#Direniş ve Teslimiyet
Explore tagged Tumblr posts
Text
Dietrich Bonhoeffer – Ahmaklık Teorisi (2023)
“Ahmaklık, entelektüel bir kusurdan ziyade ahlaki bir kusurdur.” Alman teolog ve aktivist Dietrich Bonhoeffer, 5 Nisan 1943’te Gestapo tarafından tutuklanarak hapse atıldı ve 9 Nisan 1945’te idam edildi. Bu kitap onun hapisteyken yazdığı mektup, deneme ve şiirlerin bir derlemesidir. Ailesine ve bir arkadaşına yazdığı bu metinler, inancı ve hizmetine adanmışlığı asla sarsılmayan, ruhani derinliği…
View On WordPress
#2023#Ahmaklık Teorisi#Dietrich Bonhoeffer#Direniş ve Teslimiyet#Hapishaneden Mektuplar ve Belgeler#Lejand Yayınları#Reyyan Denizci
0 notes
Text
"Beni sabah namazına kim uyandıracak?"
Filistinli çocuğun babasına vedası…
Gazze/Filistin deyince iman, teslimiyet, mümin, ihlas, İslamın izzeti, imanın lezzeti, şerefli bir direniş, cihad ruhu benim onlardan öğrendiklerim bunlar...
Rabbim onlardan öğrendiklerimizle bu sefil durumumuzu temize çekecek bir cihad ve şehadet nasip eylesin cümlemize. Amin...
#gazze#filistin#iman#islam#cihad#dua#terrorist israel#israel is a terrorist state#israeli terrorists
53 notes
·
View notes
Text
Bakara 192.Ayet: فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
.
Bakara 192.Ayet: Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah gafûr ve rahîmdir.
.
.
.
Bir önceki ayetin yorumunun son cümlesini destekler niteliktedir.
Bunun yanında koşulların uygun olması durumunda barış antlaşmasının varlığı üzerinde düşünmeye kapı aralayan bir ifadedir de.
Savaştan vazgeçenler için bizim savaştan vazgeçmemizde Tanrı'nın rahmeti bir dayanaktır.
Hırsımız, intikam duygularımız, yersel iktidara körü körüne bağlılığımız,, Tanrı'ya olan bağlılığımız, güvenimiz, inancımız ile aşılabilir bir düzeye çekilir, çekilebilir.
.
Günümüzde gerçekleşen savaşlarda ortaya konulan politika önemli bir örnek oluşturabilir.
Savaşı devam ettirmek istemek her tarafın kaybetmesine neden olacak bir yönelim olacaktır.
Bir düzine yıl boyunca sürdürülen savaş sonunda ulusal gurur adına ortak zenginlikler ve masum insanlar zamanından önce yıkıma uğradı.
Kazanıldığı sanılan askerî itibar artık bir korku odağı olmaktan çıktı. Çünkü insancıl olmayan yanını ortaya koydu.
Bu inat karşısında direniş göstererek birer halk askerine dönüşenlerin yetersiz kaynaklarını savaşın daha da uzamasında yitirmeleri bir kazanım olmayacak ve tanrının kaynakları,, insan potansiyeli,, harcanmış olacaktır.
Allah'ın bu noktada bilinç dönüşümüne de önem verdiği düşünülebilir.
Bölgesel savaşta çıkarı olduğunu görenlerin dayandıkları halk kitlelerinin belki de bazı gerçekleri görebilmeleri için savaştan uzak düşünmeye yakın bir zaman dilimine ihtiyaç duyuyor olabilir.
Bu süre Allah'ın gafur ve rahîm yanının işler olup olmamasını sağlayacak zaman dilimidir.
Yani her savaştan geri çekilenin Allah'ın rahmetine ulaşacağı söylenemez.
Savaştan ve süreçten çıkarılan dersler önemli görülebilir.
.
Savaş bir kaybettirmek girişimidir. Kazanmak için, denge kurmak için! Bireysel olabilir görünse de bir topluma karşı çıkan bir birey hak korunumu yada tesisi için meydana indiği zaman savunduğu kendi bireysel hakları olsa da toplumun bireye dönük hakları adına da savaşıyor kabul edilir ve görünmez seçilmemiş atanmamış kendini tayin etmemiş, memur etmemiş bir kitle temsilcisidir denilir.
Savaşın yeni dönem görüntüsü demokratik silahsızdır. Ancak demokrasinin kendisi silah ile korunur. Görüntüde korunan insanlardır ancak insanlar birbirlerinden korunur yani aslında insanlar dolaylı olarak korunur. Asıl korunan haklardır. Bunun ispatı insanların herhangi bir biçimde ölebilir oluşudur.
Ayettede bir hak tesisi vardır. Ve bu hak koruyucusu öncü bireyi bu yönde eğitilmektedir. Sınır askerleri!
Allah imanlıya sen savaşından vazgeç demiyor. Çünkü imanlı insanlara karşı bir savaş içerisinde değil, yaşam savaşı yanı sıra değer savaşı vermektedir.
Beslenmek ve üretmek gerekliliği yanı sıra yaşam düzeni savaşını birlikte yürütmektedir. Bunu gören diğerleri değer tesisine birşey demez iken yaşam tesisi alanından insanı dışarı iter ve bunu çeşitli nedenlere dayandırırlar. İnsan diğerleri ile hak tesisi savaşına giriştiği zaman kendilerine yönelik tehdit söylemleri ile insan bastırılır yada pasifize edilir. Algı kayması oluşturulur. Böylece o güne kadar kazanılan değerler Muaviyenin yaptığı gibi otoriteye ve bedel karşılığında topluma aktarılır, Muaviyenin İslamiyet'i yaymak ve korumak adına sonsuza kadar süreceğini sandığı iktidar ve kaynak yönetimi aldığı bedel oldu.
Yani Muhammed savaşı meydan savaşı olarak aldığı için savaştan vazgeçmeyi teslim olmak ile karıştırdı büyük ihtimalle. Ve farkında olmadan döneminin yeni değerlerini eski rakiplerimize kabul ettirdik diyerek değerleri sahiplerine teslim ettiği zannı ile kendisi teslim oldu.
Belki kaderi bu idi tıpkı Ebu Süfyan ın kaderinin bu olması gibi. Ancak kaderin oluşu insanın pasif bir yaşam yaşamasına neden oluşturmaz. Savaşı bitiren imanlılar, savaşı bugünlere taşıyan savaşı farklı görüntüler altında sürdürenler oldu.
Yani bir savaştan vazgeçerken hala hangi odağa teslim olduğu bilinmelidir. Teslimiyet hala Allah'a yönelmiş ise şeytan ile savaşın kıyamete kadar sürecektir denilebilir. Ve şeytan insan denilen türün içinde yuvalanır. Dolayısı ile vazgeçişi insanla savaştan vazgeçiş olarak almamalı Allah'a teslimiyet olarak almalıdır. Putperestlikten vazgeçtiler mi, ruhunuz o noktada artık özgür, kendilerine yönelik teslimiyet beklemiyorlar savunma savaşında harcadığınız enerjiyi hayata aktararak yaşamınıza kaldığınız yerden devam edebilirsiniz biçiminde de anlamak mümkün görünüyor.
.
.
HaNAR
.
.
#thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #theroad #birey #kişiselanayasadenemeleri #dive #kişiselanayasa #God #bakışaçısı #tasarım #religionofnewworldpeace #религиюмира
0 notes
Text
Bazen “Demir” bazen “Taş” bir yürekte!
Bazen “Mazlum” ve kızıl “Doğan” bir güneşte...
Teslimiyet ihanete, Direniş zafere götürür..
14 notes
·
View notes
Text
"Düşünmek, öfkede bir incelme, yücelme sağlar" Boyun Eğme - Theodor Adorno
Beraberinde eyleme dair talimatlar barındırmayan bir düşünceye baskıcı bir hoşgörüsüzlükle yaklaşılmasının ardında korku var. Manipüle edilmeyen bir düşünceden, bu düşünceden herhangi bir çıkarım yapılmasına imkân tanımayan bir konumdan korkulur; söylenmeyen, ama aslında gayet açık olan bir şey vardır bu korkunun ardında: Adı geçen düşünce, doğru bir düşüncedir. 18. yüzyıl Aydınlanmacılarının yakından tanıdıkları eski bir burjuva mekanizması bir kez daha, ama hiç değişmemiş olarak iş başında yine: Olumsuz bir durumun yol açtığı acı bizim örneğimizde, ketlenmiş bir gerçeklik bu durumu dile getiren kişiye karşı duyulan öfkeye dönüşüyor.
Kendine Frankfurt Okulu adıyla bir yer edinmiş bulunan bu kurumun daha yaşlı temsilcileri olan bizler, şu son zamanlarda bir boyun eğme içinde olduğumuz suçlamasıyla karşı karşıya kaldık. Buna göre, bir eleştirel toplum teorisinin çeşitli unsurlarını ortaya atmışız ama bu teorinin pratik sonuçlarından kaçınmışız. Ama biz hiçbir zaman eylem programları koymadık ortaya, eleştirel teoriden esinlendiklerini söyleyenlerin eylemlerini de desteklemedik. Zaten her zaman belli ölçüde hassas bir konumda yer alan, sarsılmaz birer araç oldukları hiçbir zaman söylenemeyecek olan teorik düşünürlerden böyle bir destek beklenip beklenemeyeceği meselesini bir kenara bırakıyorum, işbölümünün egemen olduğu bir toplumda bu kişilere verilen görev sorgulanabilir elbette; bu kişilerin düşüncesi bu işbölümü tarafından çarpıtılmış olabilir. Ancak onları oluşturan şey de bu işbölümüdür. Kendi iradelerinin sonucu olan basit bir edimle, olmuş oldukları bu şeyi ortadan kaldırıvermelerinin hiçbir yolu yoktur. Yalnızca teoriyle sınırlı kalmanın bir öznel zayıflık güdüsü yarattığını reddetmek istemiyorum elbette. Bize karşı çıkanların iddialarını şu sözcüklerle özetleyebilirim: Halihazırda toplumda radikal bir değişimin mümkün olduğu konusunda şüphe duyan, bu nedenle gösterişli, şiddetli eylemlerde yer almayan ya da böyle eylemlerde bulunmayı salık vermeyen kişi teslimiyet suçunu işlemektedir. Bir zamanlar gerçekleşebileceğini düşündüğü değişimi artık dikkate almamaktadır; hatta, aslında bu değişimin gerçekleştiğini görmek gibi bir arzuya hiç sahip olmamıştır. Bugünün şartlarını değiştirmeye çalışmadığı için, onları sessiz bir şekilde onaylamaktadır.
Pratikten uzak kalmak bugün herkesin gözünde son derece İtibarsız bir şey. Hemen eyleme girişmeyen, elini taşın altına sokmak istemeyen kimse bir kuşku nesnesine dönüşüveriyor; bu kişinin adı geçen eylemlere karşı beslediği antipatinin haklı olmadığı, hatta sahip olduğu ayrıcalıklar nedeniyle görüşlerinin iyice çarpıtıldığı düşünülüyor. Pratiğe şüpheyle yaklaşanlara karşı beslenen şüphenin bir ucunda, şu bildik “Yeteri kadar konuştuk artık” sloganını düstur haline getirenler var. Bu tepkinin diğer ucunda ise, reklamcılığın nesnel tavrı duruyor; ekonomi alanında mı, atletizm alanında mı faaliyet gösterdiğine bakılmaksızın aktif bir biçimde bir şey yapan insanın görüntüsünü —buna Leit bild, “bir itici güç olarak imge” deniyor yayan reklamcılık. Bunlara bakılırsa, insanın muhakkak bir şeye katılması lazım. Kendisini yalnızca düşünmeye veren kimse ise zayıf, korkak, hatta hain. Günümüz muhalefetinin bir bölümünde, düşmanlık dolu bir şekilde oluşturulmuş bu entelektüel klişesinin derinlere kök saldığını görüyoruz; üstelik, bu insanlar farkında değiller ama artık kendileri de entelektüel olmakla suçlanıp aşağılanıyorlar. Hem düşünüp hem de eylemlere katılanlar şöyle diyorlar: Değiştirilmesi gereken şeylerden biri de zaten bu teori ve pratik ayrımı. Buna göre, pratik kimselerin ve pratik ideallerin tahakkümünden kurtulmamız İçin pratik şart. Ama bu görüşün problemi, sonunda düşünmenin yasaklanmasına kadar varması. Baskıya karşı gösterilen direniş ile, bu direnişi varmış oldukları bakış açılarını terk etmeyen kişilere karşı üstelik bu kişiler içinde bulundukları durumu yüceltmek gibi bir niyet taşımasalar da uygulanan bir baskıya dönüştürme arasında çok kısa bir mesafe vardır. Sık sık bahsedilen teori pratik birliği de daha ziyade pratiğe üstünlük tanıma eğilimindedir. Teorinin kendisini bir baskı olarak tanımlayan pek çok görüş var sanki pratik ile baskı arasında çok daha doğrudan bir ilişki yokmuş gibi. Manc’ın düşüncesinde, teori pratİk birliği dogmasına can veren şey, eylemin içkin olarak mümkün olmasıydı; ama o dönemde bile gerçekleştirilemedi böyle bir birlik. Bugün ise bunun tam tersi söz konusu, insanlar eylem imkânsız olduğu için eyleme sarılıyorlar Ama bu açıdan bakılırsa Manc’ın kendi içinde de gizli bir yara vardır. Feuerbach üzerine Onbirinci Tez’i bu kadar otoriter bir şekilde dillendirmesinin nedeni kuşkusuz kendinden hiç mi hiç emin olmamasıydı. Gençliğinde, “var olan her şeyin acımadan el eş irilmesi” ni istemişti. Oysa bu tezde eleştiriyle alay ediyordu. Ama Genç Hegelciler’le alay etmek için kullandığı şu meşhur laf, “eleştirel eleştiri” deyişi kısır, sonuçsuz bir totolojiden başka bir şey değildi. Pratiğe cebren öncelik tanınması İse, Manc’ın da başvurduğu eleştirelliği akıldışı bir durma noktasına getirdi. Rusya’da ve diğer ülkelerin ortodoks çevrelerinde, bu muzip ve alaycı “eleştirel eleştiri” lafı, statükonun kendisini korkunç bir biçimde dayatmakta kullandığı araç oldu. Artık pratiğin tek bir anlamı vardı: üretim araçlarının giderek artan bir biçimde üretilmesi, izin verilen tek eleştiri, kişilerin hâlâ yeteri kadar sıkı çalışmadıkları eleştirisiy di. Bu da, teorinin pratiğe bağımlı kılınmasının nasıl olup da kolaylıkta yeni bir baskıya destek verilmesiyle sonuçlanacağını gösteriyor.
