Hiç kimse kendi içinde yaşamadıkça başkalarının ruhlarındaki kıpırtıyı anlayamaz.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo
Evet" Diyen Kardeşim: Bugünden Sonra Türkiye'de Olacaklardan Sen Sorumlusun! EVET DEMEK;
BUNDAN SONRA GELEN ŞEHİTLERİN DE, YOLSUZLUKLARIN DA, İŞSİZLİĞİN DE, ÜLKENİN SATILMASININ DA, DİKTATÖRLÜĞÜN DE, HİRİSTİYANLAŞMANIN DA, BÖLÜNMENİN DE, TEK SORUMLUSU AKP OLMAYACAKTIR. BUGÜNDEN SONRA AKP ANAYASASI'NA EVET DİYEN HERKES BÜTÜN BUNLARDAN SORUMLUDUR… ŞERİATA, DİN SÖMÜRÜSÜNE, KÜRT DEVLETİNE, MİSYONERLİĞE, İŞSİZLİĞE, CUMHURİYET DÜŞMANLIĞINA, ATATÜRK DÜŞMANLIĞINA, ÇAĞDAŞ UYGARLIK YERİNE HURAFELERE, ÇİFTÇİYE, “ANANI DA AL GİT”, ŞEHİTLERE “KELLE”, BÖLCÜBAŞINA “SAYIN”, MUHALİFE “BERTARAF EDERİM” DİYEN ZİHNİYETE EVET DEMEKTRİ ARTIK BIÇAK KEMİĞE DAYANMIŞTIR… EĞER, ÇOCUKLARIMIZA BÖLÜNMÜŞ, BAĞIMLI, KUKLA BİR DİKTATÖRÜN YÖNETİMİNDE, TÜRK SÖZÜNÜ BİLE KULLANMANIN YASAK OLDUĞU, KADININ EVE KAPATILDIĞI, CEMAATLERİN GÜDÜMÜNE GİRMENİN ZORUNLU OLDUĞU, HURAFELERİN BATAKLIĞINDA BİR TÜRKİYE BIRAKMAK İSTEMİYORSAK Kİ, İSTEMİYORUZ; MÜCADELE ETMEYE MECBURUZ… BU YÜZDEN HAYIR!!
HAYIR DİYORUZ!
#hayır#neden hayır#neden evet#evet demek#hayır demek#chp#akp#pkk#hdp#mhp#fetö#diktatör#darbe#referandum#16 nisan#hayır diyoruz#kadınlarhayırdiyor#hayırdahayırvar#hayırlıgünler#hayırlı günler
1 note
·
View note
Text
“Atatürk Kürtlere Özerklik Verdi” Yalanı
En katmerli Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri, “Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtlere özerklik ve bağımsızlık sözü verdiği, ancak daha sonra bu sözünde durmadığı” biçimindedir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında, “Atatürk ve TBMM tarafından Kürtlere özerklik verildiği” yalanının temel kaynağı, Robert Olson’un “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion, 1880-1925” adlı kitabıdır.[1]
Olsen’in yalanının Türkiye’de taraftar bulması fazla gecikmemiştir.
15 Temmuz 2009 tarihinde Abdullah Öcalan, avukat görüşmesinin bir yerinde, “10 Şubat 1922 tarihinde Meclis’in gizli oturumlu 18 maddelik bir kararı var. Bu karar 64 red oyuna karşılık 373 kabul oyuyla kabul edilmiş bir yasadır. Dikkat edilirse 64’e 373! Bu, Meclis arşivlerinde mevcuttur, devlet yetkilileri bunu biliyorlar. Bu kararla Kürdistan’a başta özerklik olmak üzere birçok hak tanınmış.” diyerek, Olsen’in yalanını dillendirmiştir.
Öcalan’ın bu açıklamalarından sonra Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen “Kürtçülerin” ağzında sakız olan bu yalanı gündeme getirenler arasında Prof. Dr. Cemil Koçak ve -sonradan vazgeçmiş olsa da- Doğu Perinçek de vardır.
Şimdi gelin, son zamanlarda “demokratik özeklik” nutukları atan “malum siyasi partinin” milletvekillerinin ve sempatizanlarının “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve TBMM, Kürtlere özerklik vaad etmişti” yalanını deşifre edelim…
Yalanın Ayakları
“Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve TBMM, Kürtlere özerklik vaad etmişti!” yalanı şu “ayaklar” üzerinde durmaktadır.
1. 22 Ekim 1919’da, İstanbul Hükümeti’yle Heyet-i Temsiliye arasında yapılan Amasya Görüşmeleri sonrası hazırlanan protokollerden birinde (2. Protokol), Atatürk Kürtlere özerklik vaad etmiştir!
2. Koçgiri İsyanı’ndan sonra Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
3. 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
4. Atatürk 16/17 Ocak 1923 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde “Kürtlere özerklik verileceğini” söylemiştir!
5. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki konuşmalarında “Kürdistan” tabirini kullanması ���bağımsız Kürdistan”ı tanıdığının işaretidir!
Şimdi de sırasıyla bu “ayakları” devirelim!
1. Ayak
22 Ekim 1919’da, İstanbul Hükümeti’yle Temsil Heyeti arasında yapılan Amasya Görüşmeleri sonrası hazırlanan protokollerden birinde, Atatürk Kürtlere özerklik vaad etmiştir!
Bilindiği gibi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasındaki Sivas Kongresi, İstanbul’daki Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin tertiplediği Ali Galip Olayı’yla dağıtılmak istenmişti. Elazığ Valisi Ali Galip, İngiliz casusu Noel’le birlikte Sivas-Malatya hattında ayrılıkçı Kürt aşiretlerinden toplayacağı silahlı adamlarla Sivas’ı basarak kongreyi dağıtacak ve Atatürk’ü de öldürecekti. Ancak Atatürk, daha önce anlattığımız gibi, aldığı önlemlerle Ali Galip olayı’nı sonuçsuz bırakmıştı. Ali Galip Olayı’nın İstanbul’daki Damat Ferit Hükümeti’nce tertiplenmiş olmasına çok öfkelenen Atatürk, bu olay sonrasında İstanbul’la bütün haberleşmeyi ve bağlantıyı kesmiştir. Bunun üzerine Damat Ferit Paşa Hükümeti görevden alınarak yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti’ni kurulmuştur. Ali Rıza Paşa Hükümeti de Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı, Temsil Heyeti adına Atatürk’le görüşmesi için Amasya’ya göndermiştir.[2]
Salih Paşa ile Atatürk, 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’da görüşmüşlerdir. Atatürk, Amasya Görüşmeleri’nden önce üç konuda (İstanbul Hükümetinin dış politikası, iç politikası ve ordunun yönetimi) kolordu komutanlarının görüşlerini almıştır
Salih Paşa ile Atatürk arasında üç gün devam eden Amasya Görüşmeleri sonunda ikişer sayı olmak üzere beş protokol düzenlenmiştir. Bu beş protokolden üçü, karşılıklı olarak imzalanmış, ikisi ise gizli sayılarak imzalanmamıştır.[3]
Amaysa Görüşmeleri sonrası alınan kararlar kolordulara da bildirilmiştir.[4]
Atatürk, Nutuk’ta bu protokollerin içeriklerinden de söz etmiştir. “Amasya Görüşmeleri’nde Atatürk Kürtlere özerklik vaad etti!” diyenler, işte Atatürk’ün Nutuk’ta söz ettiği bu protokollerden birine, 2. Protokole dayanmaktadırlar.[5]
Atatürk, söz konusu protokol hakkında, “22 Ekim 1919 günlü ikinci protokol, uzun süren bir görüşme ve tartışmanın tutanak özetidir” demiştir.[6]
Atatürk’ün Nutuk’taki ifadeleriyle, 22 Ekim 1919 tarihli 2.Protokol şudur:
“1. Bildirinin birinci maddesinde düşünülen ve kabul edilen sınırın, en az bir istek olmak üzere elde edilmesi gerektiği birlikte kabul edildi.
Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olan karıştırıcılığın önüne geçmek uygun görüldü. Şimdi yabancıların işgalinde bulunan bölgelerden Kilikya’yı, Arabistan ile Türkiye arasında bir tampon devlet meydana getirmek için anayurttan ayırmak istendiği söz konusu edildi. Anadolu’nun en koyu Türk ortamı ve en verimli zengin bir bölgesi olan bu toprakların hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilemeyeceği; Aydın ilinin de aynı kesinlikle ve yeğlikle yurdun bölünmez parçalarından olduğu ilkesi genel olarak kabul edildi”.[7]
Bu protokol dikkatle okunduğunda, bırakın herhangi bir etnik unsurun veya bölgenin “özerkliğini” veya “bağımsızlığını”, tam tersine “… bu toprakların hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilemeyeceği…” belirtilerek, Türkiye’nin “birliği” ve “bütünlüğü” vurgulanmıştır.
Ancak, 22 Ekim 1919 tarihli 2. Protokoldeki bazı ifadeler, 1960’lı yıllara kadar kamuoyundan saklanmıştır.
2. Protokolün bu “saklanan” bölümlerini, (Başbakanlık Arşivi’ndeki belgenin aslını) Tarihçi Faik Reşit Unat, 1961 yılında “Tarih Vesikaları Dergisi”nde yayımlamıştır. Yani, Cumhuriyet tarihi yalancıların iddia ettiği gibi bugün bu protokol saklı değildir; bu protokol 1961 yılından beri, 50 yıldır araştırmacıların hizmetindedir. Ancak 50 yıldır öylece duran bu protokol, bugün birileri tarafından istismar edilerek, “ayrılıkçı Kürt hareketine” tarihsel dayanak yapılmaya çalışılmaktadır.
Nutuk’ta yer almayan ve 1961 yılına kadar saklanan bölümde şu ifadeler vardır:
“Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu… Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve…”[8]
İşte, 1961 yılına kadar saklanan o bölümüyle birlikte 2. Protokolün tamamı:
“Bildirinin [Sivas Kongresi Sonuç Bildirisi] birinci maddesinde, Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en az bir istek olmak üzere elde edilmesi gerektiği birlikte kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü…”
2. Protokolün tamamını incelediğimizde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
1. Osmanlı’nın (Türkiye’nin) sınırı, Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsamaktadır.
2. Kürtlerin Osmanlı’dan (Türkiye’den) ayrılması imkansızdır.
3. Kürtlerin, gelişme özgürlüğü sağlayacak biçimde “ırk hukuku” ve “sosyal haklar” bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilecektir.
4. Yabancılar tarafından Kürtlerin kışkırtılmasının önüne geçilecektir.
İşte, gizlisiyle açığıyla, 2 numaralı Amasya Protokolü!
Allah aşkına! Bu protokolün neresinde, “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan ifadesi veya iması vardır?
“Türkiye’nin sınırlarının Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziler” olduğunu söylemek, Kürtlere, özerklik veya bağımsızlık vermek değil, tam tersine Türklerin ve Kürtlerin ortak bir vatanda “tek millet” olarak yaşayacaklarını ifade etmektir. Ayrıca bu ifadeyle, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kuzey Irak’ın (Musul’un) da Türkiye sınırları içinde olduğu vurgulanmak istenmiştir.
“Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasının imkansız olduğunu” söylemek, Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verilmesinin söz konusu olmadığının en açık kanıtıdır.
