Tumgik
#Spektroskopie
nerdwelt · 1 year
Text
Auf dem Weg zu einer besseren medizinischen diagnostischen Bildgebung
Forscher der School of Engineering der UBC Okanagan haben das Potenzial der Terahertz-Strahlung zur Verbesserung der medizinischen Diagnostik erkannt. Die medizinische Bildgebung durch Röntgen, CT-Scans, MRT und Ultraschall ermöglicht Gesundheitsfachkräften Einblicke in den Körper eines Patienten. Allerdings können diese Maschinen mit Hilfe verschiedener Wellenformen nur sichtbare Beschwerden und…
View On WordPress
0 notes
deinheilpraktiker · 2 years
Text
Bruker: Markteinführung des tragbaren Spektrometers MOBILE-IR II Bruker Optics gibt die Markteinführung des MOBILE-IR II bekannt – ein tragbares, batteriebetriebenes Fourier-Transformations-Infrarot (FT-IR)-Spektrometer, das die hohe spektrale Leistung eines Labor-Tischsystems bietet. Dieses leistungsstarke mobile Spektrometer wird es Benutzern weltweit ermöglichen, routinemäßige und fortschrittliche FT-IR-Anwendungen in den Feldeinsatz zu bringen. Das MOBILE-IR II soll etablierte Anwendungsfälle der FT-IR-Spektroskopie "mobilisieren" und a... #Labor #Software #Spektrometer #Spektroskopie
0 notes
aklingolgesi · 4 months
Text
ELEMENTLERİN HİKÂYESİ | BÖLÜM 19: “SPEKTRUM, IŞIK VE RENKLER IV” (Ir, Tl, Bi)
İridyum, talyum ve bizmut… Bir önceki bölümde de söylediğimiz gibi bu bölümde de isimleri spektrumlarıyla ve renkleriyle doğrudan bağlantılı olan son 3 elementi konu alıyoruz. Peki, bu bölümde ele alacağımız üç element ne zaman keşfedildi? Bu elementlerin hangi renklerle yahut spektrum analizleriyle ilişkisi vardı? Elementlerimizin keşfi sırasında ne gibi olaylar yaşandı? Elementlerin Hikâyesi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
dokumtek · 5 months
Text
Malzeme Karakterizasyon Yöntemleri: Analizden Spektroskopiye
Tumblr media
Malzeme karakterizasyon yöntemleri giderek önem kazanmaktadır çünkü modern teknolojilerde kullanılan malzemelerin karmaşıklığı ve çeşitliliği sürekli olarak artmaktadır. Bu yöntemler, yeni malzemelerin geliştirilmesi, mevcut malzemelerin iyileştirilmesi ve çeşitli uygulamalarda kullanılmaları için önemli bilgiler sağlar. Malzeme karakterizasyonu, metaller, seramikler, mineraller, polimerler, yarı iletkenler ve kompozitler dahil olmak üzere malzemelerin yapısını, özelliklerini ve davranışlarını sorgulama ve ölçme sürecini ifade eder. Bu süreç, mikroskopi, spektroskopi ve malzemelerin makroskobik mekanik, termal, elektriksel ve kimyasal özelliklerinin karakterizasyonu gibi teknikleri içerir. Malzeme karakterizasyonu, malzemelerin yapı-özellikler ilişkisini anlamak için temel olup, geliştirilmiş performans ve daha uzun hizmet ömrüne sahip yeni veya geliştirilmiş malzemelerin mantıklı tasarımını sağlar. Bu süreç, havacılık, elektronik, enerji, taşımacılık, iletişim, inşaat, eğlence ve çevre gibi ekonominin çeşitli sektörlerini etkileyen ürünlerin oluşturulmasında temeldir.
Malzeme karakterizasyonunda kullanılan teknikler nelerdir?
Malzeme karakterizasyon yöntemleri, bilim dünyasında malzeme özelliklerini anlamak ve analiz etmek için kullanılan temel araçlardır. Bu yöntemler, malzemelerin yapısal, kimyasal, mekanik ve elektriksel özelliklerini belirlemek için çeşitli teknikleri içerir. Malzeme karakterizasyonu, malzeme bilimi ve mühendisliği alanlarında kullanılan birçok teknik ve yöntemi içerir. Bu yöntemler arasında manyetik özelliklerin ölçülmesinden, yüzey morfolojisini analiz etmeye, malzeme içindeki kimyasal bileşenleri belirlemekten, mekanik dayanıklılığı test etmeye kadar geniş bir yelpaze bulunmaktadır. Her bir yöntem, belirli bir malzeme özelliğini belirlemek veya analiz etmek için tasarlanmıştır ve genellikle birbirini tamamlayacak şekilde kullanılır. Malzemelerin karakterizasyonunda kullanılan teknikler, malzemelerin özelliklerini ve davranışlarını analiz etmeye ve anlamaya yardımcı olan çeşitli yöntemleri içerir. Malzemelerin karakterizasyonunda kullanılan önemli teknikler şunlardır: - Elektron Mikroskopisi: Bu teknik, malzemelerin yüzeyini ve iç yapısını çok yüksek büyütme oranlarında görüntülemek için elektron ışınları kullanır. Taramalı elektron mikroskopisi (SEM) ve geçiş elektron mikroskopisi (TEM) gibi alt teknikler, malzemelerin morfolojisini, kristal yapısını ve içindeki kusurları detaylı olarak incelemeye yardımcı olur. - X-ışını Kırınım Analizi: XRD, malzemelerin kristalografik yapısını incelemek için kullanılır ve X-ışınlarının malzemenin atomik düzeni ile etkileşiminden kaynaklanan kırınım desenlerini analiz eder. Bu teknik, mevcut kristal fazları, yönelimleri ve bileşimleri belirlemede yardımcı olur. - Spektroskopi Analizi: Kızılötesi spektroskopi (IR), Raman spektroskopisi, UV-Vis spektroskopisi ve nükleer manyetik rezonans (NMR) spektroskopisi gibi spektroskopik teknikler, malzemelerin kimyasal bileşimini ve moleküler yapısını analiz etmek için kullanılır. Bu teknikler, bağlanma yapıları, fonksiyonel gruplar ve moleküler titreşimler hakkında bilgi sağlar. - Termogravimetrik Analiz (TGA): TGA, malzemelerin termal kararlılığını ve ayrışma davranışını incelemek için kullanılır ve sıcaklığa bağlı olarak kütle değişimlerini ölçer. Bu teknik, termal geçişleri, ayrışma sıcaklıklarını ve uçucu bileşenlerin varlığını belirlemede yardımcı olur. - Mekanik Titreşim Analizi: Dinamik mekanik analiz (DMA) ve mekanik spektroskopi gibi teknikler, malzemelerin mekanik özelliklerini incelemek için kullanılır ve sertlik, sönümleme davranışı ve viskoelastik özellikler gibi özellikleri değerlendirmede önemlidir. Bu teknikler, malzemelerin farklı koşullar altında mekanik performansını ve dayanıklılığını değerlendirmede kritiktir. Malzemelerin karakterizasyonunda kullanılan diğer teknikler arasında atomik kuvvet mikroskopisi (AFM), yüzey analiz teknikleri (örneğin X-ışını fotoelektron spektroskopisi - XPS ve Auger elektron spektroskopisi - AES), diferansiyel taramalı kalorimetri (DSC) ve çeşitli kimyasal analiz yöntemleri (örneğin elementel analiz ve kromatografi) yer alabilir. Genel olarak, bu karakterizasyon teknikleri, malzemelerin yapı-özellik ilişkilerini anlamak, malzeme performansını optimize etmek ve belirli uygulamalar için özelleştirilmiş yeni malzemeler geliştirmek için hayati bir rol oynar. Read the full article
0 notes
nedasglobal · 2 years
Text
Alkollü İçkilerde Etil Alkol Analizini Anlamak: Yöntemler ve Önem
Etanol olarak da bilinen etil alkol, alkollü içkilerde bulunan ana alkoldür. Etanol, alkollü içeceklerin karakteristik tadı, aroması ve gücünden sorumludur. Etil alkol analizi, ürünün yasal ve düzenleyici gereklilikleri karşılamasını sağladığı ve alkolün konsantrasyonu ve saflığı hakkında bilgi sağladığı için alkollü içki endüstrisinde kalite kontrolün önemli bir parçasıdır.
