarının çalıştırdığı büyük pencereli, katlanmış kepenkli şirin lokantanın önündeki küçük bahçe ve hünnap ağaçlarının arasından deniz görülebiliyordu. Ben nedense bu sefer zeytin yağlı yaprak sarması yemek istedim. Eşim kabak çiçeği dolması çocuklarda köfte ekmek. Bozcaada'nın her sokağı muhteşemdi. Evlerin, bahçelerin balkon ve pencerelerin etrafı çiçeklerle süslenmişti adeta. Daracık sokaklar mutluluk yuvası gibi, gelin damatlar el ele dolaşıyor kameralar onları takip ediyordu. Her evin ayrı bir güzelliği var ve fotoğrafçılar buralarını mesken tutmuş ekmek parasını fotoğraf çekerek çıkarıyordu. Bozcaada’da gün, geceye dönmeden daha yapacaklarımız vardı. Akşam yemeni Cobalı meyhanede enfes şarapların tadına varmak istiyordum. Polente’de gün batımını izlemek istiyordum. Bütün bu güzellikleri uyanan ruhumun izin de yaptığımın farkındaydım. Biraz alışverişten sonra son feribotla Geyikli sonra da Çandarlı’ya dönmeyi planlıyordum. Biraz yorgunluk belirtileri var mıydı! Yoksa şu güzel evin yanında ki kaffe bar da yorgunluk alsın diye damla sakızlı Türk kahvesi içelim düşüncesiyle mi! Bilmiyorum! Üzeri mavi kaplamalı masaya oturduk. Sarışın yosun rengi gözleri,  gülümseyen yüzüyle bir Rum kızına kahvelerimizi söyledik. Karşımızda ki iki katlı ahşap  ev bakımlı haliyle dikkati çekiyordu. Küçük arkaya doğru kıvrılan bahçesi vardı. Bahçede çalışan güler yüzlü ellisini geçmiş bir kadın çiçeklere çapa yapıyordu. Oturduğumuz masadan gözlerimizle kolay gelsin der gibi karşılıklı tebessüm ettik. Birinci katın balkon kapısı açık rüzgarın esintisiyle perde kıpır kıpırdı. İçerisinden Türk sanat müziğinden güzel bir parçanın nameleri bize kadar geliyordu. Kahvelerimizi yudumlarken gömleğimin yakasında adeta yapıştırılmış gibi tutunan kelebeği parmağımın üzerine alarak,  kahve altlığına koyduğum sudan içmesini istiyordum. Kelebek sanki beni anlıyordu. Önce parmağıma sonra da su dolu tabağa kondu. Eşim ve çocuklar ilgiyle onu izliyorduk. Kelebeğin çene ve gagası olmadığı için ince bir hortum ile suyunu içti. Sonra da bizden ayrılarak karşı evin balkon perdesine kondu. Hepimiz de üzülmüştük. Kısa zamanda nasıl da alışmıştık birbirimize. Demek ki uzun yolculuğu bu muhteşem eve kadarmış. Bizim şaşkın bakışlarımızı bahçede çalışan kadın da takip ediyormuş, bize dönerek “Solmuş renkler içinde çiçekler, bir günde olsa mutlu kelebekler” Diyerek bizlere teselli edercesine özlü bir cümle kurmuştu. Sonra da yukarı seslendi. “Gülnihal kızım bakar mısın”! Kısa bir aradan sonra önce çok tatlı bir kız sonra da annesi geldi balkona. Bize bakarak gülümsüyordu balkondaki kadın. Öyle bir gülüşü vardı ki, kelebek görse ömrü uzardı! Kadının bakışları bana hiç yabancı değildi. Bu aşina dolu bakışları tanıyordum ben! Ama bu güzel alımlı kadın kimdi! Bu ürkek gizemli bakışlar mıydı! Beni buraya çeken. Küçük çocuk “Bak anneciğim perdemize bir kelebek konmuş” Diyerek perdeyi gösteriyordu. Ama Kadın bize olan bakışlarını kesmemişti. Belli ki oda sis perdesinin aralanmasını bekliyordu. Bahçedeki anne “Gülnihal kızım akşama misafirlerimiz var, sen salataya başlayabilir misin” Dediğin de Kalbe dolan o ilk bakışları hatırladım. Gülnihal ilk okulda sınıf arkadaşımdı. Ve okul bitince babasının tayini için doğuya gitmişlerdi. Bir daha hiç görüşmemiştik. Aradan  uzun yıllar geçmişti, onu ilk defa görüyordum. Onu hatırlardım ara, ara. Ele avuca sığmaz bir çocuktu. Bir resmi yoktu bende, ama bana yazmış olduğu bir şiiri vardı!  