Kürtlere gelişme özgürlüğü sağlayacak şekilde, “ırk hukuku” ve “sosyal haklar” verilmesi ise, “insan hakları” ve “demokrasinin” bir gereğidir. Buradan Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verildiğini çıkarmak olanaksızdır.
Çok daha önemlisi, Kürtlere verilecek olan “ırk hukuku” ve “sosyal hakların” Kürtlerin yabancılarca kışkırtılmasının önüne geçmek, Kürtleri Türklere ve Milli harekete yakınlaştırmak amacı taşıdığı 2. Protokolün sonunda, çok açık bir biçimde ifade edilmiştir:
2. Protokolün sonundaki: “…Yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü…” cümlesi, Atatürk’ün bütün amacının, Kürtlerin yabancılarca Milli harekete karşı kışkırtılmasını önlemek olduğunu kanıtlamaktadır.
Amasya Görüşmeleri’nin yapıldığı Ekim 1919’den üç ay kadar önce Mayıs-Haziran 1919’da Kürt kökenli Ali Batı İsyanı’nın çıkmış olması, bir ay kadar önce de Eylül 1919’da Kürtleri kışkırtmayı amaçlayan Ali Galip Olayı’nın yaşanmış olması, Atatürk’ü “Kürtler konusunda” bazı önlemler almaya yöneltmiştir.
Atatürk, Ali Galip Olayı sırasında, 9 Eylül 1919’da Kemah’ta bulunan Halet Bey’e gönderdiği bir telgrafta, Kürdistan kurmak için propaganda yapan İngiliz casusu Noel’e yardım eden Kürt aşiret reislerini “Din ve ulusu satmış Kürt beyleri” olarak tanımlamaktadır: “İngiliz koruyuculuğunda bağımsız bir Kürdistan kurulması amacı ile propaganda yapmakta olan İngiliz binbaşılarından Mr. Nowil’in, din ve ulusunu satmış Kürt beylerinden, Ekrem, Karman, Ali, Celadet’le birlikte…”
Atatürk, 10 Eylül 1919’da Malatya’daki İlyas Bey’e gönderdiği başka bir telgrafta da “Kürtlük akımına kesinlikle elverişli alan bırakılmamasını” istemiştir.[9]
Şimdi düşünebiliyor musunuz? 9 Eylül 1919’da bağımsız Kürdistan kurmak isteyen İngiliz casusuna yardım eden Kürt beylerini “din ve ulusu satmış Kürt beyleri” olarak adlandıran, 10 Eylül 1919’da da bir komutana verdiği emirde, “Kürtlük akımına kesinlikle elverişli alan bırakılmamasını” isteyen Atatürk, nasıl olur da, aradan daha iki ay bile geçmeden, 22 Ekim 1919’da “Kürtlere özerklik veya bağımsızlık” verebilir!
Tarihçi Şerafettin Turan’ın bu konudaki değerlendirmesi önemlidir: “Mütareke sınırları içindeki toprakların birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu ilkesini savunan M. Kemal de bağısız Kürdistan girişimlerine daima karşı çıkmış ve bunu önleyebilmek için, Türklerle Kürtlerin ‘öz kardeş” oldukları görüşünü savunmuştur.Hatta Ulusal Ant (Misak-ı Milli) taslağında da bu kardeşliğin belirtilmesini istemiş, ancak Mebuslar Meclisi’nde bunu içeren tümceye yer verilmemiştir”[10].
Özetle, Amasya Görüşmeleri sonundaki 2. Protokol, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi, Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermek için değil, tam tersine Kürtlerin yabancılar tarafından kışkırtılmasını önlemek ve Kürtleri Milli harekete kazanmak için hazırlanmıştır.
Çok daha önemlisi, Amasya Görüşmeleri sonunda hazırlanan 2. Protokolde gerçekten de Kürtlere özerklik veya bağısızlık vaad edilmiş olsa bile, bilindiği gibi bu protokol Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde ilan edilen ve daha sonra TBMM’nin de onayından geçerek Milli hareketin “bağımsızlık bildirgesi” olarak kabul edilen Misak-ı Milli’de hiçbir şekilde yer almamıştır, dolayısıyla hiçbir bağlayıcılığı da yoktur.
Sanırım yalanın altındaki “I. Ayak” devrildi!…
2.Ayak
Koçgiri İsyanı’ndan sonra Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında İngilizler, Kürt Teali Cemiyeti’ni kullanarak, “bağımsız Kürdistan” kurmak amacıyla ayrılıkçı Kürtleri isyan ettirmişlerdir. Ekim 1920’de başlayıp Haziran 1921’e kadar devam eden Koçgiri İsyanı hayli geniş bir alana yayılmış, bazı doğu illeri isyancıların eline geçmiş, isyancılar bu illerdeki devlet dairelerine kendi bayraklarını asarak bir anlamda bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. İsyan, TBMM’nin görevlendirdiği Nurettin Paşa komutansındaki Merkez Ordusu’nca bastırılmıştır.
Koçgiri İsyanı’nın, Yunan taarruzu ve Çerkez Ethem İsyanı’yla hemen hemen aynı döneme denk gelmesi, Milli hareketi çok zor bir duruma düşürmüştür. Kurtuluş Savaşı’nın önderi Atatürk, bir taraftan emperyalizme karşı mücadele dereken diğer taraftan emperyalizmin yerli işbirlikçileriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Koçgiri İsyanı öncesinde, isyancı Kürt aşiretleri, Ankara hükümetine isteklerini iletmişlerdir. Ankara’ya gönderilen 15 Kasım 1920 tarihli bildirideki ayrılıkçı Kürt istekleri şunlardır:
Kürdistan muhtariyet (özerk) idaresine muvafakat eden (kabul eden)İstanbul Saltanat Hükümeti’nin bu baptaki kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de kabul edip etmediğinin açıklanması. Kürdistan muhtariyet idaresi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda aşair rüesasına (aşiret başkanlarına) acele cevap verilmesi.Elazığ, Sivas, Malatya ve Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde tutuklu bulunan bütün Kürtlerin derhal serbest bırakılması
Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan Türk memurların çekilmesi. Koçgiri mıntıkasına gönderildiği haber alınan müfrezelerin derhal geri çekilmesi.[11]
Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı bu bildiriden sonra Batı Dersim aşiret liderleri adına 25 Kasım’da TBMM’ye bir bildiri daha gönderilmiştir. Bu bildiride TBMM açıkça tehdit edilerek “bağımsız Kürdistan” talep edilmiştir.:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”[12]
Atatürk ve TBMM, ayrılıkçı Kürtlerin “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan taleplerini kabul etmeyerek, bu talepleri elde etmek için çıkarılan Koçgiri İsyanı’nı bastırmıştır. İsyan başlamadan önce kabul edilmeyen bu taleplerin, isyan bastırıldıktan sonra kabul edilmesi çok anlamsızdır. Atatürk ve TBMM eğer gerçekten Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermeyi düşünseydi, isyan daha başlamadan isyancıların “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan taleplerini yerine getirir, böylece Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında böyle büyük bir isyanla uğraşmak zorunda kalmazlardı.
Koçgiri İsyanı bastırılmıştır; ancak isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın “aşırı güç kullandığı, masum insanlara da zarar verdiği” iddiaları, TBMM’de uzun tartışmalara yol açmıştır.
Meclis’teki Kürt kökenli milletvekilleri “Kürtlere zulmeden” Nurettin Paşa’nın çok ağır bir şekilde cezalandırılmasını istemişlerdir.[13]
TBMM’de kabul edilen bir önergeyle bir soruşturma kurulu kurulup olayın araştırılmasına karar verilmiştir. Soruşturma kurulu, Nurettin Paşa’nın görevden alınıp yargılanmasına karar vermiştir.
Atatürk, Meclis’te yaptığı konuşmada Nurettin Paşa’ya verilen cezanın “biraz ağır olduğunu” belirtmiştir:
“Nurettin Paşa’nın yasadışı elem ve davranışlarına gelince… Ben bunları incelettim. Bu incelemelerden bazı sonuçlar da çıkarttım. Nurettin Paşa’nın değiştirilmesi kanısı doğmamıştır. .”[14]
Atatürk, Nutuk’ta Nurettin Paşa konusundan şöyle söz etmiştir:
“….Nurettin Paşa, merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı; ama ‘yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyor’ diye milletvekillerinin yakınmaları ve İçişleri bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine, Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden alındı. Meclis, Nurettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Bakanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.”[15]
Atatürk’ün Koçgiri İsyanı’nı bastıran Nurettin Paşa hakkındaki bu değerlendirmeleri, onun, her ne pahasına olursa olsun, Kurtuluş Savaşı’nın çok kritik bir aşamasında böyle bir isyanın bastırılmasından memnun olduğunu göstermektedir. Meclis’teki doğulu milletvekillerinin “Kürtlere aşırı güç uyguladı” diye Nurettin Paşa’yı alabildiğince eleştirdikleri bir ortamda, Atatürk’ün Nurettin Paşa’ya kısmen sahip çıkması, onun Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermeyi değil, Kürt isyanlarının bastırılarak Türklerle Kürtlerin birlikte yaşamasına önem verdiğini kanıtlamaktadır.
Nurettin Paşa’nın isyanı bastırırken “aşırı güç kullandığı” iddialarının gittikçe yayılması üzerine, Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında hem bölgedeki Kürtleri kışkırtmamak, hem de Meclis’teki Kürt milletvekillerini biraz olsun yatıştırmak ve nihayetinde Kürtleri Kurtuluş Savaşı’na kazanabilmek için Atatürk ve TBMM, idam cezalarının uygulanmamasına karar vermiştir. Bu karar göre, 85’i gıyaben, 15’i de vicahen olmak üzere, toplam 110 kişi hakkındaki idam kararı, Atatürk’ün isyancılarla ilgili af çıkarılmasını kabul etmesi ve Sivas’taki Sıkıyönetim Mahkemesi’ni kaldırmasıyla birlikte uygulanmamıştır.[16] Sadece tutuklular için geçerli olan bu af, Dersim’dekileri kapsamamıştır. Atatürk’ün yakın dostlarından olan Dersim milletvekili Diyap Ağa, arabulucu olarak Dersim’e gönderilmiştir. Dahası, Meclis’te ikinci bir af kanunu kabul edilerek Baytar Nuri ve Alişir dışındaki tüm isyancılar af kapsamına alınmıştır. Alişan ise Erzincan Valisini dinleyerek Dersim’i terk etmiştir.[17]
Yani, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi Koçgiri İsyanı’ndan sonra Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verilmemiş, sadece İngilizlerin Kürtleri Milli harekete karşı isyan ettirmelerinin önüne geçmek için TBMM tarafından “af çıkarılarak” isyancı Kürtlerin bazıları serbest bırakılmış ve Dersim milletvekili Diyap Ağa “arabulucu” olarak Dersim’e gönderilmiştir.
Peki ama “Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verildiği” yalanı nereden ��ıkmıştır?
Bu yalanın kaynağı Robert Olson’un, “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion” adlı kitabıdır.
