#Milat Kim
Explore tagged Tumblr posts
Text
✨️Berat kandilimiz mübarek olsun.✨️ O büyük kandile geldik. Bir sene boyunca kim ölecek, kim kalacak, rızıkların taksim edileceği her şeyimizin yeniden yazılacağı geceye geldik. Bu gece mümin için milat gecesidir. Ajandanın 1 Ocak sayfası gibidir.Rabbim bu gece bir yıl içinde maddi ve manevi rızkımızı çoğaltsın, günahlarımızın affolunduğu aynı hataları ve günahları yapmaktan ve tekrara düşmekten bizi muhafaza ettiği, gönlümüze bir bahar ikindisi bahşettiği bir yıl olsun. İsteklerimizi hayırla, afiyetle, suhuletle nasip eylesin. Hakiki kul olmayı suhuletle nasip eylesin ve istikametten bir an bir nefes bile olsun ayrılmayacak yılımız olsun. Ölüm ne zaman gelir bilinmez ölmeden önce bizi Ramazan'a ulaştırsın ve Ramazan'ın maddi ve manevi güzelliğinden payımızı çoğaltsın. İlk insanın yaratılması Hz. Adem aleyhisselamdan beri gelen ve istenen bütün hayırları bize suhuletle,hayırla, afiyetle nasip eylesin, ondan beri gelen bütün şerlerden de bizi muhafaza eylesin. Geceyi hakkıyla ihya edebilenlerden eylesin. Geceye dair Allah maddi ve manevi payımızı çoğaltsın. Dua eder dua beklerim. 💓
59 notes
·
View notes
Text
Tiktokta bir kadın yıllardır her ay kendi portresini çekiyormuş farklı konseptlerde. O ay içinde neyi barındırıyorsa ona göre herhalde. Ben de yapacağım. Aslında “kendimi bi toparlayayım ben de yapacağım” yazacaktım ama kim bilir ne zaman toparlanırım, bu soruyu da toparlanmanın bir ütopya olmadığı senaryoda sorabiliyorum ancak.
Bu fotoğraf ve post da burada dursun ya milat olur ya yaşanmamış düşler listesine bir ek.
37 notes
·
View notes
Text
Otuzuncu Yaş Manifestosu
Yazmaya eğilince, uçtu. Bana yine kağıt yazdıracak. Ben sadece kalem tutanım. Biline. Yazmak kendi yaşamımda hatırladığım en eski şey. Tarihte de böyle sanıyorum. Çizgilerin yazıya evrildiği yer, yaşamın başladığı yer olarak duyumsanıyor bende. Yazmak; süreç içinde insanın içinde dolaşan bir kavram. Yazmadığım zamanlarda bile yazıyı düşünmem. Bunu farketmem çok sonraya rastlamıştı. Bir şekilde bir yerlerde hep yazdığımı biliyorum. Not alamasam da unutsam da… O his, arayış seni takip ediyor belli ki. Yoksa zaten çok önemli değil, kim kimin dediğinden anlamış kim durup düşünme inceliği göstermiş. örneğin Nilgün, örneğin Rimbaud örneğin Çehov. Okumak yetmiyor yaşam burada var olamıyor. Okumak anlama dönüşmüyor yani. Yoksa bilinirdi Uğur'un ütülü gömleği Rodrigo'nun gitarı Paco'nun tırnakların ucu. Motzart'ın Lacrimo'su. Bunların yaşama dönüşmesi tecrübe edilmesi gerekir. Bu yaşamın içinde zamanla yok olup gitmiş. Farkında olunmayan bir kavram. Yaşadığımızın yaşarken farkında olmadığımız gibi bunun üzerine düşünme fırsatı da yaratamıyoruz. Ne ki yaşamak zamanın geçmesi miydi ?Korkulu ustalığımız mı ? Devrim kıvılcımı mı, bir sağcı hareketi mi yoksa. Ya da bir kadının gözlerine bakıp " Merhametin ta kendisydi gözlerin" diyebilmek mi ? Şairin , bir kağıt toplayıcısının evine ekmek götürebilmesi mi ? Metro da bir müzisyenin. Sabahları erkenden uyanın kedinin sonra. Sorular daima anlam karmaşasına götürüyor. Yazıyla var olmuştur. Yaşamı anlamak da yazıyla var olan bir şey. çizgilerin yazıya dönüşmesiyle… En son yazı duyguya dönüşmüştür. bunu icat edene "Ozan" demişlerdir. Dedim ya: Yazmak hep var olan bırakmayacak olandı. Otuz yaş biraz dönüm noktası. Bir ayrım. Milat. Bir ekol gibi. Kaçta kaçı İnsan yaşamının bilmiyorum. Çok istediğim zamanında ben de Ozan olabilmeyi. Ama ne 27'sinde ölüp rock yıldızı olabildim ne 29'unda intihar edip Şair olabildim. Çok İstemiştim o zamanın Şiir bildirisini yazmayı. Ne güzel yazmıştı Küçük iskender. kıskanmıştım. Şiir ödülünü sevgilisine verdiğinde kıskançlığımdan sövmüştüm. Şair değilsin demiştim. Belki ondan önce anlamıştım köpeklerden başka kimsenin uzaklara bakmadığını Ama bilirdi benim atlara ve uzaklara hayranlığımı. "Hadi len" dedi. Şairdi. Otuzuma gelince şimdi, durup düşününce anlıyorum. Yaşamın hangi, aşkın sevdanın hangi tarafında olduğunu… Ama bilirdi ben zamanın karagözlü zalimlerindendim. Çünkü yıllarca aynı müzikle aynı gecenin aldınta şiirler yazdım. İşte böyle böyle kılıç çeken kılıçla ölürdü. İşte korkulu ustalık, işte kan, işte gül. Aynı. Dedim ya : Şimdi anlıyorum. Sevda karşısında hiçbir şeyin önemli olmadığını işte böyle Ozan'ım. Dedim ya: Hayatta olmakla yaşamak bağdaşmıyor. öğrenmek, duyumsamak oluyor yaşamak. Bu sene öğrendim, Aziz Nesin abiyle oturup konusunca kimseyi kendi metremle ölçmemeyi. Oysa yirmilerimde de Can Abi söylemişti " O ne yaptı deme herkes kendinden sorumludur" Doğru. Gençtim Toydum affet allahım. koca dünyada yalnızım ve güçlüyüm. Kimsem yok. Öyle büyük sözlere , betimlemelere de ihtiyacım yok, üstelik. Dedim ya otuzuma geldim ve inanıyorum yaşadığıma. Yirmilerimi sonuna kadar harcadığıma. Zerresini heba etmediğime inanıyorum. Koştum. Az okudum çok düşündüm. Ama ne bileyim önceden diyorum İnsandım, şimdi taş kesildim. Dedim ya otuzuma geldim beni bu yaşa eriştirdin teşekkürler Allahım. Gücenme bunları ben yazmıyorum kağıt yazdırıyor. Sen de kitap yazdın herkes okudu kimse anlamadı. suçlusu kim bilmiyorum. Ama İstediğin gibi miyim Allahım. Ben razıyım yine de… Bir karalama defteri gibiyim biliyorum dünyaya dağılan camın sırçalarını toplamaya geldim.
Olsun yaşamak debelenir içimde kıvrak ve küheylan. Olsun yine de bağıra bağıra söyledim hep "Öyle bir yaşadım ki büyük bir gökyüzünün altında hala duyumsayabildimse kendimce bunun için çabaladığım için, ellerim arkamda gözlerim bağlı. .. Yaşadım."
Sağ ol tanrım iyi ki yazı var iyi ki otuzlarıma getirdin
"Dedim ya anlamazsınız, beni avi pardo çevirsin."
Tolga. onobirikibinyirmidört
0 notes
Text
Belki kimse görmeyecek, duymayacak, okumayacak buraya yazdıklarımı. Belki bir gün… Belki bir gün görürsünüz bunu ve hesabıma baktığınızda adım adım ilerleyişimi görürsünüz. Kim bilir. Öyle ya da böyle bugün benim için milat yarından itibaren başlıyorum. Adım adım gelişmeye, büyümeye, hayalimdeki gibi olmaya. Vermem gereken kilolar, çalışmam gerken dersler, okumam gereken kitaplar var ama ben bunların hepsini başarabilirim. Çünkü sizi sizden başka kimse geliştiremez.
1 note
·
View note
Text
Milat Grubu Kimdir, Milat Grubu Üyeleri Kimlerdir?
Milat Grubu Kimdir, Milat Grubu Üyeleri Kimlerdir?
Issız sokaklar isimli parça ile çıkış yapan ve merak edilen isimlerden olmayı başaran Milat kimdir ? hakkında tüm bilinenleri sizlerle paylaşıyoruz. Grubun Issız sokaklar, Özlemedin mi, Biz özgürüz, Bir aşk şarkısı, Işık, Nasıl ulaşırım yıldızlara, Masal, Rüzgar, Son kez, Arabesk gibi parçaları vardır. Milat grubu üyeleri kimlerdir ? 2015 yılında Mehmet Kenan Bakay, Ezgin Aydın ve Artun Koyuk…
View On WordPress
#Milat Grubu Kim#Milat Grubu Kimdir#Milat Grubu Üyeleri#Milat Grubu Üyeleri Kimlerdir#Milat Kim#Milat Kimdir#Milat Kimdir Müzik#Milat Müzik Grubu#Milat Müzik Grubu Kimdir
0 notes
Text
Normalini Yitiren Ülkeden Kesitler - II
Anormal olanın normalin ta kendisi diye dayatıldığı bir düzlem gerçek kılınıyor. Bariz ve belirgin büyük ülke nidaları atılırken, ortaya karışık bir karmaşa hali içerisinde büyüyen, sürekli güncellenen bir menzil olduğu rivayet olunsa da yıkımın mabedinde olduğumuz iş bu sahanın sürekli göçmeye devam ettiği örtbas olunmaya çalışılıyor. 1 Mart 2021’den bu yana süreğen kılınan bir normalleşme tiradının ikinci perdesi hiç kimseler için olumlu tek bir pareyi var etmezken, yıkımların arasında yol almanın konuşturulmadığı bir düzlemdir mesele. Anormal olan hallerin toplamına yeni ülke denilir. Günce, hayat istemi, varlığının muhafazasına çabalanan müştereklerimiz ayaklar altına alınır. Hayatın çürümelere rehin, geleceğinin çoktan zayi edildiği, eşitlik ve adalet bahislerinin yerle bir edile geldiği bir yer, bir uzam, ötesi yok, olmayandır.
Biçimlendirilen, yeniden ve yeniden türetilen şiddet ve nefretle, aralıksız ayrımcılık ve tüm o kinle birlikte gözden çıkartılan hayatlarla birlikte o anormallik hali de sabitimiz olarak var edilir. Cerahatin iktidarı, on dokuzuncu yılında bulabildiği faşizan akımla bir ve beraber neofaşist, dini primitif bir yıkıcı / öğütücü olarak konumlandıranlara sabitimiz kılınıyor. Cürümler içerisinde birbirini takip eden bir yıkım sürekliliği arz ediliyor. Sanki her şey uzay boşluğunda belirsiz bir odakta var ediliyormuş gibi bildiriliyor. Oysa hemen her şey gözümüzün içine baka baka, bile isteye çoğu zaman mübalağasız bir yıkım halinin peşinde ilerlenerek güncelleniyor. Devletlinin normalinin hayatını idame ettirmek isteyen o sıradan insan için bir yıkımdan ötesi olmadığı bugün onların gündemiyle bizlerin günlük gündeminin arasındaki uçurumdan bariz kılınır. Bugün bu kesintisiz bir hakikattir.
