#Kan Tutar
Explore tagged Tumblr posts
lanetlimayiss · 10 days ago
Text
Gerçek şu ki insanlar aşklarını ellerinde tutamıyor.Ya çok büyük oluyor o his, elleri eziliyor;ya da keskin tarafları avuçlarını kanatıp bileklerini kesiyor.Bu yüzden ilklere hep hırsız diyorlar ya... Yerleri bir daha asla doldurulamıyor; çünkü kimse, insanın ilk tecrübesizliğinde izin verdiği kadar derine kazamıyor. İyileştirmek için uzandıkları yaraların dibi kurumuş kan, kabuğu kalksa acısı kalır. El uzansa anıları ayağa kaldırır. Şimdi içine dert olsa, dönse o adam; ne kabuk soyulur elini tutar ne de kabul eder şifasını yaram.
10 notes · View notes
amezhu · 6 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
209. BÖLÜM - Göksel Mahkemede Kaos - Hiddetli Bir Dalga Cenneti Sarsıyor -
Mei Nian Qing yüzü olmayan beyazın tam karşısında durduğunu söylediğinde Xie Lian ilk kendinin o olduğunu ancak bunu unuttuğunu düşünüp binlerce yıldır hissetmediği acı bir korkuya kapılmıştı. Mei Nian Qing’in önünde Xie Lian’dan başka hala Xie Lian’ın arkasında duran Jun Wu da vardı.
Ama o kişiden hiç şüphelenmediğinden bu gerçekten şaşırtıcı bir ifşaydı ve bu yüzden sanki tüm saçları elektriklenmiş gibiydi. Xie Lian çabalasa da o el o kadar güçlüydü ki hiç kıpırdamadan sıkıca tutuyordu. İstemeden söyledi, “Sen… yüzün…” ‌
Jun Wu’nun sesi o kadar umursamazdı ki, sanki havadan sudan bahsedermiş gibiydi, “Ah, bir anlık dikkatsizlikle bak yine göründüler.”
Başka bir işkence dalgası Xie Lian’ın bileğinde aniden artmaya başladı, artık kılıcın kabzasını daha fazla tutamıyordu, bıraktı.
Kılıç yere düştü ve çınlama sesi tüm salonda yankılandı. Ancak çok geçti.
Yakınlardaki cennet mensupları Xie Lian gibi HongJing’in üzerindeki o korkutucu yansımayı görmüştü.
Koca bir ölüm sessizliği tüm salonu kapladı. Tüm cennet mensupları sersemlemişti, özellikle de en yakında duran ve her şeyi açık açık gören Feng Xin. Mei Nian Qian bu şansı onu tutan kollardan kurtulmak için kullandı ve yerde duran HongJing’i alıp kaldırdı, doğruca önünde duran Jun Wu ya işaret ederek; “HERKES DİKKATLİCE BAKSIN! TAM KARŞIMDA DURAN BU ADAMIN YÜZÜNE DİKKATLİCE BAKIN!”
Birkaç savaş tanrısı hızla olayları kavramıştı, Pei Ming ileri atıldı, kılıcını çekerek bağırdı, “SEN KİMSİN?”
Diğer cennet mensupları uzakta durduklarından neler olduğunu anlamamışlardı, haykırmaya başladılar, “NELER OLUYOR?”
“GENERAL PEİ KİMİNLE KONUŞUYOR?”
“NASIL OLUR DA İMPARATORA KILIÇ TUTAR?
Mei Nian Qing gözünü bile kırpmadan Jun Wu’ya bakıyordu, her kelimesini vurguladı, “O, YÜZÜ OLMAYAN BEYAZ!”
Mu Qing’in dili tutulmuştu, “O nasıl yüzü olmayan beyaz olabilir? Yüzü olmayan beyaz imparatoru mu taklit ediyor? O zaman gerçek imparator nerede?”
Xie Lian da gizliden bir değişiklik olup olmadığını merak ediyordu, ama sahte olan ne zamandan beri oradaydı? Nasıl oldu da yanlış giden bir şeyler olduğunu anlamamıştı? Aziz savaş tanrısı güvenilmez ve basit biri değildi, ne olursa olsun taklit yapıyorsa da tüm üst mahkemeyi kandıramazdı ya!
Mei Nian Qian konuşmak üzereydi ki Jun Wu elini kaldırdı ve iç çekti, “Beni yine hayal kırıklığına uğrattın.”
Mei Nian Qian sanki biri tarafından mutlak bir güçle boğuluyormuş gibi yüzü düştü. Lang Qian Qiu hızla uzun kılıcını alarak çınlayan kılıç sesiyle hızla saldırdı ama Jun Wu’nun ona bakarak kafasını çevirmesiyle geriye doğru uçtu.
Sonrasında neredeyse tüm savaş tanrıları, Pei Ming, Lang Qian Qiu, Feng Xin, Mu Qing, Quan Yi Zhen büyük dövüş salonunda ileri atıldılar.
Ancak bir tütsü yanma süresi sonunda tüm savaş tanrıları Jun Wu’ya saldırıp etrafını sararken, aynı zamanda etrafa fırlatılırken Jun Wu hala Xie Lian’ın bileğini sıkıca tutuyordu.
Büyük dövüş salonunda yalnızca Xie Lian ve Jun Wu ayakta duruyordu, tüm savaş tanrıları saldırı güçlerini kaybetmiş yere iki seksen uzanıyorlardı. Mu Qing bir ağız dolusu kan kustu ve öfkeli bir şekilde donakalmış Xie Lian’a bağırıyordu, “HAREKET ET! BİR ŞEY YAP! NEYE DALDIN ÖYLE? ÖLDÜRÜLMEYİ Mİ BEKLİYORSUN?”