Olson’un kaynaklık ettiği bu iddiayı dillendirenler, TBMM’nin Haziran 1921’de, bazı Kürt ileri gelenleriyle bir “Özerk Kürdistan Protokolü” imzaladığını ve hatta o dönem bölgede etkin olan Fransızların buna aracı olduğunu iddia etmişlerdir. İddiaya göre, Haziran 1921’de TBMM’de yapılan gizli oturumlardan birinde bu protokol tartışılmıştır.
Oysa, Haziran 1921’deki tek gizli oturum, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in yurtdışındaki ve yurtdışından geldikten sonraki görüşmelerinin ve bu arada Fransızlarla imzalanacak olan barış antlaşması ile İngilizlerle imzalanacak olan esir değişimi antlaşmasının tartışıldığı 27 Haziran 1921 tarihli gizli oturumdur.
Bu görüşmelerde, özellikle “Trabzon mebusanı Hüsrev Bey ve Ali Şükrü Bey, Fransızlarla olan sınır anlaşmazlıkları hakkındaki mükâlemata dair, bizzat TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni hedef alan suçlamalarda bulunmaktan çekinmiyorlardı; suçlamaları, ‘Misak-ı Millî haricinde’ antlaşma imzalamak ağırlığındadır.” Ancak bunlar da önemsizdir. Nitekim, Haziran 1921’deki bu görüşmelerde “Misak-ı Millî haricinde süregiden mükâlemat”, Kurtuluş Savaşı’nın Sakarya Zaferi’yle yeni bir aşamaya girmesiyle birlikte Türkiye açısından daha olumlu bir seyir izlemiş ve Ekim 1921’de imzalanacak olan ve Misak-ı Millî’ye gayet uygun Ankara Antlaşması’yla sonuçlanmıştır.[18]
Özetle, Haziran 1921’de TBMM’deki tek gizli oturumun konusu “Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in yurtdışındaki ve yurtdışından geldikten sonraki görüşmeleri ve Fransızlarla imzalanacak olan barış antlaşması ile İngilizlerle imzalanacak olan esir değişimi antlaşmasının” tartışılmasıdır. O gizli oturumda “Özerk Kürdistan” konusunda hiçbir görüşme, tartışma veya protokol gündeme gelmemiştir.
Sanırım yalanın altındaki “2. Ayak” da derildi!…
3. Ayak
10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
Robert Olson, “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion, 1880-1925” adlı kitabında. Ekim 1920’de başlayıp Haziran 1921’e kadar devam eden Koçgiri İsyanı’nın nedenlerini araştırmak için bölgeye gönderilen heyetin incelemelerinin ardından “Millî Savunma Komisyonu, Kürdistan’ın idaresini ilgilendiren bir yasa taslağı oluşturmuştur.” demiştir.[19] Olson, ayrıca aynı zaman diliminde bir diğer komisyonun aynı konuya dair bir diğer yasa tasarısı oluşturduğunu belirtmiştir. Olsen, bu yasa tasarısının TBMM’de 10 Şubat 1922’de görüşüldüğünü belirttikten sonra bir yerde 65 mebusun[20], bir başka yerde ise 64 mebusun[21] ret oyu verdiğini yazmış ve tasarının 373 kabul oyuyla yasalaştığını ileri sürmüştür.[22]
Olson’un bu iddialarındaki kaynakları, İngiliz Dış İlişkiler Dairesi’nin arşivinde bulunan, dönemin Türkiye Büyükelçisi Horace Rumbold’un, dönemin Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği, “FO 371/7781 e 3553/96/65” arşiv numaralı bir telgraftır[23] Söz konusu yasa taslağının bir özetini de içeren telgraf, Olson’un kitabının sonunda “ikinci ek” olarak sunulmuştur.[24]
Olson, bu yasaya TBMM’deki Kürt mebuslarının çoğunluğunun ret oyu verdiklerinin anlaşıldığını da yazmaktadır, çünkü yasayla Kürtler için ayrı bir meclisi olan özerk bir yönetim kurulabilmesine olanak tanınsa da, özerk bölgenin yöneticisinin Türk mü, yoksa Kürt mü olacağı gibi hususlar ve son onay hep TBMM’ye bırakılmıştır.[25]
Olson, Türklerin o dönem Kürtlere yönelik “sertlik” ve “vahşet” yanlısı bir politikadan yana olmadıklarını, fakat yine de “tam bağımsızlığa” ve hatta “tam bir özerkliğe” sıcak bakmadıklarını, TBMM’nin Kürt sorunu gibi bir konuyu bu açıklıkta tartışabilmesinin bu kurumun “göreli özgürlüğüne” işaret ettiğini yazmış ve Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra konunun bir daha asla bu “açıklık” ve “özgürlükle” tartışılamayacağını eklemiştir.[26]
Olson’a göre, bu yasa taslağı, aynı zamanda, genç Türk devletinin en çalkantılı döneminde, Kürtlerin desteğini muhafaza etmenin bir aracıdır.[27]
Olson, “Kürdistan’a özerklik” tanıyan yasanın TBMM’de 10 Şubat 1922 kabul edildiğini ileri sürmüştür. Ancak, 9 Şubat 1922 ve 11 Şubat 1922 tarihli gizli oturumların zabıtlarına ulaşılırken, 10 Şubat 1922’deki gizli oturumun zabıtlarına ulaşılamamaktadır.
O zabıtlara ulaşılamamaktadır; çünkü 10 Şubat 1922’de TBMM’de böyle bir “gizli oturum” gerçekleştirilmemiştir.
TBMM Gizli Celse Zabıtları’na baktığımızda 9 Şubat 1922 tarihli oturum “157. ini’kat” ve 11 Şubat 1922 tarihli oturum ise “158. ini’kat” olarak geçmektedir.[28] Başka deyişle, arada herhangi bir “kayıp oturum” yoktur. Üstelik, 10 Şubat 1922 tarihi Cuma gününe rastlamaktadır. Bu günün tipik özelliği, o dönemde “resmî tatil” olması nedeniyle o gün herhangi bir oturumun yapılmamasıdır. Cuma günü yapıldığını görebildiğimiz çok az sayıdaki oturum, o dönem sürdürülen Kurtuluş Savaşı’ndan kaynaklanan “olağanüstü” nedenlerden dolayıdır. Bir örnek vermek gerekirse; 5 Ağustos 1921 tarihli “gizli oturum”, “Başkumandanlık ihdası ile bu vazifenin Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine tevcihi hakkında kanun teklifi” gündemiyle gerçekleştirilmiştir.
Özetle; 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan gizli oturumda Kürtlere özerklik verildiği kocaman bir yalandır; çünkü 10 Şubat 1922 Cuma gününe denk gelmektedir ve o dönemde Cuma günleri “resmi tatil”dir. Ayrıca, Meclis Zabıt Cerideleri’de bu gerçeği doğrulamaktadır. 157. oturum 9 Şubat 1922’de, 158. oturum ise 11 Şubat 1922’de yapılmıştır. Yani, 10 Şubat’ta Meclis’te oturum yapılmamıştır.
Anlaşılan, önce İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Horace Rumbold, sonra da Tarihçi Robert Olson, İngiltere’nin “Kürtlere özerklik” planına “tarihsel meşruiyet” kazandırmak için “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk’ün ve TBMM’nin Kürtlere özerklik verdiği” yalanını söylemişler; ancak, Cumhuriyet öncesinde Türkiye’de hafta tatilinin, Avrupa’daki gibi Cumartesi ve Pazar günleri değil Cuma günleri olduğunu gözden kaçırmışlar ve böylece kelimenin tam anlamıyla “çuvallamışlardır”.
Sanırım, yalanın altındaki “3. Ayak” da devrildi!…
4. Ayak
Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde “Kürtlere özerklik verileceğini” söylemiştir!
Atatürk, 30 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’dan sonra, 14 Ocak 1922’de bir yurt gezisine çıkmıştır. Bu yurt gezisizinde Eskişehir’den sonraki durağı İzmit’tir.
Atatürk, 16/17 Ocak 1922’de Körfeze bakan tepe üzerindeki İzmit Kasrı’nda İstanbul’dan gelen gazetecilerle konuşmuştur.
Orada, Akşam gazetesi yazarı Falih Rıfkı Atay’ın bir sorusu üzerine Atatürk, Musul ve Kürtler konusuna değinmiştir:
Atatürk, “Musul, ulusal sınırlarımız içindedir. Bu ulusal sınır deyişini de ben bulmuştum”[29] dedikten sonra şunları söylemiştir:
“…Musul’u da kendi topraklarımız içine alan sınıra ulusal sınır demiştim. Gerçekten o zaman Musul’un güneyinde bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelmiş ve İhsan Paşa’yı aldatarak orada oturmuş. Musul, bizim için çok önemlidir. Birincisi Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır. İkincisi onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler, orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir…”[30]
Şimdi, Atatürk’ün aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım:
“Musul bizim için önemlidir, çünkü orada hem petrol hem de Kürtler vardır.”
“İngilizler, Musul’u ele geçirirlerse sadece petrolü ele geçirmiş olmakla kalmazlar oradaki Kürtlere de bir devlet kurdururlar”
“Bunu yaparlarsa, bu düşünce, yani ‘bağımsız Kürdistan kurma düşüncesi’, bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır”
“Buna, yani, ‘sınırlarımız içinde bağımsız Kürdistan kurulması düşüncesine’ engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir”.
Özetle Atatürk, 16/17 Ocak 1922 gecesi, İzmit’te, Falih Rıfkı (Atay)’ın sorusuna verdiği yanıtta; sınırlarımız içinde ve hatta dışında (Kuzey Irak’ta) bağımsız bir Kürdistan kurulması düşüncesine karşı olduğunu çok açık bir biçimde ifade etmiştir.
“Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde Kürtlere özerklik verileceğini söylemiştir!” diyenler, Atatürk’ün tam da o gün, Falih Rıfkı (Atay)’ın sorusuna verdiği yukarıdaki yanıtı nedense hiç görmezler!
Her neyse!…
Yine o gece, İzmit’te, Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Hamdi (Yalman) Bey, Atatürk’e, “Kürt sorununa değinmiştiniz” diye konuya girerek, şu soruyu sormuştur:
“Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinseniz iyi olur?”
Atatürk, bu soruya şu yanıtı vermiştir:
“Kürt sorunu, bizim yani Türkiye’nin çıkarları için kesinlikle söz konusu olmaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum’a giden, Erzincan’a, Sivas’a giden, Harput’a kadar bir sınır çizmek gerekir.Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir.”
Atatürk, Kürt sorunuyla ilgili durum tespiti yapıp, görüşlerini belirttikten sonra, soruna şöyle bir çözüm önermiştir:
“Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi TBMM, hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani, onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.”[31]
İşte, bugün bilumum “ayrılıkçı Kürtçünün” dört elle sarıldığı belge budur! Bugün, Türkiye’yi bölerek “bağımsız Kürdistan” kurma sevdasındakilere göre Atatürk, bu sözleriyle “Kürt özerkliğini” tanımış, hatta “bağımsız Kürt devletine” onay vermiştir!
Peki ama, bu sözlerden böyle bir anlam çıkar mı?
Şimdi gelin hep birlikte Atatürk’ün bu sözlerinde aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım:
Atatürk, “Kürt sorunu, bizim yani Türkiye’nin çıkarları için kesinlikle söz konusu olmaz.” diyerek, gerçekte Türkiye’nin böyle bir sorunu olmadığını belirtmiştir.