Emek mücadelesinin gasbedilmesi halinden, gündelik yaşamın kuşatılmasında her gün bir başka eşiğin arşınlanıyor olmasına kendini mükerrer bir biçimde güncelleyen bir tehdit ve tahakküm mekanizması bu meseli anlaşılır kılacaktır. Nefes alamayacak hale kıstırılmış o sıradan hayatların karşısında masallarla çıkagelen devletlinin var ettiği her eşik / dönemeç ve yönelim bir kez daha yıkımı var eder. Anormalin ortasında bir normal varmış sanki hiç söz konusuymuş gibi cümleler var edilir. Oysa ekranlardan atılan nutuklar, onlarla birlikte çıkagelen güzellemeler, örtbas etmelerin kıyısında her şeyin birbirine karıştırıldığı, yerilip yutulduğu bir kara delik var edilir. Yeni, büyük, güçlü ülke tiradı aksettirilirken yoksulluk bir norm kılınır. Ekmek bulabiliyorlarsa aç değiller, fakir hiç değillerdir gibi basitçe hakir görmelerin sofrasında birbiri ardına pıtrak gibi lira / euro / dolarların havalarda uçuştuğu video sızıntılar var edilir. Budur anormallik. Böyle açık bir biçimde insanların umutlarını taze taze, çıtır çıtır yerip yutan bir makamın, düzenin karşısında insanlara hala bir gelecek varmış gibi davranılmasının utancı artık kesintisizdir. Yanıtsızdır, göreni de sorgulayanı da yoktur, yol sahiden de nereyedir?
Yeni Yaşam Gazetesi’nden aktaralım: “Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, "Bu ülkede darbeci arayan varsa bakması gereken yer iktidarın kendisidir. Türkiye'yi yöneten koalisyon, 12 Eylül darbesinin öz evladıdır. Evren mezarda ama fikirleri iktidarda.” değerlendirmesini yaptı. Baş, Mecliste düzenlediği basın toplantısında, 103 emekli amiralin açıklamasına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Baş şu ifadeleri kullandı: “İşler kötü mü gidiyor? Bir koro devreye girerek, 'Darbe tehdidi var' diyor. Birileri itiraz mı ediyor? Aynı koro yine devrede. Birileri hakkını arayıp sesini mi yükseltiyor? Aynı koro yine devreye girerek, 'bunlar terörist' diye bağırmaya başlıyor. Bu ülkede darbeci arayan varsa bakması gereken yer iktidarın ta kendisidir. Laf olsun diye söylemiyoruz. Bugünkü Türkiye'yi yöneten koalisyon, 12 Eylül darbesinin öz evladıdır. Bunlar, 'Biz içerideyiz ama fikirlerimiz iktidarda' diyen MHP'nin ortak olduğu bir iktidardır. Kenan Evren mezarda ama fikirleri tümüyle iktidarda. Kenan Evren'in hayalini kurdukları, AKP iktidarında gerçek haline geliyor.
Seçilmiş milletvekillerini ve belediye başkanlarını cezaevlerine atıp halkın temsil hakkını gasbetmek bu iktidarın en önemli eylemleri arasında değil mi? TBMM'yi akademiyi, yargıyı darbelerle esir alan, her yeri hukuksuz biçimde ele geçirip kafasının estiği gibi kararlar alan bu iktidarla darbe tartışması yapmak akıl dışıdır. Bir darbecilik iması ile bu ülke halkının iradesini yok sayan, iradeyi sadece cumhurbaşkanında temsile indiren bir yaklaşımı hakim kılmak istiyorlar. Bunu asla kabul etmiyoruz.”
Bildik ezber edilmiş olan necaset taşıyan sözlerle, itham ve yaftalarla günbegün, anbean var edilmeye çalışılan bir menzildeki anormal hale karşı ses yükseltir Erkan Baş. Mutlak, kati ve kesin, biteviye ve hiç arasız bir biçimde ülke denilenin çukur kılınması o darbe, şu darbeci, bu darbeler silsilesi diye uzaya duran listeye her ek çıkmanın aslında o aralıksız bir biçimde yinelenen darbe mefhumuna kati bir yıkımı ilave etmek adına olduğu açığa düşer. Memleketteki kenarda köşede kalmış, yaşamsal destekleri ve konforlarıyla hemen pek çoğumuzun rüyasında dahi göremeyeceği imkanlarla yaşamaya devam edenlerin var ettiği bir seslenişin darbe etiketine haiz kılınması, yaftalanması mutlak çürümeyi de açık bir biçimde görünür kılar. Kenan Evren gibi, bir zamanların katilinin fikriyatını süreğen kılarak, onun tepkimelerini diri tutarak bir toplumu ayrıştırmaya devam diyen bir akım, akıl, yıkım pratiği var. Bu kadar afaki bir biçimde anormalliği bir normatif kılmaya hala cüret eden bir yönetim katı var. Böyle bir halde bu afaki çürüten düzlemde yaşam her ne yana düşer, düşürülür, bir yanıtı olan var mıdır?
“Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanun Teklifi’nin kabile hukuku icabı suçu isleyenlerin kim olduğuna göre, kimlerden olduğuna göre iş gören ya da görmeyen düzenlemelerden biri olduğunu söyleyen Ahmet Şık’ın konuşmasından satır başlarını İleri Haber’den aktaralım: “Bu düzenlemeyle saray rejimi ittifakı kendince kritik ya da önemli addettiği makam ya da mevkileri sabıkalı olduğunu düşündüklerine kapatıyor. Özetle ‘Bizden olmayan herkes düşman ya da sabıkalıdır." diyor ancak bu yasa teklifi iktidarı paylaşan sizler dâhil herkesin geleceğine bir tehdit. Nedenini bu düzenlemenin amacı çerçevesinde küçük bir güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması simülasyonunda anlatayım ki daha kolay anlaşılsın. Vebalı muamelesini hukuki hâle getiren güvenlik soruşturması, döneme göre saf ya da yer değiştiren isimler ve şeytanlaştırılan ya da dostlaştırılan yapılara göre işletilirse bu soruşturmayı geçemeyecek olan yani "sabıkalı" olarak adlandırılabilecek olanlara bakılırsa durum şöyle: Bürokrasiden iş dünyasına ve borazanlığınızı yapan medyaya kadar çok sayıda kişinin geçmişte iktidarınıza ortakken şimdi şeytanlaştırmakta yarıştığınız Fetullah Gülen'le fotoğrafları var ancak -isim vermeyeceğim ama- sadece 27'nci Dönemin bazı AKP'li milletvekillerini anımsatmakla yetineyim, George Orwell'in 1984 isimli eserinde hakikati eğip büken gerçek bakanlığının işini iktidarınızda üstlenen kişinin Zaman gazetesinde yayımlanan yazıları olan eşi var. Suç ortağı olduğunuz ancak cemaatin çetesini tek fail ilan ettiğiniz kumpaslar sürecinin iş birlikçisiyken şimdi grubunuza Başkan Vekilliği yapan var. İstifa ettiği 2020 Haziranına kadar AKP Tanıtım ve Medya Başkanı Yardımcısı görevini üstlenen ve "Darbeci Kemalist zihniyeti ortadan kaldırmak için FETÖ'yle ittifak yaptık." itirafında bulunanınız var.
Kilis Üniversitesi Rektörüyken Pensilvanya'da Fetullah Gülen'in önünde diz çöken, şimdi ise başka bir üniversite kadrosunda bulunan kardeşe sahip bir vekiliniz var. Necmettin Erbakan Üniversitesinde öğretim üyesiyken Konya merkezli FETÖ operasyonuyla tutuklanan bir kardeşe sahip olan bu Dönemden AKP'li bir başka vekiliniz var. Kardeşi 15 Temmuz kalkışmasının yönetici faillerinden bir generalken Hollanda'ya Türkiye Büyükelçisi yapılanı var.
17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarını eski ortağınızı terörist ilan etmenizin miladı olarak belirlediniz. Düşmanlaştırmak istediğiniz kim varsa bu milat sonrası faaliyetlerine, tutumuna, sözlerine bakarak yargıladınız. Bank Asya'nın önünden geçenlerin, çocuğunu cemaatin okuluna ya da dershanesine gönderenlerin her biri tutuklandılar ancak Gülen'cilerin üniversitesinde ders vermekle kalmayıp milat belirlediğiniz 17-25 Aralık sonrasında cemaat AK PARTİ'den yalıtılmış, yabancısı olduğumuz, bilmediğimiz bir yapı değil; 70'lerden beri hoca efendinin kasetlerini dinleyip yazılarını okuyarak "Yetişmiş insanlarız biz." diyeniniz var.
Muhalefetteyken "Kendisini padişah olarak görüyor, paçalarından yolsuzluk akıyor, hesap sormazsam namerdim." diye esip gürleyen ancak zalimlik ve savunuculuğunu yapmak konusunda tutarlı olup ilkeler konusunda, ilkeler söz konusu olduğunda dünüyle bugünü arasındaki uçurumu menfaatleriyle kapatmaya çalışan bir Bakanınız var. (HDP ve CHP sıralarından alkışlar) Başbakanın kalbi "Ali" diyor, dili "Muaviye" söylüyor. "Harun gibi gelip Karunlaşanlar, firavunlaşanlar" diyen yöneticileriniz var. Recep Tayyip Erdoğan'ın Kürtçe Kur'an gündemi için edepsizlik, münafıklık benzetmesiyle "Yeri gelince papaz cübbesi, yeri gelince imam kisvesine bürünen iki yüzlüler." diyen, "diktatör muavini" diye tanımlayıp "Herkesten cumhurbaşkanı olur ama Recep Tayyip Erdoğan olmaz." deyip de iktidarınıza ortak olan var.
Cemaatin "FETÖ" diye anılmasında yadsınamaz katkınızı "Ne istediniz de vermedik?" diye özetleyen ancak bu suç itirafını siyasi öz eleştiri olarak gören yargının herhangi bir tasarrufta bulunmaktan kaçtığı, korktuğu Recep Tayyip Erdoğan var.
Kısa ve sınırlı bir arşiv taramasıyla size güvenlik soruşturması yapmış bulundum ki bunların hiç birini suçlamak için söylemedim. Sadece yasanın yaratacağı sorunları ve gelecekte karşınıza ne çıkacağını, yarın iktidar değişir ise sizin ne ile karşı karşıya kalacağınızı anlatmak için bir örneklemeydi ama madem bu teklifin kanunlaşmasında bu kadar ısrarcısınız; buyurun, örneklerini verdiğim üzerinden görevinizin gereğini yapabilirsiniz.”
Anormal olanın bir normatif kılındığı zemin güncellenendir. Güvenlik soruşturması diye çıkartılan kanunun bir memlekette suçlu yaratma konusunda sınırsızlığı var edeceği açığa çıkandır. Ahmet Şık, buna dikkat çeker. Bizden değilse muhakkak düşmandır titrinin ve o aklın var edebileceği cüretin sınırlarında hayatın her ne hallere konulabileceğini, isim isim örnekler. Detaylara girmeye gerek kalmadan, suyun çürüdüğü bir sahnede herkesin ama her bir bireyin hedefe konulabileceği olduğu ortaya çıkar. Yazık ki, birinci defasında iktidar dışında kalan partilerin gayretiyle alt edilen yasa teklifi, bu defasında iktidarın lehine sonuçlandırılır. Baş Amir böyle istemiştir. Oysa ekranlarda kendine güvenen, yeni defterler açmaktan bahsederken, geçmişin hatalarını tekrar etmeyeceğini bildiren bir suret vardır. Olmakta olansa yeniden ve yeniden bir çürüme halinin ortasına demirleyen, hepten gerilemeye tabi olan bir ülkedir. Böyle bir halden medet umarak, dönüştürülmesi sağlama alınan yeni ülke tasarımına devam olunmaktadır. İyi de nereye kadar, bu tahakküm daha ne kadar anormallik!