Beraberinde eyleme dair talimatlar barındırmayan bir düşünceye baskıcı bir hoşgörüsüzlükle yaklaşılmasının ardında korku var. Manipüle edilmeyen bir düşünceden, bu düşünceden herhangi bir çıkarım yapılmasına imkân tanımayan bir konumdan korkulur; söylenmeyen, ama aslında gayet açık olan bir şey vardır bu korkunun ardında: Adı geçen düşünce, doğru bir düşüncedir. 18. yüzyıl Aydınlanmacılarının yakından tanıdıkları eski bir burjuva mekanizması bir kez daha, ama hiç değişmemiş olarak iş başında yine: Olumsuz bir durumun yol açtığı acı bizim örneğimizde, ketlenmiş bir gerçeklik bu durumu dile getiren kişiye karşı duyulan öfkeye dönüşüyor. Düşünce ve kendi kendisinin bilincinde olan bir aydınlanma, Habermas’ın ifade ettiği biçimiyle eylemciliğin hareket alanını oluşturan sözde gerçekliğin büyüsünü bozma tehdidi taşıyor. Bu eylemciliğin hoşgörülüyor olmasının tek nedeni, aslında bir sözde etkinlik olması. Sözde etkinlik ile sözde gerçeklik, öznel bir konum içinde bir araya gelip birleşiyorlar. Kendi kendisini abartan, kendi reklamım yapmak için ortaya atılan bir etkinlik bu; ama nereye kadar bir tatmin olma ikamesi olarak iş gördüğünü, dolayısıyla bir kendinde amaç haline geldiğini itiraf etmiyor. Demir parmaklıkların ardındaki herkes, umutsuz bir biçimde arzular kurtulmayı. Bu durumlarda insan ya artık düşünmez hale gelir, ya da birtakım kurgusal postulatlarla düşünür. Mutlaklaştırılan bir pratik içinde mümkün olan tek şey tepkidir, ve işte bu yüzden yanlıştır tepki. Yalnızca düşünme, sonuçları önceden belirlenmemiş bir düşünme çıkış yolu sağlayabilir kimin haklı olduğunun önceden belirlendiği, dolayısıyla davayı ileriye taşımaya değil kaçınılmaz bir şekilde davanın taktiğe dönüşerek yozlaşmasına neden olan şu tartışmalarda sık sık görülenin tam tersi bir düşünme. Kapıların sıkı sıkıya kapalı olduğu bir durumda, düşüncenin sekteye uğratılmaması eskiye oranla daha da önemlidir. Düşüncenin işi, bu durumun ardında yatan nedenleri analiz etmek, yine bu nedenlerden hareketle sonuçlar çıkarmaktır. Düşüncenin sorumluluğu, bir durumu bitimli bir şey olarak kabul etmemektir. Durumu değiştirme şansı var denebilirse, bu şans hiç azalmayan bir kavrama çabasından gelir yalnızca. Pratiğe dört elle sarılmak, bu pratiğin yanlış olduğu alttan alta bilindiği sürece, düşünceyi teslimiyetten kurtaramayacaktır.
Çok genel terimlerle ifade edersek, sözde etkinlik, dolayımlarla dolu ve dirençli bir toplumda dolayımsızlık adacıkları kurma çabasıdır. Bu süreç, herhangi bir küçük değişikliğin toptan değişmeye doğru giden o uzun yolda atılmış bir adım olarak kabul edilmesi aracılığıyla rasyonelleştiril ir. Sözde etkinliğin son derece talihsiz bir modeli olarak “kendin yap” sendromu gösterilebilir. Sınai üretim araçlarıyla bundan çok zaman önce, çok daha iyi yapılmış olan şeyleri gerçekleştirmeye çalışır bu etkinlikler; kendiliğindeni iki er i kısıtlanmış, özgür olmayan bireylerin, kendilerini sahiden Önemli hissetmelerini sağlarlar. “Kendin yap” yaklaşımının hem maddi meta üretimi hem de kişinin kendi başına yaptığı ufak tefek tamir İşleri açısından eşit derecede anlamsız olduğu ortadadır. Ancak, mutlak bir anlamsızlık değildir bu. Sözüm ona “hizmetlerin” —bazen teknik standartlar açısından gereksiz de olan hizmetlerin— azaldığı ve yetersiz kaldığı durumlarda bireyin bu faaliyetinin yarı rasyonel bir amaca hizmet ettiği söylenebilir. Fakat siyasette, “kendin yap” yaklaşımı farklı bir niteliğe sahiptir, insanların karşısına bu denli sarsılmaz, İçine nüfuz edilemez şekilde çıkan toplum, bu insanların kendileridir aslında. Küçük grupların sınırlı eylemliliğine duyulan inanç, bugünün taşlaşmış bütünselliği altında hareketsiz kalan o kendiliğindenliği hatırlatmaktadır; bu taşlaşmış bütün de ancak böyle bir kendiliğindeniik aracılığıyla başka bir şeye dönüştürülebilir. Her alanıyla sıkı düzenlenmiş bu dünya, her tür kendiliğindenliği ortadan kaldırmak veya hiç değilse onu bir sözde etkinliğe dönüştürmek gibi bir eğilime sahiptir. Ancak, bu sıkı düzenlenmiş dünyanın faillerinin tatlı hayallerinin aksine, bu tasfiyeyi veya dönüştürmeyi bütüncül bir şekilde ve hiçbir zorluk olmaksızın gerçekleştirmek pek mümkün değildir. Yine de, kendiliğindenliğin mutlaklaştırılmaması gerekir keza, onu nesnel durumdan koparıp tıpkı sıkı düzenlenmiş dünyanın kendisi gibi putlaştırmak da yanlış olur. Yoksa, tamir işlerinde kullanılan o balta evinizin kapısını kırmak için kullanılır marangozu da harcayan bir süreçtir bu üstelik ve toplum polisi bir anda içeri dalıverir. Siyasal şiddet edimleri de birer sözde etkinlik raddesine gelebilir, böylece basit birer tiyatrodan ibaret olabilirler. Bir zamanların ilerici örgütlenmelerinin bugün mevcut oldukları her yerde eskiden karşı çıktıkları şeyin özelliklerine bürünmeleri ve düzenle gönüllü olarak bütünleşmeleri karşısında, yönlendirici eylem idealinin ve fiili öven bir propagandanın tekrar ortaya çıkmış olması şaşırtıcı gelmiyor. Ne var ki, bu bütünleşme süreci, anarşizmin, geri dönüşü bir hayaletin geri dönüşüne benzeyen anarşizmin yaptığı eleştirileri zayıflatmadı. Ancak, anarşizmin bu geri dönüşünde görülen teoriye karşı sabırsızlık ve bıkkınlık eğilimi, düşünceyi kendi kendisinin ötesine götürmek açısından hiçbir şey yapmıyor. Teori düşünmenin gerisine düşüyor, düşünmeyi unutuyor.
Birey için, kendini özdeşleştirdiği bir kolektife teslim olmak hayatı daha kolay kılar. Güçsüzlüğünün farkına varmaktan kurtulur; kendi çevreleri içindeyken, bir avuç insan birçok kişi oluverir, işte bu edimdir teslimiyet açık ve ne yaptığını bilen bir düşünce değil. Ben’in çıkarları ile kendisini ilişkilendirdiği kolektif arasında şeffaf bir ilişki yoktur. Kolektifin kaderini paylaşmak istiyorsa ben’in kendi kendisini feshetmesi gerekir. Burada, Kant’çı kategorik yükümlülüğün bir kalıntısı açıkça görülebilir: Olup bitenlerin altına imzanızı atmanız istenmektedir. Yeni güvenlik duygusu, özerk düşünmenin kaybedilmesi pahasına elde edilir.
Kolektif eylem bağlamında düşünmenin bir ilerleme olduğu ��eklindeki teselli İse aldatıcıdır yalnızca: Yalnızca bir eylem aracı olarak kullanılan düşünce, her tür araçsal akıl gibi keskinliğini kaybeder. Şimdilik, daha yüksek bir toplum türü somut olarak görülebilir bir gerçeklik: Bu nedenle, kolayca ulaşılabilecek gibi duran her şey bir gerilemeden ibarettir. Freud’a göre, böyle bir gerileme yaşayan kimse dürtülerinin amacını gerçekleştirmemiş demektir. Nesnel bir şekilde bakıldığında, reform yapmak bir vazgeçiştir; kendisi bunun tam tersi olduğunu zannetse ve masum bir şekilde haz ilkesini savunsa da değişmez bu durum.
Öte yandan, kendi vicdanına rağmen hareket etmeyerek ya da ürkütülüp eyleme rıza göstermeyerek ödünsüz bir biçimde eleştirel davranan düşünür aslında mücadeleyi bırakmayan tek insandır. Dahası, düşünmek var olan şeyi tinsel olarak yeniden üretmek değildir. Durdurulmadığı sürece, İmkân denen şeye sıkı sıkıya bağlıdır düşünce. Küçük doyumlara karşı direnen doymak bilmezliğiyle, teslimiyetin aptalca bilgeliğini reddeder. Kendisini bir ütopya gerilemenin daha da ileri bir biçimi olarak nesneleştirip kendi gerçekleşmesini sabote etmedikçe, düşüncenin içindeki ütopyacı güdü daha da güçlü bir hale gelir. Açık düşünme, kendinden öteye işaret eder. Böyle bir düşünce, pratiğin bir temsili olacaktır; ama sırf pratik olsun diye girişilip basit bir boyun eğmeye dönüşen bir pratik değil, gerçekten bir değişim gerçekleştirme yolunda çabalayan bir pratiktir bu. Her tür uzmanlaşmış ve özel içeriğin Ötesinde, düşünce bugün her şeyden önce bir direnme gücüdür; düşünceyi direnmeye yabancılaştırmak için çok büyük bir çaba sarfetmek gerekir. Tabii, böyle vurgulu bir düşünme kavramı hiç de güvenli değildir; hiçbir örgütlü güç, gelecekte ulaşılması beklenen hiçbir amaç böyle bir güvenlik sağlayamaz, keza bugün var olan koşullar da. Düşünülmüş olan şey ortadan kaldırılabilir gerçi; unutulabilir, hatta sönüp gidebilir. Ancak, ondan kalan bir parçanın hâlâ yaşamını sürdürüyor olduğu yadsınamaz. Çünkü düşünmede genel olanın hareketi vardır, inandırıcı bir biçimde düşünülmüş olan bir şey, muhakkak başka bir yerde ve başka insanlar tarafından da düşünülmüştür. En yalnız, en güçsüz düşünce bile paylaşır bu inancı. Düşünen kimse, hiçbir eleştiride öfkeye kapılmaz: Düşünmek, öfkede bir incelme, yücelme sağlar. Kendi kendisine karşı öfkeyle hareket etmesi gerekmediğine göre, düşünen kimse başkalarına karşı da öfkeyle hareket etmez. Düşünürün nezdinde mutluluk tüm insanlığın mutluluğudur. Var olan genel baskılama eğilimi, bu biçimiyle düşüncenin karşısında yer alır. Bu düşünce mutluluktur, mutsuzluğun hüküm sürdüğü yerde bile; düşünce, mutsuzluğu dillendirerek mutluluğa ulaşır. Bu düşüncenin elinden alınmasına izin vermeyen kişi, boyun eğmemiştir.
Boyun Eğme Theodor W. Adorno Çeviren: Kaya Şahin
https://www.cafrande.org/dusunmek-ofkede-bir-incelme-yucelme-saglar-boyun-egme-theodor-adorno/
1 note
·
View note
Text
Birtan Altunbaş İşkencede Katledildi. Bugün Bir Kez Daha Hatırlama Ve Hatırlatma Günüdür. Unutmadık Unutturmayacağız!
Yakın tarihimizde -özellikle de 80’li-90’lı yıllarda- öyle sloganlar ortaya çıkmıştır ki, halkın her kesimi üzerinde kalıcı etkiler bırakmış, bilinçlerde yaşam biçimlerinde değişikliklere neden olmuştur. Bunlardan bir kaçını aşağıya aktarırsak ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılır herhalde:
İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!
Direnmek Yaşamaktır!
Haklıyız Kazanacağız!
Susma, Sustukça Sıra Sana Gelecek!
İstiyoruz, Vermezseniz Alacağız!
Unutmadık, Unutturmayacağız!
Bugün de bu sloganlar direncimizi, kinimizi-öfkemizi, umut ve hayallerimizi-hedeflerimizi en özlü biçimde ortaya koymaya devam ediyor.
Bu sloganların hemen hepsi -yukarıda da belirttiğimiz gibi- 80’li-90’lı yıllara damgasını vuran sloganlardır ve bugün de taşıdıkları mesajlarla, dile getirdikleri taleplerle güncelliklerini korumaktadır.. Bu anlamıyla güncelin ötesinde, tarihsel-evrensel bir anlam ve boyut kazanmışlardır.
Bu sloganlar nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıkmıştır diye sorulursa, dönüp 80’li-90’lı yıllara yakından bakmamız gerekir.
80’li-90’lı yıllar, katliamların, yargısız infazların, insanlık dışı işkencelerin belirlediği bir süreçtir. Ama bu süreç aynı zamanda dişe diş sürdürülen bir mücadele ve direniş sürecidir de.