Atatürk: “Bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir” diyerek; 1.Kürtlerin Türkiye’nin her yanında yaşadıklarını, 2. Bu nedenle Kürtlük adına bir sınır çizilecek olursa Türkiye’nin mahvolacağını ifade etmiştir.
Özetle; “Kürtlük adına ayrı bir sınır çizmek istersek Türkiye’yi mahvetmek gerekir” diyen Atatürk, “bağımsız Kürdistan”a kökten karşıdır.
Atatürk: “Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini yöneteceklerdir.” diyerek, o zaman yürürlükte olan “1921 Anayasası’na” gönderme yapmıştır. Burada dikkat çeken iki nokta vardır: 1. Atatürk, doğrudan “özerklik” demeyerek “bir çeşit özerklik” demiştir, 2. Atatürk’ün gönderme yaptığı 1921 Anayasası, Kurtuluş Savaşı’nın olağanüstü koşullarında hazırlanmış, “geçici” bir savaş anayasasıdır. Dolayısıyla Atatürk’ün hem “bir çeşit özerklik” demesi, hem de bu “bir çeşit özerkliği” o zaman yürürlükteki “geçici savaş anayasasına” dayandırması, Atatürk’ün bu “bir çeşit özerklik” düşüncesinin de tamamen o dönemin koşullarına özgü, daha çok Kürt isyanlarını önlemeye yönelik, stratejik bir açıklama olduğunu kanıtlamaktadır. Atatürk, eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vaad etseydi, 1. “Bir çeşit özerklik” yerine, doğrudan “özerklik” ifadesini kullanırdı, 2. Bu “özerkliği”, o zaman yürürlükteki geçici 1921 Anayasası’na değil, daha sonra hazırlanacak olan Cumhuriyet’in ilk gerçek anayasası olan 1924 Anayasası’na dayandırırdı.
Atatürk’ün gönderme yaptığı 1921 Anayasası’nın 21. maddesiyle “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip” oldukları belirtilmiştir.
İşte o madde:
“İl yönetimi, yerel işlerde manevi kişilik sahibidir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında, Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince, Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım işlerini düzenlemek İl Kurullarının yetkisindedir.”
İşte, Atatürk, “Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır” derken 1921 Anayasası’nın bu maddesine gönderme yapmıştır.
1. Bu anayasa maddesi sadece Kürtlerin yaşadığı bölgeler için değil, bütün Türkiye için geçerlidir.
2. Bu anaysa maddesindeki “özerklik” ifadesiyle kastedilen İl Kurullarının “yerel işleri” idare etmesidir. Bu işler de “Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım” işleridir. Üstelik il Kurulları bu işleri de kendi başlarına değil, “Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince” yerine getirebileceklerdir. Ayrıca, İl Kurullarının, “Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işlerle” ilgilenmesi de yasaktır. Atatürk’ün, sözünü ettiği “bir çeşit özerklik” tabiri, o günün terminolojisi içinde değerlendirilmelidir. Görüldüğü gibi, Atatürk, “bir çeşit özerklik” ifadesiyle 1921 Anayasası’ndaki “güçlü yerel yönetimleri” kastetmiştir[32]. Nitekim, 1921 Anayasası’nın 21. maddesinde söz edilen “özerklik”, gerçek anlamda bir özerklik değil, sadece “illerin belediye işlerini kendilerinin yerine getirmeleri” anlamında bir özerkliktir ki, buna da ancak Atatürk’ün dediği gibi “bir çeşit özerklik” denir.
3. Çok daha önemlisi, 1921 Anayasası’nın “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olduklarını” belirten bu 21. maddesi, 1924 Anayasası’nda yer almamıştır. Yani, Atatürk’le İzmit’te yapılan bu mülakattan yaklaşık bir yıl sonra, 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 24 Anayasası’nın 91. Maddesiyle “iller tanınmış olan özerklikler” kaldırılmıştır.[33] Burada tabi şu soruyu sormak gerekir? Atatürk eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vermek isteseydi, 1921 Anayasası’nda “illere tanınmış olan özerklikleri” 1924 anayasasında kaldırır mıydı?
Atatürk, “Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar.” diyerek, hem “Türkiye halkı” ifadesini kullanmış, hem de “Türkiye halkı” derken, Kürtlerden de söz edilmesi gerektiğini, aksi halde sorun çıkaracaklarını belirtmiştir.
Atatürk, “Şimdi TBMM, hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani, onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz” diyerek. TBMM’yi oluşturan Türklerle Kürtlerin “bütün çıkarlarını ve bütün kaderlerini birleştirdiklerini” bu nedenle Kürtlere “ayrı bir sınır çizmenin doğru olmadığını”, dolayısıyla “bağımsız Kürdistan” düşüncesine sonuna kadar karşı olduğunu ifade etmiştir. Tabi ki anlayana!…
Sanırım, yalanın altındaki “4. Ayak” da devrildi!.
5.Ayak
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki konuşmalarında “Kürdistan” tabirini kullanması “bağımsız Kürdistan”ı tanıdığının işaretidir!
Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki “Kürt politikası” çerçevesinde “o günün terminolojisi” içinde zaman zaman “bölgesel” ve “coğrafi” anlamda “Kürdistan” tabirini kullanmıştır. [34]
Ancak Atatürk bu deyimi genellikle “Kürdistan” biçiminde değil de “Kürdistan-ı Türki” yani “Türk Kürdistan’ı” biçiminde kullanmıştır.[35]
Bin bir güçlük içinde Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye çalışan Atatürk’ün, o yıllarda asker, sivil yetkililere gönderdiği telgraflarda, halka yönelik beyannamelerde ve konuşmalarda her şeyden önce “ne demek istediğini” en kestirme ve en anlaşılır yoldan iletmesi gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında kavramları kullanırken daha çok bilinen kavramları, insanların alışık oldukları biçimde kullanmaya özen göstermiştir. Anadolu’nun belli bir bölümünün Osmanlı Devleti döneminde coğrafi olarak “Kürdistan” diye adlandırılması nedeniyle Atatürk de Kurtuluş Savaşı boyunca “Kürdistan” tabirini kullanmıştır; ancak bu kullanımın “ayrılıkçı Kürtlerce” ve “emperyalistlerce” istismar edilmesini engellemek için daha çok “Kürdistan-ı Türki” biçiminde kullanmıştır.
Sanırım, yalanın altındaki “5. Ayak” da devrildi!…
Ne demişler, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”
Kurtuluş Savaşı Yıllarında Birileri Kürtlere Bağımsızlık Vaad Etmişti
Evet, aslında Cumhuriyet tarihi yalancıların haklı oldukları bir nokta var! Evet, Kurtuluş savaşı yıllarında gerçekten de birileri Kürtlere “özerklik” ve “bağımsızlık” vaad etmiş, hatta sadece “vaad etmekle” de kalmamış, bu konuda Kürtlere yasal güvenceler de vermiştir.
Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk ve TBMM değil ama İstanbul’daki Damat Ferit Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Kürtlere “özerklik” ve “bağımsızlık” vaad etmiştir.
Damat Ferit’in, 12 Eylül 1919 tarihinde İngilizlerle imzaladığı “gizli anlaşma”nın 3. maddesinde, “Türkiye, bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır” denilerek Kürtlere “bağımsız Kürdistan” vaad edilmiştir.[36]
Padişah Vahdettin’in, Saltanat Şurası’ndaki onayından sonra imzalanan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nın 62 ve 64. maddeleriyle de Kürtlere özerklik ve bağımsızlık vaad edilmiştir:
Madde 62: “Fırat’ın doğusunda ilerde saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının güneyinde Suriye ve Irak’ta, Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu anlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde İstanbul’da toplanan İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır.”
Madde 64: “Kürt bu bölgedeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti’ne ve Konseyi’ne başvurulursa ve konseyden de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgeler üzerinde bulunan bütün haklarından sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir..”
Vahdettin, Kürdistan’ı Tanıyacaktı
Türk Tarih Kurumu şeref üyesi Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, Son Padişahı Vahdettin’in “Kürt militanlarla” birlikte Atatürk’ü devirip “bağımsız Kürdistan”ı tanıyacağını öne sürmüştür.
Sonyel, “Kıskaç Altında” adlı kitabında, Irak’taki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926’da 40 bin Kürt militanı Musul’da Türkiye’ye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettin’le ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle Atatürk’ü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, “Kürt bağımsızlığını” tanıyacaktır.
Irak’taki Polis Cürüm Araştırma Bölümü’ne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır:
“Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musul’a gitmek üzere 16 Ağustos’ta Bağdat’a uğramış; 18 Ağustos’ta Hacı Raşit el Hava’yı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistan’da Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammed’in evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiye’de geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanya’dan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemal’i yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince ’Kürt bağımsızlığını’ tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.”[37]
Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo’da ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi “Kürtçülerle” çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettin’i burada ziyaret eden Atatürk düşmanı 150’liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para almıştır.[38] Mevlanzade Rıfat’ın daha sonra Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi ortaya çıkmıştır.
Vahdettin’i tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya’daki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıdan sonra, başkan Mehmet Ali Bey aracılığıyla Vahdettin’e yeni bir kabine önermiştir. Vahdetin bu kabineyi onaylamıştır. Şeyh Sait İsyanı’ndan önce bu cemiyet, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadir’le ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Said’in iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettin’le, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadir’le temas kurmuştur.
Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır:
“Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..” [39]
Bugünkü “bölücü Kürtçülerin”, neden Atatürk’e ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettin’e ve Sevr Antlaşması’na hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır.
