#Kısaca Bilgi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Çorum'un En Önemli Kültürel Mirası - Alacahöyük Antik Kenti
Çorum sadece leblebisiyle ünlü değil elbetteki.. Aynı zamanda birçok kültürel mirası ile de gezilip görülmesi gereken illerimizden biridir. İşte Alacahöyük Antik Kenti de Çorum’un en önemli kültürel miraslarından biridir. Bu makalemizde Alacahöyük Antik Kenti ile ilgili bilinmesi gereken önemli konuları sizler için araştırdık. Gelin bu eşsiz tarihi miras ile ilgili keyifli bir yolculuğa…
View On WordPress
#Alacahöyük önemi#Alacahöyük Hakkında bilgi#Alacahöyük hangi uygarlığa aittir#Alacahöyük Kral Mezarları#Alacahöyük nerededir#Alacahöyük Tarihi kısaca#Alacahöyük yol tarifi#İkiztepe nered
0 notes
Text
Familya Nedir?
Familya Nedir?
#BitkiFamilyasıNedir, #FamilyaAnlamı, #FamilyaHakkındaBilgi, #FamilyaNeDemektir, #FamilyaNedir, #FamilyaNedirBiyoloji, #FamilyaNedirKısaca, #FamilyaÖrnekleri, #FamilyaTanımı, #FamilyaTürleri https://is.gd/9jqwdp https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/blog/familya-nedir/
Familya nedir, bitkilerde “familya”, biyolojik taksonomik hiyerarşide kullanılan bir terimdir. Bitkilerin sınıflandırılmasında familya, takımın altında ve cinsin üstünde yer alır. Bir familya, benzer özelliklere sahip bitki türlerini içerir.
Familyalar, bitkilerin evrimsel ilişkilerini ve genetik benzerliklerini yansıtan bir grup bitkiyi ifade eder. Benzer familyalara ait bitkiler, genellikle morfoloji (şekil ve yapı), yaprak düzeni, çiçek yapısı, tohum şekli gibi özelliklerde benzerlik gösterir.
Familya nedir örneğin, Asteraceae (Papatyagiller) familyası, papatyalar, güller, aynalı testiler gibi bitkileri içerir. Solanaceae (Patlıcangiller) familyası ise patlıcan, domates, biber gibi bitkileri içerir.
Familya terimi, bitki taksonomisinde bitki türlerini sınıflandırmak, adlandırmak ve evrimsel ilişkilerini anlamak için kullanılır. Bitkilerin familyaları, bitki çeşitliliği hakkında bilgi sağlar ve bitki türlerini daha büyük bir taksonomik çer��evede gruplandırmaya yardımcı olur.
Familya Nedir? Dünyada Ortalama Kaç Familya Vardır ?
Dünyada bitkilere ait yaklaşık olarak 400.000’den fazla tür bulunmaktadır ve bu türler çeşitli familyalara ait olmaktadır. Bitkilerin sınıflandırılması ve taksonomisi sürekli olarak güncellenmekte olduğundan, familya sayısı zaman içinde değişebilmektedir. Yaklaşık olarak 350.000 ila 500.000 arasında bitki familyası olduğu tahmin edilmektedir. Bu sayı, yeni bitki türleri keşfedildikçe ve taksonomik revizyonlar yapıldıkça değişebilir.
Bazı belli başlı bitki familyalarına örnekler:
Asteraceae (Papatyagiller familyası): Papatya, ayçiçeği, gelincik gibi bitkiler bu familyaya örnektir.
Poaceae (Buğdaygiller familyası): Buğday, arpa, mısır, pirinç gibi tahıllar bu familyaya örnektir.
Fabaceae (Baklagiller familyası): Fasulye, mercimek, nohut, bezelye gibi baklagiller bu familyaya örnektir.
Solanaceae (Patlıcangiller familyası): Patates, domates, biber, patlıcan gibi bitkiler bu familyaya örnektir.
Rosaceae (Gülgiller familyası): Elma, armut, kiraz, çilek gibi meyve ağaçları bu familyaya örnektir.
Lamiaceae (Ballıbabagiller familyası): Nane, kekik, adaçayı, fesleğen gibi aromatik bitkiler bu familyaya örnektir.
Brassicaceae (Turpgiller familyası): Lahana, brokoli, hardal, karnabahar gibi bitkiler bu familyaya örnektir.
Bu sadece birkaç örnektir ve birçok farklı bitki familyası mevcuttur. Her familya farklı bitki türlerini içerir ve ortak morfolojik ve genetik özelliklere sahiptir.
#bitki familyası nedir#familya anlamı#familya hakkında bilgi#familya ne demektir#familya nedir#familya nedir biyoloji#familya nedir kısaca#familya örnekleri#familya tanımı#familya türleri.
0 notes
Text
Yazmak, yazar olmak, kendin olmak, başkaları olmak…
Bazen çok olmak ve bazen hiç olmak…
Çoğu kez olamamak…
Biraz olmak, çokça olmak…
Yalnız olmak, yarım olmak, bütün olmak… Tamlanmak!
İyinin düşmanı olup, en iyiye ulaşmak… Hep koşmak, arada bir yürümek ama hiç durmamak…
Sonsuzda yankılanmak hedefi ise kişinin, kısıtlı zamanlardan mükemmele ulaşmayı, ölümlü olmaya gebe olanı ölümsüzleştirmeye olan çabası, bu uğurda yürünen yolda ayağına takılan her taşa selam verip dost meclisleri kurması olağan işlerdendir…
Azim, sabır ve bitmek bilmeyen günler geceler boyu hayatla cebelleşmek gerektirir.
Çoğu kez savaş meydanını andıran bir tabloda gökyüzü olur, kimi zaman savaşın kumandanı çoğu kez savaşan kan döken yorgun savaşçı…
Zor ve çileli iştir laf sanatını kitaplaştırmak, düşünce çıkmazından romanlar, hikâyeler yapıtlaştırmak…
Sanat eserleri nazlıdır,
kırılgandır.
Sevmek gerek anlamak gerek dillerinden…
Edebi utangaçlıkla karşılaşırız çoğu zaman, yazamaz, yazmayı bilmez olarak nitelendirir kendini kişi.
“Bir türlü dökemiyorum yazıya düşüncemi anlatamıyorum der içimdekileri”…
Ben artık katılmıyorum bu söyleme. Hem sevip hem naz yapan kızlara benzetiyorum bu tavrı.
Yazmak isteği yazabilmenin tam da yarısı bence…
Her düşünceye değil ama her duyguya saygılı olmayı öğrenmelidir yazan insan.
Taraflı, yanlı, takıntılı düşünceler, yazanın mezara girdiği andır, ölümsüzleşme çabasının aksine. İnsan ve yaşam birlikteliği en önemli unsurdur yazan için…
İnsan karakterleri ve çeşitliliği, insanın yaşadığı değişik ortamlar, renkli düşünceler, farklı uslar yazarın sağlıklı besinleridir. Sadece dili iyi kullanabilmek, grameri iyi bilmek, yazma konusunda yetenekli olmak yeterli değil gibi.
Eğer bir fikri tartışmaya açacaksa; konunun temel düşüncesini alt konu başlıklarıyla sade bir dille aktarmalı yazan kişi.
Bir yazıda fikre katılımın ve ya katılmamanın bilgi ve bilgisizlikten kaynaklandığını bilmeli. Sunmak istediğini araştırmalı, okumadan, eğitim almadan kendi özelliklerini bilmeden ve toplumun yapısını dikkate almadan yazılan her yazı boşa atılmış bir kurşundur, öldürmeyi hedefleyenler için.
Mutlak fikir yelpazesinin sağladığı çeşitlilikten feiz almalı, lakin savunduğu, söylediği kendi duruşu, kendi görüşü olmalı.
Kendinden katmadan yoğrulan hamurdan yapılan ekmek ne yiyene lezzetli ne satana bereketlidir…
İç döküp kusacaksa; yazarak rahatlayacaksa ki; bu çalakalem yazılar, rahatlamanın en mükemmel ilaçlarından biridir (kendimden çokça şahidim). Önce kendileri olmalıdırlar zira başka türlü rahatlama olasılık dışı.