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi, hazırladığı "2020 Yılı Marmara Bölgesi Hak İhlalleri Raporu"nu dernek binasında düzenlediği basın toplantısıyla kamuoyuna açıkladı. Toplantının yapıldığı salona, “2020 yılı Marmara Bölgesi Hak İhlalleri Raporu" pankartı asıldı. 438 sayfalık raporda, 2020 yılı hak ihlallerinin 2016 Olağanüstü Hal (OHAL) sürecini aştığı belirtildi.
Raporu okuyan İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri, raporun derneklerin yapılan başvuru, çeşitli kurumların hazırladığı raporlar ve basına yansıyan haberlerin baz alınarak hazırlandığını söyledi.
Cezaevlerinde 2020 yılında 5 bin 369 hak ihlalinin yaşandığını aktaran Yoleri, İmralı tecridine karşı tutukluların sürdürdüğü ve 134’üncü gününe giren açlık grevlerine dikkati çekti.
Raporun 13 ayrı başlıkta hazırlandığını kaydeden Yoleri, ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve buna bağlı olarak diğer özgürlüklerin yasaklandığı bir dönem yaşandığına işaret etti. 2020 yılında yaşam hakkına yönelik saldırılarda 844 kişinin yaşamını yitirdiği, 358 kişinin ise yaralandığını belirten Yoleri, cezaevlerinden 2 bin 142’si sağlık, bin 181’i işkence ve kötü muamele, bin 422’si iletişim hakkı/ tecrit ve 496’sı infazda ayrımcılık olmak üzere toplam 5 bin 369 ihlalin bildirildiğini ifade etti.
Kişi özgürlüğü ve güvenliğine yönelik ihlallerde toplam 3 bin 786 kişinin gözaltına alındığının tespit edildiğini dile getiren Yoleri, bunların bin 867’nin darbeyle ilişkili olarak, bin 394’ünün toplumsal olaylar nedeniyle ve 24’ünün sosyal medya paylaşımları nedeniyle gözaltına alındıklarını kaydetti. Yoleri, gözaltına alınanalar arasında 47 gazeteci, 3 yazar, 12 avukat, 203 kurum temsilcisi ve 31 trans birey olduğunu da aktardı.
Toplanma ve gösteri özgürlüğüne yönelik ihlallerde de 53 etkinliğin yasaklandığını belirten Yoleri, yasaklanan etkinliklerin 40’ına polis müdahalesi gerçekleştiğini, 13 etkinliğin ise gerekçe gösterilmeksizin engellendiği dile getirdi.
Yoleri, ifade ve basın özgürlüğüne yönelik ihlaller bölümünde 50 gözaltı, 13 tutuklama, 9 adli kontrol, 1 ev hapsi, 3 bin 729 TL idari para cezası, 1 sosyal medya kısıtlamasına dair 31 olayın yaşandığını ifade etti. 1 gazeteci ve gazeteye fiziki saldırı gerçekleşirken, 1 gazetecinin de tehdit edildiğini aktaran Yoleri, 196 gazeteci hakkında açılan dava ile 20 gazeteci hakkındaki soruşturmanın ise devam ettiğini belirtti. Biten davalarda ise 45 beraat ve 3 düşme kararına karşılık, “Örgüt propagandası” , “Cumhurbaşkanı’na hakaret”, “Suçu ve suçluyu övmek”, “Soruşturmanın gizliliğini ihlal”, “Örgüt açıklamasını yayınlamak”, “Casusluk”, “MİT Kanununu ihlal” suçlamalarıyla toplam 122 yıl 4 ay 14 gün hapis ve 13 bin 80 TL para cezası verildiğine dikkat çeken Yoleri, 5 gazeteciye verilen toplam 2 yıl 62 ay 44 gün hapis cezasının ise hükmün açıklanmasının geri bırakıldığını ifade etti.”
Topyekun tersine doğru koşar adım giden, demokrasi mefhumunda, adalet tahayyülüne insan hakkı ve hukukundan, fikri özgürlüklerin sınırlandırılmasına, içeride ya da dışarısı dış çeperde en olmayacak yaraların var edilmesine bir anormallikler toplamı var edilmiş, bugün yeni ülke diye sunulmaktadır. İnsan Hakları Derneğinin kaleme aldığı / sayılarla bildirdiği, yeniden yeniden ve yeniden güncellenen bir yaşam sahasındaki yok etme hal ve sürekliliğinin nereye evrildiğini de göstere gelir. Bir koca senenin, geçtiğimiz kayıp yıl hanesinin de uzantısı olarak güncellediği şey, en son güvenlik soruşturması kanun teklifi vs. ile çıkagelen şey bir ülke titrinin, tavrının, tahayyüllerinin sıradana karşıt olarak iş bu sahada konumlandırılmasıdır. Hiçbir muktedir makamının en ufak bir hesap vermediği ol adaletin çoktandır AKP – MHP zihniyetine yem edildiği, yerle bir edildiği bir ülke gerçek kılınır, gerçekten gerçek!
Anormalliğin adı normal kılınıyor. Bir normal diye tutturulup gidilen istikamette belirgin bir biçimde hayat heder ediliyor. Düzen, mekanizma ve yapı ile ortaya çıkan her şey ama her bir şey bet / feci olanın sınırlarını genişletiyor. Cürüm hemhal bir menzilde, olmakta olanın nasıl bir kaybediş, nasıl bir kuşatma için / adına olduğu bir kez daha karşımıza çıkıyor. Dünden bugüne, bugünden bir yarına ulaştırılmaya devam denilen ülke formunu sıradanın elindeki tüm müştereklerin talan olunduğu bir zemin olarak güncellemeye hala devam ediliyor. Geleceğini bu şimdi dahilinde yıkımlara rehin eden, her şeyin alenen tüm o yalan ve riyayla birlikte işlev kazandırıldığı bir zeminin meselidir, anormallik. İçten dış hazneye, dıştan ta içine, dibine kadar cürümlerle yolunu / yönünü arayıp bulan bir sahada normal artık lafın gelişi bile kalmamıştır. Demokrasinin tüketildiği, hakkın da hukukun da muktedire göre biçimlendirildiği kısıtlandığı ya da hiç kılındığı yerde ne normali olabilir ki sahiden, neyin normali? Bütünüyle çürüyor bir saha, bütünüyle kokuşmuşluk halinin ta dibine mıh gibi çakılıyor bir saha. Bütünüyle, kesintisiz, arasız ve fasılasız bir halde yarın yok ediliyor, normal diye anormalliğin ta kendisine rehin ediliyor. Bu haller toplamından ne yenisi, ne ülkesi, ne hakkı ne hukuku, ne adaleti ne demokrasisi kalır, bırakılır. Hiç ama hiç düşünüyor musunuz? Bütünüyle hayata kast eden, müştereklerimizi yerle bir eden, bir gün öyle bir gün böyle ama hep hepten karanlığa yollanan bir sahanın hakikatini düşünüyor musunuz, bu mu normaldir? Yol nereye?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Kesit – Canavar v/ Cornucopia
#meram#arzihal#durum#tahayyül#kötülük sarmalı#sesler#karanlık çağ#yıkım#yıldırı#dönüşüm#çürüme#hayat hakkı#yaşama#erdem#türkiye#yeni ülke#söz#başka türkiye vardır#durmak yok nereye devam#güvenlik#ahmet şık#gülen#meclis#insan hakları#hak ihlalleri#devinim#biyopolitika#politikmeram#anlama#anarşizan
2 notes
·
View notes
Text
Uzun yıllar AKP destekçiliği yapan, şimdilerde eski AKP'lilerin gazetesi Karar'da yazan Ahmet Taşgetiren, "Yarına bırakılan dosyalar" başlıklı bir yazı kaleme aldı.
"Şimdiden söyleyeyim, unutulmayacak ve bir iktidar değişiminde masaya yatırılacak çok sayıda mesele var" diyen Taşgetiren, 20 dosyayı sıraladı.
Taşgetiren'in yazısı şöyle:
"20 yıl uzun bir süre. Bu kadar uzun süre iktidarda kalınca insanlar oradan hiç gitmeyecekmiş hissine kapılabilirler. Bu da, icraatta titizliği, kurala uygunluğu ıskalamaya yöneltir. Unutulur, denir, kim görecek ki denir, kesemize kalır, denir, müruru zamana uğrar, denir… Denir de denir. Ama bence bu, hayati bir yanlıştır. Şimdiden söyleyeyim, unutulmayacak ve bir iktidar değişiminde masaya yatırılacak çok sayıda mesele var.
Şimdi geleceğe bırakılan dosyalardan bazılarını yazayım:
-17-25 Aralık’ın milat sayılması sorgulanır mesela.
-Yine, 17-25 Aralık’ın yolsuzluk boyutu sorgulanır.
-Rıza Zarrab ile ilişkiler sorgulanır.
-“Ne istediler de vermedik” yaklaşımı sorgulanır.
-SADAT konusu tüm ilişkileri ile sorgulanır.
-15 Temmuz’da gerçekten ne oldu, darbe ihbarı geldikten sonra MİT ne yapamadı – Genelkurmay ne yapamadı da 250 kişi can verdi, binlerce kişi yaralandı, sonra MİT Başkanı yerinde kaldı, Genelkurmay Başkanı çok çok yetkili hale geldi, buradaki sorular cevapsız kalabilir mi? TBMM’nin 15 Temmuz dosyasına ne oldu, sorulur. SADAT’ın 15 Temmuz’da rolü var mı, sorgulanır.
-İhaleler sorgulanır mesela. Diyelim şu anda Sedat Peker’in açıklamaları ile ilişkileri tartışılan Mehmet Cengiz, ve isimleri onunla birlikte dillendirilen hadi nazik ifadeyle söyleyelim “5 seçilmiş müteahhit” nasıl “davet usulü ile” milyarlık ve ballı ihalelere gark oluyorlar, muhalefet şimdiden bunları masaya yatıracağını bas bas bağırmıyor mu?
-Bu arada kimler, nereye, hangi motivasyonla milyon dolarlık aktarımlarda bulundu, bu dosyalar açılır.
-Etkili ailelerin devlet bürokrasisi ile ilişkileri sorgulanır.
-Bir saray dosyası oluşur mutlaka. Oradaki tüm kadrolaşma isim isim değerlendirilir. Diyelim şu anın muhalefeti böyle bir yapı düşünmediğine göre şayet iktidara gelirse onun için yeni bir formül geliştirecektir.
-Medya yapılanması kesinlikle sorgulanır. Havuz- mavuz işleri, ayrıca devlet bankalarından sağlanan kredilerle medya oluşumları sorgulanır.
-Yargıda FETÖ Borsası diye bir başlığın açılmaması mümkün mü? Cumhurbaşkanlığı avukatlarının etkinliği kesinlikle bir gündem konusu olur.
-Cumhurbaşkanına hakaret davalarının tartışılmaması mümkün değil.
-Yargıda verilen kararlar, “yargı kararı” denilip üstü kapatılacak nitelikte mi? “Alnı secdeye gelenler” söyleminin sonunda nasıl bir yargı düzeni oluşturduğu meselesi nasıl kapanır? Sonraki yargı yapılanmaları gerçekten yargı bağımsızlığı - tarafsızlığı çerçevesine oturuyor muydu?