2 notes
·
View notes
Text
Atatürk’ün Doğu Projeleri
Daha önce “Atatürk’ün GAP Projesi”, “Atatürk’ün Tunceli’de Spor ve Eğlence Merkezi Projesi” gibi yazılarımda Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu’ya yaptığı yatırımlardan, plan ve projelerden söz etmiştim. Bu yazımda da gizli kalmış bir Atatürk projesi olan “Atatürk’ün Modern Van ve Van’da Üniversite Projesi’nden söz edeceğim. Daha önce de belgeleriyle gözler önüne serdiğim gibi Atatürk Cumhuriyeti en büyük yatırımı Doğu ve Güney Doğu Anadolu’ya yapmış, kalkınmanın öncelikle az gelişmiş bölgelerden, kırsaldan Doğu’dan başlamasına önem vermiştir. Bu çerçevede Atatürk 1930’lu yıllarda Van’da bir üniversite kurulmasını ve Van’ın her bakımdan kalkındırılmasını istemiştir. Türkiye’de 1933 yılında İstanbul’da daha yeni açılmış bir tek üniversite varken (İstanbul Üniversitesi), Atatürk, Ankara’da ve Van’da da birer üniversite kurulması talimatını vermiştir. Atatürk 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasında bu konuda şunları söylemiştir: “Ülkeyi şimdilik üç büyük kültür bölgesi olarak düşünüp, Batı bölgesi için İstanbul Üniversitesi’nde başlamış olan düzeltim programını daha kökten bir biçimde uygulayarak Cumhuriyete gerçekten çağdaş bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için Ankara Üniversitesi’ni az zamanda kurmak ve Doğu bölgesi için Van gölü kıyılarının en güzel bir yerinde, her bölümünden, ilk okullarından üniversitesine varıncaya değin çağdaş bir kültür kenti yaratmak yolunda şimdiden çalışılmaya girişilmelidir.” Bu bakımdan Van Yüzüncü Yıl ve Erzurum Atatürk üniversitelerinin fikir babası Atatürk’tür. Görüldüğü gibi Atatürk Türkiye’yi “üç büyük kültür bölgesi” olarak düşünmüştür. Bu üç büyük kültür bölgesi batıda İstanbul, içte Ankara, doğuda ise Van’dır. Yani Atatürk için Ankara İstanbul ne ise Van da odur. Ankara ve İstanbul’a yapılacak yatırımlar, hatta daha fazlası Van’a yapılmalıdır. Atatürk üç büyük kültür bölgesinin üç büyük kentinde her şeyden önce birer üniversite kurulmasını istemiştir. Atatürk’ün Van’da Üniversite Projesi’nin temel amacı üniversite çevresinde her şeyiyle modern/çağdaş bir Van kenti yaratmaktır. Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, “Atatürk’ten Hatıralar” adlı kitabında “Atatürk’ün Modern Van ve Van’da Üniversite Projesi”nden şöyle söz etmiştir: Atatürk için Ankara İstanbul ne ise Van da odur. Ankara ve İstanbul’a yapılacak yatırımlar, hatta daha fazlası Van’a yapılmalıdır. “Atatürk bilhassa Van’da yaptırılmasını tavsiye ettiği ‘Modern Kültür Merkezi’ne çok önem veriyordu. Ona candan gönül bağlamıştı. Bu iş için Van sahillerini seçmesinin çeşitli sebepleri vardı. Coğrafi bakımdan elverişli oluşu, ikliminin o havalideki diğer yerlere nispetle mutedil, toprağının mümbit olması, gölün gemi işlemesine de müsaitti, küçük bir deniz halinde bulunması bunların başlıcalar arasındadır. Atatürk’ün ilk olarak yapılmasını tasavvur ettiği müesseseler: Hepsi yatılı olmak üzere birkaç ilk ve orta mektep, lise, öğretmen, ziraat ve sanat mektepleri ve nihayet bütün fakülteleriyle bir üniversite... Çeşitli okullar, aynı zamanda üniversite için hem tatbik, hem de inceleme yerleri olacaktı... Sonra yine orada veya Doğu bölgesinin diğer münasip yerlerinde, ihtiyaca göre ziraat ve sanat enstitüleri, güzel sanatlar akademileri ve diğer yüksek okullar açılacaktı. Atatürk on beş sene içinde bütün bu müesseselerin başarı ile işleyeceğine, ondan sonra diğer bölgelerle beraber bu bölgede de başka üniversite ve yüksek okullara ihtiyaç duyulacağına inanıyordu. Hayatında birçok mahal telakki edilen işleri dehası ve tükenmez azmi ile tahakkuk ettirmiş olan Büyük Adam’ın bu yoldaki tasavvur ve inançlarını anlatırken gösterdiği büyük heyecan hala gözlerimin önündedir. Seçilecek en uygun sahada öğretmen, profesör ve memurlar için her türlü konforu haiz ikametgahlardan mürekkep yeni mahalleler, zengin kütüphaneler, ilk ağızda devlet eliyle veya özel müteşebbisler tarafından, bütün ihtiyaçlara cevap verecek, çarşılar, sinema, tiyatro, gazino gibi hoş vakit geçirilecek yerler, Halkevi spor kulüpleri ve sair faydalı teşekküller kurulacaktı... Böylece zamanla mükemmel bir plan dahilinde inşa edilmiş, yepyeni, modern ve medeni bir Van şehri meydana çıkmış olacaktı; tabiidir ki bu şehir karadan ve havadan çeşitli vasıtalarla merkeze ve denize bağlanacaktı... Image resized to : 56 % of its original size [ 880 x 457 ] Üniversitenin muhtaç olduğu öğretmenler (asistan, doçent ve profesör) İstanbul’da veya memleket dışında okuyup yetişmiş ehliyetli ve akıncı ruhlu kimselerden seçilecekti, icabına göre dışarıdan yabancı profesörler getirmek, Avrupa ve Amerika’ya istidatlı gençler gönderip yetiştirmek de bu konuda göz önünde tutulan tedbirlerdendi... Ne çare ki Atatürk bu tasavvurunu fiil alanına koyamadan fani hayattan çekildi; ondan sonra iktidar mevkiine geçen sözde en yakın arkadaşlarından -ki bütün bu anlattıklarına vakıf ve zamanında tasvipkar görünen kimselerdi- bu konuyu nasıl savsakladıklarını ve ne gibi küçük hesap ve tertiplerle esasından ayırarak basit ve verimsiz bir hale soktukları bilinmektedir.” Özetle; Atatürk Van’da şu yatırımların yapılmasını istemiştir: • Van Gölü sahillerinde Van Modern Kültür Merkezi • Yatılı ilk ve orta okullar ile liseler • Yatılı öğretmen, ziraat ve sanat okulları • Bütün fakülteleriyle ve donanımlı öğretim kadrosuyla çağdaş bir üniversite • Üniversite için uygulama ve inceleme yerleri • Van’da veya civar kentlerde ziraat ve sanat enstitüleri, güzel sanatlar akademileri • Yüksek okullar • Çağdaş konutlardan oluşan yeni mahalleler • Zengin kütüphaneler • Çarşılar • Sinema ve tiyatro • Gazino • Halkevi spor kulüpleri • Merkeze ve denize bağlanan yollar Sözün kısası Atatürk’ün ölünceye kadar en yakınında bulunanlardan biri olan Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün Modem Van ve Van’da Üniversite Projesi’nin bütün ayrıntılarını gözler önüne sermiştir. Sadece Van’ın değil, bütün Doğu’nun kalkınmasına. Doğu’da eğitim öğretimin yaygınlaştırılmasına, Atatürk büyük önem vermiştir. Örneğin daha 25 Temmuz 1924’te Öğretmenler Birliği Kongresi’nde Öğretmenler Birliği gibi kuruluşların Van ve Hakkari gibi doğudaki öğretmenleri de kapsamasını istemiştir. Doğu’nun kurtuluş anahtarı hala Atatürk’ün bu projeleridir.
0 notes
Text
Atatürk’ün Hayalindeki Doğu
Atatürk, 1937’de Tunceli’ye yaptığı geziden sonra Celal Bayar, Şükrü Kaya, Ali Çetinkaya, Kâzım Orbay ve Abdullah Alpdoğan ile Elazığ İstasyonu’nda bir toplantı yapmıştır. Bu toplantıya ait 17 Kasım 1937 tarihli belgeye göre şu kararlar alınmıştır: “1. Arazi, su, hava bakımından barınılması güç olan bölgeler halkının daha iyi şeraiti haiz yerlere nakli teemmül edilmeli ve mali külfet tahmin edilerek tespit edilmelidir. 2. Pertek arazisi iyidir. Tedavi keyfiyeti nazarı dikkate alınmalı. 3. Büyük kesif köyler yapılmalı ve kültürü temin edilmelidir. 4. Maden amelesi olarak kaç aile naklolunabilir? 5. Münferit dağ köylerini toplayıp ovalara teksif edilmeli. 6. Girlayik’te pancar mıntıkası tesis ederek dağlıları ovaya indirmek lazımdır.” Görüldüğü gibi Atatürk ve arkadaşları Tuncelilileri yerlerinden, yurtlarından sürmeyi, köyleri içindekilerle birlikte yakmayı planlamamışlar; sağlıksız, eğitimsiz, yoksul ve aşiret reislerinin baskısı altında yaşayan insanları sağlıklı, eğitimli, zengin ve güvenli bir yaşama kavuşturmak için proje geliştirmişlerdir. Arazisi kötü olan bölgelerdeki insanların daha iyi şartlara sahip bölgelere gönderilmesi, dağ köylerindeki insanların ovalara indirilmesi gibi önlemler bölge insanını daha iyi yaşam koşullarına kavuşturmak amacı taşımaktadır. Tunceli ve civarındaki bazı aşiretlerin Batı illerine göç ettirilmesi ile ilgili kanunlar Atatürk’ün sağlığında çıkarılmıştır. Örneğin 19 Haziran 1927’de 1097 sayılı “Bazı Şahısların Şark Mıntıkalarından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun” çıkarılmıştır. Bu kanuna göre Doğu’da devrimlere karşı çıkan, güvenliği bozan 1500 kişi ile kaçak ve mahkûm durumundaki 80 isyancı aileleriyle birlikte Batı illerine sevk edilmiştir. Kendilerine, terk edecekleri topraklara karşılık yeni topraklar verilmiştir. 14 Haziran 1934’te de 2510 sayılı “İskân Kanunu” çıkarılmıştır. Bu kanunlar çerçevesinde Doğu’da hem güvenliği bozan asi aşiretlerden bazıları hem de aşiretlerin baskısına maruz kalan yokluk ve yoksulluk içindeki halkın bir bölümü batıya göç ettirilmiştir. Göç ve iskân planları ilk başta sadece 2000 kişiyle sınırlıdır. Bu sayı daha sonra 7000’e çıkmıştır. 1939’da bu sayının 12.000’e yaklaştığı anlaşılmaktadır. 28 Temmuz 1938 tarihli bir belgeye göre Doğu illerinden göç ettirilenler Batı’da İzmit, Karabük, Zonguldak gibi sanayi ve maden sektörlerinin yoğun olduğu yerlere ve iyi tarım yapılan Erzincan’a yerleştirilmiştir. Yani hükümet, Doğu halkını hem ağaların zulmünden hem de yokluk ve yoksulluktan kurtarmıştır. İnsanları iş bulup geçimlerini rahatça sağlayabilecekleri yerlere göç ettirip yerleştirmiştir. Hükümet, batıya sevk ettiği ailelere ev, toprak, pulluk ve hayvan vermiştir. 1947 yılında, yani İsmet İnönü’nün “Milli Şefliği” döneminde CHP’nin zorunlu İskân Kanunu’nu kaldırmasıyla 8228 kişi Tunceli’ye geri dönmüştür. 3500 kişi ise Tunceli’ye dönmeyi tercih etmeyerek batıda kalmıştır. Atatürk’ün Hazer Gölü Projesi Atatürk, Tunceli gezisinde Hazer Gölü çevresini incelemiş ve burasının halkın spor ve eğlence ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzenlenmesini istemiştir. 