#Gözlerimi kaplayan
Explore tagged Tumblr posts
Text
Bileklerimi kesmeye çalıştığım, ama gözlerimi kaplayan gözyaşlarından göremediğim için bıçağın keskin tarafını tutup yanlışlıkla avucumu yardığım zamanları da hatırlıyordum. Elimdeki sargıya garip gözlerle bakan insanları, kızlar tuvaletinde hakkımda çıkan dedikodulara bir yenisinin eklendiğini... Hepsini hatırlıyordum.
#keşfet#winter#sözler#siyahkadarsonsuz#beyzaalkoc#siyahabulandim#0km#keşke yanımda olsan#yeni#siyahkadın#yaralasar#yaralarını ben sarayım#açık yaralar ve dikiş izleri#yarasalar#kalp yarası#yüreğimin zarif acısı#egeninışıkları#ömer ege zorlu#izmir aksoy#3391kilometre#3391km#beyzanınışıkları#veronika ölmek istiyor
69 notes
·
View notes
Text
Yalnız olmayı sevdiğimi söylerim, bilirsiniz zorunda kaldığınız her şeye katlanmanın en kolay yolu düşüncenizin aksini doğruymuş gibi görmekten geçer. Bilmiyorum, hâlâ bunun bir yalan olduğuna inanmak istiyorum. Ama fark ettim ki şimdilerde yalnız kalmaktan öylesine korkuyorum ki. Küçükken daha kolay gelirdi her şey. Her ne kadar şimdi de pekala büyümemiş olsam da o minik çocuğu bulamıyorum işte. Gülümsemenin öylesine doğal bir eylem olduğu anları bulamıyorum. Yalnız olsam bile aynanın karşısında kendime gülümsediğim anları arayıp duruyorum. Hep elim yansımayla birlikte hareket eder ve avuç içlerimiz çakışırdı gülümserken. Şimdi öylesine zor geliyor ki sığınmak kendime. Sözlerim, varlığım, çabalarım öylesine yanlış geliyor ki gözüme. Ağzımı açarken bin kere düşünmeme rağmen açtığımda yine de pişman oluyorum. Konuşmak, cevap vermek, anlamak, hislerimi kontrol edebilmek fena halde zorluyor beni. Çocukken önemli değildi bunlar. Ağlasan çocuk o ağlar deyip geçerlerdi. Çocukken ağlamak tuhaf gelmezdi. Şimdi ağlasam dikkat çekmeye çalışıyor, bunda kırılacak ne var ki derler. Sorun yok dolu gözlerimi saklamayı iyi bilirim. Yine de işte istemiyorum. Korkuyorum. Bu insanlarla tek başıma başa çıkmaktan korkuyorum. Bir gün olurda yeterince kırılırsam, sevdiğim her şeyi yakıp yıkmaktan, kaybetmekten korkuyorum. Umrumda değiller hep yalan. Ben hâlâ o küçük çocuktan medet umuyorum. Kendimi bu halden kurtarmaya gücüm yetmiyor çünkü. Bu korku ağır geliyor bana. Kırıldıkça kırıyorum, kırıldıkça daha karmaşıklaşıyor her şey. Oysa insanlar öylesine tuhaf ki, yerle yeksan etseler beni aldıkları çiziğe bakıyorlar. Buna mı kırıldın lafı öylesine ağır ki aslında. Keşke bir anlığına görseler kalbimi kaplayan zehri.
10 notes
·
View notes
Text
Unutamıyorum onu… Düşünmeden bir an bile duramıyorum. Nasıl olurduk diye geçiyor aklımdan, defalarca… Anlayamıyorum, neden istemedi beni? Oysa ben onun için gök kubbeyi yere indirirdim, tüm dünyayı önüne sererdim. Ama olmuyor işte. Aklımda hep o var; kendimi düşünmekten alamıyorum. Gözlerimi kapatsam, yüzü beliriyor zihnimde.
Onu düşününce titriyorum, o gülünce içim huzurla doluyor. Benden mutlusu yok o an. Ama ağladığında… ah, gözyaşlarım sel olup akıyor. Neden görmüyor beni, neden duymuyor yüreğimi? Uyuyamıyorum geceleri, zihnimin her köşesinde o var. Saçlarını, gözlerini, o güzel gülüşünü unutamıyorum. Aklımdan bir an olsun çıkmıyor. Nereye baksam, onu görüyorum; ama o orada yoksa, bu kalp nasıl dayanır buna?
Ağlamak istiyorum ama gözyaşlarım bile tükenmiş. Kendimi ona yazdığım şiirler gibi saf ve ona adanmış hissetmek istiyorum, ama elimden hiçbir şey gelmiyor. Kimseyi sevmedim senin gibi, kimseyi beklemedim böyle… Onun varlığı benim yokluğum gibi, içimi kaplayan bir karanlık. Öyle bir sevda ki bu, bir tek ben yaşıyorum sanki.
Seni seviyorum
Rüzgar
2 notes
·
View notes
Text
Gecenin ilerleyen saatlerinde başbaşa kalıyorum kendimle.Ses yok, bir şey diyen yok. Sadece ben ve içimden geçen milyonlarca düşünce. Geç yatan birisiyim. Gece on ikiden sonra başlar ben uyuyana kadar benimle devam eder. Pişmanlıklar, keşkeler, üzüntüler,asla gerçek olmayacak hayaller... İçimi kaplayan hüzün bazen beni uyutmaz. Deli gibi uykum vardır gözlerim acır ama sanki direnir içimdekiler inatla. Ruhuma işler üzüntülerim.Saatler ilerledikçe beni daha çok sarar. En son ya ağlayarak uyuyakalırım ya da gözlerimi zorla kapatırım sessiz çığlıklarıma...
~Lavinia ♠︎
33 notes
·
View notes
Text
sevgili aşk,
nasıl derler bilirsin, hep bi kalıba sıkıştırırlar seni. her şeyde senin arkana saklanırlar, herkese sanki önemsiz bişeymiş gibi seni seviyorum, aşığım derler. sen öyle bişey değilsin ki. akşamları karanlıkta, karanlığınla boğan, gündüzleri ateşinle külleri canlandıran sen değil misin?
tuhaf hissediyorum. boğulurken nefes alıyorum. nefes alırken kesiliyorum ve ölüyorum. sen misin beni bu hale getiren, yoksa sevgi mi üstüme toprak atan? düşmanım mı var nefesime, kinin mi var damarlarıma? geçmişi taşıyan saçlarıma mı kırgınlığın? gel desem gider misin? kalbe inanır mısın mesela, seni canlı tutan lanet mısralar. kolumdan süzülüyor kelimelerimden akan ruhlar. dans eden bi sıcaklık var tenimde, hangi renk?
söylesene, sen misin insanları bitiren, yoksa vücut bulmuş haline tapan zeus? kim dedi pandoraya açma diye, sen misin açtıran, lanet mi onu kaplayan? sen mi ulaştırdın insanlığın çığlıklarını göğe? söylesene, hiç uğradın mı bana da? yoksa meryem ana gibi kutsadın mı beni de? nedir ruhumun çatlaklarından sızan?
batıyorum nereye olduğunu bilmeden? kesiyorum nefesimi oksijen nedir bilmeden? kapıyorum gözlerimi, varıyorum hypnosa. alır mı yanına, kapatır mı sonsuzluğa? aşık olur mu mesela, ölüm kokan bana?
19 notes
·
View notes
Text
Arkadaşlık kolay ama aşk, tıpkı gözlerimi kaplayan sis gibi işleri karıştırıyor.
2 notes
·
View notes
Text
Her zaman fırtına gök yüzünü haberci olarak kullanır ve kara bulutlarını kasabanın üzerine gönderir. Buradayım, der bana. Korku dolu bakışlarıma rağmen içimde büyüyen heyecanlma kapılarak gözlerimi kaldırıp gök yüzünü kaplayan kara bulutların arasında bir ışık aradım. Kasırga gelirse hayatta kalabilmem için bana gönderdiği mesajı aradım gökte ama ışık yoktu, bu sefer galiba yolun sonuna gelmiştik. Senin için de benim içinde yolun sonu D.
1 note
·
View note
Text
KUZGUN
Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna;
Sabırsızlıkla beklerken sabahı, ilişti gözlerime sıcak bir odanın aydınlığı.
Gözlerimi diktim camlara, baktım içeride genç bir adam tek başına oturmakta;
Ölümün gölgesi düşmüş gözlerine, başı önde derin derin düşünmekte
Kendi çilem yetmezmiş gibi bana, uçtum yüzü kederle güzelleşen bu adama
Mezer taşını andıran bir koltukta oturan o yıkılmış adama.
Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken zayıf, tasalı
Yabansı, tuhaf sesi üzerine eski, unutulmuş bilgilerin,
Uykunun eşiğinde düşerken başım öne, aniden bir tıkırtı geldi içeriye
Sanki biri usulca vurdu, vurdu kapısına odamın
"Bir ziyaretçi olmalı," diye mırıldandım, "bir ziyaretçi çalıyor kapısını odamın yalnızca bu, başka bir şey değil."
Korkunca kanatlarımın sesinden, ürküttüm onu istemeden,
Başladı kendi kendine konuşmaya, belki de ihtiyacı vardı bir arkadaşa
Nasıl bir acıydı onu böyle içine döndüren, gözleri açıkken kabuslar gördüren,
Keşke konuşacak kadar gelişmiş olsaydı dilim, bu düşküne hemen yardım ederdim
O ise unuttu bile beni, unuttu odasının önündeki gölgemi.
Anlamsızca mırıldanıyor dudakları, yitik bir bakışı gizliyor gözkapakları.
Ah, çok iyi anımsıyorun, solgun bir aralıktı
Ölen her kor bırakıyordu hayaletini döşemeye ayrı ayrı
Nasıl diledim nasıl, bir sabah olsa; -ödünç almak için aradım kitaplarımda
Acının ara verdiği anı boşuna -yitirdiğim Lenore'un verdiği acı-
O eşsiz, ay yüzlü masum kız, meleklerce konmuştu Lenore adı,
Sonsuzluğa karışan o yitik adı
Fısıldayınca böyle sevgilisinin adını, yaşayacak sanıyor yeniden o tutkulu anları
Buruk bir sanrı salınıyor tüllerle, salınıyor tüllere bürünmüş bir genç kız görünümünde
Salınıyor ışığın aydınlatmaya yetmediği bu alacakaranlık adamın yüreğinde,
Bitmek tükenmek bilmeyen o uğursuz kış gecesinde,
Titrek bacaklarının üzerinde doğrularak, dinlemeye çalışıyor o tuhaf hayali
En renkli düşlerin bile özlemini dindiremeyeceği o narin hayali
İpeksi mor perdelerin üzgün, kararsız sesi
Ürküttü beni, o güne kadar hissetmediğim bir dehşetti kaplayan içimi
Hızla çarparken yüreğim, sürekli yineledim
"Bir ziyaretçi," dedim, "içeri girmeyi diliyor kapısında odamın
Geç kalmış bir ziyaretçi, girmeyi diliyor kapısında odamın
Hepsi bu, başka bir şey değil"
Dikkatsiz bir kıpırdanış, fark ettirdi beni, fark ettirdi kara
gölgemi.
Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu;
Ona yardım etmek için güvenli yuvamı bırakıp penceresine konduğumu.
O kendi cinnetini büyüterek içinde, savuruyor belleğini karanlık rüzgarların önüne;
Gizli bir zevk de alıyor bundan, damarlarında dolaşan o katıksız acıdan.
İşitiyorum korkusunu duvarların ardından, görüyorum sararmış yüzünü pencerenin kenarından.
Ruhuma güç geldi aniden, artık ikircime düşmeden
"Bayım," dedim, "ya da bayan, diliyorum sizden affımı
Ancak şudur olan, uyukluyordum, çalındı kapım,
Çalındı belli belirsiz, kapımı tıkırdatan sizdiniz;
Öyle ki emin olamadım duyduğuma bir tıkırtı" - İşte açtım ardına dek kapımı;
- Yalnızca karanlık, başka bir şey değil
Yanlış yerde arıyor beni, bir insan sanıyor bu solgun sisler içinde bekleyeni.
Çok genç sayılmasa da tanıyamamış daha insanoğlunu;
Umut diye onlara sesleniyor hala, hiç anlayamamış yaşamı bu zavallı budala.
Kahrediyorum dilsizliğime, seslenmek isterdim bu talihsiz şaire;
Boşuna dikme gözlerini gecenin sisine, o genç kızın hayalini artık bekleme,
O çoktan karıştı toprağın tenine, çoktan alıştı sessizliğin sesine.
Karanlığın derinliklerini gözledim, uzun süre orada korkuyla merakla bekledim
Şüpheyle düşledim hiçbir ölümlünün düşünmeye cesaret edemeyeceği düşler;
Ama sürekliydi sessizlik ve hiçbir yanıt vermedi
Söylenen tek sözcük, fısıldanan bu addı, "Lenore?"
Fısıldadım, yankı bana fısıldadı yeniden, "Lenore!"
Yalnızca bu, başka bir şey değil.
Odama döndüğümde, bütün ruhum yanıyordu bedenimde.
Yeniden duydum daha güçlü bir tıkırtı,
"Eminim," dedim, "eminim, bu bir şey penceremin kafesindeki;
Bakmalı ne ise oradaki, çözmeli bu sırrı;
Yalnızca rüzgar, başka bir şey değil!
Kepengi açınca, gördüm kanat çırpan telaşla,
Geçmişin kutsal günlerinden gelen heybetli bir kuzgun,
Aldırmadan hiç bana, durup dinlemeden bir dakika,
Bir lord ya da lady edasıyla, tündei odamın kapısına,
Tünedi Pallas büstüne, duran kapımın hemen üstünde;
Tünedi ve oturdu, hepsi bu.
Bu abanoz siyahı kuş takındığı sert, kara ifadeyle,
Döndürdü karamsarlığımı bir gülümsemeye.
Dedim: "Kesinlikle korkak değilsin, kırık olmasına rağmen sorgucun,
Gecenin kıyısından gelen, ölüye benzeyen antik kuzgun,
Söyle nedir gecenin ölüler kıyısındaki adın!"
Dedi: "Hiçbir zaman!"
Şaşırdım bu tuhaf kuşun konuşmasına, böyle açıkça,
Çok kısa ve ilgisiz olmasına rağmen yanıtı;
Katılmadan edemeyiz bu fikre kutsanmamıştır hiç kimse oda kapısının üstünde bir kuş görmekle;
Kuş ya da canavar tüneyen kapısının üstündeki büste,
anılan "Hiçbir zaman" gibi bir isimle.
Ama kuzgun tek başına oturarak sakin büstün üzerine;
Yalnızca bir sözcük söyledi, o sözcük taşıyordu sanki ruhundan;
Ne tek bir tüyünü kıpırdattı, ne de başka bir şey çıktı ağzından.
Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar, "Daha önce diğer arkadaşları uçup gitti;
Yarın o da terk edecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi,
Ama kuş dedi: "Hiçbir zaman!"
Ürktüm sessizliği bozan bu yerinde yanıttan,
"Kuşkusuz," dedim, "bildiği bu birkaç sözcüğü,
Öğrenmiş, insafsız belaların kovaldığı mutsuz bir sahipten;
Şarkıları tek nakarat oluncaya kadar kovalanan o mutsuz kişiden.
Öğrenmiş, umudun ağıdı olan şu kederli nakaratı:
"Hiç-hiçbir zaman!"
Ama kuzgun hala döndürüyordu hayalimi gülümsemeye;
Oturdum kuşun, büstün, kapının önündeki koltuğun üstüne;
Gömüldükçe kadife yastığın içine, gömüldüm hayalden hayale,
Düşündüm geçmişten gelen bu uğursuz kuşu;
Geçmişten gelen bu zalim, tuhaf, korkunç, sıkıcı, uğursuz kuşu.
O tekrarladı ilençli sesiyle, "Hiçbir zaman!"
Oturup, tahmine koyuldum tek hece söylemeden kuşa,
Ateşli gözleri kalbimi dağlayan kuşa;
Tahminimi sürdürdüm yaslayarak başımı;
Lambadan süzülen ışığın aydınlattığı yastığın kadife kumaşına,
Lambanın aydınlattığı menekşe moru kadife şekilleniyordu ışıkla;
O hiç yaslanamayacak, ah! Hiçbir zaman, bir daha!
Sanki hava ağırlaştı gizli bir buhurun kokusuyla; sallandı yer,
Ayaksız meleklerin adımlarıyla, ayak sesleri dönüştü tüy kaplı zeminde çıngırak seslerine.
"Zavallı," diye bağırdım kendime, "Tanrın gönderdi bu iksiri sana melekleriyle,
Unutasın diye bir an Lenore'un anılarını.
İç, kana kana iç bu ilacı, unut artık şu yitik Lenore'un aşkını!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Bir kışkırtıcı mıydı seni gönderen, ya da fırtına mı bu kıyıya getiren,
Yine de çok cesursun bu ıssız, büyülenmiş yerde-
Korkunun terk etmediği bu evde -yalvarırım bana doğruyu söyle-
Var mı? Var mı umar Tur-i Sina'da? -söyle- yalvarırım söyle!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Üzerimizde uzanan cennet adına, ikimizin inandığı tanrı adına;
Söyle bu hüzün yüklü ruha, o uzak cennette,
Sarılabilecek miyim, meleklerin Lenore diye adlandırdığı o kutsal kıza?
Sarılabilecek miyim meleklerin Lenore diye andığı o eşsiz, ay yüzlü kıza?
Kuzgun dedi: "Hiç - hiçbir zaman!"
"Bu sözcük ayrılığımıza işaret olsun kuş ya da iblis!" diye bağırdım.
"Geri dön fırtınana, dön gecenin ölüler kıyısındaki diyarına!
Tek bir kara tüyünü bile bırakma, işareti olarak ruhunun söylediği o yalanın!
Yalnızlığımı bozma! Kapımın üstündeki büstü terk et!
Gaganı çıkar yüreğimden, bedenini kapıdan al git!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
Kuzgun bir an olsun ayrılmadı, oturdukça oturdu,
Oturdukça oturdu oda kapımın hemen üstündeki Pallas büstünde;
Benziyordu gözleri hayal kuran bir şeytanın görüntüsüne,
Vuruyordu kara gölgesini yere lambadan yansıyan ışık;
Kapalı kaldu ruhum bu kara gölgenin içinde,
Kurtulamayacak - Hiçbir zaman!
6 notes
·
View notes
Text
Karanlığında Boğulmak
"Bedenim bendiliğimi terketmek üzereydi, soğuk terler döküyordum, nefes alış verişim hızlı ve kesiksizdi. Ellerimi kaldırıp onlara odaklanmaya çalıştım ama ellerimi bile göremiyordum.O odanın içinde kapana kısılmış hissediyordum,her zaman böyle hissetmişimdir, yapayanlızdım. Ses ve görüntü yok, soluklarımdan ve kafamdaki susmak bilmeyen düşüncelerden başka hiçbir şey duyamıyordum. Korktuğum şey karanlık değildi, yapabiliceklerimdi." Önündeki kağıda bir şeyler not aldıktan sonra bakışlarını bana çevirdi, Tanrım yine o yapmacık berbat gülümsemesini yüzüne takınıyor, nefret ettiğim gülümsemesiyle birlikte odadaki saatin "tik tak" sesi birleşmiş beni çileden çıkarmak üzereydi, daha fazla orda durmak istemedim.
"Bana şu "yapabiliceklerim" 'den kastının tam olarak ne olduğunu anlatır mısın?" Gözlerimi kapatıp odadaki sinir bozucu detayları yok saymaya çalıştım, ama imkansızdı.
"Şu saatin pillerini sökebilir misiniz?" Ani çıkışımın üzerine kadının yüzündeki afallama ifadesini saniyeler olsa da görmeyi başarabilmiştim, sonra yine o yapmacık olduğu nefes alışından bile belli olan gülümsemesini tekrardan yüzüne takındı."Gülümsemeyi de keserseniz sevinirim." Ağzını açtığında ondan önce davranıp lafını kesmiştim, tekrar afallama. Kafasını onaylarcasına sallayıp ayağa kalktı, adımları sinir bozucu derecede yavaştı, ve ben 5. adımı attığında dayanamadım."Unutun gitsin, bi psikoloğa neden ihtiyacım olduğunu bile anlamıyorum. Siz bu terapilerinizden birini ona verin bence, bana değil." Ayağı kalkıp kabanımı aldıktan sonra odanın kapısını açıp dışarı çıktım, içimdeki tüm nefreti kusarcasına kapıyı çarpıp o yerden ayrıldım.
Topuklu ayakkabılarımın çıkardığı sesleri yok saymaya çalışarak hızlı adımlarla evime ulaşmaya çalışıyordum. Aklımdan geçen düşünceler beynimi tüketmeme yetecek kadar fazlaydı. Duygularım, hislerim ve düşüncelerimi kaplayan karanlığa yeminler olsun ki kaçacağım. Bedenimi sana teslim ediyorum bırak ki benliğim kurtulsun. Buysa yaşamak tercih ederim ölümü. Hem ölü bi bedenle farkı yok diri bi bedenin hissizliğinin.
Kaldırımın kenarında oturmuş ağlayan bi çocuk gördüğümde duraksadım. Çocuklar konusunda çoğu zaman duyarsızımdır, onları sevmem, özellikle ağladıkları zamanlar, ama içimdeki bi ses bu sefer durmamı söylemişti. Ayağımdaki ayakkabıları çıkarıp bir kenara attım, çocuğu karanlıktan zar zor seçebiliyordum ama bir kız çocuğu olduğu her halinden belliydi, uzun sapsarı saçlarına küçük tokalar takılarak şekillendirilmişti, üstünde bordo bi tulum vardı ve diğer çocuklara nazaran oldukça tatlı gözüküyordu. Oturduğu kaldırımın biraz ilerisine oturup onu izlemeye başladım, azalmayan gözyaşları üstündeki küçük bordo tulumu ıslatıyordu. Biraz yanına yaklaşıp elimi omzuna koyduğumda irkilerek geri çekildi."Adın ne ufaklık?" Bakışlarında mavilik vardı, gözlerindeki koyu mavi renk bakışlarını da renklendirmişti.
"Adım yok." Tek kaşımı kaldırıp sorgularcasına yüzüne baktım.
"Ailen nerde?" Dur durak bilmeyen gözyaşları çoğaldığında ailesini kaybetmiş olabiliceğini düşündüm, onun yaşındaki bi kız için ne kadar da acı olsa gerek."Nerde kalıyorsun?" Üstündeki pahalı kıyafetlere ve özenilerek yapılmış saçına bakılırsa evsiz değildi, yada ailesini yeni kaybetmişti. Hüzünlü mavilerini gözlerime diktiğinde içim acıdı.
"Seninle kalmak istiyorum." Yüzüm şaşkın bi hal aldığında ağlaması ansızın durmuştu. Onu reddedicektim, çünkü ben çocuklardan nefret ederim, onu reddetmeliyim.
"Peki." Bu kelimenin ağzımdan nasıl çıktığını bilmiyorum, bedenim son bi kaç yıldır yaptığı gibi benden izin almadan hareket ediyor. Çocuğun maviliklerinin rengi açılmaya başladı gülümsemesi yüzünde yayılırken. Küçük narin kollarını boynuma dolayarak bana ardı ardına sevgi sözcükleri sıralamaya başladı. Kollarımı ağır ağır kaldırıp emin olmamakla birlikte beline doladım. Yüzünü çekip ışıldayan bakışlarını gözlerime diktiğinde ağzındaki eksik olan 2-3 dişi gösterircesine genişçe gülümseyip yanağımı öptü.
"İyiki varsın." Belli belirsiz gülümseyip onu kucağıma aldım. Gecenin karanlığında sokağı aydınlatan sokak lambalarının altında çıplak ayaklarımla onu evime götürmeye başladım.
Ona yiyecek bir şeyler hazırlamakla uğraşırken arada bir ona bakıyodum, daha doğrusu ona bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Maviliklerini televizyona dikmiş açtığım çizgi filmi izlediği dakikalar boyunca sessizce oturmuştu. Yanına gidip elimdeki tabağı sehpaya bıraktım.
"Kendin yiyebilir misin?" Gülümseyip kafasını salladığında yanına oturdum. Telefonumu cebimden çıkarıp "Ablam" yazısına tıkladım. Telefonu kulağıma götürüp çağrı sesini dinlerken bakışlarımı çocuğa çevirdim, sandviçten küçük bi parça koparık onu çiğnemeye çalışıyordu. Onun bu halini gördüğümde yüzümde istemsiz bi gülümseme oluşmuştu. Telefondan "Aradığınız kişiye şuanda ulaşılamıyor." sesi geldiğinde oflayıp telefonu kapattım.
"Annem mi?" Çocuğun mavilikleri koyulaşmış ve ümit dolu bakıyordu gözlerime.
"Annenin kim olduğunu biliyor musun?" Çocuk kafasını sallayıp iştahla sandviçini yemeye devam etti."Adı ne?" Yüzüme kınayıcı bi bakış attığında neden böyle baktığını anlayamamıştım.
"Annemi sen de tanıyorsun."
