#Birinci Türk Tarih Kongresi
Explore tagged Tumblr posts
Text
BİR TÜRK AİLESİ (Tarihçi) - Türkçe Tarih
BİR TÜRK AİLESİ
Şevket Aziz KANSU Şevket Aziz Kansu, Birinci Türk Tarih Kongresi’nde: Efendiler müsaade ederseniz, size şimdi hiçbir istifa (seçme) zihniyeti takip etmeden, bir Türk ailesini göstereceğim. Mini mini yavruları ile, bir genç erkeği tesadüfen buldum ve getirdim. Size göstereyim, Ankara’nın...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/bir-turk-ailesi/
Atatürk Milliyetçiliği, Baskın Oran, Birinci Türk Tarih Kongresi, Ord. Prof. Şevket Aziz KANSU, Şevket Aziz Kansu, Türk
#Atatürk Milliyetçiliği#Baskın Oran#Birinci Türk Tarih Kongresi#Ord. Prof. Şevket Aziz KANSU#Şevket Aziz Kansu#Türk
2 notes
·
View notes
Text
Kaynak şuna demir Facebook
Barzani ve KDP'nin dünü bugünü: Hep Kürtlerle savaştılar
Barzani ailesi ve partisi KDP, kurulduğu günden beri her parçadaki Kürt ve Kürt örgütleriyle savaşıyor. Tarihi boyunca Kürtler dışında kimseyle savaşmayan KDP, yine Kürtleri hedef alıyor.
Kurulduğu 1946 yılından beri Başûrê Kürdistan başta olmak üzere dört parça Kürdistan'a karşıtlık yapan Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) günümüzde de bu karşıtlığını devam ettiriyor.
Bugün de PKK, Êzidîler ve Rojava düşmanlığı şahsında tüm Kürtlerin düşmanlığını yapan KDP, Türk devletiyle el ele vererek, tüm Kürtlerin kazanımlarını yerle bir edecek büyük bir savaşın hazırlığını yapıyor.
BARZANİLERİN KÜRT KARŞITLIĞI ESKİYE DAYANIYOR
Ancak KDP'nin hükümranlığını elinde tutan Barzani ailesinin Kürt karşıtlığı ve Kürt örgütleriyle savaşı, KDP'den çok daha eskiye dayanıyor.
Kürdistan'ı dört parçaya bölen sınırların üzerine yerleştirilen KDP, tarihi boyunca Kürdistan'ın sömürgeci devletleriyle birlik olarak özgürlük mücadelesi veren Kürt güçlerine karşı savaş içerisinde oldu...
KARŞI DEVRİM PARTİSİ: ķ
Barzani ailesi ve KDP'nin tarihine bakıldığında bazen İran'la, bazen Irak'la ve genellikle de Türk devletiyle işbirliği yaparak Kürt güçlerini tasfiye etmeyi amaçladığı ve Kürdistan'ı statüsüz bırakmaya çalıştığı görülüyor.
19'uncu yüzyılda Osmanlı devletinin Osmanlı devletinin merkezleşme politikası temelinde Kürt beyliklerini ortadan kaldırmaya başlamasıyla Barzani ailesinin sahneye çıkmaya başladığı görülüyor.
NAKŞİLİKTEN HANEDANLIĞA: BARZANİLER
Nakşibendi şeyhliği yoluyla Nehrî ailesinden icazet alarak Barzan bölgesine yerleşmeye başlayan Barzani ailesinin şeceresi, Kürt tarihinde tam olarak bilinmese de bu ailenin Musul tarafından geldiği tahmin ediliyor.
Barzan bölgesinin ilk şeyhi Taceddin’den sonra şeyhliği kardeşi veya oğlu olan Abdulselam aldı. Abdulselam, Nehrî şeyhliğinden icazet almayarak kendi kendisini şeyh ilan ettiği için Şeyh Ubeydullah Nehrî'nin tepkisiyle karşılaştı.
Abdulselam'ın Şeyh Ubeydullah'ın tepkisinden dolayı kaçmasının ardından, oğlu Muhammed, Nehrî şeylerinden icazet alarak şeyhliğe başladı.
İLK HEDEFLERİ KÜRT AŞİRETLERİ OLDU
Şêx Muhamed'in oğulları, Şêx 2. Abdusselam, Şêx Ahmet ve Molla Mustafa Barzani zamanında iyice güçlenen Barzani ailesi, ilk savaşlarını Behdinan bölgesindeki yerleşik ve kadim Kürt aşiretlerine karşı verdi.
Zêbarî, Bradostî, Sûrçî, Herkî, Berwarî ve Ertoşî gibi aşiretlere karşı tek tek savaş ilan eden Barzaniler, zaman zaman Osmanlı devletiyle de çelişkiler yaşadı.
Osmanlılarla yaşanan çelişkiler sonrası Şêx Ebdulselam'ın 1916'da Musul’da idam edilmesi üzerine kardeşi Şêx Ehmed şeyh oldu ve 1930'lu yıllarda Bradostî aşireti başta olmak üzere Behdinan bölgesindeki aşiretlere savaş açtı.
MOLA MISTEFA TÜRK DEVLETİNE SIĞINDI
Bradost aşiret reisi Şêx Reşîd Lolani'nin “dini yozlaştırıp yoldan çıkarmak”la suçladığı Barzaniler, zamanla bölgenin tüm kadim aşiretlerine savaş açtı ve bunun üzerine İngiliz ile Irak güçleri bölgeye müdahale etti.
İngilizlerin bombardımanları sonrası, Şêx Ehmed ile Mola Mistefa Barzani Türk devletine sığındı. Türk devletinin 1933 yılında Irak'a teslim ettiği Şêx Ehmed ve Mola Mistefa Barzani uzun süre Süleymaniye'de sürgün yaşadı.
MAHABAD'TAN DA KAÇTILAR
1945'te Rojhilat'a geçen Mola Mistefa Barzani, 1946'da kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nde askeri sorumluluk üstlenmesine rağmen, İran rejiminin cumhuriyete yönelmesi üzerine herhangi bir direniş sergilemeden Sovyetler Birliği'ne geçti.
Barzani, sürgündeyken, 1946'da İbrahim Ehmed, İran-KDP'sinden esinlenerek, Irak-KDP'sini kurdu. Mola Mistefa Barzani, 11 yılı aşkın Rusya'da kaldıktan sonra Irak'ta Ebdulkerim Kasim'in iktidara gelmesiyle Başûr'a geri döndü.
SOVYETLER DÖNÜŞÜ PARTİ İÇİN TASFİYEYE GİRİŞTİ
Mola Mistefa Barzani, Başûr'a döndükten sonra da bölgesel güçlere dayanarak hem parti için tasfiyelere hem de diğer Kürt güçlerine karşı tasfiyeci faaliyetlerini hızlandırdı.
Mola Mistefa'nın 1964'te politbüroya haber vermeden Irak'la ateşkes yapması üzerine KDP'ni politbürosu toplanarak, Mistefa Barzani’yi partiden ihraç etti.
Barzani de bu konferansın geçersiz olduğunu savunarak, taraftarlarının hakim olduğu bir parti kongresi topladı ve İbrahim Ehmed ile yasal politbüroyu partiden ihraç etti ve kendi yandaşlarından oluşan bir politbüro seçti.
SÖMÜRGECİLERLE KİRLİ İŞBİRLİĞİ
Böylece KDP'yi ele geçirmiş olan Mistefa Barzani, o günden sonra bölge devletleriyle her parçadaki Kürt güçlerine karşı kirli işbirliklerine ve çatışmalara girişti.
Barzani ailesinin dümeninde olduğu KDP'nin o günden beri Kürt güçlerine karşı giriştikleri işbirlikleri ve savaşlara bakıldığında ise neredeyse düşmanlık yapmadıkları parti ve güç yok gibi.
DÜNDEN BUGÜNE KDP'NİN KÜRTLERLE SAVAŞI
Yıllara göre KDP'nin Kürt parti ve güçlerine karşı giriştiği çatışmalara bakıldığında;
- 1961: KDP'nin Bağdat'la ilişkilerinin bozulması üzerine, İran KDP'si, KDP'ye ciddi silah ve lojistik destek sundu. Ancak KDP çok geçmeden İran KDP'sine karşı İran rejimiyle işbirliği ve saldırıya geçti. İran KDP'sinin liderlerinden Silêman Maunî gibi liderleri katledilip, cenazesi KDP tarafında İran rejimine gönderildi.
- 1964-65: Barzani KDP'si bu yıllarda daha önce partiden kovdukları İhrahim Ehmed, Celal Talabani ve partinin eski politbürosuna birçok irili ufaklı saldırı düzenledi ve onları İran'a kaçmaya zorladı.
- 1965: Türkiye KDP’si sekreteri Faik Bucak, partisinin kuruluşu ve amaçlarına ilişkin mektup yazıp Mistefa Barzani’ye gönderdi. Mektubun gönderilmesinden kısa süre sonra Faik Bucak, Türk devleti tarafından katledildi.
- 1966: KDP, bu yıl da İbrahim Ehmed ile Celal Talabani'nin başını çektiği cepheyle savaştı. Başûrê Kürdistan'da Celali ile Melayi çatışmaları olarak bilinen çatışmalarda her iki taraftan yaşamını yitirenler oldu.
- 1968: Barzani KDP'si, her türlü destek aldığı İran-KDP'nin çökertilmesi için İran Şahlık rejiminin istihbaratı Savak'la işbirliğine gitti. KDP ile İran'ın ortak operasyonlarında Başûr ve Rojhilat'ta çok sayıda İran KDP'si pêşmergesi katledildi ve İran KDP'si ağır darbeler aldı.
-1971: Fait Bucak’tan Türkiye KDP'sinin sekreteri olan Sait Elçi, Zaxo’ya çağırdı ve orada esrarengiz bir şekilde katledildi. Bu olay da başka bir Türkiye KDP'si kuran ve Türkiye'de gerilla savaşı başlatmayı amaçlayan Dr. Şivan'ın (Sait Kırmızıtoprak) üzerine yıkıp, onları Türk MİT’nin talimatıyla 26 Kasım 1971’de kurşuna dizdiler.
- 1975: Cezayir antlaşması sonrası İran'ın Irak'taki güçlerini çekmesiyle Mistefa Barzani aşbetal (direnişi sonlandırma) ilan etti ve İran'a çekildi. Aynı yıl Celal Talabani YNK'yi kurdu ve bu yeni parti de KDP'nin hedefi oldu.
- 1976: Mistefa Barzani, YNK'ye karşı kanlı bir çatışma başlattı. Ancak girdikleri çatışmada bozguna uğrayıp, İran'a çekilmek zorunda kaldılar.
- 1978: Aşbetal'dan sonra YNK'nin Elî Eskeri komutasındaki bir grup pêşmergesi silahlı direniş için Hakkari-Başûr sınırına geçtiğinde Mistefa Barzani tarafından pusuya düşüldü. Mistefa Barzani'nin esir aldığı Elî Eskerî'yi bağladıktan sonra "Piyawî gewre bi çekên gewre tên kuştin (Büyük adamlar büyük silahlarla öldürülür)" diyerek, RPG-7 silahıyla öldürdüğü belirtilir.
- 1979: Barzaniler, çekildikleri Rojhilat'ın Mahabad kentinde KDP'yi yeniden örgütlediler ancak 1968'de İran-KDP'sine karşı İran'la yaptıkları işbirliği nedeniyle halk tarafından kabul görmediler. Bunun üzerine bölge aşiretlerine karşı saldırılara başladılar.
- 1980: Bu tarihten sonra Güney partileri KDP'nin başını çektiği CUD ve YNK'nin başını çektiği CQUD cephelerine ayrıldı. 1982 ile 1984 yılları arasında her iki cephe arasında birçok irili ufaklı çatışma yaşandı.
-1981: Barzanilerin KDP'si, 1981 yılında da bu kez de İran molla rejimiyle işbirliği yaparak, Dr. Qasimlo'nun başında olduğu İran KDP'sine yöneldi ve İran KDP'sine ağır darbeler vurdu.
- 1992: Birinci Körfez savaşından sonra Başûrê Kurdistan parlamentosu kuruldu ve parlamentonun aldığı ilk karar PKK'ye savaş ilan etmek oldu. KDP, Türk devletinin PKK'ye yönelik saldırılarında aktif olarak yer aldı.
- 1994: Bu tarihe kadar, iç çatışmalar görece dinmiş olsa da KDP Güney Kürdistan'ın tek hakimi olmak ve İbrahim Halil Sınır Kapısı'nın gelirlerini hükümete vermemek için YNK'ye savaş ilan etti. 1997 yılında kadar süren çatışmalarda her iki taraftan on bini aşkın insan yaşamını yitirdi, on binlercesi de ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
- 1995: KDP ile Türk devleti, PKK'ye karşı Çelik operasyonunun startını verdi. 12 Mart'ta başlayan işgal saldırıları, Mayıs ayına kadar devam etti.
- 1996: Tarihler 31 Ağustos 1996'yı gösterdiğinde KDP, Enfallerle Kürtlere kimyasallar yağdıran Saddam Hüseyin'le anlaşarak Hewlêr'i YNK'den almak için saldırıya geçti. KDP, Hewlêr'i Saddam'ın tanklarıyla ele geçirdi.
- 1997: Türk devletinin PKK'ye yönelik başlattığı Çekiç operasyonuyla eş zamanlı olarak KDP de Hewlêr'de hastanelerdeki yaralı gerillalar, Roji Welat gazetesi ve Mezopotamya Kültür Merkezi'ne baskınlar düzenledi ve 80 civarında yaralı gerilla ve yurtseveri katletti.
- 2012: Rojava devriminin başlamasından beri de KDP ve KDP'nin Rojava uzantısı ENKS Til Eran, Til Hasil, Serêkaniyê ve Efrîn başta olmak üzere devrim karşıtı birçok saldırının içerisinde doğrudan yer aldı. Hala Türk devleti destekli Suriye muhalefetinin içerisinde yer alan KDP, Rojava'ya yönelik işgal saldırılarının işbirlikçisi olmayı sürdürüyor.
- 2014: KDP, Ağustos ayında DAİŞ çetelerinin Şengal'e yönelik saldırıları karşısında güçlerini çekerek Êzidîleri soykırımla karşı karşıya bıraktı.
- 2017: Halkı soykırıma terk eden KDP, Sinûnê ve Xanesor hattında Êzidîlerin savunma gücü YBŞ'ye karşı saldırıya geçti. Saldırılarda Êzidî kızı Nazê Nayif ile gazeteci Nûjiyan Erhan'ın yanı sıra 5 YBŞ savaşçısı katledildi.
- 2017: Bütün uyarılara rağmen KDP aldığı bağımsızlık referandumu kararı sonrası Irak ordusu ve Heşdi Şabî'nin harekete gelmesi üzerine Başûrê Kürdistan topraklarının yüzde 48'inin Kürtlerin elinden gitmesine sebep oldu.
- 2018: KDP'ye bağlı ENKS'nin silahlı çete grupları Türk devletinin Efrîn'e yönelik işgal saldırılarında aktif olarak yer aldı.
- 2020: 9 Ekim tarihinde KDP, bu sefer de 2017'te terk ettiği Şengal'de Êzidîlerin kurduğu sistemi dağıtmak için Irak merkezi hükümetiyle bir anlaşma yaptı.
Kurulduğu günden beri tüm parçalardaki Kürtlerin ve Kürt örgütlerinin karşıtlığını yapan KDP, Türk devletinin Bakûr, Rojava ve Başûr Kürdistan'ında Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı saldırılarını fırsat bilerek, yeni bir savaş için fırsat kolluyor. Kürt halkından yükselen uyarı ve tepkilere rağmen KDP, Türk devletinin istemi doğrultusunda savaş hazırlıkları yapmayı sürdürüyor.
1 note
·
View note
Text
Adım Adım Kadın Erkek Eşitliği
1843 Tıbbiye mektebi bünyesinde kadınlar ebelik eğitimi almaya başladı. 1847 Kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye yayımlandı. 1856 Köle ve cariye alınıp satılması yasaklandı. 1858 Arazi Kanunnamesinde mirasın kız ve erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer aldı. Böylece kadınlar ilk kez miras yoluyla mülkiyet hakkını kazandı. 1858 Kız Rüştiyeleri açıldı. 1869 Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen (haftalık) Terakk-i Muhadderat dergisi yayımlandı. 1869 Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlandı. 1870 Kız öğretmen okulu Dar-ül Muallimat açıldı. 1871 Mecelle'nin (Osmanlı Medeni Kanunu) uygulanması için çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile; evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması, zorla evlendirmelerin geçersiz sayılması düzenlendi. 1876 Kanun-i Esasi (ilk Anayasa) kabul edilerek temel haklar düzenlendi. Kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirildi. 1897 Kadınlar ücretli işçi olarak çalışmaya başladı. 1913 Kadınlar ilk kez devlet memuru olarak çalışmaya başladı. 1914 Kadınlar tüccarlık ve esnaflığa başladı. 1914 İnas Darülfünunu adı altında kızlar için bir yüksek öğretim kurumu açıldı. 1921 Darülfünunda karma öğretime geçildi. 1922 Yedi kız öğrenci Tıp Fakültesine kayıt yaptırarak eğitime başladı. Haziran 1923 Nezihe Muhittin'in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkası'nın kurulması girişiminde bulunuldu, kadınlara oy hakkı tanımayan 1909 tarihli Seçim Kanunu gereğince valilikçe partinin kuruluşuna onay verilmediğinden dernekleşmeye gidildi. 29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı. 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği) çıkarıldı. Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladı. 17 Şubat 1926 Türk Medeni Kanunu'nu kabul edildi. Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. 1930 Belediye yasası çıkarıldı. Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı. 1930 Kadın ve çocukların korunmasına ilişkin ilk düzenleme Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile yapıldı. 1930 Doğum izni düzenlendi. 10 Haziran 1933 Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu. 26 Ekim 1933 Köy Kanunu'nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi. 5 Aralık 1934 Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. 8 Şubat 1935 Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Dönem seçimleri sonucunda 17 kadın milletvekili ilk kez meclise girdi, ara seçimlerde bu sayı 18'e ulaştı. 8 Haziran 1936 İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi. 1937 Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması 1935 tarihli 45 sayılı ILO sözleşmesi ile yasaklandı. 1945 Analık sigortası (doğum yardımı) 4772 sayılı yasa ile düzenlendi. 1949 Yaşlılık sigortasının kadın ve erkekler için eşit esaslara göre düzenlenmesi 5417 sayılı yasa ile sağlandı. 1950 İlk kadın belediye başkanı (Müfide İlhan) Mersin'den seçildi. 1952 Sağlık Bakanlığı bünyesinde ana çocuk sağlığı hizmetleri verilmeye başladı. 1965 Gebeliği önleyici araçların satış ve dağıtımının serbest bırakılmasını ve tıbbi zorunluluk halinde kürtaj hakkı tanınmasını düzenleyen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkarıldı. 22 Aralık 1966 Eşit değerde iş için kadın ve erkek işçiler arasında ücret eşitliğini sağlayan 1951 tarihli 100 sayılı ILO sözleşmesi onaylandı. 26.03.1971 İlk kadın bakan (Türkan Akyol) atandı. 1975 Birleşmiş Milletler tarafından Mexico City'de Birinci Dünya Kadın Konferansı düzenlendi ve bunu takiben 1975-85 yılları arasındaki dönem "Kadın On Yılı" olarak ilan edildi. 27 Mayıs 1983 10 haftaya kadar olan gebeliklerin kürtajla sona erdirilmesi ve gönüllü cerrahi sterilizasyon yöntemlerine izin verilmesi Nüfus Planlaması Hakkında Kanun'da yapılan değişiklikle sağlandı. Kürtaj için evli kadınlara kocadan izin alma koşulu getirildi. 1985 Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini (CEDAW) imzaladı ve sözleşme 1986 yılında yürürlüğe girdi. 1985 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda kadın konusu ilk kez bir sektör olarak yer aldı ve bu konuda politikalar belirlendi. 1987 Devlet Planlama Teşkilatı'nda Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu kuruldu. 1989 İstanbul Üniversitesi'nde ilk Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruldu. Bugün üniversiteler bünyesinde kurulan bu merkezlerin sayısı yurt çapında 13'e ulaştı. 24 Ocak 1989 İçişleri Bakanlığı kaymakamlık sınavlarına kadınların da alınacağını açıkladı. 29 Kasım 1990 Kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan Medeni Kanun'un 159. maddesi Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildi. İptal kararı 2 Temmuz 1992 tarih ve 21272 sayılı Resmi Gazete'de yayımlandı. 1990 Tecavüz mağdurunun hayat kadını olması halinde cezanın indirilmesini öngören Türk Ceza Kanunu'nun 438. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yürürlükten kaldırıldı. 14 Nisan 1990 Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, ilk kadın kütüphanesi ve bilgi merkezini açtı. 1990 Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara ve çocuklara destek hizmeti vermek üzere ilk kadın konukevleri açılmaya başlandı. 2000 yılı itibariyle bu sayı yediye yükselirken kapasiteleri 170'e ulaştı. 1990 422 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kadının statüsü ve Sorunları Başkanlığı kuruldu. 25.10.1990 tarihinde kadın sorunları konusunda ulusal mekanizma olarak Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (KSSGM) 3670 sayılı kanunla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlı olarak kuruldu ve 24.06.1991 tarihinde de Başbakanlığa bağlandı. Eylül 1990 Yerel yönetimler kadın konusunda özellikle şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmet vermeye başladı. Türkiye'deki ilk kadın sığınma evi Bakırköy Belediyesi tarafından açıldı. 1991 48. Hükümet döneminde ilk kadın vali (Lale Aytaman) Muğla iline atandı. 17-20 Şubat 1992 Birleşmiş Milletler Uluslararası Kadının İlerlemesi İçin Araştırma ve Eğitim Merkezinin (INSTRAW) toplantısında, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Türkiye'de kadın konusunda odak noktası olarak kabul edildi. 1993 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı işbirliği ile "Kadının kalkınmaya Katılımını Güçlendirme Ulusal programı Projesi" uygulamaya başlandı. Kadının Statüsü ve Sorunları genel Müdürlüğü'nün yürüttüğü proje kapsamında; eğitim programları, araştırma projeleri, pilot projeler ve istatistik/yayın faaliyetleri yürütüldü. 16 araştırma projesinin yanı sıra pek çok eğitim programı ve pilot proje desteklendi, araştırma projelerinin bir kısmı ve toplumsal cinsiyet temelinde farklı konularda oluşturulan özet göstergeler kitap haline getirildi. Ayrıca cinsiyete dayalı veri tabanı oluşturulması amacıyla Devlet İstatistik Enstitüsü'nde Toplumsal Yapı ve Kadın İstatistikleri Şubesi kuruldu. 1993 İstanbul Üniversitesi'nde ilk Kadın Araştırmaları Ana Bilim Dalı açıldı ve yüksek lisans programı vermeye başladı. Bugün Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı açarak Yüksek Lisans Programı veren üniversite sayısı dörde ulaştı. 1993 Kadın Dayanışma Vakfı, Altındağ Belediyesinin desteğiyle kadın danışma merkezi ve kadın sığınma evini açtı. 25 Haziran 1993 Türkiye'nin ilk kadın başbakanı (Tansu Çiller) hükümeti kurdu. 5-8 Aralık 1993 Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı ve Ankara Üniversitesi. Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliği ile "Kadın Kimliği Kongresi" düzenlendi. Kongre gündemini; kadın emeğinin biçimleri, siyasette kadın kimlikleri, kadın bedeninin tanınması, kadın imgesinin üretimi ve dolaşımı, sanatın içinden kadın ve kadın örgütlenme biçimleri başlıklı konular oluşturdu. 1993 Halk Bankası'nca kadınları girişimciliğe özendirmek amacıyla kadınlara özel, düşük faizli kredi uygulaması başlatıldı. 1994 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara hukuki ve psikolojik danışmanlık, girişimcilik ve el emeğinin değerlendirilmesi konularında hizmet vermek amacıyla Bilgi Başvuru Bankası (3B) kuruldu. 5 Nisan 1994 Dünya Bankası ve Türkiye Cumhuriyeti .Hükümeti arasında imzalanan İkraz Anlaşması gereğince başlayan İstihdam ve Eğitim Projesi'nin alt bileşenlerinden Kadın İstihdamının Geliştirilmesi Projesi (KİG) Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yürütülmeye başlandı. Proje kapsamında on altı araştırma projesi gerçekleştirildi, on üç tanesi kitap haline getirildi. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nde kitap, makale, tez, seminer, konferans dokümanları ve gazete kesiklerinin derlendiği ve Ankara'nın tek kadın kütüphanesi olarak da nitelendirilebilecek bir Dokümantasyon Merkezi kuruldu. 1000 saydamdan ve web sayfasından oluşan "Kadınlara Görsel Tanıklık" adlı kadın fotoğrafları arşivi oluşturuldu. Kadınların çalışma yaşamlarına dair "Kadın Çalıştıkça" adlı bir belgesel/tanıtım filmi yaptırıldı. Toplumsal cinsiyet yaklaşımını ana plan ve programlara yerleştirmek için resmi, özel ve sivil toplum kuruluşları çalışanlarına yönelik olarak kullanılması planlanan ve modüler bir eğitim materyali olan Toplumsal Cinsiyet Eğitim paketi hazırlandı ve pilot uygulamaları yapıldı. Haziran 2000 tarihinde proje sonuçlandı. 1994 Türkiye Kahire'de yapılan Birleşmiş Milletler Nüfus ve Kalkınma Konferansına katıldı. Konferans'da kadının statüsü ve sağlık ilişkisini vurgulayan "üreme sağlığı" kavramı üzerinde duruldu ve kadın sağlığında "bütüncül" bir yaklaşım benimsendi. Bu yaklaşım doğrultusunda Sağlık Bakanlığı koordinatörlüğünde ilgili kesimlerden sağlanan katılımla "Kadın Sağlığı ve Aile Planlaması Ulusal Eylem Planı" hazırlandı. 1998 yılında kamuoyuna sunulan Eylem Planı 6 ana çalışma grubu tarafından oluşturuldu. Kadının Statüsü grubunun koordinasyonunu Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü üstlendi. 1995 Kurulduğundan bu yana, açtığı kadın danışma merkezi ile şiddete uğrayan kadınlara danışmanlık hizmeti veren Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, kadın sığınağını açtı. 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce Dünya Bankası Japon Hibe Fonundan 1993 yılında elde edilen finansman ile ülkemizde kadın girişimcilere sağlanan finans ve finans dışı hizmetlerin neler olduğunu ve kadın girişimcilerin bu hizmetlere ulaşımlarını ortaya koymak üzere bir araştırma projesi olan Küçük Girişimcilik Projesi gerçekleştirildi. Proje kapsamında belli illerde alan çalışmaları yapıldı ve elde edilen bilgiler kitap haline getirildi. Şubat 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce gönüllü kadın kuruluşları arasındaki iletişim ve dayanışmayı güçlendirmek, bilgiyi yaygınlaştırmak için aylık "Kadın Bülteni" çıkarılmaya başlandı. 11 sayı yayımlandı. 08-11Haziran 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce Sinop'ta sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları temsilcileri, parlamenterler, gazeteciler ve akademisyenlerin katıldığı, "Türkiye'de Kadına Yönelik Politikaların Oluşturulması" konulu dört gün süren bir toplantı düzenlendi. 4. Dünya Kadın konferansı öncesi yapılan bu toplantıda, kurumsallaşma, siyasal alan, çalışma yaşamı, kadın sağlığı ve eğitim konularında kadına yönelik politikalar belirlendi. 17-19 Temmuz 1995 Avrasya ülkeleri kadınları arasındaki işbirliğini geliştirmek, Pekin Konferansında Türkiye ile birlikte hareket edebilmelerine yardımcı olmak amacıyla KSSGM ve Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Başkanlığı (TİKA) işbirliği ile "Pekin'e Giderken; Avrasya Ülkeleri Kadınları İşbirliği Kongresi" başlıklı bir toplantı gerçekleştirildi. Kongrenin sonuç bildirgesinde bir işbirliği grubu oluşturulması tavsiye edildi. Bu doğrultuda 27-29 Mart 1996 tarihleri arasında Ankara'da "Avrasya Ülkeleri Kadınları işbirliği Grubu Birinci Toplantısı" gerçekleştirildi. Toplantıda bu işbirliğinin kurumsallaşması için bir protokol hazırlandı, protokolün yürürlüğe girmesi için yedi katılımcı ülkenin imzasının tamamlanması gerekmektedir. 30 Ağustos 8 Eylül 1995 Türkiye Pekin'de yapılan ve 189 ülkenin katıldığı 4. Dünya Kadın Konferansı'na katılarak taahhütleri çekincesiz olarak kabul etti. Kasım 1995 Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı tarafından bölgedeki kadınların durumunun iyileştirilmesi ve kalkınma sürecine entegre edilmesi amacıyla planlanan Çok Amaçlı Toplum Merkezlerinin (ÇATOM) ilki Urfa'da açıldı. 2000 yılı itibariyle bölgedeki sayısı 21'e ulaştı. 1996 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, 4. Dünya Kadın Konferansı'nda kabul edilen eylem planı ve taahhütler çerçevesinde kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, gönüllü kadın kuruluşları, siyasal partiler, sendikalar, meslek örgütleri ve basının katılımı sağlanarak ulusal eylem planı hazırlandı. 1996 Kadın Çalışmaları alanında ilk yüksek lisans diploması İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı tarafından verildi. 1996 4. Dünya Kadın Konferansında verilen taahhütler gereğince Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü koordinasyonunda gönüllü kadın kuruluşlarının katılımıyla kadın sorunlarının yoğunlaştığı dört alanda; eğitim, sağlık, hukuk ve istihdam komisyonları oluşturuldu. 29 Haziran 1996 Anayasa Mahkemesi Türk Ceza Kanunu'nun erkeğin zinasını suç olarak düzenleyen 441. maddesini anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı gerekçesiyle iptal etti. 27.12.1996 tarih ve 228600 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan kararda verilen bir yıllık süre içinde yasal düzenleme yapılmaması nedeniyle erkeğin zinası 27.12.1997 tarihinden itibaren suç olmaktan çıktı. 