Teninin en mahrem yerlerine dokunmalıdır beyninle, yazan kusan kişi. Döküp saçmalıdır içinde bulananı, bulandıranı…
Dil bilgisi, cümle düşmesi gözetmeksizin… Duayenim Virginia WOOLF “ Her gün her konuda, aklınıza ne geliyorsa yazın. Kendinize ayırdığınız bir zaman aralığında kusun. Yapın bunu… “ der. Sanırım bunu deneyenler katılacaktır, kurallar olmadan yazabilmek ne de güzel bir rahatlama sanatıdır…
Duygulardan dem vuracaksa; öyle ince bir kesişme yaşanır ki çoğu zaman, ne kendini dünyanın merkezi haline getirmelidir nede bu merkezden tamamen kurtulmalıdır bu konuda yazan. Kendini de ihmal etmeden konunun dışına çıkmadan, her düşünce ve fikre odaklanmalıdır.
Bazen Taksim’in arka sokaklarında bir fahişenin sigarasından bir içim çekerken, bazen Sultan Ahmet Camisinden Ayasofya’yı seyretmeli, kimi zaman oradan yola çıkıp Diyarbakır da bir yatak odasında kıvrılıp uyumalı, kimi zaman bir üniversite kantininde tost yiyip çay içerken Aristo’yu tartışmalı üç beş öğrenciyle…
Her türden insan ve hayatı tanımalıdır yazan, en ücra köşedeki kırıntıyı bulmalı, söylenmeyeni söylemeli, söylenmişi irdelemeli…
Yaşamda her şey olmalı yazan, gözlemi iyi yapmalı, duygudaşlık kurmalı, her ağrıyı bulmalı, her duyguya dokunmalı. Kısaca yazan her kimlik, her düşünce, her durum, her haldir, her ortamdır çoğu kez…
Ve bir değil, sayısız hikâyeleri, düşleri olmalıdır yazanın cebinde, yıldızlar kadar çok ve pırıldak. Sen kendini hangisinde daha iyi hissedebiliyorsan onu seçmelisin, zira her yazanın ulaşabileceği bir yürek her daim mevcuttur…
Yeter ki yolu sevgiden geçsin…
118 notes
·
View notes
Text
Dunning-Kruger
Kendimi de itin götüne sokmaktan en çok keyif aldığım psikoloji teorilerinden biri bu olabilir.
Artık çoğu insanın bildiği bir terim ama yine de ben, TÜBİTAK’ın cümleleriyle kısaca tanımlamaya çalışayım: “Bir konuda yeterli becerilere sahip olmayan bireylerin yeteneklerini olduğundan fazla görme eğilimi “Dunning-Kruger etkisi” olarak tanımlanıyor. Bu etki, ilk olarak 1999 yılında Cornell Üniversitesi araştırmacıları David Dunning ve Justin Kruger tarafından ortaya konuldu.”
Dunning ve Kruger katılımcılara uyguladıkları, bilgiye dayalı bir testin ardından bu katılımcılardan kendi performanslarını değerlendirmelerini istiyor. Daha yüksek başarı elde eden yüzdelik kesim kendi performansını ederinden düşük bir şekilde puanlarken, daha düşük başarı elde eden kısım da kendilerine daha yüksek puanlar veriyor. Bu da gösteriyor ki bilgi ne kadar artar, ufkun ne kadar genişlerse kendini o kadar sıradan, hatta belki de yetersiz görmeye başlıyorsun ancak bilgi ne kadar azalır, ufkun ne kadar daralırsa kendini o kadar üstün ve yeterli hissediyorsun.
Ben bunu biraz şeye benzetiyorum veya şey üzerinden açıklamayı uygun görüyorum; daracık bir odada bir boy aynasıyla karşı karşıyayken kendini kocaman görürsün ama beş yüz metrekarelik bir alanda, odanın bir ucundaki aynaya bakarken perspektifin yansımanı daha ufak görmene yol açar. Kendinden ne kadar uzaklaşır ve hareket alanını ne kadar genişletirsen, benlik algına da o kadar farkındalıkla yaklaşmaya başlıyorsun.
Bundan on sene önceye gidip buradaki gönderilerime bi’ baksanız şey falan böyle; “sıkı durun, ilk kitabımı yazmaya başladıııım”lar vesaire. Hatta şey falan demişim; “of çok şanslıyım ya, kendi kitabımı İngilizceye kendim çevirebileceğim, bir de yorumcu çevirmenlerle uğraşmayacağım” falan. Kitabı yazdın bitti, çıkarttın milyon sattı da İngilizce çevirisini yapıp dünyaya açılıyorsun geri zekalı? Şimdilerde beni ta o zamanlardan beri takip eden birileri çıkıp da “Selcan hani kitap yazacaktın” dediğinde çok utanıyorum. Benim için olaylar şu şekilde gelişti; dil - edebiyat okudum, Miltonlarla Popelarla tanıştım, George Orwell hayranı oldum, Shakespeare inceledim, bir noktada edebiyattan sıkıldığım için çok fazla akademik okuma yapmaya başladım, biraz psikoloji araştırdım; sendromlardan, etkilerden haberdar oldum. Etimoloji merakım zamanla daha da yoğunlaştı, boş zamanlarımda zevkine Ak Sözlük, Nişanyan falan okumaya başladım. Etymonline’ı kapanmayan sekmeler arasına ekledim. Hangi yazarlar hangi dile kaç kelime kazandırmış, kimler ne akımlar başlatmış, hepsini gördüm. On sene evvel “kimler kimler kitap yazıyor olm, senin ne eksiğin var” diyen ben, “abi zaten her önüne gelen kitap yazıyor, sen eksik kal” demeye başladı. Ne eksiğim varmış gördüm çünkü. Bana göre ben ancak edebi teoriler, teknik edebiyat ve inceleme gibi konularda aynaya o denli yaklaşabilirim çünkü hayatımın bir alanını ele geçirmiş olan Dunning-Kruger etkisinden artık kurtuldum.
Belki de bundan ötürü, bu etkinin altında olan insanlara tahammülüm her geçen gün biraz daha azalıyor. Hele bir de bilginin kaynağına erişmenin son derece kolay olduğu bir çağda yaşadığımızdan, günlük hayatın içinde karşıma çıkmasından en çok çekindiğim insan, hiçbir bilgisinin olmadığı konularda net ve büyük cümleler kuran insana dönüşüyor. En çok korktuğum şeylerden biri de birilerini yanlış yönlendirmek tabii. Örneğin ben buraya bir şeyler yazıyorum ya, yüzde yüz emin olduğum bir bilgiden bahsedeceğim mesela - yine de açıp kontrol ediyorum, hatta bazen iki farklı kaynaktan falan. Şükürler olsun ki kendimi geliştirdiğim, eğitildiğim konularda bile hala kendimden şüphe edebiliyorum. Kendinden şüphe edebilmek harika bi’ şi’!
Hazır yeri gelmişken araya şunu da sıkıştırmak istiyorum; bana bu tatile gideceğim dönemde birisi mesaj atmıştı, üstüne bloguma erişim yasağı geldi ve sonra mesajı gelen kutumdan tamamen kayboldu. Cümlelerini kelimesi kelimesine tekrar edemeyeceğim ama neden okuduğum her makalenin ismini veriyor, şurada şunu okudum, burada bunu okudum diyormuşum - tamam en çok ben okuyormuşum falan. Karşısına çıkan bir yazının hangi temellere dayandığını bilmenin kendi hakkı olduğunu, o yazıyı yazan kişinin aslında kendisine saygı duyduğu için kaynak belirttiğini idrak edemiyor. “Vaktini alıyorum ama boş yapmıyorum, bak şurada olayın aslı anlatılıyor, dilersen sen de bakabilirsin” dediğimin, aslında bilgi sunan her içeriğin bu şekilde olması gerektiğinin farkında falan değil. Benim ona saygımdan bunu yaptığımın bilincinde değil, okuduğum şeyle hava attığımı sanıyor. İşte bu insan sonra gidip “bir araştırmaya göre…” diye başlayan ve tamamı götten uydurulmuş içerikleri doğru kabul ederek sağda solda ahkam kesiyor, hatta benimle yolu kesişirse bana da ahkam kesiyor. Benim çok iyi bildiğim halde ahkam kesemediğim konularda bana ahkam kesiyor, size de aynısı defalarca yapılıyor, haksız mıyım?