Kan ve acıyla yoğrulan böyle bir süreçte, kanı dökülenlerin, acı çekenlerin dirençlerini-umutlarını haykırışlarıdır bu sloganlar.
Bu sloganlar, işkencede acı çekenlerin-direnenlerin; pusularda katledilen-kaybedilen ama teslim olmayanların mirası ve kalanların umudu olarak haykırılmaya devam etmiştir.
Bu sloganlar öfkenin, kararlılığın, pes etmeyen iradenin ve solmayan hayallerin-umutların haykırışıdır. Hepsinin ayrı, önemli dersler içeren hikayeleri vardır. Biz bugün bunlardan “Unutmadık Unutturmayacağız!” sloganını ele alıp “hikaye”sini özetlemeye çalışacağız.
Hiçbir Şeyi ve Hiç Kimseyi Unutmadık ve Unutturmayacağız, Hep Hatırlatacağız.
Dev-Genç içinde akademik-demokratik mücadelesini sürdüren Birtan Altunbaş, 9 Ocak 1991 tarihinde bir çok öğrenci arkadaşıyla birlikte gözaltına alınır. Tüm Türkiye’de olduğu gibi Ankara’da da Siyasi polisin (DAL -Derin Araştırma Laboratuarı) tek silahı işkencedir. 15 Ocak’ta Birtan’ın vücudu, gördüğü yoğun işkencelere dayanamaz ve o gün Birtan işkence tezgahında can verir. Cinayet 2-3 gün sonra ortaya çıkar(*). İşkenceci katiller, Ankara Numune Hastanesi’nde göstermelik bir otopsi yaptırdıktan sonra Birtan’ın cenazesini memleketine götürüp ailesine teslim etmişlerdir.
Cenaze töreninin bile yapılamadığı koşullarda, devrimci arkadaşları Birtan için gazetelere ilan vermek isterler. Ancak bu hiç de kolay değildir, salt bir ilanı kabul ettirmek için günlerce uğraşmak gerekir.
İlan’ı kabul eden tek gazete Cumhuriyet’tir, diğerleri konunun konuşulmasına dahi yanaşmazlar. Cumhuriyet ilanın yayınlanmasına evet demiştir görünüşte ama…
Cumhuriyet’in sansürü vardır bu kez Birtan’ın devrimci arkadaşlarının karşısında. Yayın ilkelerimiz adı altında devrimcilere sansür uygulanmakta, içinde herhangi bir örgütlenme ismini kabul etmediği gibi “Mücadele”, “Direniş”, “Hesap”, “İşkence”, “Faşizm” vb. türünden kelimelerin de ilan metninde yer almasını kabul etmemektedir.
Birtan gibi bir değerin kaybı ve ona karşı son görevlerin yapılamamasının üzerine gelen bu sansürün yarattığı öfkeyi bugün dahi tanımlamak zordur. Ancak o öfke, kendini tarihsel bir biçimde dile getirmiş, “Unutmadık Unutturmayacağız!” sloganını ortaya çıkarmıştır.
29 Ocak günü verilen ilanın yine yayınlanmaması ve gerekçe olarak yine “sakıncalı” bir kelimenin gösterilmesi üzerine işkenceci katillere, ikiyüzlülüğe, korkunun esaretine ve teslimiyete olan öfkenin ifadesi olarak, bir resim ve “Unutmadık Unutturmayacağız” yazısıyla tekrar gönderilmiş ve ertesi gün (30.01.1991) nihayet yayınlanmıştır.
Bu slogan bizlere Birtan’ın mirasıdır ve o günden bugüne haykırılıyor; her haykırıldığında da işkencecilere, katillere ve efendilerine korku salmaya devam ediyor.
Acaba birilerini de utandırıyor mu?
Unutmadık, Unutturmayacağız!
(*) https://www.ihd.org.tr/birtan-altunba-gt/
1 note
·
View note
Text
plevne
Plevne Savaşı Tarihi
Plevne Savaşı 19 Temmuz 1877 yılında Rus birliklerinin Plevne'yi bombalamasıyla başlamıştır. Rus ordusunun başında General Schilder Schuldner Osmanlı ordu.sunun başında ise Gazi Osman Paşa bulunmaktadır.
İlk saldırı Osmanlı askerlerinin Rusları püskürtmesiyle Osmanlının zaferi ile sonuçlanmıştır ancak Ruslar pes etmemişler İlk taarruzdan 12 gün sonra yani 31 Temmuz 1877'de ikinci defa taaruza geçmişlerdir. Bu aşamada iki taraf ta birliklerini güçlendirmişti. Bu saldırı da Osmanlı birlikleri tarafından geri püskürtüldü. Bu durum Osmanlı ordusu için ikinci zaferdi. Daha sonra Osman Paşa 31 Ağustos 1877 yılında taarruz gücünü kullanarak Rus birliklerini tamamen yok etti. Taarruz sırasında 1000 Osmanlı askeri şehit oldu.
Dördüncü Plevne Muharebesi’nde Ruslar Plevne'yi çember altına aldı. Osman Paşa savunmaya ve direnişe devam etti. Başarılı bir savunma gösteren ordu bazı talihsiz durumların etkisiyle 40 bin askeriyle birlikte teslim oldu. Plevne zaferi Osmanlı ordusunun mağlubiyetiyle sonuçlandı.
Mağlubiyetin önemli nedenlerinden biri de ordu içinde hızla yayılan bir dedikodu olmuştur. Osman Paşa'nın şehit edildiği dedikodusunun hızla yayılması ordunun moralinin bozulmasına ve dağılmasına sebep olmuştur.
Rusların son muharebede askerlerinin çok daha fazla olması Osman Paşa kanadının taarruz hamlelerini uzatmadan bitirmesine sebep olmuştur. Plevne Muharebesi yenilgiyle sonuçlansa bile tarihte bilinen en etkili savunmalardan biri olarak kabul edilmiştir.
Hatta Gazi Oman Paşayı Rus Çarı II. Aleksandr bizzat teselli etti. Rus Çarı, onun esir düşmesine rağmen teslimiyet sembolü olan kılıcını almadı. Müdafaa hattı stratejileriyle esir bulunduğu dönemde hem Rus Çarı, hem de dönemin komutanları tarafından örnek alındı. Bir süre Bugot, Bükreş, Harkof ve Saint Petersburg'da esaret hayatı yaşadı. Rus Çarı tarafından kendisine kahramanlığını takdir amacıyla çifte kartal nişanı verildi.
0 notes
Photo
1. 12 Eylül 1980- Teslimiyet 2. 16 Temmuz 2016- Direniş ve Zafer (Aydın) https://www.instagram.com/p/CFCTVxBDH440qbJls8t15jd9X9qc-i_hE4iOw00/?igshid=132xer14btfm2
0 notes
Text
Cumhuriyet, Tanzimat'ın anti-tezidir.
Atatürk, II. Mahmut ile oğullarının ve torunlarının anti-tezidir.
İstiklal-i tam/ tam bağımsızlık, kapitülasyonların anti-tezidir.
Bunu şu nedenle yazdım:
Çanakkale'deki maden aramaları protesto edilirken bir tartışma çıktı:
-“Bu izni kim verdi?”
AKP yandaşları hemen “biz vermedik” diye savunmaya geçti.
Kimin izin verdiği belli aslında…
Ama…
Bu soruda 200 yıllık çetin bir mücadele gizli.
Bu soruda koca bir ideolojik tartışma gizli.
Bu soruda Türkiye'deki tarihsel saflaşmanın ana hattı gizli.
Şöyle açıklayayım:
-Biz, “büyük reformcu” denen Adnan Menderes'e bu soruya verdiğimiz yanıt nedeniyle karşıyız…
-Biz, “büyük reformcu” denen Turgut Özal'a bu soruya verdiğimiz yanıt nedeniyle karşıyız…
-Biz, “büyük reformcu” denen Recep Tayyip Erdoğan'a bu soruya verdiğimiz yanıt nedeniyle karşıyız…
Yanıta geleceğim kuşkusuz ama şunu eklemeliyim:
Türkiye'de özellikle 1980'lerden sonra politik tartışmalar salt giyim-kuşam gibi “kültürel” kodlar üzerinden yapılır oldu.
Çanakkale'deki orman katliamı tartışması da salt “doğayı koruma” üzerinden yapılıyor.
Kültürel sorunlar yok demiyorum…
Çevresel sorunlar yok demiyorum…
“Ama” diyorum, “temel meseleyi göz ardı ediyoruz”: Ekonomi-politik!
Sorunun yanıtı burada saklı.
Sorunun yanıtı
Son 200 yıllık tarihimizin önemli iktisadi-politik kırılmaları var:
1838 İngiliz Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı pazarını kapitalizme ekleme sürecini başlattı.
Osmanlı toprakları her türlü sömürüye açık oldu. Osmanlı Sarayı büyük sevinçle “modernizmi” ilan etti: Tanzimat Fermanı.
Emperyalizmin hareket alanını genişletmek için, Osmanlı pazarı kanunlar ile sömürüye açık hale getirildi. Maden yasası bunlardan biri oldu.
1858 Arazi Kanunnamesi; toprak rejimi, mülkiyetler ve (107. maddeyle) madenlerle de ilgili bir takım hükümleri kapsıyordu.
Bu düzenleme çerçevesinde, yabancılara -Hicaz vilayeti dışında- ilk maden imtiyazı verildi. O tarihe kadar Osmanlı, madenlerini gözü gibi koruyordu. Maden demek, savaşın kazanılmasını sağlayan “silahların hammaddesi” demekti.
Teslimiyet sadece savaş yenilgisiyle olmaz; çıkarılan böyle kanunlarla da olur!
Kolu kaptırmaya görün:
1867'de, 1869'da, 1887'de, 1903'te, 1906'da, 1911'de yeni düzenlemeler yapılarak yabancılara yeni maden imtiyazları- sömürü kolaylıkları sağlandı. Örneğin… 1903'te yüzde 51 olan maden üzerindeki yabancı hakları, 1911 yılında yüzde 76 seviyesine yükseltildi!
Yabancı devletler-şirketler, kapitülasyon imtiyazlarını kullanmakta sınır tanımadı.
Bu sebeple…
Cumhuriyet'i kuran Osmanlı'nın son kuşağının ana hedefi kapitülasyonlar oldu.
Diyorum ki:
Çanakkale'deki tartışmayı bu temel üzerinde yapmalıyız:
Cumhuriyet ancak böyle kavranabilir.
Üç büyük kırılma
Cumhuriyet tarihinin üç büyük kırılması var.
1950 yılı DP…
1983 yılı ANAP…
2002 yılı AKP…
Her dönemde yapılan tek “icraat” var aslında:
Cumhuriyet'in yok ettiği kapitülasyonlara Türkiye pazarını koşulsuz-sınırsız açmak!
DP, kapitülasyonları diriltti.
ANAP, kapitülasyonları büyüttü.
AKP ise tam teslimiyeti sağladı.
Çanakkale'de ormanların katledilmesine yol açan maden iznini “bu kafa” verdi. Bu anlayışın kökü 1861'de yatıyor. “Kim izin verdi” sorusunun yanıtı belli…
Adı ister “Teck”…
Adı ister “Fronteer”…
Adı ister “Alamos”…
İsmi ne olursa olsun. Kendi ülkesinde tek ağaca kazma vuramayan Kanadalı şirketler, Anadolu'da insanoğlunun mezarını kazıyor…
Kirazlı…
Ağı Dağı…
Çamyurt'ta orman katlediyor.
Kapitalizmin iki yüzüdür bu…
Osmanlı'da olduğu gibi “sarayı paraya mecbur” edenler, aynı oyunu siyasal iktidarlar üzerinden yeniden sahneye koyuyor. Yeraltı-yerüstü kaynaklarımızı sömürüyorlar.
Evet…
Maden iznini “kimin” verdiği belli.
Maden iznine “kimlerin” karşı çıktığı belli.
Doğayı katleden kişi değil, ideolojidir…
İşte… Tartışmayı bu politik zemin üzerinden yürütmeliyiz.
İşte… Mücadeleyi bu politik zemin üzerinden yapmalıyız.
Temel mesele kapitülasyonlardır.
Tanzimat ile Cumhuriyet farkıdır bu.
Atatürk ile diğerlerinin farkıdır bu.
Lozan'da kapitülasyonlar konusunda Ankara çok büyük direniş yaptı.
“Lozan zaferdir”- “Lozan hezimettir” diyenlerin mücadelesi en son Çanakkale ormanlarının-madenlerinin talan ettirilmesiyle gün yüzüne çıktı.
Atatürkçüler ile Atatürk karşıtlarının mücadelesi, madenler-ormanlar üzerinden de sürüyor.
Milliciler ile gayri millicilerin kavgasıdır bu.
İzni kimin verdiği belli…
#soner yalçın#osmanlı i̇mparatorluğu#cumhuriyetçilik#demokrat parti#anavatan partisi#akp#madencilik#kaz dağları#tanzimat#cumhuriyet
0 notes
Text
Hayatın Abecesi
Çürümenin güncelendiği iş bu menzilde hayatın abecesi ne muğlak ne gizli, doğrudan ve yalın bir biçimde yıkım için şekillendirilmektedir. Cerahat ülküsüne dört elle sarılıp, bir bu bahis ile yön tayini yapan devletli için hayat “iğfal” edilmesi elzem bildirilendir. Bu ülkede hayat hakkı talan edilen, yaşama gayreti paramparça kılınandır, zerresi geriye bırakılmamaya çalışılandır o deneyim sabit kılınandır. Bu ülkede zalimlik, alkış kıyamet bir icraat diye cakası satılandır. Bu ülkede biyopolitik olan çürüme hayatın olağan akışı olarak değerlendirilendir. Bu ülkede aklın ve fikrin mütemadiyen tüketilmesi güncel kılınandır.