Ama biraz bile biliyor muydu, Xie Lian hareket etmiyor değil, hareket edemiyordu!
Jun Wu onu tutmak için tek elini kullanmasına rağmen, Xie Lian parmağını biraz bile oynatsa o bunu hemen hissedip aniden karşılık olarak parmağını çıt diye kıracağını hissedebiliyordu. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, en iyi karar dikkatli ve sabit kalmaktı.
Bu, üç alemin bir numaralı savaş tanrısının gücüydü.
Dış kenarlarda duran cennet mensupları korku içinde dağılmıştı, yüzleri solmuştu, akıllarına kaçmak geldiğinde kapıya doğru yöneldiler ancak onlar kaçamadan görkemli büyük savaş salonunun kapıları çat diye kendiliğinden kapandı. Boşuna kapılara tokat attılar. Neredeyse bine yakın cennet mensubu ne dışarı çıkabildi ne de ayağa kalkabildi, tam bir kaostu. Mei Nian Qing’e gelince, vücudu aniden görünmez bir güç ile çekildi, Jun Wu yakasını tutarak gülümsedi, “Cidden son anda kararını değiştirip doğruları söyleyince bir şeyler yapamayacağımı mı düşündün? Sahiden öğrendiklerinde bir araya gelip benim için tehdit oluşturabileceklerini mi düşündün? Sadece tek elimle hepsini yok edebilirim.”
Görünüşe göre Jun Wu’nun önce Mei Nian Qing’i önceden götürüp Xie Lian’ın Hua Cheng’e veda etmesini sağlama amacı yoktu. Mei Nian Qing'e bazı şeyler söylemiş veya tehdit etmişti, bu yüzden sonucunu düşünmeden büyük savaş holünde onu sorguluyordu. Ama son saniyede Mei Nian Qing’in sözünden döneceğini kim bilebilirdi ki? Jun Wu'nun kollarını tuttu ve Xie Lian’a bağırdı, “Ekselansları, KAÇIN! TAMAMEN DELİRDİ!”
“Guoshi!” Xie Lian haykırdı.
Saniyesinde Mei Nian Qing artık konuşamıyordu, sanki bir şeyler boğazını sıkıyor gibiydi, ama her zaman boğazları kapalı cübbe giydiğinden Xie Lian neler olduğunu tam olarak göremiyordu. Jun Wu iç çekti “Seni ahmak, yaptığın onları ateş çukuruna atmaktan farklı değil. Aslında onlarla alakası bile yok, ama artık bu şartlarda kimse büyük dövüş salonunu canlı terk edemeyecek.”
Bu acil durumda Xie Lian zaman kaybetmeden ruhsal iletişim rününe girdi, “SAN LANG!!”
Hua Cheng’in ruhsal iletişim rünü şifresini daha önce söylemek için girişken olamamıştı, ama bu acil durumlar altında utangaç olmaya zaman yoktu, ancak birkaç kez zihinsel olarak okuduktan sonra diğer uçta hala tam bir sessizlik vardı ve herhangi bir yanıt yoktu.
Bu iletişim tıkanması hissi TongLu Dağı'ndakiyle tamamen aynıydı!
Sadece bir bakışla Jun Wu onun ne düşündüğünü anlayabildi, “Denemeye devam etmen gereksiz. Ben izin vermedikçe iletişim kuramazsın.”
Bu göksel mahkeme Jun Wu’nun güçleriyle oluşturulmuştu, onun uzmanlık alanıydı, o en yüceydi ve tabii ki istediği her şeyi yapabilirdi. Bu ayrıca tüm göksel mahkeme ve büyük dövüş salonunun layıkıyla herhangi bir yerden izole edildiği anlamına geliyordu. Şu gerçekten de gerçekleşmişti, “Cennet için ağlamak boşuna, dünya için ağlamak faydasız.”
Aniden büyük savaş salonunun kapıları yanarak açıldı. Göksel yetkililerin hepsi sevinçle morallerini yeniden kazandılar ki kapıda duranı görünce geri tepti. Salonun dışında uzun boylu, siyah giyimli bir adam, aurası tüyler ürpertici ve yaklaşılamaz şekilde herkesin yolunu engelleyerek duruyordu. Brokarlı ölümsüzü giyen Ling Wen’di.
Cennet mensupları büyük dövüş salonunun eşiğini aştıktan sonra içeri girip ciddi bir şekilde Jun Wu’nun önünde tek diziyle diz çökünce ne diyeceklerini bilemediler, “Lordum.”
“Ayağa kalk ve işine dön.” Dedi Jun Wu. “Ne yapman gerektiğini biliyorsun.”
Ling Wen başını eğdi ve gülümsedi, “Tabii ki.”
Mu Qing duvardan destek alarak ayakta durmaya gayret etti, bunu görünce ikisi de şaşırdılar ve şüpheyle, “Ling Wen hâlâ TongLu Dağı'nda hapis değil miydi?”
“Doğru.” Dedi Jun Wu. “Ancak Ling Wen cidden işe yarar, önemsiz bir hata yaptı sadece, ben de onu geri çağırdım.”
Sahiden, Beyaz Kıyafetli Felakete göre Ling Wen’in yarattığı Brokarlı Ölümsüz cidden ‘önemsiz bir hata’ydı. Artık Ling Wen ve Brokarlı Ölümsüz, Jun Wu’nun emri altındaydı. Biraz sonra bir düzeni beyaz ışık parladı ve bir şey gelerek Jun Wu’nun botlarına burnunu sürtmeye başladı. Feng Xin görünce sinirle haykırdı, “NE YAPIYORSUN? BURAYA GEL!”