"Pardon." kız yüzüme bile bakmadan sandviçini yiyip televizyonu izlemeye devam etti. Üzgün olduğu için saçmalayabiliceğini düşündüm, herkes böyle anlarda biraz saçmalar. Tek kelime daha etmeden yanından kalkıp odama gittim. Yatağıma uzanıp kulaklığımı telefona bağladım. En sevdiğim şarkıyı açıp kulaklığı taktıktan sonra hiçbişey düşünmemeye çalıştım. Gözlerimi kapatıp huzurlu hissetmeye başladığım sırada telefonum çalınca kulaklığımı çıkarmadan, hatta kimin aradığına dahi bakmadan aramayı cevaplandırdım."Alo."
"İyi günler.Ben ablanızın cinayetiyle ilgili yeni edindiğimiz bilgileri size aktarmak için aradım." Gözlerimi sonuna kadar açıp doğrudan ışığa baktım.
"Ablam mı?" Yatakta dikelip kulaklığımı çıkararak telefonu kulağıma götürdüm.
"Evet,yeni şüpheliler bulduk ve sizin de bunu öğrenmek istiyeceğinizi düşün-"
"Ne tür bi şaka bu! Komik olduğunu ve aklınca şaka yaptığını mı düşünüyorsun?" Uzun bir sessizliğin ardından aramayı sonlandırıp telefonu yatağın diğer ucuna attım. Kendimi toparlamakta zorluk çekerken insanların bana böyle şakalar yapması hiç hoş değildi. Kendimi bulmakta zorlandığım şu zamanlarda hiçbir şeyden keyif alamaz olmuştum ve ablam benim psikolağa gitmemi sağlayarak iyi olucağımı iddea ediyordu.
"Şaka değil." Kafamı çevirip kapının önünde dikilen küçük kıza baktım.
"Bak bilmediğin işlere burnunu sokmamalısın." Uyarıcı bi tonla konuşmama rağmen beni umursamadı.
"Hatırla." Yüzümü ovalayıp ofladım.
"Seni evime aldığım için pişman olmaya başladım."
"Hatırla, bizi nasıl ölüme terk ettiğini hatırla."
"Sen neden bahsediyorsun? İyice saçmalamaya başladın çık artık şu odadan!" Kız başka bir şey söylemeden odadan ayrılıp kapımı kapattı. Yüzümü sıvazlayıp yatağa oturdum, herşey üst üste gelmek zorunda mı? Aniden elektrikler gittiğinde telefonumu bulmak için yatağın üstünde elimi gezdirdim. İçerden bi çığlık sesi geldiğinde olduğum yerde donakaldım."Mavi." Ardı ardına gelen çığlık sesleriyle olduğum yerden kalkıp hızla kapıya yöneldim. Kapıyı açmaya çalışsam da kapı açılmıyodu, sanki biri onu tutuyomuş gibi.
"Bizi kurtaramadın." Kafamı çevirip karanlığın içindeki maviliklere baktım, silah sesleri, çığlıklar. "Yapabilirdin ama yapmadın!"
"Hayır kapı kilitliydi."
"Kapı hiçbir zaman kilitli değildi, sen oturduğun yerden kalkıp onu açmadın sadece." O gece olanlar geldi gözümün önüne, onları bir kez daha kaybedemezdim.
"O zaman korkuyordum, şuan korkmuyorum sizi kurtarabilirim."
"Çok geç, karanlığında boğul." Mavilikler ansızın gittiğinde kendimi yere atıp ağlamaya başladım.
"Kurtaramadım."
Yaşamak mıdır ölmek? Bana kalırsa evet. Siz yaşamayı bu sefil bedenlerinizde geçirdiğiniz boş ve acı dolu hayatlardan biri sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Hayatta geçirdiğim süre boyunca oluşan yürek acısına tercih ederim bilkelerimi kestiğimde oluşacak tatlı acıyı. Karanlıkta boğulmak, zihnimden bir türlü atamadığım o iki kelime. Onları kurtaramadım, beni karanlığa sürüklediklerinde korkup onlara yardım edemedim. 2 yıldır, zihnim bana oyunlar oynayıp o anı tekrar tekrar canlandırıyor, ama ben bir kez olsun onları kurtaramadım. Şimdi karanlıkta boğulmalıyım, karanlığı kendi kanımla doldurmalıyım ki başkalarının canlarını da alamasın. Karanlığa bürünmeliyim ki artık korkmadığımı anlasınlar.
5 notes
·
View notes
Text
Geçenlerde bahçede dolaşırken kırmızı bir yusufçuk gördüm, onu heyecanla seyretmeye başladım. Böceklerden genelde korkarım ama Yusufçuk böceği oldum olası beni mutlu eder. O incecik tül gibi kanatlar bana masal perilerini anımsatır hep, gördüğümde hep bir mucize gerçekleşir.
Bu duyguya sahip olan sadece ben değilmişim. Birçok kişi yusufçukları umut ve yaşam enerjisi sembolü olarak görürmüş. Ayrıca mitolojide yeniden doğuşu simgelermiş bu zarif böcekler. Eve yusufçuk girdiğinde şans ve bereket gelirmiş. Bu minicik böcekler sadakat, tutku, aşk ve tek eşliliğin de sembolü. Neden mi dersiniz? Dişi Yusufçuklar, doğası gereği çiftleşme sırasında erkeğin kafası ile bir bağ kurup, buradan beslenirmiş. Erkekler ise hayatları boyunca sadece bir kez çiftleşebileceğini bilerek bu bağın kurulmasına izin verir, dişisiyle birlikte olmanın mutluluğuyla ölümü kabul eder ve kendini sonsuz aşkın kollarına bırakırmış. Yusufçuk bazı kültürlerde ise ateşe aşık böcek olarak biliniyor. Bu inanca göre ateşin dalgalanarak kurduğu ahenge kendini kaptırıp, çevresinde dönerek adeta onunla dans etmeye başlar. Bu aşkın onun sonu olacağını bilir ancak yine de vazgeçmez. Dansın sonunda ise kendini ateşin içine bırakarak aşkıyla kavuşur.
Bu kadarla da bitmiyor bu minicik zarif ama ejderha gibi özellikleri olan yusufçuğun marifetleri. Aynı zamanda bilgelik sembolü, illüzyonlara kapılmadan hayatın gerçeklerine karşı gözlerinizi açmanız gerektiğini gösteriyor.
Helikopter böceği (havada asılı durduğu için helikopter icadına ilham vermiş) ejder sinek (dragon fly) gibi isimleri olduğu gibi genellikle sulak alanların çevresinde yaşadığı için Su Perisi ve Su Ruhu olarak da adlandırılıyor. Suların altında yer alan ve hiçbir zaman keşfedilmemiş dünyalardan bize mesajlar getirdiğine inanılıyor.
Bu kadar bilgiden sonra gelelim bu masal perisinin bana anlattığı masala;
Onunla göz göze geldiğimde
bir varmış bir yokmuş diye anlatmaya başladı kırmızı yusufçuk, Japonya’da yenilmez böcek olarak, eskiden bu ülkenin sembolü olduğunu,
17. yüzyılda Japon savaşçılarının kendilerine güç ve koruma getirdiğine inandıkları için yusufçuk motifleriyle maskelerini süslediklerini söyledi. Parlak kanatlarının altında mucizeler taşıdığını, bana güç ve ilham getirdiğini, aslında düşündüğümden daha fazlası olduğumu, içimdeki tutku sayesinde hayalini kurduğum her şeyi başarmak için gerekli olan güce sahip olduğumu anlattı. Onu gördüğüm için evrenin benim için güzel şeyler hazırladığını, hayalimdeki gibi savaşların olmadığı, din, dil, ırk farkı olmadan sevgi ve barış dolu bir dünyanın mümkün olabileceğini, bu hayalimin gerçekleşebileceğini, umudumu kaybetmemem gerektiğini söyledi. Ben gözlerimi kapatıp, kulağımda John Lennon’un şarkısı, böyle bir dünyanın hayalini kurarken bir baktım kırmızı yusufçuk havalanmış, uçuyor. Sanki o sırada kafasının neredeyse tümünü kaplayan gözlerini kırptığını gördüm, ve bir anda gerçeğe döndüm.
Siz de bakın etrafınıza, bir yusufçuk görürseniz benden selam söyleyin, ve hayallerinizin gerçekleşeceğinden, güzel haberler alacağınızdan emin olun….
0 notes
Text
❝ Burada, hatta adımımı attığım her yerde benim sözüm geçer, çünkü ben Heves Korhan'ım 'tatlım' ve Heves Korhan olmak bunları gerektiriyor, bilmem anlatabildim mi? ❞
❝ Ben senin kalbinin misafiri değil, sahibi olacağım sarışın. O güzel kalbinin sahibi olduğumda bu anı, söylediklerimi iyi hatırla. ❞
❄️
"Güzel kızım, hala uyanmadın mı?"
Duyduğum tanıdık sesle gülümsediğimde gözlerimi açmadım, kulaklarımı dolduran sıcacık sesin içimi ısıtmasına izin verdim. "Kızım, hadi ama! Güzellik uykusundasın da haberim mi yok?" annemin kapımı tıklatması ile kendimce yaptığım naz son bulurken gözlerimi hafifçe araladım.
"Günaydın prensesim." dedi annem kocaman gülümsemesiyle. "İyi bir uyku çektin mi?" benimkinin aksine, karamel rengi olan; küt, kaküllü saçlarının arasına karlar yağmış; beyazlamıştı ancak saçlarının aksine, küçük bir kız çocuğunun heyecanına, gülümsemesine sahipti. Onu bu gülümsemeyle görmek, beni her zamankinden daha iyi hissettirmişti.
"Evet anne." dedim aynı gülümsemeyle. Cevabım onu mutlu etmiş olmalıydı ki suratını memnun bir hal aldı.
"Hadi hazırlan öyleyse," dediğinde anlamamış bir şekilde ona baktım. "Kahvaltıda misafirimiz var. Hepimiz kahvaltı için seni bekliyoruz." her ne kadar kim olduğunu sormak istesem de sormadım, her zamanki gibi babamın ortaklarından biri olduğunu düşündüm ve annemi 'tamam! dercesine başımla onayladım.
Annem odadan çıktığında gözüm, yatağımın yan kısmını boydan boya kaplayan camıma döndü.
Bir kar küresinin içerisine hapsolmuşum gibi hissettiren pembe perdelerimin arasından gözüken Moskova'nın kar fırtınası beni her zamanki gibi gülümsetti. Çoğu insan Moskova'nın soğuğundan ve karından şikayetçi olabilirdi ancak ben, burada yaşamaktan ve hemen hemen her gün bu soğuğun, karın yarattığı kaosun içerisinde olmaktan mutluydum. Moskova ve getirdiği her şey benim evim gibiydi, nasıl mutlu olmazdım ki?
Perdelerimden farksız, pembe saten yatak örtümü üstümden attım ve esnedim. Uzun zamandır bu kadar güzel, huzurlu bir uyku çekmediğim için üstümdeki yorgunluk tatlı bir yorgunluktu.
Ne yapacağımı bir an bile sorgulamadan lavaboya gittim, elimi ve yüzümü yıkadım; geceden sardığım bigudilerimi açtım, saçlarım her zamanki gibi parıl parıldı. Her ne kadar makyaj yapmak istemesem de kapatıcı, rimel ve lip balm üçlüsüne kendimi teslim ettim ve evin en sevdiğim yeri olan giyinme odama ilerleyip beyaz dolabımın kapaklarını araladıktan sonra pembe, Ralph Lauren süveterimi; açık gri, kurdele detaylı eteğimi ve süveterimle aynı renk olan külotlu çorabımı çıkardım. Dışarısı her ne kadar çıktığım an beni buzdan heykele dönüştürecek kadar soğuk olsa da evin içi çöl sıcaklarını aratmıyordu.
Pijamalarımı kenara katlayıp koyduktan sonra seçtiğim kıyafetleri giydim ve her ne kadar gönlüm pofuduk ev terliklerimle gezmekten yana olsa da evimizdeki görgü kurallarına aykırı gelmemek adına Golden Goose'larımı ayağıma geçirdim. Babamdan saygısız olduğuma dair herhangi bir laf işitme riskine girmek istemiyordum.
Odamın aksine her yeri beyazdan ibaret olan evimizin geniş koridorunda ilerledim, evde olmayı her ne kadar çok sevsem de evimizin sadece beyaz renkten oluşmasını oldum olası sevmezdim. Sanki sahip olduğumuz her bir leke ve kusur, ev tarafından haykırılacak gibi hissettirirdi çoğu zaman. Bu şekilde hissetmeyen tek kişinin ben olmadığımı, evden eksik olmayan misafirlerimizin çoğu zaman çocuklarını getirmemesinden anlayabiliyordum. Çocuklar, beyaz ve temiz görünen her yerin düşmanıydı çünkü.
Ellerinde tepsilerle gezen hizmetçilere gülümsedim, başımla selam verdim. Evde sayamayacağım kadar çok hizmetçinin olması her ne kadar korkutucu gelse de çoğunu tanıyor ve seviyordum, onları bir hizmetçiden çok yardımları dokunan, iyilik melekleri gibi görüyordum.
"Oo, prenses! Hiç uyanmasaydın." duyduğum ses, olduğum yerde donakalmamı; kalbimin heyecanla çarpmasına sebep olmuştu. Bu ses... gerçekten onun muydu?
"Abi!" arkamdan gelen sese inanamayarak döndüğümde, her ne kadar annemi ve babamı sevsem de dünyadaki en çok sevdiğim; benim için herkesten önde gelen abimi uzun bir zaman sonra görmek, tüm dünyayı avuçlarımın içine koymuşlar gibi hissettirmişti.
Abim daha bir şey diyemeden üstüne zıplayıp sarıldığımda beni kucakladı, etrafında döndürdü. "Abi," dedim inanamayarak. "sen ne zaman askerden döndün? İnanmıyorum!"
Saçlarıma bir öpücük kondurdu ve beni yavaşça aşağı indirdi. İki metre abiniz varsa, böyle şeyler yaşamak oldukça normaldi. "Sürpriz yapmak istedim güzellik." dedi ve saçlarımı karıştırdı. Normalde olsa onu öldürebilirdim ancak uzun zamandır onu görmediğim ve çok özlemiş olduğum için sesimi çıkarmadım.
Abime baktım, benim gibi sarı saçları; babamdan aldığı, oldukça kıskandığım masmavi gözleri vardı. Aramızdaki yedi yaşa rağmen görenler bizi ikiz zanneder, bizi güldürürlerdi. Ailemizde genetik olan sarışınlığın faydalarından biri, her zaman genç gözükmemiz; aramızdaki yaş farklarının asla anlaşılmamasıydı.
"Yani sendin," dedim rahatlamış bir halde. "Gelen misafirin sen olduğunu bilseydim pijamalarımı çıkarmak zorunda kalmazdım."
"Misafir mi?" anlamamış bir şekilde kalın kaşlarını kaldırdı. "Ben sabahtan beri buradayım, annemin beni bir misafir olarak görmediğini düşünmek istiyorum." dedi ve güldü. "Belki babamın ortaklarından biridir."
"Doğru ben de öyle düşünmüştüm," omuz silktim. "babamın ortakları dışında başka biri gelmiyor zaten." abim acı gerçeğe karşı herhangi bir şey demeyip kolunu omzuma attığında ben de sessizliğe gömüldüm ve abimle, ihtişamın; sosyal sınıf farklarının haykırıldığı salonumuza girdik.
Moskova, dünyanın en pahalı ikinci şehri olsa da sosyal sınıf farklılığının fazlaca olduğu; zenginliğin normalleştiği kadar sefilliğin de oldukça görüldüğü bir yerdi. Annem, abim ve ben bu sosyal sınıf farklılığına kendimizi teslim etmemek adına; biraz olsun vicdanımızı rahatlatma ihtiyacıyla çeşitli derneklere ve kuruluşlara yardımlar yapıyorduk. Bu yaptığımızı bir aptallıktan ibaret gören babam, tüm şehire nispet olmasını istercesine şehrin en ihtişamlı; en abartılı evini yaptırmış, şehirdeki tüm gözlerin bize çevrilmesine sebep olmuştu.
Salonumuz, belki binlerce sefilin bir ömür hayatını geçirmesini sağlayacak kadar ihtişamlı ve lüks parçalardan oluşuyordu. Bu yüzden salona her adımımı attığımda, kendimi sosyal sınıf farklılığının somut bir şekilde içinde hissediyordum.
Bütün şehrin uğrasa bir şeyler yiyerek doyabileceği soframızın başında oturan, suratı buzdan heykelden farksız gözüken babam abimi ve beni gördüğünde başıyla selamladı. "Hazar," dedi abime doğru. "Uzun zaman oldu, seni tekrardan aramızda görmek beni çok mutlu etti." mutlu ettiğine inanmak, yüzüne bakılırsa oldukça zordu.
Baba sorunları yaşayan, babasıyla sürekli çatışmalar içerisinde olup baba eksikliği içerisinde yaşayan biri değildim. Doğduğum andan beri hiçbir zaman değişmemiş babamın katılığı ve duygusuzluğu, abim ve benim normalimdi. Soylu bir ailenin oğlu olan babamızın resmi bir dil kullanarak, saygıyı her şeyden önde görerek bizi büyütmesini sıkıntı etmemiş; buna uyum sağlamıştık.
"Seni görmek de beni mutlu etti babacığım." dedi ve babamı, bir kralı selamlar gibi selamladı. Bu tavrı, babamın oldukça hoşuna giderken annemin geldiğini haykıran topuklu ayakkabıların sesi, parkelerin yankı yapmasıyla anlaşılırken bizi gören annem; elindeki şarabı bıraktı ve abimle bana sarıldı.
"Sizi uzun zaman sonra yan yana görmek o kadar güzel ki çocuklar," elini göğsüne koydu. "mutluluktan yeni bir yaşıma girmişim gibi hissediyorum." annemin ağlayacak gibi olması abimle beni güldürürken ona bir kez daha sarıldık ve mum ışıklarının aydınlattığı; sıcak yemeklerin dolup taştığı sofradaki yerlerimizi aldık.
"Babacığım," dedim yemeklerimiz önümüze konmaya başladığı sırada. Babam, ona seslenmemle keskin, rengini ondan aldığım kahve gözlerini bana çevirdiğinde merakıma teslim oldum ve sordum. "Annem bir misafirin geleceğini söyledi, kim geliyor?"
"Bir aile dostumuz." dedi ve önünde duran beyaz şaraptan bir yudum aldı. "Senin için bir mahsuru var mı?" hiçbir zaman soru sorulmasını sevmeyen, sorulduğunda da iğneleme sanatıyla karşısındakini sorduğu soruya pişman eden babam bu seferki iğnesini bana batırdığında ben de önümde duran, uzun zamandır içmediğim sıcak elma şarabımdan bir yudum aldım.
"Hayır, baba." dedim bakışlarımı ona çevirmeden. "Merakımdan sormuştum, benim için bir mahsuru olması söz konusu değil." sesim, sonlara doğru bu konuda daha fazla konuşmak istemediğim için kısılırken babam; şarap kadehini masaya bıraktı.
"Gereksiz sorulardan hoşlanmadığımı bilirsin." bakışlarımı ona çevirdim, sesinde sadece onu tanıyan birinin anlayabileceği türden bir pişmanlık vardı. "Birazdan geldiğinde göreceksin nasılsa, istemeden ters bir tavırla konuştum sanırım, kusura bakma kızım." hiçbir şey demeden başımla söylediklerini onayladım ve abime baktım.
Benle şakalaşan, sataşan halinden eser kalmamış; babamın buzdan heykel suratını benimsemiş abimle göz göze geldiğimizde suratında güneş açtı ve hafifçe gülümsedi. Abimin en çok bu özelliğini seviyordum, ne kadar resmi; ciddi olunması gereken bir ortamda olursak olalım, abim bana hep gülümser, benim için ortama aykırı gelirdi. Belki bu yaptığı başka biri için oldukça normal bir şey olsa da, benim için değildi.
Abim her zaman, içimde filizlenecek bir umut tohumunun açmış çiçeklerin sebebiydi.
Ben de ona gülümsedim ve babam tarafından fark edilip laf işitmeden bakışımı abimden çekmek üzereydim ki evimizin her yerinde duyulan zilin sesi; sessizliğe gömüldüğümüz aile soframızda yankılandı ve hepimiz ayaklandık.
Görgü kuralları bilmem kaç: Eğer sofradaysanız ve herhangi bir misafir geliyorsa, onu ayakta beklemeli; onunla birlikte oturmalısınız.
Babamın en sevdiği yardımcısı Oleg, salon kapısının girişinde durdu ve "Misafirler geldi efendim." dedi.
"Söylediğin için teşekkürler Oleg, söyle lütfen; buyursunlar." Oleg başıyla onaylayıp tekrar içeri gittiğinde babam, ayaklanmış; bir askerden farksız bir şekilde duran bana döndü.
"Gelecek kişi, senin için oldukça önemli biri kızım. Ona göre davranman, senin yararına olacaktır." babamın ne demek istediğini anlamamış bir şekilde ona bakarken arkamdan duyulan adım sesleriyle, cevabımı az sonra alacağımı düşünerek sesin geldiği yöne döndüm.
Ve o an, içerisinde olduğum anın gerçekliğini sorgulamaya başladım.
İçerisinde olduğum gerçekliği, attığı her bir adımla tuz buz eden Nicolas Belyakov; tıpkı evimizin her bir yeri gibi; beyazlar içinde tam karşımda duruyordu.
Şaşkınlık duygusu bir insan olsaydı eğer, o insanın ben olacağım gerçeği şüphesizdi.
"Nicolas?" dedim şaşkınlığıma daha fazla hakim olamayarak. "Senin burada ne işin var?" çevremdeki gördüğüm birçok mavi göze rağmen gördüklerimden çok farklı olan mavi gözlerini bana çevirdiğinde beyazın, onun rengi olduğunu düşündüm.
Beyazın içindeki tezat görüntüsü, belki başkası giyse sırıtır; hatta pis bile görünebilirdi ancak Nicolastaki tezatlık, bembeyaz giyinen bir şeytanın tezatlığıydı.
Bana bakan mavi gözler arasında üşüdüğümü hissederken babam, o daha cevap veremeden araya girdi. "Misafirimize, özellikle de senin misafirine böyle konuşmak hiç yakışıyor mu küçük hanım?" dediğinde kafamda binlerce çözülememiş matematik problemleri var gibi hissetmiştim.
"Benim misafirim derken?" dedim babamın üstelediğim için akşam çekeceği azarları göze alarak. "Nicolas, bana burada ne işin olduğunu söylemeyi düşünüyor musun acaba?" babamın öldürücü bakışlarını üzerimde hissetmeme rağmen tek bir saniye oraya dönmedim, üstüme alınmadım. İhtişamlı salonumuzun ortasında duran iki metrelik Nicolas bize tepeden bakıp sessizliğini korudukça kalbim, hiç olmadığı kadar hızlanmıştı.
Burada tam olarak ne oluyordu?
"Tatlım, bu kadar gerilme lütfen." dedi annem Nicolas ile aramıza girerek. "Biraz hava alıp sakinleşmeye ne dersin?"
"Anne ne olduğunu anlamıyorum. Bana ne olduğunu söyler misiniz artık?" dedim hala inanamaz bir şekilde herkese bakarken. Ailemin arasında Nicolas'ı bir misafir olarak görmek, asla beklediğim bir şey değildi.
"Nicolas, senin misafirin küçük hanım. Bunda anlaşılmayacak bir kısım mı var?" diye çıkıştı babam. "Uzun bir süre senin misafirin olacak kişiye böyle davranmaya devam mı edersin yoksa ben araya girip olayı kontrolüm altına mı alayım?" babamın sesinin yükselmesiyle damarlarımda gezinen sinire teslim olacağım sırada Nicolas araya girdi. "Biraz hava almak ikimiz için de iyi olur," dedi ve yaşamama rağmen yaşadığıma ölsem inanmayacağım şeyi yaptı, elimi kavradı. "dışarıda biraz gezinmeye ne dersin?"
Elimi tutan eline inanamaz bir şekilde bakarken şaşkınlıktan kelimeler boğazıma dizilmişti. Ben. Neyin. İçerisindeydim. Böyle.
"Çok ister." dedi annem sessizliğimi fırsat bilip benim adıma cevap verirken. "Yulia, hemen dolabımdaki kürkü getir!" Yulia, adeta ışınlanmayı bulmuş bir şekilde salona gelip pembe kürkü bana uzattığında tam giymek için almak üzereydim ki Nicolas, pembe kürkü Yulia'dan aldı ve bana döndü. "Bırak, ben giydireyim." dedi ve ağzımın, tüm dünyayı içine alabilecek kadar şaşkınlıkla aralanmasına sebep oldu.
Yaşadığım olayın saçmalığına şaşırmaktan yorulmuş olmam normal miydi?
Salondakiler Nicolas saçlarımı boynumdan uzaklaştırıp kürkü giymeme yardım ettiği sırada adeta hayalete dönüşmüş, varlıkları yok olmuştu. Bu olaylar daha ne kadar garipleşebilir diye düşündüğüm sırada kürkü giydim ve Nicolas, mıknatıs hızıyla tekrardan elimi tuttu. İşin garibi, zihnim bu olayın ne kadar garip olduğunu düşünüyor olsa da bedenim bunu hiç garipsemiyor, ona uyum sağlayarak tuttuğu elimi sıkıca kavrıyordu.
