Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Ne güzel demiş usta ‘birlikte eskimek çok güzel eksilmedikçe’ diye..
Bütün kutlamalarımı , dileklerimi hep artalım diye yaparım. Eksilmek kelimesi olumsuzluk çağrıştirdigi için kullanmak lstemem. 2024 de eksildik ama yine de şükrediyorum sevdiğimle birlikte eskiyebildiğim için. Eskisek de
ne güzeldir yeni başlangıçlar, yeni hayaller, umutlar. Herkes yeni yıl için listeler yapar, güzel dileklerde bulunur. En kötü durumda olanları bile bir yeni yıl heyecanı, ışıltısı kaplar, çünkü yenilik umuttur. Hep düşünürüm evrenin bir oyunu mu bu, insanlara umut vermek için mi, yeni başlangıçlar, yeni heyecanlar için mi anlar, saatler, günler, aylar, mevsimler, yıllar gibi bir düzen kurulmuş diye.
Her yeni günde yeni başlangıç heyecanıyla dolar içim. Mutlaka gün doğmadan uyanın der bilge insanlar, sabahın güzelliğini, yeni bir günün heyecanını yaşayın, ister meditasyon, ister dua, ister sadece nefesinizi dinleyin, öyle iyi gelecek ki, sonra da teşekkür edin, şükür edin, güne güzel bir başlangıç yapın der kitaplar. Ben hergün gün doğumunu yakalayamıyorum, bazen uyku galip geliyor (ona da tamam demek ki vücudumun ihtiyacı var, o gün öyle olması gerekiyor), o zaman ne mi yapıyorum, illa güneş görülecek, evrenin döngüsü izlenecek ya, o gün gün batımını yakalamaya çalışıyorum. Çünkü diğer yarım küreyi aydınlatmaya insanları mutlu etmeye gidiyor güneş. Yine teşekkür, bin teşekkür için bir neden daha size.
Aslında biliyor musunuz gün doğumu ile gün batımı arasında büyük fark yok, hatta fotoğraflara baktığımda hangisi başlangıç, hangisi bitiş ayıramıyorum, çünkü başlangıçlar da bitişler de aynı güzellikte, yeter ki kıymetini bilelim, çünkü her bitiş yeni bir başlangıcın müjdecisi .
Nereden nereye geldik, bir yeni yıl yazısı yazayım derken çektiğim fotoğrafları düşündüm ve böyle bir yazı çıktı.
Yaşamlarınızda güzel başlangıçlar olsun, yeni yıl yeni mutluluklar, güzelliklerle, mucizelerle gelsin, eskiyelim ama eksilmeyelim. Eskimek de güzel, onun da kıymetini bilelim.
Dostum, güzel insan sevgili Alper’in kulağıma küpe olan yeni yıl dileğiyle bitsin bu yazı;
Yeni yıl , mutlu anlarda ve mutlu anılarda zamanın dilediğinizce durduğu bir yıl olsun.
Sağlık, sağlık, sağlık illaki sağlık olsun..
0 notes
Text
Bir masal dinlemeye hazır mısınız? Bhutan’da duvarlarda tasvirini gördüğüm bir efsanenin masalı bu. Bir varmış bir yokmuş, bir gün en altta bir fil, üstünde maymun, onun üstünde tavşan ve en üstte bir kuş bir meyve ağacının altında sohbet edip, en yaşlının kim olduğunu tartışıyormuş. Fil, kendisi gençken ağacın zaten tamamen büyüdüğünü, maymun gençken ağacın küçük olduğunu, tavşan gençken ağacı bir fidan olarak gördüğünü ve kuş, ağacın büyüdüğü tohumu kendisinin attığını iddia etmiş . Böylece kuş diğer hayvanlar tarafından tartışmasız en yaşlı olarak kabul edilmiş, ve dört hayvan uyum ve işbirliği içinde yaşayarak ağacın meyvelerinin tadını çıkarmış . Efsaneye göre o kuş önceki yaşamında Buda imiş.
Başka bir versiyon ise dört hayvanın sürekli meyve tedarik etmek için nasıl birlikte çalıştıklarını anlatıyor.
Kuş tohumu bulur ve eker, tavşan sular, maymun gübreler ve fil korur. Meyve olgunlaştığında ağaç o kadar yüksektir ki hayvanlar meyvelere ulaşamaz. Bunun üzerine birbirlerinin sırtına tırmanarak bir kule yaparlar ve yüksek dallardan meyveleri kopararak mutlu mesut yaşarlar.
Bu masal halk arasında yüzyıllardır anlatılagelmiş, aslında masalın verdiği mesaj aynı.
Uyumu, bütünlüğü, birliği, cömertliği ve sadakatin önemini, yaşa saygıyı anlatıyor. Takım çalışması ve işbirliği ile tüm sorunların aşılabileceğini gösteriyor.
Keşke bu masal gerçek olsa, hayvanlar arasındaki uyum, din, dil, ırk, cins gözetmeden insanlar arasında da olsa. İnsanoğlu birbirini sevse, saysa, bencilliği bırakıp, hırslarından sıyrılıp, tutkularından arınsa, insanlık için yaşasa ne güzel olur değil mi? O zaman dünyada ne açlık kalır, ne savaşlar olur, insanlar huzur ve mutluluk içinde yaşar.
Ne güzeldir Şenay’ın şarkısı, hadi hep birlikte mırıldanalım, gözlerimizi kapatıp güzel bir dünya hayal edelim..
Bak kardeşim, elini ver bana
Gel kardeşim, neşe getirdim sana
Al kardeşim, ye, iç, gül, oyna
Sar kardeşim kolunu boynuma
Sev kardeşim canım feda yoluna
Tap kardeşim tüm insanlara
Dünya'ya geldik bir kere
Kavgayı bırak hergün bu şarkımı söyle, sevdikçe güler her çehre
Amaçlar hep bir olsun
Kalpler birlikte…
0 notes
Text
Hep uzaklara gitmek istemişimdir, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara, yaşam oburu olduğum için sevgili Sevgi Soysal gibi yeni kapıları açmak gerektiğine inanırım, sanırım bu merak, bu görme öğrenme isteği yaşama sıkı sıkıya sarılmamı sağlıyor. En son Katmandu kapıları girdi yaşamıma, meğer hala açılacak kapılar varmış, ardında heyecanla açılmasını beklediğim kapılar çıktı karşıma. Tümüyle farklı bir kültür, her kapıda taze bayat mutlaka çiçek var ahşap işçiliği müthiş, inanılmaz heykel gibi kapılar var, en sık ahşap, arada bir altından yapılmış kapılar var. Sadece kapı değil, tüm mimari detaylarda aşırı süsleme var. Meğer bu mimarinin bir adı varmış, geleneksel Nepal mimarisine Newar mimarisi deniyormuş, bu bölgede yaşayan halkın ismiyle anılan mimaride taş, ahşap ve tuğla malzemelerle oluşturulan yapılar malzemenin kullanım şekli ve süsleme işçiliği öne çıkmakta.
