#Kapıkulu
Explore tagged Tumblr posts
Text
Davut Adlığ. Şehrîzâde Mehmed Saîd Efendi'nin Tuhfe-i Mustafâviyye fî Beyân-ı Kapudanân-ı Devlet-i Aliyyesi'nin transkripsiyon ve değerlendirilmesi. Doktora tezi (2020) https://www.avetruthbooks.com/2023/10/davut-adlig-sehrizade-mehmed-said-efendinin-tuhfe-i-mustafaviyye-fi-beyan-i-kapudanan-i-devlet-i-aliyyesinin-transkripsiyon-ve-degerlendirilmesi-doktora-tezi-2020.html
#ArmyofOttomanEmpire#ÇakaBey#DavutAdlığ#Dissertations#HistoryofTurkey#Kapıkulu#Kapudanpaşa#OttomanEmpire#OttomanNavy#ŞehrîzâdeMehmedSaid#SeljukSultanateofRum
0 notes
Text
"Bizim zorla zengin yetiştirme çabalarımız, şahsiyet sahibi, teşebbüs sahibi, sırasında hürriyetlerini, haysiyetlerini savunur faydalı iş adamları yetiştirmek neticesi vermemiş, bir çeşit memur-zengin kapıkulu yetiştirmeye varmıştır."
|Kemal Tahir, Notlar, XII, 1992, 16.
16 notes
·
View notes
Text
DUZENIN YABANCILASMASI
İDRİS KÜÇÜKÖMER
“Uygun tarihi çevre şartlarında imparatorluk, tek ordusu ile bazen batıya, bazen doğuya kampanya açarak kısa süre içinde büyümüştür. Bu büyüme, kendi hastalığını da beraber getirmiştir. Yani, bu şekilde belli nicel büyüme, ya da yayılma nitel bir güçsüzlük meydana getirmiştir…Genişlemekte olan sınırları emniyet altına almak, nicel olarak daha da yayılmayı optimumu aşırıcı yolda kaçınılmaz kıldığından ve ekonomiye taşıyamayacağı bir ağırlık yüklediğinden bu çelişen hali, hegemonya paradoksu olarak kabul ediyoruz.” Sayfa 177
“Artan giderler, devletin el attığı iç ve dış artık gelirlerini yükselterek karşılanabilirdi. Oysa
a)Dış gelirlerden istila gelirlerinin artışı imparatorluğun optimal yayılmayı zorunlu olarak aşması ile (hegemonya paradoksu ile) duracak ya da azalacaktı (kaldı ki istila kendi giderlerini de beraber getirirdi)…Nitekim has, tımar, zeamet erbabı tarımdan daha fazla artık almaya kalktığında (saraya vergi vermek ya da daha çok asker beslemek için) köylüler daha fazla çift bozacak, mevcut hukuk düzenine aykırı olarak şehirlere kaçacak, veya Celali İsyanlarına katılacaklardı. Bu da merkantilist imalat sanayini teşvik edebilecek bir meta ticaretini engelleyen fasit daireyi kuvvetlendirecektir…17 Yüzyıl sonunda tımarların malikane olarak para karşılığında kaydi hayat şartıyla satışı bile başlayacaktır…Özetlersek, devletin gittikçe artan acil giderlerini karşılamak üzere normal hatta zorlayarak başvuracağı iç kaynaklar yetersiz olunca, bütün bu koşullar, imparatorluğun üretim güçlerinin gelişmesini durduracak, hatta onları eritecek tarihi objektif bir tuzağı ya da kapanı yaratacaktır.” Sayfa 178-179
“Askerler (yeniçeriler), ahiler, vs. gibi lonca erbabı, tekke ve dervişleri ile beraber imparatorluğun kuruluşundan beri iç içedir. Lonca esnafı yeniçerilerine belli malları satmaktadır. Yani yeniçerilerle lonca esnafı çıkarları beraber gözükmektedir. (Üstyapı yeniliğine karşı bir sürü başkaldırma olayında , kazan kaldırmada, bu iki grup ve ulema işbirliği yapacaktır.” Sayfa 176
“Nihayet 18. Yüzyıl başına gelince Batı'nın üstünlüğü kabul ediliyor ve bir kapıkulu ya da bürokrat olarak, Damat İbrahim Paşa'nın temsil ettiği bir "yenilik" hareketi başlıyordu. Yeniçerilere ve onlarla iç içe olan loncalar esnafına göre bu yenilik küfür sayılacaktır. Bu yeniliğin iki özelliği vardı:
a) Batı'yı tanıyarak oradaki gibi yaşanmaya özenmek… b) Özel olarak kurulamayan, batıda gelişen manüfaktürün benzerlerini devlet eliyle kurmak.” Sayfa 181
Buraya dikkat. Aslında bürokratlar batı seviyesinde üretici güçler oluşturma peşinde.
Yani niyet iyi ama uygulama kötü. Doğru yol ne olurdu diye düşünüyorum. Öncelikle var olan üretici güçler, loncalar, esnaf, vs korunur, teşvik edilir, İngiltere'den sonra sanayileşen diğer ülkelerin de yaptığı gibi gümrük duvarlarıyla koruma altına alınırdı. Doğan Avcıoğlu'nun Türkiye'nin Düzenindeki açıklamasına bakılırsa, Japonlar, eski feodal üretici güçleri tasfiye edip yeni bir sanayi sınıfı yaratmak yerine, feodal sınıfı sanayi erbabına dönüştürme yolunu seçmişler. Böylece ülkenin iç çatışmalarla boşa enerji harcaması önlenmiş. Bizim de aynı yolu izlememiz gerekirdi. Görünen o ki, yeni bir sanayi sınıfı ve devlet işin içine sokulmaya çalışılmış, bu arada eski sınıflar, lonca, esnaf ve büyük toprak ağaları tasfiye edilmeye çalışılmış, sonuçta onların direnişi ile karşılaşılmış, zaman ve enerji kaybedilmiş. Üretici güçleri (bana göre Asya Tipi Üretim Tarzı nedeniyle) geri kalmış, gelirleri giderlerini karşılamayan, parçalanma aşamasında bir ülkede bu başarılabilir miydi kestiremiyorum ama başka bir yol da yok gibi görünüyor.
“Öte yandan, sanayileşme hareketi, istihdam edici bir fonksiyona sahip olsa dahi,yeniçeri-esnaf (loncalar) çıkarlarına karşı olmuştur. Yani esnafın ya da iş yerinin işlerine sekte vurmuştur
İşte yukarki iki özellik birlikte Patrona Halil patlamasına sebep olmuştur. İsyan, hem Lale'li yaşantıyı ortadan kaldırmış ve hem de sanayileşme hareketini dağıtmıştır…
İşte bu Lale Devrinde, yaşantısı ve devletçiliği ile bugünkü "Ortanın Solu" denen hareketin çok küçük bir çekirdeği görülebilir. Ve aynı zamanda, bu devrede bütünüyle karşı çıkan esnaf, yeniçeri, ulema birliğinde bugünkü İslamcı halk cephesinin bir geçmişi bulunabilir.” Sayfa 182
Buraya da dikkat. İsyan sanayileşme hareketini dağıtmıştır diyor. Yani İdris Küçükömer'in solcu (ilerici) dediği İslamcı kesim üretici güçleri (onlar kendileri olmayınca) engelleme, geriletme ne kelime dağıtma yolunu (gericiliği, sağcılığı) seçmiş görünüyor.
“Yenileşmeye önce ordudan başlanmak istenmiştir. Bu yeniliğe, üretim ilişkileri içinde, karşı çıkacak güçler şunlardı : Yeniçeriler, loncalar, tekkeler ve ulema.” Sayfa 185
“İç gelişme, ayan ve bürokratların yeni bir mülkiyet sistemi isteği ve onunla beraber bazı batısal insan hakları sağlanması isteğidir. Dışarıdaki temel gelişme, batıda kapitalizmin (önce İngiltere'nin), makineli ve büyük çapta üretimle ulaşılan sanayi devriminin gereği olarak Pazar ve ilkel madde sağlamak üzere diğer ülkelerden isteklerinin, daha doğrusu emirlerinin gelişmesidir. Osmanlılarda ayan ve bürokratların bazı batı kurumlarını almak istemeleri, kapitalist alemin isteklerine uyuyordu… Kapıkulu melce arıyor, ayan ise güçlenip büyük toprak mülkiyetine hukuken da kavuşmaya çalışıyordu. Fakat bunların istedikleri üst yapı kurumları alınırsa bu, Osmanlı kapısını kapitalizme ardına kadar açacaktı. “ Sayfa 187
Buraya da not düşmeden edemeyeceğim. Bugünün küreselleşme fırtınasında ülkemizde olup bitenlerle yukardaki paragrafta anlatılanlar yine az çok uyuşmuyor mu?