Bize baktıkları bile şüpheli olan salonun kalabalığından sıyrılıp evden çıktığımızda kar fırtınası sona ermiş; karlar bir filmin içerisindeymişiz gibi yavaş yavaş, saçlarımın üstüne serpilmeye başlamıştı.
Gözlerine bakmak için başımı kaldırdım, ailemdeki birçok mavi gözlü kişiye rağmen bu kadar farklısına rastlamadığım gözlerine bakmak, aramızdaki hatırı sayılır boy farkından dolayı zor olsa da başarmıştım.
Gözleri gözlerimi bulduğunda dışarıdaki soğuğun değil, onun gözlerinin üşüttüğünü hissettim.
"Nicolas," dedim üşümenin etkisiyle titremeye başlayan sesimle. "neden... elimi tutuyorsun; neden babam misafirim olduğunu, uzun bir zaman benimle olacağını söylüyor ve biz... neden sevgili gibiyiz?"
Nicolas sorduğum sorunun etlisiyle olduğu yerde kalırken yutkundum ve ne yapacağını bekleyerek ona baktım.
"Gibiyiz derken?"
"Sevgiliyiz de benim mi haberim yok?" dedim garipsemesine anlam veremeyerek. "Yaşadığımız saçmalığa bakarsak bunu sormam kadar normal bir şey yok, değil mi?"
Nicolas hiçbir şey söylemeden tam karşıma geçerek yürümemi engellediğinde beklenti ile ona baktım ve Nicolas, beklentimin ötesinde olan o hareketi yaptı.
Eliyle çenemden tutup başımı kendisine doğru kaldırdığında kalbimin atışını tüm vücudumda hissediyordum sanki. "Hala anlamıyorsun değil mi?" baş parmağı, çenemi usulca okşadı. Ellerinin yüzümü kavraması için o kadar eğilmişti ki, o an onun yanında ne kadar küçük kaldığımı anlamıştım. "Gerçi, anlamamakta haklısın. Baban, misafirin olacağımı söyledi ama ben, misafirden çok daha ötesi olacağım." ne demek olduğunu soramadan Nicolas daha da yaklaştı ve göğsüm karnına çarptı. "Ben senin kalbinin misafiri değil, sahibi olacağım sarışın. O güzel kalbinin sahibi olduğumda bu anı, söylediklerimi iyi hatırla."
Bir şeyler demek için dudaklarımı aralasam da şaşkınlıktan dilim lâl olmuştu adeta. Eli, dudaklarımın üstüne geldiğinde dudaklarımı okşayan baş parmağı usulca uzaklaştı ve Nicolas belimi kavradı. "Şu an o kafandan neler geçtiğini öğrenmek için her şeyi verecek halde olsam da," yüzü, tam dudaklarımın karşısında yerini aldı. "Seni bu rüyadan uyandırma vakti."
Dudakları, dudaklarımla buluşmak üzereyken içerisinde olduğum bu garip, saçma dünya üzerime attığım çığlıkla yıkılmaya başladı.
"AAAAAA!"
Olduğum yerden adeta sıçrayarak uyandığımda gözlerim, gördüğüm şeylerin gerçekliğini sorgularcasına etrafta gezinirken Moskova'nın kar fırtınası yerine İstanbul'un penceremin arasından sızan güneşini gördüğünde rahat bir nefes verdim. Şükürler olsun ki gördüğüm şey, bir rüyadan ibaretti.
Alnımdan boncuk boncuk akan terleri elimle sildikten sonra yan sehpada duran suyu aldım ve kafaya diktim. Boğazım, adeta çölde yıllarca su arıyormuşum gibi kurumuş; yanmıştı. Uzun zamandır rüya görmeyen bana, içerisinde biricik(!) korumamın olduğu; ÖPÜŞMEK ÜZERE olduğumuz rüya oldukça ağır gelmişti.
Birçok bilim adamı, rüyaları anında unuttuğumuzu söyleyerek çok fena yanılıyordu çünkü o görüntüler, gözümün önünden gitmiyordu. Yağan kar, üstümde anlam veremediğim pembe kürk; Nicolas'ın çenemi, dudaklarımı okşaması ve... öpecek olması...
"Allahım saçmalığa bak," dedim düşündükçe hissettiğim garip hissin verdiği rahatsızlıkla. "İki gündür tanıdığın adamı da rüyanda görmezsin be, ne biçim bilinçaltı bu?"
Normalde, gördüğüm rüyaların anlamları olduğuna inanır, hatırladığım her bir rüyanın anlamını Google'da araştırır, gerekirse her ay burç yorumunu dinlediğim özel astroluğuma danışırdım. Ancak bu rüya, kesinlikle dipsiz kuyularda saklamam; gördüğümü ölümüne reddetmem gereken bir rüyaydı.
"Sıcak denizlere inemeyince rüyama gelmeye çalıştın değil mi Allah'ın rusu?" dedim kendi kendime homurdanarak lavaboya ilerlediğim sırada. "Kesin o rus çayında bir şey vardı, başka bir açıklaması olamaz." soğuk su damlaları yüzümden aşağı akarken yüzümü kurulamadım, kendi halinde bıraktım. Az önce ne kadar sıcakladığımı düşünecek olursak suya ve soğuğa oldukça ihtiyacım vardı.
Odama geri döndüm, yatağımı topladım ve sabahlığımı üstüme geçirdim. Sabahın ilk saatleriydi, güneş daha yeni yeni varlığını gösteriyor; gökyüzünden bizi selamlıyordu.
Alarmım çalmadan erken kalktığım iyi olmuştu çünkü bugün anlaşma yaptığımız marka ile dergi çekimim vardı. Kaan, karnımdaki yara geçene kadar konsere çıkmama yasağı koymuş; oluşan boşluğu da çıktığım turneden dolayı ertelediğimiz dergi çekimleriyle ve röportajlarla doldurmaya karar vermişti. Her ne kadar karakterim ciddiyetten uzak olsa da iş hayatım için aynısı geçerli değildi. Tek bir an bile boş oturmayı sevmez, kafamı dolduracak bir işim olsun isterdim.
Şu birkaç gün dinlenmem bile bilinçaltımı mahvetmeye yetmişti. Uzun zamandır görüşmediğim ailem ve birkaç gündür bir lanet gibi bana musallat olmuş korumamı rüyamda görmek, evde pineklemenin kesinlikle bana göre olmadığını bir kez daha hatırlatmıştı.
Derin bir nefes verdim, bunları düşünmenin sırası değildi. Anlamı olmayan rüyamı daha fazla kafaya takmamalı, önüme bakmalıydım.
Hayat felsefesi ileriye dönük olan kesimdendim, İstanbul'a adımımı attığım anda elimdeki anahtarla kilitleyip bıraktığım geçmişime uğramaz; gün yüzü göstermezdim. Çoğu insan, bugününün geleceğini oluşturduğunu düşünse de ben beni bugüne getirenin ileriye dönük oluşuma bağlıyordum. Geçmişteki Heves'in hayalini kurmayacağı her şeye sahipsem, bunun sebebi geçmişteki Heves'in yaşadıkları değil; imkansız olduğunu sandığı hayalleriydi.
Geçmişimi kapsayan her şeyi, imkansız gördüklerimi elde ettiğimde kendi ellerimle yok etmiştim.
Ellerimle parçaladığım geçmişime uzun zaman sonra rüyama uğrayan; en son on altı yaşında gördüğüm ailem de dahildi. Onları çok sevsem de onlara beslediğim sevgi hayallerimle karşı karşıya geldiğinde hayallerimi seçmiştim. Hayallerimin peşinden koştuğum için tek bir an bile pişman olmasam da bazen onları düşünmemek elde değildi.
Gözüm, odamın kenarında duran; kimsenin ilgisini bugüne kadar çekmemiş resme kaydı. Hazar ve ben birbirimizin ellerinden tutmuş, yaptığımız kardan adamın önünde gülümsüyorduk. Ben üç, o on yaşındaydı ancak bizi gören, aramızda yaş farkı olduğunu düşünmezdi. Hazar, benimle çocuklaşır; bir abiden çok arkadaş gibi davranırdı bana. Onunla görüşmüyor olsak da bana yaptığı abilik her zaman kalbimde, benimleydi.
Gülümsedim, bu gülümseme buruk bir gülümsemeydi. Hayallerim için Hazar'ı bile arkamda bırakmak zorunda kalmıştım ve rüyamda, on altı yaşındaki Heves'in görmek istediği o manzarayı görmüştüm. Abimi askerden dönmüş görmek, on altı yaşındaki Heves'in içine biraz olsun su serpmişti.
Fotoğrafa biraz daha baktım ancak tek bir saniye olsun elime almadım. Elime alırsam ağlayacağımı, bütün günümü mahvedeceğimi bilerek sadece izledim ve o izlediğim sürede abimi tekrar kalbimin derinliklerine gömdüm.
Kendimi resimden uzaklaşacak güçte hissettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi omuz silktim ve mutfağa ilerledim. İyi bir kahvaltının ruha iyi geldiğine inandığım için dolaptan ne var ne yoksa çıkarmaya başladım, aç aç çekime gidersem çekimin tatsız bir hal alacağından emindim.
Kendime hazırladığım sofranın bir kişi için fazla olacağını fark etmeyecek kadar bir şeyler hazırlamaya, masaya koymaya daldığım sırada kapının çalmasıyla durdum ve gözüm duvardaki saate kaydı. Yaklaşık iki saattir her şeyden uzaklaşmış olduğuma inanamazken sabırsız bir şekilde tekrar çalan zille ofladım ve hızlı adımlarla kapıya ilerledim.
Kapıyı açtığımda tabii ki de gördüğüm kişiler beni şaşırtmamıştı. Kurduğu tuzağın ardından keyif kahvesi içmediği kalan canım(!) menajerim Kaan, çekime giderken giyeceklerimi ayarlamak için gelen; adeta musallat olmuş korumamın kendisi aksine oldukça sevimli kardeşi Polina ve tabii ki, dün yaptıklarından sonra alayla sırıtan bir adet Nicolas Belyakov'dan başkasının geldiğini düşünmek hata olurdu.
Nicolas'ı gördüğümde otomatik olarak yanaklarımın yanmaya, rüyamda gördüğüm görüntüler tekrar gözümün önünde canlanmaya başlamıştı. Rüyamda öpüşmek üzere olduğum korumamı, uyanmamın üstünden çok geçmemişken karşımda görüyor olmak bünyeme oldukça fazlaydı. Çok. Çok fazlaydı.
"Dün gece çok mu beşik salladın kız zilli, ne bu dalgınlık?" dedi Kaan komik olduğunu düşündüğü vasat esprisine gülerek. "Çok izleme bizi, bağımlılık yapar bak."
"Gerçekten çok komiksin, Kaan. Bir ara menajerliği bırakıp komedyen olmayı düşün derim, belki o zaman insanlara tuzaklar kurmazsın." dedim içerisinde olduğum utanç verici, garip anın içinden sıyrılarak. Kaan bana laf saydığı sırada söylediklerine aldırmadım ve elimden geldiğince Nicolas'a bakmamaya çalışarak geçmeleri için kapının önünden çekildim.
Kaan ve Polina evi kendi evleri belirledikleri için oldukça rahat bir şekilde mutfağa ilerlerlerken tek kalan kişi, hiçbir zaman şansın yanımda olmadığını kanıtlayan Nicolas'tı.
Yutkundum, utancımdan yüzüne nasıl bakacağımı bilmiyordum. Dün yaşadığımız iç çamaşır krizinin üstüne zaten nasıl bakacağımı bilemezken rüyam durumu daha da kötüleştirmekten başka bir şey yapmamıştı. Kahrol sevgili bilinçaltım dedim içimden. İçtiğin bir rus çayıyla ne hallere düştün, dön bir bak.
Nicolas; vücudunu saran polo yaka üstü ve dar olmamasına rağmen en az üstü kadar bacaklarındaki kasları belli eden pantolonu ile eşofmanlı halinden çok daha iyi bir şekilde yanımdan geçerken burnuma dolan, oldukça özgün, ne olduğunu tanımlayamadığım kokusu gözlerimi kapatıp kokunun tadını çıkarmaya davet etse de dayandım, öylece durmaya devam ettim.
Rus çayı beni etkilemiş olabilirdi ancak burnuma dolan sıcak, bu hoş kokunun beni çağırdığı tuzağa bu sefer düşmeyecektim.
Nicolas adeta bir filmin ağır çekim sahnesi gibi yavaş adımlarla bıraktığım boşluktan geçerken yutkundum, iri bedeni yanımdan geçerken ağır çekim; kolunun karnıma değmesiyle tuzla buz olurken irkildim.
"Sana da günaydın sarışın." dediğinde sesinde bir tavır var gibiydi, sanki günaydın demeyişime tepki göstermişti. "Siz Türkler için selam sabahlara fazla önem verdiğiniz söylenirdi ancak belli ki sadece bir söylentiden ibaret." rüyamdakinden bile daha buz mavisi gözleri bana biraz daha öyle bakarsa kelimenin tam anlamıyla domates tarlasına dönüşeceğimi düşünerek bakışlarımı kaçırdım.
"Günaydın, günaydın." dedim aceleci bir tavırla arkamı ona dönüp kapıyı kapatarak. Normalde olsa ırkçı bir şakayla az önce söylediğine pişman edebilirdim ancak rüyamın ne anlama geldiğini astroloğuma sorana kadar Nicolas ile ne kadar az konuşsam o kadar iyiydi benim için.
Nicolas'ın uzaklaştığını kapıdan yansıyan iri gölgenin git gide uzaklaşınca anladığımda rahat bir nefes verdim ve içimden bu günü olabildiğince normal bitirmek için dualar ederek mutfağa ilerledim.
Mutfağa geldiğimde Kaan ve Polina adeta bir otelin yemekhanesinden yemek alırcasına tabaklarını doldurmakla meşgulken Nicolas kollarını göğsünde buluşturmuş, tezgaha yaslanmış bir şekilde duruyordu.
Bir dergi çekiminden fırlamış duruşu birkaç saniyeliğine bu manzaraya bakma isteğimi uyandırıp duraklamama sebep olurken bakışlarımı hissetmiş gibi bana dönen buz mavisi gözlerle, kahveliklerimin adeta bir saklambaçın içerisindeymiş; ebelenmek istemeyen bir çocuk edasıyla kaçmasına sebep olurken az önceden beri engelleyemediğim yanaklarımın yanma hissi, iyice varlığını hissettirmeye başlamıştı.
Hala üzerimde olduğunu hissettiğim gözleri aldırmıyormuş gibi bir tavırla omuz silktim, rüyamda onu gördüğümü bilmiyordu sonuçta. Rüyamdaki yakınlığımız sadece bana özel, utanç verici bir durumdu; haberi olmadığına göre pekala ondan çekindiğim bir durum yokmuş gibi davranabilirdim.
"Kızım resmen yemekhane yapmışsın burayı, bu yemekler ne?" dedi Kaan hala tabağına bir şeyler koyduğu sırada. "Hayır bizi çağırsan neyse çağırmadın da insafsızın kızı. Bu kadar yemeği bize değil de kime yaptın?"
"Gerçekten." dedi dolu ağzıyla. "Doğru söyle kız, sevgilin falan var da biz mi-" Polina tam lafını tamamlamak üzereyken mutfak tezgahının önünden bir ses yükseldi.
"Polina." dedi Nicolas. "Şu ağzındakileri yuttuktan sonra konuşman gerektiğini sana daha kaç kez söyleyeceğim?" Polina abisinin aksine daha koyu olan mavi gözlerini devirdi ve bir anda, dolu ağzıyla abisine laf saymaya başladı.
"Sana ne ya, sana ne! Bak yutmuyorum, ağzımda kalsınlar çok sevdim ben bunları." dedi ve önündeki hamurdan bir ısırık aldı. "Ohhh, hamur da pek güzelmiş. O da ağzımda kalsın, yutmayacağım hep benle kalsınlar."
Nicolas Polina'ya öldürücü bakışlarını attığı sırada bu anın tanıdıklığı karşısında dudaklarımı buruk bir gülümseme kapladı.
"Sana kaç kez söyleyeceğim, şu ağzındakileri yut ve konuş diye; anlatacağın şey iki saniye bekleyemiyor mu?" abim isyanla bana tiksinir bakışlar atarken üzerine kusacakmış gibi hareket yaptığımda geriye sıçradı. "Üstüme kusarsan seni öldüreceğimi söylememe gerek var mı?"
Üzerine kusmamam için saçımı çekiştirdiğinde saçımın acısıyla ağzımdakileri yuttum ve saçımı elinden kurtardım. "Ya sen gerizekalı mısın, saçımı çekme diye kaç kez söyledim sana!" abime vurmak için elimi kaldırmamla abimin benden daha hızlı davranıp beni kucaklaması bir olurken kızgınlığım yerini kahkahaya bıraktı.
"Ya indirsene!" dedim isyanla. Oysa beni hiç indirmesini istemiyordum, hep bu anda kalmak istiyordum. "Hazar, indirsene beni!" abi demek yerine adını söylememin onu sinir edeceğini bilerek kurduğum tuzağa her zamanki gibi düşüp beni iyice havaya kaldırdığında gülmekten gerçekten de midem bulanmaya başlamıştı. "Ya indir indir, gerçekten kusacağım şimdi!"
"Bana bir daha Hazar diyecek misin?" dedi çırpınan halime gülerek. "Benim adım senin için sonsuza dek abi, canım. Kaç yaşına gelirsen gel, bana Hazar diyemeyecek kadar küçük olacaksın." hiçbir şey diyemeyecek kadar gülmemi dizginleyemezken beni tutan elleri, bir anlığına beni bırakır gibi olurken dudaklarımın arasından bir çığlık kaçtı. "Yere atarım bak seni, söyle bakayım adım neymiş?"
"H-" o an gerçekten yere fırlatılacağımı anladığımda pes ettim. "Abi! Oldu mu? Abi!"
"Aferin, böyle adam ol." diyerek sonunda beni indirdiğinde sarsılmış dengem ve mideme rağmen göz göze geldiğimizde kocaman sırıttım, orta parmak çektim.
Beni yakalayıp bu sefer gerçekten öldürmemesi için arkama bile bakmadan evin içinde koşmaya başladığımda tek düşündüğüm abimi sinir etmeyi ne kadar çok sevdiğimdi.
Hazar'la geçirdiğimiz güzel günlerden biri bir film şeridi gibi önümden geçerken kalbimin alev alev yandığını hissettim. Keşke dedim içimden, keşke ona Hazar dediğimi duysa ve tıpkı Nicolas'ın Polina'ya kızdığı gibi bana kızmak için buralarda olsa.
"Dünyadan Heves hanıma, dünyadan Heves hanıma..." Kaan ne ara olduğunu anlayamadığım arada önüme gelmiş, ellerini önümde sallayarak abimle olan anılarımı toz gibi savurduğunda irkildim ve içerisinde olduğum ana geri döndüm. Göz kırptığımı fark eden Kaan, amacına ulaşmış bir şekilde gülümsedi. "Sonunda aramıza geri dönmeyi başardın Hevesçiğim, harikasın."
"Aman," dedim suratımı buruşturarak. "bir saniyeliğine dalayım, hemen geç dalganı."
"Dalmaktan çok bir şey düşünüyor gibiydin," dedi Polina. "iyi misin gerçekten? Kafanı kurcalayan herhangi bir şey mi var?" Polina ve Kaan'ın her şeyimi bu kadar kolay anlayıp yaşadığım en ufak bir soruna bile çözüm bulmaya çalışmaları, ne kadar doğru ve iyi bir ekip kurduğumun göstergesiydi.
Ailemle yaşadıklarımı biliyorlardı, özellikle Polina liseden beri en yakın arkadaşım olduğu için yaşadığım olaylara bizzat şahitlik bile etmişti, bu konuda ne zaman konuşmak istersem konuşabileceğimizi açıkça söyleseler de bir kez anlattığım bir olayı önlerine tekrar tekrar koyup onların bana üzülmesini istemiyordum.
Benim için bile olsa, bir insanın benim yüzümden üzülmesinden nefret ediyordum çünkü. İçimde dönen fırtınalarda, akıttığım gözyaşlarında insanların boğulmasına göz yumamaz, bunun yerine içimde yaşamayı tercih ederdim. Bir kez anlatmış, bir kez ıslatmıştım onları içerisinde boğulduğum yağmurun altında; daha fazlasına gerek yoktu.
"İyi uyuyamadım," dedim sahte bir gülümsemeyle. "ondan dalgınım biraz, başka bir şey yok yani."
"Öyleyse seni ayıltacak, sadece benim bildiğim muhteşem haberi açıklama vaktimiz geldi de çatıyor." Kaan, yanda duran peçeteyi mikrofonmuş gibi kavradı ve üstüne birkaç kez vurdu. "Ses bir, iki... deneme, kayıt..."
"Ya uzatmasana!" dedi Polina isyanla. "Günlerdir sakladığınız şey ne açıklayın artık!"
"Ay iyi be, iki naz yapılmıyor şurada. Hep üstüme gelin zaten..." diye uzattığı sırada Polina'nın en az abisi kadar öldürücü bakışlarına saha fazla dayanamayan Kaan, sonunda günlerdir sakladığımız sürprizi söyledi. "Heves, Victoria's Secret'ın ilk Türk marka elçisi oldu!" Polina duyduğuna inanamaz bir şekilde çığlığı basması ve ayaklanması bir olurken Kaan da sırıtarak alkış tutuyordu.
"Ay inanmıyorum, gerçekten mi?" Polina kocaman bir gülümsemeyle bana sarıldığında ben de gülümsedim ve ona sarıldım. "Seninle gurur duyuyorum, başarıların daim olsun güzelim benim!"
"Yaa, bu benim başarım değil ki, hepimizin başarısı!" dedim ona bir kez daha sarılarak. "Siz olmasaydınız bunların hiçbirisini başaramazdım. Teşekkür ederim gerçekten..." anın duygusallığıyla dolan gözlerim arasından gülümsedim. "iyi ki varsınız, gerçekte size ne kadar teşekkür etsem az kalıyor."
"Aman da aman, pek mütevaziymiş bizim gurur kaynağı." Kaan yanağımdan bir makas aldı. "Bütün bunlar, senin başarın Heves. Biz sana sadece eşlik eden dostlarınız, sen sen olmasaydın bu başarıları elde edemezdin. İşte bu yüzden mütevaziliği kes ve başarının tadını çıkar." Kaan'ın cümlesi beni daha da duygusallaştırırken Kaan'a sarıldım. Markaya teklif götüren, anlaşma süresince rahat olmam için gerekli her koşulu sağlayan kendisi olmasına rağmen hala başarıyı bana bağlıyor olması, onun ne kadar iyi bir menajer, dost olduğunu bir kez daha gösteriyordu.
"Tebrik ederim." dedi Nicolas yaslandığı tezgahtan bir milim kımıldamazken. "Tepkinize göre sanırım büyük bir şey başardın."
"Öyle." dedim ve hafifçe gülümsedim. "Teşekkürler, Nik." benim aksime ciddi bir ifadeyle beni sadece başıyla onayladığında gözlerimi devirdim, ona karşı insani bir tepki verdiğimde duvara bakıyor gibiydim, ki duvar bile bir yerde pes edip insani özellikler gösterebilirdi ancak Nicolas Belyakov'un inadı inattı anlaşılan.
Sonunda hepimiz özenle hazırladığım sofraya oturduk, Nicolas yaklaşık beş dakika aç olmadığını; yemek istemediğini söylese de sonunda kendini Türk mutfağının güzelliklerine teslim etmiş, bizim gibi yemeğe gömülmüştü. Havadan sudan, saçma muhabbetler yaptıktan sonra tabakları topladık ve tezgaha dizdik. Her ne kadar evdeki yardımcılara iş bırakmayı sevmesem de çekim saati yaklaştığı için tabakları öylece bırakmak zorunda kalmıştım.
Polina giyeceklerimi hazırlayacağını, Kaan ise diğer markalarla yapması gereken telefon görüşmeleri olduğunu söyleyerek salonumu adeta iş yerine çevirirken Nicolas koltuğa yerleşmiş; ne yaptıklarını çözmeye çalışarak onları izliyordu.
Nicolas'ın boş boş oturuyor olması beni güldürürken daha fazla vakit kaybetmemek, onu izlemekten ötürü buz mavisi gözleri tarafından yakalanmamak adına kendimi duşa adeta fırlatmış; sıcak suyun bedenimdeki tüm gerginliği alıp yok etmesine izin verdim.
Duşta işimi halledip çıktıktan sonra markanın hediye olarak gönderdiği çiçekli iç çamaşırlarını giydikten sonra gönderdikleri body mist ve parfümü üstüme adeta bocaladım, saatlerce stüdyoda duracağım için kokumun gitmesini istemiyordum.
Polina kıyafetleri kapının önüne ütüleyip astığını söylediğinde üzerime bornozu geçirdim ve kapıyı açtım. Astığı kıyafetleri içeri alıp ne seçtiğine bakmaya başladım.