Bu ülkede, bir ülke demeye şahit için lazım olan her ne varsa bu yerilip, yutulandır. Hayatın abecesi üstünde tepinilendir. Mesele sadece bunlar değildir. Bütün bunlardan mülhem bir toplam ile bir ülkenin yeni diye savunulup, durmak yok yola devam seçeneğinin ön plana çekilmesidir sabit olunan. Yıkımın, talanın, yalan ile riyanın iş biriliğiyle, tahakkümle hep ama hep daha fazla tehditle hayatın abecesi yıkımındır. Bir ülke belirli bir şablon olmaktan ötede yaşam sahasının yerle yeksan edilmesi artık alenidir. Bir ülke bir yer, bir saha, bir mesken değil bir çürüten kuyu, çürük kokusunun yayıldığı bir çukurun ta kendisidir mesele.
Yapay değil doğrudan ve direkt olarak bu yıkım edimi iş bu yerde, dört bir yanda sabit kılınır. Karanlık çağın dünya genelini mahveden döngüsü bir de -biyopolitik kırım ilavesiyle bu sınırlarda günbegün yeniden yapılandırılandır. Çürümeyi bir mizansen olmaktan alıkoyarak bu bahsi ‘güncelliğin’ merkezinde her gün bir sınav olarak kuran, var eden ülkenin meselidir hayatın abecesinin yağmalara rehin edilmesi. Bay Erdoğan’ın öncülüğündeki o Yeni Türkiye şablonu beraberindeki tüm fecaatleri birer ikişer hayatta var ederek bu yeri yaşamdan kopartmaktadır.
Çürümenin uluorta var edildiği, bir tek bunun kanıksatılmaya çalışıldığı yerde yaşanan her gün bir başka eksiltme gayretidir. Bir tahakküm döngüsü güncellenirken hemen hemen tüm icra olunanlar, dile getirilenler, kural yahut da nizam olarak tanımı yapılanlar bu çürütme halini tam ve eksiksiz kılma tahayyülüdür. A’dan Z’ye kadar belirgin olan kötülük ile hiza icadıdır. Restler, tehditler, oluşturulan savaş güncesi, barışı yerle yeksan etme gayreti bir mutlak istikamet olarak tam teslimiyet gayretiyle yeni ülke hayatın ol abecesini derdest, eksik, gedik ve yarım yamalak kılmaktadır. Hayatın abecesi devletlinin eliyle ‘cürüm’ hemhal olarak güncellenmektedir.
Biteviye sağlı sollu söz dalaşları yinelenirken salvolar siyaset sahnesinden hayatın merkezine konumlandırılır. Biteviye bir çürütme, aralıksız bir mahvetme döngüsü icra olunandır. Belagatin peşinden, elinde tuzluk hızlı hızlı hıyara koşar gibi gibi bir ülke ne acıdır ki gerçekten gerçektir. Düşüncenin karşısında yükseltilmiş olan cerahat bu ülkede -nefes alma hakkını geriye bırakmayandır. Kendini daim tekrardan var eden düzen aşağı yukarı bir asırdır benzeş, uzlaşma barındırmayan ol müştereklerimizi yerle yeksan eden bir mefhumdur. Mesele doğrudan ve kesintisiz bunca açıktır, alenidir. Mesele bir asırdan uzunca bir süredir ‘yaşamak’ bahsini bir mümkün olmayan kılmaktır.
Cerahatin yükseltildiği yerde ortaya çıkan şey bizatihi bu bahistir. Cerahatin günbegün yinelenebilir kılındığı menzilde olan tam da ol bahistir. ABD ile yaşanan vize krizi tartışmaları devam ederken, sınırın ötesine harekat güncellenip İdlib’in içlerine doğru işgal devreye konulmuşken, Ankara’nın Yüksel Caddesi’ndeki direnişe saldırı, Ankara Numune Hastanesi’nde tutulan Nuriye Gülmen’in sesi olma nöbetine planlı şiddetin, gözaltı ediminin güncellenmesi devamlılıktır. Sahiden sahici kılınan şey bu mahvetme, içerik ve sonuç olarak hep daha fenasıdır.
Polis, “İşimi Geri İstiyorum” eyleminde yurttaşlara biber gazıyla sert müdahale eder. HTKP Genel Başkanı Erkan Baş ile birlikte üç yüz otuz yedi gün boyunca direnmiş olan Veli Saçılık’a biber gazı ve plastik mermi ile müdahalede bulunulur. Bir müdahaledir ki, Veli Saçılık’ın tanımı, küçücük ekranlardan yansıyan görüntülerle bariz bir işkence tezgahı Ankara’nın ortasında gerçek kılınır. O insanların emek mücadeleleri, işleri için yola çıktıkları çoktan unutturulup terörist damgası vurulmaya çalışıldıkça toplumun sesini kısma gayreti güncellendikçe, işkence de bariz kılınır. Artık hesap verilecek kimseler olmadığı için yıkım göz önündedir. Hayatın abecesinin çalınması meseli salt bu bahisten bile ortadadır.
Köy baskınları, yıkımlar, kuşatma ve abluka gayreti hem içi, hem yanı ve yöresini mahvetme gayreti bütün, doğrudan ve kesintisiz hayatın düzayak çalınması güncellenendir. Bakur Kürdistan’ında var edilen, varlığı kesintisiz kılınan şet bu kasıt halidir. Hayatın abecesi yerle yeksan edilirken işkence artık menzilin olağan güncelliği adddedilir. Yıkım sıradanlaştırılır. Düşmanla olan mücadele bile bir düzen / nizam varken bu bahiste o sınırlar çoktan alaşağı edilir.
Orman yangınları, kent yıkımları, köy ablukaları ve nicesi Batı’da seçerek ve özenle kör bir inatla yaftalayarak yapılanlar, doğunun Bakur Kürdistanı’nda alın yazısı bildirilir. Ankara’da, İstanbul’da yapılan her hamle özenli bir taarruzun tamamlayıcısıyken Bakur Kürdistan’ında yaşatılan yüz yıllık bir tahakkü nüvesidir. Soluksuz ve hiç aralıksız bir mahvın retoriği güncellenmektedir. Soluksuz, kesin, kati bir çürütmedir imal olunan. Gel gelelim hayat doğuda da batıda da hep aynı her dem benzeş, bir örnek bir kötülüğün insafına terk edilmiştir.
Burası yıkım sahası, burası talanın membası, kötülüğün filizlendiği bir sahne olarak güncellenendir. Devletiyle, sermayesiyle, yönlendirilmiş kitlesiyle her günü bet / fena kılınan yerdir işte mesele. Burası cürümlerin icraat denilerek yutturulmaya hala sabık bir inatla devam denildiği bir menzildir. Burası yaşamın, yaşama ediminin kökünün kurutulması için her günün bir başka yıkımla donatıldığı bir çukurdur. Burası hayatın pamuk ipliğinde yaşatılmasına müsamaha gösterilmeyen bir cerahatin rehini bilinendir.
Burası köylünün terörist, işçinin terörist, ırgatın terörist, amelenin terörist, akademisyenin, yazarın, vekilin terörist, yaz, çiz bir daha yaz hep aynı bağnaz tutumla elekten geçmeyen herkesin terörist ilan olunduğu bir yerdir burası. Hala bir yer midir, hala bir yurt mudur bu muammadır. Dış mihrak benzetmesi, oyunlar, kumpasların vs. baş elemanları denilerek sıradanın hem sesi, hem sözü paramparça kılınandır. Memleket böylesi bir düzen içerisinde tam teşekküllü faşizm ile kuşatılandır. Olan biten budur.
Her sözün, her edimin ve eylemin boğuntuya konulduğu bir tek bu bahsin hakikat kılınmaya çalışıldığı menzildir var edilen. Burası bir zamanlar yaşatandır ol bahis artık tükenendir. Bir zamanlar hayat, yaşama ediminin peşinde sıradan olanın kelamının her yeri donattığı ve dönüştürdüğü yerde bugün çürüme almış başını gitmiştir. Devletlinin ol her kademeden en üstteki zat-ı muhtereme kadar var ettiği bu habis döngüdür. Yıkım artık tek ve yegane istikamet bildirilendir.
“Şemzinan’da sivil bir araca karakoldan açıldığı belirtilen ateş sonucu Çetin Başer’in hayatını kaybettiği, Kerimhan Zerender’in ağır yaralandığı olaya dair, aile ile yaralı kurtulan Zerender’den farklı, Hakkari Valiliği’nden farklı açıklamalar geldi. Zerender, “Karakol yakınında her zamanki yerden döndük. Askerlerin bağırışlarını duydum, sonra arabaya ateş ettiler” derken, Valilik açıklamasında ise araca “dur ihtarına” uymadığın için ateş edildiği, olayda yaşamını yitiren Başer’in o sırada meydana gelen trafik kazası sonucu yaşamını yitirdiği savunuldu.”
Gazete Karınca’nın paylaştığı haber metnindeki gibi hayatın lime lime edilmesi bunca alenidir. “Şemzinan’dan Gever yönüne giderken karakol yakınından, daha önce de dönüş yaptığımız yerden geri döndük. Döndüğümüz esnada askerlerin bağırışlarını duydum. Sonra da arabaya ateş ettiler. Ateş ettiklerinde seyir halindeydik. Çetin’in vücuduna kurşunların isabet etmesi üzerine kaza yaptık. Sonrasını hatırlamıyorum” diye konuşur yaralı Kerimhan Zerender. Hayatın abecesinin çalınması açık ve yalın bir halde yaşamın kökünün kurutulması bunca afakidir.
Bakur Kürdistan’ındaki işgal artık zamandan bağımsız ve süreğen bir meseldir. Kaza bile başka türlü aksettirilerek olayların üstü örtülmeye her zamankinden daha derli toplu olarak saldırılmaktadır. Yıkım bu eşiğin tam ve eksiksiz yegane gerçekliğidir. “Gever’in toplam nüfusu 600 olan iki köyüne bine yakın asker ve korucunun konuşlandırıldığı bildirilir. Bedlis’te ise merkez ile Güroymak ve Mutki ilçelerindeki toplam 27 köy ve bağlı 7 mezrada sokağa çıkma yasağı ilan edildiği Valilikçe duyuruldu. Colemerg’in Gever ilçesinde iki köye yaklaşık bin asker ve korucunun konuşlandırıldığı öğrenildi. Bine yakın asker ve korucunun yerleştirildiği iki köyün nüfusu ise neredeyse bu rakamın yarısı.”
Mezopotamya Ajansı’nın aktardığına göre ilçeye 20 kilometre uzaklıkta bulunan Serindere köyü 400 nüfuslu, Yukarı Güveç köyü ise yalnızca 200 nüfuslu. Ajansın haberinde, köylere giren asker ve korucuların 4 gündür zırhlı araçlar ile köylerde konuşlandığı, yine bu köylere bağlı kimi noktalara da özel harekat timlerinin yerleştirildiği belirtiliyor. Ayrıca haberde köylülerin aktarımlarına da yer veriliyor. Köylüler, çobanların askerlerce gözaltına alındığını, köye girip çıkanların Genel Bilgi Taramasından (GBT) geçirildiğini ve baskılar yüzünden bazı ailelerin köylerden göç ettiği bilgisini veriyor.
“Öte yandan Bitlis’te de kent merkezi ile Güroymak ve Mutki ilçelerindeki 27 köy ve 7 mezra ile mahallede sokağa çıkma yasağı ilan edildi.” Kısacık cümle parçalarının arasından bin dokuz yüz on beşin farklı tezahürleri bir kere daha gözümüzün içine bakıla bakıla icra edilmektedir. “Adıyaman Kahta Sulh Ceza Hâkimliği, aralarında Gazeteci-Yazar Fehim Taştekin’in "Rojava/Kürtlerin Zamanı" adlı kitabının da yer aldığı 3 kitap hakkında toplatma kararı verdi. Kararda, kitaplar için "terör örgütü niteliği taşıdığı değerlendirilen" ifadesi kullanıldı.
Karar, Kahta Cumhuriyet Savcılığı’nın 2 Ekim 2017 tarihli talebi üzerine alındı. Kararda, Faysal Dağlı’nın 1994’te Belge Yayınları’ndan basılan “Birakuji (Kürtlerin İç Savaşı)” kitabı, Aytekin Gezici’nin Tutku Yayınları’ndan basılan “Kürt Tarihi” isimli kitabı ile Fehim Taştekin’in 2016’da İletişim Yayınları’ndan çıkan “Rojava Kürtlerin Zamanı” isimli kitaplarına satış yasağı konulmasını ve toplatılmasını öngörüyor.” Tanık olmak, tanıklığı kayıt altına almak yasaklanandır. Toplatılmak istenen bir görüş olduğu kadar bu ülkede yeniden kitapların imhaya sevk edilebilmesi bile başlı başına düşündürücüdür hala ve hala.
Birbirini takip eden bir karanlık döngünün imali salt bu bahislerde değildir işte o meseller sürekli güncellenirken, Idlib’e operasyondan bariz kılınır. Bir gece ansızın gelebiliriz gibi faşist geçmişin hiç yitirilmeyen şablon cümlesini bu gece geldik ile tamamlayan bir lideri vardır. Hayatın abecesinin yağmalanması böylesine kesin, kati, kısıtlanmamış bir yağmalama, yerle bir etme güncelliği ile sağlanmaktadır. Hayatta umuda yer yoktur artık.
Dün olduğu gibi, dün var edilmiş halin devamlılığı için yine yeni ve yeniden mahvetme bir döngü halinde artık bir ülke bile olmayan bu çukurda güncellenmektedir. Hiçbir zaman geriye alınamayacak olan, geri kurtarılamayacak olan cürüm istencine rehin menzil vardır. Hayatın “ahı” ise sonsuzdur. Hayata düşülen şerhler onun abecesini çürütmektedir. Kendiliğinden var edilmiş olanın karşısında yükseltilen cerahatli kurgu hayatlarımızın mahvının da belgeleyicisi olarak kayda düşmektedir.