“Lale Devrini sona erdiren Patrona Halil ayaklanması gibi, Üçüncü Selim'in "Nizamı Cedit" Devlet eliyle fabrika kurmaya çalışmayı da kapsayan denemesi de ulema, esnaf, yeniçeri birliği karşısında yenik düşmüştü. Batı kurumlarını alabilmek için çalışanlara karşı bu ulema, yeniçeri, esnaf birliği İslamcı akımın gittikçe büyüyen çekirdeğini meydana getirmişti.” Sayfa 188
“Değişik ülkelere de benzer imtiyazlar verildi. Ve makineli Batı sanayi, mevcut ve gelişememiş Osmanlı imalat sanayini, Lonca sistemini ve esnafını 40-50 sene içinde genel olarak sildi süpürdü. Peki, bu üretim güçlerinin dramatik bir yoldan tasfiye olmasıyla ona bağlı iş sahipleri ve esnaf ve onlarla iş bölümü içinde ilişkisi olan diğer üreticiler çeşitli halk yığınları ne oldu? İşte soru. Bu halk, İslamcı görüntüde halk cephesinin içinde yer aldı şüphesiz.” Sayfa 191
Kitapda bir yerde yeniçeri ocağının tasfiyesiyle açıkta kalan yeniçerilerin de (sayılarının 400 bini bulduğu söyleniyor) İslamcı kanada katıldığı söyleniyordu.
“Nihayet üretim güçleri tasfiye olurken devletin artan giderlerini karşılama olanağı daha da azaldığından Tanzimat bürokratı dış borçlanmayı savunmaya başlayacaktır.” Sayfa 192
“b)Yerli sanayinin lonca sistemi ile birlikte tasfiyesinin ve bu yoldan üretim güçlerinin azalması ve de işsizliğin yayılması kaçınılmaz oluyordu.
c)Batılaşmaya yani medeni olma adına yeni anayasa ve parlamento kurulmasıyla laiklik ilkesine gidilirken, padişahın teokratik egemenliği kısıtlanmaya çalışılıyordu.
Bunların eş-anlı oluşunun sonucu şöyle olabilecekti: Halk, üretim güçleri tasfiyesinin ve işsizliğin nedenini, ister batılaşma ile kolayca giren emperyalizme bağlasın, ister üst yapı kurumlarının bu arada kültür kurumlarının alınışına (gavurlaşmaya) bağlasın, kendine karşı olan gelişmenin yanında değil, karşısında olabilirdi. Ve laikliğin getirilişine de bu arada şahit olan bu halk yığınları, teokratik hükümdar Sultan Abdülhamit'in yanında olurdu.” Sayfa 193-194
“Bu tarihi gelişme içinde bürokratlar İttihat ve Terakki Cemiyetinde örgütlenirken, tasfiyeye uğrayan tezgahlar ve onunla iş bölümü içinde bağlantısı olan diğer üretim alanlarında da meydana gelen tasfiye ve işsizlik sebebi ile halkın büyük bölümü ayan ya da ağalarla, ulema ile nihayet padişah ile İslamcı halk cephesinde birleşiyordu.” Sayfa 195
“Tanzimat ve Meşrutiyet bürokratı politikadaki kısmi otonomisine dayanarak emperyalizmin emelleri ile paralel düşen talihsiz rolü oynamıştır. Böylece imparatorluğun dağılmasına yerli sanat ve sanayin (olan kadarıyla) tasfiyesine (aslında üretim güçleri tasfiyesi) sebep olmuş, bu yolda halkı karşısında bulmuş: Meşrutiyet hareketiyle laik devlete gitmek isteyince (yani padişahın teokratik egemenliğini sınırlamak isteyince) padişah ve ulemayı da karşısında bulmuş, ayrıca toprak egemenliği ile politik güce de sahip olmak isteyen ayan ile de karşıt düşmüştür.” Sayfa 198
Buraya kadar, karşı çıktığım bir iki nokta dışında yazara katılıyorum.
“Ve 27 Mayıs'tan sonra, batının emperyalist ülkelerinde iç ve dışı sömürerek varılan tarihi bir üretim güçleri seviyesinde ortaya çıkmış "refah devleti" anayasalarının bir benzeri yapıldı. Bu anayasanın, tekelci uluslar arası kapitalin emirlerini ve Türkiye'de mevcut üretim güçlerini kendine göre rasyonel gelişmesini engeller olduğu kanaatindeyim. Bu kanaat kapitalist yoldan gelişme içindir.” Sayfa 202 Burada yazar açıkça belirtmiyor. Üretici güçleri serbest bırakın, kendi mecrasında aksın, gelişsin diyor. Bu tavır üretici güçleri geliştirse de sol bir tavır olamaz. Özellikle vahşi kapitalist yolun anıları söz konusu olunca. Üretici güçler mi gelişsin yoksa insanlar olabildiğince insanca mı yaşasın diye yol ayrımı olduğunda gerçek solcu ikinci yolu seçmelidir.
“Eğer Anayasa sosyal adaletçi olarak böyle yorumlanıyorsa, C.H.P. emperyalist ülkelerde geçici olarak varıldığını söylediğimiz tamamlaşmayı Türkiye'de yapmak istiyor sayılır. Bu biçimde bir politika Türkiye'de üretim güçlerinin gelişimini sınırlayıcı, yani gelişmeyi kısıcı ve patlamaları teşvik edici olur.” Sayfa 204
Nuray Mert'in İdris Küçükömer'i çok yanlış okuduğu ortaya çıkıyor. İdris Hoca üretim güçlerinin gelişmesine öncelik tanımış görünüyor, özgürlükler ve demokrasi arkadan gelse de olur diyor. Ben bu konuda kararsızım. Aklımda Çin-Rusya örnekleri var. Rusya paldır küldür kapitalizme geçmeye çalıştı. Çuvalladı. Enerji kaynakları olmasaydı batmıştı. Çin, totaliter yönetimden taviz vermeden üretici güçleri geliştirmek için çaba harcıyor. Bence geçiş döneminde doğrusu da bu.
“Bugün Türkiye'de üretim güçlerinin gelişmesi, tekelci uluslararası kapitalizmin kuralları ile sınırlandırılmıştır.” Sayfa 203
“b)Emperyalizmin bugünkü aşamasında Türkiye'deki üretim araçları sahibi sınıflar yine giderek dışarı ile daha fazla işbirliğine mahkum olacaklardır. C) Bugüne değin doğucu-islamcı akımı kullanan ayan artıkları ve eşraf uluslar arası seviyede yerini aldıkça, yine giderek, bu akımın tabanı ile karşıt oldukları açıkça su yüzüne çıkacaktır..” Sayfa 208
Evet. Muhafazakar burjuvazi ve islamcı akım er geç ayrışacaktır. Bugün olmakta olan da bu.
“b) Üretim güçleri gelişemiyor, ekonomi, durgunluk ekonomisi halini sürdürüyordu.Ayrıca Batı'daki meşhur 1923 buhranı Türkiye'yi de etkilemişti. Halkın büyük kısmı için tüketim malları kıtlığı devamlı olarak vardı.
d)Devlet, artan nüfusu, Osmanlılarda olduğu gibi istihdam etmek zorundaydı.
