#Jean François Halin
Explore tagged Tumblr posts
saturdaynightmatinee · 1 year ago
Text
Tumblr media Tumblr media
CALIFICACIÓN PERSONAL: 7 / 10
Título Original: OSS 117: Alerte rouge en Afrique noire
Año: 2021
Duración: 116 min
País: Francia
Dirección: Nicolas Bedos
Guion: Jean-François Halin, Nicolas Bedos. Personaje: Jean Bruce
Música: Anne-Sophie Versnaeyen
Fotografía: Laurent Tangy
Reparto: Jean Dujardin, Pierre Niney, Natacha Lindinger, Fatou N'Diaye, Wladimir Yordanoff, Pol White, Melodie Casta, Ricky Tribord, Hersi Abdirizak, Gilles Cohen
Productora: Coproducción Francia-Bélgica; Blue Sky Films, Mandarin Production
Género: Action; Comedy
TRAILER:
dailymotion
2 notes · View notes
90smovies · 3 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media
5 notes · View notes
genevieveetguy · 16 years ago
Photo
Tumblr media
- You turn me off. - And I don't get it! Explain yourself. I'm a remedy against barbarism, a symbol of... - You're old, pretentious, a misogynist, full of yourself, vain, borderline racist, tacky dresser, childish, not funny. Shall I stop? - A tacky dresser?
OSS 117: Lost in Rio (OSS 117: Rio ne répond plus), Michel Hazanavicius (2009)
2 notes · View notes
sesiondemadrugada · 3 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
OSS 117: Lost in Rio (Michel Hazanavicius, 2009).
177 notes · View notes
luluu-gah · 2 years ago
Text
Tumblr media
J'ai tellement à dire sur les chaussures.
S2E09
Le passage au Cesar m'a pris à la gorge, je m'attendais vraiment pas à un truc comme ça dans une ... série comme ça ? Je ne dirais pas que c'est subtil, ou de la bonne représentation, mais je sais pas ça m'a touché d'avoir cette scène de normalité banale brisée par Mercaillon avec sa vibe générale. En dehors de ça, mon petit coeur a quand meme fait un petit bond en mode "omg one of us" en voyant ce passage.
Le jeu de menaces qui vient après me tend au plus haut point, toutes les répliques homophobes de Mercaillon font froid dans le dos et je sais pas pourquoi mais c'est un peu cathartique à regarder. En mode "oui ça existe et c'est comme ça mais c'est des vieux cons qui sont proches de la mort". C'est comme si c'était un autre temps (les années soixantes) et que je n'aurais jamais a faire face à ce genre de situation.
Le décalage entre les chaussures rouges et les chaussures qui viennent de Russie de la part des trois agents est incroyable. Moïse est apprécié par son équipe alors que son supérieur est tout l'inverse. C'est juste trop émouvant, c'est le boss mais ils l'aiment bien. Et je sais pas, c'est un joli mirroir. Le motif se répète, j'aime bien. J'avoue j'ai eu les larmes aux yeux à ce passages pour un peu trop de raisons qui frappaient trop près de la maison. Mais bref.
La scène post crédit où il essaie les chaussures ? C'est pour me tuer ? C'est pour me détruire ? Quand il sanglote ? PARDON ? PARDONN ?????? C'est trop grave. C'est trop grave et trop simple et trop évident et trop réel. Jean-François Halin, Claire Lemaréchal et Jean-André Yerlès, vous voulez ma mort ? C'est horribleeeee c'est si simple mais c'est genre cinq fois plus cinglant que quand mercaillon le traite le dégénéré sodomite. AAAAHHHHHHH.
Bref, il me reste plus que l'episode final, j'aurais probablement d'autres choses à dire mais je suis nul à écrire. Au service de la France nourrit le ver de terre.
12 notes · View notes
rollingstonemag · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Un nouvel article a été publié sur https://www.rollingstone.fr/oss-117-nicolas-bedos/
"OSS 117 3" : Nicolas Bedos succède à Michel Hazanavicius à la réalisation
Tumblr media
Le jeune cinéaste, qui présente actuellement son deuxième long-métrage sur la Croisette, reprendra le flambeau des aventures d’OSS 117, avec toujours Jean Dujardin dans le rôle-titre
Dix ans après Rio ne répond plus, la suite du Caire, nid d’espions, OSS 117 reprendra donc bel et bien du service en 2020.
Alors qu’on pressentait Michel Hazanavicius, génial réalisateur des deux premiers films, prudent au sujet du retour de l’agent Hubert Bonnisseur de la Bath sur grand écran, on apprend aujourd’hui que le projet, bel et bien entériné, passe sous la coupe de Nicolas Bedos, fils de Guy, auteur de nombreuses pièces de théâtre, humoriste remarqué sur le petit écran auprès de Franz-Olivier Giesbert et Laurent Ruquier, mais aussi réalisateur de deux longs-métrages.
C’est d’ailleurs pour présenter le deuxième, La belle époque, que Nicolas Bedos a dû se rendre au festival de Cannes, quittant Paris « et le début des castings du troisième OSS 117″ d’après des informations recueillies par le JDD – preuve s’il en est que le film est bel et bien sur les rails.
Si aucune autre information n’a pour le moment filtré, il paraît évident que Jean Dujardin endossera une nouvelle fois le rôle de l’espion français. Au scénario, Jean-François Halin, auteur des deux premiers films, sera également de la partie.
0 notes
edebiyatsoylesileri · 3 years ago
Text
Gaston Gallimard / Anadan doğma yayıncı
Tumblr media
Yeryüzünde yayıncılık mesleğine damgasını basanların sayısı gerçekten çok sınırlıdır. Bunların en önemlilerinden, en kişiliklilerinden, en başarılılarından biri de, hiç kuşkusuz Gaston Gallimard'dır.
1881 yılında doğan, 1975'te ölen Gaston Gallimard, adını verdiği Gallimard Yayınevi aracılığıyla dünyaca tanınmıştır. Ama yakın zamana kadar adı çevresinde pek az şey bilinirdi.
Geçenlerde Fransız gazeteci Pierre Assouline imzasıyla çıkan ve "Gaston Gallimard, "Fransız Yayıncılığının Yarım Yüzyılı (Gaston Gallimard, Un demi siècle d'édition française) adını taşıyan kitap, bu ilginç adamın yaşamının bilinmeyen yönlerine ışık tuttu.
1911 yılında Nouvelle Revue Française (NRF) yöneticileri -ki aralarında Schlumberger, André Gide ve Jacgues Riviére vardı -züppe ve ilgi alanı geniş bir genç burjuvadan, zengin bir tablo tüccarının oğlu olan Gaston Gallimard'dan, derginin yayın sorumluluğunu üstlenmesini ve giderek dergiye koşut bir yayınevi kurmasını istediler. Gaston Gallimard, kendisinden istenen bu işi öylesine büyük bir istekle üstlendi ve başardı ki, basında ve sinemada uzantıları bulunan büyük bir yayın kuruluşunun yanı sıra, dünyada eşi bulunmayan bir yayın kataloğu oluşturdu. Yazarları arasında Sartre, Camus, Paul Valéry, Aragon, Malraux, Eluard, Claudel gibi birbirine zıt adlar, koleksiyonları arasında Pléiade gibi değerli ya da Série Nouire gibi polisiye diziler yer aldı.