Avuçlarıma sıkıştırdığında ikimizde utanmıştık. Sararmış çizgili bir defter yaprağına yazılmış o şiiri, hala saklarım. Şiirin son iki mısrasını zaman zaman mırıldandığım da olurdu. “Bir tanem sen benden yana ferah tut kalbini / Ben seni herkesten çok dünyalar kadar severim. Şaşkınlığım ve çaresizliğim tüm vücudumu sarmıştı! O da beni hatırladı mı bilemiyorum!. Sorgulayan bakışları sürüyordu. İsmi ve duygu dolu bakışları hatırlatmıştı bana. Yüreğe hapsedilen o ilk bakışlar kolay kolay unutturmuyordu. İkimiz de başka baharlara koşmuştuk. Yıllar çok şeyler alıp götürmüştü bizden. Ne diyebilirdim ki! Onu sağlıklı ve mutlu görmek çok güzeldi. Şimdi Bozcaadayı daha çok seviyorum. Biz Polente’ye mehtabı seyretmeye giderken, Kelebeği düşünüyordum. Bir günlük ömrü vardı onu da bize harcamıştı. Selahattin Süzer Şair/Yazar Read the full article
1 note · View note
gajder · 5 years ago
Text
Çok Güzel, Duygusal Bir Hikaye; "Özlem"
Tumblr media
Çok Güzel, Duygusal Bir Hikaye; "Özlem"
Bazı özlemler değişmiyor, aksine zamanla daha da büyüyor. 35 plakalı sarı taksi, site kapısından girip 45 numaralı bahçeli yazlığın önüne yanaştığında, Selahattin yeni kalkmış, sabah serinliğinde gül fidanlarını hem seviyor, hemde sulama yapıyordu. Arabadan inen, orta yaşı biraz geçmiş orta boylu, zayıfça, sol elinde baston aksakallı, nükteleriyle, gün görmemiş sözleriyle insanları düşünce ve kahkahalara boğan, Sivasın Mehmet Efendi’sinden başkası değildi. Arabadan zorlukla inen, etrafına gülümseyen gözlerle bakan Ayşe Hatun, yine ayaklarını zorlayarak baston yardımı ile bahçe kapısından içeri girip vişne ve kayısı ağaçlarına sırtını vererek; “Maşallah oğlum ne kadar çok meyve vermişler,” diyordu. Selahattin kapıya doğru koşarak; “Baba, Anne bu ne güzel sürpriz, siz nasıl geldiniz,” deyip kucaklaşarak ellerini öpüyor. ”Niye bana, haber vermediniz, ben gelir sizi alırdım,” diyordu. “Vallaha oğlum ben istedim gidelim şu oğlan ile gelini bir daha görelim, bunlar yazlığa gidince her şeyi her kesi unutuyorlar” dedim. Babanın da canına minnet o da çok özlemiş ki, 'hadi hanım bu seferde biz gidelim' dedi düştük yollara”. Canım anacığım bir bahar esintisi gibi -Anam de sarıl - Dokun o şevkatli yüreğine - Öp yüzünden ellerinden - Ona farklı olduğunu hissettir - Zaman ayır sohbet et - Kucağına bir demet çiçek bırak - Mutlulukla içilen - Bol köpüklü bir kahve - Hayatın ana tadıdır -Koş geç olmadan.- Ana yüreğini fotoğraflayamazsınız ama bir dokunsanız. Sıcacık yüreğine gözlerinde koca bir yaşamı görebilirsiniz. Yürüdük birlikte çiçeklerin, ağaçların arasından, yorgunluk kahvesini, Çandarlı’nın zeytin ağaçlarını yalayarak gelen oksijen dolu havasında, bahçede içtik. Onları çok özlemiştim. Daha şimdiden bu yaz birlikte yapabileceğimiz aktivitelerin planlarını yapmayı düşünmeye başladım. Babamın çok sevdiği mangalda pirzolayı, üzerine soğuk soğuk içtiği, kolasını, yaz meyvelerini bir sabah kahvaltısını Dikili öğretmen evinde yapmak. Annemin çok sevdiği papalina balığını Cunda Adasında