-KHK’larla bir gecede binlerce insanın defterinin dürülmesi bir hukuk devletinde nasıl mümkün olabildi? Bu dosya açılmaz mı?
-Bir “kayyım masası” kurulması kaçınılmaz bence. Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınıp kayyımla yönetime gidilmesi demokratik haklar açısından,
-FETÖ bağlantısı gerekçesiyle el konulan iktisadi kuruluşlara yönelik kayyım uygulaması, buralarda yapıldığı iddia edilen yolsuzluklar sebebiyle masaya yatırılır.
-Süleyman Soylu usulü İçişleri Bakanlığı yönetimi önemli bir gündem oluşturacaktır yarınlarda. Sayın Soylu’nun girdiği fotoğraf kareleri de mutlaka konuşulacaktır.
-Hendeklere nasıl göz yumulduğu da bir gündem konusu olur mutlaka.
-Tabii bütünüyle sistem sorgulanacaktır. Bütünüyle ekonomik yapı sorgulanacaktır."
0 notes
Photo
Hazret-i İsa'nın doğumu belli değil midir? “Hıristiyanların yortuları, putperest yortuları ile aynı tarihlere rastlar!.." Sual: Hazret-i İsa'nın doğum gecesi ve miladi takvimin başlangıcı olarak kabul edilen Noel gecesi belli değil midir? Cevap: İsa aleyhisselam, Peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı zaman, Yahudilerden bazıları, onu beklenilen Mesih kabul ettiler. Ancak, Onun sözlerini, Yunan felsefesi ve putperest cemaatlerin fikirleri ışığında, tefsire tabi tuttular. Böylece, İsa aleyhisselamın hakiki dini, değiştirildi. İsa aleyhisselamın yolunu öğretmek yerine, Onun şahsını yüceltme teşebbüsleri, bu değişikliğin ilk işaretleri idi. Dr. Morton Scott Enslin, Christian Beginnings kitabında diyor ki: “İsa aleyhisselamın kim olduğunu araştırma, her şeyi Onun şahsiyeti ile ilgi kurarak açıklama gayretleri, kendisi için uydurulan ve kendisinin hiçbir zaman söylemediği şeyleri, kendisinin tebliğ ettiği, Allahü teâlânın kullarından istediği şeyleri ve tövbeye çağırdığı hususunu unutturdu. Böylece, ümmetine tebliğ ettiği ahkamın öğrenilmesi ve itaat edilmesi yerine, şahsiyetinin açıklanıp anlaşılması lazım olan bir kimse hâline geldi.” Eski çağdaki putperestlerde, tanrıların ve kahramanların efsanevi hikâyelerine mitoloji denir. Hayali tanrıların ölmesi veya dirilmesi ile kendilerinin kurtulacağı zannolunurdu! Kurtarıcı tanrıya inanan kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine, bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yeme ve içki içme ayinleridir. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralık'tır. Hıristiyanlar da, İsa aleyhisselamı kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi milat ve Noel olarak her sene kutlamaya başladılar. New York Üniversitesinde tarih profesörü olan, Waelance Ferguson diyor ki: “Hıristiyanların yortuları, putperest yortuları ile aynı tarihlere rastlar. Mesela, Noel tarihi, İran ve Roma'da güneş tanrısı Mithras'ın doğum tarihi idi. Ayrıca bu tarih çok eskiden beri putperest dünyasında önemli bir yortu günü idi.” İsa aleyhisselam, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak https://www.instagram.com/p/CYGsbvoq3Vi/?utm_medium=tumblr
0 notes
Text
Aslında her tartışmadan önce zemini belirlemek gerekir ki havanda su dövülmemiş olsun.
Meclisin halkı temsil etmediği artık halkın kendisi olduğu gibi bir sav bana gerçekçi görünmüyor en başta. Nerden baksam saçma bir söz ama doğru da olsa bir önemi yok. Meclisin işlevi ne ki... daha ötesi kurumların işlevi bitti.
Bir arkadaşım konuşmamız sırasında “Türkiye’nin dış işleri” diye bir cümle kullandı hemen itiraz ettim. Olmayan bir şey. Türkiyenin dış işleri diye bir şey yok. Türkiyenin dış işleri demek başkanın bazı ülkelerle ilişkilerinden başka bir anlama gelmiyor. Bunun gerçek olduğunu görmek gerek.
Bi kere şunu kabullenmek durumundayız. Türkiye de en genel anlamda devlet, bütün kurumlarıyla tek kişinin iradesine bağlı hale gelmiştir. Onunla özdeşleşmiştir. Yeni de değil. En azından 2013 milat kabul edilebilir.
Herkes büyük laflar etmeye bayılıyor, sanki yaprak kıpırdasa tüm ülkeyi etkliyormuş gibi. Bence öyle değil. Osmanlı imparatorluğu sınıfların poltikalarına göre mi dalgalanıyordu her an? Padişahın kişisel özellikleri imparatorluğu hiç mi etkilemiyordu?
Tarihin ve olayların kişilerden tamamen arındırılması da bence gerçeğe götürmüyor.
Sınıfsal temel tamam ama kişiler de tarihin yapılmasında etkilidir.
Konuyu kişiselleştirerek daralttım. Şimdi de ülke özelinden çıkacak kadar genişletmem gerekiyor.
Yazının altında sanki Türkiye uzayda tek başına bir ülkeymiş gibi bir kabul var. Kendi içinde sınıflar istediği yönetimi getiriyormuş, istediği rejimi seçiyormuş sanki. Bu da öyle değil.
Emperyalizm olgusunu es geçerek, atlayarak herhangi bir ülkenin rejim değişikliğinden bahsetmek eksik yada yanlış bir değerlendirme yapmakla eş anlamlıdır. Kimse kimseyi o kadar rahat bırakmaz bu dünyada. Az gelişmiş bir ülkenin rejimi değişecekse bu dünyanın efendilerinden onay almalıdır.
Hatta bu değişiklik kendi istekleri bile değildir büyük ihtimalle. Emperyalizm yıllardan beri şu anda olanları istiyordu Türkiyeden.
Daha önce de yazdım. Bush gelip istanbulda bir halifeniz olsa ne güzel olur. İstanbul başkent olsa ne güzel olur vb diyebiliyordu. Yanlış hatırlıyorsam ve o söylemiyorsa başka amerikalılar söylüyordu kesinlikle.
**
Görüntülere aldanmamak gerek. Yönetimin keşfettiği şeylerden biri sadece ülke içinde değil ülke dışında da karşılarında homojen yapılar olmadığını bilmek. Kendileri de rakipleri gibi homojen değil ama birliktelikleri nispeten sağlam. Attila İlhan yazarak sorardı kitap kapaklarında “hangi Batı- Hangi Atatürk” diye.... Ben de onun gibi hangi emperyalizm diyorum.
Emperyalizmin en kristal hali Trump’sa evet dünyada işler onun istediği gibi gitmiyor pek. Ama kim sordu amerikan genelkurmayı ne düşünüyor, iş çevreleri, istihbarat örgütleri ne düşünüyor, ne istiyor diye? İngilizler ne istiyor, Almanlar ne istiyor... Bunların hangisi emperyalizm?
**
Türkiye kapitalizmi diye somut bir şey var mıdır? Ali ağaoğullarıyla eczacıbaşı yada koç gurubunun çıkarları hep paralel midir? Bütün sermaye sınıfının en büyük rakibi işçi sınıfıdır ama işçi sınıfı karakterli dişe dokunur tek bir eylem bile olmazken nasıl olur da kapitalizm yönetsel bir buhranda olabilir?
Kapitalizmin buhranı yok. Şehirli egemenlerin kendilerinden daha aç ve bu yüzden daha saldırgan taşralı egemenlere devir teslim töreni var. Tüm gümbürtü bundan ibaret. Halk bu törenin sadece seyircisi. - Yazıya bir şey ekleyemiyorum baş taraftan tumbrun azizliği, sona ekleyim BU son cümle Türkiye özelinde.
Dünya genelinde kapitalizm her zaman buhranda bence. Kapitalizm buhran demektir. Teorik anlamda en zayıf olduğum alan da hala iktisat.
90lara, ikibinlerin başına göre şu anda dünyada ki en büyük fark ne desen, dünya daha kaotik bi yer derim. Bundan ibaret olur fark ettiğim fark. O da uzun bir konuya girmemi gerektirir. Yükselen çin gücü, rusyanın yeniden ülke dışına çıkması vs vs....Bunlar da özelimizde olduğu gibi egemenler arası yeni, mücadele alanları...İşte devletler arasında ve ülke özelinde fark burda ortaya çıktı: Göstermelik yasalara ihtiyaç duyulmayan bir döneme girildi. “her şey serbest” Bu mücadelede eski centilmenlik antlaşmlarına yer yok. Ne Türkiye de ne dünyada ... Kontrollü kaos gibi birseyi deniyor pastadan pay isteyen herkes.
**
En üzücü kısım bu kısım olacak: Türkiye de adı anılacak bir sosyalist hareket olduğunu sanmıyorum. Ağırlıklı olarak alevilerin ve kürtlerin kendilerini solda saymasıyla güç bulan sosyalist hareketler de bir chpden daha fazla güven vermiyor bana. 90′ların ortalarında en radikal görünen guruplar, Susurluk gibi bir durumda devleti kurtarma telaşına düşmüşlerdi. Kendi yaşadıklarımı da dışardan gözlemlerime ekleyince gerçekten bir güç olacak, başarıya ulaşacak, dikkate alınacak bir sosyalist sol olacağına dair umudum yok.
Ben şu anda sadece potansiyeli görüyorum ama egemenlerin karşılarında hiç bir güç görmüyorum.
Bir mücadele yok. Olursa güven veren bir solda, teorisi de, lideri de o mücadalaenin içinden doğabilir. Durduk yerde bir şey ortaya çıkacağı yok ve aslında halk duruyor. Gezinin sembolik duran adamı bitişin ilanıydı... Halk duran adam gibi duruyor.
***
Epeyce bir yılgınlık aşılayarak kutsal görevimi yapmışımdır :))
Ben gerçekten yanayım ve acı ki ülkenin aydınları, aydın sayılanları hep yüzeydeki sorunlarla uğraşmayı seviyor. Çünkü soruna geniş bir açıdan bakarlarsa umutsuzluğa düşeceklerini biliyorlar. Halbuki şu an bence doksanlara göre her şey için daha fazla umut var.
**
İşin doğrusu ben de elimden geldiğince politik dünyadan uzakta durmaya çalışıyorum artık.
Halkın neyi hakettiği de apaçık belli olmalı.
0 notes
Text
FET-ÖCÜ MÜYÜM?
Öncesi, sırası, sonrası sorularla sorunlarla ve bilinmezlerle dolu 15 Temmuz kalkışmasından sonra hayatımıza kavramlar girdi: Fetö ve Fetöcü!
Emekli Asker ve Hukukçu Mehmet Alkan: Fet-Öcü müyüm?