1996 Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde "Kırsal Kalkınmada Kadın Daire Başkanlığı" kuruldu. 1997 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü koordinasyonunda 13 il valiliği bünyesinde "Kadının Statüsü Birimleri" kuruldu. 22 Mayıs 1997 Kadının evlendikten sonra kocasının soyadını almakla birlikte, kendi soyadını da kullanabilmesi Medeni Kanun'un 153. maddesinde yapılan değişiklikle sağlandı. 19.11.1997 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün önerisi üzerine İçişleri Bakanlığı'nca nüfus cüzdanlarında medeni hal kısmında "evli/ bekar/ dul/ boşanmış" gibi ifadelerin yerine sadece "evli" veya "bekar" ifadelerinin kullanılmasını düzenleyen genelge yayımlandı. 18 Ağustos 1997 Zorunlu temel eğitimi beş yıldan sekiz yıla çıkaran 4306 sayılı kanun yürürlüğe girdi. 13-14 Kasım 1997 Türkiye Cumhuriyeti, amacı uzman bakanların çalışma alanları ile ilgili konularda Avrupa Konseyi faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmalarını teşvik etmek olan Kadın-Erkek Eşitliğinden Sorumlu Avrupa Bakanlar Konferansı'nın dördüncüsüne ev sahipliği yaptı. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce İstanbul'da gerçekleştirilen konferansa Avrupa Konseyine üye 40 ülkeden 38'i katıldı. 176 kişinin katıldığı konferans sonucunda üye ülkelerin eşitlik politikalarına yön verecek bir deklarasyon hazırlandı. 23 Haziran 1998 Anayasa Mahkemesi kadının zinasını suç olarak düzenleyen Türk Ceza Kanunu'nun 440. maddesini anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı gerekçesiyle iptal etti. Gerekçeli karar 13.03.1999 tarih ve 23638 sayılı Resmi Gazetede yayımlandı. 17 Şubat 1998 743 sayılı Türk Medeni Kanun'un yerini almak üzere Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan Türk Medeni Kanunu Tasarısı Adalet Bakanlığı ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün ortaklaşa yaptığı bir toplantı ile kamuoyunun bilgisine sunuldu. 21 Ekim 1998 Adalet Bakanlığı, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, ve kadın kuruluşlarının oluşturduğu gündem sonucunda bekaret kontrolünün, ancak takibi şikayete bağlı suçlarda, mağdurun rızası alınarak, ırza geçme gibi re'sen takip edilen suçlarda ancak hakim kararı ile gecikmesinde sakınca bulunan hallerde ise Cumhuriyet savcısının yazılı izni ile yapılabileceğini düzenleyen bir genelge yayınladı. 1998 İçişleri Bakanlığı'nca nüfus cüzdanlarında yapılan düzenlemeye paralel olarak Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü'nce verilen dul ve yetim tanıtım kartlarındaki "Emekliye Yakınlığı" bölümünde yer alan "dul kadın vb." ifadelerin yerine sadece "eşi, kızı, oğlu, annesi, babası" gibi ifadelerin kullanılması sağlandı. 1998 Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin ana hedefleri çerçevesinde Türkiye'de kadının durumunu değerlendirmek amacıyla bir Araştırma Komisyonu kuruldu ve hazırlanan rapor kitap olarak Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yayımlandı. 17 Ocak 1998 Aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için gerekli tedbirlerin alınmasını düzenleyen 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlüğe girdi. 1998 Gelir Vergisi Kanunu'nda yapılan bir değişiklikle aile reisinin beyanname vermesi esası kaldırılarak kadınların kocalarından ayrı olarak beyanname vermesi sağlandı. 1998 Ankara Barosu Kadın Hukuku Komisyonu tarafından Ankara Adliyesi içinde şiddete uğrayan kadınlara hukuki danışmanlık ve psikolojik destek hizmetleri vermek üzere Kadın Danışma Merkezi kuruldu. 1999 İstanbul Barosu Kadın Hukuku Komisyonu Kadın Hakları Uygulama Merkezi'ni kurdu. 20 Mart 1999 Barolar bünyesindeki Kadın Hakları/Hukuku Komisyonları arasında koordinasyonu sağlamak amacıyla "Türkiye Barolar Birliği Kadın Hakları Komisyonları Ağı (TÜBAKKOM)" kuruldu. Giderek artan komisyonların sayısı 2001 yılı itibariyle kırk civarındadır.. TÜBAKKOM bünyesindeki Kadın Danışma Merkezlerinin kurumsallaşmış olarak sayısı iki olmakla birlikte pek çok komisyon danışma hizmetleri de vermektedir. Eylül 1999 Türkiye, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığı Önleme Sözleşmesi'ni onaylarken koyduğu aile hukukunu ilgilendiren 15 ve 16. maddelerine ilişkin çekinceleri kaldırdı. 1999 Kadın erkek eşitliği açısından önemli değişiklikler içeren Medeni Kanun Tasarısı hazırlanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunuldu. 16 Aralık 1999 Kadınların yaşadığı ayrımcı uygulamaların giderilmesine yönelik kurumsal mekanizmaların oluşturulması çalışmaları çerçevesinde Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve Norveç Büyükelçiliği işbirliği ile "Eşitlik Ombudu Ne Kadar İşlevsel? Norveç Deneyimi" konulu bir konferans düzenlendi. 14 Mayıs - 14 Haziran 2000 Kadın sorunlarını gündeme getirmek, tartışmalara her yöredeki kadınların katılımını sağlamak amacıyla Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, valilikler, barolar, üniversiteler ve gönüllü kadın kuruluşlarının işbirliği ile ülke genelinde "2000 Yılı Kadın Toplantıları" adı altında panel, konferans, şenlik, sergi vb. yaklaşık 200 etkinlik gerçekleştirildi. 01 Mart 2000 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yapılan çalışma çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde "Kadın Erkek Eşitliği Daimi Komisyonu" kurulmasına dair hazırlanan teklif, Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Komisyonunda görüşülerek, anılan Komisyon yerine "Kadın Erkek Eşitliğini İzleme Kurulu" kurulması yönünde karara varıldı. Kurulun oluşturulması TBMM içtüzüğünde değişiklik yapılmasına dair çalışmaların tamamlanmasını beklemektedir. 16 Mayıs 2000 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu işbirliği ile Avrupa Birliğine uyum sürecinde toplumsal cinsiyet eşitliği açısından Anayasanın değerlendirildiği "Avrupa Birliğine Giriş sürecinde Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Kadın Erkek Eşitliği Politikaları" konulu panel düzenlendi. 5-9 Haziran 2000 Türkiye, Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformunun sonuçlarının değerlendirilmesi, tam olarak uygulanmasının sağlanması, yeni eylem ve girişimlerin belirlenmesi amacıyla New York'ta yapılan "Kadın 2000:21.Yüzyıl İçin toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış" konulu Birleşmiş Milletler Genel Kurul Özel Oturumuna katıldı. Türkiye tarafından teklif edilen, kadın erkek eşitliği bakış açısının ana plan ve politikalara yerleştirilmesi, kota uygulamaları ve diğer araçlarla olumlu ayrımcılık politikalarının geliştirilmesi, erken ve zorla evlendirme ile namus cinayetlerinin kadınlara yönelik şiddet türleri arasında yer almasının yanısıra diğer temel konulardaki önerilerin Sonuç Belgesinde yer alması sağlandı. 8 Eylül 2000 Ek İhtiyari Protokol Türkiye tarafından imzalandı. Onay aşaması için Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine alındı. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinin daha etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamak amacıyla Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan Ek İhtiyari Protokol ile Sözleşmenin taraf devletler tarafından ihlali durumunda kişilere ve kişilerden oluşan gruplara başvuru hakkı tanınmakta ayrıca uygulamaları denetlemek üzere Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi (CEDAW) Komitesine yapılacak şikayetleri kabul etme ve inceleme yetkisi tanınmaktadır. 26 Ekim 2000 Kadına yönelik uluslararası sözleşme ve konferanslarda, eşitlikçi bir toplumsal yaşamın gereği olarak vurgulanan ders kitapları ve müfredatın eğitimin ilk basamağından başlayarak cinsiyetçi öğelerden ayıklanması hedefi doğrultusunda Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce "Eğitim Materyallerinde Cinsiyetçi Ögeler" konulu panel ile "Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik 1928'den Günümüze" konulu fotoğraf sergisi düzenlendi. Toplantıya ilişkin dokümanların derlendiği "Eğitim Materyallerinde Cinsiyetçi Öğeler" adlı kitap ile ayrıca "Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik" adlı bir araştırma kitap olarak yayımlandı. 24 Kasım 2000 Ülkemizde giderek artmakta olan töre cinayetlerine karşı kamuoyu oluşturmak üzere "25 Kasım Kadınlara Karşı Şiddete Hayır Günü" nedeniyle Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve Şanlıurfa Valiliği işbirliği ile "Kadına Yönelik Şiddet" konulu bir panel düzenlendi. Panel resmi düzeyde töre cinayetlerine karşı duruşun zeminini oluşturdu. 17 Şubat 2001 Türk Medeni Kanunu'nun yıldönümü nedeniyle TBMM Adalet Komisyonunda görüşülmekte olan Medeni Kanun Tasarısının eşitlikçi özünün korunarak yasalaşması için Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve kadın kuruluşları tarafından kamuoyu oluşturma faaliyetlerinde bulunuldu. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce "Türk Medeni Kanunun'un Kabulünün 75. Yıldönümü 2001 Gündemimiz: Tasarının Yasalaşması" konulu, tasarı ile öngörülen değişikliklerin değerlendirildiği bir panel gerçekleştirildi. Kadın dernekleri ve diğer sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla "Medeni Yasa Tasarısı İçin Hep Birlikte" yürüyüşü gerçekleştirildi. Nisan 2001 Kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanlığı ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün katkılarıyla Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Raporu'nda, eşitlik politikaları için bir alt yapı oluşturulması, hazırlanan tüm plan ve politikaların bu madde ile uyumlu olması gerekliliğinin sağlanması, aynı zamanda devletin eşitliği sağlamak için olumlu ayrımcılık dahil her türlü tedbiri almasının yolunu açmak üzere Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine bir fıkra eklenmesi önerisi; ulusal mekanizma olan Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü teşkilat yasasının çıkarılması; farklı statü hukukuna bağlı olarak çalışanların doğum izinlerine ilişkin farklı düzenlemelere son verecek ve ebeveyn izni müessesesini tesis edecek kanun tasarısının yasalaşmasının yanısıra ilgili her konuda işbirliğine gidilmesini öngören kısa ve uzun vadeli hedeflerin yer alması sağlandı. 16 Mayıs 2001 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, Kadın-Erkek Eşitliğini Ana Plan ve Politikalara Yerleştirme Stratejisini benimseyen ülke örnekleri konusunda bilgilenmeyi sağlamak üzere Hollanda Sosyal İşler ve Çalışma Bakanlığı Devlet Sekreteri'nin deneyimlerini aktardığı "Kadın-Erkek Eşitliğini Ana Plan ve Politikalara Yerleştirme: Hollanda Deneyimi" başlıklı bir konferans düzenlendi. 21 Haziran 2001 TBMM Adalet Komisyonunca kabul edilen Türk Medeni Kanunu Tasarısı Genel Kurula sevk edildi. 27-29 Haziran 2001 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, Norveç Büyükelçiliğinin katkılarıyla Ankara'da "Türkiye'de Kadın Politikaları ve Kurumsallaşma" konulu bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıya ilgili kamu kuruluşları, üniversitelerin Kadın Araştırma ve Uygulama Merkezleri ile gönüllü kadın kuruluşları temsilcileri katıldı. Toplantıda, hukuk, eğitim, çalışma yaşamı ve şiddet başlıkları altında çalışma grupları oluşturularak önümüzdeki dönem için hedefler belirlendi. 22 Kasım 2001 Yeni Türk Medeni Kanununun TBMM tarafından kabulü 1 Ocak 2002 Yeni Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesi 30 Temmuz 2002 CEDAW Ek İhtiyari Protokolünün onaylanması.
Not: Kanunlar kağıt üzerinde uygulayan yok...
12 notes
·
View notes
Photo
Nihal ATSIZ, Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 – 32
Tarihimizin bazı büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunmak, yahut Türk ırkının şu veya bu bölümlerini birbirine düşman saymak gibi yanlışlıklar sık sık yapılmaktadır. Bunların arasında en yaygını Çengiz ve Temir düşmanlığıdır. Bu düşmanlığı yapanlar arasında Şarlman”la Şarlken”i birbirine karıştıran felsefeciler bulunduğu gibi tarihçi geçinenler de vardır.
Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir”den “mahlûkat” diye bahsederek onların sarı “Moğol” ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü.
Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır.
Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:
1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir. “Hun – Türk münasebetleri” adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. (İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası).
2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur. Kendisinden önce Moğollar”a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir. Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen “Otuz Tatar” ve “Dokuz Tatar” adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar”la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar”ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen “budun”lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar”dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.
3- Fakat Çengiz”in “Moğol” topluluğu etnik değil, tıpkı “Osmanlı” tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır.
4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar”ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir.
5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, “Tatar” kelimesini Türkler”le Moğollar”ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır.
6- Türkler”in kendileri de “Tatar”ı Türkler”in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe”siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır. Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah”la birlikte Anadolu”ya gelen Türkleri “elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi” olarak kaydeder.
7- Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, hicrî 843”te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır. (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s. 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi). Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye”de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk”e düşmanlık diye bir şey yoktu. Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri”ni veya Tatarlar”ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu. Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, batılılara karşı da gösterilirdi.
8- Türkler”le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk”tü. Çengiz”in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi Togan, 1941”de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı küçük eserinde, (s. 18) ve 1946”da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan”ı 1221”de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz”in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler”den inen büyük bir uruktur. Çengiz”in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz”in aile adı olan “Börçegin”, “Börü Tegin”in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi “Çengiz” kelimesi de “Tengiz” yani “Deniz” kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçe”de “t” ile başlayan kelimelerin Moğolca”da “ç” ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.
Çengiz”in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz”in oğullarından Çağatay ve Ögedey”in adlarından gözükmektedir. “Çağa” ve “Öge” bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir.
9- Aksak Temir Bek”in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir��in Türklüğüne engel değildir. Temir”in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir. Ruslar tarafından Temir”in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur. Üstelik Temir”in anadili de Türkçe”dir.
10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi. Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir. Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır. Milâdî 1114”te, yani daha Çengiz”in ve Moğollar”ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî”nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:
“O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum. O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir. Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur.”
11- Oğuzlar”ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes”ûdî”nin kaydıdır. Mes”ûdî “Oğuzlar çekik gözlüdür. Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır.” demektedir. Genellikle Oğuzlar”ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri”nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır.
13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin”e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir. Herhalde Kül Tegin”in veya Gök Türkler”in de “Moğol” olduğu iddia edilemez.
14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden “Dih Hudây Ebu”l-Ma-âlîyi”r Râzi” Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: “Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller. Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var. Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur.”
Buradaki Çin”den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır. Tatarlar”ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir.
15- Bugün özellikle “Tatar” denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır. Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır. Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk”ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır.
Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek”i Türk”ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir. Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıtürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir.
Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler. Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler. Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur.
Türkler”den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur. Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir.
#cengiz han#timur#moğollar#türkler#tatarlar#kırım#türkiye#türk#nihal atsız#atsız#hüseyin nihal atsız#türkçülük#türkçü#anlamlı yazılar#anlamlı sözler#anlamlı cümleler#atatürk#mustafa kemal atatürk#ırkçı türkiye#ırkçılık#milliyetçilik#vaktiyle bir atsız varmış#gök türk#emir timur#timurlenk#çingiz
37 notes
·
View notes
Text
Erzurum Kongresi ve “Türklüğün Arkadan Hançerlenmesi” | Politika Gazetesi | Bir Ekmek Bir Politika
Erzurum Kongresi ve “Türklüğün Arkadan Hançerlenmesi”
Murat CEYİŞAKAR
Erzurum Kongresi ve “Türklüğün Arkadan Hançerlenmesi”
17.03.2016
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temel kodlarının ve bir anlamda da yol haritasının Erzurum Kongresinde belirlendiği söylenir. Erzurum Kongresi, kongreye katılan delegasyonun bileşimi açısından bir Kürt-Türk etnik ittifakı gibi sunulsa bile daha sonra ortaya çıkan halk ayaklanmalarından
burada kurulan ittifakın iki halkın ortak taleplerinden çok tek taraflı bir etnik dayatmanın ve bu dayatmayı Kürtler adına kabul eden çok sınırlı bir ‘‘Türklerin Kürtleri’’ ile yükselen Türk burjuvazisinin asimetrik bir ortaklığı olduğunu söylemek çok yanlış olmaz.
Kim ya da kimler hangi koşullarda böyle bir kongre toplamıştı. Kongreye katılan delegeler kimlerdir, hangi sınıfsal temsiliyetleri vardır bunlara göz atmadan resmi tarihin oldukça sislendirdiği bu kongreyi doğru anlamak oldukça zor görünüyor. Bu konuda ‘‘resmi tarih’’in en sık başvurduğu Nutuk’a biz de bir gözatalım...
‘‘Baylar, bildiğiniz gibi, Erzurum Kongresi 1919 yılı Temmuzu’nun 23’üncü günü, pek gösterişsiz bir okul salonunda açıldı. İlk günü, beni başkanlığa seçtiler.’’ (Nutuk 2. Bölüm)
Atatürk’ün 1927 yılında okuduğu bir anlamda resmi tarihin bütün olup bitenleri sislendirme çalışmasının başlangıç belgesi olan bu metinde anlatılan tarih, ciddi tarih araştırmacılarından çok önce bizzat savaşı yöneten, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi komutanlarca öfkeyle karşılandı. İçindeki bilgiler yanlış ve tek taraflıydı. Bütün silah arkadaşları tepki olarak birer ‘‘hatırat’’ yazdı; Kazım Karabekir’in yazdığı kitap daha basım aşamasındayken matbaa basılarak toplatıldı ve imha edildi. Bu gün elimizdeki kitap tesadüfen mücellitte kalan son kopyadan üretilmiştir.
Nutuk’taki ibarenin ilk cümlesine dönelim, bir cümlede neredeyse bütün sislendirme operasyonunun içeriği gizlenmiştir. Müthiş bir tarihsel imha ve katliam... Bir ulusun gerçekleri ulus hafızasından yok edilmeye çalışılmıştır...
‘‘Erzurum Kongresi 1919 yılı Temmuzunun 23’üncü günü, pek gösterişsiz bir okul salonunda açıldı’’
Evet, doğru... Erzurum Kongresi gösterişsiz bir ilkokul salonunda toplandı... Ancak bu okulun bir tarihi vardı... öğrencileri ve öğretmenleri vardı... Mensubu ve kumandanlığını yaptığı Osmanlı Ordusu bu öğrencileri ve öğretmenleri yok etmişti... 1901’de 27 Ermeni okulu bulunan Erzurum’da ‘‘ilaç için’’ bir tane Ermeni okulu kalmamıştı... İşte Erzurum Kongresi’nin yapıldığı bina, yağmalanan, el konulan, yakılan Ermeni malları ve kültür varlıklarından sadece birisiydi... Mustafa Kemal’in bunu bilmemesi mümkün mü...
1901 tarihli Ermeni Milli Nizamnamesi Tedrisat Komisyonu’nun yayınladığı rapora göre, Erzurum Ermeni ruhani önderliğine bağlı olarak eğitim veren, 5 adeti vilayet merkezinde olmak üzere toplam 27 Ermeni okulu bulunuyordu. 3.134 kız ve erkek öğrenciye sahip olan bu okullarda 85 kadın ve erkek öğretmen görevliydi. Sanasaryan Varjaran (Sanasaryan Okulu) ise eğitim kalitesi ile bu okullar arasında ilk sırada yer almaktaydı. Sanasaryan Okulu, Öğrencilerinin önemli bir kısmını Divriği, Diyarbakır, Ankara, Kars, Van, Eğin, Bayburt, Tokat, Tirebolu, Giresun, Malatya, Merzifon, Mutki, Çarşamba, Kiğı, Ordu, Eleşkirt, Trabzon, Muş, Arapgir, Amasya, Bandırma, Halep gibi pek çok yerleşimden gelen Ermeni yetim ve fakir gençler oluşturuyordu 1.
Ermeni kayıtlarına göre bölge Ermeni soykırımından önce bir kültür ve eğitim merkeziydi. Savaştan önce Sanasaryan okulu yöneticileri, öğrencileri ile birlikte daha güvenli olduğunu düşündükleri Sivas’a taşınsalar da kendilerini bekleyen acı sondan burada da kurtulamazlar, 1915’te öğrencilerinin ve öğretmenlerinin tamamı öldürülür.
Birinci Dünya savaşının başlamasıyla başlayan Ermeni Soykırımı savaş boyunca bütün Anadolu coğrafyasında devam etti, Osmanlı’nın İttihat ve Terakki’si ve Alman emperyalizmi ortaklaşa bir etnik temizlik yaptılar. Ekim devrimi ile bölgeden Sovyetler Birliği çekilince bölgedeki boşluğu Sykes Picot Anlaşması çerçevesinde İngilizler doldurdu. Şimdi savaştan tam dört yıl sonra Erzurum’da henüz gerçek amacının tarihçiler tarafından tam olarak çözülmediği bir kongre toplanıyordu... Erzurum Kongresi.
Kongre için çağrı yapan dernek, (Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti) sanıldığı gibi Erzurum’da üyeleri ve delegeleri olan bir dernekten çok ideolojik şekillenmesini Ziya Gökalp’in ırkçı, milliyetçi, Ermeni ve Kürt düşmanı fikirlerinden alan İttihat ve Terakki yanlısı bir örgüttü.
Arkadan Hançerlenme Saplantısı
Kemalist tarih yazımının daha doğrusu ‘’psikolojik harp dairesi’’ metinlerinin çok sık kullandığı bir tekerleme vardır... Arkadan hançerlenme... Tarihin bütün kırılma noktalarında Türkler nedense hep ‘‘arkadan hançerlenirler’’(!). Arap halklarının uluslaşma sürecinde, Ermeniler çoluk çocuk canlarından mallarından olmamak için can havli bir emperyalist Batı ülkesinden yardım istediklerinde, Kürt halkının Türk bombardıman uçaklarından kurtulmak için denize düşüp bir ‘‘yılana’’ sarılması, Türk milliyetçiliği açısından hep Osmanlıyı ya da Türkleri arkadan hançerleme olarak algılanır. Bu resmi tarihin ve ortalama bir eğitim görmüş bütün Türklerin sorgulamaya gerek olmadan içselleştirdiği bir ‘’a priori’’ kabullenmedir.
Oysa Ermeni halkı ve onun örgütlerinin önemli bir kısmı resmi tarihçilerin iddia ettiği gibi işgalcilerle işbirliği yapmamıştır. “14 Ağustos 1914’te Erzurum’da toplanan Taşnaksutyun VIII. Kongresinin özel bir önemi vardır. Kongre, başlamış olan savaştaki partinin konumunu belirleyecekti. Kongre açılmadan önce mebuslar genel seferberlik ilan edildiğini haber almışlardı. Bu nedenle kongre Osmanlıların savaşa fiilen girme olasılığının çok yüksek olduğuna ve olaylar bu yönde geliştiği takdirde partinin tüm şubelerinin vatani görevini yerine getirmek zorunda olduğuna karar verdi. Bu, Osmanlı Ermenilerinin, Osmanlı orduları saflarında dövüşecekleri anlamına geliyordu. Bunun içindir ki kimi Türk tarihçilerinin Ağustos 1914’teki kongrede Osmanlı İmparatorluğuna karşı itilaf devletlerinin yanında savaşa girme kararı almış olduğunu” söylüyorsa da bu sav gerçekle örtüşmemektedir 2.
“Kemalist imanından” kimsenin şüphe etmeyeceği Mahmut Goloğlu bile, Anadolu’da yapılan katliamlardan sonra bağımsız bir Pontus devleti arzulayan Rumların sayılarının az olmamakla beraber Trabzon’da Osmanlıya bağlı otonom bir devleti Türklerle beraber kurmayı planlayan ve bu konuda Türklerle ortak çalışmalar yapan ve Karadeniz Gazetesi çevresinde toplanan Rumlar ve Türkler’in - sayısı oldukça çoktu - etkili bir çevre oluşturduklarından bahseder 3.
Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeniler ve Rumlara yapılan zulüm, Türkiye’de ustaca gizlense de Batı Avrupa ve Amerikan kamuoyunda bütün detayları ile bilinmekteydi, savaşın hemen ertesinde Ermeniler için Erzurum’da Rumlar için ise Trabzon’da birer güvenli ülke kurma planlarına karşı sadece Ermeni ve Rum halka karşı yaşanan milliyetçi öfke patlamasının bir tezahürü olarak ortaya çıkmış yerel derneklerin desteklediği İttihat Terakki’nin öncülük ettiği yapılardı.
Şimdi izin verirseniz tekrar Mustafa Kemal’in Nutuk’ta Erzurum Kongresi’ni anlatan metnin başındaki ikinci ibareye dönelim...
“İlk günü, beni başkanlığa seçtiler”
Saray tarafından görevden alındığı halde kongreye ilk gün süslü püslü saray nişanları ve kordonları ile girmeye çalıştığı için kongreden çıkartılan Mustafa Kemal nasıl oldu da davetlisi bile olmadığı, delegesi bile olmadığı bir kongrede hem de ilk günde başkan seçilmiştir.
Kongreye katılmak için şark vilayetlerinin birinden delege seçilmek gerekiyordu oysa ki ne Rauf Orbay ne de Mustafa Kemal herhangi bir yerden delege seçilmiş değildi, kongre başlamadan Cevat Dursunoğlu ve Kazım Bey istifa etti yerlerine Mustafa Kemal ve Rauf Orbay delege olarak katıldı. Sonra Cevat Dursunoğlu ve Kazım Bey tekrar delege oldu. Kongre daha başında Kazım Karabekir’in zorlamaları ve entrikalarıyla kendi temsil özelliğini zedelemişti, Böylece Cumhuriyet ağacına ilk ‘‘Kurt’’ girmişti...
Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’nde Ne İşi Vardı...
Mustafa Kemal’in Anadolu’ya bir müfettiş olarak gönderilmesinin ihtimal birden çok nedeni vardır. Hiç değilse sarayın desteği ile ve resmi yazısı ile görevlendirildiğini biliyoruz. Ermeni katliamından ötürü bütün İttihat ve Terakki Partisi üyeleri aranmaktadır, kendisinin de tutuklanma ihtimali yok değildir, bu da bir neden olabilir. Saraydan tam olarak silinmemiş İttihat ve Terakkicilerin – mesela Esat Işık - gücü ve desteği ile bu göreve getirilmiştir. Ya da İstanbul’u işgal eden işgal kuvvetlerinin karargahı Pera’da ülkeyi İngilizlerden kurtaracak bir savaş planları yapacak kadar cesur ve kurnaz bir komutandır ve hiç kimsenin desteğini almadan bu kadar büyük çaplı bir dönüşümü, Nutuk’ta da sık sık vurguladığı gibi ‘‘tek başına halletmiştir’’.
Osmanlı hanedanı dağılmıştır ancak Osmanlı burjuvazisi ve feodalitesi yaşamaktadır. Ordu büyük bir imparatorluğun ordusu olarak yer yer terhislere rağmen ayaktadır... Gerçekte gizlenmeye çalışılan en önemli faktör de budur. Zürcher’e göre: “Savaştan sonra bile emir komuta zinciri bozulmamış, muhabere sistemi ile şifre kodlarını hala kullanabilen 130.000 kişilik bir ordusu vardı.” 4
Osmanlı devleti Osmanoğulları’nın İngiliz Muhribine bindirilerek güvenli ülkelere götürülmesi sırasında ülkeye başka bir muhrip İngilizlerle Malta’da anlaşmış yeni bir yönetici sınıfı taşımaktadır. İngilizlerden İttihatçılara oradan Yeni İttihatçı Kemalistlere kadar uzanan bu ‘‘kurucu irade’’nin utanılacak çok şeyi olmasa bütün bu süreci Erzurum ve Sivas kongrelerine bile katılmayan İnönü’nün ve Mustafa Kemal’in vatan sevgisi ve dehası ile açıklamaya çalışmalarına gerek kalmazdı.
Araştırmacı Akal’a göre, “Milli Mücadele kendiliğinden, demokratik bir şekilde, aşağıdan yukarı olarak yan yana gelmiş bazı kişilerin topladığı kongreler sürecinin sonucunda değil, tamamen, eskiden devleti yönetmiş olan İttihatçılar tarafından örgütlenmiş, yukarıdan aşağı bir şekilde kurulmuş olan Cemiyetler aracılığı ile yapılmış olan bir mücadeledir. Hem Şark vilayetlerindeki Müdafaa- i Hukuk Cemiyetleri, hem de Garp vilayetlerindeki Redd-i İlhak Cemiyetleri, Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti üyeleri, eski komitacılar tarafından kurulmuştur.” 5
1921 yılında Türkiye Komünist Partisi - TKP kurucuları Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşlarının Anadolu’ya geçmeleri de, TKP’nin ‘’Birinci Programı’’ nda belirlenen politikalar temelinde, burjuva devrimini bir anti-emperyalist savaşa dönüştürmek, milliyetçi savrulmaları engellemek ve bu mücadelenin nihai bir toplumsal kurtuluşa evrilmesi amacı ile ilişkili olarak değerlendirilmelidir.
Kongreye Türklerin ağırlıklı olarak yaşadığı Erzurum’dan 24, Sivas’tan 12, Trabzon’dan 18 delege katılırken Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Bitlis’ten 4, Van’dan iki kişi katılmıştı. Bu delegelerlerden 33 (bazı kaynaklara göre 53) kişi İttihatçı, ikisi Hürriyet ve İtilafçı idi. Delegelerin 22’si Kürt asıllı olmalarına rağmen Kürtleri temsil etmiyorlardı. Aksine İttihatçıların Türkçülük ideolojisini benimsemiş kimselerdi. Sürgünde olan Bedirhani’ler ve Kürt Teali Cemiyeti çevresi kongreye katılmamıştı. Kürt milliyetçilerin bulunmadığı Kongrede 7 Ağustos 1919 tarihli beyannemenin 1. Maddesinde Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Van, Bitlis vilayetleri dahilindeki toprakların ve üzerinde yaşayanların ayrılamayacağı ifade edilerek, Türk miliyetçilerinin Misak-ı Milli söylemi kağıda geçiriliyordu. Beyannamenin 8. Maddesinde ise Wilson’un ’milletlerin kendi kaderini tayin hakkı’ prensibinin geçerliliği vurgulanıyor, konunun toplanacak bir milli mecliste ele alınacağı vaad ediliyordu. 6
23 Temmuz 1919’da başlayan kongre yukarıda da belirttiğimiz gibi Doğu Anadolu’nun etnik mozaiğinin ağırlıklı renkleri olan Kürtleri, Ermenileri ve Rumları temsil etmekten çok dışlamayı hedefleyen bir girişim olarak kaldı. Uluslararası emperyalist ülkelerin yeni kurulacak devletin göstermelik de olsa bir temsiliyet kazanması talepleri doğrultusunda, az sayıdaki delege grubu içinde bile darbe üzerine darbe tezgahlanarak gerçekleşti. Kürt, Ermeni ve Rum halk sadece dışlanmadı aynı zamanda “iç düşman” ilan edildi. Bu gün yaşadığımız etnik kırılmaların tohumları Karakol Teşkilatı ve Mustafa Kemal önderliğindeki Türk burjuvazisi ve feodal mütegallibesinin benmerkezci ırkçı politikaları ile 1919 Temmuzu’nda Erzurum’da atılmıştır. Kongre, hukuk açısından da toplumsal meşruiyet açısından da hiç bir ilerici ve demokratik ilerleme sağlamamış, bütün ülkeyi temsil edeceği iddia edilen Sivas kongresine sadece önceden hazırlanmış kararları ve önceden belirlenmiş delegeleri taşımıştır.
Sivas Kongresine gönderilmek üzere, Heyet-i Temsiliye’ye şu isimler seçilmiştir:
1) Mustafa Kemal Paşa, 2) Rauf Bey, 3) İzzet Bey (eski Trabzon Mebusu), 4) Servet Bey (eski Trabzon mebusu) 5) Hoca Raif Efendi (Eski Erzurum Mebusu) 6) Sadullah Efendi (Eski Bitlis Mebusu), 7) Bekir Sami Bey (Eski Trabzon Valisi ve Ahrar Fırkası kurucu üyesi), 8) Ahmet Fevzi Efendi (Erzincan’da Nakşibendi Tarikatı Şeyhi). 9) Hacı Musa Bey (Mutki Aşiret Reisi) ve gayrıresmi üye Kazım Karabekir.
Bu liste gösteriyor ki Mustafa Kemal ve İttihatçılar geniş tabanlı bir katılım ve temsil görüntüsü altında genelde batı illerinden gelen ya da Kürdistan bölgesindeki Osmanlı bürokratlarını delege olarak seçmişlerdir. Buna kongre öncesi ve kongre sırasında kongrenin doğal delegesi sayılan Rawlinson’u da ilave etmeden geçmeyelim. Kemalist resmi tarih yazıcıları İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Milne’nin Kürdistan sorumlusu Rawlinson’la Mustafa Kemal arasında çok sert tartışmalar geçtiğini ve Erzurum Kongresini İngiliz askerleriyle dağıtma tehditlerini savurduğunu yazsalar da gerçek farklıdır.
Rawlinson: “Kongre öncesi ve sonrası Mustafa Kemal’le çok yararlı görüşmeler yaptık”
“Son derece ilginç bir görüşme idi ve 3.5 saat sürdü... Biz gelecek ile ilgili bütün ihtimaller üzerinde tartıştık. Milliyetçi Partinin nihai kararlarını müzakere ettik. Mustafa Kemal Paşa bana o gün kabul edilen Millî Paktı anlattı. Bu Pakt ilk defa burada ileri sürülmüştü ve milliyetçilerin ana esası olarak ele alınmıştı”. Bu görüşmede, Mustafa Kemal Paşa, Rawlinson’a kongrenin nihai metnini ertesi gün sınıra telgrafla bildireceğini vaat etmiş ve ertesi gün de “bunu büyük bir özenle” yerine getirmiştir.
Bu görüşmede Kazım Karabekir’in “dışarı çıkartıldığını” ancak daha sonra Kazım Karabekir ve Ömer Fevzi gibi Erzurum kongresine katılan bir çok delegenin Rawlinson’la gizli görüşmeler yaptığını gene Rawlinson’un anılarından biliyoruz.
Kongre için söylenebilecek ve en az üzerinde durulan konulardan biri de kongreye katılan ve Mustafa Kemal gibi düşünmeyenlerin tehdit edilmeleri ve korkutulmalarıdır. Atatürkçü düşünceye yakınlığı kuşku götürmez tarihçi Goloğlu’nun kongreye katılan ve araştırma yapıldığında yaşayan bir çok delege Mustafa Kemal gibi düşünmedikleri için Topal Osman tarafından tehdit edildiklerini ve korktuklarını söylemiş olmalarıdır. Kongrede Mustafa Kemal ve arkadaşlarının düşüncelerine karşı çıkan Ömer Fevzi, Hüseyin Abanozoğlu, İbrahim Hamdi ve Selahaddin Abanozoğlu grubundan Ali Naci Duyduk, kongreden dönünce “ben hemen gazetemi kapattım. Fakat asıl tehlike Giresun’daydı...Topal Osman birden bire değişmiş, bize hasım olmuştu” derken; İbrahim Hamdi gibi bazı delegeler de kongreye katıldıkları halde Nutuk’ta ve diğer kitaplarda kendilerinden bahsedilmediğinden şikayet etmektedir. İbrahim Hamdi aynı mektupta Giresun’da silahla dolaşan Topal Osman’ın tehditlerinden korkarak İngiltereye gittiğini söylemektedir. 7
Kongrenin tutanaklarını tutan Abdullah Hasip Ataman, “7 Ağustosta memleketin kurtuluşuna ait bilinen temel kararlar alındıktan sonra Heyeti Temsiliye’ye (8 kişilik) dağılma kararı verdi. Bu kararnameyi bütün üyelere imza ettirdim. Beş kişi imza etmemişti. Bunlar şunlardı: Hüseyin Abanoz, Ömer Fevzi Eyüpoğlu, Yusuf Ziya, Dr. Ali Naci, Duyduk, İbrahim Kitapçı.” 8
Kongreye elli delege katılıyor 8 delege Heyeti Temsiliye’ye ve Sivas’a gitmek üzere seçiliyorlar ancak bu 8 delegenin sadece üçü kararları imzalıyor... Alevi ve Zaza bölgelerinden çağrı yapılmadığı için gelmeyenler, farklı düşündüğü için Topal Osman’a tehdit ettirilen delegeler, 8 kişilik Heyeti Temsiliye’nin sadece üçüne imzalatılabilen kararlar... İnsan, temsil niteliği neredeyse İttihat Terakki’nin Karakol adlı gizli örgütünün üç elemanı ile sınırlı kalan Erzurum Kongresi’nin hangi amaçla Erzurum’da toplandığı sorusunu sormadan edemiyor doğrusu.
Mustafa Kemal, Rauf Orbay ve Kazım Karabekir böyle bir kongreyi pekala İstanbul’da da toplayabilirlerdi.
-----------------------------------------------------------------------------
1 Zakarya Mildanoğlu 14.07.2014, Agos arşivinden: Sanasaryan Varjaran’ın gasp edilen ‘yetim hakkı’
2 Badmutyun S. D. Hınçakyan Gusagtsutyan, s. 374. (Aktaran Arsen Avagyan, Ermeniler ve İttihat Terakki)
3 Erzurum Kongresi, Mahmut Goloğlu, İş Bankası Kültür yayınları, s. 45.
4 Milli Mücadelede İttihatçılık, Erik Jan Zürcher
5 Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm, Emel Akal, T.ÜSTAV Yayınları
6 BDP Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması Raporu, 2013 Ankara
7 Erzurum Kongresi, Mahmut Goloğlu, İş Bankası Kültür yayınları, s. 45.
8 A.g.e.
0 notes
Photo
Değerli dostlar, Türk Milleti olarak : tarih boyunca ezeli ve azılı düşmanlarımız ve onların emir ve güdümündeki içimizdeki ihanet ve fitne odakları ile mücadelemiz hep olmuştur. Milletçe adeta yaşam mücadelesi verdiğimiz, yıllarda, milletimizin aydınlık yarınlara ulaşması için her türlü gayret ve fedakarlığı yapan İsmail Gaspiralı büyüğümüzü rahmetle, minnetle, şükranla ve saygıyla anıyoruz. Onun fikirlerinin, gayretlerinin hala bizi milletçe aydınlık yarınlara ulaştırabilecek fikirler olduğuna inanıyorum. Mekanı Cennet olsun. Amin inşaAllah. İsmail Gaspıralı Kimdir? “Usul-ü cedid” hareketinin başarısı ve Ekim Manifestosu ‘ndan sonra müslümanların kazandığı hürriyet, öte yandan “Müslüman İttifakı” için yapılan kongreler Gaspıralı’nın cesaretini arttırdı. Gerçekte, yaptığı bütün faaliyetler, onun Türk birliğinin daha ileri bir merhalesi olarak İslâm birliğini hedeflediğini, fikrî yapısının Türkçü olduğu kadar, İslamcı bir nitelik de taşıdığını göstermektedir. Nitekim 1907’de, Kahire’de bir “İslâm Kongresi” toplayabilmek için büyük gayret sarf etti. 1910’da ise Hindistan’a gitti ve Bombay’daki “Encümen-i İslamiye”nin toplantılarına katılarak görüşlerini anlattı. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelmiş ve büyük bir heyecanla karşılanmıştır (1909). Türkiye Türklüğüne büyük bir ilgi duyan Gaspıralı, Kırım’da da Rus basınına karşı Türkiye’yi savunmaktan, aleyhteki yazılara cevap vermekten asla çekinmemişti. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İstanbul’a tekrar gelerek Türkiye’yi savaşa girmemesi hususunda uyarmaya çalışan Gaspıralı, Türk dünyasının yetiştirdiği nadir zekalardan biriydi, büyük bir mücadele adamı ve gerçekten inanmış bir idealistti. Gaspıralı İsmail Bey, 11 Eylül 1914 Cuma günü Bahcesaray’da vefat etti. Ertesi gün muhteşem bir cenaze töreniyle, Mengligiray Han türbesi civarında toprağa verilen büyük idealistin ölümü, bütün İslâm dünyasında çok büyük bir teessür uyandırdı. En içten dileklerimle. https://www.instagram.com/p/CFBd_Hhsmdy/?igshid=xglg5nau4heg
0 notes
Text
S-400 VE F-35 KAYNAKLI YALAN VE DEDİKODULAR
28.05.2019 / ANAKARA Erdem sahibi olmak ve dürüst davranmak her başarının ilk anahtarıdır. Eğer bunlar birinde yoksa, bilin ki, o insan yalancı ve hırsızdır. Dahası bu kötü özelliklerini saklamak için de dedikodu üretmektedir. Özellikle İstanbul’un başkent olmasıyla birlikte, Osmanlı imparatorluğunda, Anadolu ve oranın bilinen tarih öncesinden beri esas yerleşiği olan Türkler hep ihmal edilmiştir, horlanmıştır ve aşağılanmıştır. Osmanlı imparatorluğu kendi kendini batırdığında, Balkanlarda onlarca devlet kurulmuştur ama Anadolu yarımadasında tek bir devlet kurulmuştur. O da hep horlanan, aşağılanan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Hiçbir yatırımın, bayındırın olmadığı, çiftçinin en fazla bire iki aldığı, “onbeşlilerin” kalmadığı savaşa gidenin gelmediği, küçük büyük demeden kadın kız gözetilmeden herkesin ırzına geçildiği, katledildiği bu çorak topraklarda bütün sefalete rağmen tek bir devlet kuruluyor ama Osmanlının tüm parasını aktardığı balkanlarda onlarca devlet kuruluyor. Neden acaba? Ben Osmanlı tarihine ve İnkılap tarihine bu gözle bakıldığını henüz görmedim. Yanıtını çok kısa bir şekilde vereceğim: Devleti kuran Mustafa Kemal’in kişisel özelliğinden kaynaklanır bunun sırrı. O da üstün insani erdemlere sahip olması, dürüstlükten milim şaşmaması, geçiniz halkı, yakın çevresine bile yalan söylememesi ve hırsızlık yapmadığı gibi hırsızı affetmemesidir. Bir acı kahvenin pişirilemediği zamanlar çok olmuştur. Akşamları mideye bir şey girmeden yatıldığı vakayı adiyedir. Ama çalma çırpma yoluna hiç gidilmemiştir. Sefaletin kol gezdiği, hastalıktan kırılmayanın olmadığı topraklarda, borçsuz ve çokça üreten bir medeniyet yaratılmıştır, kendi silahını, uçağını, tankını yapar olmuştur. Halktan ödünç alınan her şey geriye fazlasıyla ödenmiştir ama her şeyin bol olduğu son 15 yılda neredeyse 600 milyar dolar borçlandırılmıştır bu millet. Bu kısa girişten sonra başlıkta verdiğim konuya değinmek istiyorum. Gerçekte hiç yazmak istemediğim konulardandır bunlar. Çünkü hem “bu silahların” uzmanı değilim hem de bu tür konular, günümüzde, daha ziyade siyasallaşmış durumdadır. Yani üzerinde onlarca yalanın döndürüldüğü konulardır. Uzun yıllar savaşan biri olarak başkalarının kanı ve canı üzerinden pazarlık yapılmasından, siyaset üretilmesinden hoşlanmam ve bunu insanlık haysiyetine aykırı bulurum. Ne var ki, günümüzde hiçbir şey bilmeyen siyasetçilerin en çok yaptığı da budur. Çünkü kendilerine bir şey olmayacaktır. Çünkü bunların seçmen tabakası “olmayan” kahramanlıklarının okşanmasını isterler ama gerçekte olan ise korkaklıklarının okşandığıdır. Niye olmayan kahramanlık diyorum; çünkü bunlar bırakınız savaşmayı, askerlik yapmaktan bile kaçanlardır. Buna gerekçem ise, günümüz gerçeğinde meclis genel kuruluna sunulan ve Türk ordusunu dahası “Ordu-Millet” kavramını bitireceği her halinden belli olan askerlik yasasının durduk yerde gündeme gelmemesi, seçmen etkisi ile olmasıdır. Oysa asıl olan aklın okşanması olmalıdır, değil mi? Bizim kahramanlara ihtiyacımız yok, dâhilere var. Patriot füzesi kendimi bildim bileli var. ABD ordusunda 1980’li yılların başında hizmete girmiştir. Sovyetlerin S-200’lerinin üzerine üretilmiştir. S-200 füzeleri 1967 yılında hizmete girmiştir ve herkesin yıkmak için uğraştığı Suriye bu silahlar ile her türlü pisliğin yaratıcısı olan İsrail’in hava saldırılarına karşı koyabilmektedir. Sovyetler, Patriotlara karşı olduğu düşünülen S-300 füzelerini ise 1970’li yılların sonunda üretmiştir. Aslında tarihleri incelendiğinde sanki Patriotlar S-300 karşılığıymış gibi görünüyor. Konu bu değil. Gelelim Türkiye’deki bu tür hava savunma sistemlerine. Nike-Hercules, Hawk ve Rapier gibi sabit rampalı sistemler ile tek kişinin kullandığı Stinger ve benzerlerinden oluşan sistemler mevcut idi. Bunlara hava savunma topçusunun çeşitli çapta silahları ile birlikte 20 ve 35’lik Oerlikon bataryalarını da eklemeliyiz. Ancak bunların hiçbirisi günümüz savaşlarında etkin değildir. Çünkü bunlara düşman tepenize geldiğinde işe yarıyorlar. Düşman uçağı daha havalanır havalanmaz veya füzesini ateşler ateşlemez tespit etmek ve vurmak gerekiyor. Nike-Hercules ve Hawk füzeleri zamanla yerlerini yerli üretim Hisar füzesine bırakmıştır. Yukarıdaki basit bilgiler hiçbir şeyi açıklamaz. Asıl önemli olanın üzerinde siyaset yapılan ve onlarca yalan söylenen, dedikodu üretilen kısmıdır. Benim daha öğrenci iken bildiklerimi, bu ülkeyi öteden beri “yönetmek” isteyenlerin bilmemesi kadar acı bir şey olamaz. Zaten onların “bir şeyleri bilmek” ilgi alanı değilmiş, bu da en açık hali ile görüldü. ABD ve yandaşlarının 1991 yılında hedef seçtiği Irak’a yaptıkları birinci körfez savaşı vardır. Bu savaşa girmemiz istendi. Siyasi otoriteler girmek için can attı ama Türk ordusu buna kurumsal tepki gösterdi ve genelkurmay başkanı tereddüt etmeden istifa etti. Türk ordusunun savaşa girmek istememesinin altında yatan birçok nedeninden birincisi hava savunma, ikincisi ise NBC korunma sistemlerinin olmamasıdır. Çünkü Irak düşmanlarına SCUD türü füzeler ile taarruz etmekten hiç çekinmiyordu. İyi de ediyordu. Peki, ülkeyi yöneten siyasiler buna bir çözüm buldu mu? Hayır. Tamam, 1991 yılında bunu çözemezsiniz, 1992 yılı bu işi çözmenin ilk adımı olsaydı ya… Olur mu? Sorunlar çözülürse kime yalan söylenecek? Kime karşı mağdur rolü oynanacak? Bu tür silah sistemlerinin, anılan tarihe kadar, ülkede üretilmemesi veya edinilmemesi de ayrı bir konudur. 2003 yılında ikinci körfez savaşı da kapımızı çalmakta gecikmedi. ABD Türkiye’yi yanında görmek istedi. Yine, bir şekilde, savaşa girilmedi. Askeri gerekçe daha değişik değildi, aynıydı. Peki, bunda bir şey yapıldı mı, yani geçtim 2003 yılını 2004 yılında bir şey yapıldı mı? Hayır, yine yan gelindi ve yatıldı. Yan gelip yatmanın gerekçesinin yukarıdaki ile aynı olduğunu düşünüyorum. 2012 yılına geldiğimizde, kendim için konuşuyorum, 15-20 yaş birden yaşlandım. Niye mi? Hiç olamayacak bir cümleyi bir haber yazısında okudum. Hep birlikte AKP genel başkan yardımcısı ve parti sözcüsü olan Mahir Ünal’a kulak verelim: Bir konuşmasında “Biz 2012’de Türkiye’nin hava savunma sitemi olmadığını fark ettiğimizde…” diye başlayan cümleler dizisi vardır. Ayrıntılar için BURAYI tıklayınız. Devletin bir işleyişi vardı. “Vardı” diyorum artık olmadığını düşündüğümden böyle yazıyorum. Devlet bürokrasisi, her yeni iktidar olan siyasiye, ilgi alanıyla ilgili olarak sunumda bulunur. Türk Ordusunun yetkili makamları 2002 yılında iktidar olan mevcut iktidar partisine de bu sunumu yapmıştır. Sunumda hava savunmasından ve NBC korumasından da bahsedilmiştir. Ama değişen bir şey olmadığını tam 17 yıldır, öncesini de hesaba katarsak 28 yıldır görüyoruz. Çünkü kendilerine politikacı denen kişiler, nedense, her şeyi uzmanından bile daha iyi biliyor. Buna yapacak bir şey yok, ne yazık ki… 2002 yılında iktidar olan parti 2012 yılında bunu öğreniyorsa, aradan geçen zaman içinde ne yaptı veya bunlar ülkenin sorunlarını çözmek için iktidar olmadı mı diye sormayacağım. Yanıtı belli. Türkiye’nin sorunlarını çözmeyenler acaba neyin peşinde iktidar oldu diye de sormayacağım. Onun da yanıtı belli; kendi siyasi menfaatleri uğrunda çabaladılar, “çalışıp” durdular. Belli olmayan ise neden sürekli yanal hareketler yapıldığı ve halkın oyalandığıdır. Diyelim ki 2012 yılında bu işi öğrendiler ve bu işi çözmeye kalktılar. Evet, bir yere gelinebilirdi hatta istenen silah sistemine de sahip olunabilirdi, hem de yerli üretim ile… Çünkü ellerinin altında Hisar, Toros serisi füzeler ile Korkut silah sitemleri var. Bunlar ROKETSAN ve ASELSAN üretimidir. Ama yapılmadı. Niye? 28 yıl evveline gidildiğinde bu işe o gün başlansaydı, Türkiye Patriot ve S-400 türü hava savunma sistemleri gibi bir sistemi üretmiş ve diğer ülkelere satıyor olurdu. Dikkat edin olabilirdi demiyorum, olurdu diyorum. Çünkü ortalık yerde, yukarıda ismini verdiğim, ulusal silah sanayinin dünya çapında üretim yapan şirketler var. İlginçtir, bu şirketlerin hepsi de Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfına aittir. Demek ki, neymiş? Yanıtını siz verin. Ama ne yapıldı? Önce Çin’den alınmak istendi. Anlaşma sağlandı. NATO ve ABD’den gelen baskı ile bundan vazgeçildi. Oldu mu sana uluslararası itibar sıfırlanması? Derken tek kişinin kararı ile Rusların S-400 sistemi bir anda alınıverdi. Bunda Rus uçağının düşürülmesinin ve Rusya’dan özür dilenmesinin, bunun yanında uçak düşürme sonrasında istenen NATO yardımının NATO’da karşılık bulmaması da etkendir. Ne oldu da beşinci madde yürürlüğe konulsun istendi, anlaşılmadı. Yine olsun yine düşürürüm diyenler sustu, kaldı. Oysa Rusların herhangi bir taarruz tehdidi olmadığı gibi hareketlenen askeri birlikleri de yoktu, sadece ekonomik yaptırımlar uygulandı. Bu arada ABD kongresi Patriot satışının önündeki engelleri kaldırdı. Şu anda S-400’den kaynaklanan büyük bir uluslararası siyasi ve ekonomik baskı var. Sonucun ne olacağını hep beraber göreceğiz. Değerlendirmem S-400’den bir an evvel kurtulmak istendiğini ama bir türlü bir yerlere gönderilemediği yönünde. Çünkü ülkenin acilen 200 milyar dolara ihtiyacı var ve para Batı’da. Gelinen noktada, ABD ekonomik ve siyasi baskının yanında F-35 baskısı ve şantajı da yapmaktadır. Büyük olasılıkla parasını ödediğimiz uçaklar bile verilmeyecektir. Eğitim için verilen dört uçak Türkiye’ye verilmiş değildir. Onlar Türkiye’nindir ama teslimatı yapılmamıştır. Sadece eğitim için verilmiştir. Son zamanlarda “Batı Türkiye’ye saldırmak ve işgal etmek istediği için hava savunma sistemi almamızı istemiyor, kendisi de satmıyor” dedikoduları dolandırılıyor ortalık yerde. İyi, soralım o zaman. F-16’lar niye verildi ve Türkiye’de üretimi sağlandı? Devam edelim; Batı’nın en gelişmiş uçağı olan F-35 için niye 100+16 adetlik satış anlaşması Türkiye ile yapıldı? Dahası Türkiye F-35’lerde üretici konsorsiyumunun en önemli ülkelerinden biridir, niye böyle bir yola girildi? Dedikoduları kimlerin uydurduğunu bilemem ama inananları görmekteyim. Kendilerine bu soruları sorsunlar ve yanıtlarını arasınlar. Hiçbir akıllı devlet, kendi kendini yok etme yeteneğine sahip bir millete karşı fiziki güç kullanmaz. İşte böyle yemler, ülke içinde proje adamlar ve gruplar üreterek birbirine düşmesini sağlar. Biz birbirimizi yemeyi bıraktığımızda o korkulan bölünme, işgal, istila, saldırı, o, bu olmaz. Biz birbirimizi yemedikçe hiçbir sorun yaşamayız. Ha denirse ki biz birbirimizi yer miyiz? Derim ki, ya ne yapıyoruz şu anda? Bu arada, kişisel fikrimi soracak olursanız, özetle yanıtlayayım: Rusların da, Batının da, hırsızların da, yalan söyleyenlerin de, dedikodu üretenlerin de canı cehenneme. Sanırım özlü biçimde anlattım. Bu ülkenin LAİK CUMHURİYETE inanan evlatları onların ürettiklerinden daha iyilerini yapacak bilgi ve beceridedir. Yeter ki “gölge edilmesin.” Bu işler inşallahla, maşallahla, tespih çekerek, boş yere dudak kıpırdatmalarla, milyarlarca rekât namaz kılmakla, bir ömür boyu oruç tutmakla olmaz. Bu işler bilimle olur, bilimle. O bilimin de ne hale getirildiğini yeni milli eğitim yasa taslağı ile görüyoruz. S-400’lerin kullanılmaya başlandığında F-35’lerin sırlarına erişeceği söylenmektedir. Ben de tam tersi olan “madem öyle, bu durumda F-35’ler de S-400’lerin sırlarına erişecektir” hükmünü vererek bu kaynak kodlarına erişme kısmını açmadan kapatayım. Çünkü bu oldukça uzun ve uzman görüşü gerektiren bir konudur, ayrı bir başlık altında yazılmayı hak ediyor. Son sözüm, dürüstlük ve erdemin parlatılması milletin hayrına olacaktır. Read the full article
0 notes
Text
"Atatürk Kürtlere Özerklik Verdi" Yalanı
En katmerli Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri, “Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtlere özerklik ve bağımsızlık sözü verdiği, ancak daha sonra bu sözünde durmadığı” biçimindedir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında, “Atatürk ve TBMM tarafından Kürtlere özerklik verildiği” yalanının temel kaynağı, Robert Olson’un “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion, 1880-1925” adlı kitabıdır.[1]
Olsen’in yalanının Türkiye’de taraftar bulması fazla gecikmemiştir.