Bu yapılar, bir dini ibadet sistemi, bir kült ile bağlantılı olup eserlerin kökenleri Hint kültürüne dayanmakta, Budizm ve Hinduizm’den beslenmektedir. 2015 yılında yaşanan büyük depremde ayakta kalan eserler mimarlık ve kültür tarihi açısından önem taşımakta. Unesco tarafından Katmandu Vadisi Dünya Kültür Mirası listesine alınmış. Süslemelerde Brahma, Şiva, Durga, Vishnu gibi tanrı ve tanrıçalar, ölüme ilişkin figürler, yılan, Brahma’nın gözü, Buda’nın gözü, güneş, aslan, çiçek ve bitki motifleri gibi Hinduizm ve Budizm kültürlerinin mitolojik figürleri yer almakta. “Kath” ahşap ve “mandi veya mandon”, bir yapı, ev veya tapınak anlamına gelmekte. Yani Katmandu’nun anlamı ‘ahşap şehir”.
Katmandu, Cat Stevens’ın şarkısında dediği gibi “Katmandu I’ll soon be seeing you and your strange bewildering time will hold me down” , zamandan bağımsız bir şehir.
1960 larda mistik bir yolculukmuş Katmandu, çiçek çocukları akın akın gitmiş, amaç Nirvana ya ulaşmakmış. Ama ben gördüm ki Nirvana’ya ulaşmak için taa oralara gitmeye gerek yokmuş, ben zaten Nirvana’ya ulaşmışım.
Yine de ben Katmandu’yu çok sevdim. Yolunuz düşerse gidin derim, orada kapıların ardında müthiş masallar var, inanılmaz bir kültür, mimari zenginlik, renk var, mutlaka gitmeye değer.
1 note
·
View note
Text
Dünyada en yüksek mutluluk indeksi olan ülke hangisi biliyor musunuz? Bhutan dediğinizi duyar gibi oldum. Yıllar önce okumuştum kapılarının güzelliğini, özelliğini ve gidilecek yerler listemde uzun süredir yer alıyordu Bhutan. Nihayet gerçekleşti dileğim.
Kathmandu’dan kısa bir uçuş sonrasi Bhutan’a ulaşılıyor. Daha uçaktan iner inmez bir huzur kaplıyor insanın içini. Acaba bu huzur, havaalanının inişler için çok tehlikeli olduğunu, sadece 8 pilotun bu havaalanına inebildigini bilmekten mi kaynaklanıyor anlayamıyorum.
Bhutan Krallığının nüfusu 754.000 milyon, 38.000 km² lik minicik bir huzur ülkesi. Mahayana Budizmini baz alan bir ulusal kimliğe sahip. Sembol hayvanı ‘takin’, koyunla sığır arası bir hayvan, özel koruma parklarında yaşıyorlar. Başkent Thimphu en büyük şehir.
İş yapma kolaylığı, barışçılık ve düşük yolsuzlukta birinci sırada, bu kadarla da bitmiyor, dünyada en fazla su kaynağına sahip ülkelerden birisi. Hidroelektrik enerjisi ülkenin ana ihracatını oluşturmakta. Bu kadar bilgiden sonra gelelim benim gördüklerime.
Nunnery diye bir tapınakta kadın keşişler yaşıyor, diğer tüm tapınaklarda erkekler vardı, kadınların keşişliği daha yeni. Dzong denen kalelerde tahta işleri inanılmaz, burada Katmandu’nun aksine oymalardan çok renk var, insan figürleri seyretmeye doyamıyor. Bir de ‘stupa’lar var. Bunlar Buda’yı ve onun öğretisi dharmayı sembolize eden yapılar, dairesel bir kaide üzerinde anda adı verilen yarım küre biçiminde yükselen bir dolgu ve bu dolgunun üzerindeki şemsiye biçimli ögelerden oluşmakta.
Bhutan’da uzun yürüyüşler yaptık, kelebekler, yusufçukluklarla çevrelendik, yol boyu pirinç tarlaları gördük. Beklenenin aksine tarlalarda su yoktu (küresel ısınma nedeniyle diye anlattı rehberimiz). Pirinçler toplanıp balya haline getirilmiş, aynı stupalara benzer şekilde. Seyretmeye doyum olmuyor.
Gelelim dua bayraklarına, yer gök bu bayraklarla dolu. Bu bayraklarda Budizm ile ilgili dualar var. Budist inananların gözünde, dua bayrağının rüzgarda bir kez dalgalanması, duayı bir kez okumak anlamına geliyormuş.
Bu bayraklar Tanrılar ve insanlar arasında bir bağ haline gelmiş. Farklı renk ve boyutlarda bayraklar var.
Üzerinde Buda'nın öğretilerinin yanı sıra seyrek nüfuslu dağlarda sıkça görülen kuş ve hayvan desenlerinin basılı olduğu, sıraya göre beş renkli kare bir kumaşla (mavi, beyaz, kırmızı, yeşil ve sarı) asılmış olanlar, ve beyaz veya kırmızı tek renkli, üç ila beş metre uzunluğunda kumaş şeritlerden oluşan bayraklar. Beyaz renk bulutu, kırmızı ateşi, yeşil suyu, sarı toprağı ve mavi gökyüzünü sembolize ediyormuş. Bu bayraklar yüksek bir yere asılıp, rüzgarda dalgalanmaları sağlanıyor. İnanışa göre olumlu ruhsal titreşimler yayılarak dualar evrene taşınıyor.
Bu bayraklardaki renklerin solması, duaların rüzgarla taşındığı anlamına gelip, renk solması uğurlu sayılmakta. Renkli dua bayrakları kutsal karla kaplı platoyu ve ağaçları gökkuşağı gibi süslüyor ve eşsiz bir manzaraya dönüşüyor. Dua bayrakları asanlara Tanrı'nın yardım edeceği inancı yaygın.
Son olarak Bhutan’ın unutulmazı olan Tigers Nest tapınağı var. 4200 metre yükseklikte kayalar arasına yapılmış bu tapınağa zorlu bir yoldan çıkılıyor. Gerçekten görülesi bir yer, ve şahane bir deneyim.
Eğer fırsat bulursanız mutlaka Bhutan’a gidin derim, unutulmaz anılarla döneceğinizden eminim.