Alkollü içkilerde etil alkol analizi için kromatografi, damıtma ve spektroskopi dahil olmak üzere çeşitli yöntemler vardır. Kromatografi, bir numunenin farklı bileşenlerini kimyasal özelliklerine göre ayıran bir tekniktir. Yüksek performanslı sıvı kromatografisi (HPLC), alkollü içkilerde etil alkolün analizi için yaygın olarak kullanılır. HPLC, numunede bulunan farklı bileşikleri ayırır ve ardından belirli bir dalga boyunda ışığın soğurulması ölçülerek alkol miktarı belirlenir.
Damıtma, alkollü içkilerde etil alkolün analizi için kullanılan başka bir yöntemdir. Damıtma, alkolü numunedeki diğer bileşenlerden ayırır ve alkol konsantrasyonu, damıtığın hacmi ve ağırlığı ölçülerek belirlenir.
Spektroskopi, bir numunedeki alkol konsantrasyonunu belirlemek için ışığın madde ile etkileşimini kullanan etil alkol analizi için tahribatsız bir yöntemdir. Alkollü içkilerdeki etil alkolün analizi için kızılötesi spektroskopi ve nükleer manyetik rezonans (NMR) spektroskopisi yaygın olarak kullanılmaktadır.
Etil alkol analizi alkollü içki endüstrisinde kalite kontrolün önemli bir parçasıdır. Etil alkol analizi için kromatografi, damıtma ve spektroskopi dahil olmak üzere çeşitli yöntemler vardır. Her yöntemin avantajları ve sınırlamaları vardır ve yöntemin seçimi, analizin özel gereksinimlerine bağlıdır. Etil alkol analizi, alkollü içkilerdeki alkolün konsantrasyonu ve saflığı hakkında değerli bilgiler sağlar ve ürünün yasal ve düzenleyici gereksinimleri karşılamasını sağlar.
0 notes
resistantbees · 9 days
Link
0 notes
Text
MXenes Diuraikan: Pandangan Tingkat Atom Pertama Membuka Kemungkinan Tak Terbatas
Dengan menggunakan mikroskopi pemindaian terowongan, para peneliti di Universitas Drexel dan UCLA memberikan tampilan skala atom pertama pada permukaan material MXene 2D. Temuan ini akan membantu menyesuaikan material unik untuk aplikasi tertentu. Kredit: Universitas Drexel Peneliti Drexel dan UCLA melakukan mikroskopi pemindaian terowongan dan analisis spektroskopi pertama terhadap material 2D…
0 notes
astrafizik · 5 months
Text
0 notes
pateralba · 11 months
Text
Tumblr media
EVRENDEN EVRİME
Evreni anlamak için birçok bilimden yararlanırız ama bu işin odağında fizik var. Evrende fizik olmadan açıklanması mümkün olmayan temel kuvvvetlerin varlığı, çekim kuvvetlerinin harekete etkisi ve ışığın yayılması gibi şeyler var. Elektromanyetik dalgaları keşfetmeden önce ise evreni yeterince açıklayamıyorduk. O zamanlar alanımız mekanik, elektrik ve manyetik alan olarak sınırlıydı. Şimdi işler değişti, dalgaların varlığı kanıtlandı. Bu sayede milyonlarca yılda yanına gidip gelerek açıklayabileceğimiz şeyleri, ışığı, yani bize gelen elektromanyetik radyasyonu inceleyerek ve maddelerle iletişimde tanecik gibi davrandıkları için açıklayabiliyoruz.
“Kozmoloji ve astronomi” dediğimiz bilim dalları sırasıyla evrenin yapısı ve kökeni, gök cisimlerinin konum ve hareketleri ile ilgilenir. Ama bunu fizik olmadan ya da fizik çalışmaları için üretilen aygıtlar olmadan inceleyemez. Ayrıca kozmolojinin birden çok astronomi dallarından yalnızca biri olduğunu belirtmekte de yarar var. Konunun kafalarda düzenli bir taslak oluşturmasını istediğimden ve yararı olacağını düşündüğümden önce astronominin, daha sonra ise modern astronominin dallarını sıralamak istiyorum.
Astronomi, konularına göre yıldızların oluşumu, gözlemsel astronomi, güneş sistemi, galaksi dışı gök bilimi, kozmoloji ve galaktik gök bilim gibi alt dallara ayrılırken, gözlem dallarına göre ise ışık, nötrino (ışık hızına yakın hıza sahip olan, elektriksel yükü sıfır olan ve maddelerin içinden neredeyse hiç etkileşmeden geçebilen temel parçacıklardandır), radyo dalgaları, gözle görünen ışık, y ışınları, x ışınları, mor ötesi ışınlar ve kızıl ötesi ışınlar gibi alt dallara ayrılır. Başka dalları da vardır; örneğin arkeoastronomi (gök bilimi araştırmalarının nasıl yapıldığını inceler), astromatematik (yörüngelere dair hesaplamalar yapar), astrokimya (gök cisimi ortamlarının kimyasal yapılarını inceler), astrobiyoloji (gök cisimlerindeki yaşam olasılığını ve ortamlarını inceler), astrojeoloji (erendeki cisimlerin yapı ve oluşumunu inceler), astrofizik (gök cisimleri arasındaki elektromanyetik dalgaları inceler), gök mekaniği (gök cisimlerinin hareketlerinden doğan olayları inceler), astronometri (gök cisimlerinin poziyonlarını ortaya koymakla ilgilenir), spektroskopi (gök cisimlerinden radyasyon çıkışını inceler), fotometri (tam spektroskopi denilir ve uzaydan gelen radyasyonun yoğunluğunu ölçer.). Sanırım bu örneklerden sonra astronominin tam olarak nelerle ilgilendiği açıkça ortada.