Erdoğan’ın “fetöcüleri ihbar edin” çağrısından sonra menfaat ve dalkavukluk uğruna herkes birbirini sattı, iftiralar havada uçuştu. Baba oğlunu, kadın kocasını, dayıoğlu halaoğlunu, amir memurunu, komutan maiyetini, ast üstünü, komşu komşusunu, öğrenci öğretmenini, hasım hasmını ve hatta dost dostunu “fetöcü” diye ihbar etti. “İnsan insanın kurdudur” sözünü doğrular nitelikte herkes içindeki kötülüğü ortaya döktü. Fırsatı ganimete çevirmek isteyen siyasiler de ne kadar faili meçhul veya kötü olay varsa hepsini fetöye bağladı. Tecavüzden yargılanan da sahte diploma kullanan da hırsızlık yapan da kendisini “bu bana kurulan bir fetö kumpasıdır” diyerek savunur oldu. İş o kadar abartıldı ki rüşvetten ceza alan memur, uyuşturucu satan zehir taciri, iftira atan müfteri, hırsız, yankesici kim varsa kendisini yakalayan polisin, ceza veren hâkimin fetöden atıldığını yani fetöcü olduğunu dolayısıyla suçu olmadığını ve cezasının kaldırılmasını talep eder oldu.
15 Temmuzdan sonra aradan geçen neredeyse beş yıllık süreye rağmen hoşa gitmeyen bir şey yapan veya söyleyene hemen yapıştırıyorlar: Fetöcü! Görünen odur ki bu gidişle her nefis ölümü tadacaktır misali her muhalif de fetöcü olacaktır.
Peki, fetöcü ne demektir?
Kısaltması fetö olan fetullahçı terör örgütü üyesi/taraftarı demektir. Ancak bu kullanım doğru değildir zira tescilli terör örgütleri için pkkcı veya dhkpci şeklinde bir kullanım yoktur. Doğru kullanım X terör örgütü üyesi/mensubu şeklindedir. Bunun da ötesinde aslında sorun daha önceden yani fetö adından başlıyor. 15 Temmuzdan sonra yaşananları anlattığımız “OHAL Darbesi” kitabımızda da bahsettiğimiz gibi “hiçbir örgüt adında terör ifadesine yer vermez, verecek olması çok saçma bir durumdur nitekim en başta gelen terör örgütlerinden olan pkk ‘Kürdistan İşçi Partisi’nin kısaltmasıdır, bir örgütün terör örgütü olduğu eylemleri sonunda yargı kararlarıyla ortaya konulur. Oysa fetönün terör örgütü olduğuna dair ilk Yargıtay kararı 15 Temmuzdan neredeyse bir yıl sonra verilmiştir.” Bu bakımdan ilk düğme yanlış iliklenince gerisi de haliyle yanlış oluyor.
Konuya devam edersek hukuki açıdan fetöcü diye bir şey yoktur bu kavram iltisak ve irtibat kavramları gibi siyasi iktidar tarafından amacına hizmet etmek üzere uydurulmuş bir kavramdır. Konuya dilbilgisi açısından bakıldığında; Türkçede isimden isim türetmede kullanılan “cı” ekleri meslek, alışkanlık ve taraftarlık isimleri yapar. Örneğin, kitap-çı, kebap-çı, boya-cı, çay-cı, din-ci, sol-cu gibi. Kebapçı kebap yapar, kitapçı kitap satar peki fetöcü ne yapar ne satar? Dinci dine solcu sol ideolojiye taraftır peki fetöcü neye taraftardır? Dolayısıyla bir kişiye fetöcü demek fetöcülük yapan kişi demektir ve bu bir eylem isnadı değil anlamsız bir durum tespitidir.
Hem hukuka hem dilbilgisine aykırı bu kullanım siyasi iktidar tarafından başarıyla gerçekleştirilen bir algı yönetimi ve kurnazlık örneğidir. Hedef aldığı kişilere yasadışı bir eylem isnat edemeyen iktidar uydurduğu bu kavramla maksadına ulaşmaya çalışmakta ve maalesef başarılı olmaktadır. Oysa hukuk kişilerin durumuna değil eylemine, ne olduğuna değil ne yaptığına bakar. Bu kavram karanlık ortaçağ Avrupa’sındaki “cadı avı”nın günümüzdeki halidir. O gün içine cadı kaçtığı düşünülenler yakılırken bugün “fetöcü” olduğu düşünülenler hapse atılıyor, eziyet ediliyor, hayat hakkı tanınmıyor sosyal soykırıma tabi tutuluyor. Adeta “öcü” “fet-öcü” olarak kin ve nefret uygulamalarına maruz kalıyor, ötekileştiriliyor.
Fetöcülükle suçlananlar olarak sormak hakkımızdır; fetöcü dedikleriniz ne yapmıştır, hangi yasa dışı faaliyetlere girişmiştir, kime ne kötülük yapmışlardır kanunlarda yazan hangi suç eylemlerinde bulunmuşlardır? Bu noktada somut bir örnek vermek gerekirse yakın zamanda ülke olarak bir partinin il başkanının “fetöcü” olduğu gündemi uzun süre meşgul etti. Gazeteler, tv’ler yazdı çizdi konuştu; bu adam fetöcü! Ama kimse bu adam şu yasa dışı eylemi yapmış, şu kanundaki şu suçu kabahati işlemiş demedi diyemedi çünkü öyle bir şey yoktu.
Bu açıdan bakıldığında uydurma “fetöcü” kavramı bir sosyal soykırım ve düşünce suçu aracıdır. Zira bu suçlarda kişilerin ne yaptığına bakılmaz, ne yaptığının önemi olmaz önemli olan kişilerin bir duruma ya da düşünceye sahip olmasıdır.
Fetöcü denilen kişilerin ortak özelliği kamu görevlisiyse OHAL Kanun Hükmünde Kararnameleriyle kamu görevlerinden çıkarılmış olmaları kamu görevlisi değilse bir dini cemaate mensup olmalarıdır. Onlara isnat edilen eylemler ise tamamen yasal ve rutin faaliyetlerdir. Hatta o kadar yasaldır ki devlet kurumları da bu faaliyetlere ortaktır.
Nasıl mı?
Birkaç örnek vermek gerekirse; özel okulda öğretmenlik yapmak fetöcülük yani terör faaliyeti oluyor ama Maliye bu terör okulunun kazancından vergi alıyor, Sgk prim alıyor, Valilik çalışmasına izin veriyor ve nezaret ediyor; yine düşünün ki bir terör örgütü ülkede banka işletiyor para yatıran terörist oluyor fetöcü oluyor ama bankacılık konusunda tek yetkili olan BDDK çalışmasına izin veriyor, Maliye kazancından vergi alıyor, Sgk pirim alıyor. Başka bir örnekteyse, iktidarın kendine göre milat ilan ettiği tarihten sonra açılan, mevzuata uygun şekilde kurulmuş bir eğitim sendikası valilikler tarafından üye olabilirsiniz diye öğretmenlere duyuruluyor, sendika üyelik aidatları devlet tarafından ödeniyor ama o sendikaya üye olan fetöcü yani terörist oluyor. Ne kadar mantıklı değil mi? Bu tür onlarca daha örnek verilebilir. Bunları görmek için adalet dağıtılması gerekirken adaletin katledildiği yerler olan adalet saraylarında sayıları her geçen gün artan “terör ağır ceza mahkemelerinin” duruşmalarını takip etmek yeterlidir. İleri demokrasi olduğu söylenilen Türkiye’de bugün cezaevinde olan insanların geride kalan eşlerine ve çocuklarına yaşayabilmeleri için maddi manevi yardım yapmak dahi “fetöcülük” denilerek terör suçu olarak işlem görüyor.
Konunun daha iyi anlaşılması için bir “fetöcü” olarak yaşadıklarıma kısaca değinmek isterim. Emeklilik dilekçesi vermiş ve 30 Ağustosta Albay olup emekli olmayı beklerken 15 Temmuzdan sadece 45 gün sonra 01.09.2016 gece yarısı yayımlanan ve sahte belgelere dayalı 672 sayılı khk ile hakka, hukuka, ahlaka açıkça aykırı bir eylemle kamu görevinden çıkarıldım. Sonrasında süreci kişilerden ve devletten gördüklerim olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. Kardeşten ileri dediğimiz devre arkadaşlarım, diğer silah arkadaşlarım, bir kısım akrabalarım, dostlarım, hemşehrilerim benden uzak durmaya, aramamaya, görüşmemeye özen gösterdiler zira ben “fetöcü”ydüm ve bana selam verirlerse onlar da fetöcü olarak işlem görebilirdi. Kişiler tarafı kısaca bu şekildeyken devlet tarafında ise durum şuydu; emeklilik hakkım keyfi olarak 10 ay sonra verildi, Oyak birikimime İzmir Savcılığınca kumpasla tedbir konuldu, kumpasçı hakimler devam ettirdi, hakkımda gizli tanık ifadesiyle terör örgütü üyeliğinden dava açıldı, avukatlık yapmam adalet bakanlığınca mahkemeler eliyle gasp edildi, harp okulu ve hukuk diplomalarımın hiçbir işe yaramayan birer kâğıt parçası olması için her türlü idari, yasal ve yasa dışı tedbir alındı ve alınmaya devam ediyor. Yani ne kadar hoşgörülü olduğu söylenilen bu toplumun da dindarların ve milliyetçilerin taptığı devletin de ne olduğunu çok yakından gördük ve görüyoruz. Bana yapılan haksızlıkları hukuksuzlukları, Şehit Yüzbaşı Ali Alkan’ı, ihraç, sonrası ve başımdan geçenleri “Ali’m ve sonrası” adlı kitabımızda okuyabilirsiniz.
Kısacası bugün bana veya başkasına fetöcü diyenler, o gözle bakanlar herhangi bir yasa dışı işlem ve eylem isnat edemiyorlar. Onların dayanağı khk ile ihraç edilmiş olmamız. Yani bizim fetöcülüğümüz bir eyleme değil devlet tarafından yapılan bir damgalamaya, fişlemeye dayanmaktadır. Daha açıkçası devlet insanlara “ben bir örgüt oluşturdum ve sen de bu örgütün üyesisin” diyor. “Öyle bir şey yok” dediğimizde “senin haberin olmayabilir ama ben öyle diyorsam öyledir” diyerek kestirip atıyor adeta bizlere örgüt üyeliği dayatılıyor. Adalet yerini bulsun diye değil adet yerini bulsun diye yapılan deli deli küpeli yargılamalarıyla da sıradan insanlara ceza yağdırılıyor.
Fazla uzatmayalım ben bu yazıyı durup dururken yazmadım. Kamuoyunun da yakından tanıdığı ve iktidara muhalif bir gazeteci geçenlerde bir tanıdığımıza sormuş: Mehmet Alkan fetöcü mü oldu? Gördüm ki bu düşünceye sebep; yazdığım yazılarda, röportaj ve sosyal medya paylaşımlarımda mağdur ve masumlara sahip çıkmam, onların hakkını sormam, iktidarın “fetöcü bunlar” söylemini kullanmadığım gibi reddetmemdir.