15 Temmuz 2009 tarihinde Abdullah Öcalan, avukat görüşmesinin bir yerinde, “10 Şubat 1922 tarihinde Meclis’in gizli oturumlu 18 maddelik bir kararı var. Bu karar 64 red oyuna karşılık 373 kabul oyuyla kabul edilmiş bir yasadır. Dikkat edilirse 64’e 373! Bu, Meclis arşivlerinde mevcuttur, devlet yetkilileri bunu biliyorlar. Bu kararla Kürdistan’a başta özerklik olmak üzere birçok hak tanınmış.” diyerek, Olsen’in yalanını dillendirmiştir.
Öcalan’ın bu açıklamalarından sonra Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen “Kürtçülerin” ağzında sakız olan bu yalanı gündeme getirenler arasında Prof. Dr. Cemil Koçak ve -sonradan vazgeçmiş olsa da- Doğu Perinçek de vardır.
Şimdi gelin, son zamanlarda “demokratik özeklik” nutukları atan “malum siyasi partinin” milletvekillerinin ve sempatizanlarının “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve TBMM, Kürtlere özerklik vaad etmişti” yalanını deşifre edelim…
Yalanın Ayakları
“Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve TBMM, Kürtlere özerklik vaad etmişti!” yalanı şu “ayaklar” üzerinde durmaktadır.
1. 22 Ekim 1919’da, İstanbul Hükümeti’yle Heyet-i Temsiliye arasında yapılan Amasya Görüşmeleri sonrası hazırlanan protokollerden birinde (2. Protokol), Atatürk Kürtlere özerklik vaad etmiştir!
2. Koçgiri İsyanı’ndan sonra Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
3. 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
4. Atatürk 16/17 Ocak 1923 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde “Kürtlere özerklik verileceğini” söylemiştir!
5. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki konuşmalarında “Kürdistan” tabirini kullanması “bağımsız Kürdistan”ı tanıdığının işaretidir!
Şimdi de sırasıyla bu “ayakları” devirelim!
1. Ayak
22 Ekim 1919’da, İstanbul Hükümeti’yle Temsil Heyeti arasında yapılan Amasya Görüşmeleri sonrası hazırlanan protokollerden birinde, Atatürk Kürtlere özerklik vaad etmiştir!
Bilindiği gibi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasındaki Sivas Kongresi, İstanbul’daki Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin tertiplediği Ali Galip Olayı’yla dağıtılmak istenmişti. Elazığ Valisi Ali Galip, İngiliz casusu Noel’le birlikte Sivas-Malatya hattında ayrılıkçı Kürt aşiretlerinden toplayacağı silahlı adamlarla Sivas’ı basarak kongreyi dağıtacak ve Atatürk’ü de öldürecekti. Ancak Atatürk, daha önce anlattığımız gibi, aldığı önlemlerle Ali Galip olayı’nı sonuçsuz bırakmıştı. Ali Galip Olayı’nın İstanbul’daki Damat Ferit Hükümeti’nce tertiplenmiş olmasına çok öfkelenen Atatürk, bu olay sonrasında İstanbul’la bütün haberleşmeyi ve bağlantıyı kesmiştir. Bunun üzerine Damat Ferit Paşa Hükümeti görevden alınarak yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti’ni kurulmuştur. Ali Rıza Paşa Hükümeti de Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı, Temsil Heyeti adına Atatürk’le görüşmesi için Amasya’ya göndermiştir.[2]
Salih Paşa ile Atatürk, 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’da görüşmüşlerdir. Atatürk, Amasya Görüşmeleri’nden önce üç konuda (İstanbul Hükümetinin dış politikası, iç politikası ve ordunun yönetimi) kolordu komutanlarının görüşlerini almıştır
Salih Paşa ile Atatürk arasında üç gün devam eden Amasya Görüşmeleri sonunda ikişer sayı olmak üzere beş protokol düzenlenmiştir. Bu beş protokolden üçü, karşılıklı olarak imzalanmış, ikisi ise gizli sayılarak imzalanmamıştır.[3]
Amaysa Görüşmeleri sonrası alınan kararlar kolordulara da bildirilmiştir.[4]
Atatürk, Nutuk’ta bu protokollerin içeriklerinden de söz etmiştir. “Amasya Görüşmeleri’nde Atatürk Kürtlere özerklik vaad etti!” diyenler, işte Atatürk’ün Nutuk’ta söz ettiği bu protokollerden birine, 2. Protokole dayanmaktadırlar.[5]
Atatürk, söz konusu protokol hakkında, “22 Ekim 1919 günlü ikinci protokol, uzun süren bir görüşme ve tartışmanın tutanak özetidir” demiştir.[6]
Atatürk’ün Nutuk’taki ifadeleriyle, 22 Ekim 1919 tarihli 2.Protokol şudur:
“1. Bildirinin birinci maddesinde düşünülen ve kabul edilen sınırın, en az bir istek olmak üzere elde edilmesi gerektiği birlikte kabul edildi.
Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olan karıştırıcılığın önüne geçmek uygun görüldü. Şimdi yabancıların işgalinde bulunan bölgelerden Kilikya’yı, Arabistan ile Türkiye arasında bir tampon devlet meydana getirmek için anayurttan ayırmak istendiği söz konusu edildi. Anadolu’nun en koyu Türk ortamı ve en verimli zengin bir bölgesi olan bu toprakların hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilemeyeceği; Aydın ilinin de aynı kesinlikle ve yeğlikle yurdun bölünmez parçalarından olduğu ilkesi genel olarak kabul edildi”.[7]
Bu protokol dikkatle okunduğunda, bırakın herhangi bir etnik unsurun veya bölgenin “özerkliğini” veya “bağımsızlığını”, tam tersine “… bu toprakların hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilemeyeceği…” belirtilerek, Türkiye’nin “birliği” ve “bütünlüğü” vurgulanmıştır.
Ancak, 22 Ekim 1919 tarihli 2. Protokoldeki bazı ifadeler, 1960’lı yıllara kadar kamuoyundan saklanmıştır.
2. Protokolün bu “saklanan” bölümlerini, (Başbakanlık Arşivi’ndeki belgenin aslını) Tarihçi Faik Reşit Unat, 1961 yılında “Tarih Vesikaları Dergisi”nde yayımlamıştır. Yani, Cumhuriyet tarihi yalancıların iddia ettiği gibi bugün bu protokol saklı değildir; bu protokol 1961 yılından beri, 50 yıldır araştırmacıların hizmetindedir. Ancak 50 yıldır öylece duran bu protokol, bugün birileri tarafından istismar edilerek, “ayrılıkçı Kürt hareketine” tarihsel dayanak yapılmaya çalışılmaktadır.
Nutuk’ta yer almayan ve 1961 yılına kadar saklanan bölümde şu ifadeler vardır:
“Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu... Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve…”[8]
İşte, 1961 yılına kadar saklanan o bölümüyle birlikte 2. Protokolün tamamı:
“Bildirinin [Sivas Kongresi Sonuç Bildirisi] birinci maddesinde, Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en az bir istek olmak üzere elde edilmesi gerektiği birlikte kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü...”
2. Protokolün tamamını incelediğimizde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
1. Osmanlı’nın (Türkiye’nin) sınırı, Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsamaktadır.
2. Kürtlerin Osmanlı’dan (Türkiye’den) ayrılması imkansızdır.
3. Kürtlerin, gelişme özgürlüğü sağlayacak biçimde “ırk hukuku” ve “sosyal haklar” bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilecektir.
4. Yabancılar tarafından Kürtlerin kışkırtılmasının önüne geçilecektir.
İşte, gizlisiyle açığıyla, 2 numaralı Amasya Protokolü!
Allah aşkına! Bu protokolün neresinde, “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan ifadesi veya iması vardır?
“Türkiye’nin sınırlarının Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziler” olduğunu söylemek, Kürtlere, özerklik veya bağımsızlık vermek değil, tam tersine Türklerin ve Kürtlerin ortak bir vatanda “tek millet” olarak yaşayacaklarını ifade etmektir. Ayrıca bu ifadeyle, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kuzey Irak’ın (Musul’un) da Türkiye sınırları içinde olduğu vurgulanmak istenmiştir.
“Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasının imkansız olduğunu” söylemek, Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verilmesinin söz konusu olmadığının en açık kanıtıdır.
Kürtlere gelişme özgürlüğü sağlayacak şekilde, “ırk hukuku” ve “sosyal haklar” verilmesi ise, “insan hakları” ve “demokrasinin” bir gereğidir. Buradan Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verildiğini çıkarmak olanaksızdır.
Çok daha önemlisi, Kürtlere verilecek olan “ırk hukuku” ve “sosyal hakların” Kürtlerin yabancılarca kışkırtılmasının önüne geçmek, Kürtleri Türklere ve Milli harekete yakınlaştırmak amacı taşıdığı 2. Protokolün sonunda, çok açık bir biçimde ifade edilmiştir:
2. Protokolün sonundaki: “…Yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü...” cümlesi, Atatürk’ün bütün amacının, Kürtlerin yabancılarca Milli harekete karşı kışkırtılmasını önlemek olduğunu kanıtlamaktadır.
Amasya Görüşmeleri’nin yapıldığı Ekim 1919’den üç ay kadar önce Mayıs-Haziran 1919’da Kürt kökenli Ali Batı İsyanı’nın çıkmış olması, bir ay kadar önce de Eylül 1919’da Kürtleri kışkırtmayı amaçlayan Ali Galip Olayı’nın yaşanmış olması, Atatürk’ü “Kürtler konusunda” bazı önlemler almaya yöneltmiştir.
Atatürk, Ali Galip Olayı sırasında, 9 Eylül 1919’da Kemah’ta bulunan Halet Bey’e gönderdiği bir telgrafta, Kürdistan kurmak için propaganda yapan İngiliz casusu Noel’e yardım eden Kürt aşiret reislerini “Din ve ulusu satmış Kürt beyleri” olarak tanımlamaktadır: “İngiliz koruyuculuğunda bağımsız bir Kürdistan kurulması amacı ile propaganda yapmakta olan İngiliz binbaşılarından Mr. Nowil’in, din ve ulusunu satmış Kürt beylerinden, Ekrem, Karman, Ali, Celadet’le birlikte…”
Atatürk, 10 Eylül 1919’da Malatya’daki İlyas Bey’e gönderdiği başka bir telgrafta da “Kürtlük akımına kesinlikle elverişli alan bırakılmamasını” istemiştir.[9]
Şimdi düşünebiliyor musunuz? 9 Eylül 1919’da bağımsız Kürdistan kurmak isteyen İngiliz casusuna yardım eden Kürt beylerini “din ve ulusu satmış Kürt beyleri” olarak adlandıran, 10 Eylül 1919’da da bir komutana verdiği emirde, “Kürtlük akımına kesinlikle elverişli alan bırakılmamasını” isteyen Atatürk, nasıl olur da, aradan daha iki ay bile geçmeden, 22 Ekim 1919’da “Kürtlere özerklik veya bağımsızlık” verebilir!
Tarihçi Şerafettin Turan’ın bu konudaki değerlendirmesi önemlidir: “Mütareke sınırları içindeki toprakların birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu ilkesini savunan M. Kemal de bağısız Kürdistan girişimlerine daima karşı çıkmış ve bunu önleyebilmek için, Türklerle Kürtlerin ‘öz kardeş” oldukları görüşünü savunmuştur.Hatta Ulusal Ant (Misak-ı Milli) taslağında da bu kardeşliğin belirtilmesini istemiş, ancak Mebuslar Meclisi’nde bunu içeren tümceye yer verilmemiştir”[10].
Özetle, Amasya Görüşmeleri sonundaki 2. Protokol, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi, Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermek için değil, tam tersine Kürtlerin yabancılar tarafından kışkırtılmasını önlemek ve Kürtleri Milli harekete kazanmak için hazırlanmıştır.
Çok daha önemlisi, Amasya Görüşmeleri sonunda hazırlanan 2. Protokolde gerçekten de Kürtlere özerklik veya bağısızlık vaad edilmiş olsa bile, bilindiği gibi bu protokol Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde ilan edilen ve daha sonra TBMM’nin de onayından geçerek Milli hareketin “bağımsızlık bildirgesi” olarak kabul edilen Misak-ı Milli’de hiçbir şekilde yer almamıştır, dolayısıyla hiçbir bağlayıcılığı da yoktur.
Sanırım yalanın altındaki “I. Ayak” devrildi!...
2.Ayak
Koçgiri İsyanı’ndan sonra Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında İngilizler, Kürt Teali Cemiyeti’ni kullanarak, “bağımsız Kürdistan” kurmak amacıyla ayrılıkçı Kürtleri isyan ettirmişlerdir. Ekim 1920’de başlayıp Haziran 1921’e kadar devam eden Koçgiri İsyanı hayli geniş bir alana yayılmış, bazı doğu illeri isyancıların eline geçmiş, isyancılar bu illerdeki devlet dairelerine kendi bayraklarını asarak bir anlamda bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. İsyan, TBMM’nin görevlendirdiği Nurettin Paşa komutansındaki Merkez Ordusu’nca bastırılmıştır.
Koçgiri İsyanı’nın, Yunan taarruzu ve Çerkez Ethem İsyanı’yla hemen hemen aynı döneme denk gelmesi, Milli hareketi çok zor bir duruma düşürmüştür. Kurtuluş Savaşı’nın önderi Atatürk, bir taraftan emperyalizme karşı mücadele dereken diğer taraftan emperyalizmin yerli işbirlikçileriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Koçgiri İsyanı öncesinde, isyancı Kürt aşiretleri, Ankara hükümetine isteklerini iletmişlerdir. Ankara’ya gönderilen 15 Kasım 1920 tarihli bildirideki ayrılıkçı Kürt istekleri şunlardır:
Kürdistan muhtariyet (özerk) idaresine muvafakat eden (kabul eden)İstanbul Saltanat Hükümeti’nin bu baptaki kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de kabul edip etmediğinin açıklanması. Kürdistan muhtariyet idaresi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda aşair rüesasına (aşiret başkanlarına) acele cevap verilmesi.Elazığ, Sivas, Malatya ve Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde tutuklu bulunan bütün Kürtlerin derhal serbest bırakılması
Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan Türk memurların çekilmesi. Koçgiri mıntıkasına gönderildiği haber alınan müfrezelerin derhal geri çekilmesi.[11]
Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı bu bildiriden sonra Batı Dersim aşiret liderleri adına 25 Kasım’da TBMM’ye bir bildiri daha gönderilmiştir. Bu bildiride TBMM açıkça tehdit edilerek “bağımsız Kürdistan” talep edilmiştir.:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”[12]
Atatürk ve TBMM, ayrılıkçı Kürtlerin “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan taleplerini kabul etmeyerek, bu talepleri elde etmek için çıkarılan Koçgiri İsyanı’nı bastırmıştır. İsyan başlamadan önce kabul edilmeyen bu taleplerin, isyan bastırıldıktan sonra kabul edilmesi çok anlamsızdır. Atatürk ve TBMM eğer gerçekten Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermeyi düşünseydi, isyan daha başlamadan isyancıların “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan taleplerini yerine getirir, böylece Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında böyle büyük bir isyanla uğraşmak zorunda kalmazlardı.
Koçgiri İsyanı bastırılmıştır; ancak isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın “aşırı güç kullandığı, masum insanlara da zarar verdiği” iddiaları, TBMM’de uzun tartışmalara yol açmıştır.
Meclis’teki Kürt kökenli milletvekilleri “Kürtlere zulmeden” Nurettin Paşa’nın çok ağır bir şekilde cezalandırılmasını istemişlerdir.[13] ��
TBMM’de kabul edilen bir önergeyle bir soruşturma kurulu kurulup olayın araştırılmasına karar verilmiştir. Soruşturma kurulu, Nurettin Paşa’nın görevden alınıp yargılanmasına karar vermiştir.
Atatürk, Meclis’te yaptığı konuşmada Nurettin Paşa’ya verilen cezanın “biraz ağır olduğunu” belirtmiştir:
“Nurettin Paşa’nın yasadışı elem ve davranışlarına gelince… Ben bunları incelettim. Bu incelemelerden bazı sonuçlar da çıkarttım. Nurettin Paşa’nın değiştirilmesi kanısı doğmamıştır. .”[14]
Atatürk, Nutuk’ta Nurettin Paşa konusundan şöyle söz etmiştir:
“….Nurettin Paşa, merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı; ama ‘yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyor’ diye milletvekillerinin yakınmaları ve İçişleri bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine, Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden alındı. Meclis, Nurettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Bakanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.”[15]
Atatürk’ün Koçgiri İsyanı’nı bastıran Nurettin Paşa hakkındaki bu değerlendirmeleri, onun, her ne pahasına olursa olsun, Kurtuluş Savaşı’nın çok kritik bir aşamasında böyle bir isyanın bastırılmasından memnun olduğunu göstermektedir. Meclis’teki doğulu milletvekillerinin “Kürtlere aşırı güç uyguladı” diye Nurettin Paşa’yı alabildiğince eleştirdikleri bir ortamda, Atatürk’ün Nurettin Paşa’ya kısmen sahip çıkması, onun Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermeyi değil, Kürt isyanlarının bastırılarak Türklerle Kürtlerin birlikte yaşamasına önem verdiğini kanıtlamaktadır.
Nurettin Paşa’nın isyanı bastırırken “aşırı güç kullandığı” iddialarının gittikçe yayılması üzerine, Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında hem bölgedeki Kürtleri kışkırtmamak, hem de Meclis’teki Kürt milletvekillerini biraz olsun yatıştırmak ve nihayetinde Kürtleri Kurtuluş Savaşı’na kazanabilmek için Atatürk ve TBMM, idam cezalarının uygulanmamasına karar vermiştir. Bu karar göre, 85’i gıyaben, 15’i de vicahen olmak üzere, toplam 110 kişi hakkındaki idam kararı, Atatürk’ün isyancılarla ilgili af çıkarılmasını kabul etmesi ve Sivas’taki Sıkıyönetim Mahkemesi’ni kaldırmasıyla birlikte uygulanmamıştır.[16] Sadece tutuklular için geçerli olan bu af, Dersim’dekileri kapsamamıştır. Atatürk’ün yakın dostlarından olan Dersim milletvekili Diyap Ağa, arabulucu olarak Dersim’e gönderilmiştir. Dahası, Meclis’te ikinci bir af kanunu kabul edilerek Baytar Nuri ve Alişir dışındaki tüm isyancılar af kapsamına alınmıştır. Alişan ise Erzincan Valisini dinleyerek Dersim’i terk etmiştir.[17]
Yani, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi Koçgiri İsyanı’ndan sonra Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verilmemiş, sadece İngilizlerin Kürtleri Milli harekete karşı isyan ettirmelerinin önüne geçmek için TBMM tarafından “af çıkarılarak” isyancı Kürtlerin bazıları serbest bırakılmış ve Dersim milletvekili Diyap Ağa “arabulucu” olarak Dersim’e gönderilmiştir.
Peki ama “Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verildiği” yalanı nereden çıkmıştır?
Bu yalanın kaynağı Robert Olson’un, “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion” adlı kitabıdır.
Olson’un kaynaklık ettiği bu iddiayı dillendirenler, TBMM’nin Haziran 1921’de, bazı Kürt ileri gelenleriyle bir “Özerk Kürdistan Protokolü” imzaladığını ve hatta o dönem bölgede etkin olan Fransızların buna aracı olduğunu iddia etmişlerdir. İddiaya göre, Haziran 1921’de TBMM’de yapılan gizli oturumlardan birinde bu protokol tartışılmıştır.
Oysa, Haziran 1921’deki tek gizli oturum, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in yurtdışındaki ve yurtdışından geldikten sonraki görüşmelerinin ve bu arada Fransızlarla imzalanacak olan barış antlaşması ile İngilizlerle imzalanacak olan esir değişimi antlaşmasının tartışıldığı 27 Haziran 1921 tarihli gizli oturumdur.
Bu görüşmelerde, özellikle “Trabzon mebusanı Hüsrev Bey ve Ali Şükrü Bey, Fransızlarla olan sınır anlaşmazlıkları hakkındaki mükâlemata dair, bizzat TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni hedef alan suçlamalarda bulunmaktan çekinmiyorlardı; suçlamaları, ‘Misak-ı Millî haricinde’ antlaşma imzalamak ağırlığındadır.” Ancak bunlar da önemsizdir. Nitekim, Haziran 1921’deki bu görüşmelerde “Misak-ı Millî haricinde süregiden mükâlemat”, Kurtuluş Savaşı’nın Sakarya Zaferi’yle yeni bir aşamaya girmesiyle birlikte Türkiye açısından daha olumlu bir seyir izlemiş ve Ekim 1921’de imzalanacak olan ve Misak-ı Millî’ye gayet uygun Ankara Antlaşması’yla sonuçlanmıştır.[18]
Özetle, Haziran 1921’de TBMM’deki tek gizli oturumun konusu “Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in yurtdışındaki ve yurtdışından geldikten sonraki görüşmeleri ve Fransızlarla imzalanacak olan barış antlaşması ile İngilizlerle imzalanacak olan esir değişimi antlaşmasının” tartışılmasıdır. O gizli oturumda “Özerk Kürdistan” konusunda hiçbir görüşme, tartışma veya protokol gündeme gelmemiştir.
Sanırım yalanın altındaki “2. Ayak” da derildi!...