e)Bürokrasi kendini güçlendirmek ihtiyacıyla da devlete ait bazı üretim araçlarını, kurumlarını geliştirmeliydi ve bunları kontrol etmeliydi…
Özet olarak diyeceğiz ki, bürokratlar artık, tarihi bürokratik güdü ile Türkiye'de ilkel birikimin yolunu buluyorlardı. C.H.P. devletçiliğinin temel itici sebebi budur.” Sayfa 93-94
“Temel varsayımlar: İç ve dış piyasa genişliği yok; önceden tarım ve ticarette birikmiş yeterli sermaye stoğu yok; üretime uygulanacak teknik bilgi seviyesi son derece ilkel; nüfus artış oranı yüksek; doğal kaynaklar mevcut teknik olanaklar açısından fakir. Bütün bu temel varsayımlara göre ekonomide emeğin verimliliği son derece düşük kalacaktır. Yani ekonomik gelişme olamayacak ve işsizlik azalmayacaktır. İşte bu tarihi-ekonomik ortamda kapitalist sanayici nasıl çıkardı? Nitekim C.H.P. tam on yıl (1923-1933) kapitalist sanayicilerin çıkıp Türk ekonomisini geliştirmelerini beyhude yere bekledi. Dikkate değer bir ekonomik gelişme olmadan geçen on yıllık bu bekleme döneminin son dört yılı (1929-1933) kapitalist alemin büyük ekonomik krizine rastlar.” Sayfa 150
“Kapitalist alemde doğan kriz ilkel bir tarım ülkesi olmasına rağmen Türkiye'yi de etkilemiş ve olumsuz sonuçlar yaratmıştı. İşte bu şartlarda Türkiye'de de devletin ekonomik hayata müdahalesi prensibi kabul edilmiş; ve bu da esas itibariyle devletin fabrika kurması biçiminde tezahür etmiştir.” Sayfa 150
“Cumhuriyet bürokratı, gerçekten de üretim ilişkilerinde anlamlı bir değişiklik getirmedi. İttihat ve Terakki okulunun yeni koşullar altında sadece bir devamı oldu.” Sayfa 93
İdris Hoca Tanzimat bürokratı için söylediklerinde haklı olabilir, o zamanlar mevcut bir üretim kapasitesi vardı, onun üstüne oynanabilir ve korumacılık yapılabilirdi, o aşamada devlet eliyle fabrikalar kurmak yanlış olabilirdi. Ama Cumhuriyet bürokratı için de aynı şeyleri söylemek haksızlık. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Osmanlının son döneminde bulunan üretici güçler (Tanzimat bürokratlarının da katkısıyla) tasfiye olmuştu. Sermaye birikimi yoktu. Cumhuriyet bürokratının fazla bir seçeneği olmamış görünüşe bakılırsa. Aşağıdaki satırlar da bu gerçeği iyice aydınlatıyor. İdris Hoca'nın sol sağdır savı Demokrasi öncesi CHP dönemi için geçerli değil gibi görünüyor. Daha sonrası için bir şey diyemem.
“Üretim güçlerinin geçici de olsa daha rahat gelişebilmesi için Demokrat Parti iktidara gelmeliydi.” Sayfa 106
“Nitekim D.P. hem özel sanayii kuracak hem de devlet fabrikalarını satın alacak kapitalistleri beyhude yere bekledi… Ve Büyük kitlelere iş vermek ve gelişme sağlamak üzere D.P. zorunlu olarak devletçiliğe girdi” Sayfa 153
“Nitekim Demokrat Partinin son yıllarında şimdiki gibi bir montaj yükü dahi olmadan meydana gelen tıkanma, Doğu Bloku ile ekonomik ilişkileri arttırmıştı. Türkiye dış ticaretinde Doğu Blokunun hissesi %28'e kadar çıkmıştı. Adnan Menderes, düşmesine tekaddüm eden günlerde, Rusya seyahatine hazırlanıyordu (?).” Sayfa 137
Bu bilgi bana çok manidar geldi. Menderes'in indirilmesi ve katledilmesi en çok da Amerikanın ve kapitalistlerinin işine yarıyor görünüşe göre.
“Dış kapitalist koşulların izni ile geliştirilmek istenen üretim güçleri gelişebilirdi. Fakat, bu anayasanın dengeleyici, fakat birikimi azaltıcı, hatta engelleyici ilkelerini fiilen atlamak ya da değiştirmek zorunda kalarak yapılabilirdi. Adalet Partisi bu işi fiilen daha ustalıkla yürütebilecektir.” Sayfa 109
“19. yüzyıl başından beri Batı kapitalizmi, gerektikçe batıcı-laik bürokratlar ile İslamcı çerçeveye sığınmış halk kitlelerini kullanarak karşı karşıya koymuştur. Bu bölme ile, Türkiye'de gerçek bir gelişimin olanaklarını kilitlemiş, hapsetmiştir.” Sayfa 123
3 notes
·
View notes
Text
BU GENÇ ADAMIN DEDİKLERİNE KULAK KABARTIN LÜTFEN !
Siz hamaset yaptıkça, biz aklı göstereceğiz.
Siz otoriterlik peşinde koştukça, biz özgürlük diyeceğiz.
Siz ferman dedikçe, biz hukuk diyeceğiz.
Siz rant dedikçe, biz şeffaflık diyeceğiz.
Siz kanunsuz devletçilik dedikçe, biz rıza ile milletçilik diyeceğiz.
Siz sadakat dedikçe, biz liyakat diyeceğiz.
Siz çoğunlukçuluk dedikçe, biz çoğulculuk diyeceğiz.
Siz lidercilik dedikçe, biz katılımcılık diyeceğiz.
Siz keyfilik dedikçe, biz bürokrasi diyeceğiz.
Siz değersiz monşer dedikçe, biz değerli diplomat diyeceğiz.
Siz sebep faiz dedikçe, biz sebep enflasyon diyeceğiz.
Siz kuralsızlıkla yasayı çiğnedikçe, biz hukukun/yasanın egemenliği ve normlar hiyerarşisi diyeceğiz.
Siz otoriter dinci duygusal ve hamasi milliyetçilik dedikçe, biz özgürlükçü rasyonel ve sosyal/modern liberalizm diyeceğiz.
Siz arkaik ve hurdalık geçmişi özledikçe, biz aydınlık geleceği tasarlayacağız.
Siz vahşi ve yandaş rant kapitalizmi dedikçe, biz hukuk temelli sosyal adalet ve sosyal refah kapitalizmi diyeceğiz.
Siz kurumları darmadağın ederken, biz onları restore edip geleceğe taşıyacağız.
Siz korkuyu, zulmü ve tiranlığı gösterirken; biz umudu, özgürlüğü ve adaleti göstereceğiz.
Bu saatten sonra sağ sol, milliyetçi islamcı, sosyalist kemalist şu bu ideoloji kalmamıştır.
Bu saydığım değerleri imha edenlerle bu değerleri yeniden inşa edenler olacaktır.
Bunları iyi kaydedin kapıkulu haysiyetsiz akademisyenler, köpeklik yapan yazarlar, adilik yapan ihaleciler, bozuk düzenden yana olan otorite memurcuklar, onursuz değnekçi dernekler vakıflar sendikalar ve bilumum muhbirler,(yanaşmalar)...
Size söylüyorum.
Kaybeden siz olacaksınız!
Kutlu Kağan DALKILIÇ
6 notes
·
View notes
Text
P.4. The History of Byzantium Podcast Incelemesi
Bu haftanın podcast incelemesi 7 Aralık 2019 tarihli yazımda incelediğim ‘‘The History of Rome’’ podcast serisinden etkilenen Robin Pierson adındaki İngiliz bir TV eleştirmenin 1 Mayıs 2012′den beridir devam eden ‘‘The History of Byzantium’’ podcast serisi üzerine olacak. Robin ilk bölüm’ün başında The History of Rome podcastinde harika işler yapmış olan Mike Duncan’a olan saygı duruşundan sonra yaptığı açıklamada, aslında Mike Duncan’ın bıraktığı yerden alıp Doğu Roma İmparatorluğunu anlatmak amacında olduğunu açıklıyor.
Roma Krallığı, Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu tarihlerini ele alınca yaklaşık 1200 yıllık (MÖ 8. yy ve MS 5.yy) bir aralığı incelemişti Mike Duncan. Her ne kadar Doğu Roma İmparatorluğu 4. ve 15. yy arasında 1058 yıllık nispeten daha kısa bir zaman aralığını kapsasa da, unutmamak lazım ki Roma Krallığı hakkında son derece kısıtlı ve temel de İmparatorluk döneminde yazılmış olan bilgiler ile aydınlanıyoruz. Aslına bakacak olursak, Cumhuriyet ve İmparatorluk dönemi (Yaklasık 900 yıl) ciddi anlamda fikir sahibi olduğumuz zamanlar ve bu fikirlerin de çoğunluğu İmparatorluk döneminden kalan belgelere dayalı. Doğu Roma tarihi biraz daha az zamanı kapsamış olsa da Roma İmparatorluğuna kıyasla gerek daha geç bir dönem olması gerekse göçler, dini hareketler, askeri ve siyasi gelişmelerden kaynaklı oldukça fazla ve çeşitli kaynaklardan belgeler kalmıştır günümüze, ki bu da Doğu Roma hakkında çok daha derin ve detaylı bilgiler edinmemizi sağlıyor.
Mike Duncan yaklaşık 1200 yıllık Roma tarihini 179 bölümde toparlamayı gayet güzel ve doyurucu şeklide başarmıştı. Robin Pierson Doğu Roma’nın tarihine 459 yılından başladı ve Şu ana kadar (1 Mayıs 2012′den beri) 1100′lü yıllara daha yeni ulaşabildi, toplam 199 bölümde. Önümüzde oldukça hareketli bir 353 yıllık tarih daha olduğunu düşünecek olursak, daha 100 150 bölüm gelecektir diye tahmin ediyorum.