Sevgiyle kalın…
1 note
·
View note
Text
Siz hiç mektup yazdınız mı? Bizim nesil iyi bilir mektubu, günümüzde ise giderek unutuldu, hele sosyal medyanın devreye girmesiyle tamamen gündemden kalktı mektup. Merak ediyorum hala mektup yazan var mı diye? Postahanelerde resmî evrak dışında mektup yollanıyor mu diye meraktayım. Oysa ne güzeldir mektup, yazmak da almak da ne güzeldir. Önce tarih atılır, sonra başlanır yazmaya, yazının düzgün olmasına çalışılır, sonra imzalanıp zarfa konur, bir de yalayarak pulu yapıştırdık mı bitmiştir yazım işlemi. Ama asıl gönderilen kişi eline alınca başlar heyecan, önce pula ve zarfa bakılır kimden gelmiş diye sonra heyecanla açılır. Sevgiliye yazılmış olanları vardır, uzakta olan sevgiliye ya da yakında olsa bile yüz yüze söylemeye çekinilen sevda sözleriyle doludur. Filmlerde görürdük bir de parfüm sıkılırdı sevgilinin kokusu hissedilsin diye. Ama parfüm olmasa da hep hasret kokar mektuplar.
Nereden çıktı durup dururken bu mektup yazısı diye düşünenleriniz vardır. Bu sene canlarımızın kaybı bizi çok sarstı. Bize hayat veren annelerimizi kaybettik, acıları çok derin. Şükrediyoruz ki ikisi de çok güzel yaşadı, kendilerinin yarattığı bir sevgi çemberi içinde, torun çocuklarını gördüler, bu tesellimiz ama kaç yaşında olursak olalım yaslandığımız omuzlar gitti, çocukluğumuz bitti. Birden büyüdük. İşte bu yazının kaynağı olan mektuplar burada devreye girdi. Anacığımın vefatından sonra üç kardeş Ankara’da büyüdüğümüz eve gittik. Anılar canlandı, sevgi dolu sofraları hatırladık, hem güldük hem ağladık ve ne kadar şanslı olduğumuzu düşünerek bir kez daha şükrettik. Dolapları karıştırırken kocaman bir sarı zarf, içinde iki ayrı zarf bulduk. Bir de liste yapmış anacığımız, mektupların geldiği tarihler ve kimden geldikleri. 40 yıl önceye gittik, ağabeyimin Amerika’dan yazdığı sayfalarca mektup vardı. Birden hatırladım, Amerika’’dan mektup geldi mi tüm aile toplanır, hep birlikte heyecanla okurduk mektupları. Sonra bizim Arabistan’dan yazdığımız mektuplara geldi sıra. Neler yaşanmış, ilk göz ağrımın an be an gelişimi belgelenmiş. Sanki zaman tüneline girmiş gibi olduk, elimizde canlı tarih belgeleri vardı. Nasıl zorluklar, nasıl güzellikler yaşamışız hepsi gözümüzde canlandı. Arta kalan duygu ise özlem ve hasret. O zaman cep telefonu yok, haberleşme çok zor, uçaklar şimdiki gibi değil. Tek iletişim mektuplar, iyi ki. Yoksa yaşadıklarımız unutulup gidecekti.
Keşke yine mektup yazsak, artık ne zaman, ne ruh hali uygun değil maalesef. Halbuki yazılı belge gibisi yok, orada duygular, düşünceler, güncel olaylar, yaşanmışlıklar belge olarak kalıyor.
Hadi şimdi oturup bir mektup yazın, günlük gibi, olayları anlatın. Yapıştırın pulu, kapatın zarfı ve bir sevdiğinize yollayın.
Güzel haberlerle dolu, güzel mektuplar alabilmeniz dileğiyle, sevgiyle kalın..
0 notes
Text
Geçenlerde bahçede dolaşırken kırmızı bir yusufçuk gördüm, onu heyecanla seyretmeye başladım. Böceklerden genelde korkarım ama Yusufçuk böceği oldum olası beni mutlu eder. O incecik tül gibi kanatlar bana masal perilerini anımsatır hep, gördüğümde hep bir mucize gerçekleşir.
Bu duyguya sahip olan sadece ben değilmişim. Birçok kişi yusufçukları umut ve yaşam enerjisi sembolü olarak görürmüş. Ayrıca mitolojide yeniden doğuşu simgelermiş bu zarif böcekler. Eve yusufçuk girdiğinde şans ve bereket gelirmiş. Bu minicik böcekler sadakat, tutku, aşk ve tek eşliliğin de sembolü. Neden mi dersiniz? Dişi Yusufçuklar, doğası gereği çiftleşme sırasında erkeğin kafası ile bir bağ kurup, buradan beslenirmiş. Erkekler ise hayatları boyunca sadece bir kez çiftleşebileceğini bilerek bu bağın kurulmasına izin verir, dişisiyle birlikte olmanın mutluluğuyla ölümü kabul eder ve kendini sonsuz aşkın kollarına bırakırmış. Yusufçuk bazı kültürlerde ise ateşe aşık böcek olarak biliniyor. Bu inanca göre ateşin dalgalanarak kurduğu ahenge kendini kaptırıp, çevresinde dönerek adeta onunla dans etmeye başlar. Bu aşkın onun sonu olacağını bilir ancak yine de vazgeçmez. Dansın sonunda ise kendini ateşin içine bırakarak aşkıyla kavuşur.
Bu kadarla da bitmiyor bu minicik zarif ama ejderha gibi özellikleri olan yusufçuğun marifetleri. Aynı zamanda bilgelik sembolü, illüzyonlara kapılmadan hayatın gerçeklerine karşı gözlerinizi açmanız gerektiğini gösteriyor.
Helikopter böceği (havada asılı durduğu için helikopter icadına ilham vermiş) ejder sinek (dragon fly) gibi isimleri olduğu gibi genellikle sulak alanların çevresinde yaşadığı için Su Perisi ve Su Ruhu olarak da adlandırılıyor. Suların altında yer alan ve hiçbir zaman keşfedilmemiş dünyalardan bize mesajlar getirdiğine inanılıyor.
Bu kadar bilgiden sonra gelelim bu masal perisinin bana anlattığı masala;
Onunla göz göze geldiğimde
bir varmış bir yokmuş diye anlatmaya başladı kırmızı yusufçuk, Japonya’da yenilmez böcek olarak, eskiden bu ülkenin sembolü olduğunu,
17. yüzyılda Japon savaşçılarının kendilerine güç ve koruma getirdiğine inandıkları için yusufçuk motifleriyle maskelerini süslediklerini söyledi. Parlak kanatlarının altında mucizeler taşıdığını, bana güç ve ilham getirdiğini, aslında düşündüğümden daha fazlası olduğumu, içimdeki tutku sayesinde hayalini kurduğum her şeyi başarmak için gerekli olan güce sahip olduğumu anlattı. Onu gördüğüm için evrenin benim için güzel şeyler hazırladığını, hayalimdeki gibi savaşların olmadığı, din, dil, ırk farkı olmadan sevgi ve barış dolu bir dünyanın mümkün olabileceğini, bu hayalimin gerçekleşebileceğini, umudumu kaybetmemem gerektiğini söyledi. Ben gözlerimi kapatıp, kulağımda John Lennon’un şarkısı, böyle bir dünyanın hayalini kurarken bir baktım kırmızı yusufçuk havalanmış, uçuyor. Sanki o sırada kafasının neredeyse tümünü kaplayan gözlerini kırptığını gördüm, ve bir anda gerçeğe döndüm.