3. Ayak
10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
Robert Olson, “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion, 1880-1925” adlı kitabında. Ekim 1920’de başlayıp Haziran 1921’e kadar devam eden Koçgiri İsyanı’nın nedenlerini araştırmak için bölgeye gönderilen heyetin incelemelerinin ardından “Millî Savunma Komisyonu, Kürdistan’ın idaresini ilgilendiren bir yasa taslağı oluşturmuştur.” demiştir.[19] Olson, ayrıca aynı zaman diliminde bir diğer komisyonun aynı konuya dair bir diğer yasa tasarısı oluşturduğunu belirtmiştir. Olsen, bu yasa tasarısının TBMM’de 10 Şubat 1922’de görüşüldüğünü belirttikten sonra bir yerde 65 mebusun[20], bir başka yerde ise 64 mebusun[21] ret oyu verdiğini yazmış ve tasarının 373 kabul oyuyla yasalaştığını ileri sürmüştür.[22]
Olson’un bu iddialarındaki kaynakları, İngiliz Dış İlişkiler Dairesi’nin arşivinde bulunan, dönemin Türkiye Büyükelçisi Horace Rumbold’un, dönemin Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği, “FO 371/7781 e 3553/96/65” arşiv numaralı bir telgraftır[23] Söz konusu yasa taslağının bir özetini de içeren telgraf, Olson’un kitabının sonunda “ikinci ek” olarak sunulmuştur.[24]
Olson, bu yasaya TBMM’deki Kürt mebuslarının çoğunluğunun ret oyu verdiklerinin anlaşıldığını da yazmaktadır, çünkü yasayla Kürtler için ayrı bir meclisi olan özerk bir yönetim kurulabilmesine olanak tanınsa da, özerk bölgenin yöneticisinin Türk mü, yoksa Kürt mü olacağı gibi hususlar ve son onay hep TBMM’ye bırakılmıştır.[25]
Olson, Türklerin o dönem Kürtlere yönelik “sertlik” ve “vahşet” yanlısı bir politikadan yana olmadıklarını, fakat yine de “tam bağımsızlığa” ve hatta “tam bir özerkliğe” sıcak bakmadıklarını, TBMM’nin Kürt sorunu gibi bir konuyu bu açıklıkta tartışabilmesinin bu kurumun “göreli özgürlüğüne” işaret ettiğini yazmış ve Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra konunun bir daha asla bu “açıklık” ve “özgürlükle” tartışılamayacağını eklemiştir.[26]
Olson’a göre, bu yasa taslağı, aynı zamanda, genç Türk devletinin en çalkantılı döneminde, Kürtlerin desteğini muhafaza etmenin bir aracıdır.[27]
Olson, “Kürdistan’a özerklik” tanıyan yasanın TBMM’de 10 Şubat 1922 kabul edildiğini ileri sürmüştür. Ancak, 9 Şubat 1922 ve 11 Şubat 1922 tarihli gizli oturumların zabıtlarına ulaşılırken, 10 Şubat 1922’deki gizli oturumun zabıtlarına ulaşılamamaktadır.
O zabıtlara ulaşılamamaktadır; çünkü 10 Şubat 1922’de TBMM’de böyle bir “gizli oturum” gerçekleştirilmemiştir.
TBMM Gizli Celse Zabıtları’na baktığımızda 9 Şubat 1922 tarihli oturum “157. ini’kat” ve 11 Şubat 1922 tarihli oturum ise “158. ini’kat” olarak geçmektedir.[28] Başka deyişle, arada herhangi bir “kayıp oturum” yoktur. Üstelik, 10 Şubat 1922 tarihi Cuma gününe rastlamaktadır. Bu günün tipik özelliği, o dönemde “resmî tatil” olması nedeniyle o gün herhangi bir oturumun yapılmamasıdır. Cuma günü yapıldığını görebildiğimiz çok az sayıdaki oturum, o dönem sürdürülen Kurtuluş Savaşı’ndan kaynaklanan “olağanüstü” nedenlerden dolayıdır. Bir örnek vermek gerekirse; 5 Ağustos 1921 tarihli “gizli oturum”, “Başkumandanlık ihdası ile bu vazifenin Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine tevcihi hakkında kanun teklifi” gündemiyle gerçekleştirilmiştir.
Özetle; 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan gizli oturumda Kürtlere özerklik verildiği kocaman bir yalandır; çünkü 10 Şubat 1922 Cuma gününe denk gelmektedir ve o dönemde Cuma günleri “resmi tatil”dir. Ayrıca, Meclis Zabıt Cerideleri’de bu gerçeği doğrulamaktadır. 157. oturum 9 Şubat 1922’de, 158. oturum ise 11 Şubat 1922’de yapılmıştır. Yani, 10 Şubat’ta Meclis’te oturum yapılmamıştır.
Anlaşılan, önce İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Horace Rumbold, sonra da Tarihçi Robert Olson, İngiltere’nin “Kürtlere özerklik” planına “tarihsel meşruiyet” kazandırmak için “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk’ün ve TBMM’nin Kürtlere özerklik verdiği” yalanını söylemişler; ancak, Cumhuriyet öncesinde Türkiye’de hafta tatilinin, Avrupa’daki gibi Cumartesi ve Pazar günleri değil Cuma günleri olduğunu gözden kaçırmışlar ve böylece kelimenin tam anlamıyla “çuvallamışlardır”.
Sanırım, yalanın altındaki “3. Ayak” da devrildi!...
4. Ayak
Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde “Kürtlere özerklik verileceğini” söylemiştir!
Atatürk, 30 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’dan sonra, 14 Ocak 1922’de bir yurt gezisine çıkmıştır. Bu yurt gezisizinde Eskişehir’den sonraki durağı İzmit’tir.
Atatürk, 16/17 Ocak 1922’de Körfeze bakan tepe üzerindeki İzmit Kasrı’nda İstanbul’dan gelen gazetecilerle konuşmuştur.
Orada, Akşam gazetesi yazarı Falih Rıfkı Atay’ın bir sorusu üzerine Atatürk, Musul ve Kürtler konusuna değinmiştir:
Atatürk, “Musul, ulusal sınırlarımız içindedir. Bu ulusal sınır deyişini de ben bulmuştum”[29] dedikten sonra şunları söylemiştir:
“…Musul’u da kendi topraklarımız içine alan sınıra ulusal sınır demiştim. Gerçekten o zaman Musul’un güneyinde bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelmiş ve İhsan Paşa’yı aldatarak orada oturmuş. Musul, bizim için çok önemlidir. Birincisi Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır. İkincisi onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler, orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir…”[30]
Şimdi, Atatürk’ün aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım:
“Musul bizim için önemlidir, çünkü orada hem petrol hem de Kürtler vardır.”
“İngilizler, Musul’u ele geçirirlerse sadece petrolü ele geçirmiş olmakla kalmazlar oradaki Kürtlere de bir devlet kurdururlar”
“Bunu yaparlarsa, bu düşünce, yani ‘bağımsız Kürdistan kurma düşüncesi’, bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır”
“Buna, yani, ‘sınırlarımız içinde bağımsız Kürdistan kurulması düşüncesine’ engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir”.
Özetle Atatürk, 16/17 Ocak 1922 gecesi, İzmit’te, Falih Rıfkı (Atay)’ın sorusuna verdiği yanıtta; sınırlarımız içinde ve hatta dışında (Kuzey Irak’ta) bağımsız bir Kürdistan kurulması düşüncesine karşı olduğunu çok açık bir biçimde ifade etmiştir.
“Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde Kürtlere özerklik verileceğini söylemiştir!” diyenler, Atatürk’ün tam da o gün, Falih Rıfkı (Atay)’ın sorusuna verdiği yukarıdaki yanıtı nedense hiç görmezler!
Her neyse!...
Yine o gece, İzmit’te, Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Hamdi (Yalman) Bey, Atatürk’e, “Kürt sorununa değinmiştiniz” diye konuya girerek, şu soruyu sormuştur:
“Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinseniz iyi olur?”
Atatürk, bu soruya şu yanıtı vermiştir:
“Kürt sorunu, bizim yani Türkiye’nin çıkarları için kesinlikle söz konusu olmaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum’a giden, Erzincan’a, Sivas’a giden, Harput’a kadar bir sınır çizmek gerekir.Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir.”
Atatürk, Kürt sorunuyla ilgili durum tespiti yapıp, görüşlerini belirttikten sonra, soruna şöyle bir çözüm önermiştir:
“Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi TBMM, hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani, onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.”[31]
İşte, bugün bilumum “ayrılıkçı Kürtçünün” dört elle sarıldığı belge budur! Bugün, Türkiye’yi bölerek “bağımsız Kürdistan” kurma sevdasındakilere göre Atatürk, bu sözleriyle “Kürt özerkliğini” tanımış, hatta “bağımsız Kürt devletine” onay vermiştir!
Peki ama, bu sözlerden böyle bir anlam çıkar mı?
Şimdi gelin hep birlikte Atatürk’ün bu sözlerinde aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım:
Atatürk, “Kürt sorunu, bizim yani Türkiye’nin çıkarları için kesinlikle söz konusu olmaz.” diyerek, gerçekte Türkiye’nin böyle bir sorunu olmadığını belirtmiştir.
Atatürk: “Bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir” diyerek; 1.Kürtlerin Türkiye’nin her yanında yaşadıklarını, 2. Bu nedenle Kürtlük adına bir sınır çizilecek olursa Türkiye’nin mahvolacağını ifade etmiştir.
Özetle; “Kürtlük adına ayrı bir sınır çizmek istersek Türkiye’yi mahvetmek gerekir” diyen Atatürk, “bağımsız Kürdistan”a kökten karşıdır.
Atatürk: “Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini yöneteceklerdir.” diyerek, o zaman yürürlükte olan “1921 Anayasası’na” gönderme yapmıştır. Burada dikkat çeken iki nokta vardır: 1. Atatürk, doğrudan “özerklik” demeyerek “bir çeşit özerklik” demiştir, 2. Atatürk’ün gönderme yaptığı 1921 Anayasası, Kurtuluş Savaşı’nın olağanüstü koşullarında hazırlanmış, “geçici” bir savaş anayasasıdır. Dolayısıyla Atatürk’ün hem “bir çeşit özerklik” demesi, hem de bu “bir çeşit özerkliği” o zaman yürürlükteki “geçici savaş anayasasına” dayandırması, Atatürk’ün bu “bir çeşit özerklik” düşüncesinin de tamamen o dönemin koşullarına özgü, daha çok Kürt isyanlarını önlemeye yönelik, stratejik bir açıklama olduğunu kanıtlamaktadır. Atatürk, eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vaad etseydi, 1. “Bir çeşit özerklik” yerine, doğrudan “özerklik” ifadesini kullanırdı, 2. Bu “özerkliği”, o zaman yürürlükteki geçici 1921 Anayasası’na değil, daha sonra hazırlanacak olan Cumhuriyet’in ilk gerçek anayasası olan 1924 Anayasası’na dayandırırdı.
Atatürk’ün gönderme yaptığı 1921 Anayasası’nın 21. maddesiyle “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip” oldukları belirtilmiştir.
İşte o madde:
“İl yönetimi, yerel işlerde manevi kişilik sahibidir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında, Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince, Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım işlerini düzenlemek İl Kurullarının yetkisindedir.”
İşte, Atatürk, “Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır” derken 1921 Anayasası’nın bu maddesine gönderme yapmıştır.
1. Bu anayasa maddesi sadece Kürtlerin yaşadığı bölgeler için değil, bütün Türkiye için geçerlidir.
2. Bu anaysa maddesindeki “özerklik” ifadesiyle kastedilen İl Kurullarının “yerel işleri” idare etmesidir. Bu işler de “Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım” işleridir. Üstelik il Kurulları bu işleri de kendi başlarına değil, “Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince” yerine getirebileceklerdir. Ayrıca, İl Kurullarının, “Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işlerle” ilgilenmesi de yasaktır. Atatürk’ün, sözünü ettiği “bir çeşit özerklik” tabiri, o günün terminolojisi içinde değerlendirilmelidir. Görüldüğü gibi, Atatürk, “bir çeşit özerklik” ifadesiyle 1921 Anayasası’ndaki “güçlü yerel yönetimleri” kastetmiştir[32]. Nitekim, 1921 Anayasası’nın 21. maddesinde söz edilen “özerklik”, gerçek anlamda bir özerklik değil, sadece “illerin belediye işlerini kendilerinin yerine getirmeleri” anlamında bir özerkliktir ki, buna da ancak Atatürk’ün dediği gibi “bir çeşit özerklik” denir.
3. Çok daha önemlisi, 1921 Anayasası’nın “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olduklarını” belirten bu 21. maddesi, 1924 Anayasası’nda yer almamıştır. Yani, Atatürk’le İzmit’te yapılan bu mülakattan yaklaşık bir yıl sonra, 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 24 Anayasası’nın 91. Maddesiyle “iller tanınmış olan özerklikler” kaldırılmıştır.[33] Burada tabi şu soruyu sormak gerekir? Atatürk eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vermek isteseydi, 1921 Anayasası’nda “illere tanınmış olan özerklikleri” 1924 anayasasında kaldırır mıydı?
Atatürk, “Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar.” diyerek, hem “Türkiye halkı” ifadesini kullanmış, hem de “Türkiye halkı” derken, Kürtlerden de söz edilmesi gerektiğini, aksi halde sorun çıkaracaklarını belirtmiştir.
Atatürk, “Şimdi TBMM, hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani, onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz” diyerek. TBMM’yi oluşturan Türklerle Kürtlerin “bütün çıkarlarını ve bütün kaderlerini birleştirdiklerini” bu nedenle Kürtlere “ayrı bir sınır çizmenin doğru olmadığını”, dolayısıyla “bağımsız Kürdistan” düşüncesine sonuna kadar karşı olduğunu ifade etmiştir. Tabi ki anlayana!...
Sanırım, yalanın altındaki “4. Ayak” da devrildi!.
5.Ayak
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki konuşmalarında “Kürdistan” tabirini kullanması “bağımsız Kürdistan”ı tanıdığının işaretidir!
Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki “Kürt politikası” çerçevesinde “o günün terminolojisi” içinde zaman zaman “bölgesel” ve “coğrafi” anlamda “Kürdistan” tabirini kullanmıştır. [34]
Ancak Atatürk bu deyimi genellikle “Kürdistan” biçiminde değil de “Kürdistan-ı Türki” yani “Türk Kürdistan’ı” biçiminde kullanmıştır.[35]
Bin bir güçlük içinde Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye çalışan Atatürk’ün, o yıllarda asker, sivil yetkililere gönderdiği telgraflarda, halka yönelik beyannamelerde ve konuşmalarda her şeyden önce “ne demek istediğini” en kestirme ve en anlaşılır yoldan iletmesi gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında kavramları kullanırken daha çok bilinen kavramları, insanların alışık oldukları biçimde kullanmaya özen göstermiştir. Anadolu’nun belli bir bölümünün Osmanlı Devleti döneminde coğrafi olarak “Kürdistan” diye adlandırılması nedeniyle Atatürk de Kurtuluş Savaşı boyunca “Kürdistan” tabirini kullanmıştır; ancak bu kullanımın “ayrılıkçı Kürtlerce” ve “emperyalistlerce” istismar edilmesini engellemek için daha çok “Kürdistan-ı Türki” biçiminde kullanmıştır.
Sanırım, yalanın altındaki “5. Ayak” da devrildi!...
Ne demişler, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”
Kurtuluş Savaşı Yıllarında Birileri Kürtlere Bağımsızlık Vaad Etmişti
Evet, aslında Cumhuriyet tarihi yalancıların haklı oldukları bir nokta var! Evet, Kurtuluş savaşı yıllarında gerçekten de birileri Kürtlere “özerklik” ve “bağımsızlık” vaad etmiş, hatta sadece “vaad etmekle” de kalmamış, bu konuda Kürtlere yasal güvenceler de vermiştir.
Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk ve TBMM değil ama İstanbul’daki Damat Ferit Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Kürtlere “özerklik” ve “bağımsızlık” vaad etmiştir.
Damat Ferit’in, 12 Eylül 1919 tarihinde İngilizlerle imzaladığı “gizli anlaşma”nın 3. maddesinde, “Türkiye, bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır” denilerek Kürtlere “bağımsız Kürdistan” vaad edilmiştir.[36]
Padişah Vahdettin’in, Saltanat Şurası’ndaki onayından sonra imzalanan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nın 62 ve 64. maddeleriyle de Kürtlere özerklik ve bağımsızlık vaad edilmiştir:
Madde 62: “Fırat’ın doğusunda ilerde saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının güneyinde Suriye ve Irak’ta, Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca ��stün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu anlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde İstanbul’da toplanan İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır.”
Madde 64: “Kürt bu bölgedeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti’ne ve Konseyi’ne başvurulursa ve konseyden de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgeler üzerinde bulunan bütün haklarından sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir..”
Vahdettin, Kürdistan’ı Tanıyacaktı
Türk Tarih Kurumu şeref üyesi Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, Son Padişahı Vahdettin’in “Kürt militanlarla” birlikte Atatürk’ü devirip “bağımsız Kürdistan”ı tanıyacağını öne sürmüştür.
Sonyel, “Kıskaç Altında” adlı kitabında, Irak’taki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926’da 40 bin Kürt militanı Musul’da Türkiye’ye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettin’le ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle Atatürk’ü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, “Kürt bağımsızlığını” tanıyacaktır.
Irak’taki Polis Cürüm Araştırma Bölümü’ne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır:
“Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musul’a gitmek üzere 16 Ağustos’ta Bağdat’a uğramış; 18 Ağustos’ta Hacı Raşit el Hava’yı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistan’da Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammed’in evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiye’de geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanya’dan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemal’i yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince ’Kürt bağımsızlığını’ tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.”[37]
Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo’da ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi “Kürtçülerle” çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettin’i burada ziyaret eden Atatürk düşmanı 150’liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para almıştır.[38] Mevlanzade Rıfat’ın daha sonra Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi ortaya çıkmıştır.
Vahdettin’i tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya’daki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıdan sonra, başkan Mehmet Ali Bey aracılığıyla Vahdettin’e yeni bir kabine önermiştir. Vahdetin bu kabineyi onaylamıştır. Şeyh Sait İsyanı’ndan önce bu cemiyet, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadir’le ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Said’in iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettin’le, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadir’le temas kurmuştur.
Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır:
“Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..” [39]
Bugünkü “bölücü Kürtçülerin”, neden Atatürk’e ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettin’e ve Sevr Antlaşması’na hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır.
#atatürk#sinan meydan#kürt#kürdistan#yalan#özerklik#apo#kurdistan#ataturk#mustafa kemal atatürk#kürtlere özerklik
2 notes
·
View notes
Text
Macar Halkının Türk Kökenli Olduğunu Tespit Eden Zajti Ferenc.
Macar Halkının Türk Kökenli Olduğunu Tespit Eden Zajti Ferenc.
Atatürk’ün önemli ideallerinden biri; Türk tarihinin belgelerle ortaya çıkarılmasıydı. Tarihte Türklerin meydana getirdiği uygarlığın; ne kadar büyük ve yüksek seviyede olduğunu dünyaya gösterebilmekti. Atatürk’ün milli fikir ve duygularını anlayan ve fotoğrafta görülen değerli Beyefendi; Macar halkının Türk kökenli olduğunu tespit eden, âlim, doğubilimci, kütüphaneci, ressam Zajti Ferenc’ti.
At…
View On WordPress
#Ankara#Atatürk#Atilla#Birinci Tarih Kongresi#Cumhurbaşkanı#Hasan Cemil Çambel#İslâm âlemi#Macar Halkı Türk Kökenli#macarlar#macarlar turkmu#macarların kökeni#macarların soyu#macarların tarihi#Türk Tarih Kongresi#Ujfeherto#Zajti Ferenc
0 notes
Text
Hüseyin Nihal Atsız kimdir? Hüseyin Nihal Atsız'ın ölüm yıldönümü
Son Dakika https://www.vatankocaeli.com/huseyin-nihal-atsiz-kimdir-huseyin-nihal-atsizin-olum-yildonumu-16584h.html
Hüseyin Nihal Atsız kimdir? Hüseyin Nihal Atsız'ın ölüm yıldönümü
Hüseyin Nihal Atsız’ın ölümünün üzerinden 43 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün bile geriede bıraktığı eserleri ve düşünceleri ile büyük beğeni kazanmaya devam etmektedir. Yazarlığın ve düşünürlüğün yanı sıra Hüseyin Nihal Atsız öğretmenlikte yapmıştır. Peki Hüseyin Nihal Atsız kimdir?
HÜSEYİN NİHAL ATSIZ KİMDİR?
Hüseyin Nihâl Atsız (12 Ocak 1905, Kadıköy, İstanbul – 11 Aralık 1975, İstanbul), Türk yazar, şair, düşünür ve öğretmen. Türklerin tarihini konu edindiği edebî eserleri, tarih araştırmaları vardır. Türkçü-Turancı dünya görüşüne sahiptir.
Ailesi
Atsız’ın babası Gümüşhane’nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon’un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey’in kızı Fatma Zehra Hanım’dır.
Çiftçioğulları ailesinin tespit edilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa’dır. Ahmet Ağa’nın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa’nın çocukları Midi’den, Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesinin Dayılı köyüne göçmüşlerdir. Şakir Ağa’nın evladı olup olmadığı bilinmemektedir.
Ahmet Ağa’nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832 – 1894) ise 1850-1852 şıralarında Deniz eri olarak Istanbul’a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun’da kalmış ve makine önyüzbaşlığına Çarkçı Kolağalığı’na terfi etmiştir.
Hüseyin Ağa’nın eşi Emine Hayriye Hanım’dır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey (1877- 1944). Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması’na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı’ndan emekli olmuştur.
Mehmet Nail Bey’in ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884 – 1930)’dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfika Hanım’ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzon’lu olup ailesi Kadıoğulları namı ile maruftur.
Mehmet Nail Bey’in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905’te Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910’da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912’de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi.
1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmet Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra’dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmet Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.
Nejdet Sançar’ın ağabeyidir, Yağmur Atsız ve Buğra Atsız’ın babasıdır. Tarihçi, Türkolog Rıza Nur’un manevi evladıdır.
Yaşamı
Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905’te İstanbul’da doğdu.
İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye ye yazıldı.
Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye’ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp’in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)’a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye’den çıkarılmıştır.
Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi’nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları’nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.
ÜNİVERSİTE YILLARI
1926 yılında İstanbul Dârülfünûnu’nun Edebiyat Fakültesi’nin “Edebiyat Bölümü”ne ve İstanbul Dârülfünûnu’nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi’ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağrılmış, Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul’da Taşkışla’da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.
Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı ‘Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri’ adlı makalenin Türkiyat Mecmuası’nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası Mehmet Fuad Köprülü’nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî’nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır (‘Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati’, 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi’nden mezun olmuştur.
Atsız’ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yer alıyordu.
Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi’ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931’de Atsız’ı kendisine asistan olarak almıştır.
Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.
Atsız, 15 Mayıs 1931’den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua’yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.
Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını “H. Nihâl” imzasıyla, hikâyelerini de “Y.D.” imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır. 1932 Temmuzunda Ankara’da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’a Dr. Reşid Galib’in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav’ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib’e “Zeki Velîdî’nin talebesi olmakla iftihar ederiz” diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib’in tepkisini üzerine çekmiştir.
19 Eylül 1932’de Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü’nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, Atsız Mecmua’nın 17. sayısındaki ‘Dârülfünûn’un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle, Yüz Kızartacak Listesi’ adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı’na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız’ın üniversite asistanlığına son vermiştir.
Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi’nin Dekanı’nı Tokatlıyan Oteli’ndeki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız’a bu hadise için hiçbir şekilde tepki gösterilmemiştir
MEMURLUĞU
Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir, Malatya’da kısa bir müddet (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız’ın Edirne’deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).
Atsız, Edirne’de iken Atsız Mecmua’nın devamı mahiyetindeki aylık Türkçü dergi Orhun’u (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9) yayımlamıştır. Orhun dergisinde, Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları ağır bir şekilde eleştirdiği için 28 Aralık 1933’te bakanlık emrine alınmıştır ve Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır.
Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin olunmuştur.
Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız’ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız’dan da Mart 1975 tarihinde ayrılmıştır.
Atsız, Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir.
Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesi’ne geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziranının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.
Atsız, Boğaziçi Lisesi’nin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper’in de teşvikiyle Orhun dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.
1944 Irkçılık-Turancılık Davası
II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye’de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız, Orhun’un Mart 1944’te yayınlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında “Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.” diyen devrin Başbakanı Şükrü Saracoğlu’na hitaben bir açık mektup yayımladı.
Atsız, Nisan 1944’te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saracoğlu’na hitaben ikinci açık mektubunu yayımlayarak Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel’in Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Millî Eğitim Bakanı’nın “komünistleri kolladığını” ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i istifaya çağırdı Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir galeyana sebep olarak başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehirde, antikomünist gösterilere yol açtı. Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944’te Atsız’ın Boğaziçi Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliğine son verdi.
Orhun dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatıldı. Sabahattin Ali’nin arkadaşı ve Atsız’ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay’ın arabuluculuğuna rağmen dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara’ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edildi.
Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçti. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır. Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali’ye “vatan haini” dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız’ın cezası hâkim tarafından “millî tahrik” gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir. Atsız, cezasının ertelenmesine rağmen 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir.
19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde eleştiren nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, ‘Irkçılık-Turancılık davası’ adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6 yıl 5 ay hapse mahkûm olmuştur.
Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.
5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Âli Yücel davası adı ile tanınmıştır), 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir. Bu dava ile ilgili Hayri Yıldırım tarafından 3 Mayıs 1944 Irkçılık Turancılık Davası adında bir kitap yazılmıştır.
Dava sonrası
Nisan 1947’den Temmuz 1949’a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi’nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan “Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir” adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.
Atsız’ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız’ı 25 Temmuz 1949’da Süleymaniye Kütüphânesi’ne “uzman” olarak tayin etmiştir.
Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950’de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği’ne tayin olmuştur.
4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi’nde vermiş olduğu “Türkiye’nin Kurtuluşu” konulu bir konferans üzerine Cumhuriyet gazetesi, Atsız’ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız’ın konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilmiştir. Fakat Atsız 13 Mayıs 1952 tarihinde Haydarpaşa Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden “muvakkat” kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesi’ndeki görevine tayin edilmiştir.
31 Mayıs 1952 tarihinden itibaren emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphânesi’nde çalışan Atsız’ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphânedeki memuriyet olmuştur.
Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’ nin genel başkanlığını üstlendi. 1964’ten vefatına kadar Ötüken dergisini yayımladı.
Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep’e giderken bir işçinin kendisine “idareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar” sözlerine karşılık, “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür.” demiş; Atsız bunun üzerine, Ötüken’in Nisan 1967’de yayınlanan 40, sayısından itibaren “Konuşmalar, I” (Sayı 40), “Konuşmalar, II” (Sayı 41), “Konuşmalar, III” (Sayı 43), “Bağımsız Kürt Devleti Propagandası” (Sayı 43), “Doğu Mitinglerinde Perde Arkası” (Sayı 47) ve “Satılmışlar-Moskof Uşakları” (Sayı 48) adlarıyla yayınladığı seri makalelerinde, Marksistlerin Doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını iddia etmişti. Bu makaleler hakkında savcılıkça soruşturma açılmış fakat Atsız’a hiçbir suçlamada bulunulmamıştır.
Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış ve aynı günlerde Adalet Partisi Diyarbakır senatörlerinden biri, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.
Hasan Dinçer’in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir.
Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, Ötüken’in sahibi Atsız’ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek’i on beşer ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1’lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuştur. Fakat aynı mahkeme 2-1’lik kararda ısrar edince, Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek “Tashih-i karar” isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.
Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne yatan Atsız’a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından “cezaevine konulamayacağı” kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve “reviri olan cezaevinde kalabilir” şeklinde değiştirilmiştir.
Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız’ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi’ne sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi’ne nakledilmiştir.
Atsız, kesinleşen 1.5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı’na başvurup Atsız’ın affını istemiştir.
Atsız, suç işlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız’ın cezasını affetmiştir.
22 Ocak 1974’te Bayrampaşa Cezaevi’nden tahliye edilen Atsız, 1.5 yıllık cezasının 2.5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın tarifi ile “Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan” Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip idi.
Ölümü
Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş, 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir.