Geçen işte burada “kaynağı götünüz olan bilgileri bu kadar öz güvenli bir şekilde yaymayın” gibi bir şey söylemiştim birisine, “sen benim öz güvenime laf edemezsin”e bağladı, olayı hiç anlamadı. Sonrasında da bana “çok zeki” diye hitap etmeye başladı; sözlük karıştırmak zekayla alakalıymış gibi. İlkokulda öğretiliyor ya bize bu arkadaşlar, zorla sözlük aldırılıyor, “yanınızda taşıyacaksınız” deniyor biz daha 8-9 yaşındayken falan. Durum o denli vahim, en güncel örnekle oraya bağlayacağım.
Birkaç ay önce yine burada bir yazı yazmıştım; birisine bir şeyi okuyarak öğrenebileceğini söylediğinizde üstten konuşuyorsunuz gibi algılıyorlar çünkü okumak kadar basit bir eylemi bile “üst” gördüklerinden, okuyan insanı da üst zannediyorlar diye - tüm bunların hepsi aynı şeylerin lacivertleri işte. Kendinden şüphe etmek, aynadan biraz uzaklaşmak, “ben hafızamı safsatalarla dolduramam, bilginin doğrusunu hak ediyorum” demek, size verilen bilginin doğruluğundan emin olamadığınızda “hangi kaynaktan edinildi bu bilgi” diye sormak, bilgiyi verenin üzerine gitmek acilen normalleşmeli. Çok bilenin az konuştuğu, az bilenin ağzına geleni söylediği koşulların değişmesinin tek yolu bu. Yani Dunning-Kruger’ına yandıklarımızdan kurtulmanın tek yolu.
50 notes
·
View notes
Text
💢 İnsanın nefsi şu derecelere sahiptir:
🌷 1) Nefs-i emmâre: Kötülüğü emreden nefis, ilk nefis derecesidir. Kişi dini bilgi ve Hz. Muhammed’in ahlâkı olan büyük ahlâk ile ilerleyip gelişir ve ikinci dereceye geçebilir.
🌷 2) Nefs-i levvâme: Kötülüğünden dolayı kendini kınayan nefis.
🌷 3) Nefs-i mutmainne: Kötülükten temizlenerek Allah’a yaklaşıp huzura eren nefis.
🌷 4) Nefs-i raziye: Kendisine sonsuz nimetler bahşeden Rabbinden razı olan nefis.
🌷 5) Nefs-i mardıyye: Allah’ın kendisinden hoşnut ve razı olduğu makbul nefis. Şu âyet-i kerime nefsin bu derecesini açıklar. “Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabinden razı, o da senden razı olarak Rabine dön.”¹ Bu dönüşün, bir yere ve bir yöne intikal suretiyle olmadığı açıktır. Çünkü Allah Teâlâ yön ve mekândan münezzehtir. Bundan dolayı burada üç şekilde anlamaya ihtimal vardır:
1️⃣•Bu, nefsimiz hakkında son bulma ikrarından kinayedir.
2️⃣•Baki (sonsuz) olma ikrarıdır.
3️⃣•Bir yönden yok olmayı, bir yönden ebedî kalmayı ikrardır.
Bizce doğru olanı bu üçüncüsüdür. Çünkü bu, hepimizin zatının sona ermesi ile Allah’ın baki olmasını ikrar etmektir. Biz vaktiyle dış âlemde nasıl yok olduğumuz halde, Allah’ın bilgisinde var idiysek, yine onun gibi yok olacağız ve olduğumuz gibi yalnız Allah’ın bilgisinde ve sırf ilâhî hükümde varlığımızı sürdüreceğiz. Bu, bizim bizdeki varlığımız olmayacak, bizim Allah yanındaki varlığımız olacaktır.
Ancak biz dünyaya gelirken yaratılıştaki mizacımızla gelmiş, henüz bir işe karışmamış, yapacağımızı yapmamıştık, giderken ise iyi veya kazanacağımızı kazanmış, iyilik veya kötülük adına neyimiz varsa hepsini omzumuza almış, sorumluluğu yüklenmiş olarak gideceğiz. Kısaca zatımız, Allah’ın ilmiyle, varlığımız Allah’ın varlığı ile baki oluşumuz da Allah’ın baki oluşu ile var olur. Allah’ın varlığı ise ezelî ve ebedîdir. Bundan dolayı Allah’a dönüş, bu şekilde onun lütfuna veya kahrına ermiş olarak, “bekâbillâh”² demektir.
¹ Fecr, 89/27, 28.
² Bekâbillâh: Kulun, Allah’ın varlığı ile var, onun baki oluşu ile baki olması demektir.
📖: Hak Dini Kur'ân Dili Cilt:1, Sayfa 549-550 📌
12 notes
·
View notes
Note
Bsd manga 113. Bölüm slideshowunda sigmanın skk nun elinde olduğunu görüyoruz şöyle ki sigma eğer uyanmazsa ondan nasıl bilgi alacaklar? Ki zaten Fyodor'un geçmişini ele alacaklar. Yani kısaca Sigma yaşıyor mu? Yaşıyorsa Adaya girecek mi? Animede sezon finalinde gösterilen felaketlerin üstesinden ADA nasıl gelicek? Fyodor bu kadar kolay ölebilecek biri miydi? Sıradaki felaketlerde kimin parmağı var?
Asıl Villain kim?
Sigma yaşıyor ve bence Ajansa girecek. Şahsi fikrim, kumarhaneye devam etmesiydi ama Sigma'nın kendisi ait olduğu yerin ajans olmasını istiyor gibi duruyor.
Sigma uyanır bence.
Fyodor galiba bir şeytanın reenkarnasyon gibi bir şey. Sürekli ölüp doğan ya da asla ölmeyen birisi gibi. Bu arc'da öleceğini düşünmüyorum. Kitapla da bir ilgisi var bence.
Asıl kötü adam konusuna gelirsem bence Fyodor değil ya da Fyodor sadece bir parçası. Konunun daha derinlere kök salacağına inanıyorum.
20 notes
·
View notes
Text
Yerbilimci/ Prof. Dr Cenk Yaltırak:
Şimdi size kısaca herkesin anlayabileceği sadelikte dünkü 2 depremin aslında kaydedilen 7.7/7.6 değil, şiddet/enerji boşalımı parametresine göre 11 şiddetinde olduğunu anlatmaya çalışacağım. Depremde gerçek güç tanımlaması ve ölçümü yeryüzüne yakınlığı ve süresine bakılarak hesaplanır.
Bu ana kriter'e göre bakınca "9 saat gibi çok kısa bir zaman aralığında" 7'nin üzerinde aynı bölgede deprem olduğu bugüne kadar dünyada hiç görülmemiş ve yaşanmamış bir olay. Dünkü yaşanan iki deprem birbirine (30 km) yan yana sayılabilecek bir lokasyonda olmuştur. Bu da bugüne kadar görülmüş bir şey değil. Burada birçok cahil, bilgisiz ve kötü niyetli insan Japonya'daki yaşanan 9 şiddetinde ki depremle bunu ölçüyor. Japonya'daki deprem; kıyıdan 110 km. açıkta, okyanusun 28 km. altında yaşanmıştır.
Bizim depremimiz ise yeryüzüne sadece 7 km. gibi çok çok yakın mesafe de olmuştur. 2. önemli aradaki fark ise, iki depremin arasındaki süredir.