Bu cenin ruhuydu. Hem babasının lafını dinlemiyor hem de onun inadına ona dil çıkarıyordu. Feng Xin az önce Jun Wu yüzünden yere yıkılmış kan kusuyordu, şimdi ise oğlu muhtemelen onu yaralayabilecek düşmanının ayağına sarılıyordu. Sanki babasının kim olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu, Feng Xin çok öfkeliydi ve biraz daha kan kustu. Daha sonra bir düzine ifadesiz savaş tanrısı büyük dövüş salonuna doluştu.
Bu savaş tanrıları Jun Wu tarafından atanmış ve yalnızca onun emirlerine itaat etmişlerdi. Ling Wen, Jun Wu'nun kontrolünü aldı ve emretti, “Her cennet mensubunu sarayına götürün ve göz kulak olun.”
Pei Ming yakınlarda oturuyordu, ifadesi karmaşıktı, “Ling Wen, ne kadar kalpsizsin sen.”
Ling Wen omzunu okşadı, “Tanıştığımız ilk günden beri kalpsiz olduğumu bilmiyor muydun? Ne dersin, katılmak ister misin? Her zaman sana kapımız açık.”
Pei Ming kuru bir kahkaha attı ama konuşmadı.
Xie Lian yine özel muamele gördü çünkü ona XianLe sarayına kadar eşlik eden Jun Wu idi. Jun Wu azarladı, “Gel.”
   Xie Lian arkasına bakarak Mei Nian Qing'e bakış attı. Neler oluyor?  Sen kimsin? Neyi başarmak istiyorsun? Bu kim? Yüzü olmayan beyaz mı Jun Wu mu? Ne planlıyor?
Sormak istediği çok, çok fazla soru vardı ama bunlar özel olarak ve dikkatlice sormalıydı. Bu sorulara sadece Mei Nian Qing cevap verebilirdi ama Jun Wu ona konuşma şansı bile tanımazdı.
Büyük Dövüş Salonunun dışına çıktıkları an Xie Lian biraz şaşırmıştı. Cennet başkent bulvarının üzeri, gökyüzü kasvet doluydu, bulutlar korkunç bir şekilde yuvarlanıyordu; her şey göz açıp kapanıncaya kadar değişmişti ve artık o göz kamaştırıcı parlaklıktan eser yoktu. Yalnızca Jun Wu’nun emri altındaki savaş tanrıları hiçbir şey olmamış gibi davranıyor, her cennet mensubunu sarayına götürüyorlardı, artık her şey huzursuz ve kasvetli görünüyordu. Aceleyle koşan orta cennet mensuplarına gelince artık hepsi arazinin her yerine bilinçsizce yayılmışlardı.
Söylemeye gerek yok, bu Jun'un Wu'nun yaptığı bir şey olsa gerekti. Uzaktan çanın sesi geldi, DANK! DANK! Görünüşe göre sorun zille ilgiliydi.
Cennet başkentinin büyük caddesi boyunca XianLe sarayına doğru yürüdüler. Yolda Xie Lian zihnini döndürüp kaçmanın bir yolunu düşünmeye çalışıyordu ama Jun Wu rakip olamazdı ve küçük ucuz numaralar da imparatora karşı işe yaramaz olurdu. Ayrıca Jun Wu savaş yüceliğine sahip değil miydi, Xie Lian’ın ne düşündüğünü bile anlayabilirdi.
XianLe sarayına girdiklerinde Xie Lian’ın aklına hala hiçbir fikir gelmemişti. Kendine olduğu gibi bırakmayı söyledi çünkü hiçbir şey düşünemese bile sorun olmazdı. Çünkü uzun zamandır Hua Cheng ile konuşamamışlardı ve Hua Cheng kesin bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmiş olmalıydı. Ta ki bu olmadan önce işler kontrolden çıkmazsa.
Ancak kapılar kapandıktan sonra Jun Wu konuştu, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’u özledin mi?”
“…”
Jun Wu'nun sözleri kalbinin boğazına sıçramasına neden oldu ve kalbi çarpmaya başladı.
Xie Lian nasıl cevaplasa bilemedi; evet dese Hua Cheng’e zarar verebilirdi, hayır dese Jun Wu ona inanmazdı.
Hiçbir yanıt duymayan Jun Wu gülümsedi, “Endişelenmene gerek yok. Biliyorum, onu özlemiş olmalısın. Eminim ki onunla konuşmak istiyorsundur.”
Xie Lian'la konuşma şekli hâlâ öncekiyle aynıydı; sıcak, hoşgörülü, sakin, güvenilir, hiçbir şey değişmemişti. Ama o böyle oldukça Xie Lian'ınn kafası karışmış ve dehşete düşmüştü.
Jun Wu devam etti, “Eğer gerçekten özlediysen neden biraz iletişim kurup laflamıyorsun?”
“…”
Kapıdan tam girdiklerinde Xie Lian’in ne düşündüğünü tahmin etmişti. ‌ her şey onun elinin altındaydı.
Jun Wu gülümsemeye devam etti, “XianLe, ne söylemen gerektiğini biliyorsun. Onu endişelendirme. Eminim Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’un seninle konuşursa çok mutlu olur.”
Sonra elini Xie Lian'ın omzuna koydu. Xie Lian karmaşık bir hareket dalgası hissetti, Jun Wu, onların konuştuklarının içeriğini duyabilecek bir çeşit büyü yapmıştı. Jun Wu konuşamasa bile yine de duyabiliyordu. Doğal olarak Xie Lian, Jun Wu'nun onun ne söylediğini duymak istediğini biliyordu.