Uzlaşmaz ve de esnek
Assouline'in kaleminden tanıdığımız kadarıyla, Gaston Gallimard yalancı ama sevimli, uzlaşmaz ve aynı zamanda çok esnek bir adamdı. Çağının bu belki de en uygar adamı, güçsüzlüğünde ve ödlekliğinde bile gözüpekti. Birinci Dünya Savaşı sırasında, askere gitmemek için deli taklidi bile yaptı. Ama her yerde de ben "ben ödleğin tekiyim" demekten çekinmedi. İşin en inanılmaz yanı, dostlarının onu hep bağışlamalarıydı. Almanlara tutsak düşen, birkaç yıl sonra NRF dergisinin başına geçecek olan Rivieré, "Onun için, hiçbir şeyin eksiltemeyeceği hazineler, kaynaklar buluyorum kendimde" diyordu. Ve Gaston Gallimard, ölünceye kadar "kahraman"a karşı çıkacak, kıyımdan ve mutlak saydığı bir ölümden kurtulduğu için hep kendini kutlayacaktı.
Gallimard Yayınevi'nin patlama yapması 1919'dan sonra oldu. Gaston'un kardeşi Raymond, o sıralar idari ve mali yönetmen olarak işe girmişti. Bu iki adamın kurduğu eşsiz işbirliği, gerektiğinde topu birbirlerine atabilmeleri, kırk yıl süreyle birer ip cambazı gibi başarıyla iş görmelerini sağlayacaktı. 
Assouline ve başvurduğu kişiler, Gallimard'ın başarısını üç öğeye bağlıyorlar: Önce Gaston'un daha ilk gençlik çağlarında Malraux, Jouhandeau, Sartre, Camus, Kessel, Saint-Exupéry gibi büyük yetenekleri sezmekte gösterdiği büyük sezgi gücü; sonra aralarında Ramon Fernandez, Jean Paulhan, Benjamin Cremieux, Brice Parain, Bernard Groethuysen gibi ünlülerin bulunduğu, pek konuşmayan ama çok etkili danışman kadrosu; son olarak da, tüm yetenekleri yayınevine yönelten edebiyat çevrelerine yayılmış antenlerin, temsilcilerin varlığı.
Kafasına koyduğunu başarırdı
Yayıncıyı, köpek balıklarının en usta, ama en acımasızı olan "dentuso" sınıfına sokan François Mauriac'ın bile, sonunda Gaston Gallimard'a evet demekten kendini alamaması, onun ne denli bir usta olduğunu gösteren tipik örnektir. Gaston, aynı zamanda yanlışlarını kabul etmeyi erdem haline getirmiş bir kişiydi. Marcel Proust'u ve Céline'i çeşitli nedenlerle başka yayınevlerine kaptırınca, onları Gallimard yazarları arasına katmak için elinden geleni ardına koymadı. Sonunda da kafasına koyduğunu başardı. Gaston her şeyden çok edebiyatı seviyordu, ama yazarları aynı oranda sevdiği söylenemezdi. Yazarların açgözlülüğünden, kaypak, "kadınsı" yaradılışlarından yakınırdı. "Yazarlar imzaladıkları sözleşmeleri unutmaya hep hazırlar. Kimse yazarlar kadar ahlaksız olamaz... Yayıncılar dışında", derdi yakın dostlarına gülerek.  
İkinci Dünya Savaşı yıllarında da, yayıncılığı sürdürmek ve kâğıt sağlayabilmek için işgalci Almanlardan devamlı istekte bulunmayı bildi. Yayımladığı kitapların sansürden geçmesi için çabaladı. Ama meslekdaşları Robert Denoel ya da Bernard Grasset gibi mutlak bir işbirliğine gitmedi. Kurtuluştan sonra gördüğü tek ceza, NRF dergisinin kapatılması oldu. Ama dergi, ad değiştirerek 1952'de yeniden çıktı.
Gallimard Yayınevi, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda da, Julliard Yayınevi'nin yeni, ateşli ve amansız rekabetine karşın yine pupa yelken yoluna devam etti. Marcel Duhamel'in kurduğu polisiye dizi Série Noire'ın başarası, ABD'de bile iyi bilinmeyen birçok yazarın yayın haklarının ele geçirilmesi, yayınevini daha da geliştirdi. 1970'de, Hachette'le arasındaki kırk yıllık dağıtım sözleşmesini yenilemeyen, bu alanda da sezgisini ve bağımsızlığını gösteren Gallimard, 1984 yılında da sağlam bir kaya gibi yayın dünyasındaki özgün yerini koruyor.
En az on kitaplık sözleşme
Pierre Assouline'in kitabının ilginç yanlarından biri, Gaston Gallimard'ın yazarlarla anlaşmak için başvurduğu kendine özgü yaklaşımlar. İnsana ve duruma göre taktik değiştiren Gaston'un bir başka büyük ustalığı da, sözleşme yaptığı yazarların en az on kitabını alması ve söz konusu yazarın öteki yayınevlerine dağılmasını önlemesiydi. Ama Claudel gibi, "azla uğraşmamak için" ömür boyu sözleşme yapanlar, André Maurois gibi her kitaba ayrı sözleşme isteyen yazarları da vardı. Gaston bir yazarı istedi mi, kimse onu kolay kolay durduramazdı. İşte bir olay: Yıl 1933 ve Gaston Gallimard, Georges Simenon'un peşinde.
George Simenon'u nasıl ikna etti?
Simenon o yıllarda da ünlü bir yazardı. Kitapları Fayard Yayınevi tarafından çıkarılıyordu. İyi para getiren bu yazar, Gaston'un gözünde yeterince değerlendirilmemekteydi. Üstelik Simenon, kendini pazarlamayı da bilen bir yazardı ve 1931 yılında bir kitabını son derece ilginç biçimde tanıtmıştı. 20 Şubat 1931 günü, geceyarısı, Paris'in ünlülerini bir gece kulübüne davet etmişti. Kıyafet zorunluluğu bulunmayan bu davete çağrılanların, girişte parmak izleri alınıyordu. İçerde kürek mahkûmu  kılıklı garsonlar içki dağıtıyor, her yanda bir cezaevi havası hüküm sürüyordu. Simenon ise, bir köşeye oturmuş kahramanı Maigret adlı bir polis komiseri olan son romanını isteyene imzalıyordu. Ve Fayard'la anlaşması uyarınca, Simenon ayda bir roman yazıyordu.
Bir adam kazanma örneği
Onu telefonla arayan Gaston, işyerine çağırdı. Aralarında şu konuşma geçti:
G.G. - Lütfen oturun, dostum. Sözleşmenizden konuşalım. Yayınevimizde kitaplarınızın çıkmasını, bizden biri olmanızı istiyorum. André Gide de bizim yazarlarımızdan ve sizi çok beğeniyor, sizinle tanışmak istiyor.
G.S. - Bunu daha sonra konuşuruz. Şimdi sadede gelin.
G.G. - Fayard Yayınevi'yle sözleşmeniz var mı?
G.S. - Sözleşmem yok. İstediklerini onlara veriyorum. Sonu gelmez, insanı kıskıvrak bağlayan sözleşmelere aklım ermiyor...
G.G. - İşbirliği yapabilir miyiz?
G.S. - Evet ama bu sizin koşullarınıza bağlı.