Robin’in Doğu Roma tarihini bu kadar çok bölümde anlatmasının sebebi elimizde Erken Roma Dönemine kıyasla çok daha fazla kaynak bulunmasıyla açıklanabilir. Çünkü Doğu Roma tarihi boyunca Sasanilerle, yükselişte olan Müslüman Araplarla, Batı Romanın yıkılmasından sonra gücü ele alan Vizigotlar, Lombardlar, Normandiyalılardan ve daha bir sürü millet ve devlet ile ilişkilerinden ötürü İmparatorluğun farklı dönemleri hakkında detaylı bilgiler sağlayan farklı kaynaklara ulaşmak mümkün.
Doğu Roma Tarihinin bir önemi ise Roma İmparatorluğunun aksine bütün varlığı boyunca Ortodoks Hristiyan olması. Ve Hristiyanlık doktrinlerinin oluşturulduğu Konsüllerinde hep aktif olarak yer almış olması oldu. Ve bu sebeple dini kaynaklarda da Doğu Roma’nın o konsüllerdeki duruşu ve görüşü, o konsüllerde alınan kararların Doğu Roma mimarisine, siyasetine ve sosyal yaşantısına yansımaları gibi detaylar da bugün elimize ulaşan belgelerle kayıt altına alınmıştır. Kilisenin Ortodoks ve Katolik Kilisesi olarak ayrılması, Avrupanın Katolik olması fakat Doğu Roma’nın kontrol sahasında kalan Balkanlar, Slav milletler, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki Hristiyan gruplar Ortodoks olarak kalmıştır. Kiliselerin ayrılması aynı zamanda Katolik Dünyanın Latin kültürüne sıkı sıkıya bağlanmasını sağlarken, Ortodoks olan Doğu Romada da zamanla Latin kültürün ortadan kalkıp değişen hanedanlar ile daha Yunan kültürü baskın bir yapının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Robin podcast içerisinde bütün bu süreçleri detaylıca ele almakta ve o gün alınan birtakım kararların gerek tarihte ki olaylara, gerekse bugün ki bazı dini ve sosyal dinamiklere yansımasını incelemektedir . Bu olayların mimariye etkisiyle ilgili ilginç örnekler vermek gerekirse Aya Sofya (bkz. yukarıdaki resim) ve Aya İrini (bkz. yukarıdaki resim) kiliselerine bakılabilir. Hristiyanlık konsüllerinin birinde Müslümanlık ve Yahudilik’te ikonların olmamasından kaynaklı çıkan tartışmada kiliselerde de ikonaların olmaması gerektiği kararı alınır (İkonoklazm). Bu dönemde de 740 yılında İstanbulda olan bir deprem 2. kez yapılmış olan Aya İrini kilisesinin yıkılmasına sebep olur ve tekrar dikildiğinde ikonoklastik döneme denk gelmesinde ötürü Aya Sofyanın aksine tek bir ikona görülemez, sadece kubbesindeki haç mevcuttur.
Hristiyanlık içerisindeki güç mücadelelerinden bahsederken bir taraftan da yükselmekte olan Emevi Devleti ve Arap akınlarının etkileri, Balkanlardan sıkıştıran Avarların atlı okçuları ve Doğu Roma Piyadelerinin savaşları, Slavlaşmamış Bulgarlarla olan mücadele ve Doğu Roma Patriğinin Bulgarların isteğiyle Bulgar kilisesini kurması bunun sonucu olarak Bulgarların step kültüründen kopup slavlaşmaları, Sasanilerle Orta ve Doğu Anadoludaki mücadeleler ve Orta Asya’dan gelen Türk göçleriyle değişen sosyal ve askeri yapı da detaylarına inilerek anlatılıyor.
Bir başka önemli kıyas ise, Hristiyan Doğu Roma ile Roma İmparatorluğundaki yönetici algılarındaki farklarda görülüyor. Roma İmparatorluğunda, İmparatorun kalıcılığı kendisine sadık asker sayısı ve askeri başarılara bağlıydı. Beceriksiz bir İmparator güçlü lejyonerlere sahip bir general tarafından devrilip öldürülebilir veya sürgüne gönderilebilirdi. Ve deviren general İmparator olurdu. Roma tarihinde bir yılda 3 4 darbe ve devrilen İmparator olduğu zamanlar da olmuştur. Bu sebeple sürekli bir hanedandan bahsetmek pek de mümkün değildir. Doğu Roma da ise İmparatorluk hanedan üzerinden ilerliyor, arada darbelerle hanedanlar değişebiliyor. Ama Hanedan’ında kendini kabul ettirmek gibi bir derdi var. Çünkü Hristiyanlık etkisiyle, artık Roma İmparatorluğu kişilere Tanrı tarafından veriliyor, diye düşünülüyor. İşte tam da bu noktada işler çirkinleşiyor. Kısa sürede oluşan algı, ‘Tanrı tarafından seçilmiş bir İmparator kusurlu olamaz’. Bu fikir üzerinden ilerleyen süreçte devrilen İmparatorlar öldürülmezse, fiziksel deformasyonlar (dil, burun, kulak kesme; gözlere mil çekme yada hadım etmek gibi) yapılıyor ki yeniden güç toplasa ve geri gelse dahi ‘‘bu çirkin suretinle Tanrı seni İmparator seçmiş olamaz’’ denilebilsin. Bununla birlikte modern tıbbın olmadığı bir dönemde bu deformasyonlara maruz kalan kişiler genellikle kapılan ciddi enfeksiyonlar sebebebiyle acı dolu uzun süreçler sonunda ölüyorlar.
Bir taraftan da, kimi zaman ilginç dönemler yaşanıyor beklenmedik bir İmparator ölümü ve tahtın bir çocuğa kalması durumunda İmparatoriçe vekaleten Doğu Roma tahtına geçiyor, çocuk yetişkin yaşlara gelene kadar. Bu durumlarda sıkıntı olmadan tahtı devreden İmparatoriçeler olduğu gibi sıkıntı çıkaranlar da oluyor. Misal İmparatoriçe İrene tahtı bırakmak istemediği için kendi oğluna bir takım fiziksel deformasyonlar yatırıp sürgüne gönderiyor. Veya yeri geliyor İmparatorluktaki zengin ve güçlü aileler arasında güce ulaşmak için rekabetler oluyor ve iç savaş sonrası hanedan değişiyor. Tabii bu süreçlerde devlet oldukça zayıflıyor.
Dominant dinin değişiminden kaynaklı Roma ile Doğu Roma İmparatorlukları arasında bir takım farklar görülse de bazı şeyler de isim değiştirerek kendilerini sürdürmeye devam ediyor. Misal Roma da özel elit askeri birlikler vard, Roma şehrinde bulunan ve gerekli koşullarda müdahaleye hazır olan. Bu birliklerin adı Praetorian birlikleriydi. Doğu Roma döneminde Germanik kabilelerden ve İskandinav diyarlarından gelen paralı askerlerden oluşan elit birlikler vardı. Bu adamlar kuzeyde fakir bir köyden erken yaşta kalkıp İstanbul’a gelen ve yıllarca İmparatora hizmet edip belli bir yaştan sonra zengin bir şekilde köylerine dönen kişilerdi. Ve bu gelenek iki taraflı hem Doğu Roma hem de bu paralı askerler için güzel kazanç sağladığı için bir insan trafiği oluşturulmuştu zamanla ve uzunca bir süre devam etmişti. Bu birliklere de Varangian birlikleri deniyordu. Bu gelenek Selçuklu, Memlük, Eyyubi ve Safevi Devletlerine Gulam birlikleri, Osmanlıya ise Kapıkulu (Yeniçeriler, Acemiler vs.) Birlikleri olarak girmiş ve bu elit birlik geleneği devamlılığını sürdürmüştür Akdeniz Coğrafyasında yüzlerce yıl sürdürmüştür.
Neyse tarihi detaylarda çok da boğmayayım sizleri, Robin podcast serisi boyunca çok daha detaylı (bazen takibi imkansız hale getirecek kadar yoğun olabiliyor.) bilgiler verip derin analizler yapıyor. Kimi bölümlerde Doğu Roma tarihinin özel bir döneminde uzman akademisyenleri konuk aldığı da olmuştu. Bundan iki sene kadar önce de İstanbul’dan ayarladığı rehberlerle ‘‘The History of Byzantium’’ turlarına başladı Pierson. Ve bu turlarda normalde pek de bilinmeyenler yerler de dahil olmak üzere İstanbuldaki Doğu Roma kalıntılarını geziliyor.