Bu arada astrolojinin tüm bunlarla ilgisi olmadığını, daha doğrusu bilimle ilgisi olmadığını belirtmekte de yarar var. Astrologlar, gök cisimleriyle ilgili bir takım hesaplarla mistisizmi, dini vb. ilişkilendirerek insan ilişkilerini yorumlamaya çalışır ve onlara göre evren değişmez bir statiktir. Oysa bilim insanları evrenin merkezsiz ve dinamik olduğunu buldular.
Bunlardan söz etmişken önce “Nedir bu evren?”, “Evrenin uzaydan farkı var mı?”, “Nasıl oluştu?” ya da “Başlangıcı var mı?” diye sorup, sonuyla ilgili merakımızın cevaplarını tümden dünyamıza gelerek açıkladıktan sonra vereceğiz.
Evrenin ne olduğunun cevabı tek olsa da uzay hakkında birden çok yorum karşımıza çıkıyor. Kozmolojik ilke evrenin homojen ve izotropik (her doğrultuda aynı) olduğunu ortaya koyar. Evrenin neresine bakarsak bakalım aynı genişlemeyi görürüz. Bütün anlamına gelen kozmos-düzen-bütün ile kozmoloji evren bilimi anlamına gelir. Yani evren doğadır desek yeridir ve uzaydaki her şey ile uzayın kendisinden oluşur. En mantıklı yorum olarak uzaya ise yalnızca “keşfedilmiş evren” diyenler var ve bu gözlemlenebilir evren şimdilik 93 milyar ışık yılı genişliğinde. Işığın 1 senede aldığı yol ise 9.460.700.000.000 km (yaklaşık 9.46 milyar km) uzunluğundadır. Işık yılına “ly” denir ve saniyede 299.792 km’dir ve kısaca 1 Iy Samanyolu galaksisi 100.000 Iy çapındadır. Ayrıca uzayın büküldüğünü, dalgalandığını ve genişlediğini gözlemledik. Bunu uzayı kütle çekimi olan maddelerden oluşan sıvı bir yapışkanla dolu gibi düşünürseniz daha kolay algılayabilirsiniz. Kimi bilim insanları dünya ile uzay arasındaki sınırı tanımlarken ise 30 km gibi alçak bir irtifaya veya 1,6 milyon km gibi devasa bir uzaklığa işaret edebiliyor. Buna yaklaşık yarım yüzyıldır “Kármán Hattı” diyorlar. 1900'lerde fizikçi Theodore von Kármán sınırın deniz seviyesinden yaklaşık 80 km yukarıda olduğunu belirledi. Bu uzay sınırı bugün Kármán hattı olarak biliniyor. Uluslararası Havacılık Federasyonu (FAI) ise uzayın 100 kilometre yukarıdan başladığını tanımlar. "Uzay" ile “uzay olmayan yer" arasında kolay bir ayrım yok ve dünyanın atmosferi birden yok olmuyor, yaklaşık 1000 km boyunca inceliyor. Eğer uzayı atmosferin yok olduğu yer olarak tanımlarsanız ortalama 380 km yükseklikteki yörüngede dönen ”Uluslararası Uzay İstasyonu” uzayda olmaz.
Evrenin çoğu canlıyı, maddeyi vb. meydana getiren baryonik maddeden oluştuğu düşünülürken şu an belirlenemeyen bir madde; elektron, proton, nötronlardan farklı, başka bir madde ile dolu olduğu biliniyor. Ayrıca evrenin “düzen” anlamına gelmesine bakmayın, evren kusursuz değildir. Evren genişledikçe galaksiler bizden uzaklaşır, her galaksi bir diğerinden uzaklaşır, soğuyor gibi göründüğünü biliyoruz ve sonunda donabilir, her şey aynı elementlerden oluşur ve dünya gezegeni yaşam olduğu bilinen tek yerdir. Bildiğimiz her şeyden daha yaşlı olan evrende keşfedebildiğimiz kadarı ile evrende 400 milyardan fazla galaksi ve 300 sekstilyon (3 × 1023 (10 üzeri 23)) yıldız olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca evren ışık hızından daha hızlı genişler. Oysa biz insanlar olarak ışık hızını limit olarak belirleriz. Ve eğer büyük patlamayla evren oluştu ve sonsuzsa, evren kendi içinde genişlemektedir. Bir anlığına durup, Güney Kutbu’ndaki aynı noktada kesişen boylamları ve onları yol boyunca kesen enlemleri düşünün. Fiziğe göre zaman ve mekan yani dolasıyla evren, bu enlemler gibi Güney Kutbu’ndan (varsayımsal başlangıçtan, büyük patlamadan) uzaklaştıkça genişliyorlar. Ancak kesiştikleri noktanın daha güneyinde hiçbir şey yok.
Bu arada açıklamada yarar var, büyük patlama terimi tam olarak karşılığını vermiyor. Aslında bu terim 1949 yılında BBC'de yayınlanan "Eşyanın Tabiatı" isimli bir radyo programına katılan İngiliz Fizikçi Fred Hoyle'un konuşmasından geliyor. Büyük patlama aslında "tekillik noktası" denilen bir noktadan genişlemeyi açıklayan kozmolojik bir model. Hepsi bu.
Ayrıca büyük patlama yaratılış anı değildir. Büyük patlama yaşadığımız gözlemlenebilir evreni oluşturdu, ama her şey büyük patlamayla oluşmadı; çünkü büyük patlamadan önce kozmik enflasyon vardı ve büyük patlamayı da kozmik enflasyon oluşturdu.
Uzay ve zaman büyük patlamayla oluşmadı: Kuantum fiziğindeki belirsizlik ilkesinin getirdiği sınırlamalar sebebiyle ölçebildiğimiz ilk an 5,39 × 10 üzeri −44 saniyedir. Kozmik enflasyon bile daha sonra başlamıştır. Oysa büyük patlama kozmik enflasyon bittikten sonra 10 üzeri -32. saniyede gerçekleşti; yani büyük patlamadan önce de zaman vardı. Sadece bizim zamanımız değildi.
Ayrıca kozmik enflasyon teorisine göre iki büyük patlama var. Planck anında başlayan kozmik enflasyon (soğuk büyük patlama) ve kozmik enflasyonun gözlemlenebilir evrende sona ermesiyle oluşan sıcak büyük patlama (okulda öğretilen ve belgesellerde gösterilen bildiğimiz büyük patlama).