13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramı’nın ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii’nde Kılınan ikindi namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Osman Ağa Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra İmam’ın ”Merhumu nasıl bilirdiniz?” sorusuna Fethi Gemuhluoğlu yüksek sesle: ”Bu musalla taşı, Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür, hoca efendi!” demiştir.
0 notes
Text
BİRİNCİ TÜRK TARİH KONGRESİ ZABITLARININ ÖNSÖZÜNDEN BİR BÖLÜM (Tarihçi) - Türkçe Tarih
BİRİNCİ TÜRK TARİH KONGRESİ ZABITLARININ ÖNSÖZÜNDEN BİR BÖLÜM
15 yıl önce Türk’ün varlığını tarihten, adını dillerden ve kitaplardan kaldırmaya yeltenenlere karşı Türk’ün yüksek varlığını gösteren Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, Türk yurdunu ve istiklalini dünya tarihine şeref verecek bir kudretle kurtardıktan sonra, ona hakiki milli...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/birinci-turk-tarih-kongresi-zabitlarinin-onsozunden-bir-bolum/
1. Türk Tarih Kongresi, Atatürk, Mustafa Kemal, Mustafa Kemal Atatürk, Türk Tarih Tetkik Cemiyeti, Türk Tarih Tezi
#1. Türk Tarih Kongresi#Atatürk#Mustafa Kemal#Mustafa Kemal Atatürk#Türk Tarih Tetkik Cemiyeti#Türk Tarih Tezi
3 notes
·
View notes
Text
cumhuriyet dönemi...
Meclis kürsüsünde bir de ‘üç beyaz' parolası revaçtaydı. Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak… Ah bir buna muvaffak olsaydık…” (Falih Rıfkı Atay)
Sabah akşam “yerli-milli” olmaktan söz eden AKP'nin, 2002'de iktidara geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin 80 yılda biriktirdiklerini nasıl haraç mezat sattığı hepimizin malumu… Geçtiğimiz hafta da Türkiye Şeker Fabrikası A.Ş.'ye ait 14 şeker fabrikasının satışa çıkarıldığını öğrendik.
Oysaki Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 85-90 yıl önce her bakımdan yerli-milli bir ekonomi kurmuştu. Bu yerli-milli ekonominin bel kemiği ise fabrikalardı.
BAĞIMLI OSMANLI EKONOMİSİ
15.yüzyılda coğrafi keşiflerle ticaret yolları yön değiştirdi. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı toprak sistemi bozuldu. Bitmeyen savaşların yıpratıcı etkisi, halkın dirlik düzenlik kavgası, isyanlar, vergi gelirlerinin azalması, paranın değersizleşmesi, üretimin düşmesi Osmanlı ekonomisini sarstı. 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması gibi antlaşmalarla sanayileşmiş Batılı emperyalist ülkelere büyük ekonomik kolaylıklar sağlandı. Bu kolaylıklar, yerli üreticiyi bitirdi. 19. yüzyılda Osmanlı önce Galata bankerlerinden sonra İngiltere, Fransa gibi ülkelerden çok yüksek faizle borç aldı. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı öncesinde Osmanlı aldığı borçları ödeyemeyip iflas etti. Bunun üzerinde alacaklı Batılı emperyalist ülkeler, alacaklarını tahsil etmek için 1881'de Duyunu Umumiye'yi kurdu. Osmanlı'nın tüm gelir kaynaklarına el koydular: Madenler, limanlar, demiryolları, fabrikalar, bankalar, hatta tütün bile yabancıların kontrolüne bırakıldı. Osmanlı, 19. yüzyılda bir taraftan kapitülasyonlar, diğer taraftan Duyunu Umumiye ile sömürülüyordu.
Atatürk, 15 yılda, Osmanlı'nın bağımlı ve yetersiz ekonomisinden tamamen yerli-milli tam bağımsız bir ekonomi kurmayı başardı.
OSMANLI'DA SANAYİLEŞEMEME
Aslında Osmanlı, Sanayi Devrimi'ni ıskalamak istemiyordu. Ancak ne yeterli teknolojisi, ne yetişmiş elemanı ne de yeterli sermayesi vardı.
Osmanlı'da 1866'da Islah-ı Sanayi Encümeni kuruldu. Bu encümen, sanayinin gelişmesi için bazı çalışmalar yaptı.
1873'te fabrika kurmak isteyenlere gümrük ve vergi muafiyeti getirildi. 1888'de bu yönde yeni düzenlemeler yapıldı. 1897'de vergi muafiyeti uzatıldı. 1913'te de Geçici Sanayi Kanunu (Teşvik-i Sanayi Kanunu) yapıldı. Bu kanunla fabrika kuracaklara yeni kolaylıklar sağlandı. 1915'te belli kentlerde bir sanayi sayımı yapıldı. 1916'da fabrika kuracakları koruyucu bir gümrük kanunu çıkarıldı.
İttihat Terakki'nin milli ekonomi yaratma çabaları savaş koşullarında ister istemez yarım kaldı.
1915 sanayi sayımına göre Osmanlı'da 10'dan fazla işçi çalıştıran toplam 282 sanayi kuruluşu vardı. Bunların yüzde 9'u devletindi. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece yüzde 15'i Türklerindi. (Tevfik Çavdar, Milli Mücadele Başlarken Sayılarla Vaziyet ve Manzara-i Umumiye s. 66).
“1918 Ağustos'unda ekonomi, bütün iç ve dış ticaret… banka ve imtiyazlı şirketler hepsi Hristiyan, Yahudi veya ecnebi idi. Su, ışık, gaz, her türlü ulaştırma, telefon, rıhtımlar ve limanlar, fenerler hepsi yabancıların elinde ve Türk halk yığınları medrese eğitimi altında, vicdan ve kafa karanlığı içindeydi. Uyanmalarına ihtimal yoktu…” (Falih Rıfkı Atay, Atatürk Ne İdi, s. 132,133).
Osmanlı'dan Cumhuriyete kalan fabrikalar şunlardı: Bakırköy Dokuma Fabrikası, Feshane Yün İplik Fabrikası, Hereke İpek Dokuma Fabrikası, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası ve Tophane Silah Fabrikası. (Nejdet Serin, Türkiye'nin Sanayileşmesi, s. 97)
Ayrıca Osmanlı'dan kalan az sayıdaki fabrika da savaşlar nedeniyle işlemez hale gelmişti.
TÜRK SANAYİ DEVRİMİ
Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”da şöyle yazıyor: “Meclis kürsüsünde bir de ‘üç beyaz' parolası revaçtaydı. Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak… Ah bir buna muvaffak olsaydık. 1923 kafası ve iradesi imkansızlığa meydan okumuştur… Türk tarihi, 1923 iradesinin ve kafasının mucizesini unutmaz.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 523,524).
Milli Mücadele kazanıldı. Anadolu işgalci düşmandan temizlendi. Ancak asıl düşman yokluk ve yoksulluktu. Atatürk şimdi, o asıl düşmanla mücadele etmeye hazırlanıyordu. “Siyasi ve askeri zaferleri, iktisat zaferleriyle taçlandırmaktan” söz ediyordu. “Yeni Türk devleti bir sanayi devleti olacaktır” diyordu.
Önce 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde sanayileşmek için yapılacaklar kararlaştırıldı. Sonra Lozan Antlaşması'nda kapitülasyonlar kaldırıldı. Böylece Osmanlı'dan kalan tüm bağımlılıklar gibi ekonomik bağımlılıklara da son verildi.
1927'de Teşviki Sanayi Kanunu çıkarıldı. Buna göre hükümet, fabrika kurmak isteyenlere belli şartlarla parasız toprak verecek, fabrikalar için gereken tüm araç, gereç ve donanım gümrükten muaf olacak, bunlar demiryollarıyla ucuza taşınacak, fabrikalara özel ayrıcalıklar tanınacak, hükümet, pahalı da olsa yerli fabrika ürünlerini tercih edecek…
Sermaye hareketini yönetmek, piyasayı canlandırmak, kredi vermek ve fabrikalar kurmak için 1924'te İş Bankası, 1925'te de Sanayi ve Maden Bankası kuruldu.
1923-1930 arasında devlet, elinden geldiğince özel teşebbüsü destekledi. Ancak devlet destekli bu liberal kalkınmadan istenilen sonuç alınamadı.
1929'daki dünya ekonomik buhranından sonra 1930'dan itibaren Devletçiliğe ağırlık verildi. Devletçiliğin ilk uygulaması “millileştirme” oldu. Cumhuriyet, Osmanlı'nın yabancılara teslim ettiği su, elektrik, telefon, maden, liman, demiryolu vb. tüm işletmeleri, parasını verip satın alarak kamulaştırdı.
1932'de Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası kuruldu. 1933'te ise bu iki kuruluşun yerini Sümerbank aldı. Sümerbank'ın, Sanayi ve Maden Bankası'nın yönetimindeki kuruluşları işletmek, yeni fabrikalar kurup işletmek gibi görevleri vardı.
1933'te Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. Buna göre ülkenin değişik yerlerinde 20 fabrika kurulmasına karar verildi. Plana göre Kimya Sanayi, Toprak Sanayi, Demir Sanayi, Kağıt ve Selüloz Sanayi, Kükürt Sanayi, Süngercilik, Pamuklu Dokuma Sanayi, Kamgran (Merinos) Sanayi, Kendir Sanayi alanında yatırım yapılacaktı. Plan uygulandı ve 16 fabrika kuruldu. Bu plan, az gelişmiş ülkelerin ilk sanayi planıydı. Dünyaya örnekti.
Bu arada madenleri işletmek ve elektrik enerjisi sağlamak amacıyla da 1935'te Etibank kuruldu. Buna ek olarak petrol ve maden araştırmaları yapmak, haritalar ve raporlar hazırlamak amacıyla 1935'te MTA kuruldu.
1936 başlarında bir Sanayi Kongresi düzenlendi.
1937'de ülkenin değişik yerlerinde 100'den fazla fabrika kurmak amacıyla İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. Ancak II. Dünya Savaşı nedeniyle uygulanamadı.
EKONOMİ ZAFERİ
Sanayi istatistiklerine göre, 1923'e kadar ülke genelindeki irili ufaklı tüm sanayi kuruluşlarının sayısı 386'ydı. 1923-1933 arasında bu sayı 1087'ye ulaştı. 1927'de 17 milyon değerinde olan milli sanayi imalatı, 1933'te 137 milyona çıktı. (Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Tarih, IV, s. 297,298).
Sonuçta Atatürk Cumhuriyeti, yokluk ve yoksulluk içinde başarılı ve özgün ekonomi politikalarıyla Türkiye'yi üç beyaz; bez, şeker ve unda dışa bağımlılıktan kurtardı.
Atatürk Türkiye'si borç almadan, (Osmanlı borçlarını ödeyerek) kendi kaynaklarını kullanarak kalkınmayı başardı. Denk bütçeye dayalı ve enflasyonsuz kalkınma sonunda milli gelir artışı en üst seviyelere çıktı. Şevket Pamuk, şöyle diyor: “Kişi başı gelirler açısından 1939 yılı Türkiye için 20. Yüzyıl'ın ilk yarısındaki tepe noktasını temsil ediyor.” (Şevket Pamuk, Türkiye'nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, s. 194).
1929-1939 arasında dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken Türkiye'deki sanayi üretimi yüzde 96 arttı. Atatürk Türkiye'si, Rusya ve Japonya'dan sonra dünyada en hızlı kalkınan üçüncü ülke oldu. (Firdevs Gümüşoğlu, Ülkü Dergisi ve Kemalist Toplum, s. 248,249).
İşte Falih Rıfkı Atay'ın “1923 kafasının iradesi ve mucizesi” dediği şey budur.
1919 yılı Kasım ayı… Atatürk ve arkadaşları Sivas'ta… Yokluk çekiyorlar. Olmayan şeylerden biri de şeker… Bir gece Atatürk, Emireri Ali'yi çağırıp birer şekerli kahve istiyor. Emireri Ali, “Paşam şeker yok, sade yapayım” deyince Atatürk gülerek “Mazhar Müfit, niçin şeker aldırmıyorsun?” diyor. Sonra da “Farkındayım, yine züğürtledik!” diye ekliyor. Mahzar Müfit, “Evet Paşam! Hem züğürtledik, hem de paramız şeker almaya yetmez. Şeker çok pahalı” diye cevap veriyor.
Evet, o yıllarda tüm tüketim maddeleri gibi şeker de çok pahalıydı. Çünkü çok zor bulunuyordu. 1923'te ülkenin 50 bin ton olan şeker ihtiyacının tamamı dışarıdan karşılanıyordu. (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, C. 1, s. 353).
Uşak Şeker Fabrikası (1926)
Osmanlı'da 1840'ta Arnavutköylü Dimitri, bir şeker fabrikası kurmak için Ticaret Nezareti'ne başvuruyor. Osmanlı, belli şartlarla kendisine izin veriyor. (Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, s. 80).
Bu fabrikanın açılıp açılmadığını bilmiyoruz, ancak 1915 sanayi sayımından Osmanlı'da -sadece biri Türklere, diğerleri gayrimüslimlere, yabancılara ait- çok küçük ölçekli birkaç şeker fabrikası olduğunu öğreniyoruz. Bunlar, Ali Faik Osmanlı Şeker Fabrikası, Antonopulos Şeker Fabrikası, Antonyadis Antonyos Şeker Fabrikası, Antonyadis Yanko ve Şükerası Şeker Fabrikası, Jarboni ve Hacı Yanki Şeker Fabrikası, Keseneki Yorgi Şeker Fabrikası'dır. (Çavdar, age, s. 67-69).
1.Dünya Savaşı yıllarında İstanbul'da bile şeker yoktur. Şeker yerine kuru üzüm, pekmez kullanılır. Onlar da bulunabilirse… Gazetelerde bir haber çıkar: Avusturya'dan “iki vagon şeker geliyormuş” diye. Günlerce o vagonlar beklenir. Şu işe bakın ki o şekerler gelmeden savaş biter. (Cahit Kayra, 1923-1950 Devletçilik, Altın Yıllar, s. 210).
Yıl 1923… Atatürk'ü ziyaret etmek için bekleyenler var. Bunlardan biri yaşlı bir köylü Nuri Efendi'dir. Atatürk “Buyur Nuri Efendi” diyor. Nuri Efendi, Uşak'ın Kalfa Köyü'nden geldiğini, babasından bir helva ve haşhaş yağı imalathanesi kaldığını, kendisi İstanbul'da askerliğini yaparken şeker üretimini öğrendiğini, sonra Avrupa'dan mektup zarfı içinde pancar tohumu getirtip ekip şeker elde ettiğini anlatıyor. “Mehmet Hacim Bey'in önderliğinde 51 kişi birleştik Terakki Ziraat Türk A.Ş.'yi kurduk. 600 bin lira sermayemiz var. Paşam! Bize el ver. Şeker fabrikamızı kuralım” diyor. Cumhurbaşkanı Atatürk yerinden fırlıyor. Nuri Efendi'yi sevgiyle saygıyla kucaklıyor. “Hepiniz var olun! Türkiye'yi bu azim, bu istek, bu şevk kurtaracak…” diyor. Gerekli talimatları veriyor. Türkiye'nin ilk şeker fabrikasını işte bu köylü Nuri (Şeker) Efendi kuracaktı.
Sonuçta 1926'da Türkiye Sanayi ve Maden Bankası'nın da ciddi desteğiyle Uşak Şeker Fabrikası açıldı.
1925 yılında 1 milyon 200 bin sermayeyle İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları A.Ş. kuruldu. Bu şirketin kurduğu Alpullu Şeker Fabrikası da 1926'da açıldı.
İş Bankası, 1932'de Eskişehir Anadolu Şeker Fabrikaları Türk A.Ş.'yi, 1933'te de Turhal Şeker Fabrikası Türk A.Ş.'yi kurdu. Çok geçmeden Eskişehir Şeker Fabrikası ve Turhal Şeker Fabrikası açıldı ve şeker üretimine başladı.
3 Temmuz 1935'te, değişik şirketlerin elindeki şeker fabrikaları bir tek şirkette birleştirildi. Sümerbank, Ziraat Bankası ve İş Bankası'nın eşit hisselerle katıldıkları 22 milyon lira sermayeli Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Ortaklığı kuruldu.
1923'te yılda 50 bin ton olan şeker ithalatımız, şeker fabrikalarımızın kurulmasından sonra giderek azaldı. 1934-1935'te 2-3 bin tona indi. (Türkiye'de Devlet Sanayii ve Maadin İşletmeleri, s. 238, 239). Dolayısıyla Türkiye, şeker ihtiyacının neredeyse yüzde yüzünü bu yerli-milli şeker fabrikalarıyla karşıladı. 1.Dünya Savaşı yıllarında, her konuda olduğu gibi şeker konusunda da darlık başladı. Savaş koşullarında Alpullu'daki fabrika durdurulunca üç fabrikaya kaldık. Şeker karaborsaya düştü. Savaş ekonomisi yeni vergilere yol açtı. Hükümet, şekerin kilosuna 10 kuruşluk İstihlak Vergisi yükledi. Türkiye'yi II. Dünya Savaşı cehennemine sokmayan İsmet İnönü'yü, “Bizi şekersiz bıraktın” diye suçlayanlara İnönü, “Ama babasız bırakmadım” demişti. (Kayra, age, s. 210,212).
İlk yerli-milli şeker fabrikamızı kuran Uşaklı Molla Ömeroğlu Nuri Şeker.
Savaş sonrasında dört şeker fabrikası yeninden tam kapasite çalışmaya başladı. Üretim 1947'de 100 bin tona yaklaştı. Zamanla bu rakamlar da aşıldı. Örneğin 1951 üretimi 186 bin tondu. (Türkiye'de Devlet Sanayii ve Maadin İşletmeleri, s. 239).
20-25 yıl önce şeker ithal eden Türkiye, şimdi şeker ihraç ediyordu.
1951-1956 arasında toplam 11 yeni şeker fabrikası kuruldu. Böylece fabrika sayısı 15 oldu.
1962'de Ankara Şeker Fabrikası ve 1963'te Kastamonu Şeker Fabrikası kuruldu.
1977'de Afyon, 1982'de Muş ve Ilgın,
1983'te Bor, 1984'te Ağrı, 1985'te Elbistan, 1989'da Erciş, Ereğli ve Çarşamba, 1991'de Çorum, 1993'te Kars, 1998'de Yozgat ve 2001'de Kırşehir Şeker Fabrikaları işletmeye açıldı.
Cumhuriyet ilan edilirken Türkiye'de sadece şeker değil, çay da çok zor bulunuyordu. Rize Çay Fabrikası 1947'de kuruldu. 20 Mayıs 1947'de Rize Çay Fabrikası ürünlerinden 20 tonluk ilk ihracat yapıldı.
Demem o ki, iki şekerli demli çayını yudumlayıp CeHaPe'ye; Atatürk'e, İnönü'ye saldıran kardeşim, o demli çayı, o çaya attığın şekeri bile onlara borçlusun.
Allah aşkına! Türkiye'nin yerli-milli varlıklarını satmaktan vazgeçin. Şeker fabrikalarımıza dokunmayın. Ağzımızın tadını kaçırmayın. “Ağzımızda tat mı bıraktılar!” dediğinizi duyar gibiyim!
0 notes
Photo
1933 Yılbaşı gecesi, Ankara Palas salonunda Atatürk’ün katılımlarıyla kutlanırken, saat 24’den sonra, Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip, yeni yıl armağanı olarak Atatürk’e üç kitap sunmuştur. Bunlar “Birinci Türk Tarih Kongresi Zabıtları”, “Söz Derleme Klavuzu” ve Dil Kurultayı kararlarını içine alan kitaplardı. Millî Eğitim Bakanı kısa bir sunuş konuşmasıyla kitapları vermişler, Atatürk de armağanları alırken yüksek sesle şunları söylemişlerdir: -Bu anda duyduğum mutluluk büyüktür. Kıymetli Millî Eğitim Bakanımızın bu armağanından dolayı kendisine teşekkür ederim. Kendisinden ve diğer bakanlarımızdan her an böyle armağanlar beklerim. Bakan Beyin değersiz dediği bu armağan gerçekte çok değerlidir. Bu değerin herkes tarafından daha iyi anlaşılması için bu kitaptan bir sayfa okumalarını Bakan Bey’den rica ediyorum. Atatürk’ün bu sözleri çok alkışlandı. Arkasından Reşit Galip Bey, Gazi’nin emirlerini yerine getirerek armağandan, ayırmaksızın ve seçmeksizin, bir sayfa açtı ve: -“Hepimizin kısmetine” diyerek okumağa başladı: “Kafasını ve vicdanını, en son yükselme alevleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan, bugünün Türk çocukları, biliyor ve bildirecektir ki, onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, onbinlerce yıllık, hür uygar olan, yüksek bir ırktan gelen, yüksek yetenekli bir millettir.(Sürekli alkışlar). Bir de şunu iyi bilmek gerekir ki, eski Etilerimiz, atalarımız, bugünkü yurdumuzun ilk ve otokton yerleşenleri ve sahibi olmuşlardır. Burasını binlerce yıl önce anayurdun yerine öz yurt yapmışlardır. Türklüğün merkezini Altaylardan Anadolu – Trakya’ya getirmişlerdir. Türk Cumhuriyeti’nin sarsılmaz temelleri bu öz yurdun çökmez kayalarındadır. (Alkışlar). Bu kutsal yurdun öz mirasçısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yılmaz koruyucusu o büyük, yüksek, soylu Türk kavminin bugünkü genç ve dinç çocuklarıdır, biziz* (Sürekli alkışlar). Hâkimiyet-i Milliye, 2.01.1933
0 notes
Text
Cumhuriyetin getirdiği yenilikler hakkında kısa bilgi ve detaylı bilgiler
Birinci dünya savaşı bittiğinde dünyada o güne kadar ayakta kalmış tüm imparatorluklar çöktü. Doğrusu artık Osmanlı Devleti benzer biçimde çeşitli uluslardan oluşan imparatorlukların periyodu kapanmıştı ve tarihin diyalektiği millet devletleri ön plana çıkarmıştı. Bunu gören yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk kurtuluş savaşının arkasından Türk topraklarına hak etmiş olduğu değerde çağdaş bir devlet anlayışı getirdi. Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk bu şekilde de yetinmeyerek modern medeniyetler seviyesine ulaşmak amacıyla bir takım yenilikler yapmış oldu. Gelin bunların neler olduğuna beraber göz atalım… Cumhuriyet ile meydana getirilen yenilikler 1. Medreseler kapatıldı,yeni ve çağdaş okullar açıldı. 2.Arap harfleri kaldırıldı.Harf devrimiyle Türk alfabesi(abece)kabul edildi. 3.Giyim kuşağında da yenilikler yapılmış oldu. 4.Ölçü birimleri değiştirildi. 5.Soyadı kanunu çıkarıldı.Mustafa Kemale Mustafa Kemal Atatürk soyadı verildi. 6.Hanımlarımıza seçme ve seçilme hakkı verildi. 7.Hanım _erkek eşitliği sağlandı 8.Din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı.Buna laiklik denir. 9.Din kurallarına nazaran çalışan mahkemeler kaldırıldı. 10. Tarımda yeni aletler kullanılmaya başlandı.Köylere kadar elektrik ve telefon götürüldü. 11.Yurdumuzun her tarafınca yollar,köprüler,barajlar,limanlar,fabrikalar,hava alanları,demir yolları yapılmış oldu.
Yenilikler
Mustafa Kemal Atatürk Türkiyeyi “Uygar uygarlık düzeyine çıkarmak” amacıyla bir takım yenilik yapmış oldu. Bu yenilikleri beş başlık altında toplayabiliriz: 1. Siyasal Yenilikler: · Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) · Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) · Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) 2. Toplumsal Yenilikler · Hanımefendilere erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934) · Şapka ve giyim yeniliği (25 Kasım 1925) · Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) · Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934) · Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934) · Internasyonal saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931) 3. Hukuk Yeniliği : · Mecellenin kaldırılması (1924-1937) · Türk Çağdaş Kanunu ve öteki kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937) 4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Yenilikler: · Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924) · Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928) · Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932) · Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933) · Güzel sanatlarda yenilikler 5. Iktisat Alanında Yenilikler: · Aşârın kaldırılması · Çiftçinin özendirilmesi · Örnek çiftliklerin kurulması · Sanayiyi Teşvik Kanununun çıkarılarak endüstri müesseselerinin kurulması · I. ve II. Kalkınma Planlarının (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934de TBMMnce Mustafa Kemale “Mustafa Kemal Atatürk” soyadı verildi.