yedirebilmek ilk aklıma gelenlerdi. Dün gece gördüğüm rüyayı hayra yormam çok isabetli olmuştu. Sabahın serinliği uykulu gözlerimi yalarken her zaman yaptığım gibi içimden geçen duygularımı şiirleştirmeye çalışmıştım. Canım - Annem, Babam - Dün gece yorgundum - Hemen de uykuya daldım - Sizin için dua, edemedim - Bu sabah farklı uyandım - Sizleri göremeseydim - Kendimi asla,affetmeyecektim - Selahattin Süzer  Şair/yazar   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Duygusal Hikayelerden; Çocuklar Evden Gidince
Tumblr media
Duygusal Hikayelerden; Çocuklar Evden Gidince Çocuklar bir gün evden giderler… Bir şekilde, bir nedenle, öyle gerektiği için, öyle olduğu için giderler… Gözlerinde hayata karşı bir heves, omuzlarında ince bir ağırlık, ellerinde uçarı bir telaş. Kapıyı çekip giderler… Çocuklar evden gidince, ev de sizden gider biraz. Sabah kızaran ekmeğin kokusu, ütünün buharı, bir türlü şekle girmeyen saçlar, kapıdan çıkarken aceleyle öpülen yanaklar gider… Antrede biriken ayakkabılar, teki kaybolan terlikler, yatağın üstündeki elbise yığınları gider. Saatler sanki bir yerlerde durmuş gibi olur. Hayatınız hasreti kuşanmış mevsimsiz bir ülkeye benzer bir zaman… Çocuklar evden gidince; Ansızın yapılan şakalar, vakitsiz istenen sandviçler, pencere önünde beklediğiniz geceler gider... Artık kapının önündeki ayak seslerini duymazsınız, Sokaktan geçen simitçiye seslenen kimse yoktur. Arka odadan yükselen müzik sesi, banyodaki parfüm kokusu, ortasından sıkılmış dişmacunları anılarınızda kalır. Mutfak masası çoktan unutmuştur sıcacık ve neşeli sohbetleri. Fırında patatesin tadı eskisi gibi değildir artık. Kareli yatak örtüsünde izi kalmıştır aşk acısıyla dökülen genç gözyaşlarının… Çocuklar evden gidince; “Annem duymasın”lar, “Babamı idare et”ler “Ben zaten biliyorum”lar, “Beni çocuk muyum?”lar, “Beni anlamıyorsunuz!”lar, “Amma meraklısınız”lar … El ele tutuşup hep birlikte giderler... Onlar olmadığı zaman da “ben ne giyeceğim”ler “arkadaşımda kalacağım”lar, “arkadaşlarımla çıkıyorum”lar peşi sıra ortalıktan kaybolurlar.. Çocuklar bir gün evden giderler; Giderken yüreğinizin bir parçasını da yanlarında götürürler… Onda kalan parçada sizden o kadar çok şey vardır ki, Onlar bunu bilirler, Aldıkları her kararda, yaşadıkları her yol ayrımında, her sevinçlerinde ve her acılarında, fark ederler bu eşsiz bilgiyi, Yeter ki onların yaşam pınarlarına hayat veren kaynağın suyu berrak, hikmeti bol olsun. Yeter ki sizden doğup hayatın içine akan bu pınar ırmak olsun, nehir olsun, ve en doğru yönü bulsun... Evet çocuklar bir gün giderler, Ama gelecekleri yolu da asla unutmazlar... Yazan: İlter Yeşilay Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Duygusal Hikaye; "Hayatımın En Acı Günü"
Tumblr media