G.G. - İyi öyleyse, önümüzdeki hafta iyi bir lokantada bundan söz edelim.
G.S. - Bakın, Bay Gallimard. Bir kere, hiç birlikte yemek yemeyeceğiz. İş dışında her şeyden söz edilen iş yemeklerinden nefret ederim. Sözleşme koşullarını sizin odanızda konuşacağız, kapı kapalı, telefon bağlantısı kesilmiş olacak. Yarım saat içinde anlaşacağız. Yalnız size hiçbir zaman Gaston demeyeceğimi, "aziz dostum" diye hitap etmeyeceğimi bilin. Bu tür sözde yakınlıklardan nefret ederim. Bana bir gün ve bir saat verin, o gün buraya gelirim ve işin her yönünü tartışırız. Ama sözleşmeyi yenilememiz söz konusu olduğunda, bu kez siz zahmet edip bana gelirsiniz.
On üç yıl ve elli kitap
Gaston şaşkındı. Hiçbir yazar kendisiyle böyle konuşmamıştı. Ama adamını eline geçirmişti, alınganlık yapmayacak ve onu bırakmayacaktı. Ertesi hafta garip bir sözleşme imzalandı aralarında. Simenon yayınevine yılda altı kitap verecek, kâr yazarla yayınevi arasında eşit olarak bölünecekti. Kısa zamanda çok kitap yazma yeteneği ve kitaplarının ulaştığı büyük satış rakamları Simenon'un kendisini yayıncıyla eşit görmesine açıyordu. Bir yıl için geçerli olan sözleşme her yıl yenilenebilecekti. Aralarındaki anlaşma on üç yıl sürdü ve Simenon'un elli kadar kitabı Gallimard tarafından yayımlandı. Ama Gaston'un tüm çabalarına karşın, Simenon, Gallimard Yayınevi çatısı altında bir türlü rahat edemedi.
(Cumhuriyet Kitap / Sayı 3 / 4 Kasım 1984 / Sayfa 3)
0 notes
vincentdelaplage · 3 years ago
Photo
Tumblr media
OSS 117: Alerte rouge en Afrique noire SYNOPSIS Film présenté en clôture du Festival de Cannes 2021. 1981. Hubert Bonisseur de La Bath, alias OSS 117, est de retour. Pour cette nouvelle mission, plus délicate, plus périlleuse et plus torride que jamais, il est contraint de faire équipe avec un jeune collègue, le prometteur OSS 1001. https://youtu.be/I0aviu-FqNo DÉTAILS 4 août 2021 en salle / 1h 56min / Comédie, Espionnage, Aventure De Nicolas Bedos Par Jean-François Halin, Jean Bruce Avec Jean Dujardin, Pierre Niney, Fatou N'Diaye #cineserie https://www.instagram.com/p/CTCqeG5jSgc/?utm_medium=tumblr
0 notes
thomas-querqy · 3 years ago
Video
youtube
OSS 117 - Alerte Rouge en Afrique Noire réalisé par Nicolas Bedos, scénario Jean-François Halin
On peut rire de tout, mais pas avec Clarisse Fabre du quotidien le Monde.
Mise au point : On peut rire de tout, mais on peut aussi arrêter de citer Desproges n'importe comment par Frantz Durupt dans Libération du 24 février 2016
0 notes
francenewsfeeds · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Jean-François Halin, créateur d’OSS 117: "J’ai déjà une idée pour un quatrième film" https://ift.tt/2oooLMa
0 notes
spordahil · 7 years ago
Text
BİSİKLET SÜREN KOCA ÇOCUKLAR
youtube
"Hayat bisiklete binmek gibidir. Dengede kalmak için hareket etmeye devam etmen gerekir." ~ Albert Einstein
Hayatı bazıları bir kutu çikolataya, bazıları da bisiklet sürmeye benzetir.
Sinemanın kült filmlerinden "Forest Gump"ın bir sahnesinde Tom Hank şöyle der: "Hayat bir kutu çikolata gibidir. İçinden neyin çıkacağı asla belli olmaz."
Bu yaklaşım kaderci bir duruşu betimliyor. Ancak bizler, hayatı bu biçimde yaşayamayız.
Hayat mücadele gerektirir. Çalışma, disiplin ve sevgi.
Yaşamak için çok şey gerekebilir belki ama emin olun her biri, bizi daha iyiye götüren anahtarın ta kendisidir. Tıpkı bisiklet sürmek gibi. Ünlü bisikletçi Greg LeMond’da kendi tarzı ile hayatı şu sözle özetliyor. "Asla daha kolay hale gelmez, sadece sen daha hızlı gidersin."
Tumblr media
Albert Einstein'ın yaklaşımı ise hepsinin üstünde: “Hayat bisiklet sürmek gibidir.”
Bisiklet, çoğumuzun çocukluk hayalidir. Kimi zaman bir karne hediyesi, kimi zaman da bir başka başarının ödülüdür. Tıpkı hayat gibi...
Hayat bizlere bahşedilen bir hediye ise hayatta kalabilmek de bir başarıdır. Ancak bu süreçte çoğu zaman tek başınasındır.
Anlamlar, tercihler, sorunlar ve çözümler; her daim kendi zihninde yahut bedenindedir. Tıpkı bir bisiklet ve sürücüsü gibi. O da tek kişiliktir ve yönlendiricisi de o, tek kişidir.
Tumblr media
Fotoğraf: Tour of Flanders (Flaman Harikası) / Ronde van Vlaanderen / Koppenberg / 1985
Bisiklet, insan sınırlarını zorlayan inanılmaz bir makinadır. Bisiklet hele ki profesyonel olarak yapılan bir spor ise; çekilen acılar ve yapılan fedakarlıklar da bir o kadar fazla olur.
Acı ve tekrar acı...
Çoğu zaman sadece bundan ibaret kalır. Ancak en sonunda o acılardan bir mutluluk da doğabilir.
Çektiğin bütün zorluklara ve acılara rağmen bir çözüm, bir çıkış yolu bulunmuş ve kendi sınırlarını aşmışsındır. Bir başkası ile yapılan mücadele ya da yarış değil bu. Kendinle, kendi limitlerin ve kendi sınırların ile.
Hayatımızın ilk evresinde tanıştığımız bisikletin çok ötesinde bir kavram, “Profesyonel Bisikletçi”lik.
Tumblr media
Ama her daim o çocuksu yanla yapılır. Çünkü sürekli bir inatlaşma içerisindesindir. Her zaman daha fazlasını yapabilmek için didinir durursun. Düşersin, kalkarsın ama asla vazgeçmezsin. Aksine tekrar tekrar denemenin bir kamçısıdır, düşüp kalkmak.
Birçoğumuz profesyonel bisikletçişikle "Fransa Bisiklet Turu" (Tour de France) ile tanıştık. Ardından "Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu" diye birşey işitti kulaklarımız. Amaç hep aynı “İnsanoğlunun kendi ile imtahanı”
İlk bisiklet turu 1868’de koşulmaya başlandı. Günümüze kadar uzanan süreçte pek çok yarış koşuldu, bunların bazıları geleneksel hale geldi.
Liege turu 1892’de, Paris-Roubaix 1896’da, Fransa Turu 1903’te, İtalya Turu (Giro) 1909’da, Flanders Turu 1913’te başladı ve her geçen sene daha fazla katılımla devam etmekteler.