Bir süre durakladıktan sonra cesaretini topladı ve cesurca Hua Cheng'in sözlü şifresini yüksek sesle söyledi.
Sözlü şifreyi duyan Jun Wu, onu komik bulmuş gibi göründü ve biraz kıkırdadı. Ancak Xie Lian'ın utanmaya veya çekingen olmaya vakti yoktu. Hua Cheng'in sesinin Xie Lian’ın kulaklarında çınlamasından önce sadece bir nefeslik süre geçti. İç çekti, “Gege, Gege, uzun zaman oldu, sonunda San Lang’ını hatırladın.”
Xie‌ ‌Lian‌ ‌Jun‌ ‌Wu ile bakıştı. Yanıt verdi, “San Lang, gideli 2 saat bile olmadı.”
Ancak Hua Cheng cevapladı, “Bana göre önemli olan ‘2 saat’ değil, ‘gitmiş’ olman. Bir an için bile olsa bu hâlâ ayrılık demek.”
Jun ‌Wu onun hemen yanında dinliyordu,‌ ‌hey!‌
Şu anda durum bu kadar tehlikeli olmasına rağmen Xie Lian yine de gerçek bir utanç hissetmeyi başardı. Jun Wu konuştu, “Ne yazık ki 2 saatten daha fazla beklemek zorundasın. Devam et. Kederli ruhlar halledilene kadar seni göremeyeceğini söyle. Dolaylı yoldan ipucu vermeye çalışma, her şeyi duyabiliyorum.”
Kederli ruhları halletmek yedi gün yedi gece alırdı. Biraz duraksadıktan sonra Xie Lian cevapladı, “İki saat bekleyemezsen bu sefer uzun bir süreye ihtiyacım olursa ne yapacaksın?”
“Jun Wu sana bir yığın görev mi verdi?” Hua Cheng sordu.
“Evet.” Xie Lian cevapladı.
“O zaman yardım edeyim.” dediHua Cheng.
Jun Wu, “Ona söyle ki bu görevleri tamamladıktan sonra üç yıl ara vermene izin vereceğim.”
Xie Lian konuştu, “Gerek yok. San Lang, zaten rünü koruyarak bana çok yardımcı oluyorsun, bu yüzden bırak halledeyim. Ayrıca imparator bu görevlerden sonra 3 yıl ara verebileceğimi söyledi, hiçbir şey yapmayacağım.”
“Yalnızca 3 yıl mı?” Hua Cheng sordu.
“3 yıl yeterli değil mi?” Xie Lian cevapladı. “Bu zaten küçük bir ödül.”
“Tamam, pekala. Ama---” Hua Cheng baygınca konuştu, “Gege, bu senin ödülün. Peki ya benimki?”
17 notes · View notes
black-dark1 · 16 days ago
Text
Yetişmek için ardından ayağım nasır tutar hatta kan akıtırdım bi zamanlar. Şimdiyse gördüğüm yerde kan kusuyor, kafamı çevirip hızla uzaklaşıyordum bulunduğum yerden. Yerinden fırlıcakmış gibi atmaya başlardı atar damarlarım. Hatta şah damarım kesilmiş gibi hissetmiştim bi an. Ama artık sadece hayal kırıklığı var sinemde, bide boşa geçmiş zamanımın acısı...
7 notes · View notes
kitaplardangelen · 2 months ago
Text
Tumblr media
"an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz şatârâbân ölür
şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış, karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür"
Attilâ İlhan, An Gelir
18 notes · View notes
lysetsang · 3 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Bir zamanlar Babil’in bir yerinde, bir duvar, iki ruhu birbirinden ayırırdı. Bu duvar yalnızca taş ve harçtan değil, yasakların ve suskun arzuların gölgesinden örülmüştü. Bir uçurum gibi duran bu engelin ardında, Pyramus ile Thisbe birbirine uzanır,lakin asla dokunamazdı.
Fısıltılarından doğan bir çatlak vardı o duvarda; bir yarık, bir sır kapısı. O yarıktan birbirlerine sözler fısıldarlardı. Aşk, onların karanlık hülyalarında büyüyen bir gölgeydi; öyle yoğun, öyle keskin ki, onu taşımak insan yüreğine ağır gelirdi.
Bir gece, yıldızlar perde olurken ayın bakışına, buluşma yemini ettiler. Babil’in kara çölünde, kavak ağaçlarının arasında bir su kaynağı vardı. O buluşma yeri, karanlığın ve kaderin sahnesiydi. Thisbe ilk vardığında, sessizliği bir karaltı yırttı. Bir aslan, avını kana bulamış, kana susamış bir yırtıcı gibi kuyunun başında duruyordu. Korkuyla geriye çekilen Thisbe, örtüsünü düşürdü ve karanlığa sığındı.
Sonra Pyramus geldi. O, sevgilisinin örtüsünü kanla lekelenmiş gördüğünde, tüm evren bir anda sessizliğe gömüldü. Thisbe’nin bir canavarın pençesinde yok olduğunu sandı. Aşk, onun algısında bir ölüm kehanetine dönüştü. Belindeki kılıcı çekti, gökyüzünü yarar gibi kendi bedenini delip geçti.
Kan, kutsal bir ayin gibi toprağa sızarken, Thisbe geri döndü. Pyramus’un cansız bedenini gördüğünde, bu dünyada nefes almanın bir anlamı kalmadığını anladı. O da aynı kılıcı aldı ve onun ardından kendi ruhunu bıraktı geceye.