Duygusal Hikaye; "Hayatımın En Acı Günü" Muhakkak herkesin hayatında geçmiş denen bir hikaye vardır. Bu hikaye tatlı yahut acıdır. Benim hikayem ise hem tatlı, hem de acıyla karışık bir öyküdür.  Küçüktüm, güzel bir ailem vardı, annem, babam ve kardeşlerim. Ben ortanca çocuktum. Ablam ve küçük erkek kardeşim okulda benden daha başarılıydılar. İtiraf etmeliyim ki, ben de pek okul sever çocuk değildim. Hem annem de benden çok onların üzerine düşüyordu okusunlar, büyük adam olsunlar diye. Çoğu zaman beni görmezden gelirdi. Çocukken ablam kız olduğu için, küçük erkek kardeşim de küçük olduğu için annem onlarla çok ilgileniyor diye düşünürdüm. Hani "ortanca çocuk" diye bir laf var ya dünyamızda, herhalde ben de ortancayım diye annem bana pek vakit ayırmıyor diyordum. Yine de o dönemler mutluydum, işte o günler benim tatlı günlerimdi. Çünkü babam, ablam, kardeşim beni çok seviyordu, annemse… Babam o zamanlar annemin hem işte, hem evde çalıştığı için yorgun olduğunu, bu yüzden de benimle ilgilenmeye fırsat bulmadığını söylerdi. Ders çalışmamda da zaten babam yardım ederdi, ancak çoğu zaman evde olmazdı, yoğun çalışıyordu. Ablamla, kardeşimi ise annem çalıştırırdı, annem kendisi öğretmendi. O sahneleri hiç unutmuyorum. Ben babamı beklerken annem bir taraftan ablamın, diğer taraftan kardeşimin dersi için koştururdu. Hayır, kıskanmadım hiç, çünkü onları çok seviyordum, ben sevgide kıskançlık kavramını ayıp bir şeymiş gibi tanımlıyorum. Onları seyretmek güzeldi. Lakin yine de umut ediyordum, şimdi annem bana da bağıracak: "Git dersini çalış, şimdi yanına gelicem" diye. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Ben erkek olduğum için kardeşimle birlikte uyurdum, ablamsa başka odada kalıyordu. Geceleri uyurken annem önce ablamın, sonra da bizim odamıza gelirdi. Kardeşim hep uyurdu, bende yalandan gözlerimi kapatıp uyuyor numarası yapardım. Annem kardeşimin yüzünden öper, okşar, sonra üzerini örterdi. Bana yaklaşmasını beklerdim, ama bu da yine olmadı, hiçbir zaman bu sahne bende gerçekleşmedi. Annem kardeşimi öptükten sonra hemen odadan çıkardı. Ben kardeşimin küçük olduğu için ona böyle davranıyor diye düşünürdüm, ablam da kız diye. Şimdi düşünüyorum da sahiden annem beni bir kere bile öpüp koklamamıştı. Babamsa işten geç saatte bile gelse mutlaka bizi öperdi, beni de. Tüm olumsuz hatıralara rağmen bu günler benim için tatlı günlerdi. Acı dolu günlerim ise liseye başladığım yıllarda başladı. Annem beni yatılı okula vermek istiyordu, sebebini bilmiyordum. Babamın söylediğine göre evimiz küçük olduğunu için, benim yatılı okulda daha iyi eğitim alacağımı düşündüğü için annem böyle bir karar vermiş. Seçim şansı vermedikleri için hiçbir şey söyleyemedim ve kabul ettim. Yatılı okula gittim, kötü değildi, memnundum, ancak ailemi çok özlüyordum. Tatil günlerinde eve geliyordum, onların da beni özlediğini biliyordum. O zamanlar annem benim iyiliğimi düşündüğü için bu kararı verdiğini sanmıştım. Bu yüzden dört kolla derslerime sarıldım. Ben lisedeyken, ablam üniversite sınavlarına girdi üç defa, hiçbirini kazanamadı. Bense ilk sınavımda üniversiteyi kazandım. Mutluluğumu ailemle paylaşmak için hemen eve koştum. Herkes evdeydi, kapıyı babam açtı: "Oğlum, hoş geldin." "Baba, kazandım, baba, kazandım!" Diye sevinçten çığlık attım. "Ne? Neyi?" "Üniversiteyi." "Aferin sana, canım oğlum." Babam sımsıkı sarıldı bana. Ablam ve kardeşim de sevindiler, beni tebrik ettiler. Ablam biraz buruktu. "Ablam, üzülme gelecek yıl sen kazanacaksın, ben buna inanıyorum." "Canım benim, canım kardeşim, aferin sana, akıllı kardeşim." "Kardeşim deme ona!" Annem sinirliydi. "Anneciğim, bak oğlun artık üniversiteli, hem de burslu." Gülümsüyordum. "Anne deme bana, anne deme bana, deme, deme!" Annem delirmiş gibi bağırıyordu. "Ne oldu? Neden bağırıyorsun? Sakinleş lütfen, canım." Babam da bizim gibi şok olmuştu.  "Oğlun öyle mi oğlun?! Benim oğlum? Sen kimsin ya? Kimsin de benim oğlum oluyorsun?" "Anne, bu ne demek oluyor?" "Oğlum, annen yorgun şimdi, çok çalış…" "Yeter be! Ne yorgunu? Niye gerçeği söylemiyorsun? Neden saklıyorsun hala?" "Yapma, lütfen, yapma." "Neden? Küser mi? Kaçıp gider mi? Bizden uzaklaşır mı? Uzaklaşsın ya uzaklaşıp da gitsin artık hayatımızdan." "Anne, neler oluyor? Neden bahsediyorsun?" Kardeşlerim de benim gibi annemi anlamaya çalışıyordu. "Anne, lütf…" "Kes sesini! Annen değilim ben senin, anladın mı değilim." "Sus lütfen, karıcığım, sus." "Niye böyle söylüyorsun, annemsin sen, benim bitanecik annemsin, beni sen doğurdun, sen büyüttün." "Seni ben doğurmadım. Elimde olsa bu evde de büyümene izin vermezdim. Benim iki çocuğu var, sen benim çocuğum değilsin." Yüzüme sanki bir tokat çarpıldı. Acıdı, hem de çok acıdı. Hiç kimse bir şey diyemedi. "Baba?!" Babamın dudakları suskunluğuna kapılmıştı. "Evet, baban senin öz baban, ancak annen ben değilim. Sen babanın bana yaşattığı ihanetsin, sen bu dünyaya uğursuzluğunla geldin, öz annen senin yüzünden öldü." "Lütfen, sus artık."  "İstemiyorum seni, anlasana, istemiyorum, git burdan git!" Annem çıktı odadan. "Baba…" Babam yüzüme bakmaya cesaret edemiyordu.  O an ne yapacağımı bilemedim, hemen koşarak evden çıktım. Zaten ondan sonrasını pek hatırlamıyorum. Olanları sindirmem aylarımı aldı. Aylar sonra eve yine gittiğimde beni eve almadılar. Kardeşlerim de beni görmek istemedi. O gün kalbim bir daha paramparça oldu. Yalnızca babam benimle görüştü, onunla da dışarıda buluşa biliyorduk.  Peki acı günler bitti mi? Hayır, bitmedi. Ben üniversiteyi bitirdikten sonra iyi bir işe girdim, başarılı oldum. İyi bir evim, işim, etrafımda beni seven arkadaşlarım var. Ancak bir yıl sonra hayattaki tek destekçimi, babamı kaybettim. Bu benim için büyük bir darbeydi. Babamdan sonra kardeşlerime, anneme ne olduğunu öğrenmek istiyordum, onlar beni istemese de, onlara yardım etmek istiyordum. Lakin onları bulamadım, çünkü kardeşlerim evimizi satmıştı. Ancak komşularımızdan tüm olanları öğrendim. Kardeşlerim babamın ölümünden hemen sonra çocukluğumuzun tek hatırası evimizi satmış, annemizi de huzurevine yerleştirmişler, sonra da ortadan kaybolmuşlar. Aylarca annemi aradım. Ve şimdi onu buldum. Şimdi huzurevinin kapısından içeriye, annemin yaşadığı odaya doğru gidiyorum. Odanın kapısı açıyorum yavaşça. Kalbimde burukluk, kırgınlık ve özlemle karışık bir duygu var. Önümde ise bana bakan iki çift yaşlı gözler. "Oğlum..." Annem koşarak bana sarıldı. Annem o kadar zayıflamış, o kadar yaşlanmıştı ki, neredeyse onu tanıyamıyorum. Saçları bembeyaz, yüzü buruşmuş, gözleri çökmüş, vücudu çok zayıflamıştı. "Affet beni, yavrum, yalvarırım affet beni." Annem gözyaşları içinde yalvarıyordu adeta. Onu bu halde görmek, benden özür dilemesi göğsüme bir hançer gibi saplandı. İşte bu yüzden bugün hayatımın en acı günü... Yazar - Gülnar Ferruhkızı Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Bir Öksüzün Ağzından; "En Acı Günüm..."
Bir Öksüzün Ağzından; "En Acı Günüm..."