Yazımı bitirmeden önce değinmek istediğim üç önemli nokta daha var. Tıpkı Robin’in Mike’dan etkilendiği gibi Lynn Perkins adında bir New Yorklu da bu ikisinden etkilenip Doğu Roma İmparatorluğunu yıkan Osmanlı Devletinin (kimilerine göre 3. Romanın) tarihini anlatan ‘‘The History of Ottoman Empire’’ serisine başlamıştı bir kaç sene önce. Ama gerek telaffuzuyla gerekse başka konularla ilgili gelen eleştirilerden sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın hikayesinin ortasında seriyi yapmayı bıraktı.
İkinci bahsedeceğim konu, İmparatorluğun adıyla ilgili. Dikkatinizi çekmiştir, başından beri Bizans İmparatorluğu demedim. Çünkü tarihte kendine Bizans İmparatorluğu diyen bir devlet yok. Roma ikiye bölününce iki devlet de kendine Roma İmparatorluğu demeye devam ediyor. İstanbul’un fethinde İmparator olan XI. Constantine dahil. Bizans ismi 16. yy’da (yanlış hatırlamıyorsam) Avrupa kökenli kaynaklarda ortaya çıkmaya başlıyor. Artık Doğudaki İmparatorluk olmadığı ve toprakları Müslüman Osmanlıların eline geçtiği ve Avrupa’da da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu olduğu için, Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu, Roma İmparatorluğunun gerçek varisi olarak gösterip Doğu Roma ve Osmanlıyı ekarte etmek adına kullanılmış bir isim, Bizans ismi. Lakin, yazılı kaynaklarda Romalılık artık Anadoludaki kültürle de özdeşleşmiştir. Rumeli, Mevlana Celaleddin Rumi vs gibi adlandırmalar ‘Roma’lılık kavramı üzerinden türediği düşünülüyor. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alınca kendini ‘Kayzer-i Rum’ (Romanın Sezarı) ilan etmesi ve hatta Fatihten önce Yıldırım Bayezid’den de (Halil İnalcık’ın dedediğine göre) döneminin bazı kaynaklarında ‘Kayzer-i Rum’ diye bahsedildiği görülmektedir. O dönemde Roma İmparatoru olmak Kralların Kralı olmak anlamına geldiği için o ünvana sahip olmak ve bunun haklı varisi olduğunu kanıtlamak önemliydi. Osmanlı Sultanlarının kullandığı İran kökenli bir diğer ünvan olan Padişah ünvanına da bakılacak olursa bu da Şahların Pederi anlamındadır, ki yönetenler arasında üstün olan anlamını taşır. Bu da Roma’dan beri gelen bir geleneğin devamıdır, ki Romadaki deyişler ‘‘Primus Inter Pares’’ yani eşitler arasında birinci anlamını taşımaktadır. Bu ünvan Akdeniz ve Mezopotamya coğrafyasında her zaman çok önemli olmuştur. Bir de Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun Romanın gerçek varisi olması mevzusuyla ilgili Voltaire’in şöyle bir yorumu vardı: ‘‘Ne kutsal, ne Roma, sadece bir avuç Cermen.’’.
Üçüncü olarak da şehrin adlandırılmasıyla alakalı. Roma gelmeden önce tarihi yarım adanın adı Byzantion. Ruma Cumhuriyeti buralara kadar genişleyip şehri alınca, Yunanca kökenli olan Byzantion adını Latinleştirerek Byzantium yapıyor. I. Constantine burayı Romanın başkenti yapınca şehir önce Nova Roma (Yeni Roma) diye adlandırılıyor. Ama daha sonra Konstantin’in Şehri anlamına gelen Yunanca kökenli Constantinopolis adı veriliyor şehre. Osmanlılar şehri aldıklarında Konstantiniye diyorlar. Osmanlıların içinde ki Rumlar İstanbul’u ‘şehre doğru’ anlamına gelen ‘Es Tan Poli’ diye adlandırıyorlar. Tarihler 1930 yılını gösterdiğinde ise bir isim değişikliğine gidiliyor. Ve Konstantiniye adı yürürlükten kaldırılıp İstanbul adı veriliyor şehre.
Bu hafta ki yazımın da sonuna geldik böylelikle. Bu konudan çok sık saptığımın farkındayım, ve bu sebeple okuması güç ve yorucu bir yazı olmuş olabilir, ama anlatmak istediğim çok şey olmasından ötürü ipleri biraz daha gevşek tutum bu seferlik, kı buna rağmen aklımdakilerin çok azını anlatabildim. Umarım okurken benim yazarken eğlendiğim kadar eğlenmissinizdir. Haftaya bir Youtube kanalının tanıtımında görüşmek üzere.
Esenlikler ve keyif sizinle olsun.
tmg
1 note
·
View note
Photo
#yaşyetmiş #işbitmiş #vizyonsuz #yalancı #dolanci #koltukdeğneği #stepne #cansimiti #kapıkulu #utan #vatanhainlerineinat #oyunagelme #satılıkdevlet #hemdebahçeli #oktayvural #devletbahçeli (Yeni Türkiye)
#işbitmiş#dolanci#devletbahçeli#oyunagelme#stepne#cansimiti#utan#yaşyetmiş#kapıkulu#yalancı#hemdebahçeli#vatanhainlerineinat#oktayvural#vizyonsuz#koltukdeğneği#satılıkdevlet
0 notes
Text
TARİH /// KARA MEHMED AĞA’NIN ARDINDAN : 17. YÜZYILIN İLK YARISI NDA AMASYA’DA BİR KAPIKULU SİPAHİSİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLER İ
TARİH /// KARA MEHMED AĞA’NIN ARDINDAN : 17. YÜZYILIN İLK YARISI NDA AMASYA’DA BİR KAPIKULU SİPAHİSİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLER İ
KARA MEHMED AĞA’NIN ARDINDAN : 17. YÜZYILIN İLK YARISINDA AMASYA’DA BİR KAPIKULU SİPAHİSİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Yıl 2016, Cilt 11, Sayı 1, 1 – 46, 01.01.2016 Turan AÇIK LİNK : https://doi.org/10.19129/sbad.40 Öz 16. yüzyılın ortalarında taŞrada varlıklarına rastlanılan kapıkulu sipahileri, 17. yüzyıla gelindiğinde önemli oranda yerelleŞmiŞ bir sınıf olarak karŞımıza çıkmaktaydı. Muharip bir zümre…
View On WordPress
0 notes
Photo
Katil katlinin hemen unutulmasını ister, başka ne istesin? Soylunun "olgunluk" diye adlandırdığı şey halkı uyutmanın tatlı zehridir! Onlar barbarlığı da "uygarlık" diye çağırırlar... Çiçeği dalında meyveye ulanan nardan, çağladan, portakaldan değil de hırsızın, arsızın tatlı zehrinden mi öğrenecek halk olgunluk denen şeyi? Hadi ordan! bir yanıyla yaylalardan süzülmüş arı mı arı, duru mu duru kaynakları soluyan, bir yanıyla denize doğru ırmağını emziren bu gölde mayanız tutmaz beyler! Kendilerini "soylu" diye niteleyen bu "şairler" olsa olsa soyluların beslemesi kapıkulu kişilerdir! nıhat behram
6 notes
·
View notes
Text
1. MURAT DÖNEMİ (Hüdavendigar)
ilk Osmanlı - haçlı savaşı olan SIPSIĞINDI SAVAŞINI kazandı -> Edirne başkent yapıldı
Ahilerden Ankara'yı aldı
germiyanoğullarını çeyizle, hamitoğullarını parayla aldı
ploşnikte bozgun (balkanlardaki ilk mağlubiyet)
1. KOSOVA SAVAŞI
-> ilk defa top kullanıldı
-> 1. murat savaş meydanında şehit edildi (böyle ölen tek padişah)
1. MURAT ZAMANINDAKİ GELİŞMELER
-> ilk kapıkulu ocağı kuruldu
-> pençik sistemi
-> ilk maliye teşkilatı ( kazaskerlik, defterdarlık, sadrazamlık kuruldu)
0 notes
Text
DURAKLAMANIN NEDENLERİ
İÇ NEDENLER:
a) Merkezi Yönetimin Bozulması
1. Veraset sisteminin değişmesi - kafes usulüne geçilmesi.
Osmanlıda uygulanan veraset sistemi 1. Ahmet döneminde Ekber ve Erşat usulüne geçilmesiyle değişti.