Cumhuriyet’in ilanı ile gelen yenilikler
* Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. * 1924 Anayasası diye deklare edildi. * Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt sürgün edilmesi * Devletin dinine ilişkin maddenin anayasadan çıkartılması ve Laiklik ilkesi Anayasaya eklenmiştir. * Şapka ve Giyim kanunu duyuru edilmiş ve çağdaş giyim kuşam seçimi ortaya çıkmıştır. * Oldukça partili siyasal hayata geçilmiştir. * Tekkeler, zaviyeler ve türbeler kapatılmıştır. * Hanımefendilere belediye seçimlerinde ve genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. * Soyadı Kanunu çıkarılmış ve ad karmaşasının önüne geçilmiştir. * Efendi, Bey, Paşa benzer biçimde lakap ve unvanlarin kullanımı yasaklanmıştır soyadı kanununa paralel olarak. * Internasyonal saat, takvim ve uzunluk ölçüleri kabul edilmiş ve kullanılmaya başlanmıştır. * İslam vakıfları devlet idaresine alınmıştır. * İsviçre Çağdaş Kanunu’ndan çevrilerek hazırlanan Çağdaş Kanunu kabul edilmiştir. * İtalyan Ceza Kanunu’ndan çevrilerek hazırlanan Türk Ceza Kanunu kabul edilmiştir. * Öğretimin Birleştirilmesi Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ile devlete bağlı olmayan ilköğretim kurumları kapatılmıştır. * Dil Devrimi, Yeni Türk harflerinin kabulü ve arap alfabesi yerine kullanılmaya başlanmıştır. * Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu kurulmuştur. * Darülfünun’un kapatılıp İstanbul Üniversitesi adıyla yeniden eğitim hayatına adım atmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından yada Cumhuriyetten sonrasında meydana getirilen yenilikler:
Siyasal Alanda Meydana getirilen Yenilikler * Saltanatın kaldırılması ( 1 Kasım 1922) * Ankara’nın başkent olması (13 Ekim) * Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1923) * Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924) * Siyasal Partiler kuruldu. (Cumhuriyet Halk Fırkası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Özgür Cumhuriyet Fırkası) Hukuk Alanında Meydana getirilen Yenilikler * 20 Ocak 1921’de ilk anayasa Teşkilat-ı Esasiye diye deklare edildi. * Cumhuriyetin ilanından sonrasında 1924 anayasası diye deklare edildi. * 17 Şubat 1926’da Çağdaş Kanun diye deklare edildi. İsviçre’den alındı. – a) Birden fazla hanımla evlenme yasaklandı. – b) Mirasta ve boşanmada hanım adam eşitliği geldi. * 8 Mayıs 1928’de Borçlar Kanunu –İsviçre’den * 10 Mayıs 1928’de Tecim Kanunu—Almanya’dan * 1Temmuz 1928’de Ceza Kanunu – İtalya’dan alınarak diye deklare edildi. Eğitim ve Kültür Alanında Meydana getirilen Yenilikler * 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu diye deklare edildi. Eğitim öğretim laikleştirildi. Tüm okullar Ulusal Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Medrese ve okul ikiliğine son verildi * 1Kasım 1928’de Latin alfabesi kabul edildi. * 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu kuruldu. * 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu. * 1924’te Topkapı Sarayı müze haline getirildi. Aynı yıl Etnografya Müzesi ve Güzel Sanatlar Akademisi açıldı. * 1933’te İstanbul Üniversitesi ve Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi açıldı. Toplumsal Alanda Meydana getirilen Yenilikler * 25 Kasım 1925’de “Şapka Kanunu” çıkarıldı. * 30 Kasım 1925’de tekke , zaviye ve türbeler çıkarılan bir kanunla kapatıldı. * 1934 çıkarılan bir kanunla din görevlilerinin dini elbiselerle yakarma bölgeleri haricinde dolaşmaları yasaklandı. En yetkili şahıs hariç (Diyanet İşleri Başkanı “”benzer biçimde) * 1925 Senesinde Hicri ve Rumi takvimler kaldırılarak Miladi takvim kabul edildi.1 Ocak 1926’dan itibaren uygulamaya geçildi. * 1931 Senesinde bir kanunla Okka ,arşın vb. bölgesel ölçü birimleri yerine Kilo, metre ve litre benzer biçimde ölçü birimleri kabul edildi. * 1935 Senesinde hafta sonu tatili Cuma’dan Pazar gününe alındı. * 24 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu kabul edildi. * Türk Hanımına Siyasal Haklar Verildi: – a) 30 Nisan 1930’da belediye seçimlerinde seçmen olma hakkı, – b) 26 Ekim 1933’te muhtar seçme ve köy yaşlanmış heyetine seçilme hakkı, – c) 5 Aralık 1934’te milletvekili seçilme ve seçme hakkı verildi. Ekonomik Alanda Meydana getirilen Yenilikler * 17 Şubat 1923’de “İzmir İktisat Kongresi” toplandı. Ulusal ekonominin hedefleri belirlendi. Yatırım meydana getirecek şirketlere kolaylık sağlanacağı, ulusal bankanın kurulacağı, demiryolu yapımına ehemmiyet verileceği,yerli malı kullanımı teşvik edileceği belirtilmiştir. Ek olarak kongrede “Misak-ı İktisadi” (Iktisat Andı) diye deklare edildi. Buna nazaran ekonomik kararlar uygulanırken ekonomik bağımsızlığın titizlikle korunması kararla��tırıldı. * Hususi teşebbüsün yetersiz olmasından dolayı 1930’dan itibaren “Devletçi” bir iktisat politikası uygulanmaya başlanmıştır. * 1933 senesinde “İlk Beş Senelik Kalkınma Planı” hazırlandı ve başarıyla uygulandı. Ziraat Alanında Meydana getirilen Yenilikler * Köylünün durumunu düzeltmek için Aşar (Öşür) vergisi 1925’te kaldırıldı. * Ziraat Bankasının verdiği kredi artırıldı. * Çiftçinin tarımda makine , iyi tohum , gübre ve ilaç kullanımı teşvik edildi. * Çiftçiye damızlık hayvan, tohum, fidan , borç para verildi. * 1929’da “Ziraat Kredi Kooperatifleri” kuruldu. Sanayii Alanında Meydana getirilen Yenilikler * 1925’te “Endüstri ve Maadin Bankası” kuruldu (Yıpranmış Osmanlı tesislerini onarım etmek için.). * 1927’de “Teşvik-i Endüstri Kanunu” çıkarıldı (Halk sanayiye teşvik edildi, sadece halkın gücü olmadığından “Devletçilik” politikası seyredildi.). * 1933’te “İlk Beş Senelik Endüstri Planı” hazırlandı. * 1933’te Sümerbank kuruldu. * 1938’de “İkinci Beş Senelik Kalkınma Planı” hazırlandı. Sadece 1939’da II. Dünya Savaşı’nın çıkması bu planın uygulanmasına engel olmuştur. * Ülkedeki madenleri aramak için 1935’te Maden Incelem Arama Enstitüsü (M.T.A) kuruldu. Madenleri işlemek içinde Etibank kuruldu. * 1939’da Türkiye’nin ilk demir çelik fabrikası olan Karabük Demir-Çelik Fabrikası kuruldu. Tecim Alanında Meydana getirilen Yenilikler * 1924’te İş Bankası kuruldu (İş sahiplerine kredi vermek amacıyla kuruldu). * 1 Temmuz 1926’da “Kabotaj Kanunu” çıkarıldı. Böylece Türk karasularında yolcu ve yük taşıma hakkı yalnızca Türk gemilerine verildi. Ek olarak Denizbank’ın kurulmasıyla denizcilik faaliyetleri artmıştır. Bayındırlık Alanında Meydana getirilen Yenilikler * Demiryolları yabancı şirketlerin elinden alınarak devletleştirildi. Yeni demiryolları yapılmış oldu. Cumhuriyetin ilanından 1938 yılına kadar 3360 km demiryolu yapılmıştır. * Osmanlı Devleti’nden 18335 km kalan karayolu 1948 senesinde 45000 km’ ye çıkmıştır. * Denizcilik alanında Kabotaj Kanunu çıkarılmış ve yeni liman ve iskeleler yapılmıştır. * Pek fazlaca yeni kent ve kasaba inşa edilerek çağdaş bir görünüm almıştır.
Cumhuriyetin Getirdiği Yenilikler Kısa Maddeler Halinde
M.Kemal ile süregelen cumhurbaşkanlığı sistemi başladı. 1924 senesinde ilk anayasa kullanıma girdi. Halifelik kaldırıldı ve Osmanlı Hanedanı sürgüne gönderildi. Laiklik anayasada yer almaya başladı ve devletin dini, ibaresi kaldırıldı. Şapka kanunuyla çağdaş giyim kanunu kabul edildi. Takke zaviye ve türbeler kapatıldı. Çağdaş eğitime geçildi. Siyasal yaşam fazlaca partili sistem oldu. Hanımlarımız seçme ve seçilme haklarını elde etti. Soyadı kanunuyla ünvanlar kaldırıldı. Çağdaş takvim ve saat kullanıma koyuldu. İslami vakıflar devlet kontrolüne geçti. Çağdaş kanun ve ceza kanunu yürürlüğe girdi. TDK ve Türk Tarih Kurumu kuruldu. Darülfünun, İstanbul üniversitesi adıyla tekrardan kuruldu.
CUMHURİYETİN GETİRDİĞİ YENİLİKLER
Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’yi “Uygar uygarlık düzeyine çıkarmak” amacıyla bir takım yenilikler yapmıştır. Bu yenilikleri beş başlık altında toplayabiliriz: 1. Siyasal Yenilikler Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) 2. Toplumsal Yenilikler Hanımefendilere erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934) Şapka ve giyim yeniliği (25 Kasım 1925) Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934) Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934) Internasyonal saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931) 3. Hukuk Yeniliği : Mecellenin kaldırılması (1924-1937) Türk Çağdaş Kanunu ve öteki kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937) 4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Yenilikler: Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924) Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928) Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932) Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933) Güzel sanatlarda yenilikler 5. Iktisat Alanında Yenilikler Aşârın kaldırılması Çiftçinin özendirilmesi Örnek çiftliklerin kurulması Sanayiyi Teşvik Kanunu”nun çıkarılarak endüstri müesseselerinin kurulması I. ve II. Kalkınma Planları”nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934″de TBMM”nce Mustafa Kemal”e “Mustafa Kemal Atatürk” soyadı verildi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye”yi “Uygar uygarlık düzeyine çıkarmak” amacıyla bir takım yenilik yapmış oldu. Bu yenilikleri beş başlık altında toplayabiliriz: Siyasal Yenilikler Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) Toplumsal Yenilikler Hanımefendilere erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934) Şapka ve giyim yeniliği (25 Kasım 1925) Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934) Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934) Internasyonal saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931) Hukuk Yeniliği : Mecellenin kaldırılması (1924-1937) Türk Çağdaş Kanunu ve öteki kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937) Eğitim ve Kültür Alanındaki Yenilikler: Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924) Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928) Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932) Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933) Güzel sanatlarda yenilikler Iktisat Alanında Yenilikler Aşârın kaldırılması Çiftçinin özendirilmesi Örnek çiftliklerin kurulması Sanayiyi Teşvik Kanunu”nun çıkarılarak endüstri müesseselerinin kurulması I. ve II. Kalkınma Planları”nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934”de TBMM”nce Mustafa Kemal”e “Mustafa Kemal Atatürk” soyadı verildi.
OKUDUYSANIZ yada IZLEDIYSENIZ PAYLAŞIN LÜTFEN HERKES OKUSUN ve IZLESIN. Read the full article
0 notes
Photo
2023’e doğru! 1915’den 2015’e Mustafa Kemal’in askerlerinin vatan savunması: Yüz yıllık yalnızlık 30 Ekim 1933 – 10 Kasım 1938 30 Ekim 1933 Hakimiye Milliye Gazetesi Mustafa MERSİNOĞLU 27 Kasım 1933 tarihinde Belgrad’da Türkiye – Yugoslavya Dostluk, Saldırmazlık, Yargısal Çözüm, Hakemlik ve Uzlaştırma Andlaşması imzalandı. 5 Aralık 1933 Eskişehir Şeker Fabrikası açıldı. 1934 6 Ocak 1934 Anton Hanak tarafından başlanan anıt Hanak’ın ölümü üzerine anıtı tamamlama işi verilen Joseph Thorak tarafından 1935 yılında tamamlanmıştır. Anıtın kaidesi 37 metre uzunluğu, orta blok 8 metre, yan kanatlar 2 metre, bronz figürlerin boyu 6 metredir. Anıtın kaidesinde Atatürk’ün Türk, Öğün, Çalış, Güven özdeyişi yazar. 12 Ocak 1934 Venizelos’un Atatürk’ü Nobel’e aday gösterdiği mektubu Sayın Başkan, Yaklaşık yedi asır boyunca Yakın Doğu’nun tamámı ve Orta Avrupa’nın büyük kısmı kanlı savaşlara sahne oldu. Bunun temel sebebi Osmanlı İmparatorluğu ve onun sultanlarının mutlákiyetçi yönetim sistemiydi. Hıristiyan halklara boyun eğdirilmesini kaçınılmaz olarak takip eden Haç’ın Hilâl’e karşı díní savaşları ve ardından da özgürlüklerine düşkün bütün halkların başarılı diriliş hareketleri, Osmanlı İmparatorluğu sultanların etkisinde kaldığı sürece dáimá devam eden bir tehlike ortamıydı. Mustafa Kemal Paşa’nın milli hareketinin rakiplerine galip gelmesiyle 1922’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu belirsizlik ve hoşgörüsüzlük devletine kesin bir son verdi. Hakikaten, bir milletin hayatında bu kadar kısa zamanda bu kadar köklü bir değişiklik nadiren gerçekleştirilebilmiştir. Hukuk ve dinin birbirine karıştığı dini bir rejim altında yaşayan, çöküş halindeki bir imparatorluk tamamen hayat ve canlılık dolu modern bir ulus devlete dönüştürüldü. Büyük reformcu Mustafa Kemal Paşa’nın sağladığı hızla, sultanların mutlakiyetçi rejimi sona erdirildi ve devlet tamamen laik oldu. Haklı olarak medeni milletlerin en ön saflarında yer almaya büyük istek duyan bütün millet gelişmeleri benimsedi. Fakat, barışın sağlamlaştırılması etnik Türk kimliğinin baskın olduğu devletin şu günlerdeki haline dönüşmesine yol açan inkılaplarla birlikte yürütüldü. Hakikaten, Türkiye diğer milletlerin meskun olduğu illerini hukuka uygun bir şekilde kaybetmiş olmayı kabullenmede tereddüt etmedi ve anlaşmalarla belirlenen siyasi ve etnik sınırlardan razı olup Yakın Doğu için gerçek bir barış dayanağı haline geldi. Türkiye’yle sürekli devam eden anlaşmazlıkların neticesinde asırlarca kanlı savaşlara sürüklenmiş olan biz Yunanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi olan bu ülkede gerçekleşen derin değişikliğin etkilerini ilk hissedenler olduk. Küçük Asya Felaketi’nden hemen sonra, savaştan bir ulus devlet olarak çıkmış olan yeniden doğan Türkiye’yi anlama fırsatını farkederek ona, elimizi uzattık ve o da samimiyetle karşılık verdi. Samimi barış arzusuyla dolu olduklarında en derin farklılıklara sahip halkların bile tekrar yakınlaşabileceklerini gösteren bu yeniden birbirimize yakınlaşma faaliyeti hem iki ülke için hem de Yakın Doğu’daki barışı sürdürmek için faydalı oldu. Barışı tesis etmek için yapılan bu paha biçilmez katkıyı gerçekleştiren kişi elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’dır. Bu yüzden, 1930 Yunanistan Hükümeti’nin lideri olarak, Yunan-Türk anlaşmasının imzalanmasının Yakın Doğu’nun barışa doğru yürüyüşünde yeni bir dönemi başlattığı şu zamanda, Mustafa Kemal Paşa’nın Nobel Barış Ödülü’ne sahip olmanın ayırt edici itibarıyla ödüllendirilmesini teklif etmekten onur duyarım. Saygılarımla, E. K. Venizelos 9 Şubat 1934 Balkan Antantı, tarihinde Atina’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalanan anlaşmadır. 1933’ten sonra Almanya’da Nazi partisinin iktidara gelmesi, İtalya’nın Akdeniz’de ve Balkanlar’da genişleme çabası ve Avrupa devletlerinin silahlanma yarışına girmesi dünya barışını tehdit etmeye başladı. Bu gelişmeler sonucunda Balkan devletleri arasında bir yakınlaşma meydana geldi. 5 Mart 1934 Dr Reşit Galip, günü hayatını kaybetti. 13 Nisan 1934 İlk kadın mühendisler Yüksek Mühendis Mektebinden mezun oludular. 17 Nisan 1934 Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’yla devletçilik uygulamaları hız kazandı. 14 Haziran 1934, 2510 Sayılı İskan Yasası’nın çıkması üzerine büyük toprak sahipleri karşı cephe oluşturmaya yöneldiler. Meclis’teki temsilcileri, TBMM’de yapılan tartışmalar sırasında, “tapusuz boş toprakların dağıtılmasını” öngören yasa maddelerine direndiler. Büyük toprak sahiplerinin avukatlığını üstlenen ve kendileri de büyük topraklara sahip olan milletvekilleri, toprak dağıtımını “yağmacılık” olarak gösteriyor, “tapu kaydı olmayan sahipsiz boş yerler”in kendileri tarafından gaspedilmiş olması gerçeğinin üzerini örterek, topraksız köylünün toprak edinmesine karşı çıkıyorlardı. “Tapuda veya vergide kayıtlı arazi ve yapılar”ın bu yasaya tabi tutulamayacağı; ve “tapusu olan ya da vergisi ödenmiş olan arazinin dağıtılamayacağı” garanti edilmesine rağmen, Eskişehir’in en zengin toprak ağalarından biri olan Emin (Sazak), “Mülk sahibi olmanın kötü karşılanmasının sakıncaları”ndan söz ederek, “ağa topraklarının güvencede olmamasının buhranlı dönemde tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini” belirtiyor; “… 500 yıllık ecdadından kalma arazi”lere dokunulamayacağından dem vuruyordu. Hükümet adına İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, ağa ve beylerin itirazlarına karşı, devletin bu kanunla, “terk edilmiş boş araziyi dağıtacağını, dağıtıldıktan sonra birisinin çıkıp tapu göstererek toprak sahibini dışarı atmasının uygun olmadığını, eğer böyle bir hak iddiası ortaya çıkarsa köylünün elinden toprak alınmayıp, hak sahibine devletin bedelini ödeyeceğini” söylüyordu. Fikret Babuş Türkiye’de iskan ve toprak sorunu Teori Mart 2008) 19 Haziran 1934 Özsoy operasıilk kez gecesi, Münir Hayri Egeli’nin rejisi ve Ahmet Adnan Saygun’un orkestra şefliği altında “İstanbul Konservatuarı” yaylı sazlar heyeti ile “Riyaseti Cumhur Bando Heyeti” tarafından ile İran Şahı ve Atatürk’ün önünde Ankara Halkevi’nde sahnelenmiştir. 21 Haziran 1934 2525 Sayılı Soyadı Yasası 21 Haziran ile 4 Temmuz 1934 tarihleri arasında Nihal Atsız’ın Orhun, Cevat Rıfat Atilhan’ın ise Milli İnkılap dergisinde Yahudilere karşı ırkçı yazılar yazmaları sonucunda halk etki altında kalarak Yahudi azınlığa karşı şiddet olaylarına girişti. Başbakan İnönü TBMM: Arkadaşlar, size bugünün fena bir hadisesini ara yerde arz etmek mecburiyetindeyim. Trakya’da bazı Yahudi vatandaşların şikayetlerine göre mahalli tertipler yüzünden hicrete mecbur olduklarını ve bazılarının da İstanbul’a hicret ettiklerini haber almıştım. Türkiye’de her fert Cumhuriyet Kanunlarının emniyet ve muhafazası altındadır. Antisemitizim Türkiye metaı ve zihniyeti değildir. Vakit vakit hariçten bizim memlekete girer ve derhal önüne geçilir. Bu fevaranın da böyle bir salgın olması muhtemeldir. Böyle ceryanlara katiyen müsaade etmeyeceğiz.’ İçişleri Bakanı ve Jandarma Genel Komutanı ve bir çok yetkili Trakya’ya gönderildi. Bölgede sıkıyönetim ilan edilerek sokağa çıkma yasağı kondu. Kırklareli valisine ve belediye başkanına işten el çektirildi, bazı kişiler tutuklandı. Olayların kışkırtıcısı olduğu gerekçesiyle Milli İnkilap dergisi kapatıldı, dergiyi çıkaran Cevat Rıfat Atilhan hakkında soruşturma açıldı. Kısa sürede bastırılan Trakya Yahudileri olayında birçok sanık yargılandı, bazıları hüküm giydi. Edirne’de olayları yatıştırmakla görevli bir jandarma onbaşısı Yahudi karşıtı kişilerce şehit edildi. 13 Ağustos 1934 Bakırköy Bez Fabrikası. 19 Ekim 1934 Turhal Şeker Fabrikası. 20 Kasım 1934 Konya-Ereğli Bez Fabrikası. 24 Kasım 1934 TBMM Mustafa Kemal’e ATATÜRK soyadını verdi. 26 Kasım 1934 Efendi, Bey, Paşa gibi Takma Ad ve Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına İlişkin 2590 Sayılı Yasa 28 Kasım 1934 Hakimiyeti Milliye gazetesi adını Ulus’a değiştirdi. 1953′de Demokrat Partinin Cumhuriyet Halk Partisi’nin mal varlıklarına el koyarak gazeteyi kapatmasına kadar geçen sürede, aynı isimle yayın hayatına devam etmiştir.Gazetenin ilk başyazarları Hamdullah Suphi, Hüseyin Ragıp, Ağaoğlu Ahmet, Recep Peker, Mahmut Soydan, Falih Rıfkı Atay’dır. Yazı işlerinde çeşitli zamanlarda görev yapmış milli mücadele hareketinin seçkin isimleri yer almıştır. Bunlar; Mahmut Esat Bozkurt, Aka Gündüz, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mahmut Soydan, Ahmet Ağaoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Ruşen Eşref Ünaydın, İzzet Ulvi Aykurt ve Ziya Gevher Etili’dir. 3 Aralık 1934) Kimi Giysilerin Giyilemeyeceğine İlişkin 2596 Sayılı Yasa İbadet durumları hariç bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair kanun karara bağlandı. 4 Aralık 1934 5 Aralık 1934 Türk Kadınına Milletvekilli seçme ve seçilme hakkı 2598 Sayılı Yasa bu konuda Anayasa değişimi 2599 Sayılı Yasa, Bu kanun sonrası yapılan seçimlerde 18 kadın milletvekili TBMM’ye girdi. 1 Ocak 1935 İstanbul Rıhtım Şirketi devletleştirildi. 1 Şubat 1935 Ayasofya Bakanlar Kurulu Kararıyla Müzeler İdaresine devredildi ve halka ziyarete açıldı. 23 Şubat 1935 Yücel, 1935-1956 yıllarında Muhtar Fehmi Enata ve Kemalettin Birsen yönetiminde çıkarılmış aylık edebiyat dergisidir. Dergi, gençliğe Kemalist düşünce doğrultusunda yol göstermeyi hedeflemiş, ilk sayıda derginin “bilgi ve kültür cönkü” olduğu belirtilmişti 1 Mart 1935 Atatürk’ün dördüncü defa Cumhurbaşkanı seçilmesi. 1 Mart 1935-1 Kasım 1937 VII. İnönü Hükümeti 11 Mart 1935, Yusuf Akçura, İstanbul’da öldü. Kazanlı Yusuf Akçura (Tatarca: Yosıf Aqçura; 2 Aralık 1876 Ulyanovsk, Simbir) Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan Tatar yazar ve siyaset adamı. Türk Tarih Kurumu’nun kurucu üyelerindendir. TBMM’de 2, 3 ve 4. dönem İstanbul milletvekili, 5. dönemde 1935’te Kars milletvekili olarak mecliste yer almıştır. 1904 yılında yayımladığı Üç Tarzı Siyaset adlı makalesi Türkçülük akımının manifestosu kabul edilir. 18 Nisan 1935 Uluslararası Kadınlar Birliği 12. Kongresi Yıldız Sarayında yapılan törenle başladı. 3 Mayıs 1935 Türkkuşu’nun açılışında Etimesgut Havaalanında Atatürk: ‘Türk çocuğu! Her işte olduğu gibi, havacılıkta da en yüksek düzeyde, gökte, seni bekleyen yerini en kısa zamanda dolduracaksın.’ 27 Mayıs 1935 Hafta sonu tatilini, ulusal ve dini bayram günlerini düzenleyen yasa çıktı. Hafta sonu tatili Cumartesi 13:00 den başlayıp Pazartesi sabahına kadar 35 saat. 5 Haziran 1935 Vakıflar hakkındaki tatbikat kanunu. 2762 sayılı. 10 Haziran 1935 Siyasal Bilgiler Okulu hakkındaki yasa. 14 Haziran 1935 Maden Tetkik Arama Enstitüsü.2804 sayılı özel kanunla kurulmuş, tüzel kişiliği olan, özel hukuk hükümlerine tabi, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı kamu iktisadi teşebbüsü olarak kuruldu. 1983 yılında Turgut Özal tarafından Genel Müdürlüğe çevrilerek Atatürk’ün kurarken düşündüğü politika dışında bilimselçalışmasını durdurdu. Elektrik İşleri Etüd İdaresi Yasası çıkarıldı. Etibank Yasası Kabul edildi.Etibank Atatürk’ün direktifi ile Türkiye’nin yeraltı kaynaklarını işletmek ve değerlendirmek üzere, sanayinin ihtiyacı olan madenleri, endüstriyel hammaddeleri, enerjiyi üretmek ve bu işlerin yapılması için gerekli sermayenin toplanacağı her türlü bankacılık işlemini yapması için kuruldu. Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Diyanet İşleri Reisliği Teşkilat ve Vazifelerine dair yasa. 21 Ağustos 1935 Atatürk’e Suikast Planı Suriye’den Atatürk’e suikast yapmak üzere gizlice giriş yapan 5 kişi yakalandı. Olaya Urfa milletvekili Ali Saip Ursavaş’ın da dahil olduğu anlaşıldı. Suikasti Çerkez Ethem ve yandaşlarının planladığı ortaya çıktı. 16 Eylül 1935 Kayseri Bez Fabrikası 2 Ekim 1935’te Cenevre’de Türkiye, İran ve Irak arasında üçlü bir antlaşma parafe edildi. Buna daha sonraları Afganistan da katıldı. Daha sonra Irak-İran sınır antlaşmazlığının çözümlenmesi (Şattülarap uyuşmazlığı). 10 Ekim 1935 Mason Faaliyeti durdu Hükümetten gelen telkinler üzerine Türkiye’de faaliyet gösteren Mason Locaları faliyetlerine ara verdiler. 20 Ekim 1935 İkinci Genel Nüfüs Sayımı. 16.158.018 Kişi. Bursa Cumhuriyet Bayramı kutlamaları İhsan Celal Antel fotosu. 1 Kasım 1935 Ankara Devlet Konservatuarı öğrenime başladı. 7 Kasım 1935’ Sovyet Türk dostluk anlaşması 10 yıllığına uzatılmıştır. 29 Kasım 1935Paşabahçe, Atatürk’ ün Türkiye’de cam sanayiini kurma ve geliştirme talimatları doğrultusunda kuruldu. 25 Aralık 1935 2884 Sayılı Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkındaki Kanun. Naşit Hakkı Uluğ’un Tunceli Medeniyete Açılıyor isimli çalışması, bölgedeki ortacağ kalıntılarına karşı girişilen savaşın canlı ve ilk ağızdan anlatımını içerir. Derebeyi ve Dersim, ancak sosyolojik araştırmalarda ve romanlarda rastlanabilecek somutluk, canlılık ve ayrıntıda ağalık-aşiret reisliği-şeyhlik-seyitlik tasvirleri ile dolu bir çalışma. Ayrıca, Cumhuriyet’in hem köylü ve feodal kalıntılar sorununa, hem de Kürt sorununa 1930’lardaki bakışını net bir şekilde, bütün olumlulukları ve olumsuzluklarıyla birlikte yansıtan bir kitap. 9 Ocak 1936 günü Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin açılışında Türk Tarih Kurumu asbaşkanı sıfatıyla Atatürk’in manevi Kızı Afet İnan ilk dersi verdi. 20 Ocak 1936 Ankara’da toplanan Endüstri Kongresinde İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı ilkeleri benimsendi. 25 Ocak 1936 Tüm kabotaj hakları Denizyollar’ına verildi. 21 Şubat 1936 İzmir Havagazı Şirketi devletleştirildi. 9 Nisan 1936 İstanbul Telefon Şirketi devletleştirildi. 1 Haziran 1936 Bankalar Yasası çıkarıldı. 8 Haziran 1936 İş Yasası Kabul edildi. 20 Temmuz 1936 Montrö Sözleşmesi Sözleşme Boğazların hukuki statüsünün düzenlenmesine yönelik imzalandı. Böylelikle boğazlardan taraf ülke gemilerinin geçişi kurallara bağlandı. 21 Temmuz 1936 4 Eylül 1936 İngiltere Kralı Edward VII’in İstanbul’u ziyareti. 1 Kasım 1936’da TBMM açış konuşmasında Atatürk: “Toprak kanununun bir neticeye varmasını Kamutayın yüksek himmetinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin, geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması, behemahal lazımdır. Vatanın sağlam temeli ve imarı bu esastadır. Bundan fazla olarak, büyük araziyi modern vasıtalarla işletip vatana fazla istihsal temin edilmesini teşvik etmek isteriz.” 3 Kasım 1936 Ankara’da Çubuk Barajı Açıldı. 6 Kasım 1936 İzmit’te Birinci Kağıt ve Karton Fabrikası açıldı. 27 Aralık 1936Mehmet Âkif Ersoy öldü.(doğum adı: Mehmet Ragif, 20 Aralık 1873 -), 5 Şubat 1937 Yapılan Anayasa değişikliği ile CHP’nin 6 Oku, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Anayasına girdi. 8 Şubat 1937 Orman Yasası Kabul edildi. 20/21 Mart 1937 Tunceli’de Pah ve Kahmut bucağını birbirine bağlayan Harşik (Darboğaz) deresi üstündeki tahta köprünün Demenan ve Haydaranlılar tarafından yakılması ve telefon hattının tahribi. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pax bucağı karakoluna ve daha bir kaç karakolabaskın düzenlenir. Tunceli bölgesinde merkezi otoriteye isyan hareketi başladı. Sonunda isyan bastırılırken 58 isyancı yargılandı. Bunların 11’i idama mahkum oldu. 30 Mayıs 1937 Sabiha Gökçen askerî uçuş brövesi verildi. 3 Nisan 1937 Karabük Demir Çelik Fabrikasının temeli atıldı. 4 Nisan 1937 Ereğli Bez Fabrikası hizmete açıldı. 11 Haziran 1937 Atatürk Trabzon’da ‘Bütün çiftliklerini ve mallarını milletine bağışladığını hükümete bildirdi. 23 Haziran 1937 Sabiha Gökçen’in havadan beyanname atma haberi. 20 Haziran 1938 ‘Dağ Başını Duman Almış’ marşının ‘Gençlik ve Spor Bayramı Marşı’ olarak Kabul edilmesi. Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar Sesimizi yer, gök, su dinlesin Sert adımlarla her yer inlesin Bu gök, deniz nerede var Nerede bu dağlar taşlar Bu ağaçlar güzel kuşlar Yürüyelim arkadaşlar Sesimizi yer, gök, su dinlesin Sert adımlarla her yer inlesin Dağlar taşlar güzel kuşlar Ya bu insanlar insanlar Güneş ufuktan bir gün doğar Yürüyelim arkadaşlar Sesimizi yer, gök, su dinlesin Sert adımlarla her yer inlesin Ali Ulvi ELÖVE 8 Temmuz 1937’de Sadabat Paktı; Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, Tahran’da Sadabat Sarayı’nda imzalanan dörtlü saldırmazlık paktı.Paktın Sebepleri Sınır sorunlarının kalıcı şekilde çözülmesi: Pakta üye devletlerin tümünün İran’la sınır sorunu bulunmaktaydı. Ayrıca bu sınır sorunları nedeniyle özellikle Türkiye-Irak-İran üçgeninde Kürt aşiretleri sınır tanımayan isyanlar yapmaktaydı. Bu, paktın imzalanmasının en önemli nedenidir. Ülkelerin bağımsızlıklarını vurgulama istekleri: Sömürge ve yarı sömürge dönemlerinden kısa süre önce kurtulabilen bu devletlerin bağımsızlıklarının vurgulanması son derece önemliydi. İlk defa bu amaçla, 20 Eylül 1937 İkinici Türk Tarih Kurultayının Atatürk’ün huzurlarında Dolmabahçe Sarayı’nda toplanması. 10 Ekim 1937 Sümerbank Nazilli Basma Fabrikasının açılışı. 25 Ekim 1937 Elaziz Savcısının İddanamesi üzerine bir gazete sayfası. 1 Kasım 1937 –TBMM açılışında Atatürk konuya: “Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olan ise, bir çitçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve suretle, bölünemez bir mahiyet alması. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim derecesine göre sınırlanmak lazımdır.” 1 Kasım 1937-11 Kasım 1938 I. Bayar Hükümeti 20 Kasım 1937 Sıvas-Divriği Demiryolu açıldı. 1 Şubat 1938 Gemlik İplik Fabrikası açıldı. 2 Şubat 1938 Sümerbank Bursa Merinos Fabrikası açıldı. 29 Mart 1938 Harpokulu Davası. Askeri isyana teşvik ve komünizm propagandası yapmaktan Nazım Hikmet 15 yıl ağır hapse mahkum oldu. “Türk Ordusunu “isyana teşvik” ettiğim iddiasıyla “onbeşyıl ağır hapis”cezası giydim.Şimdi de Türk Donanmasını “isyana”teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum Askeri isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam,yurdumu seven bir yüreğim var. Askeri isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve senin karşında alnım açıktır. Yüksek askeri makamlar,devlet ve adalet,küçük, bürokrat gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar. Askeri isyana teşvik etmedim. Deli,serseri,mürteci,satılmış,inkılap ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserine ve sana,aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim.Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni.Seni bir an kendimle meşgul ettimse,alnıma vurulmak istenen bu “inkılap askerini isyana teşvik” damgasını ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”Nazım Hikmet’in Atatürk’e mektubu. 11 Nisan 1938 Üsküdar ve Kadıköy Su Şirketi devletleştirildi. 23 Mayıs 1938 İstanbul Elektrik Şirketi devletleştrildi. 24 Haziran 1938 Toprak Mahsulleri Ofisi Yasası 28 Haziran 1938 tarihinde, Yüzellilikler’in yurda girmelerini engelleyen kanun kaldırıldı. 29 Haziran 1938 150’liklerin affı 150’likler diye bilinen ve vatana ihanetle suçlanmış çeşitli kişilerin affı Cumhuriyetin 15. Yılı dolayısıyla af kanunu kapsamına alındı. 26 Ağustos 1938 Tunceli Manevrası 2 Eylül 1938 Hatay’ın Bağımsızlığı. Suriye ve Fransa ile sorun olan Hatay ilinin bağımsızlığı ilan edildi. Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen seçildi. 29 Haziran 1938’de de Hatay Türkiye’ye katılma kararı aldı. 29 Ekim 1938 Cumhuriyetin 15. Yıl Dönümünün kutlanması. Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerinin Dolmabahçe Sarayı önünden geçerken İstiklal Marşı ile Atatürk’ü selamlamaları. 10 Kasım 1938 Atatürk’ün Ölümü Cumhuriyetin kurucusu ve “Büyük Önder” Mustafa Kemal Atatürk 09:05’te Dolmabahçe Sarayı’nda vefat etti. saat 10 Kasım 2015 Mustafa Mersinoğlu, Adaağzı, Marmaris. http://www.halkinhabercisi.com/2023e-dogru-1915den-2015e-mustafa-kemalin-askerlerinin-vatan-savunmasi-yuz-yillik-yalnizlik-30-ekim-1933-10-kaim-1938
0 notes
Text
Yeni bir gönderi var Burak ALTIPARMAK
New Post has been published on https://burakaltiparmak.com.tr/2017-kpss-sinavinda-cikabilecek-guncel-bilgiler/
2017 KPSS Sınavında Çıkabilecek Güncel Bilgiler
Isparta’nın Eğirdir ilçesi için yapılan Cittaslow (Sakin Şehir) başvurusu kabul edildi.