Bugün müştereklerimiz talan ediliyor. Bugün hayat dediğimiz edimin yapı taşları birer, ikişer az ya da çok taarruzla yerle yeksan ediliyor. Bugün PKK’li diye öne sürülen inşaat işçilerinin hayat haklarının çalındığı bir menzildeyiz. Bugün, Bakur Kürdistan’ında en kestirmeden açık, aleni bir soykırım hamlesinin nasıl zamana yayıldığının tanıklarıyız. Bugün hâlen, Muş E Tipi Kapalı Cezaevi'nde 7 ayı aşkın süredir tutuklu bulunan 75 yaşındaki Sisê Bingöl’ün, yaşadığı sağlık sorunlarına rağmen ev hapsi talebine cevap verilmediği bir gerçeklikle sınanıyoruz. Ol mesellerin bir başı bir sonu yok. Bu talanın bir sonu yok. Bu yıkımın muktedir de dahil hiçbir faydası yok. Gel gelelim gören yok, duyan yok, anlasa da düzeltemeye teşne olan yok. Sözün çürütülmesi hakikattir.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görsel – Negatifler – Fotoğraflar 1990 ve Kayıp Gölgeler – Vahap AVŞAR v/ Özlem YILDIRIM Makaleler Blog’undan
#hayat#çürüme#siyasa#menzil#memleket#devlet 102#düşünce#vize#akıl#kırım#karanlık çağ#başka türkiye var#veli saçılık#ankara#direniş#bakur kürdistan#muğla#işkence#colemerg#doksanlar#1915#kitap yasakları#yıkım demokrasisi#çürüten menzil#hayat hakkı#insanlık suçu#arzihal
1 note
·
View note
Text
50’nci yıl etkinliğimizde DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun konuşması
DİSK’in 50’nci kuruluş yıldönümü nedeniyle 13 Şubat’ta Şişli Kent Kültür Merkezi’nde düzenlenen etkinliğin açılışında Genel Sekreter Arzu Çerkezoğlu’nun konuşması
Değerli konuklar, Türkiye İşçi Sınıfının kadim dostları, DİSK’in yol arkadaşları, binlerce kilometre uzaklardan gelen yoldaşlarımız, sevgili mücadele arkadaşlarım,
Sizleri Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu adına, yarım asırlık mücadele örgütümüz DİSK adına saygıyla, sevgiyle, coşkuyla, umutla selamlıyorum, HOŞGELDİNİZ…
Her zaman birlikte yürüdüğümüz dostlarımız burada. DİSK’i var eden işçiler, ailelerimiz, genç yoldaşlarımız burada. Geçmişimizin ve geleceğimizin belleği aydınlarımız, sanatçılarımız, hiçbir kararnamenin ihraç edemeyeceği onurlu akademisyenlerimiz burada. HOŞGELDİNİZ…
İşçi sınıfıyla ve emekçilerle kaderini ortaklaştıranlar;
Bu uğurda;
Makaleler, öyküler, şiirler, romanlar yazanlar…
Şarkılar, türküler söyleyenler…
Resimler, heykeller yapanlar…
Tiyatrolarda, sinema filmlerinde oynayanlar…
Avukatlığını, doktorluğunu, mühendisliğini, öğretmenliğini işçi sınıfıyla buluşturanlar,
Günü geldiğinde bizlerle birlikte bildiri dağıtan, afiş asan, mitinglere katılanlar…
Eşit-özgür ve kardeşlik içinde yaşanacak bir ülke ve bir dünya için, insanlık için endişe duyanlar…
Bu onurlu mücadelede mağdur edilenler, işkence görenler, hapis yatanlar…
HEPİNİZ HOŞGELDİNİZ!
Değerli Dostlar,
Yarım asır önce bu topraklarda Saraçhane Mitinginden, Kavel Direnişinden, Paşabahçe grevinden akıp gelen bir süreç sınıf hareketini bir yol ayrımına getirdi. Sermayenin saldırıları karşısında ya uzlaşmacılık ve teslimiyet, ya da sınıf sendikacılığı ve mücadele.
İşte DİSK, bu yol ayrımında, tam 50 yıl önce, tarihin o anında işçi sınıfının sermayeye verdiği cevaptır…
Bizim tarihimiz geleceğimizdir. O nedenle bugün DİSK, 1977’de Taksim’de yitirdiğimiz canlarımızdır… Bugün DİSK; Cizre’de Nihat Kazanhan, Gezide Berkin Elvan, Hopa’da Metin Lokumcu, Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’dır…
Bugün DİSK, işten atılmalara, grev yasaklarına, taşerona, sendikasızlaştırmaya karşı DİSK’in bayrağını yükselten işçi kardeşlerimdir…
Aynı zamanda bugün DİSK, grevdeki annesinin elinden tutup direniş çadırına koşan küçük bir kız çocuğudur… Bugün DİSK, 50 yıllık onurlu tarihimiz ve hep birlikte kuracağımız özgür bir geleceğimizdir…
Sizleri, başta kurucu Genel Başkanımız Kemal Türkler, DİSK’i kuran ve bizlere teslim eden Abdullah Baştürk, Kemal Nebioğlu, Rıza Kuas, İbrahim Güzelce, Mehmet Alpdündar ve nice yoldaşlarımız,
Fabrikalarda, madenlerde, tersanelerde, inşaatlarda iş cinayetlerinde yitirdiğimiz işçi kardeşlerimiz,
Başta 10 Ekim Ankara olmak üzere Suruç’ta Sultanahmet’te, Kayseri’de Gaziantep’te, Beşiktaş’ta tüm katliamlarda yitirdiğimiz canlarımız,
Ve bu topraklarda bağımsızlık, eşitlik, özgürlük, adalet; emek barış ve demokrasi mücadelesinde yitirdiğimiz tüm yoldaşlarımız anısına saygı duruşuna davet ediyorum.
Anıları mücadelemizin ışığı olacak…
Tekrar hoş geldiniz, sağ olun, var olun, yüreğimiz her daim coşkulu, aklımız ve yolumuz açık olsun.
http://ift.tt/2lLy6a7
1 note
·
View note
Text
Yükselen Alçaklık (Sudan Gövde) Kitabı pdf indir pdf indir
Yükselen Alçaklık (Sudan Gövde)
Bu şiirler emperyalizmin acımasız saldırıları karşısında, insanlığın uğradığı büyük yıkıma, bireyin alaysı, ama lirik tepkileridir. Bu şiirler yükselen alçaklığa karşı bir saydamlaşmadır. Şiirlerin yazılış tarihlerinin arası (1987–1993), insanlık dışı şiddetin döktüğü kanla, gözyaşıyla doludur. Dışarıda insan ruhunu sarsan olaylar, dünya entelektüel yaşamını yılgınlığa, teslimiyete sürükledi. Küresel merkezlerin saldırısında birey aşağılandı, insanlık onuru kirletildi. Öyle ki “insan tükendi”, “tarih bitti”, “sanatın sonu geldi” diye ciddi tartışmalar başlatıldı. Arka arkaya işlenen Gladyo cinayetleriyle, aynı teslimiyet içeride daha büyük boyutlara ulaştı… Bireyin çevresine derin hendekler kazması ve içine kapanması yaygın bir tavır olarak benimsendi. İnsan aklına acı veren, insan yüreğini donduran bu tarihsel çürüme karşısında saldırıya uğrayanlar, zamanlar, maddi bir direnme örgütlenişini harekete geçirmekten uzaktılar… Bu şiirlerin ana imgesi Sudan Gövde, bu azgın saldırıya karşı bir direniş biçimi olarak doğdu: Şiddete karşı saydamlaşma! Belli ki şair, ölüm dayatmasını, yok edilmesi kolay olmayan imgesel bir alana çekilerek boşa çıkarmak istiyor.
Yükselen Alçaklık (Sudan Gövde) Kitabı pdf indir pdf indir oku
#Yükselen Alçaklık (Sudan Gövde) kitabı pdf indir#Yükselen Alçaklık (Sudan Gövde) pdf oku#Yükselen Alçaklık (Sudan Gövde) ücretsiz indir#Yükselen Alçaklık (Sudan Gövde) ücretsiz pdf indir#Şiir (yerli)
0 notes
Photo
Mayısta Dörtler devralır ateşin bekçiliğini. Yaşam ve kavga şiarları “Teslimiyet ihanete, Direniş Zafere Götürür!”dür. İhanete dur demek ve sömürgeciliği kendi kalesinde yenmek için Mazlum’un yaktığı ateşi gürleştirmeliyiz!” der Necmi... “Ben sorguda tam temsil edemedim. Şimdi borcumu ödeyerek ihanete bedenimle set çekmenin zamanıdır!” der Eşref... En görkemli şiirin bu temelde yaşanacağını bilirler. “Mazlum’dan önce biz ölmeliydik!” der Dörtlerin en deneyimlisi Ferhat... Önderlerini koruyamayan bir militanlar topluluğu olmamalı; biz devralmalıyız bayrağı” der, Mahmut. En gençleri...
7 notes
·
View notes
Text
iştirakî: Kamalizm
Kamalizm
İdeolojik Direniş
Liberalizmin derdi, zamanın tarih olarak daralmasına karşı direnç örmek, bu yolla zamana hüküm koymaktır. Direnişin silâhı, bir tür toplum tahayyülüdür.
Muhafazakârlığın derdi, mekânın toplum olarak daralmasına karşı direnç örmek ve mekâna hüküm koymaktır. Direnişin silâhı, bir tür tarih tasavvurudur.
Liberalizm ve muhafazakârlık, zamansal-mekânsal hareketliliğinde, kapitalizmin iki yönlü mücadelesinin somut ideolojik tezahürleridir. Liberallerdeki toplum, muhafazakârlardaki tarih kurgusu, tam, granit, bütünlüklü, kendinden menkul, kendinden mesul burjuva bireyin ideolojik karşılığıdır.
Bir ülkede komünist hareketin ve genelde solun tarihi liberallerin tekelinde ise ol komünist hareketin ve solun toplumsallaşması mümkün değildir. Muhafazakârlığın tespitlerine teslimiyet ise ilgili hareketi ve solu tarihsizleştirecektir.
Bu açıdan Mete Tunçay ve Fethi Tevetoğlu yan yana, kol koladır. Her ikisi de komünist hareketin bu topraklarda köksüz ve temelsiz olduğu savındadır. Dert bunu ispatlamak olunca, eldeki belgeler, bilgiler ve bilcümle materyal ilgili iddiaya göre tasarımlanacaktır.
İkilinin komünist hareketle ilgili çalışmaları hazırlarlarken daktilo tuşuna basış tarihleri aşağı yukarı aynıdır. Tevetoğlu devletin, Tunçay sol içi “devletlûlar”ın resmî kaynaklarından faydalanmıştır. Altmışlı yılların Türkiye’sindeki kapitalist seviyenin emri ile ikili, solun kökleri ve temelleri ile uğraşmıştır. Türkiye’deki kapitalist seyrin o günkü aşaması, liberalizme tarihi, muhafazakârlığa toplumu mazlum-sömürülen kitlelerden “çalma” talimatı vermiştir.
Bu noktada komünist hareket de masum değildir. O da altmışlarla birlikte kendisine dayatılan ölçü ve ölçeğe rıza göstermiştir. Daha doğrusu, rıza, uzun yılların zoru sonucu gerçekleşmiştir.
Otuzlarda Reşat Fuat Baraner, Şefik Hüsnü’ye, “artık bir TKP tarihi yazmanın vakti gelmedi mi?” diye sorar, Şefik Hüsnü ise, “o tarihten onlarca kez koptuk, birçok bağı sayısız kez inkâr ettik, şimdi bir tarih yazmak, o bağları yeniden kurmak anlamına gelecektir. Lüzum değil” diye cevaplar.
Tunçay ve Tevetoğlu, sol, komünist hareketin tarihi konusunda belli bir tekel oluşturmuşsa bu, sol örgütlerin ve onların ana rahmi olan TKP’nin günahıdır. Ama belli bir tarihsel olayın aktarımı Tunçay’da var diye o olayın tarihdışılığını iddia etmek de cehaletin düz yansıması olmalıdır.
Bu iki yazarın çalışmalarında bahsi geçen bir kişiyi, misal, Çerkes Ethem’i, kişisel manada yapıp ettikleri ve söyledikleri ile M. Kemal’le kıyaslamak, hâlâ burjuva aklın sınırlarında gezinmek demektir. Burjuva hukuk, bireyi her şeyden sorumlu tutuyorsa mahkemelerinde, burjuva akıl da her şeyi, sözleri ve eylemleri, kişilerle başlayıp biten, geçici öğeler olarak ele almak biçiminde cisimleşecektir.
Kamalizmin bir peygamber ya da hatta o günleri yaşamış bir sabetayistin (mühtedi olan Fatma Arığ nenesine neden namaz kılmadığını sorduğunda, “biz sadece Atatürk’e inanırız” cevabını alır.[1]) iddiası ile tanrı olarak resmedenler, bu perdeyi yırtan şu cümleleri hiç duymayacaklardır:
“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, millî karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.”[2]
Bu açıdan Mete Tunçay’a yönelik kişisel-ideolojik alerjinin ötesine geçip, şu veya bu biçimde aktarılan tarihsel metinlerin nesnel bir zemine yerleştirilmesi zorunludur. O vakit, Tunçay’ın da satırlarda ya da satır aralarında yaptığı müdahaleler görülebilecektir. Fethullahçıların yayımlanmamış kitaba yönelik öfkesine benzer, yayımlanmış bir dizi tarih kitabını “yakmak” da aynı ölçüde yanlıştır.
Tarih-Toplum
Esasta “tarih ve toplum sınıflıdır” demek mesele değildir. Lenin, bu tespitin proletarya diktatörlüğüne doğru genişletilmesi gerekliliği üzerinden belli bir ayrım koyar. Zira Marx da toplumun sınıflı olduğu gerçeğinin kendi keşfi olmadığını söylemektedir.