Bu usulün mecburi bir sonucu olarak şehzadeler kafes usulü ile yetişmeye başladı.
Bunun sonucunda: Devlet yönetiminde ilgisiz ve tecrübesiz kişiler padişah oldu. Padişahlar çevresini, halkı, dünyayı tanımayan insanlar haline geldi. Saray kadınlarının yönetimde etkisi arttı. Akıl ve ruh sağlığı bozuk Padişahlar ortaya çıktı. Yönetimde çıkar grupları etkili olmaya başladı.
2. Devlet adamlarını liyakat (layık olmak, hak etmek) ile değil rüşvetle, iltimasla (Adam kayırma, torpil) göreve gelmeleri.
b) Ordunun bozulması
1. Kapıkulu ordusunun bozulması
Coğrafi keşiflerin sonucunda ülkede ortaya çıkan enflasyon yeniçerilerin aldıkları maaşların yetmemesine neden oldu. Bundan dolayı yeniçeriler kanunları çiğneyerek ticaret yapamaya ve evlenmeye başladılar.
lll. Murat döneminde devşirme kanuna aykırı olarak ocağa asker alındı. (Oğlunun sünnet törenine gelen Soytarı, cambaz ve hokkabazların deftere yeniçeri olarak yazılmalarını sağlamıştır.)
"Ocak devlet içindir" anlayışı "Devlet ocak içindir" anlayışına döndü.
2. Tımar (Eyalet) ordusunun bozulması
Coğrafi keşifler ile birlikte toprağın yerini paranın alması toprağı iyi değerlendirme üzerine kurulu tımar sistemini işlemez hale getirdi.
Tımarlı sipahiler daha fazla para kazanmak için hileli yollara başvurdular. Yetiştirmesi gereken askere çok masraf yapmamanın yollarını aradılar. Köylüden daha fazla vergi aldılar.. Ülkede ortaya çıkan enflasyonun devletin sıcak para ihtiyacını artırdı. Bu yüzden tımarlar iltizama çevrilmeye başladı. öylece işsiz kalan tımarlı sipahiler eşkıya oldular. Tımarların layık olamayanlara verilmesi ve devletin tüm kurumlarında görülen bozulmalar tımar sisteminde de görüldü.
c) Ekonominin bozulması
Coğrafi keşiflere bağlı olarak ipek ve baharat yolunun önemini kaybetmesi ve buna bağlı olarak devletin gümrük gelirinin azalması.
Coğrafi keşiflerle Avrupa'ya taşınan altın, gümüş kaçak olarak Osmanlı'ya girdi böylece enflasyona neden oldu. Bu enflasyonda en çok devlet ve devletten doğrudan maaş alanlar etkilendi.Coğrafi keşifler ile birlikte toprağın yerini paranın alması Osmanlı ekonomik sistemini işleyemez hale getirdi. Avrupa'da Merkantilizm geçerli olurken, Osmanlı Devletinde bunun tam tersi bir ekonomik sistem olan "BOLLUK EKONOMİSİ / İAŞECİLİK" geçerlidir.
Enflasyona bağlı olarak vergilerin artması köylünün toprağı terk etmesini buda tarımsal üretimin azalmasına neden oldu. Savaşlarda eskisi gibi başarı kazanılmaması buna karşılık savaşların getirdiği büyük
harcamalar.
Yeniçerilerin etkisinin ve sayısının artmasına bağlı olarak ulufe ve cülus maaşların artması.
Saray masraflarının, lüks ve israfın artması.
d) Eğitimin bozulması
Köyden kente göç sonucunda vergi ödemek istemeyenler medreselere doluşması ve böylece medreselerdeki eğitimin ve kalitenin bozulması.
Beşik Ulemalığı’nın ortaya çıkması. (Babası Ulema olan bir çocuğun doğuştan ulema sayılması) Medreselerde pozitif bilimlerden terk edilerek dini bilimlere ağırlık verilmesi.
e) Sosyal alandaki bozulmalar
Devlet adamlarının rüşvet ile iş görür hale gelmesi ve Celali isyanları halkın devlete olan güvenini azaltmıştır Böylece köylü toprağı terk edip kente göç etmiştir. bu hem köylerin boşalmasına, üretimin azalmasına hem de şehirlerde işsizliğin artmasına, asayişin bozulmasına neden olmuştur.
DIŞ NEDENLER
Osmanlı Devletinin doğal sınırlarına ulaşması. Yani Devletin genişlemesine engel olacak doğal sınırlara ulaşılmıştı. (Çöller, Okyanuslar,)
Avrupa’da feodalitenin yerine güçlü merkezi krallıkların kurulması.
Coğrafi keşifler, Avrupalıların Rönesans ve Reformla hem düşünce anlamında hem de bilim ve teknolojide kat ettiği ilerleme.
0 notes
Text
Talip Ayar. Sahhâflar Şeyhî-Zâde Mehmed Es'ad Efendi'nin "Üss-i Zafer" adlı eserinin transkripsiyonu ve değerlendirilmesi. Yüksek lisans tezi (2005)
Talip Ayar. Sahhâflar Şeyhî-Zâde Mehmed Es'ad Efendi'nin "Üss-i Zafer" adlı eserinin transkripsiyonu ve değerlendirilmesi. Yüksek lisans tezi (2005) https://www.avetruthbooks.com/2023/09/talip-ayar-sahhaflar-seyhi-zade-mehmed-esad-efendinin-uss-i-zafer-adli-eserinin-transkripsiyonu-ve-degerlendirilmesi-yuksek-lisans-tezi-2005.html?feed_id=17598
#History#ArmyofOttomanEmpire#AuspiciousIncidentVakaiHayriye#Bektaşîlik#HacıBektaşVeli#HistoryofTurkey#Islam#Kapıkulu#OttomanEmpire#SahaflarŞeyhizâdeEsadEfendi#TalipAyar#Theses#Yeniçeri
0 notes
Photo
CİNCİ HOCA! Safranbolu doğumlu Hüseyin "Efendi" ilk eğitimini bölgenin ileri gelenlerinden olan babası Şeyh Mehmet Çelebi’den almıştı. Babası ona, sihir ve büyü ile ilgili hususi bilgiler de vermişti. İstanbul’a yollandı, Süleymaniye Medresesi’nde devam etti. Ancak bir taraftan da şifa arayan hastalara okuyup üfleme işleriyle ilgileniyordu. Hatta bir ara tüm geçimini sadece bu işten sağlamaya başlayınca, durum başta hocası olmak üzere medresedeki diğer müderrisler tarafından hiç hoş karşılanmamış, bu yüzden medreseden de mezun olamamıştı. Ancak iş bitmiş, Hüseyin Efendi’nin şöhreti İstanbul’a öyle bir yayılmıştı ki adı her tarafta Cinci Hoca’ya çıktı. Valide Kösem Sultan iktidarsız oğlu Sultan İbrahim’in tedavisi için hocanın saraya getirilmesini emretti. KUVVET MACUNLARI HAZIRLADI Cinci Hocamız Sultan İbrahim için daha evvel tarifini Anadolu’daki dervişlerden işitip de hazırladığı kuvvet macunları hazırladı ve işe yaradı. Aynı zamanda okuyup üflemesiyle de ikbal kapısı ardına kadar açıldı ve gençken hayal ettiği gibi sarayın en nüfuzlu erkanı arasına girmeyi başardı. Kendisine Sultan’ın emriyle dayalı döşeli bir saray inşa edildi, sonra padişah hocalığına, 1644 yılının Mayıs ayında da Anadolu kazaskerliğine getirildi. Kısa sürede Cinci Hüseyin Efendi, hem büyük bir şöhretin hem de akıllara ziyan bir servetin sahibi oldu. Lakin hakkında ortada dolaşan rüşvet ve suistimal dedikoduları sarayı rahatsız etti, Kazaskerlik görevinden azledilerek İzmit’e sürüldü. Sultan İbrahim’in tahttan indirilip öldürülmesiyle de ne yapacağını kafasında tasarlarken -iyi ya da kötü- namını yürütecek talih kapısını çaldı. IV. Mehmet’in cülusu nedeniyle kapıkulu askerlerine dağıtılacak bahşiş için 200 kese akçe istendi. Önce ödemeye yanaşmadı. Sonra iş tehlikeye binince bir miktar verdi ama ayarı düşük altınlardan! Eh, yeterince kaşınmıştı; evi basıldı! Evdeki aramalarda sandıklar dolusu altın ve mücevher, elliden fazla samur kürk bulundu. Mallar onun gözü önünde müsadere edildi, tarla ve köylerinin mülknameleri alındı. Sadrazam Sofu Mehmet Paşa bu “deyyus”ta daha mal olduğunu sezerek Cellat Kara Ali’ye taşaklarını burarak biraz işkence yapması emrini verdi. Bu “sıkma”da Cinci Ho https://www.instagram.com/p/CBtRY50gkyw/?igshid=1yjqztf7r2jn
0 notes
Photo
Osmanlı Ordusu Türk Ordusu mu?