Büyük patlama’dan çok daha önce ne olup bittiği hakkında pek bir şey bilmesek de, Büyük patlama’nın kendisinin evrensel fizik yasalarına ve maddeyi oluşturan kimyasal elementlere yol açan bir dizi olayı başlattığını biliyoruz. En basit haliyle büyük patlama, evrenin küçük bir tekillik ile başladığını söyler ve sonrasında da bugün bilebildiğimiz kadarıyla yaklaşık 13.8 milyar yıldır da şiştiğini ileri sürer. Evrenin yalnızca %5’lik bir kısmı gezegenler, yıldızlar ve gökadalar gibi "karanlık olmayan maddeden” oluşmuştur. Bu da şu anlama geliyor: Zaman geçtikçe artık kimse Dünya'dan ya da gökadamız içerisindeki herhangi bir yerden diğer gökadaları saptayamayacak. Büyük patlamayı doğrudan göremediğimiz için günümüz teknolojisindeki büyük süper bilgisayarlarla, evrenin 4000 versiyonunu simüle ederek büyük patlamadan sonraki aşamalar modellenmeye çalışılıyor.
İlk andan itibaren evren bu tekil yoğunluktan genişlemeye başlamış, hızla devam eden genişleme sürecinde zamanla atom çekirdeklerinin (hidrojen, helyum ve çok az lityum) oluşabileceği kadar düşük yoğunluk ve sıcaklığa ulaşmış, yeterince genişledikten sonra ise bu hidrojen ve helyum gazlarının kütleçekimsel etkilerle kendi üzerlerine çökmeye başlaması sonucu ilk yıldızlar ve galaksiler oluşmuştur. Aradan geçen milyarlarca yıl içinde bu ilk (ve büyük kütleli) yıldızlar patlayarak çekirdeklerinde oluşan karbon, oksijen, azot, silisyum ve demir gibi bugün periyodik tabloda gördüğümüz ağır elementleri uzay boşluğuna saçtı. Sonraki kuşak yıldızlar, yıldızlararası boşluğa saçılan bu ağır elementleri de içerdiği için kayalık yüzeye sahip ve yaşamı destekleyebilecek gezegenler de içeren yıldızların oluşması mümkün oldu.
Uzak galaksi kümelerinden gelen ışığın kırmızıya kaymasının, “doppler etkisi” nedeniyle gerçekleştiği varsayımına dayanılarak evrenin genişlediğini söylüyoruz. Doppler etkisi, ışığın veya sesin, yani bir “dalganın uzaklaştıkça dalga boyunun” büyümesi, yakınlaştıkça küçülmesidir. Şöyle ki, bir ışık kaynağı sizden uzaklaşıyorsa, ışığın giderek kırmızılaştığını, yaklaşıyorsa mavileştiğini görürsünüz. Tıpkı sesin uzaklaştıkça pesleşmesi, yakınlaştıkça tizleşmesi gibi. Bu da şu demek oluyor; uzak galaksi kümelerinin ışıkları hafifçe kırmızıya doğru kayıyorsa, bizden uzaklaşıyor olmalılar. Eğer gökyüzünün her yanındaki uzak galaksi kümeleri bizden uzaklaşıyorsa, aslında evrenin genişlediğini düşünebiliriz.
Yaklaşık 13,8 milyar yıl önceki büyük patlamadan, bir müddet sonra mevcut sis dağıldı ve ışık da serbest kalarak evrenin her yanına dağıldı. Bu ışımanın izinin bulunması 1964’te gökyüzünü dinlemek için yapılan bir antendeki parazitin varlığı ile ortaya çıktı. Sıkı durun evrenin oluştuğu zamanlardan gelen bu ışığa hepiniz rastladınız. TV’de kanal değiştirirken ekranın karıncalanmasının yüzde 1’lik sebebi bu parazit. Tam başlangıç anını ise en gelişmiş teleskoplarımız bile inceleyemiyor çünkü başlangıç ile 380.000 sene sonrası arasından gelen bir ışık yok. Sisli havada su zerreciklerinin ışığı saçtığı gibi, boşta gezen elektrik yüklü protonlar (+) ve elektronlar (-) da ışığı saçıyor.
1x10 üzeri -43. saniyede, evren inanılmaz ölçüde küçük, yoğun ve sıcaktı. Kuantumca konuşmaya başlıyoruz dikkatinizi çekerim. Kuantum fiziği atomaltını inceleyen fizik dalı. Bu evrede kuantum teorisi ile yerçekimi teorisinin birleştiği düşünülüyor ki bu modern fiziğin ulaşmaya çalıştığı "her şeyin teorisine" işaret ediyor. Yalnız henüz kanıtlanmadığını söyleyelim. Evren ışık hızından hızlı bir şekilde 80 kez ikiye katlanarak genişledi. Buna enflasyon teorisi deniyor. Enflasyon devresi büyük patlamanın “patlama” kısmı. Evren, genişledikçe de soğuyor.
Peki büyük patlamadan önce bir şey var mıydı?
Burada iki seçenek göze çarpıyor: - Hiçbir şey yoktu, evet hiçbir şey yoktu. Biz maddeleri atomların formasyonu dolayısıyla kavrar ve bilinç düzeyine ulaştırırız. Büyük patlamadan önce bu kadar çeşitli formasyonların olmadığı bir ortamda mutlak sıfır derece sıcaklıkta sonsuz boşluk var olduğu düşünülüyor. Ve bu evrende zaman ve mekan kavramı yok. Yani bizim bildiğimiz anlamda bir "ortam" bir "akış hali" yok. Çünkü bizim varoluş dediğimiz kelimenin o evrende karşılığı yok.
- Büyük patlamadan önce yine evren var olabilir. Muhtemelen şu an içinde var olduğumuz görünür evreni oluşturan maddeyle bire bir aynı özelliklerde olmayan fakat zorunlu ve nitel olarak belirli bir ilişki içinde olan "eski" evren.
Peki evrendeki ilk atom nasıl oluştu?
- Bu boşluklu evrenin enerjisi tekil bir noktada toplandı. Yani günümüzdeki evreni oluşturacak, sizi ve bizleri oluşturan her bir atom o tekil noktanın üzerinde idi. Binlerce teli alıp elinizle sıkıştırdığınızı ve avucunuzun içinde tutup aniden bıraktığınızı düşünün. İşte evrendeki atomlarda aynen böyle tek bir noktadan patlayarak etrafa doğru yayılmaya başladı. Evrenimiz bu sebeple sürekli genişleyen, giderek soğuyan bir yapıya sahip oldu.
Peki evrendeki ilk hücre nasıl oluştu?
Dünya tarihi hakkında elimizdeki bilgilere dayanarak bundan yaklaşık 4 milyar yıl önce yaşamın ilk tohumlarının atıldığı söylenebilir ancak yaşamın ilk tohumlarının karşılığının birkaç yüz milyon yıl sonra alındığı düşünülüyor. Bu, ilk tek hücreli organizmaların ortaya çıktığı zamanı içinde bulundurabilecek kadar son derece geniş bir zaman dilimi gibi görünüyor.