Siz de bakın etrafınıza, bir yusufçuk görürseniz benden selam söyleyin, ve hayallerinizin gerçekleşeceğinden, güzel haberler alacağınızdan emin olun….
0 notes
Text
GAIA
Toprak Ana der dururuz, ama kaç kişi bilir gerçek adını acaba? Ben bilmiyordum adının Gaia (Gaea, Ge) olduğunu. Gaia, Yunan mitolojisinde yeryüzünün kozmik bir varlık olarak kişileştirilmiş hali olan, tüm yaşamın ata-anası, engin göğüslü, doğurgan Toprak Ana’nın adıymış.
Araştırırken gördüm ki Gaia olarak anılan bir de teori var. Bu teori dünyadaki her şeyin birbiriyle ilişkili olduğunu ve kendi kendini düzenleyen karmaşık bir sistem oluşturmak için yakın bir şekilde entegre olduğunu savunuyor. Yani dünyayı harmoni içinde yaşayan tek bir canlı organizma olarak tarif ediyor. Bu organizmanın tek amacı var o da yaşamı sürdürmek. Gaia müthiş bir uyum içinde bu dengeyi koruyor, korumaya çalışıyor, ama biz insanoğlunu bu dengeyi bozmak için bilinçsizce uğraşıyoruz sanki, Toprak Ana’ya her türlü kötülüğü yapıyoruz. Aslında özümüzü yok ediyoruz, çünkü insan ırkı tükense da Gaia hep var olacak.
Nereden çıktı bu Gaia diye düşünenleriniz varsa hemen cevap veriyorum. Biliyorsunuz ben bir yaşam oburuyum, bilgiye hep açım, yeni birşey öğrenmeden rahat edemiyorum. Gaia karşıma çok etkileyici bir sanat eseri olarak çıktı. Olağan olduğu üzere kütüphaneler, yani bilgi tapınakları benim seyahatlerimin olmazsa olmazı. Her gittiğim yerde arar sorar, kütüphane bulamazsam o şehrin en eski kitapçısını bulmaya çalışırım. Çünkü o eski kitapların kokusunu içime çekmek, kitap karakterlerinin, harflerin soluduğum havada varlıklarını hissetmek benim için vazgeçilmez bir tutku. Bu sefer yolum Dublin’de Trinity College‘a düştü. Daha önce görüp çok etkilendiğim Long Room’a tekrar gittim. O kadar etkileyici bir kütüphane ki, gerçekten bir mabede benziyor. 18. yüzyıldan beri var olan, 65 metre uzunluğunda bir salon, iki tarafında binlerce kitap (200,000 civarındaymış), sıra sıra düşünür, filozof ve yazarların büstleri, bir anda başka bir boyuta geçiyor insan.
Sekiz sene geçmiş buraya ilk gelişimden beri, bu defa beni kütüphanenin ortasında havaya asılı duran, kendi etrafında dönen 6 metre çapında dev bir dünya karşıladı. Luke Jerram bu enstalasyonu kütüphane yeniden yapılandırma projesi kapsamında çevre ve sürdürülebilirlik konusunda farkındalık oluşturmak amacıyla yapmış.
Nasa tarafından astronotların uzaydan çektikleri binlerce pikselden oluşan dünya fotoğraflarının birleştirilmesi ile bu eser oluşmuş, bu eserin adı ise Gaia. O kadar heyecanlandım ki bu dünyanın altında durup bir süre başka bir boyuta geçtim. Sanat, bilim, estetik, felsefe, teknolojinin uyum içinde birlikte ne kadar güzel olduklarını düşündüm. Toprak Ana’nın istediği gibi evrende uyumun mümkün olabileceğini, herşeyin temelinde aklın ve bilimin olduğunu, sanatın ise bu temelin olmazsa olmazı olduğunu bir kez daha gördüm. O sırada fısıldaşmalar duydum. Cicero yaşam varsa umut vardır diye fısıldadı kulağıma, ardından Sokrates bir şey bilmediğim dışında başka bir şey bilmiyorum diye seslendi, sonra baktım Aristo birşeyler söylüyor, iyiliğe gücün yetmezse kötülük etme diyor, ve devam ediyor; Evrende toprak, su, hava ve ateşten oluşan dört unsura ek olarak bir de döngüsel devinim yapan beşinci bir unsur vardır, ve bu unsur değişmez ve bozulmaz diyor, sanki Gaia’yı anlatıyor.
Ben acaba Plato bu konuda ne diyor diye düşünürken, ayaklarım yerden kesilmişken, içimdeki fotoğraf çekme dürtüsüyle gerçeğe döndüm. Fotoğraflar aynı gerçeküstü duyguyu yaşatamasa da sizlerle bu özel anları paylaşmak istedim.
Fırsat bulursanız siz de geç kalmadan bu deneyimi yaşayın derim. Orada keşfedilecek daha çok şey var, en önemlisi de Brian Boru arp’ı görmeden dönmeyin..
Sevgiyle kalın…
1 note
·
View note
Text
Bugün yine her zamanki gibi Atatürk Parkında yürüyüp, ağaçlarla konuşup, gökyüzüne bakıp, kuşların cıvıltılarını dinlerken gözüme bir bankta oturup gazetesini okuyan bir beyefendi takıldı. Birden kendimi çok mutlu hissettim. Derken aynı şekilde okuyan, kah bankta kah çimlerin üstünde ellerinde kitaplarıyla gençler gördüm. Mutluluğum daha çok arttı , neden mi? Okuyan insandan zarar gelmeyeceğini biliyorum da ondan. Onlar benim insanlarım, boş oturmak, dedikodu yapmak yerine okumayı seçen insanlar. Yıllar önce Avrupa, Amerika seyahatlerimde, filmlerde böyle parklarda okuyan insanları görür , gıpta ederdim. İşte bu dedim benim insanım da hala okuma alışkanlığı var. İnsanlar okuyarak iyileşiyor, okurken dünyayı, derdi tasayı unutuyor, kitabın içine giriyor, kitabın kahramanının duygularını yaşamaya başlıyor.