Japonya'daki deprem 36 saniye, dünkü yaşanan depremler ise toplamda 103 saniye gibi bugüne kadar yaşanmamış bir uzunlukta sürmüştür. Bu o kadar büyük ve şiddetli bir deprem ki Trabzon'dan Hatay'a (885 km) Eskişehir'den Kars'a kadar (1340 km) büyük bir coğrafyada çok ciddi şekilde hissedildi.
Peki bu depremin yıkım gücünü bilmeyenlere nasıl gösterebiliriz?
8 şiddetindeki bir deprem 60 megatonluk bir atom bombası kadar enerji üretir. Dünkü 2 deprem 7.7 ve 7.6 şiddetindeydi.
Şu an dünyadaki en güçlü nükleer savaş başlığı sadece 2 megaton!
işte bu kadar büyük coğrafyada, bu kadar etkili olmasının sebebi yere yakınlığı ve çok uzun sürmesindendir. Yani dünkü deprem; 120 megaton güç çıkışı ile tarihte görülmemiş bir enerji boşalmasına sebep olmuştur.
(60 en güçlü nükleer bomba gücünde)
"2 megaton ne demek, yıkıcı güç olarak ne yapar" sorarsanız; Japonya Nagazaki'ye atılan atom bombası 1.2 megaton gücündeydi. İşte biz dün arka arkaya "tarihte eşi benzeri yasanmamış devasa büyüklükte" iki deprem yaşadık.Bunları bilelim ve "lütfen paylaşalım" ki insanlar bilgi kirliliğinde dezerformasyona maruz kalmasınlar. Son 200 senede Türkiye'de 13 tane 7'nin üzerinde deprem yaşanmış. İlk defa 9 saat arayla bu kadar şiddetli 2 deprem bu coğrafya da meydana gelmiş..
Daha önce böylesi hiç olmamış, görülmemiş! Bu bir ilk. İtalya Ulusal Jeofizik ve Volkanoloji Enstitüsü Başkanı/Carlo Doglioni:
"Türkiye, 30-40 saniye içinde üç metre hareket etti! Bu daha önce yaşanmış, görülmüş bir durum değil. Bu o kadar güçlü ve şiddetli bir deprem ki yıkılan binaların hepsi depremin enerji dalga boyunun gittiği yöne doğru yıkılmış. Maraş'ın dağ silsilesinde yaklaşık 40 km'lik bir yarık oluştu. Bu olağanüstü bir durum.Türkiye 3 metre Arap Yarımadası'na doğru kaydı.Kahramanmaraş’taki depremler o kadar şiddetliydi ki Grönland ve Danimarka’da da hissedildi."
160 notes
·
View notes
Text
İçindeki ‘’akıl’’ kelimesinin bir tür yanılsama olduğu ön kabulüyle birlikte akıllı evler, akıllı kapılar, akıllı bahçeler, akıllı mutfak aletleri, akıllı telefon ve saatler, akıllı arabalar, akıllı plazalar ve akıllı daha pek çok şey üretiyoruz. Hepsi gittikçe aptallaşan insanlar için! Telefon ile saati birbirine entegre ettiğinde, bu ilişkiden teknolojiye dokunabildiği hissini duyabilenler daha az aptal belki ama bunca patırtının bizi neye dönüştürdüğünü biraz incelemek gerek. Çevrenizde kaç kişi bilgi istiyor? Sizi duyabiliyorum. Kimse! Siz de dâhil, kimse bilgi istemiyor. Bilginin ne işe yaradığı, ne kadar yer kapladığı, neye mâl olarak elde edildiğiyle ilgili var olan fikrimiz, gün geçtikçe aşınıyor. Bunu tercihlerimizden, beklentilerimizden, söylemlerimizden, yönelimlerimizden, reflekslerimizden anlamak zor değil. Biz bilgi istemiyoruz. Çözüm istiyoruz! Bu durum, yanlış bir demokrasi anlayış ve beklentisinin sonucudur. Seçmek ve seçilmek, inanmak ve inanılmakla girilmiş yoldan çok uzakta kalmalıydı. Seçmek ve seçilmek, ortaya akıl koymakla mümkün olabilmeliydi. Lakin biz seçerek, aklı delege ettik. ‘’Seni seçtimse, düşünmeme gerek kalmadı. Bana bilgi değil, çözüm getir!’’ Bu kısaca şu demektir; ‘’ Beni manipüle et.’’ Kendi isteğiyle, çıkarcı bir yönlendirme stratejisinin kuklası olma hali! Peki bu izah, yeterli mi? Değil! İnsanımız, dünyada da artan ekolün de etkisiyle, farkında olarak ya da olmayarak aydınlanma karşıtı bir pozisyonun savunucusu haline gelmiştir! Geçmişi idealize ediyor ve özlüyoruz. İdealize ettiğimiz, aslında hiç var olmamış ve koşullarından bağımsız değerlendirdiğimiz geçmişi, günümüze çekmeye çalışıyoruz. Eğitim sistemi, sürekli gedikler açılan bir sistemdi. Her sene kurcalanır, müfredat değiştirilir, sınav sistemiyle oynanır, gençler manyak edilirdi. Şimdi sistem çöktü ve biz ‘’eğitimi’’ kavram olarak itibarsızlaştırıyoruz! Bu bir toplumun intiharıdır. Bilim ne işe yarar? Felsefe nedir? Bilgi gerekli midir? Bu sorular içinde istihdam sağlayan cevaplar barındırdığı müddetçe anlamlı bulunmaya başlandı. Korkunç bir ekonomik bağlayıcılık, ilgili ilgisiz tüm alanları bu konu hakkında söz söylemeye ve çözüm bulmaya çağırıyor. Neden otoriter despotizm aşığı olduk? Çünkü inandık! Düşünmedik! Bu durumu çok iyi formülize eden bir sloganla insanımızın karşısına çıkıldı. Gerçekten basit, etkili, inandırıcı, akılda kalıcı ve ikna ediciydi. ‘’ Verin yetkiyi, görün etkiyi.’’ Aydınlanma karşıtlığının, bize getirdiği kutunun süslü bir paketi bile yok. İçinde şiddeti meydana davet eden bir dürtü var. Kültürel bağlamda ofansif bir dilin kullanılmasını salık veren bir tavsiye var. Popülizm Tanrısı var! Öyle bir Tanrı ki sizi cehenneme atmak için bir şeytana bile ihtiyacı yok! Bu yolun sonunda bizi bekleyen bir Kant yok! İçimizdeki son Kant'ı asana kadar mücadele etmeyi, kızıl elma varsaymışlar var. Kanmayın! İnanmayın! Düşünün! Okuyun! Sorgulayın!
12 notes
·
View notes
Text
Tumblr hesabının ghost konumuna gelmesi/spam yemesi
Arkadaşlar öncelikle bu durumda yapmanız gereken çok basit bir adım var. Arkadaşlarınıza post altına yorum attırmak yerine aşağıdaki site üzerinden Tumblr'ın resmi destek kanalında bir ticket/kayıt oluşturmak. Böylelikle destek ekibi hesabınızı inceleyip sorun varsa düzeltebilir ya da farklı bir şey varsa bununla ilgili size bilgi verebilir. Özetini verdik, başlayalım. Öncelikle aşağıdaki linke tıklıyoruz ve Tumblr'ın Destek kısmına giriyoruz.
Karşımıza şöyle bir ekran çıkıyor. Yaşadığınız soruna göre (Sosyal Özellikler genelde karşılaşılan sorun) kategoriyi seçip kısaca ingilizce sorunu anlatıyorsunuz ve eğer konuyla ilgili bir ss varsa elinizde (iletinin kaybolması vb durumlarda) bunu da ekleyip aşağıdan talebi oluşturuyorsunuz.