- Dünyanın ilk halleri: Dünya inanılmaz sıcaklıklara sahipti. Su yoktu. Uzun yıllar asteroid yağışına maruz kalan dünya asteroidlerin içindeki suların asteroidlerle beraber eriyerek birleşmesi ile büyük okyanuslara sahip oldu. Daha sonraları buzul dönemine giren dünyada yaşam çok uzun zaman boyunca imkansızdı.
- Dünya canlılığa başlarken: Dünyanın etrafındaki buz kabuğu nedeniyle dünyanın çekirdeği tıpkı bir düdüklü tencere gibi giderek ısındı, basıncı arttı ve en sonunda buzları kırarak volkanlarla lav püskürtmeye başladı. İklimimizin dengelenerek, bildiğimiz anlamda su ve kara formasyonu oluştuğunda hala denizlerin içinden yüzeye doğru sıcak hava püskürten "su bacaları" diye tabir edebileceğimiz yapılar vardı. Yani denizin dibinden yüzeye doğru, dünyanın ısısını ileten bir baca.
- Su bacalarında neler oluyor: Denizin en dibinde yer alan bacaların yanında artan sıcaklık nedeniyle suyun içindeki atomlar rastgele çarpışıyor, yağ asitleri başta olmak üzere keton, aldehit gibi organik moleküller oluşturuyordu. Oluşan moleküller sıcaklığın etkisiyle bacaların yanından ayrılarak yüzeye doğru biraz yükseliyordu. Fakat kimyasal ortam fazlasıyla karışıktı. Bu yüzden anlamlı bir hücre formasyonu oluşamıyordu.
- Yağ asitleri: Kimyasal evrim tasviri burada doğuyor. Oluşan moleküllerden sadece yağ asitleri suda yükselerek, yerçekimine karşı gelebiliyor, diğer moleküllerin bir çoğu oluştuktan sonra yüzeye tekrar batıyordu. Dolayısıyla yağ asitleri görece olarak diğer moleküllerden kendini soyutlamıştı. Yağ asitleri uygun konsantrasyonlarda top diye tabir edebileceğimiz formasyonlar oluştururlar. Çünkü bir suyu seven bir de suyu sevmeyen uçları vardır. Dolayısıyla suyu seven ucu dışa suyu sevmeyen ucu içe gelecek şekilde yağ asitlerini bağlayabilir ve suyu sevmeyen kısmını sudan soyutlayabilirsiniz. Yani yağ asitlerinin hidrofobik (su sevmeyen) ucu dolayısıyla yağ asitleri bir top formu alarak bugün bildiğimiz plazma membranlarını oluşturdu. Dikkat edin hala canlı değil.
- Canlılığın ilk adımları: Plazma membranları (içi boş topcuklar) rastgele oluşuyordu. Hatta bazı plazma membranları oluşurken içinde başka molekülleri hapsediyordu. Böylece içine hapsettikleri molekülleri dış kimyasal ortamdan da soyutluyordu. Bizim canlılığımıza köken verecek molekülleri hapsedene kadar bu biyolojik seçim yıllarca devam etti. Hatta o süreçte başka hücrelerin de oluştuğu fakat günümüze köken verecek kadar dayanıklı formasyonda olmadığı düşünülüyor.
- İlk canlı hücrenin özellikleri: Çekirdeği yoktu. Esasında hiçbir organeli yoktu. Sadece kendini eşleyebilen bir RNA'sı (DNA değil) vardı. Bütün canlılık bu hücreden sürüklenerek geldi. Yani canlı olan herkes her şey akraba.
Peki ya dünyanın tıpkı evren gibi doğal holistik yapısına ne diyeceksiniz?
- Pangaea ya da Pangea, Paleozoik sonları ile Mezozoik başlarında var olmuş dördüncü ve son süperkıtadır. Yaklaşık 335 milyon yıl önce daha önceki erken kıta parçalarından toplanarak bir araya geldi ve yaklaşık 200 milyon yıl önce ayrılmaya başladı. Günümüzdeki yeryüzünün aksine, bu süperkıtanın daha fazla bir kısmı güney yarımkürede bulunuyordu ve etrafı süper okyanus Panthalassa ile çevriliydi. Pangea magma tabakasındaki konveksiyonel hareketler sonucunda güneyde Gondvana ve kuzeyde Laurasia (Lavrasya) olarak ikiye bölünmüştür. İlerleyen evrelerde bu 2 kıta daha fazla parçaya ayrılarak günümüzdeki kıtalara dönüşmüştür. Pangea, günümüze kadar var olan süperkıtaların sonuncusu ve jeologlarca biçimi ortaya çıkarılanların ilkidir.
Peki ya insanın evren yapılı olması?
İnsanın evrimi, insanların kuyruksuz büyük maymunsu (İng: ape) atalardan türeyip değişim gösterdiği uzun bir süreçtir. Bilimsel kanıtlar, tüm insanlar tarafından paylaşılan fiziksel ve davranışsal özelliklerin kuyruksuz büyük maymunsu atalarından kaynaklandığını ve yaklaşık altı milyon yıllık bir dönem boyunca geliştiğini göstermektedir.