İçlerinden en prestijlisi elbetteki Fransa Bisiklet Turu’dur. Bu sene 1-23 Temmuz tarihlerinde koşulacak yarış, dünyanın en fazla takip edilen spor organizasyonlarından biri. Peki Fransa Bisiklet Turu yalnızca bir spor organizasyonu olarak mı planlandı?
Tumblr media
Jean-François Mignot, “Fransa Turu Tarihi (Histoire du Tour de France)” adlı kitabında bu prestijli spor organizasyonunu şu sözle tanımlıyor: “Tur daha başından itibaren siyasi ve iktisadi bir 'girişim'dir. 1903’te başlayan Fransa Turu, aşırı sağcı gazeteci ve politikacı Maurice Barrès ve çok geniş ölçüde Dreyfus karşıtı sanayicilerin işidir. Bu niteliğiyle Fransa’nın politik tarihi üzerine bilgi vermesi son derece olasıdır. Bir başka deyişle Tur, üç unsurun kesiştiği bir noktada duruyor. Bunlar siyaset, iktisat ve popüler kültürdür.”
Mignot, Tur’un ortaya çıkış hikayesini de şu şekilde anlatıyor:
“1898’de ülkenin en çok satan spor gazetesi Le Vélo’dur ve Dreyfus vakasında “sol” bir tavır almıştır. Bu durum dönemin Dreyfus karşıtı “otomobil” sanayicilerini kızdırır. Yüksek ilan fiyatlarını da bahane ederek kendi gazeteleri L’Auto- Vélo’yi çıkarmaya karar verirler. Hukuki zorunluluklar nedeniyle gazetenin isminden “Vélo” sözcüğü çıkarılarak L’Auto olarak kalır. Gazete, dönemin gözde bisiklet organizasyonlarıyla ilgilenen büyük okur kitlesini kendisine çekebilmek için Fransa’yı turlayacak, bu yarış düzenlemeye karar verir. Plan o kadar başarılı olur ki, gazete, en çok satan spor gazetesi olma unvanını İkinci Dünya Savaşı’na kadar kimseye kaptırmaz.
Tumblr media
Fotoğraf: Tour de France 1928 / Photo by: Henri Cartier-Bresson
Düzenleyiciler, yalnızca gazete tirajları ile ilgili değillerdir. Yine dönemin popüler kültür unsurlarını kullanarak tüketim toplumunun “ihtiyaçları”nı karşılamayı da görev, daha doğrusu “iş” bilirler. Tur’un hemen her aşaması bir reklam panosu olarak kullanılır. Hatta 1930’lu yıllardan itibaren bir Tur Karavanı olgusu yaratılır. Yol kenarlarında yarışı izlemeye gelen seyirciler için bir panayır havası yaratılır; tüketim teşvik edilir. Yol kenarındaki izleyiciler deyip geçmemek lazım; 1960’larda Tur’a kendi gözleriyle canlı tanıklık yapmak isteyen insanların sayısının o dönemdeki Fransa nüfusunun %40’ını bulduğu söylenmektedir.
Şunu hatırdan çıkarmayalım ki, Tur’un 1930’lara kadar gelen ilk döneminde kitle iletişim aracı olarak yalnızca gazete kullanılabilmektedir. Tur’un etaplarının saatleri de, gazetelerin basılış ve piyasaya çıkış saatlerine göre düzenlenmiştir. 1930’larla birlikte, radyonun devreye girmesi ile birlikte, etap saatleri yeniden düzenlenir. Nihayet 1970’lerle birlikte, hele canlı yayınların da başlaması ile Tur başlı başına bir ekonomi haline gelir. Çok basit bir örnek, sporcuların mayolarının renkleri bile artık, televizyonda verdikleri fotoğrafa göre belirlenmektedir.”
Tumblr media
Fransa Bisiklet Turu’nun öyküsü bu. Ama öykü sadece bundan ibaret değil. İçinde birçok insan hikâyesi de barındırıyor. Başta da belirttik ya: “Hayat, bisiklete binmek gibidir”...
İşte onlardan bazıları;
1904’te lastiği patlayan Henri Cornet son etapta 35 kilometreyi patlak lastikle gider. 1909’da Henri Alavoine, sonuncu etabın son 10 kilometresini bisikleti sırtında, yaya olarak tamamlar. 1913’te Eugene Christophe, Tourmalet Boğazı’nda bir araç tarafından devrilen bisikletinin dirgen maşası kırılınca 14 km. yaya yürür ve bisikletini Sainte-Marie-de-Campan’daki bir demircide, yardım almadan dört saatte onarır (Bisikletçilerin onarım için dış yardım alması yasaktır). 1928’de yine bisikleti kırılan Nicolas Frantz, Metz-Charville etabının son 100 kilometresini bir kadın bisikletinde tamamlayarak genel klasmandaki birinciliğini korumayı başarır.
Bütün bu hikayeler ve daha fazlaları için bisikletçilere özel birkaç lakap takılmıştır. “Yolun Kürek Mahkumları”, “Bisikletin Proleterleri” gibi. Bisikletçiler içlerindeki o küçük çocuk inatçılıklarını, amatör ruhları ile mitolojik bir kahramana, bir Titan’a dönüşmüşlerdir.
Tumblr media Tumblr media
Fotoğraf: Tour de France 1939 / Photo by: Robert Capa
Hikayeler bazen bir bisikletçinin dışına çıkıp bir fotoğrafçıyı da konunun içine dahil edebilir.
“2. Dünya Savaşı'na günler kala Fransa Turu. Bu sefer bisikletçiler, aynı 20 kişinin önlerinden geçmiş. Bu grup içerisinde şampiyon bisikletçi Pierrot Cloarec de var. Quimper'de babası Pierre Cloarec'in bisiklet dükkanının önünde; saatlerce bekledikten sonra, saniyeler süren geçişin ardından bakıyorlar. Ama pişman değiller. Tam tersine. Monsieur Cloarec dükkanın sahibi olmasının yanı sıra, bu fotodan bir önceki günkü Rennes-Brest etabını da kazanan bisikletçisi. Bu etapta da kendi dükkanının önünden geçiyor. 13 Temmuz 1939'da, savaştan hemen önce bu kareyi yakalayan Capa'nın, bu dükkan önünde çektiği tüm fotoğraflar Tour de France'ın neşesini, güzelliğini, katışıksız insanlığını ve karakterini anlamak için bakılması gereken en önemli kaynaklar. Capa ününü İspanya İç Savaşı'ndan başlayarak çektiği savaş zamanı fotoğraflarıyla elde etmiştir. Bilhassa da bu bisiklet dükkanına çok yakın gerçekleşen Normandiya Çıkarması sırasında çektikleriyle. Ama sanırım en sevdikleri Tour de France'daki bu çocuklardır. Henüz savaşın acılarını yaşamamış çocuklar.” – Caner Eler
Tumblr media
Yazan: Türker ÖZDİL
2 notes · View notes
anamedblog · 8 years ago
Text
ANAMED müdavimlerince en çok tercih edilen Bizans kitapları
Naz Baydar - ANAMED Birim Kütüphanecisi
“İstanbul'un kargaları İstanbul kadar kocaman
Bağırmak denen bir adam saltanatını kurmuş burada Birçok şarkının ortasında yürürken İstiklal Caddesi Tomtom Mahallesi'ne taşıyor beni” 1
Tumblr media
Bugün birçok araştırmacının uğrak yeri Tomtom Mahallesi’ndeki ANAMED Kütüphanesi’ne benim yolum henüz acemi bir kütüphaneci olmadan önce, Boğaziçi Üniversitesi’nde Bizans Tarihi üzerine yüksek lisans yaparken düştü. Üniversitenin kütüphanesi yeterince kaynağa sahipti; lakin yeni çıkmış kitapları ya da belli konularda kitapları bulmakta zorlanıyordum. ARIT, Arnavutköy’de, evimin dibindeydi ama benim için fazla sessiz sakin bir yerdi (çalış, çalış nereye kadar?). İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nü ise utanarak söylüyorum ki biraz geç keşfettim (ANAMED Kütüphanesi’ne dadandıktan sonra). İstiklal Caddesi’nde konferansları beklerken sıcak, rahat koltuklarda ders çalışabileceğim, asistanlığını yaptığım HIST 105-106 derslerinin hazırlık notlarını çalışabileceğim, arada da tabiri caizse “goygoy yapabileceğim” bir kütüphane ararken çıktı karşıma ANAMED Kütüphanesi. Tabi ki şartlarım uygun olduğu için sağ olsun eski kütüphanecimiz Akın (Özarslantürk) beni hemen üye yaptı (sonra da bin pişman olmuştur herhalde bitmek bilmeyen isteklerim yüzünden, siz siz olun bana uymayın efendim…) ve benim ANAMED Kütüphanesi ile olan gönül bağım böyle son derece pragmatik sebeplerle başlamış oldu.