O güne kadar dutlar hep beyaz olmuştur yeryüzünde. Fakat o gece,altında buluştukları dut ağacı onların kanını emdi ve meyveleri ebediyen karardı. O gün bu gündür karadut ağaçların gölgesi, birbirine ulaşamayan aşıkların yasını tutar; çünkü aşk, karanlığın içinde bile kendine bir yol bulur, ama bedeli hep kanla ödenir.
Ve böylece Pyramus ile Thisbe’nin öyküsü, ölümlülerin hafızasına bu ağaç ile kazındı: Yasaklanan her aşk, kendi cehennemini yaratır.
7 notes · View notes
nesrin-c · 2 years ago
Text
BİZ BÜTÜN BUNLARI, MAFYA ARTIKLARININ AÇIKLAMALARIYLA, SEKS KASETLERİYLE, ŞANTAJ VE MONTAJLA, MİLLETİN YATAK ODASINA GİRMEYLE VE FETULLAH GÜLEN CEMAATİ İLE DİRSEK TEMASI KURMAYLA SEÇİM KAZANILACAĞINA İNANAN SALAKLAR VE BU SALAKLARI ALKIŞLAYANLAR YÜZÜNDEN YAŞIYORUZ.
Hatırlar mısınız bilmem,
Bir zaman önce, sosyal medyada fenomen olan sıkıntılı bir çocukcağız vardı.
Bu kardeşimiz önceleri ekranın karşısına geçip travmalarını anlatıp ağlıyordu. Sonra beğeniler gelmeye başladıkça, canlı yayınlarda, bu anlatımların yanına, sağını solunu kesmeyi de ekledi. Öyle ki, kan döküldükçe ve çocuk gözyaşları döktükçe, takipçiler daha çoğalmaya başladı. Hatta yüzbinlere dayandı. Takipçilerin tek istekleri vardı. “Bu kadar saçmalama yetmez. Bize daha fazlasını göster.”
En sonunda “reyting” belasına, çıtayı yükseltmek adına ve büyük ihtimalle, sonuçlarını da düşünüp etmeden, parklarda erkek çocuklara “Birbirinizi dudaklarınızdan öperseniz, size para vereceğim.” gibi videolar çekmeye başladı.
Ve en sonunda da sanırım bu videolar başına bela oldu ve hapis cezası aldı.
Sonra ne oldu biliyor musunuz?
Bu çocukcağızı destekleyen, ona “Yürü koçum, kim tutar seni.” diye gaz verenler, bu kez de dönüp, “Yahu bu kadar da olmaz ki. Ne kadar rezilsin sen.” falan deyip, hakaret etmeye başladılar.
Sonuç olarak,
“Dün kendi elleriyle yarattıklarını, bugün yerin dibine soktular.”
***
Sabah sabah size bunu neden mi anlattım?
Anlatayım.
Seçim tarihi belli olduktan hemen sonra, halen namusunu, onurunu, kavgasını ve vicdanını kaybetmemiş olan muhalefet kanadını insanları, kolları sıvayıp, nihayet, yıllar sonra, bir seçimden iyi sonuçlar alıp, iktidarı alt etmek için çalışmalara başladı.
Sandıkların nasıl korunacağından tutun da, mahalle mahalle gezip, insanlara nasıl ulaşılması gerektiğine kadar, her şey en ince ayrıntısına kadar düşünüldü ve harekete geçildi.
Ülkenin hor görülenleri, eziyet çekenleri, itilip kakılanları ve ötekileştirilenleri…
Kim varsa, ayağa kalktı.
Bahar…
Umut…
Direniş…
Birlik…
Özgürlük…
Barış…
Eşit bir yaşam…
Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek, köylü kentli, Kürt Türk, Alevi Sünni…
Artık aklınıza kim gelirse…
“Bu kez olacak!”
***
Ama olmadı.
Olamadı.
Çünkü, nasıl olduysa, bir anda, içimize çöreklenen ve kendilerini bizdenmiş gösteren yaratıklar birer ikişer ortaya çıkmaya başladı.
Kanal belliydi.
Suyun akacağı yol belliydi.
Döküleceği deniz belliydi.
İçimizdeki yaratıklar kanalın önünü kapattı, suyun akışını değiştirdi.
Berrak olan suyu bulandırmaya başladı.
İşte “Kaybetmeye mahkumuz” kısmı da tam burada başlıyor.
Çünkü “Devrim ahlaksızlık ve vicdansızlık” kabul etmez.”
Ahlaksızlığın ve vicdansızlığın olduğu yerde devrim olmaz.
Kazara olsa da, kimseye bir hayrı dokunmaz.
***
Biz işimizde gücümüzdeyken,
Biz tam seçime asılmışken,
Biz tam her şeyi yoluna sokmuşken,
İçimizdeki yaratıklar her zaman yaptıkları şeyi yapmaya başladılar.
“Goygoy”!
Önce ne idüğü belirsiz herifleri parlatıp parlatıp önümüze koydular.
“İşte” dediler “İşte biz bu seçimi bu aslan parçalarının açıklamalarıyla kazanacağız.”
Bir avuç insan hariç, kim çıkıp da sormadı.
Kim bunlar?
Nereden çıktılar?
Neden çıktılar?
Ne anlatıyorlar?
Neden susmuşlar susmuşlar da, şimdi anlatıyorlar?
“Direniş ve mücadeleyle elde edilen zafer.” zor iştir ya,
çoğu insan “Amann, şimdi kim uğraşacak mücadele, sokak, direniş falan. En iyisi biz buradan yürüyelim.” dedi ve yüzlerini bu karanlık heriflere döndü.
Herifler “Hükümetle beraber ihalelerden milyonlar yürüttük.” dedi.
Herifler “Bakanların, politikacıların arasında bir sürü ibne var. dedi.