Bir marksolog olarak Takahisa Oishi, The Unknown Marx isimli çalışmasında, Engels’in Anti-Dühring’de, bireysel mülkiyetle toplumsal mülkiyeti aynı kabul etmeyip toplumsal mülkiyetle ortak mülkiyeti denklediğini, Marx’ın ise Kapital'de ilk ikisini denkleyip, toplumsal mülkiyetin ortak mülkiyet olmadığını iddia ettiğini söyler.[3] Yazarın tespitine göre, Engels, Dühring’e karşı çıkarken, toplumsal olana gereğinden fazla önem atfetmiştir.
Ama aynı Engels’e “manifestoya neden sosyalist değil de komünist dediniz? Yazıldığı günlerde sosyalistler sayıca daha çoktu.” denildiğinde, o şu sözleri sarf eder:
“Ancak, yazıldığı dönemde, ona (Komünist Manifesto’ya), ‘Sosyalist Manifesto’ diyemezdik. 1847’de, sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı sistemlerin yandaşları [...] öte yanda, her türden yamacılıkla, sermayeyi ve kârı hiç bir tehlikeye sokmaksızın, her türlü toplumsal bozukluğu düzelteceği iddiasında olan muhtelif sosyal şarlatanlar, her iki durumda da işçi sınıfı hareketi dışında ve destek için daha çok ‘eğitilmiş’ sınıflara güvenen kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının hangi bölümü salt siyasal devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan bir toplumsal değişmenin zorunluluğunu ilân etmişse, işte o bölüm, o sıra, kendisine komünist diyordu. [...] Böylece, 1847’de, sosyalizm, orta-sınıf hareketi, komünizm ise bir işçi sınıfı hareketiydi.”[4]
İlgili solculara yönelik Marx’ın sözü ise şu şekildedir:
“Sınıf savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu türden sosyalistlerin kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hatta en iyi durumda olanların bile, koşullarını iyileştirmek istiyorlar. Dolayısıyla bunlar, âdet üzere, sınıf ayrımı yapmaksızın toplumun bütününe, dahası egemen sınıfa sesleniyorlar. Zira bunların sistemini bir kez anladıktan sonra insanlar, bu sistemde muhtemel en iyi toplum durumuna ait muhtemel en iyi planın mevcut olduğunu nasıl olur da göremezler?”[5]
Marx ve Engels, kendilerini önceleyen ütopyacılara belli bir saygı duruşu ile yaklaşırlar ama onların her şeyi söze ve düşünceye boğan pratiklerini kıyasıya eleştirirler. Bu açıdan Marx ve Engels’in ilk dönem keskin bir burjuva liberalizminden çıkış içinde örgütledikleri teorik eylemlerini, gerisin geri, oradaki kavramlar dünyasına kapatmak haksızlık olacaktır.
Marx ve Engels’in yeni dönemin ideo-politik yönelimlerini eleştirmesi noktasında, ilgili dönemin kavramlarına başvurması kaçınılmazdır. Bu hesapla, liberalizmin toplum tahayyüllerini ve muhafazakâr pratiklerin tarih tasavvurlarını dikine kesen, saflaştıran bir teorik faaliyetten dem vurmak zarurîdir.
Dolayısıyla “sınıflı toplum totolojidir, toplum zaten sınıflıdır” demek icabeder. Sınıfsız gerçekliğin farklı bir kavrama işaret edeceği açıktır. Buradaki itiraz, toplum denilen “güzel” birlikteliğin sınıflarla bölünmüş olmasına itiraz edenlere ve bütün olarak toplumun koşullarını iyileştirmeye çalışanlara yöneliktir. Bunlar, toplumu ezelî-ebedî, mutlak bir öğe olarak ele alırlar ve sınıf denilen şeye burjuva efendilerin yanında, aynı minvalde itiraz ederler. Zira sınıf, toplumsal birlikteliğin ortak güzergâhındaki basit bir engelden ibarettir, onlara göre. Oysa toplumun sınıflardan müteşekkil olduğunu söylemek, toplumun parçalı niteliğine vurgu yapmak, toplumu eski huzurlu günlerine geri çevirme niyetine işaret etmez. Bu, bizi bir süre “huzuru bozmayın, bölücülük yapmayın” eleştirilerine teslimiyete götürecektir.
Marx’ta elindeki, ortak mülkiyetle toplumsal mülkiyet arasına sokulan kama, bir kavganın delilidir. Belli, özel kafalarda cereyan eden, kendine kapalı ve kendine has komünizm hayallerinin maddî zemini teorik planda sorgulanmış, bu elbette ki var olan teorik yaklaşımların eleştirisi ile gerçekleştirilmiştir.
Tarih ve toplumun teorik, ideolojik ve politik düzlemlerde burjuva önkabüllerle ele alınması, burjuva ufkunun aşılamadığı belli bir görünün koşullanmasını getirecektir. Mesele tam da burasıdır: zamana hüküm koymak derdiyle soyut bir toplum kurgusuna bordalayan liberallere ve mekâna hüküm koymak arzusuyla soyut bir tarih kurgusuna yapışan muhafazakârlara karşı bizleri şerbetleyecek olan, devrimci politik mücadelenin parçalama edimidir.
Öte yandan parçacılık, parçalama ediminin, bütüncülük bütünleştirme ediminin tortusunu asıl kabul eder ve bu edimleri boğar.
Marx’ta sınıfsız-sömürüsüz toplum tahayyülü yoktur, marksizm açısından teorik manada komünizm, hâlihazırda yaşanmış, mevcut bir olgudur. Komünizmin ideoloji dünyasında, kitlelerin ikna edilmesi noktasında kullanılması, komünizme işaret eden teorinin mutlaklığına halel getirmemektedir. Misal, otuzların başında makul bir sınıf kompozisyonunun teşkil edildiğinden dem vurup Sovyetler’de komünizme geçildiğini söyleyen Stalin’in kastettiği de bilimsel-teorik komünizm değil, işte bu politik-ideolojik manada ele alınmış bir komünizmdir. Sap saman karıştırıldığında, Hitler’e vuruyormuş gibi görünüp anti-komünist faaliyet yürüten liberallerin değirmenine su taşınmış olacaktır.
Marx’ın sınıfsız bir toplum için proletaryaya işaret etmesi ile Kamal’ın (“Yüce Önder”in ismini fazla Arapça bulduğu için 1935’te değiştirdiğini biliyoruz.) “sınıfsız-imtiyazsız ulus”unu denklemesi, en basit tabirle, akademik yavanlıktır.
Kamal, sınıfsız ulus yaratma derdinde değil, aksine o gün içinde yaşadığı ulusun sınıfsız olduğu iddiasındadır. Bu, sadece Türk olanın mutlu olacağını haykıran o şiarda da aksini bulur.
Marx ise “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden doğarlar” der.
Dolayısıyla Marx’ın komünizm hedefi ile M. Kamal’ın “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” tespiti aynı şey değildir. Ayrıca M. Kamal için bu kitle bir hedef değil, fiiliyatta uygulanmak istenen politik bir proje. Yani Kamal, “biz sınıfsız ulus inşa edeceğiz” demiyor, “ettik” diyor. İkisi arasındaki fark gayet açık.
Kemalizme yönelik itirazımız burada: komünist hareket, kemalizmin iktidarına rağmen, onun mevcudiyeti ile uzlaşarak, ona öykünerek var olamaz.
Etimoloji: Sözcüklerin Teolojisi
“Ulus” ve “toplum” gibi sözcüklerin etimolojisinde insanın içini gıdıklayan manalar bulup çıkartmak, burjuva bir akıl oyunu olmalıdır. Bu, kralın ya da padişahın ruhunda tanrısallık olduğunu söylemek gibidir. Yazının bileşenleri olarak sözcüklerin ortak bir ruhaniyetle örülü olduğu iddiası, yazarın okuru kandırmasıdır.
Geçmişte bir belediye seçimleri öncesi Kürt hareketine cilvelenen bir solcu, “komün belediye demek, o hâlde bugün komünist siyaset belediyeleri ele geçirmektir” diyordu. Aynı hesapla, sözcüklerin ezelî-ebedî, ruhanî, esrarî manalarına hüküm koyan yazarçizer taifesi, bizlere kendi zokalarını yutturmak istiyorlar. Sözcükleri, çıktıkları gün kadar bakire kızlar gibi seyrediyorlar. Onlarla istedikleri oyunları oynuyorlar.
Buradan, kimi etimolojik hamlelerle, ulus ve toplumun ortak bir “sosyalist” ruha sahip olduğuna ve bunların somut karşılıklarının verili bütünlüklerine tabi olunması gerektiğine bizleri inandırmaya çalışıyorlar. Bu ikna gayreti, M. Kemal ile Marx’ı yan yana getirmeyi zorunlu kılıyor.
“İdea” sözcüğünün sağ yanına (l) harfi koyarak, bu yan yanalık sözsel karşılığını da bulmuş oluyor. Fikir ve ülkü eşleştiriliyor. Marx’ın bir “idea(l)” olarak sınıfsız toplumu öngörmesi ile M. Kemal’in “sınıfsız ulus”unu kardeş ilân ediyor ve “Her ikisi de bu hedefin varılması için düşünsel yapı değişikliği ve ekonomi-politik program öneriyorlar, hatta her ikisi de aynı şeyi anlıyorlar ‘ulus’ veya ‘toplum’ dendiğinde” deniliyor.
Sosyalizmi millî olana kapatma heveskârlığı içinde, marksizmin ve kemalizmin “düşünsel yapıyı değiştirme ve ekonomi-politik program önerme” noktasında ortaklaştığını iddia ediyorlar. Çünkü her iki kesimin ulus ve toplumun evvel-ahir manasını bildiği üzerinde duruluyor. Gelgelelim haberdar olmakla bilmek aynı şey değil. Sözsel olarak sınıftan haberdar olan M. Kemal’le, teorik ve pratik düzeylerde sınıfı bilen Marx arasında ayrım gözetilmeli.
Sınıfsal karşıtlıkların üzerinde, bir bulut misali, gezinmek, ayrım ve farkları lafzî düzeyde görüyor, onlardan salt haberdar oluyor. O karşıtlıkları yerde olup kanı ve teri ile yaşayanlar, aynı kan ve terle geriye dönüşsüz sınırlar çiziyorlar, ayrımları ve farkları edebiyat dışında, somut gerçeklikler olarak bedenlerine ve akıllarına kazıyorlar.
Akademinin huzurlu koridorlarında, misal, Hitler’in devleti ile Stalin’in devleti arasındaki ayrım, Eski Grek’ten bugüne dizgeleştirilen devlet teorisi içinde siliniyor. Basit birer malumata indirgeniyor.
Bu düzleşme işlemi sonucu, kimi akademisyenlerin, cifr ilmi ya da kabalistik kimi numeroloji oyunları ile millet kandırması kolay oluyor. Çeşitli rakamlara Kur’an’ın yontularak uydurulması gayreti, Kitap’ta İsrail’in kuruluş tarihinin batınî manada verildiği tespiti ile sonuca ulaşıyor. Aynı şekilde bazı aydınlar da ulus ve toplum sözcüklerindeki “sol” muhteviyatın itiraz kabul etmez olduğunu iddia ediyorlar. Marx’ı ve marksizmi kendi kamalist kurgusuna uyan biçimiyle okuyabiliyorlar.
Seyyid Kutub’un itirazıyla, cahiliye döneminin iman nizamına uydurulmuş bir İslam zuhur ediyor. Sözcüğün manası açısından Kutub’un “ümmilik” değil de “cehalet” üzerinde durması manidar. Zira ilki bilgisizlik, ikincisi bilgilenmeye ve öğrenmeye direnç gösterme anlamına geliyor.[6] Marx ve marksizme yönelik direnci de kamalizm bağlamında ele almak gerekiyor. Dert, marksizmi eski sosyalizme, eski sosyalizmi verili ideolojik iklime uydurmak. Kamalizmi ideolojik rüzgârlara karşı sağlamlaştırmak.
Cahiliye döneminde ağzında çiğnediği helvaya şekil yapıp ona tapanlardan söz edilir. Kamalizmi marksizmle ilişkilendirme derdinde olanlar da aynı işlemle, ulus ve toplumu, helva misali, etimolojik manada çiğnedikten sonra onlara tapıyorlar. Cahiliye, kavramların arasındaki ayrımların silindiği, her şeyin düzlendiği, çelişkili durumların ve olguların söylemsel düzeyde yan yana getirildiği, hiyerarşinin, disiplinin ve işbölümünün silikleştiği gerçekte cisimleşiyor.
“Aynı gemideyiz” edebiyatı, düşman icat ederek ve içerideki sınıfsal karşıtlıkları cebren ve hile ile örterek popülerleşiyor. Gemi, ümmet, toplum, ulus, hatta kimilerine göre de sınıf olabiliyor. O gemiye binenler, armatörün diliyle konuşmak zorunda. Müslüman’ı, Türkçüyü ve sosyalisti gemiye binmeye ikna etmesi gerek. İhanet edenlerin her yerde hain görmesi gibi, “aynı gemideyiz” edebiyatının kalemşorları da her yerde öfkeli dalgalar, köpekbalıkları ve kasırgalar görmeye kilitli.
Bu aydınlar, öte yandan, öngörülerde bulunarak, daha doğrusu devletin resmi projelerini önden pazarlamak niyetiyle, “mecliste iki parti olsun” diyorlar. Oysa Can Dündar’ın 12 Eylül belgeselinde yansıdığı biçimiyle, Kenan Evren de 12 Eylül arifesinde iki partili, Amerikan tipi bir demokrasiden dem vuruyor. Sonuçta Evren’le aynı gemiye binilince çözüm de aynı içerik ve biçimle takdim ediliyor. Kürt nedense bu kurguya oturmuyor. Kimi sosyalistlerin ve İslamcıların ağzında Kürt, demirden leblebi. Her kesim Kürt’e göre ittifak, ortaklaşma ve cephe projeleri üretiyor.