İnsanları oluşturan atomların en az 5 milyar yıl önce süpernova halinde patlayarak içindekileri uzaya döken eski yıldızların çekirdeğinde oluştuğu biliniyor. Bu da bizi evrene bağlıyor. İnsanların ortaya çıkışını düşündüğümüzde ilk olarak, hemen hemen her canlının evrim süreci boyunca başka bir şeyden evrimleştiğini bilmemiz gerek. Örnek verecek olursak, dünyada bilinen ilk yaşam örneği yaklaşık 3,5 milyar yıl öncesine dayanıyor. Üzerinden geçecek olursak bu erken yaşam, bugünden çok farklı bir dünyada, gözle görülemeyecek kadar küçük, su altında yaşayan minik mikroplar şeklinde başlamıştı. O sırada kıtalar henüz yeni oluşuyor, havada oksijen bulunmuyordu. O zamandan beri, dünyadaki yaşam inanılmaz bir şekilde değişti ve birçok şekil aldı. Oysa dünya tarihinin ortasında (1,8 milyar ila 800 milyon yıl önce) yaklaşık bir milyar yıl boyunca, dünyadaki yaşam büyük cıvık bir tabakadan başka bir şey değildi. Günümüzde yaşayan tüm insanlar, Homo sapiens türüne ait. Bununla birlikte, eski insan akrabamız olan Neandertaller (Homo neanderthalensis) de dahil olmak üzere, bizden önce gelen hominin adında uzun bir soy hattına sahip bir aile üyemiz var. Homo sapiens, bugün yaşayan tek hominin. Homininler ilk olarak milyonlarca yıl önce ortaya çıktı, uzun bir süre içinde evrim yoluyla genel olarak çok az değişti. Kulağa saçma gelebilir çünkü sokakta birinin yanından geçerken onun köpek ya da kedi değil de insan olduğunu hemen anlayabiliyoruz. Fakat 100.000’den fazla nesil önce yaşamış, ilk atamız Lucy (aşağıda onun hakkında daha fazlasını bulabilirsiniz) ile aranızdaki fark, bir insan ile köpek arasındaki farktan çok daha az. Bu yüzden sorunun cevabı biraz daha karmaşık. Bu nedenle iki cevap verilebilir, doğru olduğunu düşündüğünüz cevaba siz karar verin. İlk cevap, ilk “insanın” türümüzün ilk üyesi olan Homo sapiens olduğunu varsaymak. Bu kişi tıpkı sizin ve benim gibiydi. Türümüz Homo sapiens’in şimdiye kadarki bilinen en eski iskeleti Fas’ta bulundu ve yaklaşık 300.000 yıllık. Bu atamızın, Neandertaller ve Denisovalılar da dahil olmak üzere insan ailesinin diğer üyeleriyle aynı zamanda yaşamış olması muhtemel. Arkeologlar, bizi bu diğer eski insan türlerinden neyin farklı kıldığını uzun bir süredir tartışıyor. Cevap muhtemelen beynimiz ile alakalı. Homo sapiens’in sanat ve dil gibi uğraşları olan tek tür olduğunu düşünüyoruz ancak son keşifler Neandertallerin de birer sanatçı olduğunu öne sürüyor. Homo sapiens’in neden hayatta kaldığını ve hominin ailemizin geri kalanının neden hayatta kalmadığını kesin olarak bilmemiz zor. Ancak Fransa ve Endonezya’da bulunan bazı harika erken mağara resimlerine yol açan yaratıcılığın, son 100.000 yılda başarılı olmamıza yardımcı olmuş olabileceği ihtimali yüksek. Soruya verilebilecek bir başka cevap ise ilk “insanın”, şempanze ve gorilleri de kapsayan geniş ailemizin geri kalanından ayrılan ilk hominin olduğunu varsaymak olur. İlk atamızın kim olduğundan tam olarak emin olamayız ancak birçok bilim insanı Australopithecus afarensis’in iyi bir ihtimal olduğunu düşünüyor. Bu tür, bakınca bize farklıymış görünebilir ancak yine de dik yürüyebiliyor ve taştan aletler kullanabiliyordu. Buna en güzel örnek, ünlü bir fosil iskeleti olan Lucy verilebilir. Lucy’nin iskeleti Afrika’da bulundu ve diğer eski hominin iskeletlerine kıyasla elimizde daha fazla iskeleti bulunsa da, iskeleti eksiksiz değil. Bu durum, ilk “insanın” kim olduğunu anlamamızı zorlaştırıyor. Lucy, yaklaşık 3,18 milyon yıl önce hayattayken vücudu kıllarla kaplıydı. Kemikleri, yetişkin olduğunu gösterse de muhtemelen öldüğünde şu anda sizinle aynı boydaydı. Lucy’nin zamanında yaşamış fosillerin çoğu eksik olduğundan, geriye inceleyebileceğimiz soyu tükenmiş her türden bir avuç kemik kalıyor. Bu nedenle arkeolojideki her yeni keşif çok heyecan verici. Her yeni fosil, soy ağacımızın bulmacasını çözebilmemiz için bize yeni bir şans veriyor.
Aşağıdaki dört bileşen, vücudun protein, karbonhidrat ve yağ mimarisinin temel parçalarıdır.
65% Oksijen: Yiyeceklerin enerjiye dönüştürülmesi için kritik öneme sahiptir. 18.5% Karbon: Vücudun yapı taşları olarak adlandırılan omurga, testosteron ve östrojen gibi diğer önemli bileşiklerin önemli bir parçasıdır. 9.5% Hidrojen: Besinlerin taşınmasına, atıkların atılmasına ve vücut ısısının düzenlenmesine yardımcı olur. Enerji üretiminde de önemli bir rol oynar. 3.3% Nitrojen: Proteinlerin yapı taşı olan amino asitlerde bulunan; DNA'yı oluşturan nükleik asitlerin önemli bir parçasıdır.
Diğer Anahtar Unsurlar
%1,5 Kalsiyum: Kemiklere ve dişlere sertlik ve güç verir; sinirlerin ve kasların çalışması ve kanın pıhtılaşması için de önemlidir. %1 Fosfor: Gövde ve dişlerin yapımı ve bakımı için gereklidir; ayrıca hücrelerde kimyasal reaksiyonları yönlendiren enerjiyi sağlayan ATP molekülünde (adenozin trifosfat) bulunur. %0,4 Potasyum: Sinirlerdeki elektriksel sinyaller ve vücuttaki su dengesinin korunması için önemlidir. %0,3 Kükürt: Kıkırdak, insülin (vücudun şekeri kullanmasını sağlayan hormon), anne sütü, bağışıklık sisteminde rol oynayan proteinler, deri, saç ve tırnaklarda bir madde olan keratinde bulunur. %0,2 Klor: Sinirlerin düzgün çalışması için gereklidir; ayrıca mide sularının üretilmesine yardımcı olur. %0,2 Sodyum: Sinirlerin elektrik sinyallerinde kritik bir rol oynar; ayrıca vücuttaki su miktarının düzenlenmesine yardımcı olur. %0,1 Magnezyum: İskelet ve kasların yapısında önemli rol oynar; ayrıca enzimlerin hücrelerdeki kimyasal reaksiyonlar için enerji sağlamak üzere ATP kullanmasına yardımcı olan moleküllerde bulunur. İyot (Eser Miktar): Tiroid bezi tarafından üretilen temel bir hormonun parçası; metabolizmayı düzenler. Demir (İz Miktar): Kırmızı kan hücrelerinde oksijen taşıyan hemoglobinin bir parçasıdır. Çinko (Eser Miktar): Sindirimde görev alan bazı enzimlerin bir parçasını oluşturur.
Peki ya gelişim sürecine ne diyeceksiniz?