Talebi oluştur dediğinizde Tumblr ticket'ı açmadan önce SSS bölümünden bazı temel soruları cevaplıyor. Aşağı indiğinizde "Bu sorunumu çözmedi, talebimi gönder" türevi bir seçenek var. Bu şekilde kaydınızı açabilirsiniz. Sonrasında yapacağınız tek şey beklemek. Tumblr Destek ekibi mümkün olan en kısa sürede size dönüş sağlıyor. Sevgileeer
47 notes
·
View notes
Text
Beni tanımak isteyenler oluyor dmde kısaca kendimden bahsedeyim.Bunu önceki posttada yazdım onu bulabilrsem silcem.
Gerçek adım İrem.Nova diye tanıtıyorum kendimi lakabım olarak.3,3,5 ay sonra falan 18'e giricem.Bu kadar dahasını bilmenize gerek yok bu bilgi yeter sonuçta nikahınıza almayacaksınız.Sürekli rblicem ki bi daha bunun için yazmayın
15 notes
·
View notes
Text
Sevdiğim insanlar hakkında bilgi vermekte o kadar zorlanıyorum. O sadece bana ait. Kısaca geçiştiriyorum. Aslında çok övesim var ama bunu siz bilmeyin oluyorum. Gözünüz kalır oluyorum. Güzel anlatırım siz de hayran kalırsınız. Aslında hayran kalınacak biri ama siz kalmayın ben kalayım hali. Ndjdjfjdjf off Allah'ım off cidden
12 notes
·
View notes
Note
Es selamu aleykum kardeşim,
Benim sorum sabah-akşam okunan temel korunma duaları hakkında (3'er İhlas, Felak, Nas; Ayetel Kürsi). Sabah duaları sabah namazının ardınca okunuyor. Akşam duaları da aynı mantıkla akşam namazının ardınca okunuyor diye biliyorum, büyüklerden öyle öğrendik. Ama yakın zamanda akşam dualarının okunma zamanının akşam namazından önce olduğuna dair bir yazı okudum. Biraz araştırayım dedim, ama araştırdıktan sonra düzgün bir bilgi edinmek bir yana, çocukluğumdan beri alışageldiğim vakitte dua etmek de rahatsız eder oldu. Sonuç olarak hangisi doğru bilmediğim için, hem ikindi vaktinde, hem akşam namazı ardınca okuyasım geliyor, ama bu hal de hiç hayırlı bir hale benzemiyor.
Kısaca, akşam dualarının sahih olan vakti hangisidir? Bilginiz varsa paylaşmanızı rica ederim, Allah'a emanetsiniz.
Aleykum esselam kardeşim,
İlim ehli sabah ve akşamın vaktinde, başlangıcı ve bitişinde ihtilaf etmiştir. Onlardan bazısı sabahın, fecrin doğusundan güneşin doğusuna kadar olduğunu, diğer bir kısım da güneşin yükselmesine kadar (Duhâ vakti) olduğunu söylemiştir. Dolayısı ile sabah zikirleri fecrin doğusundan güneşin irtifasına (yükselmesine) kadar yapılabilir.
Akşam vaktine gelince, âlimlerden bazısı onun ikindi vaktinde başlayıp güneşin batışına kadar olduğunu söylemiş, bazısı ise akşam vaktinin gecenin üçte birine kadar uzadığını söylemiş, dolayısıyla akşam zikirlerinin güneş batımından itibaren başladığını söylemiştir.
Racih olan, kişinin sabah zikrini fecrin doğusundan güneşin doğuşuna kadar okumaya dikkat etmesi gerektiğidir, eğer bunu kaçırırsa, Duhâ vaktinin sonuna kadar okumasında bir sakınca yoktur, bu da öğle namazından önce kısa bir vakittir. Akşam zikirlerini ise ikindiden sonra güneşin batışına kadar okuması gerektiğidir, eğer bunu kaçırırsa gecenin üçte birine kadar uzatmadında bir sakınca yoktur. Bunun delili ise Kurân'da sabahın ve akşamın başlangıcında zikir etmeye teşvik edilmesidir.
وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ الْغُرُوبِ
“Güneş doğmadan önce ve batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et.” (Kâf, 39)
Katâde, İbn Vehb ve diğerleri ayette ki güneşin doğuşundan önce "sabah namazı" batışından önce "ikindi namazı" olduğunu söylemiştir. (Tefsîru't Taberî)
وَسبح بِحَمْد رَبك بالْعَشي وَالْإِبْكَار
“Sabah akşam Rabbini hamd ile tesbih et.” (Mü'min, 55)
"Akşam, güneşin zevalinden (ikindiden) batışına kadardır. Ayette ki وَالْإِبْكَار fecrin doğusundan güneşin doğuşuna kadardır."
| Tefsîr'us Sem'ânî.
Allah en doğrusunu bilir.
8 notes
·
View notes
Text
MİRAÇ'TA Peygamber Efendimiz Hz MUHAMMEDE ﷺ Ümmetine Ulaştırmak Üzere Üç Önemli Hediye Verildi:
1.Beş Vakit Namaz.
2.Bakara Suresinin Son İki Ayeti.
3.Ümmetinden ALLAH'A Ortak Koşmayanların Affedilip Cennete Gireceği Müjdesi. Bu Üç Hediye, Kıyamete Kadar Gelecek Her Mümine Verilmiş En Büyük Hediyelerdir. Bu Hediyeler Kısaca, İman, Namaz Ve Niyazdır. Bunların Bu Gecede İkram Edilmesinin Özel Bir Manası Mardır. Onlar Olmadan Manevî Mi'rac, Yüce ALLAH'A Yakınlık Olmaz. Ayrıca Bunların Yanında Mirac’ta, Şu Emirler Peygamber EFENDİMİZ’E ﷺ Bildirilmiştir:
1- ALLAH’TAN Başkasına Kulluk Etmemek,
2- Ana Ve Babaya İyi Davranmak,
3- Hısıma, Yoksula, Yolda Kalmışa Hakkını Vermek,
4- Cimri Ve Müsrif Olmamak,
5- Evladını Yoksulluk Korkusu İle Oldürmemek,
6- Fuhuş Ve Zinaya Yaklaşmamak,
7- Cana Kıymamak,
8- Yetim Malı Yememek,
9- Ahdi (Verilen Sözü) Yerine Getirmek,
10- Ölçü Ve Tartıda Hile Yapmamak,
11- Hakkında Bilgi Sahibi Olunmayan Şeyin Ardına Düşmemek,
12- Yeryüzünde Gurur Ve Kibirle Yürümemek, Büyüklük Taslamamak.
Mübarek Üç Aylar, Recebi Şerıf Ayı, Ve Leyle-i Miraç RABBİMİZİN Koyduğu Sınırların Korumamıza, Emrettiklerini Yerine Getirtip, Nehy Ettiklerinden Sakınmamıza Vesile Olsun İNŞALLAH. Hayırlı Huzurlu Akşamlar, Nurlu Kandiller #MiraçKandilinizMübarekOlsun
#animation#gif#islamic#islam#miraç kandili#hayırlı kandiller#allah#ayetler#hz muhammed#dua#kuran#ayetelkürsi#dualar#hadisler#animated#artists on tumblr#artwork#art
17 notes
·
View notes
Text
DoTA ve LoL neden çok oynanıyor?
Biliyorsunuz ki oyun sektörü özellikle son zamanlarda oldukça popüler bir hal almış ve çeşitlenmiştir.90'lı yılların sonunda pek bir çeşit olmamasına rağmen ortaya çıkan pek çok oyun devrim niteliğindeyken şu zamanda farklı çeşitte onlarca oyun olmasına rağmen hiç biri devrim niteliğinde kabul edilmiyor.Bu söylediğime en iyi örnek olarak sanırım DoTA (Defend of The Ancients) ve LoL(League of Legends) gösterilebilir.Bu iki oyununda çıkış tarihi nispeten eski olsada neden hala dünyanın en çok oynanan iki oyunu ?Neden yeni moba oyunları bu iki oyunun önüne geçemiyor ?Gelin hadi biraz kendi yorumum birazda sayısal analizle size bu durumu açıklamaya çalışayım.