Kitap kahramanı demişken bir sürü kahramanım var benim , ama bir tanesi var ki unutmama imkan yok. Howard Roark, duyar gibiyim sizlerden sizin de ne kadar etkilendiğinizi. Ayn Rand’ın kahramanı, Fountainhead ( Türkçeye dilek çeşmesi diye çevrilmişti) kitabındaki mimarın ta kendisi. Prensiplerinden ödün vermeyen, istemediği halde prensiplerine karşı eserler yapmaya mecbur bırakılan, sonra da bu eserlerini gözünü kırpmadan yok eden şahane mimar. Kitabın mahkemede yaptığı savunmayla bitiyor. Okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim.
‘Okumak yaşamaktır’ demişti kızım ilkokuldayken, o zamanlar kütüphane haftası gibi haftalar vardı kutlamalar yapılan, çocukları okumaya özendiren.
Şimdiki çocuklar çok farklı, varsa yoksa ellerinde telefon, tablet. Oradan dünyaya hakim oluyorlar, ben de çok seviyorum araştırmayı, google amcayı, çok olmasa da sosyal medyayı, hep yeni birşeyler öğrenip heyecanlanıyorum ama kitabın yerini hiçbir şey tutmuyor. O kitap kokusu var ya, bir de kitaplara dokunduğunuzdaki his, hiçbir şeyde yok. Bir de bilimsel olarak biblioterapi diye birşey var, yani okuyarak iyileşme. Gerçekten de iyi geliyor insana okumak.
İnanıyorum ki insanoğlu var oldukça, kitaplarda var olacak, teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, çevreciler ne kadar Kağıt tüketiminin çevreye zararı olduğunu iddia ederse etsin kitaplar hep olacak. Çünkü onlar cahil insanın en büyük düşmanı, cahillere göre onlar zehir, tarihte bu zehiri yoketmek için nice kitap yakıldı ama kitaplar hep varoldu, hep de olacak.
Boşuna dememiş Cicero ‘Bir kütüphane ve bahçeniz varsa ihtiyacınız olan herşeye sahipsiniz’ diye.
Haydi hep birlikte okumaya devam..
0 notes
Text
Nostalji, Yunanca bir kelime olup Nostos (eve dönüş) ve algos (ağrı, keder) kelimelerinin birleşimi, yani geçmişe duyulan özlem demek. Anlamında biraz hüzün var, ama bir ustanın dediği gibi geçmişin gözde tütmesi, hüzünlenmek değil, "gözde ve yürekte tüketilmemiş" dostlukların bir daha yaşanma isteği...
“Nostalji, kendini ezeli bir biçimde evinden uzak hissetmektir” diyor Cioran..
İşte tam da burada bu yazıyı yazma nedenim ortaya çıkıyor. Anacığımın vefatından sonra Ankara’da çocukluk ve gençliğimizin geçtiği evde ve sokaklarda bir geçmiş zaman yolculuğu yaptık kardeşlerimle. Kah ağladık, kah güldük. Biraz hüzünlü dakikalar geçirdik, özlediğimiz anlar ve yaşantılar geçmişte kalmıştı; o duygulara ve yaşantıya artık erişimimiz yoktu, ama bir yandan da tekrardan güzel duygular yaşadık, çünkü çok güzel, özlenen anılarla dolu bir yaşantımız olmuştu.
‘İyi ki‘ lerimiz o kadar çoktu ki, hüzün bir anda sevince dönüştü.
Yaşadığımız yerlerin ne kadar küçük olduğunu farkettik, anacığımızın o küçük mutfağında nasıl sevgiyle yemekler pişirdiğini, mutlu aile sofralarımızı anımsadık, arka bahçemizdeki dut ağacına tırmandığımız, balkonumuzda güvercin, sincap, ceylan (!) beslediğimiz, akvaryumumumuzdaki balık öldüğünde yaptığımız cenaze merasimini, kar yağdığında saat kaç olursa olsun Kızılcık sokakta kızakla kaydığımız anlara gittik. Büyüklüğü tek değişmeyenin Anıtkabir, ve yüce Ata’mıza olan giderek artan sevgi ve hayranlık olduğunu farkettik. Zaman geçmişti ama güzel geçmişti.
Sokaklarda dolaşmaya devam ederek Damla pastanesine gittik, sanki orada zaman durmuştu. Orada en sevdiğimiz şey olan ayçöreklerini denedik, çok ilginçtir ki aynı tadı, aynı heyecanı hissettik, keza Mabel sakızlarını ve şemsiye çikolataları da görüp heyecanlandık. Yine bir geçmişe dönüş, ve iyi hislerle dolma. O zaman farkettim ki
nostalji, hüzün ve özlemden oluşan bir ruh hali olmasına rağmen, kendimizi iyi hissetmemizi sağlamıştı. Kardeşlerimle paylaştığım, kişisel anlamlar içeren tecrübelerimizi hatırlamak bize güzel duygular yaşatmıştı.
Bu duygular içinde anne ve babamızı andık, ne kadar şanslı çocuklar olduğumuzu düşünerek onlara teşekkür ettik.
Bu arada yeni bir kuş keşfettim, çocukluğumun anılarında hiç yer almayan kocaman beyaz karnı, uzun siyah-mavi kuyrukları olan bu kuşlar Ankara’da her yerdeydi. Saksağanmış onlar, sanki bize anne babamızdan mesaj getiriyorlardı. Huzur içinde uyuyoruz, bizi merak etmeyin diyen mesajlar.
Bu nostaljik duygular, hayatımın anlamı ve değeri olduğunu hatırlatıp, geleceğin zorlukları ile mücadele etmek için bana güç, güven ve motivasyon verdi. Yani geçmişe özlem kötü bir his değil, aksine çok değerli duygu ve düşüncelere neden oluyor.
Teşekkürler anılar!!!