Sorun şu ki; bu ülkede herkes önce kendini düşünüyor, her koyun kendi bacağından asılır diyor, etliye sütlüye karışma ileri gitme geride de kalma ortada ol diyor, yılan kimi sokarsa soksun bana dokunmadığı sürece bin yaşasın diyor, kendisine hak gördüğünü başkasına çok görüyor, benim gibi düşünmüyorsan hainsin osun busun diyor. Oysa haksızlık kimden gelirse gelsin karşısında olmak mazlum kim olursa olsun yanında olmak gerekir. Ben haksızlığa dayanamıyorum, masumlara yapılanlara sessiz kalamıyorum. Ben kendimi kurtarayım da kimin ne hali varsa görsün diyemiyorum
600 bin kişilik TSK’da bin kişinin dahi katılmadığı 15 Temmuz bahane edilerek; Atatürk Cumhuriyetinin Ortadoğu krallığına çevrilmesine, cumhuriyet kazanımlarının ortadan kaldırılmasına, orduya siyaset sokulmasına, ordunun tasfiye edilmesine, askeri okulların imamlara bağlanmasına, yasa dışı hiçbir faaliyete karışmayan onbinlerce askeri personelin, hâkimin, öğretmenin, doktorun, akademisyenin, polisin, ev kadınının, hacı teyzenin, öğrencinin, esnafın velhasıl sıradan yurttaşların sorgusuz sualsiz terörist ilan edilmesine, abuk subuk sebeplerle cezaevlerine atılmasına, Suriyelilere bilmem kimlere milyarlarca lira harcanırken öz vatandaşların ekmeğe muhtaç edilmesine, zulüm görmesine, ömür boyu hatta sülale boyu fişlenmesine, fiili olarak vatandaşlıktan çıkarılarak sosyal soykırıma yani medeni/sivil ölüme tabi tutulmasına sessiz kalamam kalanları da hoş göremem. İster bana öyle desinler ister böyle desinler umurumda değildir. Tarih zulüm karşısında susanları, aslında susarak suça ortak olanları, değil sesini çıkaranları yazacaktır (Merak etmesinler onları da “Adaleti Katledenler” kitabına ben yazacağım).
Sön söz olarak; fetöcü diye bir şey yoktur. Bu kelime insanlara zulmetmenin iktidar tarafından uydurulmuş bir kılıfıdır. Bu kelime “başörtülü bacım” başta olmak üzere sıradan vatandaşlardan “silahsız terör örgütü” yaratanların “eylemsiz suç olmaz” evrensel hukuk ilkesini yok etmek için yarattıkları bir saçmalıktır. İktidar ve yandaşlarını geçtim diğerlerine çağrım; iktidarın uydurduğu bu kavramı kullanmaktan insanlara fetöcü demekten vazgeçin insanların ne olduklarını değil varsa yasa dışı olarak “ne yaptıklarını” söyleyin zalimin değirmenine su taşımayın, zulme ortak olmayın!
ARALIK 27, 2020 | MERİDYEN HABER*
MEHMET ALKAN | FET-ÖCÜ MÜYÜM?
#Yarbay#Mehmet Alkan#İhraç Asker#15 Temmuz#KHK#KHKLILAR#Ankara KHK Platformu#FETÖ#Kumpas#AKP Dönemi#Zulüm#Diskur#Nefret Söylemi#Yabancılaştırma#Ötekileştirme#Soykırım#Tenkil#Paralel Devlet Yapılanması#Ak Parti#Sivil Ölüm#Gülen Cemaati#Pogrom#Derin Devlet#Siyaset#Mafya#Faşizm#Etnik Ayrımcılık#Kıyım
0 notes
Text
tek kullanımlık hayatı daha anlamlı kılmak
Emrah ile her zaman bir yazma çabamız vardı. Kişi olarak farklı tonlar, başka yapılarda olsak da lisede tanıştığımızdan bu yana bir şeyler karalıyorduk. Bazen artan, bazen azalan oranlarda bunun üzerine bir şeyler yapma eğilimimiz oluyordu. Mesela ben bildim bileli Emrah şiir yazardı. İçip yayıldığımız akşamlarda, üzerine sohbet ettiğimiz, tartıştığımız meseleler üzerinden mutlak bir gece anektodu kaleme alırdı. Kendine has, sivri yazı stiliyle yazdığı o küçük notları nerede olsa tanırdım. Tabii böyle akşamlarda çoğunlukla sızmış olduğumdan ben anca sabah okuyabilirdim.
Hareketli bir tip olduğumdan Emrah kadar odaklanan, metninde edebiyat kaygısı güden biri değildim. Bugünden baktığımda geçmişteki “lafını doğrudan söyleme” tutumumda çok bir şey değişmese de, zamanla sözün ağırlığını keşfetmiş olabilirim. Bu sebeple tümleme yanılgısından çekindiğim için yer yer bazı meseleleri daha ağırdan aldığımı söyleyebilirim.
Neyse! Bir zaman sonra aramızdaki bu yazma istenci bizi blog açmaya yöneltti. Açıkçası edebiyat alanında varlık göstermek gibi ne bir iddiamız, ne de bir çabamız vardı. 2007 yılında Blogger’da, ilkel şartlardaki sosyal medyada ve en sonunda Tumblr’da uzun süre bu gibi şeyler yazdık. O da yetmedi fotoğrafçılığa sardık. Kendimiz ve çektiğimiz fotoğraflar, onların bizdeki yansımaları hakkında gelişine yazılar yazıyorduk. Düzensiz ve zamansızdık. Tanıdık, eş, dosttan hatta blog panoları sayesinde geri dönüşler alsak da bir zaman sonra kendi çeperimizin dışına çıkmak istedik. Bizi tanımayan, daha önce okumamış insanların önüne gitmek gibi, o zaman bizde hayli heyecan uyandıran işlere giriştik. Bu hareketliliğin sonucunda da 2014 yılında “…Sıvadık” doğdu.
Bugünden baktığımda “Neden böyle bir çabaya giriştik?” diye kendime sormuyor değilim. “Ne gerek vardı?” diye düşünüyorum ve aklıma tek bir şey geliyor. Kendimizi gerçekten iyi hissediyorduk. Sıkışmış, çıkmaza girdiğimiz bir çarkta dönüp duruyor olma hissi içinde debelenirken bulduğumuz bir çareydi belki de. Kendi adıma söylemeliyim ki; babamın vefatı bu çabaya girişme noktasında benim için bir milat oldu ve kaybedecek bir şeyim olmadığını, bir şeyleri erteleyerek veya susturarak sadece yaşanmışlıkları örttüğüm hissine kapıldım. Keşke babam da, dedem de yazsaydı, acaba onlar benim yaşlarımda ne düşünmüşlerdi, nelerin hayallerini kurmuşlardı, nasıl hissetmişlerdi falan diye düşündüm. Bir nevi onların içsel tarihlerini bilmek istedim ama bu imkânsızdı.
İnsanın kendini ifade ediyor olması, yaşanmışlıklarını paylaşması hoş bir durum. Okunup okunmadığını bilmeden, sadece broşürler bölümüne koyduğu yazılarının tükenmesi üzerinden düşüncelere dalması süper bir duygu. Her yazan metninde öyle veya böyle bir şeyler gömme, sezinletme eğiliminde olur. Kim bilir? Belki de bu durumu bu kadar “iyi” yapan da budur. Şahsen benim tek isteğim kendimden geriye bir şeyler bırakma isteği. Yoksa bu yaptıklarımızın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyorum. Bana verilen tek kullanımlık hayatı daha anlamlı kılmak için çabalıyorum. Bu …Sıvadık’a başladığımız günden beri böyleydi ve böyle de kalacak dostlar.
Efe Elmastaş
0 notes
Text
Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik Testi
“Benimle böyle konuşamazsınız”
Son denetim sırasında görü teknikerine verdiğim cevap buydu. Haklı olduğumu düşünmüyorum, biliyorum. Kim tarafından bulunduğu ya da toplumun yüzde kaçında doğru sonuç verdiği belli olmayan bir cihazın, gelecekte yaşayacağım bir anla ilgili olarak sözde %0,1 hata payıyla yaratacağı görüntünün güvenilirliği hakkında şüphelerim var. Bir kere sosyal meseleler kişiye özel olarak değerlendirilmeli. Elinde bir uzi ile okuduğu okula girip sınıf arkadaşların tarayarak öldüren bir gencin dinine, ırkına, konuştuğu dile bakmak mantıksız. Elinde Uzi’yle gezen psikopat veledin belirleyici özelliği, elinde uzi’yle gezen bir psikopat olması. Dünyadaki diğer 1,5 milyar insan gibi Müslüman olması ya da dünyadaki diğer 2 milyar insan gibi siyahi olması değil. Diğer taraftan, 1000’de 1 hata payı olan bir cihazın, bir kişiyi idama götürecek kadar önemli, sarsılmaz gerçekleri karşılayan bir güvenilirliği yok. Sayılar insanları kandırır. Her 1000 kişiden 1’inin yok yere idam ediliyor ya da ömür boyu hapse mahkum ediliyor olmasında sorun var. Bir diğer sorun ise, %0,1’lik hata payını bağımsız kurumların denetleyememesi. Ben nereden bileyim, devletin kendine muhalif gördüğü kişileri bu %0,1 içinde göstererek öldürmediğini ya da hapsetmediğini?
Şimdi, yine 6 aylık görü denetlemesine girmek üzere Bahçelievler Devlet Hastanesi’ndeyim. 2021’den beri Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik adlı bu saçma teste, sigortalı çalışan herkes girmek zorunda. İstersen girmeyebilirsin tabii, neticede neoliberal bir düzende yaşıyoruz ama sigortalı bir işte çalışmak istiyorsan girmek senin yararına. Zira iş sözleşmesinde, Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik maddesi için bağlı olduğun sigorta dairesinden onay gelmediğinde, çalışmak istediğin şirket senin için devlete 2 kat fazla vergi ödemek zorunda. Daha açık konuşmak gerekirse, bu testi yapmazsan kimse seni işe almaz.
Her şey, Bekir Ağaoğlu adlı manyağın bir sabah uyandığında delirip, elinde kalaşnikofla çalıştığı ofise gidip; sürekli minnoş adlı minik köpeğinin çok hasta olduğundan bahseden Selin Ertekin’i, prim bazlı bir maaş sistemi getiren Erdem Aydoğan’ı ve çalışanların çok çay içmesi nedeniyle sürekli çay demlemek zorunda kaldığından yakınan Muzeyyen Kurtul’u kurşun yağmuruna tutmasıyla başladı. Bu olay bir milat kabul edildi ve TUBITAK’ın geliştirdiği Görü Cihazı’nın %0,1’lik hata payıyla suç işleme potansiyeli olan insanları tespit edebildiği, yine devletin el altından sahip olduğu medya kanallarından duyuruldu. Bu uygulamanın sorun yaratabileceğine dair muhalefet tarafından getirilen itirazlar “vatan hainleri gelişmemizi istemiyor” argümanıyla kolayca savuşturuldu. 2 ay sonra yapılan referandumda, devletin her 6 ayda bir düzenlediği Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik testini geçen kişilerin işçi alımlarında öncelikli olmasının devlet tarafından teşvik edilmesi kabul edildi. Devletse, Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik testini geçenlerin sigorta ödemelerinde indirim yapmak yerine, testi geçemeyen yahut teste girmeyen çalışanların sigorta ödemelerini 2 katına çıkardı. Devlet, devlet gibiydi. Neticede, biz, düzenli ve sigortalı bir işi olmadan hayatta kalamayacak %99, her 6 ayda bir bu boktan teste girmeyi kabul ettik. Teşekkürler Bekir Ağaoğlu manyağı, tam bir orospu çocuğusun.