4. Genel Müfettişlik bu doğrultuda yapılan ilk çalışmaları, 3 Aralık 1937 tarihli bir yazıyla Başvekâlet’e bildirmiştir: “Hazer Gölü’nün Atatürk tarafından tetkik buyurulan kıyı kısmının tararı devletlerinden emir buyurulan haritasını tayyare ile aldırdım. Fotoğraflar Ankara’da Harita Dairesi’nde gönderilerek bunun İmar Kanunu hükümlerine göre 1/1.000: 1/3.000 mikyasında iki çeşit harita halinde basılmasını ve bu basım işinin çabuklaştırılmasını Harita Genel Direktörlüğü’nden ricada bulundum. Basılıp gelince haritaların yüksek huzurlarına takdim edileceğini arz ederim.” Atatürk’ün Tunceli halkının yararlanması için Hazer Gölü’nü bir spor ve eğlence parkına dönüştürmek istemesi bölgeye ve bölge insanına verdiği değerin işaretidir. Atatürk’ün Hazer Gölü Projesi, o dönemde Tunceli’ye yapılan karakol, yol, köprü, telefon gibi yatırımların sadece askeri amaçlı olduğu iddiasını da çürütmektedir. Belgelerde geçtiği şekliyle bu projenin amacı, “Bölgedeki münevverlerin ve her sınıf halkın yazlık ve spor eğlence ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere güzelleştirilmesi”dir. Atatürk’ün Hazer Gölü’nün eğlence ve spor amaçlı olarak düzenlenmesini istemesi üzerine bir imar planı hazırlamak için gerekli hava fotoğrafları çekilip yetkili makamlara sunulmuştur. 4. Umum Müfettişlik, yapılan bu çalışmaları Temmuz 1938 tarihli bir raporla Başbakanlığa sunmuştur. Doğu’nun her bakımdan kalkınmasını amaçlayan Güneydoğu Anadolu Projesi de Atatürk’e ait bir projedir. Projenin ilk adımları 1930’ların sonlarında atılmıştır. Atatürk, Diyarbakır, Malatya, Elazığ ve Tunceli gezisinde yanındaki Sabiha Gökçen’e, nasıl bir Doğu hayal ettiğini şöyle ifade etmiştir: Image resized to : 56 % of its original size [ 882 x 621 ]Atatürk, Diyarbakır, Malatya, Elazığ ve Tunceli gezisinde yanındaki Sabiha Gökçen'e, nasıl bir Doğu hayal ettiğini anlatmıştır. “İnsan ömrü yapılacak işlerin azameti karşısında çok cüce kalıyor Gökçen... Geçtiğimiz yerlerde fabrikaları görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, elektrikle donanmış köyler, küçük, fakat canlı, tertemiz, sağlıklı insanların yaşayabileceği evler, büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum. Gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların yüzleri sararmamalı, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum, İstanbul’da ne medeniyet varsa, Ankara’ya da ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl mamur kılıyorsak, yurdumuzun her tarafını aynı medeniyete kavuşturalım istiyorum. Ve bunu çok ama çok yapmak istiyorum. Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil. Mamur olmalı, Türkiye’nin her bir tarafı müreffeh olmalı... Devletin yapamadığını, millet; milletin yapamadığını devlet yapmalı. Her şeyi yalnız devletten ya da her şeyi yalnız milletten beklemek doğru olmaz. Devlet ve millet ülke sorunlarını göğüslemede daima el ele olmalıdır. Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun, benim kitabımda yok. Geleceği, geleceğin Türkiyesi’ni düşünmek görevim. Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz... Bu heyecanı yaşatmak, hu heyecanın ürünlerini görmek lazım.” Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da fabrikalar, ekili tarlalar, düzgün yollar, elektrikli köyler, tertemiz, canlı ve sağlıklı insanların yaşayacağı evler, gürbüz çocuklar ve büyük yemyeşil ormanlar görmek isteyen Atatürk’ün en büyük amaçlarından biri doğusuyla batısıyla bütün Türkiye’nin kalkınmasıdır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir,” diyen Atatürk, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan tüm Türkiye halkını her bakımdan kalkındırmak için hiçbir ayrım yapmadan vatanın her bölgesine çok önemli yatırımlar yapmıştır. Atatürk’ün genç Cumhuriyeti’nin Türkiye’nin diğer bölgeleri gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini kalkındırmak için yaptığı yatırımlar, asırlardır bölge halkını sömüren feodal unsurların; ağaların, şeyhlerin ve şıhların tepkisini çekmiştir. Genç Cumhuriyet’in bu yatırımları devam ederse bölge halkı üzerindeki nüfuzlarını tamamen kaybedeceklerini düşünen bu feodal unsurlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen ayrılıkçı unsurlarla anlaşarak genç Cumhuriyet’e başkaldırmışlardır. Genç Cumhuriyet’in “çağdaşlaşmaya” yönelik devrimlerini “dinsizlik” olarak adlandırıp bu yönde propaganda yapan feodal unsurlar, bölgede yapılan yolları, köprüleri, santralleri tahrip ederek karakollara saldırmışlardır. İşte, 1937-1938 Dersim İsyanı böyle bir ortamda patlak vermiştir.
0 notes
Text
ATATÜRK IRKÇI DEĞİLDİR
TRAKYA OLAYLARINI ATATÜRK ÖNLEMİŞTİ Evet! 1934 yılında Trakya’da Yahudilere karşı bölge halkının bir tepkisi olduğu doğrudur. Ancak bu tepki, o yıllarda bütün dünyada yaygınlaşan “Yahudi düşmanlığının” Türkiye’deki küçük bir yansımasıdır. Bölgedeki olaylarda Yahudililere yönelik bazı saldırılar olmuş ve bazı kendini bilmezlerce Yahudilerin malları yağmalanmıştır. Ancak tamamen bölgesel bir tepki olarak ortaya çıkan bu olaylar, kısa bir süre sonra hükümet tarafından bastırılmıştır. Yani, “cevval gazeteci”nin atıp tuttuğu gibi, olaylar hükümetin ve Atatürk’ün bilgisi dahilinde “bilinçli olarak” Yahudileri soykırıma uğratmak için başlatılmamış, tam tersine başlayan olalar bizzat Atatürk tarafından bastırılmıştır. Bu gerçeği, başka bir Taraf yazarı Ayşe Hür, bir yazısında şöyle itiraf etmiştir: “…(Bu olaylar) Yahudi cemaatinin önde gelenlerinden Gad Franko ve Mişon Ventura’nın 4 Temmuz 1934 günü Atatürk’le yaptığı gizli görüşme sayesinde sona erecekti. Kamuoyu olayları, 5 Temmuz 1934 günü Başvekil İsmet İnönü’nün TBMM’de yaptığı konuşmayla duydu. İnönü, Meclis’in tatile girmesi dolayısıyla yaptığı uzun konuşmasının bir yerinde Trakya’daki olaylardan söz ederek, gerekli önlemlerin alındığından söz ederek, kaçanların geri dönmesini istemişti. Bu konuşma Trakya’daki yerel idarecileri, saldırgan güruhu engellemek zorunda bırakmıştı..”[2] “Toy yazar bize inanmaz diye” kendi Taraf’ından bir tarihçiye başvurdum! II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da başlayıp tüm dünyaya yayılan “Yahudi düşmanlığının”, Türkiye’nin Avrupa’ya en yakın bölümü olan Trakya’da “münferit” bir olayla gündeme gelmesinden “bir soykırım” çıkaran genç yazara iki tavsiyem var: Bir: Osmanlı İmparatorluğu döneminde bütün gayrimüslimlere olduğu gibi Yahudilere hangi kısıtlamaların getirildiğini araştırsın: Mesela Yahudilerin giysilerinin, evlerinin renklerinin, başlıklarının biçimlerinin Müslümanlar gibi olup olamadığına baksın! Yani “Millet Sistemini” incelesin! İki: Genosid (soykırım) kavramının ne anlama geldiğini araştırıp, Hitler’in II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudilere yaptıklarını öğrensin! Sonra da şapkasını önüne koyup 1934 olaylarına “soykırım” demenin nasıl bir ruh halinin dışa vurumu olduğunu düşünsün! LİBERAL EZBERİ BOZMAK Günümüzde Taraf yazarı gibi “liberal takılanların” en belirgin ortak noktalarından biri, Atatürk’e “diktatör”, “yabancı düşmanı”, hatta “faşist” yakıştırmalarında bulunmalarıdır. Onlara göre “diktatör Atatürk”, 1930’larda “Türk ırkçılığı” yaparak yabancı düşmanlığını körüklemiş, Atatürk, Ermenilere, Rumlara ve Yahudilere büyük baskılar yapmış (!) hatta Rasim Ozan Kütahyalı’nın iddiasına göre Yahudilere soykırım yapma noktasına gelmiştir! Liberal ezbere göre “Atatürk bir diktatördür” ve “diktatör Atatürk de bir yabancı düşmanıdır!” Şimdi gelin bu “liberal ezberi” bozalım! EİNSTEİN’İN ATATÜRK’E YAZDIĞI MEKTUP Dünyaca ünlü bilim adamı A. Einstein, Hitler baskısından bunalan Yahudi kökenli Alman bilim insanlarının sözcüsü ve OSE Dünya Birliği’nin şeref başkanı sıfatıyla 17 Eylül 1933’te Atatürk’e yazdığı ve “Ben sadık hizmetkarınız Prof. Albert Einstein!” diye biten mektubunda, “Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarını Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum…” diyerek, Yahudi kökenli Alman bilim insanları adına Atatürk’ten iş ricasında bulunmuştu.[3] Atatürk, Einstein’in bu ricasını kabul etmiş ve çok sayıda Yahudi kökenli Alman bilim insanı Türkiye’ye gelerek genç cumhuriyetin üniversitesinde ve okullarında çalışmaya başlamışlardı. Atatürk de aynı yıl, 1933 Üniversite Reformu dolayısıyla Einstein’i Türkiye’ye davet etmişti. Princeton Üniversitesi’nde 1949 yılında A. Einstein’la görüşen Prof. Dr. Münir Ülger, görüşme sırasında Einstein’in, “Dünyanın en büyük liderine sahipsiniz. 1933’teki üniversite reformunuz sırasında beni de ülkenize davet etmişti” dediğini belirtmektedir.[4] Dünyaca ünlü bilim adamı A. Einstein’in, dünyada onca lider ve onca devlet varken Atatürk’ün liderliğindeki genç Türkiye Cumhuriyeti’ne başvurması çok anlamlıdır. Belli ki, Atatürk’ün ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin “bilime” ve “bilim insanına” verdiği değer ülke sınırlarını aşmış dünyaya yayılmıştır. Murat Bardakçı’nın yerinde tespitiyle: “İşte Cumhuriyet rejiminin henüz on yaşında olduğu günlerdeki Türkiye ile 83 yaşındaki Cumhuriyet Türkiyesi arasındaki fark… İlki Einstein’in dostları için iş talebinde bulunduğu, büyük gelecek vaat eden genç bir devlet; diğeri ise gündemini sadece kadınlara mahsus parkların, cüppeli namazların, yahut kadın eli sıkmanın günah olup olmadığının tartışılır hale getirildiği bir ülke..”[5] Atatürk’ün, Yahudi kökenli Alman bilim insanlarına kapıları açmasından sonra, 1933 sonrası Türkiye’de bilimsel araştırmalarda adeta bir “patlama dönemi” yaşanmıştır. Yahudi kökenli Alman bilim insanları 1930’ların dünyasında Türkiye’yi bilimin parlayan yıldızı yapmaya başlamıştır. Örneğin, John Dawey, Prof Dr. Alfred Kühne, Prof Frey, Leibzig Üniversitesi’nde pedagoji uzmanı olan Prof Stiehler, Ukrayna Güzel Sanatlar Akademisi Şefi Prof Dr. Ernest Egli, Halk müziği incelemelerinde Bela Bertok, Konservatuarın şan bölümü için Prof. Dr. Paul Lohman, Ulusal müzik ve tiyatro incelemelerinde Karl Ebert, Ziraat Sanayi Meslek Okullarının kurulmasında Prof. Dr. Ömer Buyse, Ziraat Bakanlığına bağlı okulların ıslahında Prof. Dr. Oldenburg ve daha nice bilim insanı Türkiye’ye davet edilmiştir.