0 notes
Text
Anacığım melek oldu, yaşarken de melekti, babacığım ona hep ‘insanlığın onulmaz meleği’ derdi. Düşüncelere dalıyorum, ‘anne’ nin anlamını düşünüyorum, ben de bir anneyim, ananeyim, senin kadar fedakar mıyım bilemiyorum. Yoğun çalışma hayatı içinde yavrularıma ne kadar annelik yapabildiğimi hep sorguladım. Ama ben de senin mitokondrilerini taşıyorum, dolayısıyla elinden geldiğince yavrularıma sevgi vermeye çalıştım. Annelik kendinden önce çocuklarının geldiği, hiç düşünmeden onlar için canını bile verebileceğin bir duygu hali. Yokluğu ise birden çocukluktan çıkmak, büyümek demek. Babacığımı kaybettiğimde kolum, kanadım kırılmış, uçmayı beceremeyen bir kuş gibi hissetmiştim, ama annem vardı. Ona dayanabilirdim, o benim tüm yükümü sırtımdan alırdı, şimdi ise kanadı kırık, yüreği kırık bir kuş gibi hissediyorum. Işıklar içinde uyu güzel annem, her neredeysen biliyorum ki sen bana yine destek olacaksın, sevgin daima yüreğimde olacak. Sayende iyi insan olmak, kendinden önce başkalarını düşünmek, hep iyilik yapmaya çalışmak gibi erdemlere sahip oldum. Senin kızın olmak bir ayrıcalıktı. Hatalarım olduysa biliyorum ki sen büyük bir hoşgörü ile beni affettin. Belki sağlığında yeterince söyleyememişimdir. Seni çok seviyorum biricik anacığım, yolun ışık olsun. Gözün geride kalmasın, çünkü seni temsilen bu evrende varolduğum sürece senin bana kazandırdığın sevgiyi elimden geldiğince yaşatacağım, eminim torunlarında, torun çocuklarında bu erdemi taşıyacak. Sen rahat uyu, yattığın yerde incinme. Seni çok seviyorum canım annem
0 notes
Text
Hep önünden geçtiğim ağaçlarla göz göze geldim bugün. Nasıl da farketmemişim o gözleri, halbuki mesleki deformasyondan olsa gerek heryerde gözleri görürüm, ama bu sefer merkez parktaki canım ağaçların gözlerini daha önce göremediğime hayıflandım. Hemen başladım fotoğraflarını çekmeye. Sadece bakmakla kalmayıp, gördüm o gözleri, ve zamanı durdurdum onları fotoğraflayarak, yani ışıkla yazı yazdım. Sonra da düşündüm bakmakla görmek arasındaki farkı. Görmek farkındalık gerektiriyor, daha çok da gönül gözüyle görüyor insan. Ruh haline göre, bakış açısına göre görme biçimleri değişiyor.
Bu konuda en geniş bilgi John Berger’in ‘görme biçimleri’ isimli kitabında. Bir sanat eleştirmeni olan yazar kitabında görmenin kişisel farklılıklar gösterdiğini, düşündüklerimiz ya da inandıklarımızın nesneleri görüşümüzü etkilediğini anlatıyor. Bir kere en başında neyi gördüğümüz, neye bakmayı seçtiğimizle doğrudan ilişkili, yani görme bir seçimle beraber gerçekleşen birşey. Seçme ise yine sahip olduğumuz düşünce ve inançların etkisiyle ortaya çıkıyor. Yani Berger’e göre görme tamamen kişisel.
Benim de ağaçlardaki gözleri görmem o andaki duygularım, kendimi iyi hissetmek için doyasıya ağaçlara bakmam, doğanın iyileştirici gücüne inanmam sonucu. Gözlerden gözümü alabildikten sonra ağaçların gövdesindeki çizgileri takılıyor gözüm. Onları da insan yüzündeki çizgilere, kırışıklıklara benzetiyorum. Yaşanmışlık var o çizgilerde, tecrübe var, doğaya karşı, yaşama karşı direnme var. Öyle güzeller ki.
İçimde bir hafiflik, yüzümde bir gülümseme ile ayrılıyorum parktan, en kısa zamanda kavuşmak dileğiyle vedalaşıyorum ağaçlarla.
Her bakan göz görmez, her bakan aynı şeyi görmez, her bakışta aynı şey görülmez… Bakalım daha görülecek ne güzellikler, yaşanacak neler var.
Siz de arayın ağaç gözlerini, göreceğinizden eminim. Biz insanoğluna anlatacak çok şeyleri var o gözlerin…
0 notes
Text
Dağda bayırda gezerken, çiçeklerle, böceklerle konuşur, ağaçlara sarılır,gövdelerindeki gözlerle bakışırken, hiç beklenmedik anda karşınıza çıkar onlar. Hele de yağmur sonrasıysa, toprak suya doymuşsa, ortalık buram buram yaşam sevinci kokuyorsa, daha da çok görürsünüz onları. Neden mi bahsediyorum, toprağın incileri olan mantarlardan. Onlara bakmaya da seyretmeye de, fotoğraflarını çekmeye de doyamam. İlk gördüğümde çocuksu bir heyecan kaplar içimi, sanki birşey keşfetmiş gibi sevinirim, sonra başlarım incelemeye, herbirinin deseni, rengi farklı olup, kubbe şeklinde şapkaları vardır bazısının, ya da düzdür tepeleri. Masalların etkisiyle olsa gerek çok da sevimli gelir bana mantarlar. Sanki bir sihir vardır onlarda. Şöyle bir araştırınca gördüm ki gerçekten de sihirliymiş onlar, bazıları ciddi anlamda psikedelik etkiliymiş.
Hele sinek mantarı (Amanita Muskarya) isimli, kırmızı başlıklı üstünde beyaz benekleri olan bir tür varmış ki, çok yenirse ölüme neden olurmuş. Efsaneye göre Lapland’da yaşayan şamanlar, bu mantarı yiyen geyiklerin idrarını içip vizüel halüsinasyonlar görürlermiş. En önemli etki uçma hissiymiş. Bu efsaneler sonucu Noel Baba gibi kırmızı beyaz pelerinli bir adamın geyiklerin çektiği kızakla uçması ve dünyaya sevgi dağıtması gibi mitler ortaya çıkmış.
Gelelim bu sihirli canlıların bilimsel önemine. Bunlar genel olarak Fungus adıyla bilinen, bitkilerden farklı bir canlı türü, birçok çok hücreli ve tek hücreli ökaryotik canlıyı kapsayan bir biyolojik yapı. Mantarı oluşturan miseller; bunlar toprak altında bulunuyor, uygun bir ortam bulduğunda bir meyve verir gibi mantarı meydana getiriyorlar. Binlerce çeşit mantar olduğu biliniyor. Mantarlar bitki dünyasında bir tür iletişim ağı görevi yapıyor, hatta bitkiler aleminin interneti olduğunu kanıtlanmış durumda. Bitkiler daha zayıf ve ihtiyacı olan bitkilere köklerindeki mantarlar aracılığıyla nitrojen, mineral ve hatta bağışıklık sistemlerini destekleyici bilgi ve madde gönderebiliyor.
Araştırmalara göre zengin bir protein deposu olan mantarlar aynı zamanda D vitamini ve başka hayati vitamin ve mineralleri de içeriyor. Antibakteriyel ve antiviral özellikleri ile yeni ilaçlar geliştirmek için yüksek potansiyelleri var. Toprak ve su kirliliklerini, petrol atıklarını temizleme kapasitesine sahipler.