Zamanla kütüphaneyi gerçek “kutsal” akademik amaçlarla (yazamadığım tezime selam ederim) ve kitaplarından faydalandığım bir “kütüphane” olarak kullanmaya başladım.  A. Kazhdan, J. Haldon, S. Mitchell, T. Gregory, P. Brown, Averil Cameron, David Talbot Rice, Dimitri Obolensky, Donald Nicol John Meyendorff, Margaret Mullett, Liz James, Nikolaos Oikonomides, Peter Charanis, Robert Browning, Speros Vryonis, Steven Runciman, Walter Kaegi, Wolfgang Müller, Paul Magdalino, Anthony Bryer, Judith Herrin, Andrew Dalby, Henry Maguire, Lynda Garland, Barbara Hill gibi birçok tarihçinin (ismini unuttuklarım umarım gece rüyalarıma girmez ve bunun hesabını sormazlar benden) kitaplarını bulabiliyordum burada çünkü burası bir alan kütüphanesiydi. Özellikle Anna Muthesius’un kitaplarını (tekstil çalışanların çok iyi bildiği bir isimdir kendileri) burada bulmam beni buraya adeta bağladı, kütüphanenin müdavimi haline getirdi.
Tumblr media
Hayatın bana hazırladığı ve hayatımı değiştiren küçük sürprizle müdavimi olduğum kütüphanede artık bir kullanıcı olarak kırmızı koltuklarda değil, kütüphaneci olarak “daha konforlu” siyah koltukta oturuyorum. Kütüphaneye alınabilecek ve koleksiyonda mutlaka olması gereken Bizans kitaplarını araştırıp, kütüphanenin koleksiyonunu zenginleştirmekle uğraşıyorum, kütüphanede mutlaka olması gereken kitapları buluyorum ve bundan inanılmaz keyif alıyorum. Hal böyle olunca acaba Bizansperver araştırmacılar ve tarihçiler hangi kitaplarımızı kurcalamış diye merak ettim ve bu kitapları sevgili kullanıcılarımız için yemedim içmedim listeledim. İşte kütüphanemizden en çok ödünç alınan Bizans tarihi kitapları (parantez içinde kitapların ödünç alınma sayıları var):
The Oxford dictionary of Byzantium / Alexander P. Kazhdan, editor in chief ; Alice-Mary Talbot, executive editor ; Anthony Cutler, editor for art history ; Timothy E. Gregory, editor for archaeology and historical geography ; Nancy P. Sevcenko, associate editor (15).  RCAC.REF/DF521 .O93 1991
A Byzantine settlement in Cappadocia / Robert Ousterhout (8).  RCAC/DS156.C3 Q77 2005
Urban and religious spaces in late antiquity and early Byzantium / Jean-Michel Spieser (8).  BR115.C45 S65 2001
Materials analysis of Byzantine pottery / edited by Henry Maguire (7).  RCAC/CC79.5.P6 M38 1997
The architecture of the Kariye Camii in Istanbul / Robert G. Ousterhout (7).  RCAC/NA5870.K3 O9 1987
Visualisierungen von Herrschaft : frühmittelalterliche Residenzen : Gestalt und Zeremoniell : internationales Kolloquium 3./4. Juni 2004 in Istanbul / herausgegeben von Franz Alto Bauer (7). RCAC/DF531 .V57 2006
The Byzantines / Averil Cameron (6).  RCAC/DF552 .C36 2006
The Byzantine aristocracy and its military function / Jean-Claude Cheynet (6).  DF543 .C47 2006
Art of empire : painting and architecture of the Byzantine periphery : a comparative study of four provinces / Annabel Jane Wharton (6). N6250 .W47 1988
Byzantium in the iconoclast era, c. 680-850 : a history / Leslie Brubaker and John Haldon (6).  BR238 .B78 2011
Kapitellplastik Konstantinopels vom 4. bis 6. Jahrhundert n. Chr. : mit einem Beitrag zur Untersuchung des ionischen Kämpferkapitells / von Thomas Zollt (6).  RCAC/NA2870 .Z65 1994
A temple for Byzantium : the discovery and excavation of Anicia Juliana's palace-church in Istanbul / Martin Harrison ; with a foreword by Sir Steven Runciman (5).  RCAC/NA5870.C48 H37 1989
Architecture and ritual in the churches of Constantinople : ninth to fifteenth centuries / Vasileios Marinis, Assistant Professor of Christian Art and Architecture, The Institute of Sacred Music, Yale University (5).  NA2543.S6 M359 2014
New Constantines : the rhythm of imperial renewal in Byzantium, 4th-13th centuries : papers from the Twenty-sixth Spring Symposium of Byzantine Studies, St Andrews, March 1992 / edited by Paul Magdalino (5).  DF552 .S68 1992
The von Post Collection of Cypriote late Byzantine glazed pottery / by Elisabeth Piltz (5).  RCAC/NK4146.C9 P550 1996
Bibliographie analytique sur la céramique Byzantine a Glaçure : un nouvel outil de travail / Véronique François (5).  RCAC/Z6207.B9 F73 1997
Glasierte byzantinische Keramik aus der Türkei / Beate Böhlendorf-Arslan (5).  RCAC/NK3873 .B64 2004
Byzantine infantryman : Eastern Roman empire c.900-1204 / Timothy Dawson ; illustrated by Angus McBride (5).  DF543 .D38 2007
Byzantium, Eastern Christendom and Islam : art at the crossroads of the medieval Mediterranean / Lucy-Anne Hunt (5).  N5345 .H86 1998
Approaches to Byzantine architecture and its decoration : studies in honor of Slobodan Ćurčić / edited by Mark J. Johnson, Robert Ousterhout, and Amy Papalexandrou (5). NA370 .A67 2012
A synopsis of Byzantine history, 811-1057 / John Skylitzes ; translated by John Wortley (5).  DF553 .S36 2010
Catalogue of the Byzantine and early medieval antiquities in the Dumbarton Oaks collection (4).  NK715 .D84 2005
Change in Byzantine culture in the eleventh and twelfth centuries (4). RCAC/DF601 .K39 1990
Master builders of Byzantium / Robert Ousterhout (4).  NA370 .O97 2008  
Constantinople during the era of Mohammed the Conqueror, 1453-1481 : maps-explanations-indices / Ali Saim Ülgen (4).  RCAC/DR730 .U44 1939
The Byzantine lady : ten portraits : 1250-1500 / Donald M. Nicol (4). RCAC/DF633.3 .N53 1994
The Palgrave atlas of Byzantine history / John Haldon (4). RCAC//DF552 .H35 2005
Europa im XV. Jahrhundert von Byzantinern gesehen (4).  RCAC/D117 .E97 1954
İstanbul'un tarihsel topografyası : 17. yüzyıl başlarına kadar Byzantion - Konstantinopolis - İstanbul / Wolfgang Müller-Wiener, Renate ve Schiele'nin işbirliği, Nezih Fıratlı'nın katkısıyla ; çeviren Ülker Sayın (4).  RCAC/NA1370 .M8520 2007