Türk yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in “Mustang” adlı filmi de “En İyi Avrupa Filmi” seçildi.(7 Şubat 2016)
28 Ocak 2016’da TÜİK açıklamasına göre Türkiye nüfusu, 2015 yılı itibarıyla 78 milyon 741 bin 53 kişi olarak açıklandı.
Fotoğraf sanatçısı Ara Güler’e, Türkiye Ermeni Katolik Patrikhanesi tarafından “Mıgırdiç Beşiktaşlıyan Özel Nişanı” verildi.
ULAK Projesi kapsamında ASELSAN’ın öncülüğünde geliştirilen Türkiye’nin ilk yerli baz istasyonu,. LTE-Advanced Makrocell Baz İstasyonu. Türkiye’de 4,5G’nin milli imkanlarla açıldı 2017
Suudi Arabistan Kralı Abdullah hayatını kaybetti.
2017 Yılında Avrupa birliği Dönem başkanları : 1. Dönem : 1 Ocak 2017-30 Haziran 2017 Malta 2. Dönem : 1 Temmuz 2017-31 Aralık 2017 İngiltere –
2018 Yılı Avrupa Birliği Dönem Başkanları 1 Ocak 2018-30 Haziran 2018 Estonya
2018 dünya kupası RUSYADA yapılacak.
2014- 2018 yılları Türkiye’de 10. kalkınma planı olacaktır
2017’de Dünya Petrol Kongresi İstanbul’da düzenlenecektir.
2018 Kış olimpiyat oyunları Güney Kore-Pyeongchang ‘da yapılacak.v
2017 L’Oreal’ ve Yılında Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)’nün ortak olarak düzenlediği program ile Doç. Dr. Melahat Bilge Demirköz “Rising Talents” (Yükselen Yetenekler) ödülüne layık görüldü
2017 yılı 89. Oscar Ödül Töreni bir ilke imza attı ilk kez bir Müslüman Oyuncu Oscar Töreninde ödül aldı
Ödülü alan Santçının adı Mahershala Ali, Moonlight (Ay Işığı) filminde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü olarak Oscar Tarihine geçti
2017 Yılında 89. Düzenlenen Oscar Ödül Töreni Los Angeles eyaletindeki Dolby Tiyatrosu’nda Sahiplerini Buldu En İyi Film: Moonlight (Ayışığı) oldu
bu sene (2017) 42. si düzenlenen Fransanın Oskarı olarak Nitelendirilen Cesar Sinema Ödülleri sahiplerini buldu Ödüller: En iyi Film “Elle” : Yönetmen : Paul Verhoeven
2017 Şubat ayında ABD’nin Ulusal Havacılık ve Uzay Dai resi (NASA), Dünyaya Benzeyen 7 Yeni Gezegen Bulunduğunu Açıkladı
Gezegenlerin Dünya’dan 40 ışık yılı uzakta keşfedildiğini açıklandı Gezegenler Güneş Sistemi dışında Kova takımyıldızındaki Trappist-1 isimli yıldızın içinde keşfedildi
2017 Şubat ayında Almanyada Yapılan seçimler sonucu Almanyanın Yeni Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier oldu Almanyanın eski Cumhurbaşkanı Joachim Gauck dır
Adele 2017 Yılı 59. Grammy Ödüllerine Damgasını vurdu ve 5 ödül kazandı
59. Grammy Ödülleri Sahiplerini Buldu – 2017 Garmmy Kazananlar Listesi
Yılın Kaydı: Adele – “Hello”
Bu sene -2017 – 31. si düzenlenen İspanyol Film ödülleri (Goya) film festivali ödülleri sahiplerine verildir
31. Goya ödülleri En İyi Film: Tarde para la ira (Raul Arevalo)
Tüik Verilerine göre Türkiye’nin nüfusu, 2016’da bir önceki yıla göre 1 milyon 73 bin 818 kişi artarak 79 milyon 814 bin 871 kişi oldu.
Ocak 2017’de Kıbrıs Müzakereleri İsviçre’nin Cenevre kentinde başlamıştır Görüşmeler BM gözetiminde dışişleri bakanları düzeyinde gerçekleşmiştir Görüşmelere Türkiye, Yunanistan ve İngiltere katılmıştır
2017 Yılı – Avrupa Gençlik Kış Olimpiyatları Erzurum’da yapılacak.
2017 yılı Ocak ayında Avrupa Parlamentosu (AP) yeni başkanı İtalyan Antonio Tajani oldu
Çin 2017 Horoz Yılına Girdi
Türkiye’nin ilk şehir hastanesi hizmet Vermeye Başladı
Türkiye’nin ilk şehir hastanesi olan Yozgat Şehir Hastanesi 2017 yılında hizmet Vermeye Başladı Cumhurbaşkanı Recep Rayyip Erdoğan Şehir Hastaneleri Projesi için “14 yıllık hayalim” demişti.
2017 yılında 34 Düzenlenen Türksoy ( Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı) 2017 yılı Türk Dünyası Kültür Başkenti olarak Kazakistan’ın Türkistan kenti Belirlendi
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Enerji Kulübü’nün 2017 dönem başkanının Türkiye olması kararlaştırıldı
Böylece, ilk defa ŞİÖ Enerji Kulübü‘nün dönem başkanlığını üye ülkeler dışındaki bir ülke üstlendi.
Dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, Almanya’da Beethoven Akademisi’nin 2016 Uluslararası Beethoven İnsan Hakları, Barış, Özgürlük, Yoksullukla Mücadele ve İçselleme Ödülü’nü aldı.
Dünyaca ünlü fotoğraf sanatçımız Ara Güler hakkında çekilen belgesel film “İstanbul’un Gözü”, dünya prömiyerinin yapıldığı Washington DC Bağımsız Film Festivali’nde, tüm yapımlar arasında “en iyinin iyisi” (Best of Best) ödülünü kazandı.
Hırvatistan’ın ilk kadın cumhurbaşkanı Kolinda Grabar Kitaroviç oldu.
Avusturalya’da yılın vatandaşı ödülü bir Türk olan Samet İştar’a verildi.
Gaziantep Safari Parkı Nisan ayında açıldı.(Türkiye’de birinci, Avrupa’da ikinci, Dünya’da dördüncü büyüklükte)
Tüsiad Başkanı Cansen Başaran Symes oldu.
Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras oldu.
Türk Sanat Müziğinin en güçlü sesi olan Müzeyyen Senar hayatını kaybetti.
Dünyanın İlk Ekolojik Şehri Olması Düşünülen Ve 2015 Yılında Tamamlanması Planlanan Şehir Abu Dabi’dir.
2015 yılı Türkiye’de Avusturalya Yılı, Avusturalya’da da ise Türk Yılı kutlanacaktır.
EXPO Fuarı 2015’te Milano şehrinde düzenlenecektir.
2015 İslam Dünyası Gençlik Başkenti İstanbul seçildi.
2015 Avrupa Kültür Başkentleri Mons-Pizen’dir.
Milli sporcu Sertan Aydın, su altında tek nefeste 79.94 metre yürüyerek bu alanda dünya rekorunun sahibi oldu.
2015 Üniversite Kış Olimpiyatları (İspanya) Granda’da yapılacaktır.
2015 AB Dönem Başkanlığını Letonya ve Lüksemburg yapacaktır.
Seren Şahin Still Leben filmi ile ABD’de Altın Remi ödülüne layık görüldü.
Şubat 2015’te rus muhalefet lideri Boris Nemtsov öldürüldü.
2016 Avrupa Atletizm Şampiyonası Hollanda’da (Amsterdam) yapılacaktır.
2016 yaz olimpiyatları Rio’da yapılacak.
Ocak 2016’da Malezya’da Aşırılık ve Şiddetle Mücadele Konferansı, Malezya Başbakanı Necip Rezak önderliğinde düzenlendi.
TÜİK 2015 yılı verilerini açıkladı: Yaşam endeksinde Isparta, eğitim endeksinde Tunceli, çalışma hayatı endeksinde Zonguldak, gelir ve servet endeksinde ise İstanbul ilk sırada yer aldı. Endekste son sırayı Muş aldı.
Efsane müzisyenlerden Sultan-ı Yegah Şarkısı ile tanınan Ergüder Yoldaş hayatını kaybetti.
İsviçre’nin Davos kasabasında Ocak 2016’da 46’ncısı düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nda (WEF) açıklanan bir raporla, ‘Dünyanın En İyi Ülkeleri’ liste halinde sunuldu. Ekonomi, yaşam kalitesi ve refah gibi birçok kriter üzerinden yapılan değerlendirmede 60 ülke arasında Almanya birinci olurken, Türkiye 30’uncu sırada yer aldı. Listede 60’ıncı ve son sırada Cezayir bulunuyor.
Efsane Boksör Boğazın Boğası lâkaplı Sinan Şamil Sam hayatını kaybetti.
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri verildi.
Sinema : Münir ÖZKUL’a, Edebiyat: Rasim Özdenören’e , Tarih: Mehmet Genç,
Müzik: Orhan Gencebay, Geleneksel Sanatlar: Hüseyin Kutlu,Vefa Ödülü: Cemil Meriç.
Asrın Projesi olarak adlandırılan KKTC Su Temin Projesi’nin açılışı gerçekleştirildi. (17 Ekim 2015)
Türkiye’nin uzaya gönderdiği 7. haberleşme uydusu Türksat 4B Kazakistan’daki Baykonur Uzay Üssü’nden gönderildi.(16 Ekim 2015)
Nükleer Santral Kırklareli’ndeki İğneada’ya inşa edilmesine karar verildi.(14 Ekim 2015)
2015 Ekim ayında İstanbul’da Türkiye ve Güney Asya Müslümanları Sempozyumu yapıldı.
Eylül 2015’te Bodrum Türk Filmleri Haftası kapsamında “Yaşam Boyu Onur Ödülü” 13 Ekim 2015’te vefat eden Levent KIRCA’ya verildi.
6 Ekim 2015’te Uluslararası Para Fonu (IMF) 2015 yılı için Türkiye’de beklediği büyüme oranını yüzde 3,1’den yüzde 3’e düşürdü.
10 Ekim 2015’te terör saldırısının yapıldığı Ankara Garı’nın önündeki alanın adı “Demokrasi Meydanı” olarak değiştirildi.
2015 Nobel Barış Ödülünü Tunus’ta barış ve demokrasi için mücadele eden Tunus Ulusal Diyalog Komitesi’ne verildi.
İsveç Akademisi 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nü; Belaruslu gazeteci 67 yaşındaki Svetlana Alexievich’in kazandığını açıkladı.
G20 Çalışma Bakanları Ankara’da Toplandı.
Aziz Sancar, Lindahl ve Modrich; 2015 Nobel Kimya Ödülü’nü almaya hak kazandı.
si Ekim’de düzenlenmesi planlanan ancak terör olayları nedeniyle ertelenen Altın Portakal Film Festivali’nin adı
Eylül 2015 itibariyle Antalya Film Festivali olarak değişti.
Şili’deki CALBUCO Volkanı 43 yıl aradan sonra Eylül 2015’te yeniden patladı.
2015 Eylül’de hac vazifesini yerine getiren hacı adayları izdiham sonucunda Mina’da resmi rakamlara göre 769 kişi öldü.
2015 Eylül’de “Barışı Koruma Liderler Zirvesi” ABD’nin New York şehrinde başbakan Ahmet Davutoğlu’nun katılımıyla gerçekleşti.
si düzenlenen “Altın Koza Film Festivali “nde; En iyi film ödülünü , yönetmenliğini ise Emin Alper’in yaptığı “Abluka” isimli filmi aldı.
Türkiye, Libya vatandaşlarına yeniden vize uygulamaya başladı. (26 Ağustos 2015)
UNESCO tarafından 2013 – 2022 Uluslararası Kültürel Yakınlaşma On Yılı ilân edildi.
Spor Toto Süper Lig’de 2015-2016 sezonunun adı “Hasan Doğan Sezonu” olmasına karar verildi.
Kuzey Kore Japonya saat diliminden kendi saat dilimine geçti.
Avrupa’nın en iyi bestekar ödülü” Sinem Altan‘a verildi.
Yeni Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar oldu.
Kara Kuvvetleri Komutanı : Salih Zeki Çolak
Hava Kuvvetleri Komutanı : Abidin Ünal
Jandarma Genel Komutanı : Galip Mendi
İş adamı Mustafa Koç Ocak ayında vefat etti.
Ocak 2016’da Ankara’da yapılacağı açıklanan Bayanlar Dünya Buz Hokeyi Şampiyonası, ‘saldırı ihtimali’ nedeniyle Türkiye’den alınarak, İspanya’ya verildi.
2016 Avrupa Kültür Başkenti San Sebastián (İspanya), Wroclaw(Polonya).
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) son raporunda Zika virüsünün en fazla Brezilya ve Kolombiya’da yayıldığına dikkat çekti.(Şubat 2016)
TÜİK 2015 yılı verilerini açıkladı: Yaşam endeksinde Isparta, eğitim endeksinde Tunceli, çalışma hayatı endeksinde Zonguldak, gelir ve servet endeksinde ise İstanbul ilk sırada yer aldı. Endekste son sırayı Muş aldı.
ABD’de Paterson kentinin belediye başkan yardımcısı Türk kökenli Derya Taşkın oldu. (Ocak 2016)
FIFA kokartlı Cüneyt Çakır, IFFHS tarafından yapılan oylamada 2015 yılının en iyi 3. hakemi seçildi.
2016 Avrupa Futbol Şampiyonası Fransa’da yapılacaktır.
3 Şubat 2016’da Obama ABD Başkanı olarak ilk kez bir camiyi ziyaret eden Baltimore İslam Toplumu’ndaki bir camiyi ziyaret etti.
2016 Avrupa Kültür Başkenti San Sebastian (İspanya) ve Wroclaw (Polonya)’dır.
2016 G-20 Zirvesi Dönem Başkanlığı Çin Halk Cumhuriyeti’nin Hangzhou şehrinde yapılacak.
2016 Yılı ve sonrası güncel olaylar
13 Kasım 2015’te Fransa’nın Paris kentinde terör saldırısı yapıldı. Saldırıda 132 kişi hayatını kaybetti. Fransa’da 3 günlük ulusal yas ilan edildi.
Uluslararası Antalya Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur Ödülleri Erden Kıral, Ayşen Gruda, Kayhan Yıldızoğlu’na
RTÜK Başkanlığına Prof. Dr. İlhan Yerlikaya seçildi.
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s, Türkiye’nin kredi notunu ‘BB+’, not görünümünü ise
‘negatif’ olarak teyit etti.
Şarm El-Şeyh (Mısır) Kentinden Rusya’ya giden yolcu uçağı Sina Yarımadası’nda düştü. Kazada 224 kişi öldü.
Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan’ın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle “Yeni Türkiye’nin Kadınları” adlı yazısı
Turuncu dergisinde yayımlandı.
Hazar Denizi Azerbaycan, Rusya, İran, Kazakistan ve Türkmenistan arasında bölüşüldü.
Türkiye’de ilk Altın Plak ödüllü sanatçısı, türkülerin anası olarak anılan Muzaffer Akgün hayatını kaybetti.
Dünya miras komitesi 40. Toplantısı Türkiye’nin ev sahipliğiyle 10-20 temmuz 2016’da istanbul’da gerçekleşecek. Böylelikle UNESCO 2016 dünya miras komitesi başkanlığı türkiye’ye geçecek.
Musiki ustası Çağımızın Itri’si olarak anılan Ahmet Hatipoğlu vefat etti.
ABD’li Ünlü yazar Edgar Lawrence Doctorow hayatını kaybetti.
TÜBİTAK Ödülleri “Bilim ödülü temel bilimler kategorisinde Prof. Dr. Alikram Nuhbalaoğlu ve Prof. Dr. Marat Akhmet, sağlık bilimleri kategorisinde Prof. Dr. K. Arzum Erdem Gürsan ve Prof. Dr. Özcan Erel’e ödül verildi.
2015 G7 Zirvesi Haziran ayında Almanya’da yapıldı.
Selahaddin Eyyubi havalimanı Hakkari (Yüksekova’da)’de açıldı.
Türkiye’nin ilk uydu merkezi (TUSAŞ) Türkiye Uzay Sistemleri Entegrasyon ve Test Merkezi açıldı.
Rusya’da düzenlenen Dünya Tekvando Şampiyonası’nda kadınlar 62 kiloda İrem Yaman altın madalya kazandı.
Eurovision 2015’in galibi İsveç adına yarışan Måns Zelmerlöw “Heroes” şarkısıyla oldu.
2015 U-20 Kupası Yeni Zelanda’da yapılacaktır.
Vatikan Filistin’i devlet olarak tanıdı .
NATO, Estonya’nın başkenti Tallinn’de 400 bilgisayar uzmanının katılımıyla siber güvenlik tatbikatı (KİLİTLİ KALKAN 2015) düzenledi.
2015 NATO dışişleri toplantısı Antalya’da yapıldı.
İsveç, Ocak 2015’te Filistin devletini tanıyan tanıyan ilk devlettir.
Yeni Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet AKARCA oldu.
Oyuncu Zeki Alasya 8 Mayıs 2015’te hayatını kaybetti.Devlet sanatçısı unvanı da alan Zeki Alasya 2010 yılında Altın Portakal Yaşam Boyu Onur Ödülü almıştı.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren 9 Mayıs 2015’te hayatını kaybetti.
Eczacıbaşı Vitra 2015 Kadınlar Dünya Kulüpler Şampiyonası’nda şampiyon oldu.
Türkiye’nin Einstein’ı olarak adlandırılan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu hayatını kaybetti.
Milli Rüzgar Enerji Sistemleri Geliştirilmesi ve Prototip Türbin Üretimi (MİLRES) projesi bitme aşamasına geldi.
Nisan ayında yapılan seçimi kazanan Mustafa Akıncı KKTC’de yeni cumhurbaşkanı oldu.
Prag’ta yapılan 33.Avrupa Salon Atletizm Şampiyonası’nda Türkiye, erkeklerde tarihindeki ilk altın madalyayı Ali Kaya kazandı.
Nepal’de 25 Nisan 2015’te 7.8 şiddetinde deprem meydana geldi. Yaklaşık 10000 kişi hayatını kaybetti.
Nobel Ödüllü Yazar Günter Grass hayatını kaybetti.
2015 SİYAD ödüllerinde en iyi film ödülü “Kış Uykusu” filmine verildi.
Başbakan 2015’te valiler toplantısında Kınalızade Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alai eserinin okunmasını tavsiye etti
ÖSYM yeni başkanı Ömer DEMİR oldu.
UNESCO 2015 yılını “Uluslararası Işık Yılı” ilan etti.
Dünyanın en büyük yeraltı şehri Nevşehir’de ortaya çıkarıldı.
Gazeteci-Yazar Fikret Otyam Hayatını Kaybetti.
Kosova’da Türkçe resmi dil oldu.
Türkiye`nin ilk Uzay Sistemleri Entegrasyon ve Test Merkezi`nin (USET) inşası tamamlandı.
Altın Küre Ödülleri : En İyi Film (Drama): “Boyhood”. En İyi Yabancı Film: “Leviathan”, Rusya.En İyi TV Dizisi (Drama): “The Affair”
Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın vefatı üzerine Ürdün’de 40 gün yas ilan edildi.
Öğretmen atamalarında 40 yaş sınırı kalktı.
UNESCO 2015 yılını Işık Yılı ilan etmiştir.
2016 Dünya Botanik EXPO’su Antalya’da yapılacaktır.
İslam İşbirliği Teşkilatının 2016-2019 yılları arası dönem başkanı Türkiye’dir.
2017’de Dünya Petrol Kongresi İstanbul’da düzenlenecektir.
2017 üniversite kış olimpiyatları Kazakistan’ın Almaty şehrinde yapılacak.
2017 üniversite yaz olimpiyatları Çin’in Taipei şehrinde yapılacak.
Dünya İnsani Yardım Zirvesi 2016 yılında İstanbul’da gerçekleştirilecektir.
EXPO 2020 Dubai’de yapılacaktır.
2020 Olimpiyatları Tokyo’da yapılacak.
Usta yazarımız Yaşar Kemal hayatını kaybetti.
#2017 kpss çıkabilecek güncel bilgiler#2017 kpss güncel bilgiler#2017 kpss güncel bilgiler çıkabilecekler#2017 kpss güncel bilgiler notları#2017 kpss güncel bilgiler tamamı#2017 kpss sınavında çıkabilecek güncel bilgiler#kpss güncel bilgiler notları#yeni 2017 kpss güncel bilgiler
0 notes