- 4-3,5 milyar yıl önce prokaryotlar (çekirdeksiz tek hücreliler), - 3 milyar yıl önce fotosentetik bakteriler, - 2.8-1.8 milyar yıl önce çekirdekli tek hücreliler (ökaryotlar), - 1.8 milyar yıl önce ilk bitkiler, - 1 milyar yıl önce ilk çok hücreli yaşamlar, - 665 milyon yıl önce ilk olası hayvan kalıntıları, - 570 milyon yıl önce ilk hayvanlar (dickinsonia vb.; bkz. ediyakaran faunası), - 550-530 milyon yıl önce ilk iskeletli ve kabuklu hayvanlar (brachiopoda vb.), - 530 milyon yıl önce balıklar, - 475 milyon yıl önce kara bitkileri, - 420 milyon yıl önce et yüzgeçli balıklar, - 400 milyon yıl önce böcekler, tohumlu bitkiler ve ammonitler, - 360 milyon yıl önce iki yaşamlılar (amfibiler), - 300 milyon yıl önce sürüngenler, - 200 milyon yıl önce memeliler, - 150 milyon yıl önce kuşlar, - 130 milyon yıl önce çiçekli bitkiler ortaya çıktı, - 65 milyon yıl önce kuş olmayan dinozorlar, ammonitler, birçok sürüngen ve memeli yok oldu, - 2,5-2.8 milyon yıl önce Homo cinsi göründü, - 300.000 yıl önce anatomik olarak modern insanlar (homo sapiens) görünmeye başladılar, - 40.000-30.000 yıl önce son homininler (neandarteller ve flores insanları) yok oldu.
Peki evrenin sonu var mı?
The Big Rip: Bu senaryoya göre, karanlık enerji, evrendeki her şey (bireysel atomlar dahil) kendini parçalayana kadar evreni giderek artan bir hızla ayırmaya devam ediyor. Büyük Donma: Benzer şekilde, evrenin genişlemesi devam ederse, gezegenler, yıldızlar ve galaksiler birbirinden o kadar uzaklaşacak ki, yıldızların yıldız oluşumu için hammaddeye erişimi olmayacak ve böylece ışıklar kaçınılmaz olarak sonsuza dek sönecek. The Big Crunch: İyi haber şu ki, evren onu parçalamakla tehdit eden genişlemeyi sonunda durdurabiliyor. Kötü haber şu ki, potansiyel olarak başka bir büyük patlamayı tetikleyerek kendi üzerine çökmeye başlayacak. Büyük Slurp: Higgs bulgularının ima ettiği gibi, evren muhtemelen özünde kararsızdır ve bu da bir vakum metastabilite olayının meydana gelmesine yol açabilir.
Ama her neresinden bakarsanız bakın evren holistiktir.
0 notes
maglearning-id · 11 months
Text
Spektroskopi Gamma, Prinsip Prinsip dan Instrumennya
Spektroskopi gamma adalah salah satu teknik penting dalam ilmu fisika, kimia, dan ilmu kedokteran nuklir yang digunakan untuk mengkaji radiasi gamma. Radiasi gamma adalah bentuk radiasi elektromagnetik yang memiliki energi yang sangat tinggi dan frekuensi yang sangat tinggi. Spektroskopi gamma adalah alat yang digunakan untuk menganalisis dan memahami sifat-sifat radiasi gamma, serta memungkinkan…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
dein-jena · 11 months
Text
Tag der Forschung am 18.10.2023 an der Ernst-Abbe-Hochschule Jena
Tumblr media
Spannende Vorträge und Auszeichnungen für besondere Forschungsleistungen beim Tag der Forschung an der EAH Jena
Die Forschung zu optischen Anwendungen in der Medizintechnik und Biotechnologie stand im Mittelpunkt des diesjährigen Tages der Forschung am 18. Oktober an der Ernst-Abbe-Hochschule (EAH) Jena.
Tumblr media
Die Preisträgerinnen Lisa Tewes und Josephine Schötz (v. l.) sowie der Preisträger Frederik Huhn der vom Förderkreis der EAH Jena gestifteten Preise des studentischen Posterwettbewerbs, Foto: Sina Großer, EAH Jena Wissenschaftlerinnen und Wissenschaftler der Hochschule stellten ihre Projekte vor: Sie beleuchteten Lab-on-a-Chip-Systeme, die Funktionalitäten eines makroskopischen Labors auf einem nur kreditkartengroßen Kunststoffsubstrat unterbringen. Außerdem berichteten sie über die Erforschung eines multimodalen optischen Katheters für die Kardiologie sowie über optische Lösungen aus der Natur als Inspiration für die Anwendung in der Technik. Darüber hinaus gab es einen Überblick zum Thema Forschungsdatenmanagement. Anhand des Projektes AVATAR, das sich mit der Anonymisierung persönlicher Gesundheitsdaten beschäftigt, wurde der Lebenszyklus von Forschungsdaten vorgestellt. Schnupperstudium für alle Studieninteressierten an der Ernst-Abbe-Hochschule Jena >>
Tumblr media
Studierende im Hörsaal der EAH Jena Foto: Sebastian Reuter Den Abschluss des Tages bildeten die Preisverleihungen. Die Preise wurden, wie in jedem Jahr, durch den Förderkreis der EAH Jena und die Sparkasse Jena-Saale-Holzland gestiftet. Weitere Nachrichten aus Jena -> Ernst-Abbe-Hochschule Den Sparkassenpreis für angewandte Forschung 2023 in Höhe von 1.000 Euro erhielt Prof. Dr. Robert Brunner. Er ist seit 2010 Professor für Angewandte Optik im Fachbereich SciTec der EAH Jena. In seiner Forschung beschäftigt er sich unter anderem mit mikrostrukturierten Optiken für Anwendungen in der Spektroskopie, der Oberflächenstrukturierung im Sub-Wellenlängenbereich oder mit Fertigungstechnologien für optische Mikro- und Nanostrukturen. Fast alle Forschungsprojekte führt Prof. Brunner in enger Zusammenarbeit mit Unternehmen aus der Region durch und stärkt damit insbesondere den Optikstandort Jena. Derzeit zählt er zum Kreis der forschungsstärksten Professorinnen und Professoren der Hochschule. 25 eingeworbene Projekte und insgesamt über 9 Millionen Euro Drittmittel sprechen für sich.