[6] TÜRKİYE’DE TARİH ARAŞTIRMALARI VE YAHUDİ BİLİM İNSANLARI Türkiye’de “tarih” ve “arkeoloji” alanında bilimsel çalışmaların başlamasında 1933’te Atatürk’ün isteğiyle Türkiye’ye gelen Yahudi kökenli Alman bilim insanlarının çok önemli bir katkısı vardır. 1930’larda Türkiye’de Atatürk’ün isteğiyle, Sümeroloji ve Hititoloji bölümlerini kuran bu Yahudi kökenli Alman bilim insanlarıdır. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, o günleri şöyle anlatmaktadır: “1936 yılında bu bölümlere hiçbir bilgimiz olmadan girdik. Hititoloji hocamız, Hitler rejiminden kurtulan ve 2000’de ölen Prof. H.G Guterbock, Sümeroloji hocamız aynı koşullarda getirilen Prof. B. Landsberger, arkeoloji hocamız da Yahudi olmadığı halde davet edilen Prof. Van der Osten’di. Dersler bir çevirmen aracılığıyla veriliyordu. Bizler de not tutuyorduk. Henüz dil bilmiyorduk, kitaplarımız yoktu. Bütün bunlara rağmen hocalarımızın ve bizim sabır ve gayretimizle 1940 yılında eğitimimizi tamamladık. Hocalarımız Hatice Kızılyay ile beni fakültede bırakmak istedilerse de bazı aile sorunlarını ileri sürerek kabul etmedik ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne çiviyazılı tabletler üzerinde çalışmak üzere atandık. Orada 1937 yılında yine Yahudi asıllı olması nedeniyle ülkemize gelen Dr. F.R. Kraus çalışıyordu. Biz de onun çalışmalarına katıldık. 1949 yılına kadar onunla, o ayrıldıktan sonra da Hatice Kızılyay ile ikimiz çalıştık…”[7] Hitler korkusundan tüm dünyanın tir tir titrediği 1930’lu yıllarda, gidecek ülke arayan Yahudi kökenli Alman bilim insanlarına Türkiye’nin kucak açması, Atatürk’ün Hitler’den korkmadığını ve Yahudilere karşı hiçbir önyargısı olmadığını gözler önüne sermektedir. Herkesin Yahudilere kapılarını kapattığı bir dönemde Atatürk ve genç cumhuriyet “iş arayan” Yahudi bilim insanlarını, İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere cumhuriyetin yeni kurulan çağdaş okullarında istihdam etmiştir. MİLLETVEKİLLERİNİN İKİ KATI MAAŞ Atatürk, sadece Yahudi kökenli Alman bilim insanlarını Hitler’den kurtarmakla kalmamış Türkiye’de çalışan bu bilim insanlarına milletvekillerinin iki katı maaş ödemiştir.[8] 1934 yılında Hititolog H.G Guterbock, Sümerolog B. Landsberger, Arkeolog F.R Kraus gibi Yahudi kökenli onlarca bilim insanı İstanbul’da Ankara’da “milletvekillerinin iki katı maaşla” özgür bir ortamda bilimsel çalışmalarını yürütürken, aynı yıl Atatürk’ün ve genç cumhuriyetin Trakya’daki Yahudilere soykırım yaptığını iddia etmek için insanın akıl sağlığının yerinde olmaması gerekir: Bir ülke düşünün ki bir taraftan Yahudileri katletsin (!) diğer taraftan Yahudilere kucak açsın!.. IRKÇI DEĞİL MİLLİYETÇİ “Ne mutlu Türk olana” değil, “Ne mutlu Türküm diyene” diyen Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkesi” Türk olarak kabul eden; “kökene, ırka, kan bağına” değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığa, Türkiye Cumhuriyeti’ni yükseltip yüceltmek için çalışmaya dayanan bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, “bencilce” ve “mağrurca” bir milliyetçilik değildir. Şu sözler Atatürk’e aittir: “Biz öyle ulusçularız ki bizimle işbirliği yapan bütün uluslara saygı duyarız. Onların ulusçuluklarının bütün gereklerini tanırız. Bizim ulusçuluğumuz, bencilce ve mağrurca bir ulusçuluk değildir”. TÜRK TARİH-DİL VE ANTROPOLİJİ TEZLERİNİ IRKÇILIK SANMAK Atatürk’e “ırkçı” yaftası yapıştırmak isteyen “liberallerin” sıkça dile getirdikleri, Türk Tarih-Dil ve Antropoloji çalışmaları ise, 1930’ların dünyasında Avrupa’da dillendirilen, bilimsel araştırmalara konu olan meselelerdir. Atatürk Türk Tarih ve Dil Tezleriyle Antropoloji çalışmalarını başlatırken, dünyaca ünlü bir çok tarihçiyi, arkeologu ve dilciyi Türkiye’ye davet etmiştir. Tarih ve Dil Kurultaylarında çok sayıda yabancı bilim insanı bildiri sunmuş, görüşlerini açıklamıştır. Yani, bizim liberallerin sandığı gibi, Atatürk’ün Tarih, Dil ve Antropoloji çalışmaları “ırkçı”, “bilim dışı” Atatürk’ün “uydurmalarına” dayalı çalışmalar değil, 1930’ların bilim dünyasında bir yeri olan ve dünyaca ünlü bilim insanlarının da katılımıyla tartışılan tezlerden oluşan çalışmalardır. Ayrıca bugün geldiğimiz noktada Atatürk’ün 1930’lardaki Tarih ve Dil çalışmalarının önemli bir bölümü doğrulanmaktadır. Örneğin, Sümerlerle Türkler arasındaki ilişki, Etrüsklerin Asyenik bir kavim olduğu, Türkçenin dünyanın en eski dillerinden biri olduğu (ilk yazıya geçirilen dil Sümercenin dünyada en çok Türkçeye benzediği artık kanıtlanmıştır) vb birçok konuda, Türk Tarih ve Dil Tezi’nin 1930’larda gerçeği gördüğü anlaşılmıştır.[9] Ancak, Atatürk’e alerji duyan, kültürüne yabancı “ulusal omurgası kırık aydınlarımız” Türk ve Dil Tezlerini hala “ırkçılık” sanmaktadırlar. Atatürk’ün 1930’lardaki “kan grubu” ve “kafatası” araştırmalarının nedeni ise, bazı “liberellarin” sandığı gibi, Türk ırkının “üstünlüğünü” değil, “eşitliğini” savunmaktır. I. Tarih Kurultayında Şevket Aziz Bey’in şu sözleri, bu gerçeği kanıtlamaktadır: “…Normalin üstünde bir boy, brekesifal kafa, ince uzun bir burun, kulaklar normal ebatta bulunuyor. Bu tip, Avrupai denilen Alp adamı tipinin aynıdır. Hiç fark yoktur…”[10] 1930’larda Atatürk’ün yaptırdığı antropoloji çalışmaları, tamamen Batı’nın Türkleri aşağılayan “ırkçı” tarih ve antropoloji tezlerine cevap vermek için yaptırılmış ve Türklerin de Batılılardan (Ari ırklardan) ırki bir farklarının olmadığı kanıtlanmak istenmiştir. Yani Atatürk, Batı’yı Batı’nın “antropoloji silahıyla” vurmayı denemiştir.[11] ATATÜRK’ÜN “YABANCI DÜŞMANI” OLMADIĞININ AÇIK KANITI Atatürk’ün “ırkçı” veya “yabancı düşmanı” olmadığının en açık kanıtları ise 1930’lu yıllardaki “tarih”, “dil” ve “antropoloji” çalışmaları sırasında karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu çalışmalara katılanlar arasında çok sayıda YAHUDİ, ERMENİ VE RUM bilim insanı vardır. Örneğin: Tekin Alp: Kemalizm “doktrin mi?” “ideoloji mi?” tartışmalarının yaşandığı 1930’lu yıllarda Atatürk’ün de iznini ve onayını alarak “Kemalizm’in kitabını yazan kişi”, Yahudi kökenli bir Türk vatandaşı olan Tekin Alp’tir. Asıl adı Mohez Kohen olan Tekin Alp, gerçek bir Türkiye sevdalısı, gerçek bir Türkçü ve Atatürkçü’dür. 1936’da yazdığı Kemalizm adlı kitap, Atatürk’ü ve Türk devrimini en iyi anlatan kitaplardan biridir.[12] H.G Guterbock: Atatürk’ün Türk Tarih Tezi üzerinde çalışan, Türk Tarih Kurultaylarına katılan, Hititler hakkında çok önemli araştırmalar yapan, Türkiye’de Hititoloji bölümünün kurucusu olan Hititolog Gutterbock Yahudi kökenli bir Alman bilim insanıdır. B. Landsberger: Türk Tarih Tezi’ni savunan, Tarih Kurultaylarına katılan, Sümerlerle Türkler arasındaki ilişki üzerinde duran, Türkiye’de Sümeroloji bölümünün kurucusu, dünyaca ünlü Sümerolog Landsberger Yahudi kökenli bir Alman bilim insanıdır. Avram Galanti: Türk Tarih ve Dil tezlerine eleştiriler yönelten Yahudi kökenli Türk vatandaşı, eğitimci ve siyaset adamıdır. 1931’de toplanan I. Türk Tarih Kongresi’ne, “Yerli Tarih Kitabı, Türk Tarihi’nin Ana Hatları Hakkındaki Mülahazat” adlı bir bildiri sunmuştur. Agop Martayan Efendi: Türk Dil Tezi’nin savunucularından Ermeni kökenli bilim insanıdır. 1932’deki I Türk Dil Kurultayı’nda, “Türk-Sümer-Hun –Avrupa Dilleri Arasında Mukayeseler” adlı bir bildiri sunmuştur. Agop Dilaçar: Atatürk’ün tarih ve dil çalışmalarının en önemli katılımcılarından biri olan Ermeni asıllı bilim insanıdır. Özellikle Türk Dil Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin önde gelen savunucularındandır. 1937’deki III. Türk Dil Kurultayı’nda, “Güneş Dil Antropolojisi” adlı bir bildiri sunmuştur.[13] Soyadı kanunu çıkınca Atatürk ona, Türk diline olan katkılarından dolayı “Dilaçar” soyadını vermiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür: İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif’in Arnavut kökenli bir Türk vatandaşı olması, Atatürk’ü derinden etkileyen Ziya Gökalp’in Kürt kökenli bir Türk vatandaşı olması gibi… Mehmet Akif’in ve Ziya Gökalp’in Türklüğünden şüphesi olan var mı? Taraf’ın az bilen çok konuşan yazarı gibi tarihi gerçekleri bilmeden içlerindeki “kin” ve “düşmanlık” dürtüleriyle Atatürk’e ve cumhuriyete yönelik ahkam kesenlerin önce bu gerçekleri öğrenmeleri gerekir. Atatürk ve genç cumhuriyet, ne Yahudi kökenli Mohez Kohen’i, ne Ermeni kökenli Agop Dilaçar’ı, ne de Arnavut kökenli Mehmet Akif’i dışlamıştır. Cumhuriyet, kendini Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı gören herkesi “Türk vatandaşı” olarak adlandırıp bağrına basmıştır. Bir zamanlar Atatürk’ü, sözüm ona aşağılamak için, Atatürk’e “Yahudi” yaftası yapıştırmaya çalışırlardı; o tutmadı; şimdi de Atatürk’e “Yahudi düşmanı” yaftası yapıştırmaya çalışıyorlar; ama nafile! Çünkü güneş balçıkla sıvanmaz… O BİR ÇINAR AĞACINA BİLE KIYAMAMIŞTI Atatürk’ü “yabancı düşmanı”, “soykırımcı”, göstermek isteyen aklı evveller! Atatürk bırakın insan hayatına kastetmeyi, ağaca bile kıyamayacak kadar sevgi dolu bir kalbe sahipti. Yalova’daki köşkünün yanındaki bir çınar ağacının dallarının köşe doğru uzaması üzerine bu çınar ağacının kesilmesi gündeme gelince Atatürk, ağaca dokunulmamasını, bunun yerine köşkün ağaçtan uzaklaştırılmasını istemişti. Atatürk’ün isteği doğrultusunda köşkün altına ray döşenerek, köşk çınar ağacının birkaç metre ötesine kaydırılmış ve çınar ağacı kurtarılmıştı. 1930’larda bir çınar ağacına bile kıyamayan Atatürk’ün aynı dönemde Trakya’da Yahudilere “soykırım” yaptırdığını iddia etmek, ancak “şizofren” bir zihnin ürünü olsa gerekir.