Biliyorsunuz ki moba denildiğinden akla iki oyun gelir.Bu oyunların isimlerini bilgisayar oyunlarıyla, özellikle de online (çevrimiçi) oyunlarla ilginiz biraz olsun varsa en az bir defa duymuşsunuzdur. Daha önce duymayanlar için şimdi biraz oyun türüyle alakalı özet geçelim.
MOBA oyunları anlatmaya ‘’MOBA nedir?’’ sorusunu yanıtlayarak başlayalım. MOBA’nın açılımı Multiplayer Online Battle Arena. MOBA oyunlar da stratejinin öncelik kazandığı savaş oyunları. MOBA oyunları bu kadar heyecanlı kılan, gerçek zamanlı savaşların yapılıyor olması. Oyun esnasında takımınla iletişimde kalmak, kazanmanın tek yolu. MOBA oyunlar genellikle beş kişilik takımlar halinde oynanacak şekilde dizayn ediliyor. Farklı evren ve hikayelerin kapılarını aralayan MOBA oyunlarda, oldukça dikkat çekici karakterler yer alıyor. Bu karakterlerin farklı oynanışları ve hikayeleri var.
Peki moba oyunları nasıl oynamalıyız ?
MOBA oyunları oynarken, zihninizin açık ve sezgilerinizin de kuvvetli olması gerekir. Bunun yanı sıra oyunu kazanmak için de takım arkadaşlarınızla beraber hareket etmelisiniz. Çünkü MOBA oyunları bireysellikten uzak, takım oyunları olarak geçiyor. MOBA oyunlarında iki takım yer alıyor. Bu iki takımın koruması gereken bir karargahı mevcut. Siz de bu karargahı korumalı ve aynı zamanda karşı takımın karargahını ele geçirmek için elinizden geleni yapmalısınız. Karargahlara giden yolda, karşı takımın adamları ve onları koruyan kuleler ile karşılaşacaksınız. Beş kişinin de gitmesi gereken koridorlar bulunuyor. Koridorlarda hem rakibinizi yenmeli hem de küçük yaratıkları öldürerek, altın kazanmalısınız. Unutmayın savaşın ilerleyen dakikaları için her zaman hazır olmalı ve geriye düşmemelisiniz.
Sizlere moba oyun türüyle alakalı yeterince bilgi verdiğimize göre gelelim ana başlıkta ki soruya.DoTA ve LoL neden çok oynanıyor ?
Burada sizlere önce bir moba oyuncusu olarak yorumumu paylaşmak isterim.Bana soracak olursanız moba oyunları hem sosyalleşmenizi hem de strateji kurup, kurduğunuz stratejiyi anında uygulayabilmenizi sağladığı için sizi daima aktif olarak oyunun içinde tutmayı başarmasından dolayı çok fazlasıyla oynanıyor.Bu denklemi LoL ve DoTA kendi kurdukları oyun sistemine çok güzel entegre edebilmişler.Örneğin Lolde biraz daha sizin kişisel beceriniz ön plandadır.Siz karşınızda ki adamla daima bir çekişme içerisinde olacaksınız.Burada eğer bot lane de oynamıyorsanız 1'e 1 olarak kişisel becerinizin ön planda olmasıyla bir savaş kopacak.Oyun bilgisi ve kişisel beceriniz eğer adamdan iyiyse o zaman savaşı kazanabilirsiniz.DoTA da ise bu durum tam tersinedir.DoTA da ise kişisel becerinizden daha çok takımla iletişim halinde olmanız size oyunu kazandıracaktır.LoL biraz daha hızlı ve akıcı iken DoTanın yavaş ve daha stratejik olmasının sebebi budur.Diğer Moba oyunları ise bunlardan uzak kalarak ne takım oyununa ne de kişisel beceriye bakmaksızın tamamen sıradan bir rpg oyunuymuş gibi sadece item almanızı isteyerek oyunlarına da herhangi bir yenilik getirmiyor.LoL ve DoTA da ise bu durum çok farklı.Oyunlara daima yeni karakterler,yeni harita tasarımı,yeni itemler ve yeni oynanış mekanikleri getirerek oyunu dinç tutuyorlar.
İşte arkadaşlar özetle sizlere neden DoTA ve LoLün çok oynandığından kısaca bahsetmeye çalıştım.Tartışmaya açık pek çok şey yazdığımın farkındayım.Yorumlarda saygı çerçevesi içinde tartışabiliriz.
Okuduğunuz için Teşekkür ederim.
OyunAilesinden
Berkay
#pc games#gaming#oyun#pc#ps4#ps5#moba game#moba#game#video games#videogame#gamers#proffesional#gamer#gamerlife#gamers of tumblr#playstation#xbox#gamer fun
3 notes
·
View notes
Text
2024 yılı konserleri, biletleri ve genel durum hakkında bir yazı.
Hepimizin malumu 2024 senesinde ülkemizde daha önce de konser vermiş birçok önemli Rock/Metal müzik grubunun etkinliği gerçekleşecek. Yaz aylarına kadar olan süreçte duyurulan diğer gruplar hariç “Scorpions” (açıklandığı saat biletler tükendi, ikinci gün planlandı. Bu etkinliğin biletleri de dakikalar içerisinde tükendi), “Megadeth” (aynı gün tükendi), “Judas Priest” konserleri açıklandı. Bu kadar büyük gruplar söz konusu olunca her zaman bilet bulma, bütçe ayarlama konusunda sıkıntılar yaşardık ama saatler hatta dakikalar içerisinde biletlerin tükenmesine pek alışık değiliz. Duyuru yapılması muhtemel başka gruplar için de birçok söylenti mevcut. Organizatörler gelen yoğun ilgiden şaşkın, dinleyiciler anında tükenen biletlerden dolayı sinirli. Grupların bu konuda bir görüşü var mı, soru işareti? Muhtemelen süreçle alakalı bir rahatsızlıkları yoktur. Bunlar kendilerini artık neredeyse yarım asırdır birçok farklı şekilde kanıtlamış gruplar. Geniş kalabalıklara hitap etmeye, “sold out” konserlere alışıklar, haklı olarak da konforlarına düşkünler. Yaşlılar (!), dolayısıyla da seyircide “bir daha göremeyiz kaygısı” var.
Hal böyleyken ortalıkta birçok asılsız ve yanlış bilgi dolaşmaya başladı. “Karaborsa”, “konserler neden statlarda yapılmıyor?”, “yabancılar”, hatta “kara para aklama” vs. gibi konu başlıkları türedi. Bunlara iki taraftan da yeterince fazla cevap verildi diye düşünüyorum. Ben de ucundan organizasyon işlerine girme eğiliminde olduğum için organizasyon tarafının yaşadığı zorlukları artık daha iyi şekilde algılayabiliyorum. Yılların dinleyicisi olduğum için de bu taraftaki öfkeyi hissedebiliyorum. Bu sebeple konuyla alakalı kendi fikirlerimi ve bundan sonra yapılabilecekleri not almak istedim. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir tık fabrika ayarlarına dönüp özet geçmem lazım diye düşünüyorum. Kalıpların dışına çıkan bir alt kültürü anlatırken onu bir kalıbın içerisine almak, tanımlamaya çalışmak, tam ortasında olduğun bir şeyi tepeden görmek sıkıntılı durumlar fakat “biz” neyiz ya da neydik kısaca hatırlayalım…
Metal müzik 70’lerden günümüze her zaman isyanın, özgürlüğün, farklı yaşam tarzlarının ve kültürlerin sesi oldu. İnsanlar günlük yaşamlarındaki öfkelerini, hayal kırıklıklarını, yorgunluklarını bu müzikle aşmaya çalıştı, içindeki ve dışındaki canavarlarla, kem gözlülerle, garip bakışlarla, şeytanlarla, ejderhalarla bu müzikle savaştı. Metal müziği konuşurken asla standart bir müzik türü konuşması yapamazsınız. Bu müzik, bunu yapan insanlar ve dinleyen insanlar asla hafife alınmamalıdır. “Metalci” sadıktır. Dinlediği müziği geçici bir hevesle değil mezara girene kadar dinler. Dinlediği grubun albümünü sadece dinlemez, onun içerisinde yaşar. Sevdiği grubun sadece konserine gidip eğlenmez, orayı yıkar! “Metalci”, hayatla, düzenle, sistemle kavgası olandır. Toplum dayatmalarını, inanç baskılarını, kalıpları, tabuları ezer geçer. Buraya kadar yazdığım son derece eksik bilgileri ve tanımlamayı da ezer geçer! Bu dahil bütün genellemeler onun için yanlıştır!