Tumblr media
Michael Rabich (Vorstandsvorsitzender der Sparkasse Jena-Saale-Holzland), Prof. Dr. Robert Brunner und Rektor Prof. Dr. Steffen Teichert (beide EAH Jena), Übergabe des Sparkassenpreises für angewandte Forschung, Foto: Sina Großer, EAH Jena Die vom Förderkreis der EAH Jena gestifteten Preise des studentischen Posterwettbewerbs in Höhe von insgesamt 600 Euro gingen an Lisa Tewes - 1. Platz zum Thema „Messtechnische Charakterisierung von porösen Glasbauteilen“, Josephine Schötz - 2. Platz zum Thema „Bierbrauen mit Brot – Zero Waste Food“ und Frederik Huhn - 3. Platz zum Thema „Fluoreszenz-Assay Mycolicibacterium hassiacum“. Veranstaltungen im Eventkalender >> Info, Christina Nolte // EAH Jena Fotos, Sina Großer // EAH Jena Read the full article
0 notes
deinheilpraktiker · 2 years
Text
Verständnis der neurologischen Grundlagen der sozialen Interaktion mit Augenkontakt bei Autismus Ein Kennzeichen der Autismus-Spektrum-Störung, ASD, ist die Zurückhaltung, Augenkontakt mit anderen unter natürlichen Bedingungen herzustellen. Obwohl der Augenkontakt ein entscheidend wichtiger Teil alltäglicher Interaktionen ist, waren Wissenschaftler bei der Untersuchung der neurologischen Grundlagen der sozialen Live-Interaktion mit Augenkontakt bei ASS eingeschränkt, da es nicht möglich ist, die Gehirne von zwei Menschen gleichzeitig abzubilden. Unter Verwendung einer i... #Auge #Autismus #Bildgebung #Biomarker #Diagnose #Gehirn #Kortex #Medizin #Neuroimaging #Neurowissenschaft #Psychiatrie #Spektroskopie #Wirksamkeit
0 notes
aklingolgesi · 5 months
Text
ELEMENTLERİN HİKÂYESİ | BÖLÜM 18: “SPEKTRUM, IŞIK VE RENKLER III” (In, I, Cs)
İndiyum, iyot ve sezyum… Bir önceki bölümde de söylediğimiz gibi bu bölümde de isimleri spektrumlarıyla ve renkleriyle doğrudan bağlantılı olan diğer bir 3 elementi konu alıyoruz. Peki, bu bölümde ele alacağımız üç element ne zaman keşfedildi? Bu elementlerin hangi renklerle yahut spektrum analizleriyle ilişkisi vardı? Elementlerimizin keşfi sırasında ne gibi olaylar yaşandı? Elementlerin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
karayoluhaber · 1 year
Text
Evrenimizi X-ışını Renginde Yeniden Keşfedecek XRISM Uydusu
Yepyeni bir uydu, evrendeki sıcak plazma akışlarının dinamikleri hakkında bizi bilgilendirmek amacıyla 6 Eylül’de Dünya’dan fırlatıldı. Japonya’daki Tanegashima Uzay Merkezi’nden fırlatılan X-Işını Görüntüleme ve Spektroskopi Misyonu (XRISM) uydusu, galaksi kümelerinin merkezlerine bakmak, kara deliklerin ve süpernovaların işleyişini ortaya çıkarmak ve evrenin element bileşimi hakkında bizi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
Text
Aromatik Yağlar ve Frekansları
Aromatik Yağlar ve Frekansları
Tumblr media
#AromaterapiFrekansları, #AromatikYağEnerjisi, #AromatikYağFrekansları, #AromatikYağTitreşimleri, #AromatikYağlarınRezonansı, #BitkiselYağTitreşimleri, #DoğalYağFrekansları, #EssentialOilFrequencies, #FrekansAnaliziAromaterapi, #YağlarınTitreşimFrekansları https://is.gd/S3C1QT https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/manset/aromatik-yaglar-ve-frekanslari/
Aromatik yağlar ve frekansları, doğanın bize sunduğu eşsiz bir hazineyi temsil eder. Bu değerli yağlar bitkilerin özünden elde edilir ve birçok kültürde yüzyıllardır sağlık ve zindelik kaynağı olarak kullanılmıştır. Aromatik yağlar ve frekanslar konusu, son yıllarda daha fazla ilgi görmeye başlamıştır, çünkü bu yağların sadece kimyasal bileşenleri değil, aynı zamanda enerjisel frekansları da büyük öneme sahiptir.
Her bir yağ, bileşenlerinin kimyasal yapıları tarafından belirlenen kendine özgü bir frekansa sahiptir. Bu frekanslar, bir insan tarafından duyulamayan çok düşük frekanslardadır. Aromatik yağların frekanslarının, insan vücudu üzerinde çeşitli etkileri olduğu düşünülmektedir. Örneğin, bazı yağların, bağışıklık sistemini güçlendirmeye, kalp sağlığını iyileştirmeye ve ruh halini iyileştirmeye yardımcı olduğu iddia edilmektedir. Ancak, bu iddiaları destekleyecek bilimsel kanıtlar sınırlıdır.
Aromatik yağlar ve frekansları nasıl ölçülür ?
Bitkisel yağların frekanslarını ölçmek için çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. En yaygın yöntem, kızılötesi spektroskopidir. Kızılötesi spektroskopi, bir maddenin kızılötesi ışığı nasıl emdiğini ölçerek maddenin kimyasal yapısını belirler.
Bitkisel yağların frekansları, farklı amaçlar için kullanılabilir. Örneğin, bitkisel yağların frekansları, bitkisel yağların kalitesini kontrol etmek için kullanılabilir. Ayrıca, bitkisel yağların frekansları, bitkisel yağların farklı bileşenlerini ayırmak için kullanılabilir.
Bitkisel yağların frekansları, insan sağlığı üzerinde henüz tam olarak anlaşılmamış bir konudur. Ancak, bitkisel yağların frekanslarının, insan vücudu üzerinde çeşitli olumlu etkileri olabileceği düşünülmektedir.
Nane Yağı (Mentha piperita): Yaklaşık 78-85 Hz frekansıyla bilinir. Uyarıcı ve canlandırıcı etkileriyle bilinir, sindirime yardımcı olabilir.
Lavanta Yağı (Lavandula angustifolia): Yaklaşık 118-125 Hz frekansına sahiptir. Rahatlatıcı ve stres giderici özellikleriyle tanınır, uykusuzluk ve anksiyeteye karşı kullanılır.
Melisa Yağı (Melissa officinalis): Yaklaşık 102-107 Hz frekansı vardır. Sakinleştirici ve ruh açıcı etkileriyle bilinir, sinirsel gerilimleri azaltabilir.
Biberiye Yağı (Rosmarinus officinalis): Tahmini 105-320 Hz arasında değişen frekanslara sahiptir. Zihinsel netlik ve enerjiyi artırmak için kullanılır.
Çay Ağacı Yağı (Melaleuca alternifolia): Yaklaşık 118 Hz frekansına sahiptir. Antiseptik ve antimikrobiyal özellikleriyle ünlüdür, cilt sorunlarında ve temizlikte kullanılır.
Limon Yağı (Citrus limon): 75-95 Hz arasında değişen frekanslara sahiptir. Temizleyici ve canlandırıcı etkileri vardır, ruh halini yükseltebilir.
Gül Yağı (Rosa damascena): Tahmini 320 Hz frekansıyla en yüksek frekanslardan birine sahiptir. Yüreği açıcı ve duygusal dengeleyici özellikleriyle bilinir.
Unutmayın ki frekanslar aromaterapi ve doğal sağlık alanlarında yaygın olarak tartışılan ancak bilimsel olarak tam olarak kanıtlanmamış bir konsepttir. Bu nedenle, bu bilgileri kullanırken dikkatli olmalı ve uzman görüşüne başvurmalısınız.
0 notes
resistantbees · 25 days
Link
0 notes