Osmanlı Ordusu diye bir şey yoktur. Bu ordunun adı Türk ordusudur. Osmanlı bir hanedanın adıdır, fakat bazı gafiller bu ordu için Türk değil diyor. Bu yüzden günümüz ordusu ile karıştırmamak için İmparatorluk çağındaki ordu için Osmanlı Ordusu tabirini kullanacağız.
Osmanlı Ordusu için, Türk ordusu değildir, diyen profesörler var. Bunu söylerlerken ise devşirmelerden bahsetmektedirler. İşin özünü anlatmadan önce birkaç misal verelim. Fransa ordusunda Frenk kökenli olmayan askerler vardır hatta bunlar için özel lejyonlar vardır. Ama buna rağmen bu orduya Fransız ordusu denir. İngilizler I. Cihan Harbi’nde dünyanın her yerinde asker topladı. Hintliler, Senegalliler, Araplar ve ilâh… Lakin kimse bu orduya İngiliz ordusu değildir demez. Amerika Birleşik Devletleri ordusunda Amerikan vatandaşı olmayan askerler de bir hayli fazladır. ABD bunları bilerek askere almaktadır ve belli bir süre hizmet veren bu yabancılar daha sonra Amerikan vatandaşı olmaktadır. Lakin kimse bu orduya Amerikan ordusu değildir demez.
Şimdi ise Osmanlı Ordusuna bakalım. Ordunun çoğu Türk kökenli askerlerden oluşmaktadır. Ordudaki en büyük sınıf sipahi sınıfıdır. Büyük İstila çağının Muhteşem Süleyman döneminde ise bu sipahilerin 150 bin civarı olduğu bilinmektedir. Bunların tımarları vardır, toprak işler ve asker yetiştirirler. Bu adamların geneli safkan Türklerden oluşmaktadır. Büyük Kartal İstilacı Başbuğ II. Mehmed Han hazretleri bizzat bu tımarlı sipahilerin Türk kökenden gelme şartını kanunnamesine koymuştur. Yine Kanuni döneminde devşirme yeniçerilerin sayısı ise 20 bini geçmiyordu. Şimdi en güçlü olduğumuz çağda bile vaziyet böyleyken Osmanlı Ordusu nasıl Türk ordusu olmuyor?
Sipahilerin içinde kapıkulu sipahileri de vardır. Bunlar devşirmedir ve ata binmeyi de bilmezler ve bu yüzden kapıkulu sınıfına Türk kökenliler de girmiştir. Bunların eğitimleri daha hafiftir. Birde karma birliklerde vardır lakin çoğunluk Türk kökenli kişilerden oluşmaktadır. Bunları bilmek için profesör olmaya da gerek yoktur ama birkaç deyyus-u ekber televizyonlara çıkarak zehir kusuyor. Ordusunda kendi vatandaşından çok yabancı ülkelerin vatandaşını barındıran ordular hizmet ettiği ülkeye ait oluyor ama çoğunluğu Türk olan Osmanlı ordusu ise Türk olmuyor. Buna kargalar bile güler!
Ayrıca Osmanlı ordusunda Türk kökenli subay Cumhuriyet ordusundaki subaylardan daha fazladır. Padişah II. Mahmud Çerkezzlerin miralaylıktan daha yukarı rütbeye çıkmaması için ferman çıkarmıştır. Şimdi ise bu virüsler başımızda general olarak duruyor. Birde Osmanlı ordusunun geneli atlı değil diye “Bu Türk ordusu değildir” diyen aveller de var. Ne yapsaydık ulan? Kalelere atlarla mı saldıracaktık? Roma ordusunun kopyasıymış falan. Geçin bu saçmalıkları. Şu televizyonlara tarihçi diye çıkan şarlatanların hepsini yok etmek vaciptir. Son olarak, Osmanlı ordusuna Arap diyen aptallar bile var. Ulan Arap’dan asker mi olur? Arap kökenli Vezir-i Azam bile bir elin parmağını geçmez. Bunu laf olsun diye söylemiyoruz gerçekten öyle. 1 tane Arap kökenli Vezir söyleyin desek kimse söyleyemez. I. Cihan Harbi’nde bile askere aldığımız Araplar sürekli ordudan firar ediyordu. Bir tek Çanakkale cephesinde savaşan ufak bir Arap taburu vardır. Arapların ihanetleri Derya Fatihi Barbaros Hayrettin Paşa zamanında beri vardır. Zira bu Müslüman Araplar, kâfir ordusu ile birleşip Oruç Reis’i öldürüp kafasını kesmişlerdir. Ama size kalsa Osmanlı Arap. Bunları zaten hep Kemalistler çıkartıyor. Her boka Arap demek adetidir bunların. Devşirme Kökenli Kul Mustafa bile 1600’lü yıllarda yaşamış bir yeniçeridir. O zaman bile adam devşirme olmasına rağmen kendini Türk olarak görmüş ve birde üstüne şiir yazmıştır. Bu ordudan her daim Türk ordusu olarak bahsedilirdi. Şiirde geçen Murat Reis’de aslında Türk kökenli değildir ama bize hizmet etmiştir.
#Tigir:Er#TigirEr#Tigir Er#Türk#Türkler#Turk#Turks#Turkic#Turkish#Turkey#Türkiye#Akıncılar#Osmanlı#Ottoman#Ottoman Empire#Osmanlı İmparatorluğu#Irkçılar#Savaşçılar#Irkçı#War#Savaş#Barbar#Barbarian#Warrior#Warriors#Racist#Racism#gif#Tigir:Er Düşünce Sistemi#Tigir Er Düşünce Sistemi
3 notes
·
View notes
Photo
#Repost @cizgiseltarih with @get_repost ・・・ 📆425 yıl önce bugün: Sultan III. Murad öldü. . III. Murad devlet işlerini pek sallamayan, zevk sefa düşkünü bir kimsedir. Ordunun başında sefere çıkmayarak hepsi birer amansız savaş lordu olan atalarının yüzünü kara çıkarmıştır. 21 yıllık saltanatında İstanbul'dan dışarı adımını atmaz. Annesi Nurbanu Sultan ve büyük aşkı Safiye Sultan arasında oyuncak olmuştur. Annesi, oğluna Safiye'yi unutturmak için haremi karı-kızla doldurur. 5 yıl boyunca Safiye’ye sadık kalan Murad, harem birbirinden cıvır gevur dilberlerle doldukça “ulan ben sultan değil miyim neden her gün pilav yiyorum?” diyerek niyeti bozar. Tüm şahsi hazinesini haremi upgrade etmeye harcar. Has oda, haremdeki havuz kompleksi ve ek binalar onun zamanında yaptırılır. Kaynaklarda 41 eşi ve 130 çocuğu olduğundan bahsedilmektedir. Bu çocukların çoğu salgın hastalıklardan erkenden ölür. Kendisi de hareketli cinsel hayatı sebebiyle, o dönem “mesane zahmeti” diye bilinen bir hastalıktan 49 yaşında ölmüştür. Öldüğünde çocukların 49u hayattadır. III. Murad, kararsız ve istikrarsız oluşuyla ünlüdür. Saltanatı boyunca 11 sadrazam, 7 şeyhülislam değiştirmiştir. Neyse ki saltanatının ilk 7 yılında devlet Sokullu Mehmed Paşa’nın tecrübesiyle yönetilmiştir. Ancak sultan, Sokullu’ya rakip paşalara kanarak onun yetkilerini kısıtlar. Sokullu, konağında Boşnak bir meczup tarafından hançerlenerek öldürülünce Murad pek de oralı olmaz. Bu cinayetin planlı bir suikast olduğuna şüphe yoktur. İlerleyen yıllarda saraylıların rüşvet alıp memuriyetleri ehil olmayanlara verdikleri, kapıkulu sayısının çok arttığı, havadan maaş alan aylak takımının hazineyi dara soktuğu belirtilmektedir. Ayrıca tımar sisteminin bozulmasıyla halkın köyleri terk edip eşkıyalığa başlaması, celali isyanlarına zemin hazırlar. Bu durum ileride devletin başına büyük belalar açacaktır. Her şeye rağmen Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlarına III. Murad zamanında ulaşmıştır. Lakin içten çürümekte olan devlet için yüzölçümü bir şey ifade etmemektedir. Bu dönemin akla ziyan bir diğer uygulaması ise Tophane Rasathanesi'nin bir gecede yıktırılmasıdır. İstanbul, dünyanın en önemli astronomi & bilim merkezlerinden b https://www.instagram.com/p/B7oSx57B3QQ/?igshid=s00nofx5y6ap
0 notes
Photo
Osmanlı Kapıkulu Sipahisi Savaş Zırhı. 15-16. yy TOPKAPI SARAYI SİLAHHANESİ KAYI...