Dünya değişiyor (Galadriel girer…). Metal müzik çıkmış olduğu köklerin dışına taşarak fakir, zengin, genç, yaşlı ayırt etmeden toplumun her kesiminden insana hitap etmeye başladı. Sanayi işçisi öfkesini “Slayer” dinleyerek attı, özel sektör çalışanı “Anthrax”la. Umutsuz genç “Katatonia” dinledi, Yeditepeli “Limp Bizkit”, Ahmet ucuz bira satan bir barda “Megadeth”le sarhoş oldu, Mehmet kiraladığı chaletde “Judas Priest” açtı. Artık konserlerin dolmasındaki neden sadece eski neslin yetiştirdiği yeni jenerasyon, nüfus artışı, yabancılar vs. değil, metal müziğin toplum içerisindeki başka sınıflar arasında da yayılmasıdır. Bunu özellikle son on sene içerisinde gözlemlemek mümkün. Dünya geneli için de benzer şeyler konuşabiliriz. Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar. Metal müzik “gerçek müzik” icra edilen bir alandır ve insanların kulakları, beyinleri, kalpleri artık neyin ne olduğunu ayırt edebiliyor. Metal müzik popüler olduğu 80’lerden beri ilk defa bu kadar hızlı bir ivmeyle yükseliyor. Her şeyde olduğu gibi bunun da olumlu ve olumsuz sonuçları var…
2000’ler ortası yirmili yaşlardaki ben ve arkadaşlarım, yaz aylarında gerçekleşecek bir konser ya da festival açıklandığında heyecandan yerimizde duramazdık. (Tıpkı şimdiki gibi.) Ne zaman biletler çıkacak? Nerede satılacak? Para, hız, azim, irade… Okul dersler her şey unutulur, dertler bunlar olurdu. “Guns N' Roses”, “Judas Priest”, “Metallica”, “Rock’n Coke”, “Sonisphere” festivalleri, “Uni Rock”lar, “Rock the Nations”lar… Neler yaşadık neler… Bizim durum şükürler olsun iyiydi ama para öyle her yere (konsere, kasete, CD’ye, tişörte, oyuncağa vs.) harcanmaz kültüründen geldiğimiz için harçlıklarımız kısıtlı, ailelerimiz patron şirketlerinde çalışan insanlardı. Para biriktirilir, tabiki yetmez. Rica minnet aileden eşten dosttan borçlar alınır, sözler verilir, dertler anlatılır, dükkana ya da gişeye koşulur, o biletler bir şekilde alınırdı. Şimdi gerçekleşmesi mümkün olmayan festivaller vardı. Her zaman tek tek, her gruba ayrı para vermek yerine birçok grubun katıldığı festivallere belli bir ücret verip günler boyunca tıpkı ecnebiler gibi “Metal”e doyardık. Ülke çok iyi durumdaydı, her şey süperdi, aman şahane yaşardık diye bir iddiam yok ama hiçbir zaman bu kadar kötü durumda değildi derdim kesinlikle var… Şimdilerde yirmilerinde ki bir genç eğer ailesinin maddi imkanları çok iyi boyutlarda değilse, bu saydığımız bütün konserlere gidemez noktada. Konserler arasından seçim yapmak zorunda. Seçse de yetmeyecek, o konserin biletine yetişmesi lazım. Yetişse de yetmeyecek artık gerçek sıralar yok, sanal sıralarda internet hızları ve yazılımlar arasında bileti kaybolup gidecek. Standart alan dışında diğer kategorilerde bu konserlerde hızlı bir şekilde tükendi. Peace sells… But who’s buying? (Galadriel çıkar…)
Hayat zor. Artık ortalama bir genç metal müzik dinleyicisi daha fazla çalışmak zorunda, daha fazla kazanmak zorunda, daha fazla odaklanıp diğer dinleyici arkadaşlarının önüne geçmek zorunda. Sadece bunlar yetmez. Belki bu seneyi kurtardı. Seneye de işlerin yolunda gitmesi lazım. Krizlerden, salgınlardan, hayatın getirdiği değişkenlerden etkilenmeden parayı kazanmanın bir yolunu bulup önümüzdeki sene gerçekleşecek olan bilet yarışında yerini garantilemeli. Bu sayede eğer “Metallica” konserini kazanırsa dört sene sonunda yurtdışında “Wacken” festivaline kabul edilebilir ve geleceğin çok iyi bir metalcisi olarak ülkemizi en doğru şekilde temsil edebilir… Şakası bir yana biz bu “yarışa” aslında çok adapteyiz. İyi okullar, iyi meslekler, iyi paralar… Yarış, koş, donan, asla durma! Hayatımız boyunca bize bu empoze edilmeye çalışıldı, gerçekler acıydı. Biz bu müziği tam olarak bu tarz tatsızlıklardan kaçmak için dinlediğimizden, kendimizi “yarışın“ ortasında bulmak biraz can sıkıcı olmuyor değil.
Yurtdışı festivallerinde gözlemleme fırsatı bulduğum kadarıyla, oradaki yirmili yaş ve altındaki gençler metal müzik konserlerine katılmayı abileri, ablaları kadar tercih etmiyor. Genelde orta yaş ve üstü bir ekip görüyorsunuz festivallerde. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Çocuklar henüz daha ekonomik bağımsızlıklarını kazanmamış durumda, şehirden uzak festival alanlarında konaklama zorlukları çekiyorlar vs. Fakat onlar için önemli değil. Ne de olsa kaygısız bir şekilde birkaç sene sonra o festivallere katılabilecek, istediği grubu zorlanmayacağı fiyatlarla dinleyebilecek, isterse dünyanın başka yerlerindeki konser ve festivallere de katılabilecek, aramızdaki yerlerini alacaklardır. Bu onlar için sadece çok da zor olmayan bir tercih meselesi. Bugün olmazsa yarın. Yarın olmazsa seneye, aman canım… Zaten sürekli festival var, zaten gruplar sürekli buraları turluyor, zaten sürekli yeni ve iyi gruplar da çıkıyor. Vur asayı şenlendir…
Peki, neden, nasıl böyle oluyormuş? Müthiş ekonomik durumları, devasa kayıt stüdyoları, konser ve festival alanları, sektörleşmeleri, şirketleşmeleri, devletlerinin sanata olan destekleri, acayip iyi hayal güçleri ve coğrafi konumlarının müsaitliği sebebiyle icra edilen harika albümler ve çıkan gruplar sayesinde mi elin çocuğu bizimkilerden daha iyi şartlarda metal müziğe hakim olabiliyor? Kesinlikle evet, tabiki evet. Fakat bunların hepsi sonuçlar. Buraya gelinene kadar emin olun oralarda da yaşanan süreçler, ödenen bedeller var. Malesef huyumuzdur; gidişi yaşamadan sonuca ulaşmaya çalışmak. Bizim toplum olarak belki de iç özlemimizdir. Çok daha iyi yerlerde olmuştuk evet ama o noktalara tekrardan, hemen geri dönemeyiz. Yeni bedeller ödemek, belki baştan başlamak, bir şeyleri göze almak lazım. Ekonomiye ve sisteme lanet (evet lanet olsun bu ayrı bir konu…), organizatöre küfür, mekanlara şikayet, küslükler, yakarışlar… Bunlarla bir yere varacağımızı düşünmüyorum.