The icons of their bodies : saints and their images in Byzantium / Henry Maguire (4).  RCAC/N8189.B9 M34 1996
Les trésors monétaires byzantins des Balkans et d'Asie Mineure (491-713) / par Cécile Morrisson, Vladislav Popović et Vujadin Ivanišević ; avec la collaboration de Pascal Culerrier ... [et al.] ; assistés de Mina Galani-Krikou et de Yorka Nikolaou (4). RCAC/CJ1289.B35 M67 2006
Byzantine slavery and the Mediterranean world / Youval Rotman ; translated by Jane Marie Todd (4). RCAC/HT865 .R6713 2009
Bizans döneminde Ephesos/ edited by Sabine Ladstätter, Falko Daim (4). RCAC/DF261.E5 B5920 2011
Mélanges Jean-Pierre Sodini (4).  N6250 .M4 2005
Listede de görüldüğü gibi tarih öğreniminde üzerinde çok durulan, altı kalın uçlu kalemlerle çizilen birincil kaynaklar kullanıcılarımız tarafından pek tercih edilmezken; ikincil kaynaklar, mimarlık ve sanat tarihi ile ilgili olan kitaplar müdavimlerin gözbebeği olmuş durumda.
Tumblr media
Bizans tarihi alanında, içlerinde politika, ekonomi, sosyal cinsiyet, yemek, kültür, din, diplomasi, edebiyat ve daha nice tarih alt disiplinlerindeki yayınları barındıran Steven Runciman, Jacques Lefort, Slobodan ĆurčiĆ, Eunice Dauterman Maguire & Henry Maguire, Anthony Bryer özel koleksiyonlarına sahip ANAMED Kütüphanesi, koleksiyonunu geliştirmek için müdavimlerin kitap önerilerini bekliyor. Yalnız naçizane bir şartımız var kütüphane ahalisi olarak;  lütfen aldığınız kitapları rafa yerleştirmeyin, masada bırakın (evet korkmayın bırakın), sonra bulamıyoruz kitapları, istatistiklerini de alamıyoruz, üzülüyoruz, üzmeyin bizi…
1. Didem Madak, “Büyümüş Çocuk Şiiri,” Pulbiber mahallesi, (İstanbul : Metis Yayınları, 2013), s. 13-14.
2 notes · View notes
yenicagkibris · 5 years ago
Text
Entellektüel hiç bu kadar gerekli olmadı... - Fikret Başkaya
https://wp.me/pXsHy-KxH Türkiye “aydın”ın harman olduğu bir ülke. Dünya’da herhalde bu kadar “aydını” olan başka bir ülke yoktur. Bir eğitimden geçmek, diploma sahibi olmak ‘aydın’ sayılmaya yetiyor. Okumuşlar, söze,  ‘bir aydın olarak’ diye başlıyor… Velhasıl burası ‘aydını’ bol ama nedense ‘aydınlatanı kıt’ bir ülke… Peki neden? Aydın olmak, bir okuldan, üniversiteden mezun olmaksa, bir diploma sahibi olmaksa, o diplomayı almak için hangi bilgiler, nasıl ediniliyor? Bu okullardan mezun olanlar eğer ‘bilgi sahibi’ oldukları için ‘aydın’ sayılıyorlarsa, bilgi tek başına aydın sayılmanın yeterli koşuluysa, o zaman bu dünyada ‘aydından’ bol bir şey yok demektir… Aydın, entellektüel değil… Sosyolojik bir katman olan diplomalılar, ‘mektepliler’, sömürü düzeninin devamını sağlarlar. Onu yeniden üretirler. Bir bölüğü egemen/resmi ideolojinin oluşturulmasında da rol alır. Tam da entellektüel işlevin karşısında konumlanmışlardır. Aslında bizde aydın denilenlere, Tanzimat döneminde münevver denirdi ki, münevver, ‘tenvir edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı‘ anlamındadır…  Önceki döneminin uleması’nın işlevini devralmışlardı ve ‘bu devlet nasıl kurtulur’ sorusuyla ilgiliydiler… Verili sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürme misyonuna koşulmuşlardı… Cumhuriyet döneminde, münevverin yerini aydınlar aldı… Cumhuriyet döneminin aydınları, köşeli/ bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya memur edildiler. Resmi ideoloji üreticilerine aydın denilip, onlara ilerici bir misyon vehmedilmesi, Cumhuriyet döneminin bir ironisiydi… Resmi ideolojinin, resmi tarihin geçerli olduğu yerde de özgür düşünceye, özgür tartışmaya, eleştirel düşünceye yaşama şansı tanınmaz… O halde neden ‘egemen ideoloji’ değil de ‘resmi ideoloji’ deniyor? Zira, Cumhuriyet Rejimi, Batı’daki burjuva rejimlerinde olduğu gibi bir ‘egemen ideoloji’ üretebilir durumda değildi… Egemen ideoloji, kitlelerin bilincinde bir yanılsama yaratma, rıza üretme, gönüllü kabullenme yaratma yeteneğini varsayar… Başka türlü söylersek, güçlü bir ekonomik temeli varsayar… Cumhuriyetin egemen sınıflarının öyle bir ‘rıza üretme’ kabiliyeti yoktu. Ekonomik temel cılızdı… Geriye köşeli bir resmi ideoloji peydahlayıp dayatmak kalıyordu… Resmi ideolojinin geçerli olduğu bir ülkede, bir rejimde, ‘doğrular’ bizzat devlet tarafından belirlenir… Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi, neyin kötü olduğuna devletin adamları karar verir. İşte okumuşlar, mektepliler, bağnaz resmi ideolojinin tedris edildiği, okullardan mezun oluyorlar… Beyinleri dağlanmış, düşünme, muhakeme yetenekleri aşınmış, hizaya getirilmiş olarak diploma sahibi oluyorlar ve onlara bir de  ‘aydın‘ deniyor… Bu okullardan ‘aydın’ çıkmaz ama entellektüelin inkârı pekâlâ çıkıyor, çıkabiliyor… Elbette her yerde ve her durumda olduğu gibi istisnalar vardır ve iyi ki de vardır… Aksi halde durum daha da vahim olurdu… Tabii, ‘istisnalar,  kuralı doğrulamak içindir’ de denmiştir… Başka türlü söylersek, bizde ‘uzman’a ‘aydın’ deniyor… Uzman bir konuda bir şeyler bilene denir. Maddi-sosyal gerçekliğin çok küçük bir veçhesine dair bilgi sahibidir. Ağacı görür de ormanı görmez… Oysa, “gerçek” bütündedir. “Hakikat’ bütündedir… İşte, uzmanın bu niteliği, onun bilgisini egemen sınıfların, sömürü düzeninin hizmetine sunulmasını kolaylaştırıyor. Sömürü düzeni ‘uzmanı’ boşuna yüceltmez… Elbette bunu söylemek, herkes her şeyi bilmeli demek değildir… Sadece uzmanlık aşamasında kalanın, resmin bütününden habersiz olduğunu, dolayısıyla sınırlı bir ‘bakış’ ve ‘kavrayış’ yeteneğine sahip olduğunu hatırlatmaktır… Nitekim, bir uzman da pekâlâ gerçek bir entellektüel