Elimdeki numara 478. Sıra 454’te. Tepede kırmızı neon ışıkla sıra numaraları birer birer ilerliyor. Biz, numaraların yazdığı neon tabelanın karşısındaki banklarda sıramızı bekleyen ölümlüler olarak, arada bir birbirimize kaçamak bakışlar atarak bekliyoruz. Umarım doktorlardan Metin Gürkan götüne denk gelmem. Herif tam bir şerefsiz. Tek başına teknokrasinin nasıl bir distopta olacağının ayaklı kanıtı. Hiçbir zaman sizin yüzünüze bakmaz. Her zaman sen diye hitap eder. Önündeki ekrana bakıp, gözlük kenarlarını dişleyerek “bu aralar biraz stresli misin sen?”, “canın mı sıkıldı bu aralar?” gibi saçma sapan sorular sorar. Rezil bir hayata uyanmış olmanın bütün sorumluluğu bende sanki. Diğer odada ise gençten bir doktor var. O daha sakin. Tecrübesizliğinden olsa gerek. Bir arkadaş gibi iletişim kurmaya çalışıyor. Notlar alıyor. Göz teması kuruyor. Birkaç yıla kaybedilecek özellikler bunlar. İçimizde ne büyük manyaklar olduğumuzu o da bir gün anlayacak elbet. Ben misal, apartman yöneticim Ernur Bey’i bir kalaşnikofun kabzasıyla döve döve öldürmek için gönüllü olabilirim. Ya da patronum Abidin Bey’i, yöneticim Nurbanu Hanım’ı hiç düşünmeden, elimdeki viski kadehinden büyük büyük yudumlar alarak plazanın 26. katından atabilirim. Bunlar beni bir psikopat mı yapar? Sanmıyorum. Bayrak taşıyarak birilerini öldürdüğümde kahraman olacağım bir dünyada kimse beni yargılayamaz.
476’ya geldi. Son 2 kişi. Bir sonraki 6 aylık denetime kadar rahatlamaya sadece 2 kişi. Etrafıma bakıyorum. Herkes gergin. Kürklü mont giymiş biri sağ ön sırada, gerginlikten ölmek üzere. Yanımda kemik çerçeveli gözlüğü, kareli ceketi olan bir kadın var, bulmaca çözüyor. Öndeki kürk montlu elemanı dürtüyorum omuzundan. Bana dönüyor hemen.
“Dünkü maç kaç kaç bitti biliyor musun?”
“Bilmiyorum.”
“Adın ne?”
Biraz bekleyip cevaplıyor.
“Bu seni neden ilgilendiriyor?”
“İçeride de bu kadar gergin olursan götünü keserler aslan. Sakin ol. Bugs Bunny’i, Turgut Özal’ı ya da ne bileyim, lisede sikmek istediğin kızı düşün.”
Yüzünde gülümsemekle kızmak arasında bir ifadeyle bana bakıyor. Yavaşça kafasını çeviriyor.
Ve 478. Benim sıram. 1 numaralı odayı gösteriyor. Şansımı sikeyim. Metin Gürkan’ın odası. Şimdi bir dünya afra tafra çekeceğim. Hem de tam bir dalyaraktan.
Odaya doğru gidiyorum. Kapının önündeki görevli kıza otomattan aldığım, üzerinde 478 yazan kağıdı veriyorum. Kapıyı iki kez tıklatıyor. Gel sesiyle beraber içeriye giriyorum. Herif, 5 metrekarelik odada peygamberliğini ilan etmiş amına koyayım.
“Oturabilirsin”
“Ayakta iyiyim.”
“Sen bilirsin”
Biraz ekrana bakıyor. Biraz önündeki raporlara. Masadaki bir düğmeye basınca kapının önündeki kız giriyor içeri. Hiçbir şey söylemeden, robotik bir şekilde kafama ve göğsüme çipleri bağlıyor ve çıkıyor.
“Nasıl hissediyorsun kendini?”
“İyiyim”
“Nasıl iyi?”
“Gayet iyiyim. Siz nasılsınız bugün?”
Bir anda kafasını kaldırıp bana bakıyor. Suratına bakıp sırıtıyorum. Benimle muhatap olmadan tekrar ekrana bakıyor.
“Bekar mıydın sen?”
“Evet” diyorum, “yaşadığım hayatın kalitesi iki kişiye bölüştürülemeyecek kadar az” .
Bir süre ekrana bakıyor. Bir butona basarak yazıcıdan bir kağıt çıkarıyor. Yavaşça konuşmaya başlıyor.
“Senin son görü denetiminde bazı anomaliler tespit etmiştik. Bugünkü denetimde de şiddete meyilli olduğunu görebiliyorum. Makinenin yarattığı görselde birinin boğazını iple ya da benzer bir şeyle sıkarken görüyorum seni. Bildiğin gibi bu direkt suçlu olduğun anlamına gelmiyor”
“Olduğun değil, olacağın” diye düzeltiyorum karşısında sırıtarak.
Bana bakıyor. Gözlüklerini çıkarıyor. Şefkatli görünmeye çalışıyor. Bu konuda en fazla bir lama kadar yetenekli.
“Üzgünüm ama bunu rapor etmem lazım. Adli denetime alınman gerekiyor.”
Sırıtmamı bir an bile kesmiyorum.
“Peki” diyorum. “Adli denetime alınırsam tutuklanmayacağım değil mi?”
“Hayır elbette. Sadece daha derin analizler yapılması için Adli Tıp’a gitmen gerekecek”
“Ancak işe gidemeyeceğim değil mi?”
“Evet, maalesef bu riski alamayız.”
“Yani bana diyorsun ki, önümde duran kutucukta oluşan görüntüye bakıp birini işinden edersem, o da ev kirasını, faturalarını falan ödeyemezse ve aynı zamanda başına bunlar gelirken dışarıda serbestçe dolaşabiliyorsa bana bir şey yapmaz, öyle mi?”
Nasıl söylediğimi bilmiyorum, bir anda ağzımdan çıktı.
Gözleri büyüyor bir anda Metin Gürkan’ın. Belki de ilk kez tehdit ediliyor. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan konuşuyorum.
“Şimdi şöyle yapıyoruz, eğer hayatına biraz olsun kıymet veriyorsan o cihazdan çıkan görüntüyü yakıp atarsın. Raporuma rutin kontrolümün yapıldığını ve bir anomali tespit etmediğini yazarsın. Bu şekilde buraya geldiğim gibi neşe dolu bir şekilde buradan çıkarım.”
Kapı bir anda açılıyor. İki kişi odaya giriyor. Sikik, masa altından bir düğmeye basmış olmalı.
“Sizin” diyor gülerek, “en büyük hatanız bazı şeyleri sadece sizin düşünmüş olabileceğinize dair bu salakça özgüveniniz”. Gülmeye devam ederken içeri giren güvenlikler koluma girmeye çalışıyorlar. “Her ay kaç kez tehdit edildiğimi bilseniz küçük dilinizi yutarsınız” diyor ve gülmeye devam ediyor.
Bayılmış gibi yapıyorum. “Efendim?” diyor güvenliklerden biri, diğeri hafifçe yanağımı tokatlamaya başlıyor. Güvenlik elemanlarının dikkatsizliğinden yararlanıp masanın üstünden atlayıp Metin Gürkan’ın yanına geliyorum. Boynundaki steteskobu kapıp boğazını sıkmaya başlayınca gözüm yazıcıdan çıkan görüntüye takılıyor. Adam ne kadar da bana benziyor.
2 notes
·
View notes
Text
Merhaba güzel insan
Garip değil mi? Burdaysan ya beni sevdiğinden ya da sevmediğinden arası yok gibi. Tıpkı düşüncelerim gibi asla griye yer yok her şey ya siyah ya da beyaz benim için. Nedendir bilinmez hayatım boyunca bunu bildim hep, insanlara karşı tutumum olsun onlarla olan ilişkilerim tamamen bundan ibaret ya siyah ya beyaz. Hiçbir zaman beceremedim iki yüzlü olmayı zaten sevmediğim bir şeyi yapamama gibi bi huyum var. Aslına bakarsak bu huy meselesi bi insanın hem iyi hem de kötü olabileceği varsayımını reddetmekle alakalı. Benim için insan ya iyidir ya da kötü ve bunu belirlemek sadece bana has bi durum. Şöyle ki bi insanın kötü olup olmadığını benim aklıma kazımam lazım başkası gözüme soksa dahi ben aklımda gerekli kurgulamayı yapmazsam kimseyi dinlemem bi kişi hakkında. Ufak ve garip bi açıklamayla girizgahı yaptık gibi şimdi gelelim geçen seneden bu güne neler olup bitti.
Geçen sene İzmir'e gecikmeli gidişimden tam bir sene geçti. Ne desem bilmiyorum kabuk değiştirme mi, yeniden doğuş mu, metamorfoz mu ama sonuçta bambaşka bi kimliğe büründüm ama bu kötü veya anlamsız değil artıl kim olduğumu ne istediğimi bilen biriyim pek sevgili Ersin Hocamın tabiriyle adam oldum ben. Çokta güzel oldu bence artık kendimin bi hayatı var. Bu sefer oldukça açık konuşacağım neyin ne olduğunu Naci'nin tabiriyle göte göt diyeceğim. Bu sefer niye böyle oldu demeyin çünkü bu sefer galiba oldukça kalabalık bi kitleye sesleniyorum. E hadi başla artık dediğinizi duyuyorum ve şöyle başlıyor olaylar:
İğrenç bi yaz rezalet anlar ve okullar açılıyor ama benim gram gidesim yok okula amaçsız saçma sapan bi haldeyim biletimi konyaya ablamın yanına alıyorum plan orda kalıp sınava hazırlanmak. Günlerce ablamla fikir alışverişleri ne oldu niye oldu nasıl olacak diye. O arada dünyada gerçekten çok güvendiğimi hissettiğim birininde yanına gidiyorum hem kafa dağıtmak hem de biraz destek bulmak için o an için güzel ama sonrası için kendi yıkımını hazırlayan bi buluşma. Ablamdan aldığım gazla, bu sene kendin çalış seneye ben göndercem dersaneye, ama işler izmirde biraz daha karmaşıklaşıyor ne yapacağımı bilemez haldeyim sürekli yurttayım kafayı yemek üzereyim kimseyle konuşmuyorum sürekli ağlamaklıyım. En son bu yol böyle devam etmez benim kafamı dağıtacak bi şey yapmam lazım derken iş aramaya başlıyorum işkur filan karıştırıyorum sürekli ama havada bigün çiğliye inip geziyorum iş var mı diye lcw'da ilan var iki kere önünden geçiyorum aa yemiyo. En son giriyorum oraya cv istediler bende ayaküstü hazırlayıp verdim yarın gel deneyelim dediler ve orda ki hikayem başladı. Aslında bu her şeyin başlangıcı oldu. Ekimin sekizi bence milat diye kaydetmeliyim ama asıl miladım o gün olmadı. Gel zaman git zaman çalışıyorum insanları tanıyorum iletişim kuruyorum 10 saat civarı çalışıyordum orda ayakta sürekli çok güzel vakit ölüyordu ve tam aradığım şeydi bu. Kimseyle konuşmuyordum dedim ya bu nerdeyse yazla tamamen zıttı yazın nerdeyse ona yakın kişiyle konuşup mesajlaşıyordum, tabi sonrasında ne olduklarını gördük hepsinin. Buraya kadar iyi kötü geldik kasımı ettik bi yanda aileden gelen sorunlar diğer tarafta yazdan kalan boktan sorunlar. Günler geçerken hiç yapmayacağım şeyi yapıp stalka girişiyorum. Gördüklerimle o an cidden mahvoluyorum ama sanki cennetten düşen Adem'e tek dal uzatan incir ağacı misali bu adem hayatımda ki incir olan Deniz arayıp sormaya başlıyo aslında öyle bi sebep olmadan arıyo beni herkese yaptığı şey ama benim için çok özel çünkü hayatımı karartmama bi kaç adım kalmış o derece. Denizle geceleri saatlerce konuşur oluyorum içim ferahlıyor her konuştuğumda öyle aşırıda konuşmuyoruz ama beni çıkarttığı bataklığı bi bilse kendiyle gurur duyar. İki elim kanda olsa erdi lazımsın dese koşarak gideceğim tek kişide O'dur benim için.