Yani kısacası mantarlar ekolojik olarak önemli, dünyayı temiz tutmak için onlardan yararlanılabilir.
Nereden nereye geldik. Mantardan Noel babaya, oradan ekolojiye. Tam MFÖ’nün ‘sen neymişsin be abi’ şarkısındaki gibi mantar da neymiş de ben bilmiyormuşum.
Doğanın işitme için kullandığı bir enstrüman, öteki boyuta geçişi sağlayan portallar olan mantarlara artık farklı gözle bakıyorum. Ama onları toplayıp, onlara dokunup yemekten çok, görünümleriyle, desenleriyle, şapkalarıyla ilgilenmek, fotoğraflarını çekmek daha çok hoşuma gidiyor. Siz de doğada yürürken bakın bakalım bu canlıları görebilecek misiniz? Unutmayın onlar sadece görüntüleri ile bile sihir etkisi yaratıyor….
0 notes
Text
Geçen haftamız seyirle geçti. Sadece seyretmediğimiz, seyir ettiğimiz bir hafta oldu. Güzel dostlarımız bizi maviye boyadı. Öyle keyifli zaman geçirdik ki. Durduk, hissettik, dinledik, sadece bakmadık gördük. Sonsuzlukta doğanın gücünü gördük, rüzgar yelkenimizi şişirdiğinde kendimizi uçan bir zerre gibi hissettik. Dünya’mız Miro oldu, Miro ile denizin ve gökyüzünün mavisi arasında süzülürken, ismi ile uyumlu olarak dünya barışı için tüm iyilik dileklerimizi evrene yolladık. Gözümüz, gönlümüz, yüreğimiz, karnımız doydu, sadece bu kadar değil benim okuma açlığımı bilen sevgili dostlar beni kitaplarla donattı, bir de üstüne üstlük gerçek dostluğu daha iyi görmemi sağlayacak olan sihirli bir gözlük armağan ettiler. Onlarda biliyordu benim yüreğimle gördüğümü ama olsundu gözleri güneşten, zararlı ışınlardan ve nazarlardan korumak gereğine inanıyorlardı.
Neler öğrendik neler, mavi ile yarışmamamız gerektiğini, onun sesini dinlemeyi öğrendik. Dost sıcaklığının tüm rüzgarlardan daha güçlü olduğunu bir kez daha gördük. İyi ki ve sevgi hanesine kocaman bir tik attık.
Darısı herkesin başına, hayattaki en en büyük zenginlik dost biriktirmek.
Biz çook zenginiz, daha ne olsun, illa ki dostluk olsun..,
0 notes
Text
İnsanların gözlerinin içine bakanlardan mısınız? Ben öyleyim, mesleğim bu benim. Meslek kelimesi hafif kalıyor, yaşamım demem gerek. O gözler ki neler söyler, sevinç, hüzün, acı her duyguyu görürsünüz gözlerin içine bakınca. Gözleriyle gülenler vardır, gözleri acı bakanlar vardır.
Ben severim gözlerin içine bakmayı, sadece bakmakla kalmam severim o gözleri, ışık vermeye çalışırım, taa hücrelerinin içine girerim, sinirlerinin üstünde nefesimi tutarak görmeye engel olan hastalıklı dokuları temizlerim, ameliyat sonrası hastalarımın gözünün içine baktığımda oradaki sevinç ışıltısını görmeye bayılırım, bu anlar ‘iyi ki’ dediğim anlardır ve bedeli yoktur, bu anlar yılların uykusuz gecelerinin, ailenden önce, çocuklarından önce şifa dağıtmanın geldiği, sonsuz gibi gelen bir emek, çabalama, hayata anlam katmaya çalışmanın, bıkıp usanmadan çalışmanın sonucudur. İşte bu anlarda benden mutlusu yoktur. Bir de öyle anlar vardır ki neden, niye diye sorduğunuz, isyanla dolduğunuz anlar.
‘İyi ki’ler daha çok yaşamımda, ama bir de kabullenemediğin anlar var. Hekim olmakla, insan olmanın, doktor olmakla şifacı olmanın birlikte olduğu anlar. (aslında ben hep böyleyim, hep empati yaptığım için çoğunlukla zorlanıyorum). O gözlerin içine bakmayı seven ben, bazen gözlerimi kaçırmak zorunda kalıyorum. Karşımdaki hastam bana umutla bakarken, ağzımdan çıkacak tek kelimeye odaklanmışken, bana geleceğiyle ilgili hayallerini, planlarını anlatmışken, ben konuşmakta zorlanıyorum. Öyle çelişkili duygular ki bunlar, bir yandan aylardır bir türlü tanı konamamış, çare bulamamış hastaya yılların birikimi, tecrübesiyle doğru tanıyı koyabilmiş olmanın tatmini, ama diğer yandan bunu karşımda umutla bekleyen gencecik insana nasıl söyleyebileceğimin çaresizliği. Böyle anlar çok zor, hastayla konuştuktan ona tedavi şansının olduğunu, tedavi alternatiflerini, umudun hep var olduğunu söyledikten, bunları söylerken hep gözlerimi kaçırdıktan sonra, hasta yanımdan ayrıldığı anda artık daha fazla dayanamayıp hüngür hüngür ağlıyorum. İsyan ederek, neden diyerek ağlıyorum. Hayat da böyle değil mi, iyilik var, kötülük var, iyilik var, hastalık var, güzellik var çirkinlik var, böyle zıtlıklar olmasa yaşamak bu denli kıymetli olur muydu? Karanlıklar olmasa yıldızlar bu kadar parlak görünür müydü?
Bu nedenle yaşadığımız her anın kıymetini bilelim, yarın yokmuş gibi yaşayalım, her sabah teşekkür edelim gözlerimizi açtığımızda. Çünkü onlar bize verilmiş en değerli hediye..
Not: bu yazıyı çok sevdiğim bir hastama bir tür kan kanseri tanısı konduğunda yazmıştım. Şimdi tedaviye başlandı, çok yol katedildi. Kısa bir süre için ertelenen hayallerin gerçekleşmesine çok az kaldı. Şimdi ben O’nun gözlerinin içine baka baka güzel şeyler söyleyebiliyorum.
İyi ki!!!!
1 note
·
View note
Text
Maviye boyanmak, mavi olmak nasıl güzeldir, sanki o maviye dalınca dıştan içe mavi olur insan, arınır, yıkanır. 5 yıldır geleneksel hale gelmiş mavi tur dostlarımızla yine maviye kavuştuk. Yukardaki satırlar felaket, kış, karanlık, acı, hastalık, pandemi, herşeyi unuttururcasına maviyle ilk kavuşma anındaki duygularımın kelimelere dökülüşü. Sanki balık oluyor, hafifliyorum ve tepeden tırnağa mavi oluyorum. Bu duygularla başlayan derin mavi, sevgi ve dostlukla birleşince, daha da güzelleşiyor.