olabilir. Albert Einstein, bir fizikçiydi, yetkin bir uzmandı ama aynı zamanda bir entellektüeldi… Onu aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entellektüel yapan, sahip olduğu bilimsel bilgi değil, etik duruşu, insanî  toplumsal, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır… Nitekim Jean Paul Sartre: “Atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entellektüeldir” derken, aradaki farkı ifade etmiş oluyordu… Sartre ve diğerleri bilgili oldukların için entellektüel sayılmıyorlardı. Her ne kadar sosyolojik ‘aydın’ tanımına girenlerle ortak yanları ‘bilgili’ olmaları olsa da, onları entellktüel yapan, egemen ideoloji, resmi ideoloji ve devlet karşısındaki tutumları, açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında saf tutmalarıydı… Resmin bütününü görme, kavrama istidadına sahip olmalarıydı… Entellektüel kavramının mucidi olan Emil Zola, son derecede parlak bir yazar, aynı zamanda bir entellektüeldi… Bir uzman Nobel Ödülünü kazanabilir ama bu onu entellektüel yapmaz.. . Nitekim, Nobel Ödülü alanlar arasında ağacı görüp, ormanı görmeyen çok sayıda uzman vardır… Bilim ve teknoloji fetişizminden yakayı kurtaramayanları çoktur. Kapitalizmin hizmetindeki  bilimin ve teknolojinin yıkıcı sonuçlarını ısrarla görmezlikten geliyorlar… 1992 Rio, Çevre ve Kalkınma Dünya Zirvesi arifesinde, aralarında 59 Nobel Ödülü sahibinin de bulunduğu 400 ünlü bilim adamı [uzman densin], bir bildiri yayınlayarak: ” XXI’inci yüzyılın arifesinde irrasyonel bir ideolojinin ortaya çıkmasından duydukları kaygıyı” dile getirmişlerdi… Çevre ve ekolojik sorunlara duyarlı bilim adamlarını “gericilik” ve “irrasyonellikle” suçlamışlardı… Bildirinin öncülüğünü  Dr. Michel Salomon’un yaptığı Heidelberg Grubu’nun bu tavrı, iki konuda düşünmeyi gerektiriyor: Birincisi, Nobel Ödülü’nün değerinin tartışılmasını; ikincisi de, ‘bilim insanlarının’ yüceltilmesinin saçmalığına kafa yorma gereğini… Burjuva toplumunda bilim insanlarının ‘yüceltilmesini’… Dikkat edilirse, çokuluslu şirketlerin kârlarının düşmesi olasılığı bile ‘bilim erbabını’ kaygılandırıyordu… Fransız genetisyen. Andre Langenay’ın Rio Konferansına karşı bildiri yayınlayan ünlü bilim adamlarıyla ilgili yazısının başlığını: ” Bir Devekuşu Çetesinin Mutlak Körlüğü” koyması gerçekten yerindedir… Yazar, François Jakob’un, sık, sık ünlü bilim adamları arasında da herhangi bir sosyal grupta olduğu kadar ahmak ve pis herifin bulunduğundan söz ettiğini yazıyor… Burjuva dünyasında ağacı görüp, ormanı görmeyen adamlar da pekâlâ Nobel Ödülü alabiliyor ve tabii otorite sayılıyorlar… Tabii, her söylediklerinde de bir keramet bulunacaktır…Mesela ‘iktisat dalında’ hayli zamandır Nobel Ödülü veriliyor… Lâkin, “iktisat bilimi” denilip pazarlanan ve burjuva akademilerinin, üniversitelerin vazgeçilmez disiplinleri arasında yer olan söz konusu ‘disiplin’ aslında  burjuva ideolojisinden başka bir şey değildir. Bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur… Ve bu güne kadar tek bir Marksist düşünce insanının Nobel ödülü aldığı görülmemiştir… Aslında, eğitilmişlere, diplomalılara ‘aydın’ demek saçmadır. Tabii bu, okumuşlar arasından entellektüel çıkmaz demek de değildir… Bilakis en çok onlar arasından çıkar ama her diplomalı entellektüel olmaz. Diploma bir uzmanlık belgesidir sadece… Bir ustaya çırak olan biri, bir kaç yıl içinde işi öğrenir ve ‘usta olur’. Bir okulu, üniversiteyi bitiren de diploma alır ‘uzman’ olur… Bu ikisi arasında özde bir fark yoktur. Fakat, okula, üniversiteye giden, entellektüel olmak bakımından, ustaya çırak olana göre daha avantajlıdır. Nitekim, bilgiye ulaşma, eleştirel düşünceye ulaşma imkânına ve potansiyeline daha çok sahiptir. Elbette söz konusu olan sadece ‘potansiyel bir avantajdır’. Fakat sadece avantaj değil. Okul, üniversite ortamı kimi avantajlar sağlasa da, okullar, üniversiteler, egemen ideolojinin, resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği ve yayıldığı kurumlardır… Bu yüzden avantajın dezavantaja dönüşme ihtimali büyüktür… Entellektüel, eğitimli, yüksek düzeyde bilgili  olduğu için entellektüel değildir. Paul Baran; “Entellektüel denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni. daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle  o, status quo’yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup, entellektüelleri en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir “dert yaratıcısı’ bir ‘baş belası’ olarak görür”, derken  entellektüel denilenleri, sosyolojik aydın tanımına girenlerden farkını vurgulamak istemişti… Egemenlik sisteminin, sömürü düzeninin devamı, ideolojik egemenliğin, ideolojik yanılsamanın, ideolojik köleliğin sürdürülmesine, hurafelelerin etkin kılınmasına bağlıdır. İşte entellektüel, egemen sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış [reifiye olmuş] versiyonunu sineye çekmeye, kabullenmeye razı olmayan, iktidardakilerin empoze etmekte çıkarı olduğu “bir toplumsal değerler sistemine” başkaldıran, yaşandığı varsayılan gerçeğin çarpıtılmış, ya da “resmî” versiyonunun uyumsuzluğunu açığa çıkarmayı kendine iş edinen kişidir… Egemen sınıfların ve onların devletinin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiç bir tabuya, yasağa, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece mahalli, ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışandır… Lâkin bir şey var: Gerçeği söyleyenin düşmanı da çoktur. Nitekim, Santiago Rámon Y: “Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl   mümkün oldu? Her halde ya  gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!” derken, gerçeği