Açık mavi, beyaz çizgili gömlek ve beyaz mini etek seçerek oldukça rahat ve basit bir kombin seçmiş olmasıyla rahatlamış bir şekilde nefes verdim. Fotoğraf çekimlerinin olduğu günlerde abartılı kıyafetler giymekten nefret ediyordum çünkü zaten çekimde giydiklerim bana yeterince ağır geliyor, rahatsız ediyordu. Polina'yı zora sokmamak için bu durumdan hiç bahsetmemiş olsam da hissetmiş olmalıydı ki geçen çekimde giydiklerimin aksine oldukça basit parçalar seçmişti.
Giyindikten sonra beyaz, uzun çorabı kat kat yaptım ve beyaz spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Normalde saç makyaj hazır bir şekilde giderdim ancak çekimde beni hazırlayacaklarını söyledikleri için makyajsız, rahat bir şekilde gitmeye karar vermiştim.
Bornozu banyomun kapısına astıktan sonra odama geçtim ve saçımı sıkı bir topuzla toplayıp gözümün altındaki morlukları kapatıcıyla yok ettim. Aynadan son kez kendime bakarak hazır olduğumu düşünüp salona ilerledim.
"Of of, şu güzelliğe bak be; kimin kankası." Kaan salona girdiğimi gördüğünde kocaman gülümsemesiyle bana övgüler yağdırırken tekli koltukta oturan Nicolas, baktığı telefondan kafasını kaldırdı ve beni... adeta süzmeye başladı.
Yüzümden ayaklarıma kadar, her milimimi yavaş yavaş incelemeye başladığında lazer ışıklarının tüm vücudumda gezinircesine yandığını hissederken yutkundum. Olduğum yerde heykel gibi kalakalmış, hareketsiz bir şekilde onun beni süzmesini izledim.
Acaba gördüğü görüntü hoşuna gitmiş- kendine gel Heves. Evet. Kesinlikle kendime gelmeliydim.
Onun bakışlarından kaçmak adına hızlıca masada duran çantamı aldığımda Nicolas bakışlarını üzerimden çekmişti. "Ee, hadi kalksanıza." dedim bakışlarından kaçmanın verdiği rahatlıkla. "Bizi bekleyen muhteşem bir çekim var, geç kalmak istemeyiz; değil mi?"
❄️
"Oha," Polina elindeki kırmızı, kiraz detaylı dantel geceliğe inanamaz bir şekilde bakarken havaya kaldırdı. "bunun gecelik olduğuna emin miyiz? Porno filmi çekecekler de bize mi söylemiyorlar, bu ne?" Polina bozulmuş olan moralimi, askıda duran her şeyi alıp inceleyerek daha da bozarken içerisinde olduğum berbat durumun beni ele geçirdiğini hissederken ofladım.
Çekime gelirken bütün moral bozukluklarımı kenarda bırakmış, çok güzel bir çekim olacağına inanarak mutlu olmuştum ve bu mutluluğum, bugünün kötü geçeceğini kabullenmemi istercesine oldukça kısa sürmüştü.
Bikini çekimi zannederek geldiğim çekimin, yeni sezon iç çamaşır çekimi olduğunu öğrendiğimde yaklaşık yarım saattir olduğum soyunma odasında öylece kalakalmıştım.
Bundan önce çokça kez, açık giyindiğim fotoğraf çekimim olmuştu. Ten göstermek, vücut hatlarımı ortaya çıkarmayı hiçbir zaman sorun etmemiştim ancak bu sefer içerisinde olduğum durum, diğer durumlardan oldukça farklıydı. Bu iç çamaşırları; iç çamaşırı demek için gerçekten de şahit isterdi.
Her ne kadar Polina şaka yapıyor olsa da söylediklerinde haklıydı.
O kadar açıklardı ki, çırılçıplak kamera karşısına geçsem pek bir şey değişmez gibiydi. Bugüne dek yaptığım mayo ve bikinili çekimleri şu an adeta mumla aramaya, ağlamamak için dudaklarımı kemirmeye başlamıştım. Bu iç çamaşırlarıyla resimlerim medyaya sunulduğunda; yapılacak yorumları düşündükçe nefesimin daraldığını hissediyordum.
Polina, iç çamaşırlarını gördüğü gibi olay çıkarmaya gittiği için kaybolan Kaan'ın yerine beni teselli etmek için yanımda olsa da hiç yardımcı olmuyor; içerisinde olduğum durumu daha da kötüleştiriyordu. Polina'nın amacının beni iyi hissettirmek olduğunu biliyordum ancak zaten kötü bir moddaydım ve böyle konuşmaya devam etmesi, beni daha da strese sokuyordu.
Sesimi çıkaramadan, saç ekibinin yaptığı abartı buklelerimin arasından ellerimi geçirdim; saçımı fazlasıyla kabartmış, olduğundan garip hale getirmişlerdi ve aynada baktığım görüntüye baktıkça çığlık atmamak gerçekten çok zordu.
İçimdeki savaşın arasından Polina'nın laflarını dinlediğim sırada yardıma ihtiyacım olduğunu hissetmiş gibi içeri giren Nicolas'a, geldiği için hiç şükredeceğim aklımın ucundan bile geçmemişti.
Nicolas'ın gözleri beni bulduğunda gördüğü hal, beklemediği bir hal olmalıydı ki hafif çekik gözleri büyüdü ve çok sürmeden hala kendince konuşmayı sürdüren Polina'ya döndü. "Polina, iki saniye çıkar mısın?" dediğinde dilimi yutacak gibiydim.
Niye ikimiz odada kalıyorduk ki?
Gözlerim şaşkınlıkla büyürken ne yapmaya çalıştığını çözmeye çalışarak ona baktım, benim aksime o bana bakmıyor; Polina'nın odadan çıkmasını beklediğini belli edercesine bakmaya devam ediyordu. "Niye, ne alaka?" dedi Polina benim gibi anlam veremez bir şekilde.
"Polina, bir bildiğim var ki konuşuyorum; değil mi?" dediğinde Polina, abisinin tavrına daha fazla karşı koyamadı ve oflayarak elindeki geceliği askıya astı. "İyi ya, tamam. Çıkıyorum, oldu mu? Mutlu musun?"
"Çok." dedi Nicolas, ancak bunu söylerken suratında tek bir mimik oynamamıştı.
Gördüğüm rüyadaki gibi ikimizin baş başa kalacağını fark ettiğimde anlam veremediğim bir şekilde Polina soyunma odasından çıktığı gibi ayaklandım, buradan çıkıp gitmeliydim.
Küçük bir oda olan soyunma odasında ikimizin baş başa kalması, sağlığım açısından gerçekten iyi değildi.
Ayaklandığımı gören Nicolas anlam veremeyerek bana baktığında kalbim, anın verdiği stresle hızlanmaya başlamıştı. Bana tıpkı rüyamdaki gibi bakıyor olması hayal gücümün ürünü müydü yoksa gerçekten öyle miydi bilinmez, bakışları rüyamdaki gibi tanıdık geldiğinde yutkundum ve dünyanın en saçma cümlesini kurdum. "Şey ben... ehe... ben bi... bi tuvalete gideyim olur mu?"
Şey ben... ehe... ben bi... bi tuvalete gideyim olur mu?
Daha fazla rezil olamazdın Heves Korhan.
Cümlemin saçmalığı yanaklarımın alev alev yanmasına, yüzümün kıpkırmızı kesilmesine sebep olurken onun bunu görmemiş olması umuduyla başımı eğdim ve otomatik kapıya doğru ilerledim. Tam şifreyi girip çıkmak üzereydim ki beklenmedik hamle, olduğum yerde kalmamı; ona dönmemi sağlamıştı.
Bileğimi kavrayıp beni durdurması kesinlikle beklendik bir şey değildi. "Sarışın, bir baksana." dediğinde tüm bileğimi kavrayan koca ellerinin tuttuğu her kısmın karıncalar geziyormuş gibi hissettirmesi kesinlikle normal değildi. Değildi işte.
Nicolas'a her ne kadar dönmek istemesem de anlamaması için; yüzümdeki tüm kızarıklığa rağmen ona döndüm. O kadar uzundu ki, onunla göz teması kurmak için başımı epeyce kaldırmak zorunda kalmıştım.
Çok zor diye düşündüm içimden. Onunla göz göze gelmek bile çok zor.
Bir şey diyemeden sadece onun ne diyeceğini bekleyerek ona baktım. Az önceki cümlemi düşünecek olursak bu yaptığım pekala mantıklı bir sessizlikti, değil mi?
"Bugün bir garipsin." dediğinde ne demek istediğini anlamak istercesine kaşlarımı çattım. "Farkında olmadan bir hata yapmış olabilir miyim?" Nicolas'ın sorusu adeta suç üstünde yakalanmış bir suçlu edasıyla kalakalmama sebep olurken beynim durmuş gibiydi.
Yok canım ne yaptın, altüstü rüyamda sevgilim oldun ve sen rüyamdan beni uyandırmak için beni öpmeye kalktın.
"Yoo..." dedim kurtulmak istercesine hızlı bir şekilde. "Ne alakası var, gayet normalim."
Daha benimle tanışmasının üstünden bir hafta geçmemişken tavırlarımı fark edecek kadar dikkatli olması takdire şayandı. Belki çevremdeki çoğu kişinin fark etmeyeceği tavırlarımı anında anlamış olması ve kendisiyle alakalı olduğunu hemen hissetmesi tehlikeliydi. Çok. Çok tehlikeliydi.
"Öyle diyorsan," hala bileğimin üstünde duran elini yavaşça uzaklaştırdı. "öyle olsun sarışın."
"He he, aynen." diyip arkama bile bakmadan gitmek üzereydim ki konuşmaya devam etti.
"Buraya gelmemin sebebi Kaan Bey." dedi az önceki tavrının aksine oldukça resmi bir sesle. Kaan'a Kaan Bey diyecek kadar işkolik olmasına içten içe güldüm. "Kaan Bey... ikna edememiş. Yani bugünkü çekim iç çamaşırı çekimiymiş, Kaan Bey ile öyle anlaşmadıklarını iddia ediyorlar."
Nicolas'ın cümlesiyle anlık gülüşüm tuzla buz olurken fantezi takımları gibi duran iç çamaşırlarına baktım, o an imzaladığım anlaşmanın tüm bedellerini göze alarak çıkıp gitmeyi düşünsem de mantığım tüm düşüncelerimi ele geçirdi ve olacakları kabullenmiş bir şekilde omuzlarımı düşürdüm. Bu işe girmiştim bir kere, geri dönüş yoktu.
Alacağım yorumları, birçok insanın bana karşı edineceği önyargıyı göze almak zorundaydım. İçerisinde olduğumuz topluluk böyleydi çünkü; çıplaklık tabuydu, eğer bir kadın tenini gösterirse, o kadın ya orospu olurdu ya da erkeklerin gözünde bir obje haline gelirdi. Oysa bunu bir erkek yaptığında hiçbir şey olmaz, aksine olumlu tepki bile alabilirlerdi.
Obje olarak görülmek, bir kadın için en aşağılayıcı şeydi. On yedi yaşımda, tek bir an bile kadın gibi hissetmemiş olmanın verdiği açlıkla yaşımdan büyük duracak, iddialı pozlar vermem bile hala karşıma çıkıp mide bulandıran yorumlar almama sebep olurken şu an neler olacağını düşünemiyordum bile, ki düşünmemeliydim zaten. Düşünürsem bu işin altından sağ çıkamazdım.
"Tamam Nik, söylediğin işin sağol." dedim gergin bir gülümsemeyle. "Kaan büyük ihtimalle suçlu hissettiği için seni gönderdi, söyle lütfen; kendisini suçlu hissetmesi gereken bir şey yok."
"Bunu yapabileceğinden emin misin sarışın?" dedi emin olmak istercesine. "Çekimde giyeceklerin... dün akşam gördüklerimin yanında epey farklı kalıyor. Bunu yapmak zorunda değilsin." imzaladığım anlaşmadan bihaber olan Nicolas'ın zorunda olmadığımı söylemesi elimde olmadan beni gülümsetti, gerçekten zorunda olmadığımı düşünmesi tatlıydı ancak maalesef, zorundaydım.
"Farkındayım ama bana verilen iş buysa," üzerimde sıkıca bağlanmış bornozun iplerini genişlettim. "bu işi yapmaktan başka çarem yok demektir. Gene de sorduğun için teşekkür ederim."
Nicolas diyecek bir şey bulamamış olmalıydı ki otomatik kapının yanında duran kilide şifreyi girdi ve eliyle işaret yaparak önden geçmemi sağladı.
Gergin bir şekilde beni bekleyen fotoğrafçıya doğru ilerlerken Nicolas da stajyerlerin olduğu tarafa, fotoğrafımın çekileceği yerin tam karşısındaki koltuğa, geçerken derin bir nefes aldım. Sakin olmalıydım, sakin. Biraz sonra burada bulunan yaklaşık otuz kişinin iç çamaşırlarıyla beni göreceği gerçeğini yok saymalıydım.
"Ah işte buradasın tatlım." birkaç kez farklı dergi çekimlerimde bulunan Altay'ı gördüğümde nezaketen gülümsedim ve selamlaştık. Altay her zamanki gibi kare, iri gözlükleriyle yüzünün yarısını adeta yok etmiş; 2015 yılından kalma stiliyle tam karşımdaydı. Her ne kadar birbirimizin yüzüne gülüyor olsak da birbirimizi pek sevdiğimiz söylenemezdi.
"Seninle çekim yapmayı o kadar özlemişim ki," sahte olduğu oldukça açık bir şekilde elini göğsüne koydu ve iç çekti. "resmen can atıyorum şu an. Son çekimimize göre birazcık kilo almışsın tatlım ama güvenilir ellerdesin, öyle güzel çekeceğim ki anlaşılmayacak." kilo almadığımı, aksine fiziğimin daha da güzelleştiğini oldukça iyi biliyor olmasına rağmen aklınca laf sokmasına aldırmadım ve sahte gülümsememi yüzümden tek bir an düşürmedim.
"Yaaa," dedim onu süzerek. "sen de kendini o kadar iyi çekiyormuşsun ki 'tatlım' instagramda gören yunan tanrısı sanar, oysa hiç benzemiyorsun." onu süzmem rahatsız ederken bozulduğu epey belli olan suratına baktım. "Aa, ne bu surat tatlım? İyi anlamda diyorum. Kendini bile olduğundan çok daha iyi çekiyorsun, ondan bahsediyorum yan-"
"Onu anladım ben Hevesçiğim." kızarmış suratıyla cümlemi bölerek yeteri kadar kendisini yerin dibine soktuğumu anlamıştım.
"Çok zaman kaybetmeyelim, değil mi? Vakit nakittir sonuçta. Hadi geç bakalım."
Beni asıl geren kısım gün yüzüne çıkarken stajyerlerden biri yanıma koşuşturdu ve bornozumu almak için beklentiyle yanımda durmaya başladı.
Derin bir nefes aldım tekrar. Nefes al, nefes ver. Kendine inan ve eğdiğin başını hiç olmadığı kadar dik korktuğun şeylerin karşısında.
Hazar'ın sözleri kulağımda adeta çınladığında elim, boynumdan hiç çıkarmadığım küçük; kar taneli kolyeye uzandı. Kolyenin ucundaki küçük kar tanesini kavradım ve elimi iyice bastırdım. Abimin hediyesi olan bu kolyenin bana tüm gücü verdiğini hissederken kimsenin duymayacağından emin olduğum bir şekilde fısıldadım. "Teşekkür ederim abi, sanırım haklısın. Beni korkutan her şeyin geçmesi için başımı dik tutmalıyım."
Stajyerin daha fazla kolyeye bakmaya devam edersem delirmiş olduğumu düşüneceği için kolyeyi bıraktım ve bornozumun önünü açtım.
Bornozum omuzlarımdan düşerken bornozum yerini üzerimdeki bordo, her zaman saklamaya çalıştığım göğüslerimin büyüklüğünü ortaya çıkaran tüm vücudumu saran, kalçamı olduğu gibi gözler önüne seren bodysuite bırakmıştı.
Tüm gözlerin üzerimde olduğunu hissederken normalde hoşuma giden ilgi beni şu an utandırmaya başlasa da utancımı bastırdım ve üzerimde gezinen bakışlar beni hiç etkilemiyormuş gibi adımlarla kameranın tam karşısına geçtiğimde ışıklar yandı ve ben, tüm vücut hatlarımla hiç olmadığı kadar parlamaya başladım.
Gözüm birkaç saniyeliğine etrafta gezindi, birçok insan sandığımın aksine bana bakmıyor; önlerindeki işle ilgileniyordu. Bu görüntü başka zaman olsa beni üzer, neden ilgilerin üzerimde olmadığını düşünürdüm ancak şu an benimle ilgilenmeyerek bana en büyük iyiliği yapıyorlardı. Benimle ilgilenmedikleri gerçeğine sevineceğim sırada, diğerlerinin aksine şu anki halimle epey ilgilenen bir çift buz mavisi göz beni kıskıvrak yakaladı ve gördüğüm bu manzara, boğazımı cayır cayır yakmaya başladı.
Bana böyle bakması, gerçekten sağlığım için iyi değildi. Bana bir iyilik yapsa; şu bakışlarını üzerimden çekse çok mu şey istemiş olurdum?
Evet dedi iç sesim. Senden bakışlarını tek bir saniye bile çekecek gibi değil.
İkimiz de tek bir saniye olsun gözlerimizi birbirimizin üzerinden çekmezken elindeki tepsiyle etraftakilere içecek uzatan stajyer kız yanında durdu ve "İçecek ister misiniz?" diye sordu. Henüz Altay'ın moda girmesi için saçma sapan şarkılar çalmaya başlamadığı için ne dediklerini duyabiliyordum.
Nicolas bakışlarını üzerimden çekmeden içecek istemediğini söylerken stajyer kız kaşlarını çattı ve "İstemediğinize emin misiniz? Yanlış anlamayın, haddim değil tabi ki ancak fena terlemeye başlamışsınız." dedi. "Burası mı sizi terletiyor diyeceğim ama oda sıcaklığını normal sıcaklıkta tutarız hep, iyi misiniz?" Nicolas, stajyerin cümlesiyle jet hızıyla ona dönerken dudaklarımı kaplayan gülümsemeye hakim olamadım.
Onu terleten şeyi içten içe biliyor olsam da safa yatmayı seçtim ve onun bu halinin tadını çıkardım. Terleyen bir Nicolas Belyakov'u izlemek kesinlikle çok zevk veriyordu.
"Gerçekten haddiniz değilmiş." dedi her zamanki resmiyetini koruyarak. "Terlediğimi nerden çıkardınız anlamadım ama ben gayet iyiyim." sonlara doğru yükselen sesi stajyeri dehşete uğratıp adeta kaçarcasına ondan uzaklaşmasına sebep olurken Nicolas, kahkaha atmamak için adeta savaş veren bana tıpkı o kıza baktığı gibi baktığında gülüşüm yerini ciddiyete bıraktı ve bakışlar üzerinden verdiğimiz savaştan tekrar mağlubiyetle dönmeme sebep oldu.
The Pussycat Dolls'un Buttons şarkısı sessiz stüdyoda yankılanmaya başladığında Altay sevinçle ellerini çırptı ve bana döndü. "Şimdi senden diğer çekimlerimiz aksine farklı şeyler isteyeceğim tatlım, buna hazır mısın?"
Sorduğu soru, onun için basit bir sorudan ibaret olsa da benim için değildi, bu yüzden birkaç saniye durdum ve kolyem varlığını hatırlatmak istercesine üzerimizdeki ışıkla parladığında gülümsedim. "Hazırım, hem de hiç olmadığım kadar."
"İşte aradığım Heves Korhan enerjisi bu," Altay kameranın lensini ayarladı. "şimdi bana verebileceğin en seksi pozu vermeni istiyorum senden." birkaç saniye ne yapacağımı düşündükten sonra aklıma gelen pozla işaret parmağımı dudaklarım arasına aldım ve başımı hafifçe yana yatırdım.
Başımla birlikte saçlarım da geriye gittiğinde tüm göğsüm ortaya çıkmıştı ancak bundan o an utanmamış, saçlarımla kapamaya yeltenmemiştim bile.
Altay, bir yerden sonra beni zorlamaya başlamıştı. Kendimi yüreklendirdiğim,ani bir cesaretle vermeye başladığım pozlarım yerini Altay'ın bana zorla verdirdiği, garip; hatta bir yerde rahatsız edici olmaya başlayan pozlara yerini bırakırken modumu düşürmemeye çalışsam da başaramamıştım. Bacaklarımı kamera önünde açmak, kalçamı çekmesine müsaade etmek beni rahatsız ederken kukla gibi onun söylediklerine uymak çok rahatsız ediciydi. Kendime güvenerek verdiğim pozlar yerini çabucak rahatsız edici pozlara bıraktığı için anın içinden sıyrılma ihtiyacıyla yanıp tutuşuyordum.
"Harikasın, işte bu." Altay beni durmadan çekmeye devam ettiği sırada gözlerim kısa, gerçekten kısa bir anlığına buz gibi gözleriyle beni izleyen; ne yaptığımı gözlerini hiç çekmeden gözetleyen Nicolas'a döndü. Bugün onu o kadar çok bana bakarken yakalamıştım ki garipsemiyordum artık.
Bana neden böyle baktığını haykıran kahve topraklarımın buz mavilerin içinde eridiğini, bir çamura dönüştüğünü hissettim. Gözleri soğuk ve üşütüyor olabilirdi ancak bakışları, gözlerinin aksine oldukça yakıcı; eriten türden bakışlardı. Bu kadar etkili bakışları hayatım boyunca hiç görmediğimi ve bugünün daha ilk iş günümüz olduğunu varsayarsak, durumum gerçekten fenaydı.
Nicolas'a baktığım sırada patlayan flaş beni kısa süren bakışmadan çekip çıkarırken Altay, çektiği resme baktı ve her ne gördüyse, bugüne kadar hiç görmediğim; geçirdiğimiz her anın aksine oldukça içten duran gülümsemeyle bana döndü. "Az önce sana dair en doğal, en güzel fotoğrafını çekmiş olabilirim tatlı şey. Bu fotoğrafı her yerde gördüğünde bu dediğimi sen de anlayacaksın."
"Bana dair çektiğin her şey güzel." dedim imalı sesinin aksine kibirli bir sesle. "Senden bağımsız, benden kaynaklı bir şey bu."
"Hm hm, aynen." dedi gözlerini devirerek. "Her neyse, üstündekileri kirlettiğin yeter. Git yenisini giy, daha işimiz çok." Altay'a bana emir kipiyle konuşmaması gerektiğini birkaç kez söylememe rağmen ısrarla hala üstten üstten konuşuyor olması sinirime dokunurken tam cevabını vermek üzereydim ki araya bir ses girdi.
"Altay bey," dedi Türkçesi benden bile düzgün olmasına rağmen varlığını hissettiren Rus aksanı. "işinize karışmak haddim değil belki ancak merak ettiğim bir şey var, sorabilir miyim?"
Nicolas'ın ne yapmaya çalıştığını anlamayan bir şekilde ona bakarken suratında 'ne yaptığımı çok iyi biliyorum' ifadesi vardı.
Altay fotoğrafını çektiği kişi dışında kimseyle konuşmayı sevmediği için Nicolas'a ondan tiksindiğini haykıran bakışlarla döndü. "Tabii, adın her neyse. Sorunu kısa tutarsan sevinirim, vaktim kıymetli."
"Birincisi, adım her neyse değil Altay bey. Sınırları bilerek konuşmak sizden bir şeyleri alıp götürmez, aksine olmayan şeyler katar. Örneğin saygı," diyerek sakinliği ve kibarlığı ile adeta Altay'ı göt eden Nicolas gülmemi bastırmak için ağzımı kapatmama sebep olurken konuşmaya devam etti. "Size askerden arkadaşımmış gibi Altan demiyorsam siz de bana haddinizi bilerek, saygılı davranın lütfen. Size bey diyorsam insan yerine koyup saygı duymamdandır, zorunluluğum olduğundan değil."Nicolas'ın Altay'a bilerek Altan dediğine en az adım kadar emindim.
"Bey demek zorundasın aslına bakarsan." dedi Altay Nicolas'ın tavrı sonucu kızarmış yüzüne rağmen utanmadan konuşmaya başlayarak, aklınca baş kaldırıyordu ancak bunun Nicolas üzerindeki etkisi kesinlikle eksilerdeydi. "Heves'in koruması falan değil misin sen? Hizmet sektöründesin, tabi ki senden üst kişilere saygı duymak zorundasın."
"Hizmet sektörü diyecek kadar cahil olmasaydın keşke." dedim gözlerimi devirerek. "Ayrıca Nicolas 'korumam falan' değil; o burnunu azıcık aşağı indir ve geçiştirmeden konuşmayı öğren." diye ekledim, Altay'ın kendini üstün sanan tavrına o kadar sinirlenmiştim ki onu parçalayacakmışım gibi bir güç taşıyordum içimde.