Metal müzik evrenseldir. “Müzik” evrenseldir ve fakat gözlemlediğim her ülke, her millet kendi grubuna, kendi insanına önem vermeyi asla ihmal etmiyor. Bu gelişimi birbirlerine sırt çevirerek, birisi diğerinin ayağına taş koyarak, “sen Abdülhamit’i savundunlar”la, sen Kadıköy, ben Taksim diyerek vs. yaşamamışlar. İstisnalar tabiki vardır fakat Avrupa, Asya, Güney Amerika, dünya… vatandaşları, ülkelerindeki metal müzik gruplarına sahip çıkıyor, yerli festivallerini el üstünde tutuyor, yeni çıkış yapan gruplarını destekliyor. Biz de bu konuda ne kadar başarılı olursak, ileride o kadar rahat ederiz diye düşünüyorum. Sürekli dışarıdan al, hiçbir şey üretme, sadece tüket felsefesi sayesinde zaten her konuda şu anki durumdayız. Şartlar ne olursa olsun üretmek, duyurmak lazım. Bu bizim elimizi kuvvetlendirir, başımızı yeniden dikleştirir. Dış basında ve buraya gelmeyi düşünen grupların ajanslarında dikkat çeker. Yerli grupları, festivallerimizi destekleyelim. Katılımı arttıralım. İnanın henüz benim bile bilmediğim gerçekten çok iyi metal müzik icra eden yerli gruplarımız var. Avrupa gruplarından yetenek, ruh ve istek anlamında hiçbir eksikleri yok, fazlaları var. Benim bu söylemim yeni bir şey değil. Yıllardır bunu bağıran büyüklerimiz oldu, devam da ediyorlar. Bunu bir noktada artık gerçekleştirmemiz gerektiği için “yine yeni yeniden” bahsediyorum.
Metal müziğe “hakim” olduk evet. “Bir daha gelmezler”, “ölürler”, “bak bu kaçmaz”, “ama ben hiç izlemedim ki” diyerek gidebildiğimiz ölçüde “oldschool” kafa metal müzik gruplarının konserlerine canımızı dişimize takıp gidiyoruz. Yine gidelim ama burayı da, kendi ülkemizi, gruplarını ve festivallerini de ihmal etmeyelim. İhmal ettiğimiz sürece çok sevdiğimiz, dinlemekten bıkmadığımız, gıpta ile baktığımız yabancı gruplar belki daha az belki daha sık üzerimize gelmeye devam edecek. Maliyetler artıyor, Alım gücü düşüyor, para el değiştiriyor. Gruplar gelecek, sadece şanslı bir azınlığın dinleme fırsatı bulabildiği etkinlikler yapacak. Gözden uzak gönülden ırak olur. Sevgili “metal” müziğimiz, isyanın sesi, başkaldırının son kalesi bize ihanet içerisindeymiş gibi hissetmeye başlanılacak. Onlara ulaşabildiğimiz tek yer olan albüm kapaklarına şüpheyle bakılacak, eski tatlar belki de alınamayacaktır. Kimse de bu konuda hiçbir şey yapamayacaktır. Senden başka hiç kimse, hiçbir şey yapamaz! Çok mu distopik geldi? Umarım öyledir. Bunlar hiç yaşanmasın, çok kötü, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek senaryolar olarak kalsın, kimse konserleri Maçka parkından dinlemek zorunda kalmasın… Metal müzik, Metal müzik olarak kalsın.
Uzun lafın kısası son tahlilde bana sorarsanız eğer, iç piyasamızı yükseltelim. Dikkat çeken yerli festivallerimizi ve gruplarımızı tekrardan canlandıralım. Bunları yapmak, hemen seneye gerçekleşmesi muhtemel olan yabancı grupların konserlerinin biletlerini ucuzlatmaz ya da daha iyi şartlarda biletlerine, konserlerine ulaşmamızı sağlamaz ama en azından ilk etapta bize, “Türkiye çok güzel”, “seyirci harika”, “teşekkürler”, “lahmacun çok güzel”, “baybay” konuşmalarından başka bir şeyler katar. Değişimin başlangıcı olur. Türk metal müziğini, hepimiz için her anlamda ileriye taşır. Özlediğimiz stat konserlerinin gerçekleştirilmesi belki yeniden gündeme gelir. Havaalanlarını, geniş arazileri tekrardan “metal” ile buluşturur. Organizasyonların alternatifleri çoğalır. Önümüze bakalım. Biz, bize bakalım. Özümüze, kültürümüze sahip çıkalım, Teke’yi sevelim, metalle kalalım. Gözlerinizden öperim :)
#metalhead#heavy metal#black metal#death metal#metal#megadeth#concert#live music#judas priest#scorpions#tekebandofficial
3 notes
·
View notes
Text
DEMOKRASİLERDE OLİGARŞİ ETKİSİ
Tarihte ve günümüzde bütün rejimlerde rastlanan, ancak çoğu zaman dikkatten kaçan ortak bir özellik var. Bu şaşırtıcı özellik; demokrasi dahil bütün politik rejimlerin, kaçınılmaz olarak oligarşi rejimine dönüşmesi veya bünyelerinde oligarşi özelliğinin ortaya çıkmasıdır.
Gerçekten, millî egemenliği halkın adına kullananlar zamanla oligarşik bir yönetim şekli oluşturuyorlar. Egemenliğin kayıtsız koşulsuz millete ait olması gerekirken, ne parti içi demokrasi ne de temsilde eşitlik sağlanamıyor, egemenlik parti başkanları ile bunların dar çevrelerinin eline geçiyor. Bu nasıl oluyor? Şöyle ki, sanki devlet yönetiminde tunçtan bir yasa öteden beri geçerliğini koruyor: Bütün politik rejimler şu veya bu ölçüde oligarşik bir yapıya sahip olmuştur, günümüzde de olmaktadır!
Oligarşi halk kitlelerinin, küçük bir azınlığın egemenliği ve denetimi altında tutulduğu yönetim şeklidir. Kısaca birkaç kişinin, bir grubun halkı kendi çıkarlarına göre yönetmesidir. Küçük bir azınlığın iktidarda olması ve devletin bütün kurumlarının bu grubun kontrolünde bulunması demektir.
Oligarşik yönetim, sadece devlet yönetimine özgü değildir. Örneğin bir siyasi parti içerisinde de bazı kişiler, parti faaliyetlerine hâkim duruma gelebilir. Kendi amaçları doğrultusunda partiye yön verebilirler. Bu durum, oligarşik bir yapılaşmaya işarettir.
Neden böyle oluyor, neden bütün rejimlerde, hatta demokraside de oligarşi etkisiyle karşılaşıyoruz? Bence açıklanması zor değildir. Çünkü bu durum eşyanın tabiatı gereğidir, kaçınılmazdır. Çünkü insanlar; tabii seçilmiş olanlar da bilgi, yetenek ve karakter bakımından aynı değildir, birbirinden farklıdır. Dolayısıyla kişilerden oluşan herhangi bir kurulda, örneğin bir mecliste, bazı üyeler diğerlerine kıyasla temayüz edecek, kendini gösterecek, bilgi, fikir ve cesaret bakımından öne çıkacaklardır. Alınan kararlar, yapılan uygulamalar önemli ölçüde onların eseri olacaktır.
Bu durum önlenebilir mi? Tümüyle önlenemez, ancak etkisi hafifletilebilir. Nasıl? Birincisi, halkın bilgi ve ahlak düzeyi olabildiğince yükseltilmelidir. İkincisi, politik kurullara olabildiğince bilgili ve yetenekli, ahlaklı kişiler seçilmelidir. Peki, bu nasıl sağlanacak? Elbette eğitim yoluyla... Ülkede eğitim ve öğretim hizmeti öyle olmalıdır ki, halkın bilgi, kültür ve ahlak düzeyini sürekli ve kesintisiz olarak yükseltmelidir. Böyle bir halkın içinden çok sayıda nitelikli insan çıkması elbette oligarşinin demokrasi üzerindeki olumsuz etkisini zayıflatacaktır.
Prof. Dr. Cihan Dura
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#demokrasi#oligarşi#Cihan Dura
9 notes
·
View notes