Herifler “hep birlikte arsalara, evlere çöktük.” dedi.
Herifler “Bilmem hangi politikacı, hangi kadınla sevişmiş.” dedi.
Dediler de dediler…
Normal şartlarda, yolda denk gelsek, yüzlerine bile bakmayacağımız bu herifler, işte bu kendilerini Alevi, Yurtsever ve Sosyalist gösteren yaratıklar tarafından “kurtarıcı” diye sunuldu.
Su bulandı bir kere.
Uyanık davranıp da “Ulan biz halkız halk! Bizim böyle abudik gubidik işlere ihtiyacımız yok. Cukkanızı dolduramadınız diye, burada, gelip bizim sırtımızdan höt höt yapmayın. Kaybedersek de onurumuzla kaybederiz. Gidin ötede oynayın.” denilmediği için, çoğu insan ekranların karşısına geçip, günlerce, bu ağızlardan köpükler saça saça konuşan değişiklerden medet ummaya başladı.
***
Biz burada bir avuçtuk.
Kanallar bizi göstermez.
Gazeteler yüzümüze bakmaz.
Sosyal medya tınlamaz.
Biz burada bir avuçtuk.
“Yapmayın, etmeyin kardeşler, yoldaşlar, dostlar, canlar.” dedik. “Biz bu değiliz ve olmamalıyız. Ne işimiz var lan bizim milletin yatak odasında? Bize ne lan insanların cinsel tercihlerinden? Bizler ne zamandan beri insanların uçkurlarını bekler olduk? Bizler ne zamandan beri, kasetlerden, şantajlardan, montajlardan, linç kampanyalarından medet umar olduk? Bu herifler projeden başka bir şey değiller. Birileri sizi yiyor. Yapmayın, etmeyin. Mücadele bu değil. Devrim böyle gelmez. Biz bu değiliz ve olmamalıyız.” dedik.
Birkaç dost hariç, sesimizi duyan olmadı.
Hatta bunları yazıp çizdiğimiz için “Vayy ne iş olumm, yoksa siz de mi geysiniz, yumuşaklar…” diye ta.ak geçildik.
Sonuç olarak,
Bu karanlık tipler ve bu tipleri “mücadele ve devrim” diye sayfalarına taşıyan ne kadar gereksiz varsa, hepsi bizden çok kabul gördü.
***
Şimdi, yazının başında sizlere anlattığım o çocuğa dönebiliriz.
Yüzyılın en büyük hastalığı olan “Alçalarak Yükselmek” her zaman prim yapar.
Sağ sol, okumuş cahil, din, dil, ırk falan önemli değil.
Ezbere yaşayan ve yaşatan herkes bu hastalığın pençesine düşer ve kendini bir daha sittin sene kurtaramaz.
Üzgünüm dostlar ama çok fena kandırıldınız.
Bu herifler toplumu sizden daha iyi okudular ve göz göre göre sözüm ona “haksızlığa uğrayan” “mazlumlar” ve mağdurlar” yarattılar.
Olay öyle bir hal aldı ki,
sanki, çetesi, metesi, kumpasçısı, şantajcısı, teröristi, kim varsa, birlik olmuş da bunlara saldırıyormuş gibi bir algı yarattılar.
Bunu nasıl becerdiler?
İşte bu içimizdeki yaratıkların ve bu yaratıkların goygoylarına alkış tutanların/sesini çıkarmayanların sayesinde.
Dönün bir paylaşımlara bir bakın.
Bizim uyarılarımıza dönüp bakılmadı ama bu yaratıkların paylaşımları beğenilerden “patladı”.
Kim alkışladı bu rezilliği?
Sizler! (İstisnalar hariç)
Sizler bu herifleri alkışladıkça, bunlar daha da coştu.
Ve olay "Hilal'in kocaları varmış"tan “Muharrem sevişmiş” e kadar geldi.
Eee?
Bunlar kaç oy kazandırdı?
Hiç!
Neden?
Çünkü bu içimizdelki yaratıklar durup dururken başımıza "mağdurlar" yarattı.
Düşünün lütfen.
Bu kaset, şantaj, montaj işlerini kimler hayatımıza soktu?
Fetullah Gülen Cemaati.
Yıllarca milletin anasını ağlatan, çocuklarımızın hakkını yiyen, devletin en uç noktalarına yerleşip hepimizi fişleyen, paranın gücüyle devletin içinde devlet oluşturan Fethullah Gülen Cemaati!
Özellikle de “Kürt” ve “Sosyalist” olduğunu iddia eden ama zerre alakası bulunmayanların Fethullah Gülen Cemaati ile dirsek temasına ne demeli?!
“Kim ne desin? Ben bunlara FETÖ demem. Onlar bizim canımızdır.” diyerek kol kanat gerenleri hiç mi görmüyorsunuz?
Neden “Bizim ne işimiz olur kasetle masetle arkadaş? Devrimciyiz biz ulan.” Demiyorsunuz?
Deniz yaşasaydı,
Yaşasaydı İbo, Mahir, Ulaş.
Yaşasaydı Ape Musa,
Yılmaz, Mazlum, Hüseyin, Ahmet,
Hangisi bu yoldan giderdi?
Delirdiniz mi siz?
***
Sabah şöyle bir seçim yorumlarına bakayım dedim.
Bakmaz olaydım.
“Bu halk aptal.”
“Sürünsünler.”
“Ne halleri varsa görsünler.”
"Türk solu Allah belanı versin."
"HDP yönetimi istifa"
"CHP yanlış yaptı."
Daha neler neler…
Halk aptalmış.
Peh!