Tumblr media
"Ardımda nice günler bıraktım ben, soğuk kış geceleri de dahildi buna... O gecelerde üşümüştüm ama ben bu güneşli günde daha da çok üşüyorum anne... Mayısın ikinci pazarı dediler... Garip bir duygu çöktü içime... Hasretinle yanan şu gönlümü, sensizliğin ayazı vurdu anne.... Gözyaşlarım uzuu...n sarkıtlar oluşturdu gönlümün senin ısından mahrum soğuğunda... Parktayım bende her çocuk gibi... Annelerine güller hediyeler götüren çocukları izlerken içimi daha da çok yaktı sensizlik... Alabileceğim bir çiçeği, toprak kokan ellerine değil de sen kokan toprağa verebileceğim geldikçe aklıma, bir şelaleymişçesine aktı gönlüme, gözyaşlarım... Ben gibi kaç öksüz var şu dünyada... Kaç kişi tattı şu acı duyguyu bu anneler gününde... Kim özler benim seni özlediğim gibi annesini bilemem ama ben seni bir ayrı özledim anne... Sen gittikten sonra elimden kimse tutmadı, ben kendi elimi kendim tuttum hep... Yetimhanenin o soğuk demir ranzalarında aradım senin sıcaklığını... Kokunu sokaklara dikilmiş güllerde aradım ben... Çiçekçiden hiç gül alamadım ki ben anne... Hiçte param olmadı sen gittikten sonra... Fakirdik sen varken de ama, sen gittikten sonra anladım senin varlığın ayrı bir zenginlikmiş anne... Şimdi olmayan paramla sahip olduğum en anlamlı hediyeyi sana değil ama sen kokan toprağa sunabilirim... "Gözyaşlarım"... Sana ulaşır mı bilmem ama ulaşması için elimden geleni yaparım, gerekirse gün boyunca ağlarım anne... Yeter ki sen de bir anneler gününün sabahında rüyama gel güldür beni... Ben seni rüyamda bir kez daha olsun görebilmek için yine ağlarım günler boyunca... Kefareti neyse öderim ben annem, yeter ki sen rüyama gel.... ..RÜYAMA GEL...  Alıntı Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
MEZAR NOTLARI I. BÖLÜM
MEZAR NOTLARI I. BÖLÜM
Tumblr media
Mezar bir tarihtir. Mezar bir kitaptır. Mezar bir ib¬ret levhasıdır. Yeter ki insan gönlünün gözüyle bakabilsin, ruhuyla İdrak edebilsin kabirleri. Mezar terbiye ocağıdır. Mezar muhasebe mekanıdır. Mezarlar vahiy ölçüsüyle ve ötenin hesabıyla isabetli kararların alınabileceği, ince duyguların Kuran ve sünnet ile değerlendirileceği berrak yerlerdir. Anlamını ve yaşama gayesini yitiren kentlerin ve insanların yanında, en diri, en canlı, en anlamlı şehirlerdir mezarlar. Mezarlar diridir, mezarlar canlıdır.. Özünden ve özümüzden bakınca mezarlara, susarak anlatımın en kemal noktasını görürüz. Hele siz bir gidin oraya ve tanış olmaya çalışın oradakilerle ve bir bir dinleyin öz geçmişlerini. Ağaçları sizlere nasihat eder, taşlan bile konuşur mezarların. Eğilin, eğilin de ruhunuzun has kulağıyla bir dinleyin gelen sesleri. Her kulak öze 'yakınlığı nispetince bir şeyler duyacaktır orada. Bakmasını bilen gözler, işitmesini bilen kulaklar, neler görmez ki, neler işitmez ki mezarlarda.. Şimdi Ada:2 Parsel: 1008 de bulunan 1280 nolu kabrin başındayız. Namık oğlu, Hatice eşi, Hasan Şenol. Doğum: 1938 Ölüm: 1984 Herhalde yakında ziyaretçisi gelmiş, üzerine konan çiçekler henüz kurumamış, Kabrin başucunda iki adet buruşmuş, burun veya gözyaşı silinmiş kağıt mendiller. Kim bilir hangi duyguların anlatımını yansıtıyor?. Kabrin üzerine şimdilik topraktan başka ağırlık konmamış. Siparişleri verilmiş, yakında mermerlenecekmiş. Mezarın mermerleneceğini, bembeyaz mermerlerle kaplatılacağını ben duymuştum ama acaba kendisi de biliyor muydu? Mezarın mermerle kaplatılacağını bilse sevinir miydi? Mermersiz mezarlara bakarak, kendisine yapılan mermerli mezarla gururlanır mıydı? Kendisine haber vereyim düşüncesiyle., "Mezarı mermerle kaplatılacakmış!." diye fısıldadım. Git işine be adam, bana ne mermerden! haykırışı, sanki iç dünyamda yankılandı. Doğru söylüyordu, mermerden ona neydi? Mezarı mermer