Böyle hafiflemiş, bir süreliğine de olsa tüm düşüncelerden arınmış haldeyken, Bedri Rahmi koyuna geliyoruz. 1950 lerden başlayarak Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat gibi dostlarıyla ilk mavi tur serüvenini başlatanlardan Bedri Rahmi Eyüboğlu. Bu turlar sırasında Göcek’te çok beğendiği Taşyaka koyunda bir kayaya bir balık figürü çiziyor. Ve o günden sonra o koy, onun adıyla anılıyor.
Bedri Rahmi deyince, ilk aklıma gelen karadut şiiri, halbuki ondan önce resimleri gelmeli. Tam bir sanatçı, yazıyor, çiziyor. Yurdum insanını en güzel çizenlerden, desenleri akla ziyan. O da benim gibi mavi sevdalısı, bir de balıkları var ki, renk renk, desen desen. Bu koya gelmişken balığını görmeden, gidip ona dokunmadan, ve bu güzel insanı anmadan olmaz. 1974 yılında yapmış bu balığı. Zaten ��lümsüz olan adını, bu sefer taşa yazmış. Hep bir balık resmi diye biliriz ama içinde başka figürler de var. Bir yerde okumuştum dikkatli bakınca altı farklı figür görülüyor diye. Ben sadece bir küçük balık, bir ahtapot ve bir tavşan görebildim.
Birgün yolunuz düşerse, çıkıp kayadaki balığı seyredin, belki size birşeyler söyleyecektir. Adını sonsuza yazmanın nasıl bir duygu olduğunu, yanıbaşındaki dallarını hasret gidermek istercesine denize uzatmış ağaçla olan dostluğunu, o ağacın altındaki tahta masada ne sevdalar yaşandığını anlatacaktır, gözlerinizi kapatıp dinleyin ve ustaya saygı duruşunda bulunun. Bir de unutmadan bakın bakalım balığın içinde kaç tane figür görebileceksiniz.
Herkese mavi düşler diliyorum..
2 notes
·
View notes
Text
8.3.23
Canım Antakya, şehir olmaktan ötesi kocaman güzel yürek Antakya. İnsanların bir olduğu, din, dil, ırk ayrımının olmadığı, beni hep çağıran, gitmelere, görmelere, yaşamalara doyamadığım güzel insanlar diyarı Antakya. 6 Şubat milat oldu, yüreklerden yerine konamayacak kocaman bir parça koptu. Senin talih, refah, kaderini belirleyen şans tanrıçan Thyke seni koruyamadı.
Kıyamet günü böyle olsa gerek, binlerce insan öldü, binlerce yuva yok oldu, bir kültür, bir tarih bitti. Biz yaşıyoruz ama yaşadığımızdan utanır haldeyiz. Benim can dostlarım var orada, şifa dağıtmaya çalıştığım onlarca, yüzlerce yürek var orada. İçim yanıyor, isyan ediyorum, kadere değil, yaşanan coğrafyanın kötü talihine, kötü yönetimlere yanıyorum. Önlenebilir binlerce ölümün çaresizliği ile yanıyor içim. Sevdiklerinin cesetlerini buldukları için teselli olan güzel insanlara yanıyorum. Ama biliyorum ki aramızda iyilik kol geziyor, yurdum insanı yönetenlere inat yüzyılların Anadolu toprağından fışkıran iyi insan olma ilkesini yaşıyor, yaşatıyor. Canım vatanım diyorum, canım toprağım diyorum, kayıplarımızı örten canım toprağım. Seni sevmeye, atalarımızın yaptığı gibi bir karışını bile kaybetmemek için savaşmaya devam. Yanlış anlaşılmasın bu savaş öyle silahla topla tüfekle değil, akılla, bilimle, iyi insan olmakla kazanılacak. Belki bu milat, yeni başlangıçlara sebep olacak, kocaman güzel yürekli insanların toprağı ve kültürü yeniden doğacak, bereketi devam edecek, tıpkı küllerinden doğan Zümrüd-ü Anka gibi yeniden, daha güçlenerek doğacak.
İçim yangın yeri gibi ama inanıyorum, ve bunun için elimden geleni yapmaya hazırım…
3 notes
·
View notes
Text
İçim acıyor içim, burnumun direği sızlıyor, yutkunamıyorum. Hani boğazınıza bir düğüm oturur, yutamazsınız, havasız kalırsınız, öyle birşey. İçimden kuşlar göçüyor, ağlayamıyorum, acıyor acıyor, çaresizim, çaresizlik daha beter ediyor. Antakya’daki Can dostlarımla konuşuyorum sanki konuştuğum onlar değil, sesleri değişmiş, acı oturmuş ses tellerine. Hastalarımı arıyorum, yıllardır aile gibi hissettiğim, bebeklilerinden itibaren tanıdığım, kendi bebekleri olduğunda koşarak bana gelen, siz olmasaydınız bugünler olmazdı diyen, 30-35 yıldır takip ettiğim onlarca hastamı korkuyla arıyorum mesaj atıyorum, cevap alamazsam paniğe kapılıyorum, sonra aniden mesajlar geliyor, mucize gibi telefonları göçük altında kaldığı için cevap veremediklerini, bir kısmının canlarının sağ olduğunu, ama ailelerini, yuvalarını, herşeylerini kaybettiklerini öğreniyorum.
Kıyamet günü böyle mi olacaktı diyorum ama bu kıyametten de kötü. Giden canlara mı acırsın, binlerce yüreğin çaresizce kurtarılmayı bekleyerek o karanlıkta nasıl çırpındığına mı acırsın, cenazelerine kavuşmanın şans olduğuna, şükür olduğuna inanan güzel insanlara, yurdum insanına mı acırsın, verilen yemeği ben tokum istemem başkasına verin diyen çocuğa mı yanarsın bilemedim. Çığlık çığlığa bağırmak istiyorum, ama sesim çıkmıyor. İsyan ediyorum, ama isyanım tabiat Ana’ya değil, bu topraklarda yaşayıp, buradaki havayı soluyup tüm çaresizliklere, tüm kötülüklere, tüm haksızlıklara rağmen hala bir avuç vatan toprağı da olsa benim vatanım, benim yurdum diyen insanların, ben buranın evladıyım diyerek toprağını bırakmayan sonra da o toprağın bir elbise torbası içinde kalmış bedenlerini örttüğü güzel insanların, başka şartlarda olsa hala yaşayabilecek olmalarını bildiğimiz halde bütün bu olanların kader diye diretilmesine isyanım.
1 note
·
View note