Halk aptal değil dostlar.
Halk hiç aptal değil.
Bu halk bizim halkımız.
Bu çocuklar bizim çocuklarımız.
Kendi hatalarımızı, kendi suçlarımızı halka yükleyip aradan sıyrılmaya kalkmak ayıptır, günahtır, zulümdür.
Birleşemeyen biz.
Ortaklaşa mücadele edemeyen biz.
"Türk solu" "Kürt milliyetçiliği" diye birbirimizi dövmeye başlamışız ama asıl ağzımıza sıçanlar içimizdeki yaratıklar oldu.
Bütün mesele bu.
***
Geçenlerde bir genç beni aradı ve “Tamer abi, ben de senin mesleğini yapmak istiyorum.” dedi.
Ben de gence, bunu duyduğuma sevindiğimi ve gerçekten bu alanda çok ihtiyaç olduğunu söyledim.
“Peki nasıl çalışabilirim?” diye sordu.
“Önce bir yıl eğitim. Ardından da üç yıl okul. Ondan sonra kendine çok rahat bir yer bulabilirsin.” dedim.
Telefonun diğer ucundaki genç bir süre sustu ve sonra şaşkın
“Haa, yani okula gitmeden olmuyor, öyle mi?” deyiverdi.
Şaşkındı.
Çünkü emek vermeden, okula gitmeden ve eziyet çekmeden benim işin yapılabileceğini düşünmüştü.
O işler öyle olmuyor!
Emek, mücadele, inanç ve direniş.
Sanırım bu “işin kolayını seçme” bizde huy olmuş!
***
Neyse,
siz yine de bizi yok sayın.
Nasıl olsa bu devran bizim değil, "Ayol, tabi ki, bize ahlak dersi verenlerin yatak odalarına girme hakkımız var. Onların özeli mözeli yok. Neleri varsa genel.." diye dudaklarını büze büze ayar veren "ağır" abi ve ablaların devranıdır!
t a m e r d u r s u n
#tamerdursun
67 notes · View notes
matmazelnoraliya · 2 years ago
Audio
“Bizim de bir çift sözümüz vardı Nar çiçeği, Gül dalı üstüne, dudaklarımızda kaldı.”
Bazen biri gelir  Biri gerçekten gelir  Dokunur bir olmamışlığa  Kan revan içinden  Uzun solur ince terler  Sürer taylarını bir sevince  Elleri vardır kuş serper eteğine  Çillerini sayar saçlarını yıkar  Büyür günebakanlar olur yüzün  Kıvrılır bir zambak kıvranır  Parantezin içi genişler ikinizden
Bazen biri gider  Biri gerçekten gider  Suça döner her yanın  Her yanın kurum tutar üzünçten  Sütler diner  Dinmez olur bakırın kararması  Dilin döner ağzının içinde  Sesin yiter ağıdının içinde  Parantez iki yana devrilir
Kapanmaz artık insanın zehri  Göğün içinde...
Gonca Özmen, Bile İsteye
77 notes · View notes
cikmazsokagim · 1 year ago
Text
seni seviyorum demeye hakkım yokmuş gibi hissediyorum. ne sana ne de bir başkasına. adını söylerken içim içimi yiyor ki sen beni bilirsin ben bir şeyi söylerken önünü arkasını düşünmem. ne dilimin ne kalbimin kemiği vardır benim. dilim ne söylediğini bilmez ama kalbim kime attığını çok iyi bilir. benim kalbim bazen, böyle durup dururken, ortada hiçbir şey yokken, sana öyle kırılıyor ki. sonra geçiyor ama. bir şey söylemene yahut yapmana gerek yok. benim kırgınlıklarım ve yaralarım kendi kendine iyileşmeye alışık. sadece birkaç yaram var. nedendir bilmem. iyileşmiyorum sevgilim, iyileşemiyorum. kasığımdan bacağıma, kasığımda boylu boyunca, kasığımda adından bile uzun bazı kesikler var. ben kimseye gösteremiyorum. sen bilirsin birtanem, beni kan tutar. dönüp kendi dizindeki yaraya bakamayan çocuktum ben. büyüdüm, kendi kanında boğulan bir kadına dönüştüm. her yaramla saatlerce bakıştığımı, hepsini kendi elimle deştiğimi bilirim. ama o, o yaralar. ulan o yaralar beni mahvediyor. ben bakamıyorum, ben saramıyorum, ben ölüyorum.
10 notes · View notes
kirlisiyah · 5 months ago
Text
Biz, hepimiz yalnızız. Aldanmamak gerek. Yaşam bir zindandır, türlü türlü zindanlar. Ama kimileri zindan duvarına resim çizer ve bununla oyalanırlar. Kimileri kaçmak ister, boşuna ellerini yara bere içinde bırakırlar. Kimileri de yas tutar. Fakat işin aslı, hep kendimizi aldatmalı, hep kendimizi aldatmalıyız. Ama bir zaman gelir, insan kendini aldatmaktan da bıkar... Sanırım bugün dilime hâkim olamıyorum. Çünkü yıllardır kendimden başka biriyle konuşmadım. Ama şimdi yepyeni bir sıcaklık hissediyorum içimde.
Üç Damla Kan, Sâdık Hidâyet
3 notes · View notes
sairceketli · 1 year ago
Text
Toksit ilişki, bildiğin ılık su gibi bir şey. Yaz günü ciğerin yanar bir bardak soğuk su içeceğin tutar getirirler önüne kan gibi suyu koyarlar. Al sana toksik ilişki. Gebermemek için de içersin o suyu.