Oldum olası, kendini üstün zanneden budalalarla çalışmayı hiç sevmemiştim. Çocukluğumdan beri binlerce budala, burnu havada insanla vakit geçirmek zorunda kalmıştım ve bu, bir yerden sonra sinirime dokunmaya başlamıştı. Para veya statü; insanların egolarını savaştıracağı bir yer değildi, para ve statü her an dengesi bozulabilecek, varlığıyla yokluğu her an olabilecek iki unsurken insanların bu kadar kibirle gezmesine gerçekten anlam veremiyordum.
Altay tavrımı beklemediğini belli eden bakışlarla bana döndüğünde suratımı ekşittim. "Ayrıca, Nicolas bana bile Heves hanım demiyor, sana mı diyecekti Altay? Maaşını benim fotoğraflarım üstünden alacak olmana rağmen bana hanım demeni istememiştim bugüne kadar ancak biliyor musun, artık bana Heves Hanım demeni istiyorum. Hatta sadece bana değil, Nicolas'a da Nicolas bey demeni istiyorum. Madem ortada statü var, senden yüksek statüye sahip olan kişi benim ve," suratımdaki sinir bozucu gülümseme, onu adeta domatese dönüştürmüştü. "Burada, hatta adımımı attığım her yerde benim sözüm geçer; çünkü ben Heves Korhan'ım 'tatlım' ve Heves Korhan olmak bunları gerektiriyor, bilmem anlatabildim mi?"
Nicolas'ın suratında muzip bir gülümseme yer alırken neden bu kadar gaza gelip adeta Altay'ı kelimelerimle mahvetmiştim bir fikrim yoktu ancak herkesin şu an Altay'a gülmemek için zor duruyor olması, bunun yapılması gereken bir şey olduğunu, haddinin bildirilmesi gerektiğini adeta haykırıyordu.
"Nicolas." dedim içten içe halime gülüyor olsam da ciddi bir suratla. "Lütfen Altay'a sorunu sor, eminim bu saatten sonra haddini ve kim olduğunu bilerek sorunu en iyi şekilde yanıtlayacaktır," Altay'ın omzuna elimi koydum. "değil mi tatlım?"
Altay hiçbir şey diyemeden beni başıyla onayladığında Nicolas'ın gözleri adeta parlıyor, ayna gibi gözüküyordu. "Aslını istersen sarışın, sormama gerek kaldığını düşünmüyorum. Sorum tam olarak neden had bilmediği ve önem verdiği anlaşılan statüsüyle sana nasıl emir verme hakkını kendinde gördüğüyle alakalıydı, ancak sen demem gerekenleri çoktan söyledin."
"Bunu duyduğuma sevindim," dedim konuşmasaydım beni savunacağını öğrenmenin verdiği isimlendiremediğim, midemde varlığını hissettiğim hisle. "Her neyse, bu tatsız konuyu kenara bırakalım çünkü Altay haklı. İşimiz iş fakat ben de insan olduğum için yoruldum ve dinleneceğim, sen de o sırada bir çay, kahve iç Altay, ne dersin?"
"Harika." dedi boğuk sesiyle. "Harika olur Heves… hanım." sesindeki o kurtulmayı bekleyen ezilmişlik, hak ettiğini bulduğunu anlamamı sağlamıştı.
"Çay." dedim gitmeden önce, stajyerlerden birinin tepside taşıdığı çayları işaret ederek. "Çay iç Altay, hararetini alır." Altay'ın bir şey demesini beklemeden soyunma odasına ilerlerken Nicolas'ın peşimden geldiği, tabi ki de en az iki metre olan iri cüssesinin üstümde oluşturduğu gölgeden belliydi.
İkimiz de bir şey demeden ilerledikten sonra arkamdaki varlığıyla boğazımdaki kuruluğu yok etmek adına yutkundum ve şifreyi girmeye başladım.
Şifreyi ilk girdiğimde yanlış yazısı çıktı ve bu kaşlarımı çatmama neden oldu. Nerede yanlış yaptığımı anlamayarak şifreyi bir daha girdim ve tabi ki, şans bugün yanımda olmadığı için yanlış yazısı tekrar çıkmış; resmen benle dalga geçmişti. "Sarışın," dedi arkamdaki ses. "Şifreyi benim girmemi ister misin?"
"Şifreyi doğru girdiğime adım kadar eminim." dedim ona dönerek. "Şifre zor bir şey de değil, 12345 yani. Yanlış da yazmadım, neden kabul etmiyor anlamadım." Nicolas söylediğim şey çok komikmiş gibi bugünkü gülümsemelerine bir yenisini daha eklerken kaşlarım daha da çatıldı. "Komik olan ne?" dedim. "Neden gülüyorsun, söylesene."
"Sarışın, sen şifreye 12345 yazmadın ki. Sadece bire basıp duruyorsun."
"Ay daha neler." dedim inanamaz bir şekilde. "Ben ne yazdığımı bilmiyor muyum? Şaka yapıyorsun anladım da, hiç komik değil. Bil diye söylüyorum."
Tam ona arkamı dönüp haklı olduğumu kanıtlamak üzere şifreyi yazacaktım ki otomatik kilitten bir ses yükseldi. "Hatalı giriş. Hatalı giriş. Şifre 1111 değildir, tekrar deneyiniz; üçüncü hatalı girişte sistem kapanacaktır."
Nicolas muzip bir gülümsemeyle kaslı kollarını gözüme sokarcasına şifreyi girdi ve kapı, tabii ki de açıldı. "Teknolojiye bak." diye homurdanmıştım onun duyamayacağı şekilde. "Başka zaman olsa hata verir, şimdi rezil olacağım diye ne yazdığımı bile söylüyor."
Kafamın nasıl bu kadar gittiğine inanamazken adeta aptala bağlamıştım. Durmadan bire bastığımı fark etmeyecek kadar kafamın gidiş sebebini sorgulamaktan korktum ve nedenini bilmemeyi seçerek içeri girdim.
Nicolas ve ben içeri girdiğimizde koltukta oturmuş, bacaklarını gerginlikle sallayan, sinirinden ölmek üzere olduğu her halinden belli Kaan karşılamıştı. Kaan bizi gördüğünde suratındaki ifade beni germişti, onu uzun süredir böyle görmediğim için ne olduğunu merak etmiştim.
"Kaan, bir şey mi oldu?"
"Heves, biraz sonra söyleyeceklerim için senden ne kadar özür dilesem az, sana yemin ederim bunun nasıl olduğunu çözdüğümde o orospu çocuğunu kendi ellerimle boğup öldüreceğim." Kaan'ın kimden bahsettiğini anlayamazken ondaki gerginlik bana da geçmişti.
"Kaan, üstü kapalı konuşma ve bana neden bu halde olduğunu; kimden bahsettiğini düzgünce anlat."
"Berkan." dediğinde kimden bahsettiğini sorduğum için kendime lanet okurken duyduğum isim, adeta damarlarımdaki kanın çekilmesine sebep olmuştu. "Orul orul orospu çocuğu, ebesini siktiğim gitmiş nasıl becermişse çekimi iç çamaşırı çekimine dönüştürmüş. Anlaşmadan fesh etmek, bizi burdan çıkarmak için avukatlarla görüştüm ama dönüş yok, Heves. Bu kadar kısıtlı bir sürede hiçbir şey yapamayacaklarını söylediler."
Berkan'ın gene bu işime burnunu soktuğunu duyduğumda kalbim sıkıştı, her seferinde olduğu gibi nasıl burada da kendini göstermeyi başardığını aklım almadı. Senelerdir peşimi bırakmayan lanetin bugün de benimle olması, o an o kadar fazla geldi ki sarsıldım; Berkan'ın varlığını kaldıramadım.
"Berkan kim?" dedi her şeyden bi haber Nicolas. İsmini tekrar duyduğumda elim göğsüme gitti, o kadar hızlı atıyordu ki bir panik atağın eşiğinde olduğumu sandım o an. Bugüne dek hiç panik atak geçirmediğim için bu yaşadığım neye giriyordu bilmiyordum ancak kalbim o kadar hızlı atıyordu ki göğüs kafesim acıyor, aldığım nefesi alıyormuşum gibi hissettirmiyordu.
"Berkan…. Heves'in ilk ünlendiği zamanlarda komşusuydu. Duştayken resimlerini çekmişti, yedi sülalesini siktiğim. Heves'i iki tehdit etti durdu, sonra o resimleri yok etmeyi başardık ama kendisinden kurtulamadık. Orospu çocuğu, fantezi olsun diye çekimi iç çamaşırı çekimine dönüştürmüş. Nasıl yaptı bilmiyorum ama tek bildiğim, onu bulduğum yerde gebertip öldüreceğim."
Kaan'ın yaşadıklarımızı tekrar anlatması gözlerimin dolmasına sebep olurken ağlamamak için dudaklarımı bastırdım, senelerdir peşimi bırakmayışı o kadar sinirimi bozmuştu ki küçük bir kız çocuğu gibi ağlamak, kaybolmak istiyordum. Komşum olduğu lanet günden sonra her işimi mahvetmeye yemin etmiş olmasının nedeni neydi asla bilmiyordum, henüz on yedi yaşında bir genç kızken çıplak resimlerimi çekmesiyle başlayan kabusun hala bitmemiş olduğu gerçeği sanki bir insana dönüşmüş, boğazımı kavramıştı.
"Daha fazla bilgi ver." dedi Nicolas Kaan'a. "Soyadı ne, ne işi yapıyor da Heves'in çekimini sabote edecek yetkiye sahip?"
Kaan, normalde olsa bu bilgileri kimseye vermezdi ancak o an nedenini bilmesem de söylemişti. "Atılgan, kendisinin bir olayı yok aslında. Sosyetenin içinde olduğu için bir söylediği bir daha söylenmeden yerine getiriliyor gör herifin."
"Az önce avukatların anlaşmadan fesh etmeyi kısa bir sürede başaramayacaklarını söylemiştin değil mi?"
"Evet." dedi Kaan afallamış bir şekilde. "Aslında çekim iptal olsa, birkaç gün vaktimiz olur ancak çekimin iptal olması imkansız gibi bir şey şu an, özellikle Berkan emir verdiği için ellerinden geldiğince, mucizevi bir olay olmadıkça Heves'i göndermezler." Kaan'ın ne olursa olsun buradan çıkamayacağımı söylemesi dudaklarım arasından bir hıçkırığın kaçmasına sebep olurken gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı.
Kötü başlayan, ailemi gördüğüm rüyadan uyandığım sabahı düzeltmek, günümü iyileştirmek için elimden geleni yapmıştım ancak ne yaparsam yapayım, hayatımın karanlık ve kötü yanları ne kadar kaçmaya çalışırsam çalışayım beni yakalamayı başarmış, ağlatmayı başarmıştı. Tüm gücüm yok olmuş, yerini zayıflığım almıştı.
"Sarışın, yapma." dedi Nicolas. Gözyaşlarımı saklamak için yüzümü kapadığımdan söylediklerini zor duyuyordum. "Yapma, ağlama. Bu çekim gerçekleşmeyecek."
Nicolas'ın kendinden emin konuşması başımı kaldırmama sebep olurken gözyaşlarım arasından konuştum. "Ne diyorsun sen ya? Nasıl halledilecek allah aşkına? Bu, senin her şeyde iyi ve haklı olduğunu göstereceğin; egonu arşa kaldıracak bir durum değil, tamam mı? Yalan sözlerle bana yalan teselli verme."
"Sana yalan teselli verecek son insan benim, sarışın." dedi benim aksime oldukça sakin bir ses tonuyla. "İzle ve gör, bu çekim olmayacak."
"Ne dediğini ne ben ne de Heves anlıyoruz, Nicolas. Bu çekimi iptal etmek için elimden geleni yaptım, olmuyor. Kahretsin ki olmuyor, ne yapabiliriz şu an, söylesene."
"Çok gereksiz stres yapıyorsunuz." dedi Kaan ve bana delirmişiz gibi bir tavırla. "Kaan, dışarı çık ve Polina'yı bul ve sarışın gibi, bu çekimin nasıl iptal olacağını izle ve gör."
"Nicola-"
"Kaan." dedi, konuşmasına izin vermedi. "Söylediğimi yapmazsan evet, çekim iptal olmayacak ve sarışın, ağlaya ağlaya o çekimi yapmak zorunda kalacak. Bunu göze alıyorsan kendi bildiğini okumaya devam et ama bir şeyler bilseydin bu duruma düşmezdiniz, bence o yüzden söylediklerimi yap ve çık."
Kaan tek bir şey demeden odadan çıkarken gözyaşlarım arasından inanamaz bir şekilde Nicolas'a baktım. "Kafandan ne geçiyor bilmiyorum ama her ne geçiyorsa, Kaan ile böyle konuşmak zorunda değildin. Onun bir suçu yoktu, bunu tahmin edemezdi."
"Sarışın, bilmem farkında mısın ama ağlıyorsun. Hiç istemediğin bir çekimde, obje gibi karşılanacağın bir topluluğa pozlar veriyorsun ve olduğun kötü duruma rağmen hala Kaan'a dediklerimi düşünüyorsun." makyaj masasının kenarında duran peçeteyi aldı ve bana uzattı. "Şu an kendini düşün ve gözyaşlarını silip kendini mahvetme. Bu çekim olmayacak diyorsam olmayacaktır."
"Kendinden nasıl bu kadar emin konuşuyorsun, aklım almıyor." dedim ve gözyaşlarımı uzattığı peçeteyle sildim. "Olmayacak işte, Kaan bile buna bir çözüm bulamadıysa gerçekten dönüşü yok demektir."
Aynadan kendime baktım, yapılan makyajın aktığını gördüğümde dudaklarım arasından bir küfür kaçtı. "Harika, bir de tekrardan makyaj yapacaklar. Tüm yüzümü duvar gibi boyasınlar zaten, nasılsa bugün duvardan farksızım."
"Ben Kaan değilim, sarışın." dedi Nicolas söylediğim onca şeyin arasından tek bir cümleme cevap vererek. "Ben kaçış yolu bulamadığımda umutsuzluğa kapılmam, yeni bir yol yaratırım. Kaan'ın yöntemler işe yaramamış olabilir, onun yöntemleri işe yaramıyor diye benim yöntemlere haksızlık etme." tam karşı koltuğuma sanki içerisinde olduğumuz durum çok normal bir durummuş gibi yayıldı ve arkasına yaslandı. "Bence sen de arkana yaslan, buna gerçekten ihtiyacın var gibi gözüküyor."
"Şaka gibisin." dedim rahatlığına daha fazla tahammül edemeyerek ayağa kalkarak. "Çok komik geldi galiba sana içerisine düştüğüm durum, işine geliyor değil mi? Sana seyir zevki veriyor bu kaos, dalga geçmek için malzeme veriyor sana." sabır istercesine ellerimle şakaklarımı ovdum. "Çık allah aşkına, çık. Her ne planlıyorsan dışarıda planla, sana gerçekten katlanamıyorum." Nicolas ona kızmamı beklemediğini belli eden bir şekilde ayaklandığında ona ters ters bakmayı sürdürüyordum.
"Birazcık sabır, sarışın. Sizin sabır erdemliktir diye bir sözünüz yok mu, azıcık sabırlı olup rahatlasan olay çözülecek aslında."
"Nicolas, ne olacak söyler misin? Yeryüzüne peygamber mi inecek, gökyüzünden meteor mu yağacak; uzaylılar dünyayı mı istila edecek ne olacak söyle-" ben daha sözümü söyleyemeden tüm stüdyoyu dolduran ses, bizim odayı da doldurarak sözlerimi katletti.
Yangın alarmı, bütün stüdyonun içinde yankılanırken dudaklarımın arasından bir çığlık kaçtı. Yangın oluyordu!
Ne yapacağımı bilemez bir şekilde kapıya koştuğum sırada otomatik kapının önü, demir bir kapıyla kapandı ve üzerimize, adeta tepeden yağmur yağmaya başladı.
Su damlalarının üstüme gelmesini beklemediğim için tekrar çığlık atmak üzereydim ki ağzımın üstüne kapanan ve beni demir kapıya adeta yapıştıran el, çığlığımı resmen yutmama sebep oldu. "Sende ne ses varmış sarışın." dedi ıslak, uzun kirpiklerinin arasından. "Sakinleş, yangın olduğu falan yok." gözlerim, ne dediğini anlayamaz bir şekilde büyürken sabır istercesine bir nefes verdi ve konuşmaya devam etti. "Olağanüstü bir durum olmadıkça çekimi iptal etmeyeceklerini söylediler ya hani."
O an, gelen aydınlanma ile olduğum yerde yaptığına inanamaz bir şekilde donup kalmıştım.
Yapmıştı. Benim için, istemediğim çekimde daha fazla kalmamam için; gerçekten çekimi durduracak o hamleyi yapmıştı.
"Arkadaşlar, çekim iptal! Herkes içeriyi boşaltsın!" diye haykıran bir ses, sessizliğimizin arasına girdi ve yaptığına adeta imzasını attı.
Nicolas Belyakov, dediği gibi yeni bir yol yaratarak imkansız yolları mümkün kılarak beni bir kez daha şaşırtmayı başarmıştı.
Elektirikler kesildi, sanki elektrikler Nicolas karşısısında mahçup kaldığımı ondan saklama isteğimi duymuş ve kesilmişti. Hala anlayamıyor, kavrayamıyordum olanları.
Nasıl yapmıştı? Bunu nasıl akıl edip mükemmel zamanlamayla gerçekleştirmeyi başarmıştı… kafamda dönen binlerce soru arasından hala dudaklarımın üstünde hissettiğim eli, "Çığlık atmayacaksan çekiyorum." demesi ve başımla onaylamamla çekildi.
"Öyle bi çığlık attın ki kelimeler kifayetsiz kaldı galiba." diye homurdandı. "Tanrı bilir, yangın alarmını duyunca böyleysen başka durumlarda nasıl çığlık atarsın…" söylediği şeye kendisinin gülmesi bir anlığına benim de gülmeme sebep olurken ne demek istediğini sordum .
"Nasıl durumlar?" dedim gerçekten az önceki çığlığımın etkisiyle kısık olan sesimle. "Ayrıca tanrı değil Allah, gavur musun sen?" Nicolas son cümlemle ciddi olurken ben hala gülüyor, olduğumuz durumun saçmalığını kavramaya çalışıyordum.
"Allahım ya, daha ilk iş gününden seninle böyle olaylar yaşıyorsak sonraki günler ne yaşayacağız Nikçik…" dedim gülüşüm kahkahaya dönüştüğü sırada. "Cidden… daha ne kadar saçma şeyler yaşayabilirdik…"
"İnsanların yanında seslendiğin gibi seslenmeni tercih ederim." dedi kolunu duvara yaşlandığı sırada. Duruşumuz, wattpad kitaplarından çıkmış gibiydi. "İsmim Nicolas, sarışın. İsmimi mahvetme lütfen."
"İnsanlar içinde de Nik veya Nikçik dememi istiyorsun yani," gözlerimi yüzüne çevirdim. "bana uyar."
"Böyle durduğunda küçük çocuklar gibi gözüküyorsun." dediklerimden bağımsız cevaplarına bir yerden sonra alışmaya başladığımı hissediyordum.
"Aramızdaki boy farkı sağolsun. Sahi, senin boyun kaç?" dedim ben de ona uyum sağlayarak. "Boz ayılarıyla aynı boydasın resmen."
"İki metre beş santim." dediğinde artık dilimi yutacaktım. Resmen aramızda aşılmak bilmeyen bir kırk santim söz konusuydu. "Ayrıca boz ayılarının boyunu mu araştırdın?"
"Araştırmadım, eskiden ailemle…" ailemden uzun süre sonra birine dolaylı da olsa bahsediyor olmak içime derin bir hüznü yerleştirdi. "çok fazla Discovery channel izlerdik. Orada hep belgeseller dönüyor ya, oradan biliyorum…"
"Sarışın." dedi Nicolas, karanlıktan surat ifadesini çözemiyordum. "Bugün farklısın derken ciddiydim, Berkan dışında da canını sıkan bir şeyler var, belli. Sabahtan beri böylesin. Sebebi ne?"
Nicolas'ın doğru tespitleri ve iyi gözlemciliği, bana abimi hatırlatmıştı bir anda. Abim de Nicolas gibi olanları sessizce gözetler, sonrasında nokta atışı tespitlerini dile getirir ve karşısındakinden istediği cevabı alırdı.
"Ailem." dedim dürüst olmayı seçerek. "Ailemi rüyamda gördüm, onlarla en son yedi yıl önce görüştüm… onları rüyamda görmek biraz onları düşünmeme sebep oldu."
"Kötü bir şekilde mi görüşmeyi kestin?" dediğinde onu sadece başımla onayladım.
"Sarışın, karanlıktayız." dedi Nicolas anı mahvederek. "Anı bozmak istemem ama tepkilerini göremiyorum." haklı isyanıyla omuzlarımı düşürdüm ve konuşmaya başladım.
"Evet." dedim nefes vererek. "Her neyse, daha fazla ayakta dikelmeyelim, oturalım bari." Nicolas yanıma otururken bu konuyu daha fazla konuşmak istemiyordum, günüm yeterince kötü geçmişti zaten. Daha fazla beni üzen şeyleri gün yüzüne çıkarmak, Nicolas'ın da bana acımasını istemiyordum.
Her ne kadar konuşması ve tavırları bir robota ait gibi olsa da bana yardım ettiğinde onun göründüğü gibi biri olmadığını düşünmüştüm. Belki hemen böyle düşünerek salaklık ediyordum ancak elimde değildi, ben böyleydim. Karşımdakinden bir iyilik gördüm mü buna sımsıkı tutunur, karşımdakinin sadece iyi yanlarına odaklanırdım ve ne olursa olsun, bana yaptığı o iyilikten ötürü hep iyi olduğuna inanırdım.
İşte bu yüzden, Nicolas ile ailemi daha fazla konuşmak istemiyordum. Berkan'ı öğrenip bana yardım etmişti zaten, ona yaşadığım kötü olayları gösterdikçe üzülüp bana yardım etmeye çalışmasını görmek istemiyordum; bu bana göre bir şey değildi çünkü.
"Anı gerçekten mahvettim değil mi?" dedi aramızdaki garip sessizliği bozan ilk kişi kendisi olurken. "İsteyerek olmadı. Seni göremediğim için cevabını anlamadım."
"Hayır anı mahvetmedin." dedim her ne kadar o cümleyi kurmasaydı her şeyimi dökecekmişim gibi gelse de. "Ailemden veya Berkandan daha fazla bahsetmek istemiyordum zaten, aksine öyle söylediğin iyi oldu."
"Berkan demişken, bu işin yanında kâr kalmayacağından emin olabilirsin."
"Nicolas…" dedim buruk bir gülümsemeyle. "Evet, çekimi hiç aklıma gelmeyecek şekilde iptal ederek bugün beni bu boktan çekimden kurtarmış olabilirsin ama Berkan'dan hukuki yollarla bile kurtulamıyorken ondan nasıl kurtulacağımı düşünüyorsun?"
"Yasal yollarla kurtulacağını söylediğimi hatırlamıyorum." dediğinde sesindeki gizem hissedilir cinstendi. Bu ses tonu, onun karanlık yanının varlığını hatırlatıyordu.
"Aklından ne geçiyor bilmiyorum ama beni korkuttuğun kesin." dedim ayaklarımı sehpaya attığım, arkama yaslandığım sırada.
"Benden korkmana gerek yok, sarışın. Bırak, seni ağlatan ve tehlikede hissettirenler benden korksun, benim görevim seni korumak; korkutmak değil." cümlesi, midemde hissettiğim o garip hissi canlandırırken yutkundum, yutkunmaya o an gerçekten ihtiyacım vardı çünkü içim alev alev yanıyordu.
"Lafın gelişi demiştim." dedim lafın gelişi demediğim halde. "Teşekkürler." Nicolas hiçbir şey demeyerek aramızdaki o gergin, garip sessizliğin oluşmasına sebep olurken birkaç dakika öylece durduk. İkimizin de buna ihtiyacı var gibiydi.
Durdukça içerisinde olduğum garip ruh halinin içerisinde bunaldığımı hissederek başımı, yasladığım koltuk başlığından kaldırdım. Böyle sessizce, filozof gibi düşünür pozda oturmak kesinlikle bana göre değildi. Üzülürdüm, bir şeylere çok üzülürdüm; geceler boyu ağlardım ancak geceleri yaşadığım o hüznü sabahları yaşamak istemez, şakaya, eğlenceye vururdum. Çocuk yanımı hep yaşatır, çekinmezdim.
"Doğruluk mu cesaret mi oynayalım mı?" dedim refleks gibi aniden, hızlıca. Aklıma esen bu fikirle neler yapabileceğimiz aklıma geldiğinde gözüme ilişen eğlenceli görüntüler, kesinlikle bu oyunu oynamamız gerektiğini söylüyordu.
"Çocuk muyuz biz sarışın, oturuyoruz işte. Kaanlar stüdyonun boşaldığından emin olunca burada biter zaten, biraz sabret."
"Ben sabırlı bir insan değilim Nikçik." dedim benim aksime oldukça sakin, otoriter ses tonuna görmediği halde göz devirerek. "Hiç mi sıkılmıyorsun böyle otururken? Karanlıktayız, burda mahsur kalmışız; sırılsıklamız ve arkadaşlarımızın gelmesini bekliyoruz. Bence biraz eğlence sana da iyi gelecek."