söyleminin bedelini hatırlatmak istemişti… Entellektüel’in yalan cephesinin karşısında, doğrunun, gerçeğin safında konumlanması demek, onun gerçeğe ihtiyacı olanların safında konumlanması demektir ki, bu niteliğinden ötürü, fıtraten devrimcidir… Oysa, sosyolojik aydın olarak nitelendirilen mektepliler, okumuşlar taifesi, tam da entellektüelin karşı kutbunda mevzilenmiş durumdadırlar… İşlevleri, misyonları, varlık nedenleri egemen ideoloji, duruma göre resmi ideoloji üretip, ideolojik bulanıklığın devamını sağlamaktır… Misyonları ve varlık nedenleri  yalan üretmek, yalanı büyütmek ve yaymak olanların bir de aydın [entellektüel] sayılmaları saçmadır… Fakat bir şey var: Hiç bir toplumsal hareketin veya muhalefetin entellektüel yokluğunda başarı şansı yoktur. Her türlü devrimci hareketin, toplumsal isyanın veya sınıf hareketinin verili durumu dönüştürebilmesi, eskiyi yıkıp, yeniyi yaratabilmesi ancak bir ütopyanın varlığıyla mümkündür… İdeali, ütopyayı oluşturup-formüle edenler de entellektüellerdir. Onlar ezilen/sömürülen sınıfların organik entellektüelleridir… Entellektüellerin ‘organik entellektüel‘ adını hak edebilmek için bir örgütün üyesi olması gerekmez… Zira, fıtraten ve tanımları gereği zaten ezilen/sömürülen sınıfa dahildirler. Buraya kadar söylenenler bir yanlış anlamaya meydan verilmemelidir… Burada entellektüeli yüceltmek asla söz konusu değildir. Zaten bizzat entellektüelin varlık nedeni de, her türlü yüceltmeye karşı olmaktır. Zira, bu dünyada hiç bir şey yüceltilmeyi hak etmez. Entellektüel yüceltildiğinde varlık nedeni ortadan kalkar… Entellektüelin işlevi kritik durumlarda ve dönemlerde daha çok önem kazanmakla birlikte, toplumda politizasyonunun, politikleşmenin, bilinçliliğin büyüdüğü, sınıf mücadelesinin yükseldiği durumlarda ‘sosyolojik aydınların‘ hiç değilse bir bölüğünün ‘gerçek entellektüel işlevine kazanılması kolaylaşır. Nitekim, 1960’lı 1970’li yıllarda dünya ölçeğinde ‘sosyolojik aydınların’ bir bölüğü ilerici-devrimci mücadeleye katılmıştı… Kapitalist dünya sistemi,  burjuva uygarlığı, artık potansiyelini tüketmiş bulunuyor… İnsanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiğe gelip-dayandığı tarihsel kavşakta, entellektüel işlev hiç olmadığı kadar büyük önem taşıyor. Başka türlü söylersek, radikal eleştiri hiç bir tarihsel dönemde bu kadar önemli ve gerekli olmadı… Zira, artık sorun sadece bir sömürü, yağma ve talan düzeni olan kapitalizmi aşmaktan öte bir nitelik kazanmış bulunuyor… Sanayi kapitalizmi eni-sonu 250 yıllık bir zaman diliminde sadece insanî-sosyal mahiyetteki sorunları kötülükleri azdırmakla kalmadı. Ekolojik yıkıma da neden olarak, bir gezegen riski de yaratmış bulunuyor… Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış bulunuyor. Artık, ‘Büyük İnsanlığın’ önündeki ivedi sorun, sadece komünist toplum perspektifine endeksli bir sosyalist toplum düzeni kurmakla sınırlı değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmakla da ilgili…
0 notes
ciftlikcaddesi · 7 years ago
Photo
Tumblr media
http://ciftlikcaddesi.com/dunyadan/unlu-oyuncu-jeanne-moreau-hayatini-kaybetti.aspx
Ünlü oyuncu Jeanne Moreau hayatını kaybetti
Fransız oyuncu Jeanne Moreau 89 yaşında yaşama veda etti.
İngiliz Independent gazetesinin haberine göre, Fransız aktris Jeanne Moreau 89 yaşında hayatını kaybetti. Aktris, şarkıcı, senarist ve yönetmen Moreau, François Truffaut kült filmi Jules et Jim’deki performansıyla hafızalara kazınmıştı.
JEANNE MOREAU KİMDİR?
Fransız olan Anatole-Désiré Moreau’nun çocuğu olarak Paris’ te dünyaya gelen Moreau, Paris Konsevatuarı’nda eğitim gördü. Sahneye ilk kez 1947 yılında Avignon Festivali’nde çıktı. 1951’den sonra sinema filmlerinde oynamaya başladı. 1958’de Louis Malle yönetmenliğindeki Elevator to the Gallows filmi ile dikkat çekti ve Yeni Dalga akımının ünlü yönetmenleriyle çalıştı.
1962’de, François Truffaut’ nun Yeni Dalga etkisiyle çektiği çarpıcı filmi Jules et Jim’deki rolü ile dünyaca tanınan bir oyuncu haline geldi. Moreau, Michelangelo Antonioni (La notte and Beyond the Clouds), Jean-Luc Godard (A Woman Is a Woman), Orson Welles (The Immortal Story), Luis Buñuel (Diary of a Chambermaid), Elia Kazan (The Last Tycoon), Rainer Werner Fassbinder (Querelle), ve Wim Wenders (Until the End of the World) gibi yönetmenlerle başarılı filmlere imza attı. Bu yönetmenlerle başarılı filmlere imza attı.
Ntv
0 notes
Text
Patrick Timsit – On ne peut pas rire de tout à Pleyel streaming
Nationalités : Français Genre : Comédie Date de sortie : 2016-11-24 De : Marc-Antoine Helard Avec : Patrick Timsit
Rare et imprévisible, Saint Patrick Timsit revient avec world organisation nouveau spectacle coécrit avec ses complices Diamond State toujours : Jean-François Halin et Bruno Gaccio. Caustique, décalé, cinglant, il n’épargne personne, joue avec lupus feu et fait rire avec cerium qui fait mal. Souriant et décomplexé, prêt à linear unit découdre avec lupus agreement, Timsit lance lupus débat : Peut-on rire Diamond State tout ?
from Streaming VF http://www.streamovf.net/patrick-timsit-on-ne-peut-pas-rire-de-tout-a-pleyel-streaming/
0 notes
genevieveetguy · 13 years ago
Photo
Tumblr media
- By the way, I was woken by a guy screaming on a tower. I couldn't sleep... I had to shut him up. - A muezzin? You shut up a muezzin? - The...? - ...Muezzin. He was calling for prayer. - Oh, I didn't know. That's what the ruckus was. The screaming, the mike... Yours is a very strange religion. You'II grow tired of it.
OSS 117: Cairo, Nest of Spies (OSS 117, Le Caire nid d'espions), Michel Hazanavicius (2006)
3 notes · View notes