kaplanmış veya kaplanmamış ona ne faydası vardı? Peki bu mezarları mermerlerle kaplatanlar, bunu kimin için yapıyorlardı? Sorumdaki saflığıma kendim de gülümsedim. Kimin için yaptıkları, kimin için yapacakları belli değil miydi? "El alem ne der?" endişesiyle kendi itibarları, kendi şanları, kendi şerefleri için yaptırmıyorlar mıydı? Bunlar hem toprağın üstünden ve hem de toprağın altından gafii insanlar değil miydi? Şimdilik sade bir görünümde olan kabire tekrar baktım. İzmir'in Bayındır kazasında 1938 yılında doğan Hasan Şenol, ailesiyle birlikte kendisi sekiz yaşındayken İzmir'e yerleşmiş. Ortaokul mezunu olan meyyit, Diyarbakır'da askerliğini yapıp, 1963 yılında evlenmiş. Bu evlilikten biri kız diğeri erkek iki çocuğu olmuş. Kürtaj silahıyla kaç çocuğunu, hangi suçtan dolayı öldürdüğünü veya öldürttüğünü ise siz sormayın. Çünkü bildiğiniz gibi bunu Rabbimiz soracak.. Bir yolsuzluk iddiasıyla çalıştığı bankadan atılan Hasan Şenol, bulunduğu mahallede bir kahvehane açarak yaşamını sürdürmüş. Değişik kesimlerden insanlarla karşılaşıp, onlarla çeşitli mevzularda konuşan Hasan Şenol, çenesi laf eden, bulunduğu konumda kendisini haklı görüp, haklı çıkaran bir mizaca ve yeteneğe sahip. Kahvehanede kumar oynatıp, içki içirmesine rağmen Müslümanlığına toz kondurmaz ve kalbinin temizliğini her fırsatta dile getirirdi. Bağkur emekliliğine dört yıl kala karşılaştığı Müslüman tipli insanlara, "Emekli olduktan sonra bu işlere tövbe edip namaza başlayacağım" derdi. Ancak ne olduysa, 1984'ün nisan ayının ilk haftasının cumartesi akşamı oldu. Eski bir dostuyla, kahvede masanın kenarında içki içmekteyken, hesap yüzünden çıkan bir tartışmada araya girmiş ve dört yerinden bıçaklanmıştı. Hastaneye kanlar içinde götürülürken ölümün soğuk çehresiyle karşılaşıyor, yaşantısının muhasebesini yaparken haklı bir telaşa kapılıyordu. Şimdi ölmenin sırası mıydı!. Daha tövbe edecek, içkiyi ve kumarı bırakacaktı. Bu halde, üstelik içkiliyken nasıl kabre girecek, hangi yüzle Allah'ın huzuruna çıkacaktı? Kızı aklına geldi. "Keşke manken olmasına izin vermeseydim" diye geçirdi içinden. Sahi ya! Manken olmasına, orasını, burasını açmasına, el alemin erkeklerine teşhir etmesine neden izin vermişti ki? Dilinin ucuna gelen "Ulan sen p.......... misin?" ifadesini, köpek dişleriyle ısırıp, azı dişleriyle öğütmek istedi, Oğlu aklına gelince, sanki beşinci, altıncı, yedinci bıçak darbesini yemişti. Sövdü, küfretti.. Kendisinin yetiştirmediği, kendisinin terbiye vermediği oğluna bir daha, bir daha küfretti.. Tekrar kendine döndü. Ölmemeliydi, ne yapıp edip Ölmemeliydi. "Kurtulursam İlk işim namaza başlamak" diye geçirdi içinden. Namaza başlamak için bu dört sene süreyi de nereden çıkarmıştı ki? İnsan bu!. Dört sene yaşayacağı ne malum? Ya hemen ölürse! Ya hemen ölürsem! Yok yok ölmemeliyim, ağzım da leş gibi rakı kokuyor. Başını tutan adamın sesini duydu., Birader hızlı sür, adam ölecek. Çok kan kaybetti. "Kim Ölecek? Ben mi? Ben mi öleceğim? Ben ölmemeliyim, ben yaşamalıyım. Çünkü ben tövbe edeceğim, çünkü ben namaz kılacağım, çünkü ben hıkk.. Ben ölmemeliyim, ölmeyeceğim, ölmeyeceğim.. İçkili halde hiç ölünür mü? Keşke içmeseydim, keşke tövbe etseydim, keşke namaz kılsaydım, keşke..." Kardeşim' hızlı gitmene gerek yok, öldü adamcağız!. Bu öz geçmiş ile Hasan Şenol'un kabrine tekrar bakıyoruz. Ve "Keşke" haykırışlarının aynı dirilik ve aynı canlılıkla tekrarlandığını duyuyoruz. Keşke.. . Keşke.... Keşke....... Muammer ÖZKAN Read the full article
0 notes
gajder · 5 years ago
Text
Mutluluk Akarsuyu
Tumblr media
Mutluluk Akarsuyu
Tumblr media