"Benim eğlence anlayışım senin eğlence anlayışınla aynı olmadığı için sarışın, oynamayacağım. Çok sıkıldıysan gözlerini kapatıp kuzu saymaca oynayabilirsin."
"Senin eğlence anlayışın ne ki?" dedim anlamamış bir şekilde. "Her neyse söyle, onu oynayalım öyleyse. Gerçekten çok sıkılıyorum, söyle işte; naz yapma!"
Nicolas sorduğum soruya gülmeye başladığında, hatta kahkahaya benzer bir ses çıkardığında bugün belki de bir milyonuncu kez onun karşısında kendimi aptal gibi hissetmiştim. Lise zamanında hocalarımızın klişe bir sözü vardı, bu kadar komik olan her neyse bize de söyleyin; biz de gülelim diye.
İşte tam olarak şu an, o sözün altına imzamı atabilirdim. Bu kadar komik bir şey söylememişken neye güldüğünü çözmek gerçekten de çok zordu. "Bu kadar komik bir şey söylediğimi zannetmiyorum. Neye gülüyorsun söyle de ben de güleyim."
"Sadece bana bakmak için kafanı yukarı kaldırdığında değil, genel olarak çocuk gibisin sarışın. O yüzden, yaşının yetmeyeceği sorular sorma." Nicolas'ın çocuk olduğumu söylemesiyle kaşlarımı çattım, eğlenceli kişiliğimi resmen çekemiyor; beni aklınca gömüyordu ancak bunların bana sökmediğini kesinlikle gözden kaçırıyordu.
"Benim yaşım içerisinde eğlence barındıran her şeye yetiyor, Nicolas efendi. Biz Türkler, siz Ruslardan çok daha eğlenceliyiz; bizim suratlar gülmekten kırışırken siz gülmek nedir bilmediğiniz için put gibi suratlarla yaşlanıyorsunuz, Putin kesiliyorsunuz başımıza hani put gibi Putin ahahaha…" aklıma gelen anlamsız şaka beni güldürürken hala eğlence anlayışını söylemediğini hatırladım ve ciddileştim. "Hadi ama, ne bu naz cilve? Ben bile bu kadar nazlı, cilveli değilim Nikçik. Söyle artık."
"Seks." dediğinde tükürüğüm boğazıma kaçmıştı. "Benim eğlence anlayışı yatak odamdan ibaret, sarışın. Oldu mu? Uyuyor muymuş senin eğlencelere?" gereğinden fazla dürüst oluşuyla öksürmeye başladığımda elimle bağrıma vurdum ve birkaç öksürük sonrasında sonunda kendime gelmeyi başardım.
Nicolas'ın seksten ve yatak odasından bu kadar dürüstçe bahsetmesi, neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde utançtan ölecek gibi hissetmeme sebep olurken dudaklarım arasından, belki de dünyanın en saçma sesi yükseldi. "Ehe." ehe ne, gerizekalı?? "Yok, benlik değil Nikçiğim. Oyun anlayışını açıkladığın için gene de teşekkürler."
"Senlik olsaydı," gülmemek için savaş verdiğini, az da olsa incelen sesinden anlayabiliyordum "böyle oyunlarda yer alır mıydın sarışın?" sesindeki o tuhaf tonlama karşısında ne diyeceğimi bilemezken yutkundum ve kızarmaya başladığını hissettiğim yanaklarımın arasından ona kaçamak bir cevap vermeyi seçtim.
"Böyle oyunlarda yer almadığımı söylemedim yalnız." dedim her ne kadar hiçbir şey yaşamadığım halde. "Ay neyse, seks hayatımı ve yatak odamı sana açıklayacak değilim. Sizin aksinize, biz Türkler bu konularda edepli, adaplı insanlarız."
"O yüzden akraba evliliğinin en yaygın olduğu ülkelerden birisiniz değil mi?" Nicolas adeta bu cümlesiyle beni bozguna uğratırken oldukça sakin bir şekilde konuşmaya devam etti. "Ayrıca, seks utanılacak bir konu değil; sarışın. Bu edeple alakalı bir şey değil, insanlığın getirdiği normal bir eylem. Siz Türkler bunu normal görmediğiniz, bu konuları konuşmaktan kaçındığınız için topluluğunuz kötü durumda aslında."
Nicolas'ın haklı yorumuyla ne diyeceğimi bilemeyerek sustum, doğru söylüyordu. Cinsellik ülkemizde tabu konulardan biri gözükse de her gün haberlerde gördüğümüz çocuk gelin, tecavüz, akraba evlilikleri gibi kan donduran olaylar yaygındı, çok yaygındı. Sapkınlığın cirit attığı bu günleri yaşıyor olmamızın sebebi belki de cinselliği ayıp görüp diğer ülkeler aksine doğal bir eylem olduğunu düşünmeyişimizdendi.
"Haklı olabilirsin." dedim beni fena bozduğunu belli etmediğini düşündüğüm ses tonuyla. "Ama gene de, seninle seks hayatımı ve yatak odamda dönenleri konuşmayacağım."
"Ben de senden zaten bunu istememiştim, sarışın. Madde altı; unuttun mu?" altıncı madde; Duygusal ilişki olması dahilinde koruma işinden atılacak, yıl sonunda alacağı paranın tek bir kuruşunu dahi almayacaktır. Anlaşmayı imzalayan ikili sadece müşteri ve koruma sıfatıyla yan yana bulunacak ve iletişimleri sadece bununla alakalı olmakla birlikte arkadaşlık ilişkisi dahi söz konusu olmayacaktır.
Bu maddeyi unutmak ne mümkündü? Aramızda arkadaşlık ilişkisinin dahi bulunmasını istememesi anlayamıyordum. Aramızda aşka dair hiçbir şey yaşanmayacağı barizken oluşabilecek arkadaşlığı anında yok edip resmileştirmesi garibime gidiyordu. O kadar vaktimiz beraber geçerken elbet konuşacak, bir şeyler paylaşacaktık. Ki şu anda da ister istemez, bir şeyler paylaşıyorduk; onunla arkadaş olacağımızı ben de düşünmüyordum ancak bir maddeyle bunu kesinleştirmemiz kesinlikle çok saçmaydı.
"Sahi," dedim altıncı maddeyi hatırlatmasıyla kafamdan geçenleri söylemeye karar vererek. "aşk yaşanmaması gerektiğini ben de düşünüyorum ama arkadaşlık? Arkadaş olmakta ne sakınca gördün, hala anlamıyorum."
"Bir işte duygusallık girdiği zaman, o işi istemeden de olsa duygularla yapmaya başlarsın, sarışın. Her şeye duygusal yaklaşabilirsin ama iş hayatında duygusallık, özellikle koruman olduğumu düşünürsek kötü olur. İkimiz için de." her ne kadar cevabı beni ikna etmemiş olsa da daha fazla üstelemedim, madem o böyle olmasını istiyordu; onunla arkadaş bile olmayacaktım.
Kaan ve Polina'nın çabuk gelmesini umarak sessizlik içerisinde beklemeyi sürdürürken çok uzun olduğuna emin olduğum dakikalar boyu ikisinin geleceğine olan inancım, yavaş yavaş yok olmaya başladı. Doktorlardaki Levent'in Ela'yla aşklarına olan inancının bitmesi gibi, benim de onlara inancım kalmamıştı artık.
Doktor Levent'i bile anlayacağım duruma düştüysem, durumum gerçekten içler acısıydı.
İkimiz de gelmek bilmedikleri, adeta bir ömrün geçtiği uzunca dakikalar boyunca sessizliğimizi korurken uykum gelmiş, mayışmıştım. Her ne kadar benimle arkadaş bile olmak istemeyen korumamla kapkaranlık bir odada yapayalnız kaldığım için uyumak en mantıklısı olsa da bu sabaha uyandığım rüyamı ve uykumda konuşan biri olduğumu göz önüne alırsak uyumam, onun avuçlarına dalga geçilecek bir koz daha bırakmam anlamına geliyordu. Bugün yeterince rezil olmuştum zaten; daha fazlasına gerek yoktu.
Uzun dakikalar büyüdü, büyüdü. Asla geçmek bilmeyen zaman bize inat olsun diye daha da geçmezken inadım tutmuştu, konuşmuyordum. Şu an yanımda başkası olsa her konuyu konuşmuş, üstüne bir de başkalarını konuşup konuşulmadık konu bırakmaz ve eğlenirdim ancak benimle arkadaş bile olmak istemediğini söyleyen bir adet Nicolas Belyakov ile mahsur kaldığım bu odada, o konuşmadıkça konuşma niyetim asla yoktu.
Çok geçmeden inadım, bir yerde işe yaramaya başlamıştı. Nicolas oflamaya, kıpırdanmaya başlamış; sıkıldığını bana duyurmaya çalışıyordu ama umursamadım, önümü görmediğim halde tam karşımdaki duvara odaklanmış bir şekilde durmaya devam ettim.
Nicolas, inadımın inat olduğunu fark etmiş olmalıydı ki "Tamam." demişti pes ederek. "Doğruluk mu cesaret mi?" sonunda, en az kendisi kadar büyük, ağır buz kütlesinin erimeye başladığını görmek bana zevk vermişti, buna dair bir laf atmak; nasıl da dediğime geldiğini söylemek istemiştim ancak hemen geri çekileceğini, bu sefer gerçekten de sıkıntıdan öleceğimi bildiğim için laf atmadım ve hiç düşünmeden "Doğruluk." dedim. En iyisi, oyuna sıfır riskle başlamaktı. Değil mi?
"Bir göbek adın var mı? Varsa ne?" dediğinde çevremden çok az kişinin bildiği, söylemekten her fırsatta kaçındığım; adeta yokmuş gibi davrandığım göbek adımı bana sorarak oldukça zorladığında, daha ilk turdan böyleyse ileriki turlarda ne olacağını düşünmeye, az da olsa korkmaya başlamıştım.
"Cesaret." dedim cevap vermek istenmeyerek. Ona benimle dalga geçmesi için daha ne kadar koz verip kendimi rezil edebilirdim ki?
"Oynamak isteyen sendin, sarışın. Kendi oynamak istediğin oyunda mızıkçılık yapma ve soruya cevap ver." ona patron kartını oynayıp bana emir vermemesini, söylemeyeceğimi söyleyecektim ki haklı olduğu kafama dank etti. Her ne kadar söylemek istemesem de oyunu ben oynamak istemiştim ve kendim de, mızıkçılık yapanları oldum olası sevmezdim.
Hem… ne olurdu ki zaten? Birbirimizin yüzünü bile göremediğimiz kapkaranlık bir odada mahsur kalmıştık, söylediklerim buradan çıkmazdı herhalde… değil mi?
"Söylerim ama kimseden duymayacağım." dedim işaret parmağımı onu tehdit edercesine bir şekilde doğrultarak. "Duydun mu? Kimseye söylemeyeceksin."
"Tamam."
"Bak söz ver!"
"Sarışın, seni tanıdığım bir haftadan beri çok konuşuyorsun." dedi isyanla. "Tamam, söz."
Derin bir nefes verdim ve malum ismi, tek bir nefeste söyledim. "Ümmü Gülsüm." dediğimde bir anlığına oluşan sessizlikle utanç verici, babamın büyük büyük annesinin adını duymadığını düşünsem de duyduğum gülme sesi, bana çok fena yanıldığımı gösterdi.
Bugünlerde Ümmü Gülsüm adı, çıkan bir videoyla viral olmuştu ve reddettiğim, kolay kolay kimseye söylemediğim göbek adım herkesin aklında o videoyla kalmıştı. İyice gün yüzüne çıkarılmaması gereken bir isim haline gelmişken bu muhteşem(!) ismi Nicolas'a söylemek benim açımdan çok kötü olmuştu.
Bu rezilliği de bir Rus tatlısıyla yüzüme vururdu artık.
"Ümmü gülsüm ha?" dedi gülmesi kıkırdamaya dönüştüğü sırada, kıkırtısı kulağa sinir bozucu bir şekilde tatlı geliyordu. "Dün bütün gece uyumadım Heves ve… Heves mi demeliyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin Ümmü Gülsüm?" "Hey!" dedim bu repliği bilmesinin verdiği şaşkınlıkla. "Türkiye'ye gelmenin üstünden bir hafta bile geçmedi, ne ara viral videoları gördün bir de ezberledin?"
"Polina sağolsun." dedi gülüşü yerini ciddiyete bırakırken. "Her gün milyonlarca reels attığı için ister istemez, aklımda kalmış öyle sa- Ümmü Gülsüm." eğer karanlıkta olmasaydık ve onu görebilseydim, omzuna geçirirdim ancak maalesef, yanımda olmasına rağmen bu küçük, kapkaranlık odada onu görmek mümkün değildi.
"Bu ismi dışarıda, başkalarının yanında söylersen seninle gerçekten bozuşuruz, şaka yapmıyorum; bir cinayete kurban gidebilirsin." dedim tehlikeli olduğuna inandığım, fakat tehlikenin yanından asla geçmeyen ses tonumla. "Babamın büyük büyük annesinin ismiymiş, ben de isterdim babamın göbek adımı da en az kendi adım kadar farklı, havalı koymasını ama maalesef; Türk olmanın getirisi bu. İsmin havalı olsa bile, göbek adın seni bozabiliyor."
"Bu konuda şansısınız belli."
"Senin göbek adın ne peki?"
"Hakkını bundan yana mı kullanmak istiyorsun?" Nicolas'ın merakımdan faydalanıp ucuz kurtulmaya çalışması kaşlarımın alayla kalkmasına sebep oldu, başkasında olsa bu taktiği işleyebilirdi ancak bende asla işlemezdi. "Cık." dilimi şaklattım. "Yemezler, Nikçik. Bu numarayı ben dışında başkasına yapsan belki yer ama maalesef, bende işlemiyor. Şimdi söyle bakalım, doğruluk mu cesaret mi?"
"Bana Nik dediğin yetmiyormuş gibi Nikçik mi başladı şimdi de…" homurdanışı, aniden yüksek bir ses tonuna dönüştü. "Eğer bana Nikçik dersen sana herkesin içinde Ümmü Gülsüm diye seslenirim, olan sana olur sarışın."
"Hayır yapamazsın!" dedim tehdidiyle bozguna uğramış bir şekilde. "Bana söz verdin az önce, unuttun mu?"
"Bu hayatta bazı sözler tutulmaz, kurallar çiğnenir; döngü bozulur. Belki az önce verdiğim söz, tutulmaması gereken bir sözdür." ima dolu cümlesinin ne anlam içerdiğini anlayacak edebi, felsefi bir bakış açım olmadığı için birkaç saniye aptala bağlasam da Nikçik demeye devam edersem herkesten sakladığım Ümmü Gülsüm'ün sadece burayla sınırlı kalmayacağını anlamıştım. Her ne kadar ona Nikçik demeyi seviyor olsam da bunu maalesef ki bu odada bırakıyor, bir daha söylememek üzere uzaklaşıyordum.
"Her neyse, tamam söylemeyeceğim." dedim pes etmiş bir şekilde. "Doğruluk mu cesaret mi?"
"Cesaret." dediğinde doğruluk demesini beklediğim için birkaç saniyeliğine duraksadım ve ne istemem gerektiğini düşünmeye başladım. Öyle bir şey istemeliydim ki şu iki günde yaşadığım tüm rezillikleri dengeleyecek, yapmayı istemeyeceği bir şey bulmalıydım.
Düşündüm, düşündüm ve sonunda… buldum. Aklıma geleni yaptığını düşünmek o kadar zevk verdi ki, kocaman gülümsedim ve daha fazla beklemeden, yapacağını söyledim. " Türkiyem şarkısını söyle."
"Sarışın." dedi önce, söylediğimi sindirememiş olacaktı ki birkaç saniye durdu. "Bu yaptığın, ırkçılığın daniskası."
"Ben ırkçı bir insanım zaten, Nik. Asla ırkçı olmadığımı söylemedim." dedim masum bir sesle. "Hem ondan değil, bir sanatçı olarak senin sanata yatkınlığın olup olmadığını görmek istiyorum. O yüzden yani."
"Doğruluk, sarışın. Doğruluk. Ne sormak istiyorsan onu sor." Nicolas'ın tam istediğim gibi yapmaktan kaçması, başarılı bir istekte bulunduğumun belirtisiydi. Onu bu halde görmek oldukça zevkliydi.
"Aaa," dedim sahte bir saşkınlıkla. "Cık cık cık… Nik bu sana hiç yakışmıyor, az önce mızıkçı olmamam gerektiğini söyleyen sendin, kendi sözlerinle çelişiyor musun yoksa?"
"Yaparım." dediğinde gözlerim, heyecanla büyümüştü. "Ama seni de istemediğin şeylere maruz bırakmadan bırakmam, sarışın." tehditkar sesi, gerçekten de zor bir şey isteyeceğini veya soracağını haykırırken yutkundum. Ne isteyeceğini tahmin edemiyordum ancak şimdiden, gerim gerim gerilmeye başlamıştım.
"Bana çok konuşuyorsun diyene bak." onun karşısında kaçamak cevap vermek yapılacak en mantıklı şeydi. "Hadi ama, ne bu naz cilve? Söylemen için ortam mı yaratmam lazım?"
Nicolas'ı görmesem de o an bana gözlerini devirdiğine, öldürücü bakışlarının üzerimde gezindiğine yemin edebilirdim.
Birkaç saniyeliğine bir sessizlik oluştu ve Nicolas, sonunda kulaklarımdaki tüm pası silecek; Türklük damarlarımı arşa çıkaracak şarkıyı söylemeye başladı.
"Baş koymuşum Türkiye'min yoluna…" gülmemek için dudaklarımı dişledim, o kadar sert dişledim ki kan tadı, ağzımda yayılmaya başladı. "Düzlüğüne, yokuşuna ölürüm…"
Daha fazla dayanamayıp kahkaha atmaya başladığımda Nicolas'ın baskın Rus aksanı, kendini gösterdi. "Asırlardır kır atımı suladım.."
"Allahım… öleceğim… ahahahahah…" kahkahamı durdurmak için ne kadar çabalıyor olsam da Nicolas'ın beni aldırmadan şarkıyı söylemeye devam etmesi bile o kadar komikti ki gözlerim, bu duyduklarını kaldıramadan dolmaya başlamıştı. Gülmekten ağlamak terimini kelimenin tam anlamıyla yaşamak üzereydim.
"Irmağının akışına ölürüm, Türkiye'm ölürüm… Türkiye'm ölürüm… Türkiye'm hey…" Nicolas'ın hey demesi beni artık mahvederken gözlerimden akan yaşlarla adeta gülmekten çığlık attım. Türkiye'den haz etmiyormuş gibi davranıp Türkiye'm'i bu kadar iyi bilmesi bir yana, hey hey diye nida ekleyecek kadar biliyor olması ve Rus aksanıyla çok farklı bir yorum katması bünyeme o kadar fazla gelmişti ki hayatım boyunca bir şeye bu kadar güldüğümü hatırlamıyordum.
Nicolas çığlığımdan sonra durakladı. O kadar kendimden geçmiştim ki söylemeyi kestiğini anlamam, gözlerimdeki yaşı silip sakinleşmek adına nefes almaya çalışmamla olmuştu. "Ay… keşke… keşke telefonumun şarjı olsaydı. Bu mükemmel anı nasıl ölene dek her an izleyemem… ahahah… bir de Türkiye'yi sevmiyormuş gibi geziyorsun ortalıkta… hey hey nidaları yapacak kadar benimsemişsin daha ne sevmiyorum diyorsun…ahahahaha…"
"Sarışın, yeter." dedi memnuniyetsiz bir sesle. "Eğer telefonun olsaydı, inan o telefon milyonlarca parçaya bölünmüştü."
"Telefonum parçalara bölünse bile değerdi." dedim elimi yüzüme yelpaze yaptığım sırada. "Ama neyse, şükürler olsun ki fil hafızam var benim. Ölüm döşeğinde olsam bile son nefesimde bu olayı hatırlayıp güleceğim."
"Fil hafıza mı? Siz Türklerin gerçekten… garip tabirleri var."
"Sus, çok konuşma!" dedim sahte bir sinirle. "Az önce Türkiyem söyleyen birisin sen, bu saatten sonra bize dair yaptığın hiçbir eleştiri kabulüm değil."
"Her neyse, sarışın. Doğruluk mu cesaret mi?" iki ucunun felaketi gösterdiği o soruyu bana yönelttiğinde, içimden bir ses doğruluk seçersem en karanlık sırlarımdan birini 'şans' eseri sorup beni zor durumda bırakacağını söylüyordu. Cesaret de gözümü epeyce korkutuyordu ancak yapacak bir şey yoktu, ona korkak görünmeye gerek yoktu. Hem ne yapabilirdi ki zaten?
"Cesaret." dedim meydan okur bir şekilde. "Buyur Nicolas Bey, ne istiyorsun; söyle."
"Madem öyle." ne söyleyeceğini merak ederken bir hışırtı duyuldu, ne yaptığını göremeyerek öylece kafamda isteyeceği şeye dair korkutucu teoriler üretmeye başladım ancak teorilerim daha korkunçlaşmadan Nicolas, beklemediğim o hamleyi yaptı.
Saatlerdir karanlıkta kalmamışız gibi bir rahatlıkla telefonunu çıkardı ve flaşı yaktı.
"Sen ciddi olamazsın." dedim gözüme yaklaştırdığı flaşla elimi gözümün önüne koyarken. "Bunca saattir karanlıkta oturuyoruz ve sen telefonunun flaşını şimdi mi yakıyorsun?"
"Evet." dedi sanki yaptığı çok normalmiş gibi bir rahatlıkla. "Bunca saattir görmem gereken bir şey yoktu ama şu an var." Nicolas'ın ne demek istediğini anlamayarak yüzüme doğrultulan flaşa rağmen ona baktım. "Altay denen o piç sana emirler verip durdu, sonlara doğru istediğin gibi pozlar vermediğini anlamak zor değildi, sarışın. Kalk ayağa, vermek istediğin o pozları sanki fotoğrafın çekiliyormuş gibi ver."
Nicolas'ın istediği şey, gözlerimin büyümesine ve afallamama neden olurken yutkundum. İstediği şey o kadar utanç verici ve bir yandan… o kadar ince düşünceli bir istekti ki ne yapacağımı bilemez bir şekilde kalakalmıştım. Ben… onun karşısında poz veremezdim. Üstümdeki iç çamaşırlarla, aramıza karışmış kalabalık olmadan öylece poz veremezdim. Yapamazdım ki. Yapamazdım. Nasıl yapardım?
"Ben…" dedim rahatsızlığımı gene anlamış olup bana istediğim o fırsatı sunmuş olmasını hala kavrayamazken. "Ben bunu… yapamam."
"Sarışın, orada anlamamak zor değildi. İlk pozlarında istediğin poz olduğu için rahattın, cesaretliydin. Sonlara doğru o Altay olacak piç istemediğin pozlar verdirerek seni kötü hissettirdi, bunu gördüm." buz mavisi gözleri gözlerimi kıskıvrak yakaladı. "Bunu senden sapkınlık olsun, seni alıcı gözle izleyim diye istemiyorum. Senin için istiyorum, kolyene bakarak kendince bir şeyler diyen, cesaretini kaybetmemek için uğraşan sen için istedim."
Nicolas Belyakov, bugün beni bozguna uğratmak için yemin etmiş olabilir miydi?
Olabilirdi.
Eğer beni bozguna uğratmak için yemin etmemişse, bu yaptığı neydi bilmiyordum ama midemdeki o yoğun, ne olduğuna anlam veremediğim hislerin uçuşmasına, kanatlanmasına sebepti yaptıkları. Kelebekler var gibiydi. Kanatlanan, midemde uçuşan ve heyecanı kalbime pompalayan kelebekler içimde uçuşuyor gibiydi.
Bu his garip bir histi ve… kalbimdeki heyecan bir suç işliyormuşum gibi hissettirmişti. Sanki biri bu hissimi hissetse beni suçlayacak, kızacak gibiydi. Neden böyleydi? Neden bu kadar suçlayıcı ama heyecan verici bir his içimde geziniyor, kalbimi hızlandırıyordu ki?
Cevabından korktuğun soruları kendine sorma dedi iç sesim. Çünkü ikimiz de biliyoruz ki alacağın cevapları hiç ama hiç sevmeyeceksin.
"Ben bunu yapamam." dedim iç sesimin bana haykırışları arasından. "Başka bir şey iste, Nicolas. Ben bunu yapamam."
"Ben bunu istiyorum, sarışın. Mızıkçılık yapacağın oyunlara girmemen gerektiğini sana kimse söylemedi mi?"
"Ben… utanırım." dedim kısılan sesimle. Haklı sorusundan kaçamamıştım. Dürüsttüm, fazla dürüsttüm. Onun buz mavi gözleri üzerimde gezinirken öylece önünde poz verip gözlerinin üzerimde gezinmesini görmek… düşüncesi bile utançtan ölecekmişim gibi hissettirmişti.
"Kötü bir yalancısın." dedi. "O kadar kişi içinde hiç utanmazken bir benim karşımda utanıyor olamazsın, değil mi?"