7 notes · View notes
lypoph-renia · 7 months ago
Text
"An gelir paldır küldür Her ölen pişman ölür An gelir susar heves Kan tutar tutan ölür
Anlaşılmaz bir heybet An gelir biter muhabbet Ne selam ne bir sabah Kim duysa korkudan ölür"
3 notes · View notes
mnsrykt · 7 months ago
Text
"ellerinden kim tutar dağlara çıktığında, yollarında büyüyen sevda izleri kimin, âyine-i rahşân mı kırılır baktığında, yaraları kan ağlar söyle, hangi hekimin?"
5 notes · View notes
aynodndr · 8 months ago
Text
Tumblr media
An gelir
Paldır küldür yıkılır bulutlar
Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
O eski heyecan ölür
An gelir biter muhabbet
Çalgılar susar heves kalmaz
Şataraban ölür
Şarabın gazabından kork
Çünkü fena kırmızıdır
Kan tutar tutan ölür
Sokaklar kuşatılmış
Karakollar taranır
Yağmurda bir militan ölür
An gelir
Ömrünün hırsızıdır
Her ölen pişman ölür
Hep yanlış anlaşılmıştır
Hayalleri yasaklanmış
An gelir şimşek yalar
Masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
Direkler çatırdar yalnızlıktan
Sehpada Pir Sultan ölür
An gelir paldır küldür
Her ölen pişman ölür
An gelir susar heves
Kan tutar tutan ölür
Anlaşılmaz bir heybet
An gelir biter muhabbet
Ne selam ne bir sabah
Kim duysa korkudan ölür
Sokaklar kuşatılmış
Karakaollar taranır
An gelir susar heves
Ömrünün yarısını
Hayaller yasaklanmış
Son umut kırılmıştır
An gelir o heyecan
Yağmurda bir militan
Sehpada Pir Sultan
Lâ ilâhe illallah
Kanunî Süleyman ölür
Son umut kırılmıştır
Kaf Dağı'nın ardındaki
Ne selam artık ne sabah
Kimseler bilmez nerdeler
Namlı masal sevdalıları
Evvel zaman içinde
Kalbur saman ölür
Kubbelerde uğuldar bâkî
Çeşmelerden akar sinan
An gelir
Lâ ilâhe illallah
Kanunî Süleyman ölür
Görünmez bir mezarlıktır zaman
Şairler dolaşır saf saf
Tenhalarında şiir söyleyerek
Kim duysa korkudan ölür
Tahrip gücü yüksek
Saatli bir bombadır patlar
An gelir...
Attila İlhan ölür...
3 notes · View notes
akinci-beyi · 2 years ago
Text
Tumblr media
Bir damlayı göl eden gözünü kıskanırım
Aynaları süsleyen yüzünü kıskanırım
Kapkara gecelerde yüreğinden ay doğar
Toprağa gölgen düşer,izini kıskanırım
Sen yokken rüyalarda beni ağlamak tutar
O hasretin ok olur batar yüreğe batar
Sen ne zaman gülersen gönlümde şafak atar
Başımla düş ettiğim dizini kıskanırım
Sevgin sudur,üstüme yağar yağmur misali
Cümle âlem kıskanır sendeki güzel hali
Gözüme perde olur gözlerinin hayali
Turabın ben olam yar,tozunu kıskanırım
Firari’yi yakıyor senin bu deli sevdan
Hele senin yolunda düşünmem ki nedir can
Sensin yaşam sevincim,sensin damarımda kan
Dildeki kelam sensin,sözünü kıskanırım
24/25.02.2008
Gece yarısı
Kürşat Yaşartürk
33 notes · View notes
vural-571-selim · 2 years ago
Text
YouTube'da "Mehmet Emin Ay / Mustafa Demirci - Kan Tutar (Leblerimle Amadeyim)" videosunu izleyin
youtube
26 notes · View notes
kralikincisulugoz · 2 years ago
Text
SALINCAK
Bir ara içimde bir şeylerin biriktiğini fakat yeterli yoğunluğa ulaşamazsam yağmur yağdıramayacağımı sadece güneşli bir günde zar zor seçilen o beyaz bulutları oluşturabileceğimi düşünmüştüm. Kapkara bulutlardan pırıl pırıl şimşekler çaktırıp her şeyimle bardağımdan boşanırcasına dökülmeliydim. Bu, aniden bastıran bazı his yoğunluklarıyla birden çok kez gerçekleşmiş olmasına rağmen son 3-4 yılda yaşanmamıştı. Ne oldu? Birikenler yoğunlaşmadı, yoğunlaştığındaysa da çişimi tutar gibi tuttum tüm bu yoğunluğu. Bir süre sonra da susuzluğunu unutmuş bir oruçlu gibi devam ettim hayatıma.
En sonunda o kadar yoğunlaştım o kadar ağırlaştım ki içim bir supernova'ya sahne oldu. Bir bulutumsu ve toz yığınına, bir anlam ve renk kargaşasına döndü içim. Ne nerede, hangi kırgınlık hangi parçada, o renk, bu renk, şu renk hangi ruh halimi taşıyor anlayamadım. Kan davalılarımı affeder, sevdiklerime küsermişim, küçük şeylerde adaleti gözetip büyük sahneye arkamı dönmüşüm. O renk cümbüşü, o toz bulutları... hangisinin ardında içinde ne var kestiremez olmuşum.
Tüm bu cadıkazanı bir sona ulaşmak isterse belki, belki en sonunda bir karadeliğe de dönüşmezden evvel oturup karşılıklı birer kahve içer normal insanlar gibi normal şeylerden konuşur, normal insanlar gibi el sıkışır, ayrılırız,
Kim bilir...
İstanbul - Eylül 2021
13 notes · View notes