Bazı İslamcı çevreler Kürt hareketinde kemalizm buluyorlar, onu, Gülenî bir hamleyle, Ergenekon’a ve İsrail’e bağlıyorlar. Zalim milletle mazlum millet arasındaki ayrımı görmezden geliyorlar. Esasında zalimler, onların elinde ve dilinde, ilgili ayrımın, sınırın ortadan kalkması için çabalıyorlar. Tıpkı marksizmle kamalizm arasındaki ayrımı ikinci lehine ortadan kaldırmak isteyenler gibi.
Bölünme Histerisi-Mülkiyet
Bölünme histerisi ile mülkiyet arasında temelli bir ilişki kurmak gerekiyor. Liberaller, önsel bir mülk sahipliği ile rekabete odaklandıklarında, onları tamamlayan, muhafazakâr eleştiri ile yüzleşiyorlar. Rekabete hazır olmayan mülkün direnci, bu türden bir eleştiriyi su yüzüne çıkartıyor. Sağın genel olarak komünist ya da marksist gördüğü her yerde bölünme yaygarası koparmasının sebebi burada: bölünmenin fiilî olarak yaşandığı yerde kitleleri ürkütmek için bir komünist icat edilmesi vak’alarına rastlamak da mümkün. Soğuk Savaş ve Demokrat Parti dönemi, bunun kanıtı.
Sağın komünist harekete yönelik temel eleştirisi bu minvalde: “devlet, millet, aile vs. bölünecek. Bu komünistler toplumu bölüyorlar.” Zaten hâlihazırda bölünmüş olana ilişkin basit bir tasvir bile ideolojik saldırıya maruz kalınıyor. Ama burada kritik bir nokta mevcut: mülksüzlerin mülk sahibi olma dürtüleri, mülk sahiplerinin güncel çıkarları için istismar ediliyor. Mülk, devletle, aileyle ve milletle biyolojik, coğrafî ve iktisadî manada ilişkilendirilerek, muhafazaya alınıyor. Bu muhafaza için belli bir beden, ülke ve pazar tanımlanıyor.
Sağın ideolojik saldırısına karşı marksizmden ve komünizmden kısmen, yüzeysel manada haberdar olan solun verdiği cevap da aynı minvalde: o da kendi öznelliğinin tanınması ve kabul edilmesi derdiyle saldırıya karşılık veriyor: toplumu ve tarihi sınıflara bölen kendisi, kendi bilgisi. Sağ, eski bütünlük imgesini, simgesini ve bilgisini solun “yeni” bütünlük imge-simge-bilgisinin karşısına çıkartıyor. Devlet veya demokrasi, solun ağzında yeni, alternatif bütünlükler olarak dil buluyor.
Burada, somut mücadelelerin açtığı mevzilerle, eylemli düşünme ve oluşanın devrimciliğine bağlanma cüreti ve basireti noksan. Dinse mesele, en fazla Asr-ı Saadet, Emeviler ya da Osmanlı kadar bütünlenebiliriz, milletse mesele, en fazla otuzların Türkiye’si kadar, sınıfsa en fazla Fransız Devrimi ya da 1848 kadar birleşebiliriz. Geçmişten çıkartılan ölçü kendi ölçeğini de tespit ediyor. Bugün Türk politik Müslümanlar AKP’ye bölgede biçilen rolü yüceleştiren aklî işlemler yapmaktan başka bir gayret içinde değildirler. Bugün milliyetçiler, ellilerden itibaren Türk yurdundan, Türkistan’dan ve Turan’dan Anadolu’ya doğru daraltılmış MHP ölçeğine tabidirler. Bugün solcular, Latin Amerika ve Avrupa solculuğuna tavdırlar. AKP’ye “yürü ya kulum” diyen dünya efendilerinin kendilerini de iteklemesini bekliyorlar. Bunların, kendilerini koşullayan, var eden mülkiyet-rekabet ilişkilerini eleştiriye tabi tutması mümkün değil.
Din-Millet-Sınıf
Sağın “bölücülük” saldırısına karşı solda da benzer bir yanılgı zuhur ediyor: toplumu ve tarihi sınıflara ayrıştıranın sol olduğunu söyleyen sağa inat, aynı sol, bu vehme kapılarak, bölünmenin kendisi ile başladığını zannediyor. İşin başı ve sonu olma arzusundaki zanaatkâr solculuğu galebe çalıyor, bu solculuk, tarihsel ve toplumsal açıdan kendisini önceleyen sınıfsal çatışmayı kendi öznelliğine bağlıyor. O her durumda ve her olayda bu çatışmayı arıyor, bulacağından emin olarak. Bu emniyetli hâl, kibir ve küstahlık olarak yansıyor ümmete, millete, halka ve sınıfa.
Özneler arası didişme sonucu, sosyalist, dinlere ve milletlere ayrılmış gerçeğin karşısına, sınıflara ayrışmış bir tarih ve toplum çıkartıyor. İşlemi kendisinden başlattığı ölçüde, eskiden tarihi ve toplumu dinlere ve milletlere ayrıştıranlardan rol çalmaya başlıyor, onlarla ideolojik bir yarışın içine giriyor. Bu yarış, rekabet, önkabül edilmiş belli bir mülk sahipliğinin semeresi.
Burada alabildiğine basit, ikna edici, bir işleme başvuruluyor: devlet bağlamında düşünüldüğünde, meselenin dinle, ardından milletle tanımlanmış olması temel sorundur solcuya göre. Artık devir, devletin sınıfla tanımlanmasını emretmektedir. Ortadaki boş sandalyeye oturma oyununa benzeyen bu işlem, devlete asla dokunmaz. Liberal bir dokunmazlıktır bu. Efendilerin kölelerin saldırılarına karşı devleti hedef olarak küçültme stratejisi, liberallerde ses verir özetle.
Devletin dokunulmaz, mutlak ve sabit kılınması, dinin, milletin ve sınıfın dokunulmaz, mutlak ve sabit kılınması ile mümkündür. Verili devletlû ilişkilere müdahale eden, onları dönüştürmeye azmetmiş, yönetsel kurguyu yıkıma uğratacak her türden dinî, millî ve sınıfî çıkış, ezilmek zorundadır. Bu irade, devletin oluşum aşamasında mazlum-sömürülen kitlelerin içinden devşirdiği unsurların iradesidir. Onlar “ahlâk” der ayağa kalkarlar, “hukuk” derler otururlar. Artık ahlâk ve hukuk, egemenlerin, efendilerin ahlâkı ve hukukudur.
Artık marksistler, sosyalistler, “tarih ve toplum sınıflıdır” türküsünü söyleyip duran, kabul görmüş bir korodan ibarettirler. İslamcılar ve milliyetçilerin de kendi türküleri vardır. Genel hukuk içinde konum almış olmaktan memnundurlar. Huzurlarını bozma ihtimali olan her türden gelişimi, sıçramayı, kırılmayı ve yükselişi verili genel hukuka yedirmekle görevlidirler.
Bu anlamda mesele, bilindik, alışıldık, basmakalıp bir solcu olup, aynı kalarak, Müslümanlarla (Has Parti) ya da milliyetçilerle (İP-TKP) temas kurmak değildir. Mesele, huzur bozucu olmaktır. AKP yönetimi emri ile yıkılan Kur’an kursuna sahip çıkmak, orada polisle çatışan halkın içinde olmak, camiye giderken trafik kazası sonucu ölen Tekel işçisi için camiyi kışlaya çevirmek, Amerikan askeri dövdü diye partiden atılan ülkücüyü kucaklamak, ondaki öfkeyi diğer direniş ve saldırı alanları ile ilişkilendirmektir mesele. Mesele, örgütleyenin örgütlendiğini bilmektir.
Bunlara örgütlenmemek, bunları örgütleyememek, solun kamalizme, kamalizmin sola örgütlenen kısmı ile kurulan bağlarla ilgili bir meseledir. Bu bağlarla düşünerek, Müslüman’ı ve solcuyu ilişkilendirme gayreti mânâsızdır. İlişki için kullanılan ip, Kamal’ın ipidir. AKP sarsıntısı ile Müslüman kütle içindeki yarılmada, ilgili kütle içine yönelik sızma harekâtı kendi neferlerini çağırmaktadır. O neferlerin ağzındaki “tevhid” İslamî değil, devletlûdür. Tevhidî mücadele, devletin bekâsına bağlanmıştır. Tevhid, yani tek’lik, ülkenin nevi şahsına münhasır oluşuna dair kamalist tezin yansımasıdır.
Bir Mağlubiyet Momenti: 1920
Ülkenin doksan yıldır çözümsüz olan sorunları, ülkenin efendilerinin bu ülkedeki her türlü işleyişi, sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların hilafına, onların kanı pahasına gerçekleştiriyor oluşu ile ilgilidir. Bu üç kesimden kan parasına razı olanlar çıkmış, kimileri genel hukuk içinde konumlanmayı kurtuluş olarak görmüşlerdir. Ama hakikat, sızacak bir yer her daim bulmaktadır.
Bu üç kesim içinde ortak sınıfsal hat, küçük burjuvalıktır. Ülkenin kuruluş momentinde yaşanan mağlubiyetler, başarıcı-pragmatist bir politikaya ve ideolojiye kurban edilmiştir. İlgili mağlubiyetleri tecrübe eden kitleler ve önderler, ya kurulan devletle ve milletle bir tür ilişkiye sokulmuş ya da öznelleştirilmiş, talileştirilip kenara atılmıştır.
Örneğin İBDA hareketi, kendi tarihini “Kurtuluş Savaşı”na destek veren bir tarikat şeyhinden başlatır, Müslüman Türk köylüsünü genel nizama bağlama pratiği olan Demokrat Parti döneminde ajanlık yapan Necip Fazıl ile geliştirir.[7] Oysa CHP’nin CHP olarak yapamayacağı işler DP’ye düşmüş, o da bölgeye ve Anadolu içlerine egemen ideolojiyi yedirecek hamleler yapmıştır. Burada ideoloji devlet, devlete bağlılık ve devletle yaşamaktır. Bu devletse, genel kanaatin aksine, gayrı Türk ve gayrı İslamîdir.
Tarihi parçalayıp, içindeki zamana vakıf olmak isteyen liberaller ile toplumu dağıtıp içindeki mekâna sahip olmak isteyen muhafazakârlar, solla ilişkili olarak aynı işlemleri yaparlar. Bir düşman, kötü, şeytan ya da deccal belirleyip onunla dövüşürler. Bunun soldaki karşılığı ise kimi zaman “burjuva” kimi zaman da “faşizm”dir.
Buna göre “ittihatçılık”, şeytanî ise her şey ona bağlanır. Mısır’da İslamcıların, İstanbul’da ittihatçıların belirli baskı dönemlerinde nefes alabilmek için mason localarına girmeleri, masonluk bilgisine doğru kapanan bir İslam ya da ittihatçılık değerlendirmesi ile ele alınır. Misal, Cübbeli Ahmet Hoca Muhammed Taha’yı mason bulur. Aynı minvalde Mete Tunçay da Mustafa Suphi’nin mason olduğunu her yerde dillendirir. Bu Adnan Hoca’vari mason karşıtlığı, döne dolaşa masonizme bağlanır.
İlgili eleştiri, Ermeni meselesinde Kafkaslardaki sınıfî, millî ve dinî çatışmalardan habersiz, Suphi’yi bir de “Ermeni düşmanı” ilân eder. Kürtlerin ayrılma hakkını tanıyan, plebisit önerisinde bulunan Suphi, “azınlık düşmanlığı” tespiti ile düzlenip, “Kürt düşmanı” da oluverir. Boynuna “azınlık düşmanıdır” yaftası asılan Suphi, eksiği gediği, zafiyeti, üstünlüğü, yanlışları olan bir komünist olarak değerlendirilmeksizin, idam edilir.
Suphi TKP’sinin millî ve dinî olanla iç içe yoğrularak biçimleniyor oluşu, tarihi inkâr eden liberallerin dilinde silinir. Bunlar, Suphi’nin Kafkaslarda bir ara kesitte, Türk-Müslüman kesimde “anti-emperyalist propagandanın mızrağı” olarak devreye sokulan Envercilerin kurduğu KP’yi ele geçirip, onu arındırdıktan sonra 10 Eylül’de başka bir içerik ve biçimle yeniden kurduğunu bilmezler.
Mondros sonrası Anadolu’ya geçip buralarda gizli direniş örgütleri kuran ittihatçıların Ekim Devrimi ile temasla dönüşmüş olmaları, bu kesimlerin gözünde pul değerindedir. Çünkü onlar, kızıl ya da yeşil, tüm ittihatçılara düşman olmakla övünürler. Bebeğin yıkandığı su dökülürken bebek de çöpe atılır.
Bu kesimler, üstte, yönetsel ilişkilerde, her milletin, her azınlığın alttaki öfkeye karşı birleşebileceğini bilmezler. Öncelikle Türk, Ermeni ve İran halklarına çağrı yaparak işe koyulan Bakû Kurultayı’nın önemli isimlerinden Suphi, bu ayrımı çok iyi bilmektedir.
Körlemesine ittihatçı düşmanlığı, Ankara’da, gizlide toplanan TKP kongresinde Taşnak militanlarının da hazır bulunduğunu görmez. Aynı körlük, meclisteki solcu Halk Zümresi’nin paşanın adayı hilafına içişleri bakanı seçtiği Nazım Bey’in tehditle görevden uzaklaştırıldığını görmeyen kamalistlerde de mevcuttur. Onlar, bizim görmemiz gerekenleri örtmek ve efendilerin görmemizi istediklerini gözlerimize sokmakla görevlidirler.