Ne güzel şeydir mutluluk. Mutluluğu hissetmek bu duyguyu yaşıyor olmak ne güzeldir kim bilir.? Elbette mutlu olanlar bilir bunu.  Gerçekten mutlu olmak ama. Gülmek, içinden gelerek gülebilmek. Çok değerli bir nimettir. Şahsen ben, dünyanın tüm mücevherlerine değişmem gülmeyi ve mutlu olmayı. Tabii sizleri bilemem. Yaşamım süresince çok acılar çektim. burada bunları sizlere bir bir anlatacak değilim ancak nasıl mutlu olunur bilemedim, çünkü bu duyguyu gerçekten hiç yaşayamadım. Hep yalnızdım. Ben ve benim gibiler. Biz hep beraber, birlikte yalnızlığı yaşadık, buradaki birlikte büyüdüğümüz, hayatı paylaştığımız kardeşlerimle. Kimimiz ailesi olduğu halde buraya bırakılmış, benim gibi.  Kimimizin ailesi yaşamını yitirmiş, kimsesiz kalmışlar. Kimsesizlikten gelmişler, buraya, Kimsesizler yurduna.  Onların aileleri yaşıyor olsaydı, severlerdi kardeşlerimi, atmazlardı buraya. Ancak en kötüsü de ailesi varken yalnız kalması, istememesi evladını ve onu sokağa atması. Sevmediler bizi. Benim ailem de sevmedi beni, erkek olmadığım için vermiş babam.  Tabii daha zor durumda olan kardeşlerimiz de vardı. Onlar ailesini hiç bilmeyenler. Yaşadıklarından bile haberi olmayan, anne babalarının kim olduğunu bilmeyen kardeşlerimiz. Ne acı değil mi? Çok yalnız ve mutsuz bırakıldık ama şundan emin olabilir siniz, biz sizlerden, hepinizden çok daha güçlüyüz. Hayata karşı kendi başımıza mücadele ediyoruz. Biz birlikte çok güçlüyüz işte. Sevgimiz çok büyük, biz küçük kardeşlerimizin elinden tutarız hep, onlar bizim çektiğimiz acıları çekmesinler diye. Onlara ablalık, abilik yaparız. Biz burada büyük ve güçlü bir aileyiz. Bizim tek dileğimiz mutlu olmak, bir gün öğretmenlerimizden başka, bizi de sevenlerin olabileceğini hayal etmekten kurtulmak. Bizler acılarımızı içimizde yaşarız. Ancak bir gün buradan ayrılacağız. İşte bu korkutuyor. Lütfen sevin bizi. Acır gözlerle bakmayın, korkmayın bizden, çocuklarınızın bizlerle arkadaşlık kurmasını engellemeyin, bizleri de kucaklayın, biz kötü değiliz. Sadece sevgi ve mutluluk özlemi içindeyiz. Ancak böyle davranırsanız, içimizdeki bu eziklik duygusunu unutabiliriz belki. Bir gün burdan ayrılırsak, nasıl yaşam kuracağımızı bilemiyoruz. Korkuyoruz, ancak dedim ya çok güçlüyüz diye. Dayanırız. Biz ne acılar çektik, Bundan sonrakilerde vız gelir. Çok fazla sıktım canınızı. Bir şey duyduk çok heyecanlandık. Acaba gerçek midir dedi bazı arkadaşlarımız. Ben hiç bunu düşünmedim. İnandım. Gerçek olduğuna inandım. İnanmak istedim çünkü. Geçen gün ablalarımızdan  biri okul gezisine katılmıştı. Orda anlatmışlar. O da bize anlattı. Dediğine göre gerçekmiş. Bir yer varmış. Bir akarsu, hem de Türkiye de. O akarsuya girmek için bazı kurallar varmış, uymak gerekiyormuş. Hepimiz bunu duyunca çok heyecanlandık ve çok etkilendik. Neyse o akarsuyun dizlere kadar olan kısmına giriyormuşuz. Derin olan yada dizlerden aşağı olan yere değil sadece dizlere kadar olan kısmına. Ayakta kalmayın oralarda kayalar var onlara oturun ve gözlerinizi kapatın demişler. Uyanıkken rüya görüyormuş sunuz, gözünüzü açtığınızda her şey bitiyor, kapattığınız da kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Ancak on beş dakikadan fazla kalmayın. Sonra uyuyup sulara kapılıp gidiyormuşsunuz yada rüyanın etkisiyle ayağa kalkıp derinlere yürüyormuş sunuz. İşte en önemlisi, bu rüyalarda insan, çok mutlu oluyormuş. Yaşamı süresince olmadığı kadar mutlu oluyor, mutluluğu hissediyormuş.  Bu bizi çok heyecanlandırdı. Biz karar verdik bu yere gideceğiz, Oralarda oturanlar mutluluk akarsuyu derlermiş. Çok mutlu olabilmek en azından mutluluğun sıcaklığını hissedebilmek için GİDECEĞİZ. Biz buna çok inandık. Hepimizde inandık. Acaba siz ne dersiniz? Gerçek midir. Sizce var mıdır böyle bir yer? Vardır değil mi? Vardır vardır. Ne güzel şeydir mutluluk. Gülten Ajder Read the full article
0 notes