Tam olarak, sadece onun karşısında olmak beni utandırırdı.
Ancak dürüstlüğüm bir yere kadardı, daha fazla dürüst olup ona daha fazla diretmeyecektim. Buz mavisi gözlerinin beni utandırmayı başardığını, stüdyoda üzerimde gezinen bakışların aksine üzerimde etki bıraktığını söyleyecek halim olmadığı için derin bir nefes verdim, kolyem sanki içimdeki bu garip durumu hissetmiş gibi boynuma çarpmasıyla yutkundum. Bunu yapacaktım. İki üç poz verecek; onun etkisinden sıyrılacaktım. Gördüğüm rüyayla başlayan bu garip döngüye son vermem gerekiyordu, bu böyle gitmezdi. Kelimeleri ve bakışları üzerimde garip bir etki bırakmayı sürdürürse ızdırap haline gelirdi her şey ve ben, ızdıraptan nefret ederdim.
Hiçbir şey söylemeden gözlerimi ondan kaçırdım ve bornozun belime dolanmış, karnımı kapatan ipini açıp üzerimden attım. Ona tek bir an bile bakacak hali kendimde bulamadığım için sadece ayağa kalktım ve tam karşısında durdum. İçimde dönenlerin aksine, bedenim ne yapacağını çok iyi biliyordu, bir kolumu göğsümün üstüne koydum ve diğer elimle saçlarımı dağıttım, omuzlarıma düşmesine izin vererek karşımdaki duvar kameraymış gibi ilk pozumu verdim.
Bunun çok utanç verici olacağını düşünsem de yanılmıştım, ilk pozun çekildiğini düşünmek bile… garip bir şekilde iyi gelmişti.
İkinci pozum da ilk pozuma benziyordu ancak tek bir farkı vardı, Altay'ın beni çektiği resimlerin aksine dudaklarımı ördeklere benzeyen şekle sokmak yerine gülümsedim, tüm dişlerim görünecek kadar gülümsedim ve kendimce, o fotoğrafı çekmiş oldum.
Seksi pozların aksine, seksi bir iç çamaşırının içinde verdiğim masumane poz en çok istediğim pozlardan biriydi aslında.
Sonra, Altay'ın istediği pozun aksine, sehpanın üstüne oturdum. Sehpanın üstüne oturduğumda gözlerim, tıpkı fotoğrafların çekildiği esnada gördüğüm parıltıları bulurken gözlerimi tek bir an bile çekmeden verilecek en kolay pozu verdim. Ellerimi iki yana yasladım, saçlarımı kendi halinde bıraktım ve ikinci pozun aksine, daha da içten gülümsedim.
Ve Nicolas, alaydan oldukça uzak bir şekilde bana gülümsediğinde, zihnim üçüncü fotoğrafı çekmiş oldu.
Nicolas doğru söylemişti, Altay'ın verdirdiği rahatsız edici pozların aksine istediğim pozları vermek, gerçek olmayan fotoğrafları zihnimde fotoğraflamak; bir nebze de olsa beni iyi hissettirmişti. İyi, baya iyi hissettirmişti.
"Kendini daha iyi hissediyor musun?" dedi Nicolas sanki içimdeki hisleri duymuş gibi.
Yüzümdeki gülümseme, daha da genişledi. "Evet, sanırım." dedim ve içten içe bu istediğine teşekkür ettim. Yüzüne teşekkür etsem, haklı olduğu için böbürleneceğini düşündüğüm için teşekkürü içimde saklı tutmak en iyisiydi. "Ee, doğruluk mu cesaret mi?"
Nicolas oyuna devam ettiğimizi anladığında flaşı koltuğa bıraktı ve ışık, ikimizi de aydınlattı. "Bu sefer doğruluk, sarışın." dediğinde gözlerindeki tanıdık parıltı bana anlamsız bir cesaret verirken bu tanıdık parıltının kaynağını sorma ihtiyacıyla dudaklarımı araladım.
"Söylesene." dedim kendimden beklemediğim bir cesaretle. "Altay fotoğraflarımı çekerken seni terleten, tıpkı şu anki gibi bana bakmana neden olan şey neydi?" cevabını duymayı istediğim ancak içimden bunu sormaman gerektiğini düşündüğüm o soru sonunda dilime geldiğinde gözlerim, beklentiyle onun üzerinde gezindi.
Nicolas sorduğum soruyla tıpkı az önceki halim gibi donakalırken dudaklarımı tekrar dişlerimin arasına aldım, vereceği cevabı beklemeye başladım. İçimdeki o garip his, kalbimi o kadar hızlandırmıştı ki bir şeyler dediğini duymalı, kalbimi sakinleştirmeliydim.
"Sana nasıl bakıyorum?" dediğinde sorduğu kaçamak soru beni gülümsetti. Her ne kadar çok farklı olsak da bu yönümüz benziyordu.
"Bilmem, sen söyle." dedim daha da kaçamak cevap vererek. "Neden ikimizin de anlamlandıramadığı bir şekilde bana bakıyorsun ve stajyerin fark edeceği kadar terliyorsun?"
O cevabı duymayı çok istemiştim. Nedenini içten içe tahmin ediyorken sırf onun ağzından duymak istemiş, beklentiyle onu izlemiştim ancak kader, Nicolas'tan cevabı almamdan yana olmamıştı.
Stüdyonun ışıkları yandığında ve kapının önündeki demir bariyer açıldığında ikimiz de kapıya döndük; her şeyden habersiz kapının önünde bizi bekleyen Kaan ve Polina ikilisine baktık. Daha iyi bir zamanlamaları olamazdı gerçekten.
"Selam gençler, yaşıyorsunuzdur inşallah?" dedi Kaan her zamanki komik olmayan şakalarından birini patlatarak. "Bize öyle bakmayın, aşık olursunuz sonra. Hadi; kalkın kalkın!"
Uzun zamandır çok sevdiğim, en yakınlarımdan biri olarak gördüğüm Kaan'a içimden bildiğim tüm küfürleri ettiğim sırada Nicolas bornozu bana uzattı. "Cevabı." dedim Nicolas'tan bornozu aldığım sırada. "Söylemek zorundasın, biliyorsun değil mi?"
"Biliyorum, sarışın." dedi ve ayağa kalktı. "Ama şimdi, buradan çıkmamız gerekiyor."
Bornozu üstüme geçirdikten sonra Nicolas, elini bana uzattı ve kalkmama yardımcı oldu. Cevabını vereceğini söylediği, ani cesaretle sorduğum sorunun ve bu odada kaldığımız günün her şeyin başlangıcı olduğunu bilmeden Kaan ve Polina'nın yanına ilerlerken tek düşündüğüm, sorunun cevabını ne zaman alacağımdı.
Sorumun cevabını bilmiyor olabilirdim ancak kesin olarak bildiğim bir şey vardı.
O da, bu cevabı alana kadar onu rahat bırakmayacağımdı.
1 note
·
View note
Text
KIYI
BÖLÜM: "FIRTINA"
Dolunay.
Gece etrafı sessizliğiyle boğduğunda, siyah bir örtü oluşur havada. Eğer isterse kömür karası siyahlığa parıldayan küçük elmaslar serper. Bazen yıldızlar yok olur ama orada bir yer de olduğu her zaman belli olur. Bir şey aşağıya doğru sarkar o gece de kocaman bir şey. İnsan bakışlarına o şeye çevirdiğinde bazen mucizeleri anlatır, bazen ise ölümün ne kadar yakın olduğunu. Bazen anlar insan zamanın ne kadar can yakarken ne kadar da can verdiğini. O ay bir gün bir hastanenin üzerine doğmuş; o an da bir bebek doğmuş. İşte, o ayın tam o şekli bir bebeğin kanlı vücudunun inine inmiş ve o kızın adı Dolunay olmuş.
O Dolunay büyümüş ve gözlerinde kimsesizliğin ruhu çökmüş. O ruh da vücuduna can vermiş ama gözleri gibi ruhu da kimsesizliğe bürünmüş. O ruh da gözyaşları akarken, kendinden başka kimseye sarılmamasını öğretmiş. Öğrenmiş ve işte o zaman büyümüş. Büyümüş ve satıların arasında ölmüş. Ölmüş ve tekrar büyümüş... Bu böyle devam edip durmuş, durmuş ve durmuş...
Karanlık evreni esir aldığın da hava da sanki bir ressamın elinden çıkan eşsiz ışıltıya baktığım da yalnız olmadığımı hissediyordum. Sanki bu sonsuz gezegen benim kırılgan elimi tutacak ve beni sonsuzluğun inine çekecekmiş gibi geliyordu. Her daim adımı tam taşıyan bir bedene sahip olmadım. Hiçbir zaman insanlara tam yüzümü gösteremedim. Genelde çok çevrem olmasına rağmen kendimi yapayalnız hissederdim. Amacım yıldızların arasında olmaktı; insanların değil.
Kayseri'nin sonbaharında kaybolarak, parçalı bulutlu gökyüzüne baktım. Sararmış ağaç yaprakları kendilerini intihar edercesine yere doğru sallanıp kendi ölümünü gerçekleştiriyordu. Deri ceketimin fermuarını boğazıma kadar çektim ve okulumun boyası dökülmüş demir kapısına yaslanarak, en yakın arkadaşımı beklemeye koyuldum. Kalabalıktan birkaçı kendimi gizlememe rağmen görüp selam vermeyi ihmal etmiyordu.
Sessizlik, sanki bana yakışmayan bir elbise gibi duruyordu belki onların gözünde. Oysaki bu elbiseyi benim ne kadar çok sevdiğimi kimse bilmiyordu. Karanlıktan kaçan bir insana aydınlığı göstermek benim satırlarıma uymuyordu. "Doli!" Bu gökyüzünü yırtacak kadar heyecanlı ses karşısında hafif bir şekilde gözlerimi devirdim ve arkamı döndüm. Genellikle yüzüme yerleştirdiğim mesafeli bir maskem vardı. Böylelikle çoğu kişi o maskenin altında yatan solgun yüzümü görmüyordu. O maske benim hayatımı kurtaran bir şifa iksiri gibiydi. Tek ümidim beni bir gün zehirlememesiydi.
Ece.
Hayatımda beni anlayan tek arkadaşım. Herkes eline bir kitap alırdı ve okumaya başlardı ama kimse kendini o satırlarda doğmadığını hayal etmedikçe, gerçekten okuyamazdı. Ece ile bizi tanımlayan en iyi benzetme bu olurdu. Bazen tek bakışından ne olduğunu anlayabiliyordum. Hatta nefes alıp vermesinden ne hissettiğini bile. Ben izin verirsem o da benim ne hissettiğimi anlıyordu. Anlamak bazen çözmeye yetmiyordu ama birinin kuyunun ucunda beklemesi iyi geliyordu bazen insana. Çocukluktan beri gelen bu arkadaşlığımız bizim apartmanın karşısına düşmesiyle başlamıştı.
Dikkatli bakınca yanında bizim karşı sınıftan olduğunu hatırladığım Erdem diye bir çocuk duruyordu. Erdem, siyah ve gür kıvırcık saçları ile herkesin ilgisini çekerdi. Boynunun sağ kaplayan ve onunla nefes alan yaprak dallarından oluşan ve siyah renkteki zarif dövmesi de ona çok yakışıyordu. Erdem ile doğru düzgün hiç konuşmadığım için oldukça mesafeli bir şekilde yanlarına gittim.
Ece, masmavi gözleri ve doğal sarı tonlarındaki saçlarıyla televizyondan fırlayan mankenler gibi duruyordu. Boyu da uzundu ve kedine has zayıflığı vardı. Bembeyaz dişleriyle bana gülümserken "Selam." Dedim Ece'ye bakarak. Erdeme de hafifçe başımla selam verdim. O da aynısını yaptı ve sessizlik bizi esir alınca Erdem cebinden sigara paketini çıkardı ve bize doğru tuttu.
Ece ile aynı anda başımızı iki yana salladık. İkimiz de sigarayı çok tüketen bir insan değildik. Bir dönem Ece paketlerce sigara tüketirken yanında içtiğim olmuştu ama onun dışında sevmezdim. Hatta bazen kokusu bile midemi bulandırıyordu. Erdem de omuz silkip, sigarasının ucuna can verdi. Bakışlarım yüzüne kilitlense de koyu kahverengi gözleri gözlerimle buluşunca, bakışlarımı başka yöne çevirdim.
Okuldaki öğrenciler yavaş yavaş azalmaya başlamışlardı. Ece 'ye doğru sabırsızca bir bakış yolladım. O da bu bakışı anladığını belli eden bir hareket yaptı ve sigara içmekte olan Erdem 'e dönüp "Ya bize testleri versen de biz gitsek mi artık?" Diye kibarca sorunca Erdem dudaklarında tuttuğu sigarasından derin bir nefes aldı ve izmariti yere atarak ayağının ucuyla izmaritin adeta nefesini kesti.
Erdem bana doğru bakıp kaşlarını yavaşça çatınca ben de kaşlarımı istemsizce çattım. Bu bakışta başka bir şey daha vardı ama ben bunu anlamayacak kadar onu az tanıyordum fakat gözlerinin arkasında perde misali uçuşan bir duygunun barındığını anlamıştım: Huzursuzluk. Bu his, ağzımın içinin kurumasına sebebiyet vermişti. Neden bana böyle baktığını anlamak için kuru dudaklarımı kıpırdattım ama sonra bunun kendi kuruntum olduğunu düşünerek sessizliğin kıyısına kendimi geri çektim.
Gözlerini hemen benden çekti ve başını sallayarak çantasından bir deste zımbalanmış testleri bize verdi. Ece elinden alıp Erdeme baksa da o bana bakarak sakince "Hoşça kal." Derken, yanımızdan hızlı ve sert adımlarla ayrıldı. Arkasından bakarken, tekrar sigara içtiğini arkasına bıraktığı gri dumandan anlamıştım.
Bu bakışı fark etmediği belli olan Ecenin homurdanması ile şimdiki zamana döndüm: "Hödük ya bari bir teşekkür etseydik." Ece'ye doğru bakarak omuz silktim ve evimize doğru gitmek için otobüs durağına doğru gittik. Uzun bir otobüs yolculuğunun ardından o kalabalık atmosferden kendimizi dışarı attık.
Ece her zaman yaptığı gibi uysalca koluma girdi ve bana bakıp en can alıcı gülümsemesini yolladı. Ben de yavaşça ona tebessüm ettim ve beraber evimize doğru yürümeye başladık. Şimdi ise; Ece Dilhan diye bir çocukla geçireceği hafta sonunu bana aktarıyordu. Genelde dinleyen taraf hep ben olduğum için sakince onu dinledim ama bir süre sonra kendi düşüncelerimin akıntısında kaybolmuşken, omzuma sert bir darbe alınca hafifçe irkildim ve ona doğru dönerek "Kırsaydın," diye homurdandım.
Ama Ecenin yüz ifadesini görünce kıkırdamamı bastırmadım ve evimize gelene kadar onun azarlamalarını çektim. Kendi evimize doğru geldiğimizde yolun ortasında öylece durduk ve birbirimize baktık. Sonra aniden gülmeye başladık. Neye güldüğümüz hakkında hiçbir bir bilgim yoktu. Yavaşça gülmemizi kestik ve kızaran yüzlerle birbirimize sarıldık.
Bazen Eceye sarılmak ruhuma iyi geliyordu. Sanki kanayan bir şeyler vardı ve o yaraya pansuman basıyordu. Çocukken de ben ne zaman bir yerimi kanatsam hep bana yardımcı olurdu. İnsan büyüdükçe, ruhunu sarmanın nasıl bir şey olduğunu da kendini keşfettiğinde anlayabiliyordu.
"Hafta sonu ne yapacaksın?" Diye sorunca ağzımı hafifçe aşağıya doğru sarkıttım ve "Kitap okurum ya da film izlerim." Dedim muzipçe. Gözlerini devirirken "Bir hafta sonunu da farklı mı geçirsen acaba?" Diye hayıflandı. Bir süre sonra birbirimizden ayrıldık ve "O hödükle mi çıkacaksın sahi Ece?" Dedim ciddiyetle. Biçimli kaşlarını çattı ve "Düzgün konuş eniştenle," dedi yarı şaka yarı ciddi bir sesle. "Senin inanılmaz bir kız olduğunu söylemiş miydim acaba?" Dedim ben de onu yarı şakacı yarı ciddi bir tonla.
Tek gözünü kapadı ve "Imm, birçok kez." Sonra da kıkırdamaya başladı. Başımı iki yana sallayarak kendi evime doğru ilerledim ve yüzüm ona dönük arkaya doğru ilerlerken "İyi eğlenceler güzel kız, kendine dikkat et." Dedim baş parmağını ona doğrultarak. Bir kahkaha aramızda çıkıp gökyüzüne doğru kayıp gitti.
Ece de aynı benim gibi yürürken "Ederim ve sana da iyi tatiller." Aynı anda birbirimize güldük ve önümüze dönerek kendi apartmanımızın kapısına doğru ilerledik. Siyah okul çantamın ön gözünden anahtarlığımı çıkardım ve apartmanın kapısını açtım. O sırada Ece'nin kendi apartmanına girdiğini anladığımda arkamı döndüm ve onun kapısına doğru baktım. İçimden garip bir ürperti esip geçti ve havaya baktım.
Kasvetli, ruhum gibi.
Tekrar önüme döndüm. Kapıyı açtığım an burnuma yemek kokuları sinince, merdivenleri ikişer üçer çıkmaya başladım. Kendi evimize geldiğim an zile hızlıca bastım. Basarken de bir yandan spor ayakkabımı ayağımdan kurtarmaya çalışıyordum. Bir an anahtarı elimde unuttuğumu fark edince kendi halime gülerek, kapıya yöneldim. Kapıyı annem açınca tam aç olduğumu söylemeye hazırlanıyordum ki, gözlerinin kırmızılığı dikkatimi çekti. Gülüşüm anında üzerine beton dökülmüşçesine donuklaşırken, kaşlarım gerginlikle çatıldı.
Derimin etrafına yayılan tedirginlik duygusunu yok etmeye çalışarak "Ne oldu, anne?" Dedim. Bana bakıca, kahverengi gözlerimiz birleşti ve ağlamaya devam etti. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemediğim bir anda anneme doğru gittim ve sarılmaya çalıştım ama yavaşça geri çekilince ellerim havada asılı kaldı. İçimde hiçbir duygu hissetmeden ona baktım.
Sanki boş yolda bir araba ilerliyordum. Kimse yoktu. Bu duruma alışıktım. Çoğu zaman annem tarafından duvarlarla karşılaşıyordum. O soğuk duvarlar bile daha sıcak geliyordu bana. Yine de bazen, özellikle gece çöktüğünde yukarıdan da ayın ışıltısını gördüğümde, kırgınlığımla başa çıkmak çok zor oluyordu.
Sakince boşta kalan ellerime baktım ve derin bir nefes alıp vererek kollarımı yavaşça iki yanıma indirdim. Zaman, bana bir çocuğun annesinden nasıl uzaklaşmak zorunda olduğunu acı bir şekilde öğretmişti. Ben de kırgınlığımı yatağımın altına gömerek, öfkemle sarılıp uyumaya alışmıştım.
İçeriye girdim ve kapıyı kapatarak çantamı kapının yanına koydum. Ardından ceketimi çıkararak asarken, sıcak tutuklarını bildiğim pofuduk ev terliğimi ayağıma geçirdim ve anneme baktım. "Anne ne oldu?" Diye tekrar yeniledim ama tam bana doğru bakan misafirleri görünce anneme doğru gergin bir bakış attım ve kafamı 'ne oluyor?' dercesine iki yana salladım.
Annem, bana bakarak yavaşça gülümsedi. "İçeri gelsene." Hızlı adımlarla salona doğru ilerledi. Bu hareketi karşısın da yine annemin bir şey yaptığını düşündüm ama misafirlerin karşı koltuğun da oturan babamı görünce kaşlarımı daha da derin çattım. Babam bir memur olduğundan bu saatler de hiç eve gelmezdi. Üzerinde bulundurduğu resmiyet beni görünce yok oldu. Kırışık yüzü anında sakinleşse de bu tepkisi beni daha rahatsız etmişti.
Şaşkınlık, vücudumdaki kan gibi yüzüme yayıldı. Ardından şaşkınca birbirine kenetlenmiş ne yaşlı ne de genç duran çifte baktım. Kadının saçları benimki gibi siyaha yakın bir kahveydi, gözleri de benim göz rengimden daha da açık bir kahverengiydi. Üzerine giydiği ve ona tam oturan bir kalem etek ile ona biraz bol gelen sade beyaz gömlek ile çok resmi duruyordu. Yanında oturan adamın ise tıpkı babam da olduğu gibi ama ondan iki kat pahalı olduğu belli olan siyah bir takım elbise vardı. Saçları seyrekleşmiş adama bakınca içimden bir ürpertti geçti. Hani, bir insanın suda boğulduğunu görüp ona seyretmek gibi.
Garip ve saçma.
Kaşlarımı çattım ve sakince "Hoş geldiniz." Dedim ama ben daha ne olduğunu anlamdan kadın ağlamaya başlayınca; yüzüme şaşkınlık tohumları serpildi. Gerginlikle anne ve babama baktım. Burada neler oluyordu? Kadının kahverengi gözlerine bakınca bir bataklığa doğru çekildiğimin hissiyatına kapıldım. Soğuk maskemi yerine getirerek "Acaba burada neler oluyor?" Diye sordum. Babam bana sevgiyle bakarak "Otursana." Dedi. Ona sorgulayan bir ifadeyle bakınca "Hadi." Dedi gergin dolu bir sesle. Meydan okurcasına yüzüne baktım ama çoktan bu savaşı pes etmiş birinin gözlerine bakınca, bu direnmenin anlamsız olduğunu fark ettim.
Gözlerimi sakince kapatıp açtım ve vücudumu dikleştirerek beni bekleyen kasırgaya hazırlandım. Ailemin ve bu garip çiftin karşılarına gelen tekli koltuğa oturdum ve beklemeye koyuldum. Gözlerim ise soğukça bu evimize fırtına gibi aniden gelen ailede takılı kalmıştı. "Dolunay," dedi seslendi babam. "Efendim?" Diye sordum hâlâ gözlerim bu misafirler de iken. "Sana bir şey söylememiz lazım." Dedi annem ciddi bir sesle.
Az önce ağlayan kadının sesinden eser bile yoktu. Bu huyuna hayran kalıyordum işte. Ne yaşarsa yaşasın toparlanabiliyordu. Hızlı ve etkili bir şekilde hem de. Yavaşça onlara doğru döndüm ve "Evet?" Dedim. Ama babam bir anda ağlamaya başlayınca olduğum yerde kala kaldım.
Babamın da benim gibi üzerine giydirdiği bir ifadesi vardı. Pek değişmeyen bu ifade bir an da yerle bir olunca; içimden derin bir ürperti geçti ve irkildim. Bu yıkıma şahit olmak bedenimde derin bir hasar bıraktı. Bir süre sonra yanına gittim ve yanına diz çökerek "Ne oluyor burada!" Diye sordum. Aklıma bir sürü soru çullansa da hiçbiri mantıklı gelmiyordu.
Yıllar, başını eğen bir ağaç gibi önüme eğilmişti ve bana anılarımı görmeme yol açmıştı ama hiçbir zaman babamın ağladığı bir an yoktu. Sadece gözleri dolardı ama onun dışında anılarımda bu ela gözlerden düşen tuzlu sular yoktu. Öfke benliğimi çok sakin de olsa aniden kopacağım bir fırtınayla beni esir almaya başlamıştı bile. Babamın ağzından bir hıçkırık havaya dökülünce benim de gözlerim doldu.
Bu ifade karşısında olduğum yerde kalakaldım ama tuzlu gözyaşlarım yanağımdan yere doğru aktı. Babam titreyen sağ elini saçlarıma koydu. Gözlerim bu anda kalırken, ruhuma derin bir oyuk açılmıştı. Yıllarca bu duyguyu yaşamak istemiştim ve şu anda bu oluyordu. Belki çok küçük bir an sarı elbisesiyle yere düşüp babasının yanına gelen o küçük kız olmuştum. Başımı iki yana sallarken "Ne oldu baba?" Dedim kırılganlığımı belli etmemek istercesine. Bunu dediğim de bana sarıldı. Annem de bana kolunu attı.
Ve ben, ilk defa gerçek bir ailenin kolların da asılı kaldım.
Bir süre öylece kaldık ama sonra ben yavaşça ayrıldım ve ikisinin gözlerinin içine baktım. "Seni hep çok sevdik bunu sakın unutma, Dolunay." Dedi babam ve başını koltuğa doğru yatırdı. Olduğum yerde bu manzarayı izlerken vücudum titremeye başladı. Ağzımı yavaşça açtım ama bir boğaz temizleme sesi duyunca kelimeler havaya dökülmeden intihar etti ve hızla arkamı döndüm. Onların burada olduklarını bile unutmuştum. Adamın gözlerinin içine baktım ve "Siz kimsiniz?" Dedim kısık sesle. İlk defa birileri beni böyle görüyordu. Bu durumda beni oldukça rahatsız ediyordu.