Paşa, ulvî çıkarlar adına Nazım Bey’in uzaklaştırılmasının zorunlu olduğunu söyler hatıratında ama meclisi cephedeki askerlerini çekmekle, mücadeleyi baltalamakla tehdit ettiğini söylemez. Batmaz ise bizi Mete Tunçay sopası sallayarak, bu karanlığı yarma gayretimizi hafife almaktadır. O, tarihsel gerçekleri talileştirip hor görme eğilimindedir. Teoriyi oyun olarak gördüğünden, “burası bizim oyun bahçemiz, siz gidin kendi bahçenizde (marksizmde) oynayın, kemalizm okuyacağınıza marksizm okuyun” demektedir. Oysa kavganın kestiği ve kavgayı kesen her yer bizim mücadele alanımızdır.
Aynı horgörü Tunçay’da da var. O da meclis binasında “miras haramdır” deyip bunu Kur’an’la gerekçelendiren ilk komünistleri önemsizleştirir. İttihatçı düşmanlığı o denli derine işler ki, düşman olunan şeyin, ittihatçılığın, iliklere, genlere, kana işlediği, vazgeçilmez, kurtulması imkânsız olduğu iddia edilir.
Solun genetiğinden bahsedilmesinin sebebi de burada. Bir kesim, solu korumak için milleti ve dini engel kabul ediyor, diğeri de aynı solu dışa açmak istiyor ama bunu kendi genetiğine bağladığı millet ve dinle yapmak istiyor.
Tunçay ve Tevetoğlu şahsında sola ve komünist harekete dayatılan sınırlar, kamalizmin sınırlarıdır. Komünist hareket, kamalizmin aydınlanma (sol) ve modernizm (sağ) bacağına farklı dönemlerde farklı biçimlerde yapışan, bu hâliyle büyümesi mümkün olmayan bir çocuk derekesinde tutulmaktadır. Oysa Türkistan’ı, Kafkaslar’ı, İran’ı ve Anadolu’yu kapsayan bir coğrafyada Müslüman Kızıl Ordu’su kurulması fikrinin tartışıldığı dönemde Mustafa Suphi, böylesi bir ordunun zarurî olduğunu savunan bir isimdir.[8] Ama o, Sovyetler’in anlaşma sonucu, Kafkaslara karşılık Anadolu’yu İngilizlere verdiği, İngiliz ordusunun geri çekildiği momentte tasfiye edilir. Tasfiye eden, Müslüman Kızıl Ordu’sunun huzur bozacağı stabilize edilmiş bölgedeki verili nizamdır. O nizamda Suphi’ye yer yoktur. Ordunun akıncı birliği daha ilk seferinde, Karadeniz’de ezilmiştir.
“Ey Şanlı Dolikosefal!”
Emine Uşaklıgil hatıratında bahsediyor: Temmuz 1932’de toplanan tarih kongresinde Şevket Aziz Kansu, Atatürk’e hitaben “ey şanlı dolikosefal” diyerek başlamış sözlerine. “Hatta o dönemde Atatürk’e bir de kafatası ölçme âleti hediye edilmiş. Atatürk’ün Çankaya sofrasının düzenli konuklarının kafatasları ölçülmüş bu âletlerle.”[9]
Hatıratlar önemli ipuçları veriyor. Şarkıcı Müzeyyen Senar, bir TV programında, Kamal ile ilgili anısını heyecanla anlatıyor. Bursa ziyaretinde Kamal, gece yarısı Senar’ı ve eşini evine çağırıyor. Sofraya eşlik etmesi istenilen Senar ve eşi, huzura çıkartılıyor. Kamal, Senar’ın beline kadar uzun saçlarını ve eşinin bıyıklarını sevmiyor, kesilmesi emrini veriyor.
“[...] Avrupamerkezci tarih anlayışını ve dil teorilerini sorguladı ve K. Marx’ın proletarya yaratacak kıvamda olan müdahaleleri alkışlayan bir övgüye hak kazanarak, sanayileşmeyi ve kapitalistleşerek yenileşmeyi yerine getirdi ve her ikisinin de ülküsü aynıydı: sömürünün olmadığı, tevhidî, sınıfsız, imtiyazsız bir ulus/toplum. Mesele bu kadar basit; çünkü her ikisi de mükemmel. Şimdi bu mükemmel döşenmiş yolda tevhidî tariki bulmak kalıyor bize.”[10]
Yaverinin anıları da güzel tespitler içeriyor. Gece yarısı kafatası ölçüm âleti ile kendisini kovalayan Kamal’dan kaçıyor, yakalanıyor, ölçüm sonrası Paşa, onun Türk olmadığını, “hayvan” olduğunu söylüyor.
Tevhidî yolumuz bu!
Sınıf sözcüğünü kullananların dillerini kesmek, sınıfı sözlükten çıkartmak, sınıfa işaret eden kurumları ezmek ama öte yandan da somutta, belli bir sınıfı beslemek. Sınıfla sözel düzeyde olumsuz açıdan ilişki kuran bu pratik, olumlu ilişki kuran solculara sıcak geliyor. Marx’ın tespitine atıfla, sınıfsal karşıtlıkları yukarıdan izleyenlere kamalizm, gerekli gıdayı ve ideolojik aygıtları veriyor. Başka bir yerde değilse de bu ülkede tepeden bakmak, kamalizm olarak cisimleşiyor.
O da tepeden bakmayı karakter edinmiş biri zira. Anti-emperyalist olduğunu söyleyenler, onun şu cümlelerine kulak tıkıyor: “Eğer İngilizler Anadolu’nun sorumluluğunu üstleneceklerse, emirlerinde çalışacak deneyimli Türk idarecilerinin işbirliğine ihtiyaç duyacaklar. Öğrenmek istediğim [...] bu kapsamda hizmet etmeyi teklif edebileceğim uygun makamdır.”[11] Bu sözler, 1918’in sonlarında bir İngiliz gazetesine söyleniyor. Aynı kişi, Komintern’in o günkü tespiti ile “batı Anadolu’da Yunan işgali sonrası rekabet ve mülkiyet imkânlarını yitiren batı Anadolu burjuvazisinin siyasî liderliğine soyunuyor.”[12] Mazlum ve sömürülen kesimlerin öfkesini boğma göreviyle bir devletin temellerini atıyor.
Veysel Batmaz, onun yüceliği altındaki payandalara fazla sırtını yaslıyor. Yazının bir yerinde “M. Kemal’in ulusal kurtuluş hareketlerinden birini ve ilk istiklâl (bağımsızlık) savaşını” başlattığını söylüyor, sonlara doğru ise “M. Kemal ise, bence hiç de ulusal bir kurtuluş hareketi yapmadı” diyor. Okuru her yönden ikna etme gayreti ile yüklü yazı, esasta genel resmî tarihi tekrar etmekle yetiniyor.
Bu noktada 1821’deki Grek bağımsızlık mücadelesi, Cezayirlilerin direnişleri vb. bir çırpıda unutuluyor. İttihat-Terakki döneminde millî mücadelenin ve milliyetçiliğin batıda Arnavutlar, Bulgarlar ve Rumlardan, doğuda Ermenilerden öğrenildiği görülmüyor. (Bugün bile bağımsızlık mücadelesi verenin arkasında Ermeni ve Rum görülmesinin sebebi burada.) Yani onlardan gerçek manada bir millîlik ve millî mücadele değil, bu millîliğin efendilerin dişlerinin kovuğuna uygun hâle getirilmesi öğreniliyor.
Ankara’daki komünistlerin ezilmesi ile ülkeye ve bölgeye Moskova’dan, dolayısıyla Moskova’daki Türkiye masasından bakanların tarihsel değerlendirmeleri, Lenin’i Kamal ile yoldaş kılıyor. O gün için pragmatik anlamı olan bu hamle, tarihüstü bir değere kavuşturuluyor. Batmaz gibi isimler, bu değere yücelik atfediyorlar ve tüm fikriyatını buradan kuruyorlar.
Sınıf karşıtlıklarına ve genelde tüm siyaset alanına tepeden bakmak isteyenler, kamalizmle uzlaşmak, ona kendisini uydurmak ve onunla birlikte yaşamak zorunda kalıyorlar. Felsefenin bulutların üzerinden yere indirilmesinden ve çizmelerinin çamura bulanmasından söz eden marksizme asker botu giydiriliyor. Marksizm, tüm bir kavga, mücadele seyrinden azade kılınıp, kitlesiz, sınıfsız, mevzisiz, rasyonel artıları itibariyle, devletin ya da demokrasinin hizmetine sunuluyor.
Seksenlerin başında Reagan ile başlayan eski marksist danışman besleme geleneği, bir Amerikan pratiği olarak Özal ile Türkiye’ye de sokuluyor. Marksizmden gayet haberdar özel kişiler, siyaset, iktisat ve sosyoloji gibi alanlarda cirit atıyorlar. Düşman, bizim silâhımızla bizi vurmaya çalışıyor. Bu özel kişiler, sola yönelik olarak günah çıkartırken de teorik laflar etmeyi ihmal etmiyorlar. Sosyalizm için kemalizmin ya da burjuva demokrasisinin şart olduğuna bizleri ikna etmeye çalışıyorlar. Tüm koşullar olgunlaşmadan devrimin ve sosyalizmin gerçekleşmeyeceği terennümleri ardından, gerçekçilik vaazları veriliyor ve verili gerçeğin diline ve fiiline biat edilmesini öneriyorlar. Batmaz, verili gerçeğin politik merkezi olan meclise çekidüzen verirken bizler de bu noktada Che’nin şu sözüne kulak kabartmamız gerekiyor:
“Devrim olgunlaştığı vakit yere düşen bir elma değildir. Onu düşürmeniz gerekir.”[13]
Eren Balkır
Dipnotlar
[1] Leyla Neyzi, “Remembering to Forget: Sabbateanism, National Identity, and Subjectivity in Turkey”, Comparative Studies in Society and History 44 içinde, s. 151.
[2] İbrahim Kaypakkaya, “Kemalizm Eleştirisi”, İştirakî.
[3] Takahisa Oishi, The Unknown Marx, Pluto Press-Londra, 2001, s. 156.
[4] Karl Marx-Frederick Engels, Manifesto of the Communist Party, International Publishers-New York, 1948, s. 5-6.
[5] A.g.e., s. 40.
[6] Sayed Khatab, Political Thought of Sayyid Qutb, Routledge-Londra&New York, 2006, s. 24.
[7] “İşin vakanüvislere ait yönü bir yana, bizi ilgilendiren husus, BÜYÜK DOĞU-İBDA üzerindeki tuğrayı basan ismin, yani ‘Büyük İrşad Kutbu’ Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, ‘Kurtuluş Savaşı’ diye yaftalandırılan Anadolu’daki mücadeleye destek vermesidir.” (Selim Gürselgil, “İslâmcı Mücadele ve İbda Hareketi”, Furkan)
[8] Stephen Blank, “Soviet Politics and the Iranian Revolution of 1919-1921”, Cahiers du monde russe et soviétique içinde. Cilt: 21 sayı: 2 Nisan-Haziran 1980. s. 183.
[9] “Ey Şanlı Dolikosefal”, Haksöz Haber.
[10] Bülent Gökay, Bolşevizm ile Emperyalizm Arasında Türkiye, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, s. 60.
[11] Veysel Batmaz, “Etimolojik ve Sınıfsal Cevap”, Adil Medya.
[12] Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923), Hz.: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Sosyal Tarih Yayınları, 2007, s. 162-4.
[13] Boualam Rouissi mülâkatı, George Lavan tarafından hazırlanan Che Guevara Speaks isimli çalışma içinde.
0 notes
Text
Yeni Bir Vatan
Yeni Bir Vatan Fabio L. Grassi Tarihçi Kitabevi
Kendisini “Türkiye’yi anlamaya ve anlatmaya adayan” İtalyan tarihçi Fabio L. GRASSI Türk tarihi alanında büyük uzmanlardandır. Halen Roma Sapienza Üniversitesi’nde Doğu Avrupa Tarihi Bölümü’nde öğretim üyesi olan Grassi, “İran ve Türki Coğrafyaları Rektör Danışmanlığı” görevini sürdürmekte, Avrasya Tarihi, Türk Dili ve Çağdaş Tarih dersleri vermektedir.
Grassi’nin 60’ı aşkın bilimsel yayınları arasında en önemlileri, İtalya ve Türk Sorunu 1919-1923 – Kamuoyu ve Dış Politika, YKY, 2009; Atatürk, Turkuvaz Kitap, 2009; Türk – İtalyan İlişkilerinde Az Bilinenler, Tarihçi Kitabevi, 2014’dir.
“Neticede, uzun bir süreç olan Rus yayılmacılığının yapısal öğeleri, Rus asıllı olmayan halkların direniş, nihai yenilgi, teslimiyet ve çoğunlukla demografik yıkımıdır. Karadeniz’den Kafkasya’ya uzanan coğrafyaya baktığımızda ise önemli ve özel bir unsura dikkat çekmek gerekiyor: bu halkların çok büyük kısımlarının, az ya da çok zorunlu olarak Osmanlı İmparatorluğu’na doğru göç etmeleri… Bu zorunlu göçe bağlı olaylar ise Osmanlı yetkililer tarafından söz konusu kavimleri yerleştirme, Osmanlı topraklarında Müslüman nüfusun oranının artması ve modern anlayışta doğma sürecinde bulunan Türk ulusuyla mültecilerin kaynaş(tırıl)ması eylemleridir.”
– Fabio L. Grassi
devamı burada => https://goo.gl/tFikDc
0 notes
Photo
#Repost @hep_kitap with @repostapp ・・・ “Teslimiyet damarlarımızda gezinen bir düşman adeta, bazen de huzurun ta kendisi…”🍃🍂 Gözde Kurt’tan arayışa, ihtimallere, aşka, dostluğa ve direnişe dair samimi, umut dolu bir roman. #KöprüdeDurupBeniÖpmesiniBekleyeceğim #kitap #alıntı #kitapönerisi #kitapkurdu #book #booknerd #bookworm #bookstagram #bookish #quote @gozdekurtgozde
#köprüdedurupbeniöpmesinibekleyeceğim#kitapkurdu#repost#bookstagram#alıntı#kitapönerisi#bookish#book#quote#kitap#booknerd#bookworm
0 notes