Artık üstümde ki kiri pası attım ufaktan nefes almaya başlayıp dış dünyayla ilişki kurmaya başlıyorum Orhan ve Berkin'le çarşambaları sinema günü yapıyoruz falan artık sonrasında aralık ayının başında Duman konseri karşıma çıkıyor ve üç silahşörler olarak toplanıp gidiyoruz hayatımda yaşadığım en güzel anlardan biri oluveriyor o gece. Elimede işte para geçiyor artık asgari ücretin yüz lira fazlası ama bursla deli ediyo beni. Bi çılgınlık yapıp bi günlüğüne Çanakkale bileti alıyorum ve tüm maceralarımın başlangıç çizgisini çekmiş oluyorum aralık böylece bitiyor yılbaşında üç silahşörler öğrenci köyünde smirnoff deviriyor eğleniyor. Dönemin kapanması yaklaşırken işten çok sıkılmaya başlıyorum müşteriye filan ilgim kalmıyo pek aslında fikrim sömestride orda geçirip iyi para biriktirmek ama dayanamıyorum dönemle birlikte işi bırakıyorum son günümdede Alaçatıya gidiyorum, resmen aşık olduğum yer. Böylece Ereğliye dönüyorum aylar sonra cebimde para bir sürü kafamda bir sürü hayal. Deniz bize nacinin ekşide ki bi itirafını yolluyor ,özeti dostum yok olan, bende diyorum bu şerefsize ders olsun diye gidecez o kıbrısa diye bi kaç gün içinde konuşup bileti alıyorum deniz mavrasında işin sonradan jeton düşüyo onun ama iş işten geçti onada yarıyılda alıyoruz bileti bize mayısta kıbrıs yolu gözüküyor. Bu ara kendim içinde bi kamera alıyorum. Hayallerime ilk adım diyerek. Adanaya gidiyorum yeğenimi görmeye ve orda aklımda borçlu kaldığım tek insanla hesabımı kapatmaya mersine geçiyorum kabul etmesini ummadığım halde görüşmeyi kabul ediyo bi gün orda geçiyo. Nedenlerin arkasına sığınmıyan bi dostu heybeme katıp yoluma devam ediyorum. Artık izmir yolu gözüküyor tatili bi hafta uzatsamda bu sefer koşarak gidiyorum ama bir sürü planla. Gittiğim gibi selam çakıyorum yeni maceralara. İlk işlerimden biri fotoğrafçılık kulübüne girmek oluyor. Artık okulun yolunu öğrenmişim arkadaş çevrem oluşmuş oluyor zaman geçerken. Elimdeki parayı yine gezmeye yatıyorum. İlk başta kuşadası efes yapıyorum. Hayatımda ki en büyük zevklerden birini burda kazanıyorum, tarihi eserler ve onları gezme. Benim için bi orgazm türü olarak sayabilirim bunu yapmayı. Ondan sonra Lolde Kmf tarihi açıklanıyor ve fener derbisiyle ard arda biletler hazırlanıyor istanbula. Kimseye selam vermeden gezip tozuyorum tarih dokulu şehri. Ondan kısa süre sonra kıbrıs, benim için resmen sin city, her şeyin dibine vurulup o zamanlarda geçiyor. Bi anlaşmazlık sonucu yurttan çıkartılıyorum ve bi ay arkadaşımın yanında kalıyorum. Öylece yazı ediyorum.
Yazın başlangıcı cidden garip ereğliye geliyorum çok geçmeden ismet şerefsizi arıyor buluşalım diye ne olduğunu anlamadan eski bağlar yeniden dokunuyor sanki bir kemiğin kırılıp yeniden kaynaması gibi. İlk zamanlar kendimin bile garipsediği bu olay sonrasında normal hissettiriyor. 2 hafta öncesinde yolda selam vermeyeceğim adamın evinde yatıya bile kalıyorum. Bu arada bi konuya cidden değinmek istiyorum; kin tutan sözde bir dosttan çok karşısındakine verdiği değerin nasıl anlamsız bir hiç uğruna silinip gittiğini gören kırık bir dost olarak görülmeyi isterim. Çünkü istediğiniz insanla sevgili olun ama sizi kardeşten öte gören birinin ihtiyacı anında yanında olmak uğruna duvarları yıkamayacak kadar aciz durumda bırakmayın kendinizi. Gıybetler edilip eğlenilirken bana yazın izmir yolu gözüküyor bizim ameleler gaza gelip otostopla istanbula gidecez diye iddalaşıyorlar. Bende istanbula gitcem onların planladığı tarihte çünkü Lol'ün Türkiye Büyük Finali var kaçırmak olmaz bikaç plan daha yapılıp istanbulda buluşuyoruz. Orada gezip tozuyoruz bi anda cem arayıp bizi soruyor ve evinde bizi ağarlıyor önceki gün moda sahilde kamp kurduğumuz için cennet orası bize. İstanbul defteri kapanınca bunları izmire getiriyorum yanımda ağırlayıp gezdiriyorum bunları ve benim için tabularımdan biri olan otostopu yıktırarak üç kişi izmir ereğli arasını otostopla geliyoruz. Kurban bayramından sonra ismet hemen sivasa gidiyor ertesinde halil. Naci deniz kalıyoruz ereğlide bi haftaya kalmadan onlarıda uğurluyorum. Böylece ereğlide yalnız kovboy kalıyorum yapacak bişey olmayınca sürekli pc başıda geçiyordu haftalarım en sonda ceviz çırptığım için her yerim ağrıyo olsada şu an izmire dönüyorum ve artık arkadaşlar bi yılı bitirdim her şeye rağmen ne kadar tahmin etmeye çalışsanızda anlayamayacağınız acılarla sıkıntılarla geçen bi yılda anka kuşu misali yeniden doğmuş biri gibi yaşamıma devam ediyorum.
Artık yeni hedefler yeni hayaller var. Bunlar ufaklı büyüklü bir sürü. İlk önce ufakları söylüyüm o zaman; yurtiçinde gitmem gereken bazı yerler var nerdeyse kesin dediklerim ise balıkesir bursa ankara ve eskişehir. Bunlar kısa vadede olanlar uzun vadede ise bu yaz büyük ihtimal interrail tayfaya bizde katılacağız ve benim için uzun vadede en büyük planım work and travel ile amerikan rüyamı gerçekleştirmek. Twittera yazdım bi daha yazıyım: bana takılın hayatınızı yaşayın.
Bu arada insanlara hoşluklar, naifçe şeyler yapmayı sevdiğimden bu doğum günümde etkinlik yapıp 3 tane değişik, her anlamda, hediye vercem 3 kişiye. Hediyeleri kafamda belirledim süre aralığı da belli. Büyük ihtimal bir görselle paylaşırım tüm detayları twitterda. Bu yüzden takipte kalın.
Şimdilik hoşçakalın yazının sonuna kanser olmadan gelebilen nadide insan. Ereğli-İzmir yolundan iyi geceler.
#np Miriam Bryant Alone İsn’t Lonely
https://youtu.be/-EtNDFcm9X4
6 notes
·
View notes
Text
Geçen sene doğum günümde büyük yara almıştım, son kutladığımız doğum günüm olsun demiştim, mumları üflerken bana bişeyler hazırlayan mutlu aileme. Açılan sohbetlerde de belirttim, artık yok istemiyorum doğum günü kutlamayı, hiçbir anlamı kalmadı, ben aldım bu hayattan en büyük “hediyemi” diyordum. Ama şimdi, yeniden yeşerirken umut ve huzur filizleri, en sevdiğim yerde, en sevdiklerimle beraber belki de en güzel doğum günümü geçirmeyi planlıyoruz. O kadar heyecanlanıyorum ve aslında o kadar da çok korkuyorum ki. “Bak, bana umut vermeyin gerçekleştiremezsek, çok üzülürüm, lütfen.” diyorum ısrarla. Ama hayır, kararlıyız. •Mutlu, umutlu ve beni gerçekten seven insanlarla gireceğiz 23 yaşıma! Yeni bir milat inşa ederiz belki de, kim bilir?
7 notes
·
View notes
Text
Mutlu olabilmek adına girdiğimiz tüm beklentiler sonunda yine bizi mutsuz ediyor. Kafamızda bir senaryo üretiyor ve çevremizdeki insanların o senaryoya uyacağını düşünüyoruz. Karşımızdaki her şeyden habersiz kendi rolünü oynarken hayatta, biz yanlızca beklentilerimize odaklanıyoruz. Oysa oluruna bıraksak belki daha mutlu olacağız. Hangi hakla rol biçiyoruz insanlara ? Hangi hakla yönlendirmeye çalışıyoruz ? O senaryoyu biz kurduk ve biz oynuyoruz ancak hayat denen koca oyunun içinde asla bunun farkına varamıyoruz. Çok nadir de olsa yanlış yaptığımız düşüncesi kapımızı çaldığında kendimize söz veriyoruz; bundan böyle kimseye bir rol biçmeyeceğimize ve düşündüklerimizi uygulamalarını beklemeyeceğimize dair. Ne zaman sözümüzü tutar ve o günü milat ilan ederiz kim bilir...
1 note
·
View note
Photo
Hazret-i İsa'nın doğumu belli değil midir? “Hıristiyanların yortuları, putperest yortuları ile aynı tarihlere rastlar!.." Sual: Hazret-i İsa'nın doğum gecesi ve miladi takvimin başlangıcı olarak kabul edilen Noel gecesi belli değil midir? Cevap: İsa aleyhisselam, Peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı zaman, Yahudilerden bazıları, onu beklenilen Mesih kabul ettiler. Ancak, Onun sözlerini, Yunan felsefesi ve putperest cemaatlerin fikirleri ışığında, tefsire tabi tuttular. Böylece, İsa aleyhisselamın hakiki dini, değiştirildi. İsa aleyhisselamın yolunu öğretmek yerine, Onun şahsını yüceltme teşebbüsleri, bu değişikliğin ilk işaretleri idi. Dr. Morton Scott Enslin, Christian Beginnings kitabında diyor ki: “İsa aleyhisselamın kim olduğunu araştırma, her şeyi Onun şahsiyeti ile ilgi kurarak açıklama gayretleri, kendisi için uydurulan ve kendisinin hiçbir zaman söylemediği şeyleri, kendisinin tebliğ ettiği, Allahü teâlânın kullarından istediği şeyleri ve tövbeye çağırdığı hususunu unutturdu. Böylece, ümmetine tebliğ ettiği ahkamın öğrenilmesi ve itaat edilmesi yerine, şahsiyetinin açıklanıp anlaşılması lazım olan bir kimse hâline geldi.” Eski çağdaki putperestlerde, tanrıların ve kahramanların efsanevi hikâyelerine mitoloji denir. Hayali tanrıların ölmesi veya dirilmesi ile kendilerinin kurtulacağı zannolunurdu. Kurtarıcı tanrıya inanan kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine, bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yeme ve içki içme ayinleridir. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralık'tır. Hıristiyanlar da, İsa aleyhisselamı "kurtarıcı bir tanrı!" yaparak, bu tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi milat ve Noel olarak her sene kutlamaya başladılar. Newyork Üniversitesinde tarih profesörü olan, Waelance Ferguson diyor ki: “Hıristiyanların yortuları, putperest yortuları ile aynı tarihlere rastlar. Mesela, Noel tarihi, İran ve Roma'da güneş tanrısı Mithras'ın doğum tarihi idi. Ayrıca bu tarih çok eskiden beri putperest dünyasında önemli bir yortu günü idi.” İsa aleyhisselam, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki https://www.instagram.com/p/CJasPYlFE_q/?igshid=lgcd92mpmf30
0 notes