0 notes
Text
Bir devrin güç simgesi 'Süleymaniye Külliyesi'
Osmanlı İmparatorluğunun 10. Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın gücü ve Mimar Sinan'ın dehasının vücut bulduğu Süleymaniye Külliyesi, 462 yıldır ihtişamını koruyor. Yahya Kemal'in "En güzel mabedi olsun diye en son dinin / Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin" dizeleriyle ruhaniyetini anlattığı Süleymaniye Külliyesi, İstanbul'un Suriçi'nde yer alan üçüncü tepesine, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan'a inşa ettirildi. İmparatorluğun en simgesel yapısı ve konumu ile de İstanbul'un silüetinin en güzel parçası olan külliyenin yapımına 1550 yılında başlandı. Süleymaniye Külliyesi, imparatorluk topraklarının çeşitli yerlerinden getirilen malzemelerle 7 yılda tamamlandı. Tarihçi Peçevi'ye göre külliyenin inşasına 896 bin 360 altın para ve 82 bin 900 akçe, yani yaklaşık 3200 kilo altın harcandı. Külliyenin 7 yıl süren inşasında bin 713'ü Müslüman, toplam 3 bin 523 işçi çalıştı.
Yaz aylarında günlük işçi sayısının 2 bine ulaştığı külliyede, Hassa Mimarlar Ocağı'nın elemanları, acemioğlanlar, diğer kapıkulu ocakları mensupları ile imparatorluğun dört bir yanından ücretli ustalar, işçiler ve forsalar görev yaptı. Mimar Sinan, Kanuni Sultan Süleyman tarafından verilen anahtarla, devletin ileri gelenlerinin bulunduğu bir törende dualarla "Ya Fettah" diyerek 15 Ekim 1557'de külliyeyi hizmete açtı. Külliye 15 bölümden oluşuyor Külliye, cami, Rabi Medresesi, Salis Medresesi, Evvel Medresesi, Sani Medresesi, Tıp Medresesi, Kanuni Sultan Süleyman Türbesi, Hürrem Sultan Türbesi, türbedar odası, darüşşifa, darüzziyafe, Darülhadis Medresesi, tabhane, Mimar Sinan Türbesi ve hamam olmak üzere 15 bölümden oluşuyor. Külliyenin hiç kuşkusuz en önemli bölümünü heybetin ve zerafetin bütünleştiği Süleymaniye Camisi oluşturuyor. Mimar Sinan'ın diğer eserlerinde olduğu gibi Süleymaniye Camisi de sadeliği ihtişama dönüştürebilmiş mabetlerden biri. Caminin kitabelerinde kullanılan süslemeler ile bezemeler, başlı başına birer estetik harikası.
Mihrabın iki yanındaki pencerelerde çini madalyonlarda Fetih Suresi, caminin ana kubbesinde ise Nur Suresi yazılı. Camideki yazılar meşhur hattat Ahmed Karahisari Şemseddin Efendi ve talebesi Hasan Çelebi tarafından yazıldı. Daha sonra kazasker Mustafa Efendi de bazı yazılar ilave etti. Yaklaşık 30'ar tonluk ve dört halifeye adanan 4 fil ayağı, caminin 26,50 metre çapında ve 53 metre yükseklikteki kubbesini taşıyor. Dört minare, Kanuni Sultan Süleyman'ın İstanbul'un fethinden sonraki 4. on şerefe ise Osmanlı'nın 10. padişahı olduğunu simgeliyor.
Bin kubbeli külliye İstanbul'un silüetine damga vuran eserler arasında yer alan külliyedeki yapılar, ortadaki caminin çevresinde "U" şeklinde sıralanıyor. Külliyenin üzerinde ise bin kubbe bulunuyor. Külliyeye giriş, farklı isimlerdeki 11 kapıdan yapılıyor. Evvel Medresesi ve Sani Medresesi ile Rabi Medresesi ve Salis Medresesi külliyede yer alan iki ayrı medrese topluluğu. Evvel ve Sani Medresesinin üstünde Süleymaniye kitaplığı yer alıyor. Külliyenin güneydoğu köşesinde Süleymaniye hamamı, kuzeyinde darüşşifa ve bimarhane mevcut. Külliyede, Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve Mimar Sinan Türbeleri'nin yanı sıra tabhane (düşkünlerevi / bakımevi), çarşılar ve sıbyan mektebi de bulunuyor. Süleymaniye Külliyesi'ne bağlı Mülazimler Medresesi, Daru'l-Hadis, Daru'l-Kurra, Medrese-i Salis ve İmaret, 2018-2019 akademik yılından itibaren İbn Haldun Üniversitesine bağlı Medeniyetler İttifakı Enstitüsü, İslami İlimler Fakültesi, İslami İlimler Enstitüsü, Süleymaniye İlim ve Araştırma Merkezi ile Onur Programına ev sahipliği yapıyor.
"Sinan, tamamen kendi tekniğini uyguladı" Ömrünün yaklaşık 30 yılını Mimar Sinan'ı tanımaya ve eserlerindeki detayları gün yüzüne çıkarmaya adayan İnşaat Yüksek Mühendisi Vahit Okumuş, Süleymaniye Külliyesi'nin mimari tarih açısından önemini AA muhabirine değerlendirdi. Mimar Sinan'ın Süleymaniye Külliyesi'ni alt ve üst yapı olarak bütünüyle ele aldığını belirten Okumuş, "Mimar Sinan, tabhanenin altına bir sarnıç yapmış. Böylece, Süleymaniye Camisi'nde toplanan yağmur sularının, tabhanenin altındaki sarnıca gitmesini sağlıyor." dedi.
Okumuş, Osmanlı'nın külliyeleri, insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir şehir olarak kurduğunu dile getirdi. Kanuni Sultan Süleyman'ın, Süleymaniye Külliyesi hizmete açıldıktan sonra camide görev yapacak imam için iki dil bilme ve beşeri bilimler eğitimi almış olma şartlarını koyarak ilan verdiğini anlatan Okumuş, "Çünkü camiye gelecek ziyaretçiler olacağı için dil bilen imam ilanı veriyor. Böylece ilk defa bir camiye hoca tutuluyor. Bu çok önemlidir." diye konuştu. Mimar Sinan'ın, Süleymaniye Külliyesi'ni inşa ederken benzerlerini örnek almadığını, tamamen kendi tekniğini uyguladığını aktaran Okumuş, "Süleymaniye Camisi ilk inşa edildiğinde 2 minarelidir. Kanuni Sultan Süleyman'ın ısrarı üzerine son cemaatin dışına 2 minare daha eklemiştir." dedi.
"Sesi havada 3,5 saniye tutan adamdır" Süleymaniye Külliyesi'nin çok sade bir yapı olduğunu belirten Okumuş, "Mimar Sinan, mimarisine o kadar güvenir ki süslemez aslında. Sinan'ın mimarisi, doğal bir mimaridir. Kubbeyi, yumurtanın yuvarlak kısmını örnek alarak yapmıştır. Bulduğu şey, doğal mimaridir ve çok sıcaktır, insanı içine çeker. Süleymaniye'de bulduğun rahatlığı Yavuz Sultan Selim Camisi ile Fatih Camisi'nde bulamazsın. Akustiğini hiç bir yerde bulamazsın. Bugün o akustiği yapacak kimseyi bulmak çok zordur. Çünkü çok büyük bir bilim gizlidir içinde. Sesi havada 3,5 saniye tutan adamdır. Nasıl yapmıştır onu bilmiyorum. Kubbenin tepe noktasını da hoparlör olarak kullanıyor." değerlendirmesinde bulundu. Külliyenin, ilk kuruluş amacına uygun varlığını sürdürmesinin mümkün olduğunu dile getiren Okumuş, "Bütün eserler, kullanılmayan yerler kesinlikle bozulur. Ben o nedenle kullanılmalarından yanayım. Onarımlarını değiştirmemeleri lazım. Caminin içine bile ayakkabılık yapıyorlar, akustiği bozuyorlar." ifadesini kullandı. Read the full article
0 notes