"Bunu açıklayabilirim." Dedi adam bilgece. Başımı öfkeyle salladım ve "Evet?" Derken ayağa kalktım. Vücudum bu sallantılı duygulara sahip olunca, hafif bir baş dönmesi gösterdi ama bunu umursamadan adama bakmaya devam ettim. Yanındaki kadın hızlıca bana bakarak "İyi misin kızım?" Diye narince sorunca ona kaşlarımı çatarak bakarken, başımı hızlıca salladım ve tekrar adama odaklandım.
Arkadaki aileme bakmaya cesaretim yoktu. Tekrar bu tanımadığım insanların yanın da ağlamak istemiyordum. "Dolunay, bu nasıl söylenir bilemiyorum ama senin çok güçlü bir kız olduğun belli." Dedi ve sonra sustu. Sanki uzun zamandır beni tanıyormuş gibi konuşması beni daha da rahatsız etmişti.
Sesindeki otoriterlik karşısında kaşlarım daha da derinden çatıldı. Adam bir süre aileme baktıktan sonra tekrar sertçe boğazını temizledi. Sanki söylemek istediği şeyler boğazına yapışıp kalmıştı. "Ben..." Dedi ama sonra yanlış bir şey yapmış gibi hızlıca kaşlarını çattı ve sustu. Benim de kaşlarım daha derinden çatıldı. Gözlerimi yavaşça kıstım ve adama daha dikkatli bakmaya başladım. Hiçbir duygu yoktu içimde hafif bir öfke dışında. Şu an bir at gibi uysaldım ama yanlış bir şey olduğun da beni seven elleri kıracağımı biliyordum.
"...Bu nasıl söylenir bilemiyorum ama..." Dedi ve yine sustu. Sanki çıkacak kelimeler bir türlü bu ela gözlü adamdan çıkamıyordu. Birden kaşlarımı daha da çattım ve bu durum canımı acıttı. Babam ile bir benzerliklerinin olduğunu duruşundan anlamıştım. Bakışlarından da. Sanki bir yerde karşılaşmışız gibi bir tanıdıklık ve ilk defa görmüş gibi bir yabancılık hissediyordum. Yüzüme tamamen rahatsız olmuşçasına bir ifadenin çöktüğünü biliyordum.
Sonra yine bana baktı ve o an da başka bir evrene yuvarlanmışımız gibi hissetim. "...Ben Menderes, yani..." Bir anda kalbim yerinden çıkacakmış gibi hissettim. Bu his bana garip bir heyecan kattı. "...Öz baban." Birisi sanki üzerime cam bir şey fırlatmış gibi irkildim. Kendime düzenlediğim evrenim durmuş gibiydi. Beynim de mermiler ise çoktan tükenmişti. Gözlerimi kırpıştırdım ve kafamı geriye doğru götürdüm. Bu çok eğlendirici bir şakaydı biliyordum. Bir yanım sinsice bu duruma neden kimsenin karşı çıkıp çıkmadığını sormadan edemiyordu. Kendimi yalın ayak bir şekilde çamurlu toprağa doğru gittiğimi hissettim. Üstümde beyaz bir gecelik vardı ve saçlarım rüzgârın etkisiyle her yana uçuyordu.
Beynimdeki bütün düşünceler denizin sonsuzluğuna gömülmüştü. Ardından kadın konuşmaya başladı: "Ben de Meral ..." O da gözyaşlarını sildi ve vücudunu dikleştirerek "...Öz annen." Deyince gülmeye başladım. O kadar çok gülüyorum ki hayatım da hiç böyle güldüğümü hatırlamıyordum. Yaşadığım liman yıkılmış gibiydi. Ya da başkası tarafından hiç acımadan yakılmışta olabilirdi. O liman yanıyordu ve su bile söndürmeye yetmiyordu.
Kendim, o uçurumun kenarına gelmek için koşar halde buldum. Biri sanki bileğimden tutup aşağıya doğru çekince, düştüm ve her yanım kahverengi renge büründü ama umursamadan koşmaya devam ettim. Ucunda ne varsa onu görmem lazımdı. Hissetmem lazımdı. Koşmaya devam ederken, kasvetli hava beni daha da çok engelliyordu. Sonunda oraya vardığımda ise denizin rengi gözlerimin ağına takıldı. Zaman aktı ve gözyaşlarım gözlerimden aktı. Saçlarım her yana uçtu ama az önce söylenen cümleler bozuk kaset gibi sürekli kafamda yankılandı.
Bir süre gülmem ağlamaya dönüştü ve hızlıca aileme dönerek "Şaka değil mi bu?" Sesimin titremesine rağmen, bir kahkaha daha ağzımdan kaçıcınca. "Hiç güleceğim yoktu. Bak iyi oldu bu." Dedim ve gözyaşlarımı silerek yeniden gülmeye başladım. Ama onlar çok ciddiydi, benim aksime.
Tekrar Ağlamaya başlayınca içimdeki savaşçılar öfkeyle ayağa kalktı ve gardını almadan vücudumun her yerine dağıldı. "Saçmalamayın. Böyle şaka mı olur?" İstemsizce bağırdım. Aileme doğru gittim ve "Konuşsanıza!" Diye bağırdım öfkeyle. "Konuşun da bu adamın yalan söylediğini idrak edeyim." Bağırıyordum çünkü öfkemi nasıl yok edeceğimi bilmiyordum. Şakası bile komik olan bir şeyi yaşadığıma inanmak garibime gidiyordu. Öfkeden ne yapacağımı bilmedim ve tekrar kahkaha atmaya başladım.
Sonra gözümden kocaman bir yaş damladı yere doğru döküldü ve o an kaderim cayır cayır yanmaya başladı. "Nasıl?" Diye sordum şu an sakinlikle. Sonra aileme baktım ve "Yalan değil mi bu?" Gözlerine bakıyordum. Onaylamaları için gözlerimle yalvarıyordum ama onlar konuşmadı. Bana acıyla bakmaya başladıklarında sadece kaderimin değil her şeyimin yandığını fark ettim. Gittikçe yok oluyormuşum gibi hissetmeye başlamıştım. O uçurumun kenarında kalakalmıştım.
Yalnız başıma.
Bu sefer yalnızdım ve adımlarım benden habersiz daha da uca gelmişti. Atlamayacağımı biliyordum. Zaman akarken, bu gözler bana bakarken bunu yapmayacağımı biliyordum. Ben de sadece izlemeye koyuldum. Sonunu bekleyen bir kitap gibi satırlarımın okunmasını beklemeye başladım. Şaşkınlıkla ağzımı açtım ve gözlerimi bu an da olduğumu ikna etmek istercesine birkaç kere açıp kapattım fakat sonra içimde beklettiğim fırtına kopmaya başladı.
"Hayır!" Öfkeyle bağırdım. "Bana bunu yapmadınız değil mi?" Dedim son kalan sesimle bağırarak. Sonra tekrar "Hayır!" Bu sefer çatallaşan sesim ile bağırdım. Kaderimin çizgisi yok olmuştu. Yıllarca ailem dediğim insanlar aslında yalandan ibaret olduğunu anlamak kadar daha acı ne olabilirdi ki?
Bu düşüncem ile öfkeden elime gelen ilk şeyi aldım ve bu aptal çifte fırlattım. "Defolun gidin bu evden!" Kendimi kontrol altına almak istiyordum ama bu çok zordu. Sesimin titremesi kalbime bir acı gömdü. Yanlarına gittim ama onlara dokunmak bile istemiyordum. O an da yüzlerin de oluşan şaşkınlıktan tiksindiğimi belli edercesine bir şeyler aradım. Sonra bir tane cam bir antika tabak buldum ve bu sefer duvara doğru fırlattım. Vazo binlerce parçaya ayrılırken, titrememe engel olamıyordum.
"Yalancılar!" Olabildiğince fazlaca bağırdım. Ardından annem "Dolunay!" Diye haykırınca ona doğru döndüm. Zaman sanki ikimizin arasında kilitli kalmıştı. Annem beni ilk defa görüyordu. Dudaklarım titremeye başlayınca, sağlam adımlarla yanına doğru gittim ve tam önün de dikilerek "Sen benim ne olursa olsun; annemdin." Bir an annem ile ikimiz kaldık. Gözlerimiz buluştuğunda bana acımasını değil de şefkatle bakmasını bekledim. Zaman beni kendi cinayetimi işlemek için bile kendine çekse, ben yine annemi seçerdim. Annem beni seçmemişti. Ben de kanlı ellerimle kalakalmıştım.
Yıllarca bir masalın içinde büyümüştüm ve şimdi büyüme vaktiydi. Gerçekler yüzüme bir tokat gibi çarpınca, dudaklarım titremeye başladı. Bu cümle kalbime bir ömür boyu hatırlayacağım bir acı bırakmıştı. Altına da annem benim kanımla imza atmıştı.
Hiçbir şey belli olmasa bile, annemle bizim ilişkimiz hep belliydi zaten. Ben onun yanın da görünmez bir yaratık olurdum, bazen görünmek isterdim ama o beni görmezdi. O yüzden, bir süre sonra ben de umursamamaya başlamıştım ama bu durum karşında gerçekten de kelimeler ne diyeceğini bilemiyormuş gibi öylece bana bakıyordu. "Ben senden hiçbir zaman nefret etmedim, edemedim ama sen ne yaptın? Yıllarca bana yalan söyledin." Sonra babama doğru döndüm ve o an da çocukluğumu bile artık kurtarmadığımı fark ettim. "Söylediniz." Öfkeme bulaşan acıyı görmezden gelirken, gözümden yaş akmıştı. "Allah sizin belanızı versin!"
Önüme gelen saçlarımı aldım ve nefes almak için boğazımı tuttum. Bir acı bir acıya binerdi ama altında ben kalmak acımı daha da çok öfkeye dönüştürüyordu. Ne diyeceğimi ne hissedeceğimi bilemez olmuştum. Gözlerim bunları görmek, kulaklarım olanları duymak istemiyordu. Uçurumun kenarına doğru bu sefer emin adımlar attım ama yine yapamadım. Gözlerimden yaşları sildim ve omuzlarımı dikleştirdim.
Sonra bu aptal aileye doğru döndüm "Bunlar doğru mu?" Gözlerine bakarak, aptalca bir soru sordum. Kadın bana baktı ve "Dolunay..." Dedi ama "Konuşsanıza!" Diye bağırdım. Ardından derin bir sessizlik oldu. Öyle ki bu sessizliği sadece benim hızlı nefes alışverişim bozuyordu. Zaman kavramı sanki erimiş, ayaklarımın altında ezilmiş gibiydi.
Bunların olmasına dayanamazdım. Bunu yapamazdım. Öfkeyle tırnaklarımı avucumun içine bastırdım. Ağlamamak için kendimi durdurmaya çalışıyordum ama bunu bir türlü becermedim. Bu sessizliğin gittikçe beni uçurumun ucuna sürüklediğini fark ettim. Tek bir adım kalmıştı. Ölümle yaşamım arasında tek bir adım. Sonunda konuşan Meral Hanım oldu ve bu cevap beni uçurumdan aşağı süzülmeme yetti. Kaderim bu an da pili bitmiş bir bebek gibi son buldu. Artık yaşamıyordum: "Doğru."
Hızlıca onlara baktım ve yüzlerine tükürdüm. "Allah sizin de belanızı versin!" Diye bağırdım ve elime gelen sandalyeyi ikisine doğru fırlattım. Son anda kendilerini koruduklarını gördüm ama ben çoktan o odadan çıkmıştım. Arkamı döndüğüm an ağlamam şaha kalktı. Bana bunu nasıl yaparlardı? Uzun koridordan ilerken, canım daha da yanıyordu. Odama doğru gittim ve kapıyı hızlıca arkamdan kilitledim. Kendimi kontrol altına almaya çalışıyordum ama bedenim saldırgan bir aslan gibiydi. Kontrol artık ben de değildi. Bu yüzden önüme ilk gelen çalışma masamdaki her şeyi yere doğru attım.
Ardından giysi dolabımdaki bütün kıyafetleri yırtarcasına yerinden attım. Komodinin üzerindekileri, kitaplığımdaki bütün kitapları yatağımdaki yorganı... Olduğum yerde biraz kaldım. Yıllarca büyüdüğüm o odanın ortasında kalakaldım. Ben bu odada büyürken arkamdan neler döndüğünü anlamamak beni kahrediyordu.
Ellerimi belime sardım ve yatağın köşesine doğru çöktüm. Delirmiş gibi sallanırken "Bana bunu yapamazsınız!" Mırıldanıyordum. Sonra bakışlarım beyaz ahşap çerçevenin kırılmış camında takılı kaldı ve gözyaşlarım yine akmaya başladı. Bu bizim geçen sene ailecek gittiğimiz Erciyes dağında, anı olarak çektirdiğimiz fotoğraftı. Hepimiz gülüyorduk. Kar taneleri üzerimize lapa lapa yağıyordu.
Birden sanki odanın içine yine iri kar taneleri yağmaya başladı ve ben o güne doğru gittim. Annem ve babam birbirlerine sarılmıştı ve ben de son anda onların arasına girerek, fotoğrafı çektirmiştik. Gözlerim, onlarda takılı kaldı. Bu kadar samimi olmayı nasıl becermişlerdi? Daha da önemlisi bana her baktıkların da ne hissetmişlerdi? Nasıl beni sevmiş gibi yapmışlardı. Bir titrememe kendini gösterip gitti. En azından her gün yapma zahmetine girmemişlerdi. Sanki yaşayan ben değilmişim gibi geliyordu. Ben mi çok tepki veriyordum? Bu soruyu kendime yöneltmek bile ruhumun kan ağlamasına sebebiyet vermişti.
Gözyaşlarım aynı anda anne ve babamın gülüşlerine damladılar. Sanki bu damlayan gözyaşları değil, bedenimden ayrılan kanımdı. Beni bunca zaman nasıl kandırmışlardı? Bunları yaparken vicdanlarını nasıl susturmuşlardı? Hâlâ içimde bir yerler de aslında bu gelen çiftin bana yalan söyledikleri geçiyordu ama sonra anne ve babamın odadaki bakışları gelince o son umut kırıntıları da içim de söndü. Bakışlarım fotoğraftaki gülümsememe kaydı. Yorgundum ama yine de gülümseyebiliyordum. Yine de yoluma devam edebiliyordum. Peki ya şimdi ne olacaktı? Bir daha asla böyle gülemeyecektim. Bir daha asla bu kadar mutlu olamayacaktım. Onlar benden son gülümsemeleri de çalmıştı.
Onlar benden beni çalmıştı. Geriye de sadece kanlar akan romanlar kalmıştı.
Kafamı gerginlikle sağa doğru çevirince kendimle yüzleştim. Binlerce ben varmışım gibiydi. Her bir aynanın için de bir tane gizliymiş ve beni sonsuzluğa itiyormuş gibi hissediyordum. Titreyen bedenimi yukarı kaldırdım, kaldırırken çerçeveyi de kendimle sürüklemiştim. İlk başta dikkat çeken şey; gözlerimdi. Koyu kahverengi gözlerimin ağına öfke takılmıştı.
Gözlerimin, beyazlıları bir bedenin kanaması gibi kıpkırmızı olmuştu ve bir balon gibi şişmişlerdi. Yüzüm, bir duvar gibi bembeyaz olmuştu. Dudaklarım ise rengini kaybetmiş, yok olmaya yüz tutan bir antika bir parça gibi öylece duruyordu. İnce ve uzun bedenim ise fırtınaya yakalanan küçük bir sandal gibi sallanıyordu. Gözlerimdeki ifadelere odaklandım. Aynaya doğru iyice yaklaştım. Arada nefesim kesilirken, iç çekişlerim beden izinsiz havaya feryat ediyordu.
Gözümdeki öfke karışımı çaresizlik karşısın da kaşlarım derinden çatıldı. Normal de sadece bu ifadeyi kendim görürdüm ama içerdiklerin de bu duruma şahit olması beni mahvediyordu. Hiç beklemediğim an da çocukluğumdaki anılar bu odanın için de gebe kaldı ve kanlar içinde doğdu. Güldüğüm, ağladığım, kızdığım, çaresizliğim... Hepsi şimdi bu odadaydı ve gözüme doğru aktarılıyordu.
Her halim arkamda duran bir Azrail gibi canlanıyordu. Her anım bana acıyla bazen de mutlulukla arkamda doğuyor sonra da ölüyordu. Şimdiki zaman geldiğimde ise sadece elinde kan içinde duran ben vardı. Bana acıyla bakan bana karşın öfkem her yana fışkırdı. Başımı iki yana salladım ve anıların yok olmasına izin verdim.
Öfkeyle başımı iki yana sallarken, kendimi bir iki afım geriye götürdüm ve elimdeki çerçeveyi aynaya doğru fırlattım. Bu hareketi yapmak öfkemi biraz da olsa dindirmişti. Tıpkı şimdi bedenimde taşıdığım bu duygular gibi paramparça olan aynaya baktım. Cam kırıkları ayağımın dibine kadar gelmişti. Kafamı yere eğdiğimde kırık ayna parçalarından kendi siluetimi gördüm.
Gördüğüm an içine düştüğüm çukurun yeni farkına varmışım gibi başını iki yana sallayarak "Ben bu hak etmedim!" Diye bağırdım. Acı gerçek benim gibi diz çöktü: "Ben bunu hak edecek ne yaptım?" Ben nasıl bir hata yaptım? Gözlerimi kapattım ve soğuk ayna parçalarının üzerine doğru yattım. Sanki kulağım ben cam kırıklarına yattığım an dış dünyaya açılmıştı. "Dolunay, ses ver!" Ağlayan biri tarafından ses duydum ama sesin kime ait olduğunu anlayamıyordum. Binlerce ses vardı ama ben bir tek kendimi duyuyordum.
Yaşadığım bu ihaneti nasıl unutacaktım? En önemli soru karşım da duran kapıda belirdi: "Bundan sonra ne yapacaktım?" Derin derin nefesler alırken gözyaşlarım sakince akmaya devam etti. "Kızım, cevap ver!" işte bu sesi tanımıştım. Baba. "Bana 'kızım' deme!" Ses verdim biraz bağırarak. Hâlâ sesim nasıl bu denli öfkeli ve sert çıkıyordu bilmiyordum.
Elimi serbestçe bıraktım ve öylece uzanmaya devam ederken, elime uzun ve keskin bir cam kesiği geldi. Avucuma doğru baktım. Kim bilir kaç gece bu avucumun içine bir el girsin istemiştim. Sağ elimle kavradığım keskin camı derimi hafifçe bastırdım. Orada aniden bir şey alev almış gibi yanma hissi oluştu ama bu şu anki durumumdan daha iyiydi. Amacım kendime zarar vermek değildi, zaten hafif bir şekilde bastırmıştım.
Sağ elimi karnıma doğru götürdüm ve sessizce kaderimin yankısına ağlamaya başladım. Yine dış sesler yok olmuştu sadece ben ve sağ elimdeki yanma hissi kaldı. Gözlerim bir gelip bir gitmeye başlamışken yavaşça elimi kaldırdım ve koyu renkteki akışkan sıvının koluma doğru akmasını seyrettim. Vücudumun bu denli hafiflemesi olağan bir şey miydi bilemiyordum. Elimden o camı atmak istiyordum ama kaslarım buna izin vermiyordu. O camların üstünde yatarken bile, ölüm beni izlemiyordu.
Sonra, elimi hissetmemeye başladım. Kanımın akışının yavaşladığına kanı getirdim. Artık gökyüzündeydim. Sonsuz evren beni kendi kucağına almıştı. Bakışlarım bulanıklaşırken, düşüncelerimin akışı bir an da durdu. Bilincim kara sulara bulanıp geri çıkartılıyordu âdeta.
O karlı dağın tepesine çıktım ve kendimi ailemin arasında buldum. Gülüyordum ve onlar benimleydi. Dudaklarıma bir gülümsenin çöktüğünü hissettim. Kafamı iyice kapıya doğru çevirdim. Gözyaşım gözümün pınarından yere doğru acelece yol aldı.
Ben de Öldüm.
Bilincim hâlâ benimleydi ve bu ihaneti nasıl kaldıracağımızı bana sorgulatıyordu.
Ama cevap, ben de yoktu. Böyle bir ihaneti nasıl kaldıracağımı bilmiyordum. Yıllarca, yabancı insanların içinde büyümek gibiydi. Beynimin içinde bir dürü ses vardı ama dağın tepesine çıkan tek bir ses olmuştu: "Neden?" Bu kelime kadar dipsiz kuyu var mıydı? Kapımın hızlıca açıldığını, kırılan menteşenin rahatsız edici tınısından anlamıştım. Gözümden bir yaş daha aktı.
Zaman, benden daha ne alacaktı?
Sonra, gökyüzü beni kucağından atınca, yere düşmeye başladım. Düştüm, düştüm ve en sonun da derin bir ormanın içindeki çalılıklara girdim ve o ağaçlar benim üzerimi bir yorgan misali hızlıca örttü. Ardından kar yağamaya başladı ama üşümüyordum. Sadece bana yapılan ihaneti düşünüyordum.
Yerde, cenin pozisyonu aldım ve telaşlı bağırışlar duydum ama ne olduğunu kestiremeyecek kadar kendimi onlardan ayırmıştım. Şu an olduğum yer, hayal bile olsa huzurluydu ve benim bunu bozmaya pek niyetim yoktu. Derin bir nefes alıp verdim ve sadece hayalimle yaşamaya karar verdim. Karlar yağmaya devam etti, gözlerimden de yaş. Zaman da benden kaçıp gitti ama bana yapılan ihanet hayalimde bile gerçekliğini kaybetmedi.
Ben, Dolunay.
İsminin anlamını bir türlü taşımayan o kız. O kız, bir daha kimseye kendini göstermeyecekti... İçindeki fırtına onu ezip geçecekti...
1 note
·
View note
Text
Yürüyorum saçlarımı savuran rüzgârın serinliğinde kulağımda üzerine bastığım kuru yaprakların güzel hışırtısıyla, bana eşlik eden kuşların cıvıltısında bilmediğim bir yere yürüyorum...
Yolun sonunda beni bekleyen ne var bunu bilmeden ana kapılıyorum sessizlikte...
Etrafımı çeviren uzun kurumuş ağaçlar ilkbaharda olduğu kadar güzel görünüyorlar. Bugün başka esiyor rüzgâr incitmeden hafif hafif...
Bir bankın yanında duruyorum şimdi üzerini kaplayan her tondaki yaprakları bir kenara itiyorum. Bulutlu bir gökyüzü selamlıyor beni küçük bir ışık vuruyor yüzüme aralarını açıp. Sıcaklğını hissederek kapatıyorum gözlerimi sesleri dinliyorum sadece...
Bir bisiklet sesi geliyor uzakta tın tın zili etrafı sarıyor. Yaprakların hışırtısı insanların konuşmasıyla karışıyor, küçük bir çocuk sesi var sanki biraz huysuzlanmış ağlıyor. Yakından bir ses tırmalıyor kulağımı sesi biraz tiz.
"iyi misiniz?"
Gözümü açtım bana soruyordu.
"Ha, evet...evet iyiyim teşekkürler."
"Ben....
8 notes
·
View notes
Text
başımı kaldırıyorum. otoyol ışıkları etrafımdan geçip giderken. kırmızı bir çizgi. benim tek gördüğüm bu. gözlerimi siliyorum. ve aniden radyo beni şaşırtıyor. şarkılar söylüyor benim için. bazı şeylerin nasıl olması gerektiğini anlatıyor. çok geç. uzaklaşmak için çok geç. gökyüzünü kaplayan ışıklar yanımdan hızla geçip gitmeye devam ederken ben gözlerimi siliyorum. uzaklaşmak için çok geç. tıpkı dökülen yağmurun altında iz bırakma çabası gibi. çok geç.
2 notes
·
View notes
Text
Omzuna yaslasam başımı.. Kulaklığımın bi kulağı sende bi kulağı bende. Kapatmışım gözlerimi. Aklının hayalinin alamayacağı şeyler kuruyorum kafamda. Bi nevi hayatımı, hayatımın omzunda kurmuş oluyorum. Kulağıma dolan tek ses senin nefes seslerin ve müzik sesi. İçimi kaplayan büyük bir huzur. Bulunduğum yerin verdiği güven hissi. Hayatımın en güzel uykusunu yaşıyorum...
#sevgili#sevmek#sevilmek#seni seviyorum#aşk#mesafe aşkı#sözler#aşk sözleri#tumblr yazıları#tumblr yazılı post#blog yazısı#duvar yazıları#edebi yazılar#kısa yazı#beautiful photos#aile#karantina#hayaller#plaktakiseninsesin#plaktakisesin#ay benim gece senin#benimle yan#gelmemeyegidenadam#erkek#omzunevim#iyi mi geceler#iyi geceler#music#geceye bir şarkı bırak#yanağımdaçukurvar
32 notes
·
View notes
Text
İçimi çocukça kaplayan heveslerim olsun isterdim. Ağzımı dolduran kahkahalarım, zihnimden taşan hayallerim. Yalnızca gece ve ben varız. Acının cirit attığı satırlar, ağız dolusu inlemeler var sadece. Yıldızlar şahit olsun, gözlerimi hayata kapadığımda dünyanın en mutlu insanı olacağım o zaman.
189 notes
·
View notes