0 notes
Text
Kürtçü Faşizmi Besleyen Emperyalizmdir "ABD Temsilcisinin 89 Yıl Önce Hazırladığı Kürt Raporu'nun Sırrı"
Kürtçü Faşizmi Besleyen Emperyalizmdir "ABD Temsilcisinin 89 Yıl Önce Hazırladığı Kürt Raporu'nun Sırrı" Türkiye’de “Kürt Sorunu” diye adlandırılan ayrılıkçı Kürtçü faşizmi besleyen iki ana damar vardır. Bunlardan biri aşiret-tarikat kontrolündeki feodal yapı, diğeri ise emperyalizm kıskacıdır. Yüzyılın başında Anadolu’da “uydu bir Kürt devleti” kurdurmak isteyen ABD, İngiltere ve Fransa, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Anadolu’daki Kürtlerle çok yakından ilgilenmiş, ayrılıkçı Kürtleri önce Türk ulusunun ölüm kalım mücadelesi olan Türk Kurtuluş Savaşı’na, sonra da çağdaş Türk ulus devletine karşı isyana teşvik etmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ve sonrasında Anadolu’da Türkiye karşıtı 30’dan fazla Kürtçü isyan çıkmıştır. 1 “Kürt Sorunu”nun, daha doğrusu “ayrılıkçı Kürtçü faşizmin” kaynağını doğru anlamak için, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye’de cirit atan ABD, İngiltere ve Fransa temsilcilerinin ve ajanlarının hazırlayıp ülkelerine gönderdikleri Kürt raporlarını iyi incelemek gerekir. Örneğin, ABD’nin Türkiye’deki Yüksek Komiseri Tuğamiral Mark L. Bristol, 20 Şubat 1922’de İstanbul’dan Washington’a gönderdiği bir “Kürt raporunda” şu bilgilere yer vermiştir: “Sayın Dışişleri Bakanı Efendim! Başkanlığın bilgisi için askeri ateşe tarafından Kürdistan’daki durumla ilgili hazırlanan raporu sunuyorum. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Kürt sorunu dikkati çekecek değerdedir. Normal koşullarda bile Kürtler daima komşuları için sorun olmuşlardır. Şimdi, Kürdistan’ın ünlü petrol yatakları nedeniyle yabancı entrikalar kuşkusuz başladığı için ciddi sonuçlar çıkabilir. İngilizler herhalde Kürdistan’ı denetim altına almak için Kürtleri Türklere karşı kullanmak isteyeceklerdir. Türkler de Kuzey Mezopotamya’yı (Kuzey Irak’ı) ele geçirmek için aynı şeyi yapacaktır. Kürdistan’ı özel etki bölgesi sayan Fransızlar da Türk İngiliz sürtüşmesinden çıkar sağlamakta bir an duraksamayacaklardır.” Bristol raporuna, Fransız Askeri İstihbaratı’nın Kürtler hakkında hazırladığı bir rapordan alıntılar yaparak, şöyle devam etmiştir: “Rapor’da Kürdistan ayaklanmasına, bütün Yakındoğu sorununun bir parçası ve İngilizlerin, dünyanın bu bölgesindeki amaçları ve istekleri açısından bakmak gerektiğini belirtmektedir. Sonra Büyük Britanya’nın en büyük sorununun Hindistan’ı güven altına almak olduğu, İngilizlerin planlarına bu bakımlardan yaklaşmak gerektiği ileri sürülmektedir. Bunlardan biri İran üzerinden Bolşevik tehdidi, öte yanda Mezopotamya, İran ve Gülucistan üzerinde Milliyetçi-Türk Pan İslam tehdididir. Bu son tehdidi önlemek için İngilizler, Filistin ve Irak dahil Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan kendi etkilerinde bir dizi devlet kurmak görüşündedir. Kral Hüseyin ailesini kullanarak güçlü bir Arap imparatorluğu kurmak ve Türklerin yoluna set çekmek istemiş, ancak Hicazlı aileyle işler yolunda gitmemiştir. Büyük çapta bir Arap ordusu düzenlemek oldukça güç bir iştir. Ayrıca daha kötüsü Halifelik İstanbul’da bulunmaktadır. Dolayısıyla Büyük Britanya’nın Kürdistan’daki rahatsız durumdan yararlanıp Mustafa Kemal’in sırtında bir tehdit olacak bir biçimde bunu geliştirmeye çabalamasına, aynı zamanda Milliyetçi Türkiye ile Mezopotamya arasında bir perde kurmasına şaşmamak gerekir. Bundan sonra Kürt tarihi ile ilgili bilgiler verilmiştir. Bu arada Kürdistan’ın tamamen coğrafi bir deyim olduğu, hiçbir zaman siyasal bir birlik haline gelmediği belirtilmiştir. Kürtler, Türkiye ve İran da dağınık durumdadırlar.İran’da, Kürdistan’da, sonra Azerbaycan ve Ardilan’da başka etnik gruplara karışık olarak bulunmaktadırlar. Türkiye’de ise altı doğu vilayetinde; Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır’da, ayrıca Sivas ve Musul vilayetlerinde bulunmaktadırlar. Ermeno-Kürdistan’da ve Sivas’ta Ermeni ve Türk halkı ile birlikte yaşamaktadırlar. Diyarbakır ve Musul’da ‘Milli’ denilen Araplarla iç iç içedirler. Türkiye’deki Kürtlerin sayısı aşağı yukarı 1.200.000’dir. Dünya Savaşı sırasında başlıca Kürt ailelerinden Bedirhan ailesinin başı Abdürrezzak Bedirhan, kendini Kürdistan Prensi tanıması koşuluyla Rusya’ya hizmetini ve 25.000 s��vari vermeyi önermiştir. Çar’ın egemenliğini kabul etmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Rusya, bu öneriyi çok tehlikeli olacağı gerekçesiyle reddetmiştir. Ara yerde İstanbul Hükümeti, Kürtleri ayaklandırmaya çalıştığı için Bedirhan’ı ölüme mahkum etmiş, Bedirhan ise çabalarını sürdürmüş ve bu defa İngilizlere dönmüştür, ancak birden bire ölmüştür. Ölümünün Türk ajanlarının verdiği zehirden ileri geldiği öne sürülmüştür. Versailles Antlaşması’ndan önceki yıllarda Paris’te yaşamakta olan zengin ve etkili bir Kürt, Şerif Paşa, bu anlaşmaya bir Kürt devleti kurulmasını sokuşturmayı neredeyse başarmış, ancak Londra Konferansı bunu engellemiştir. Türkler, Şerif Paşa’nın eylemlerinden başka, Kürt devleti akımının arkasında kimsenin bulunmadığını iddia etmektedirler, ancak gerçek şudur ki, Kürt halkı kendisinden devamlı adam ve para istenmesinden bıkmıştır. İngilizler, onların bu hoşnutsuzluğundan yararlanarak karışıklık yaratmak, bir isyan çıkarmak üzere ajanlar göndermiştir. Bu ajanlar arasında Kürt Mustafa Paşa, Mulan Zade ve Hamit Paşa vardır. Geçen ilkbahar da Ankara Hükümeti’nin Kürtlerden istekleri o kadar dayanılmaz bir düzeye gelmiştir ki, en sonunda ayaklanmışlardır. Başlangıçta bu ayaklanma hiçbir güçlük çıkmadan bir Türk taburuyla bastırılmıştır. Haziran’daki başka bir ayaklanma daha ciddi olmuş ve bununla başa çıkmak için bir tümen kadar kuvvet gerekmiştir. Kazım Karabekir Paşa, bütün yaz boyunca Kürtlerin eylemlerine katılanların sayısının, bütün önlemlere rağmen artması karşısında kuşku içinde kalmıştır. (…) Kasım ayında Mardin’in Kürtler tarafından alındığı haber verilmiştir.” “Kürt akımı çok ciddiye alınmamalıdır. Kürtler bir lider bulamamışlardır. Onları düzene koyacak güçte kimse yoktur. Şerif Paşa, ülkesinden yetki alamamıştır. İstanbul’daki iki Kürt derneği ise oturup uzun uzun tartışmakta, ancak ortaya bir lider çıkaramamaktadır. Halen Süleymaniye’de bulunan Kürt Kongresi, bir başkan seçmek ve bir program üzerinde birleşmek için çağrıda bulunmuş, ancak Kürt aşiret reislerinin üçte ikisi bu çağrıya katılmamışlardır. Askeri ve siyasi liderlikten yoksundurlar. Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir biçimde tehdit edebilir. Ancak Batı’daki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorunlarına son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gen de Kürt durumuyla meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar. Bay Churchill, Avam Kamarası’ndan İngiliz Yüksek Komiserliği’nin yönetiminde olursa Kürtlerin Mezopotamya (Irak) ile birlikte idare edilmeye razı olduklarının araştırmalar sonunda öğrenildiğini söylemiştir. Gerçekte ise bu araştırmalar, İngilizlerin İstanbul’daki iki Kürt derneğini ‘Teali’ ile ‘Teşkilat’ Musul ve Mardin bölgesindeki bazı küçük Kürt reislerini satın almaları biçiminde sınırlı olmuştur. (…)” “Alınan istihbarata göre İngilizler, Hicazlı Kral Hüseyin’in üçüncü oğlu Emir Zeid’i kral yapmak istemektedir. Ancak kendinden çıkacak bir lideri bulamayan Kürdistan’ın bir yabancı prensi kabul etmesi düşünülemez. Fransız-Türk anlaşmasına karşı yürüttükleri kampanya ve Kürt ayaklanmasına verdikleri itici güç konusunda İngilizlerin eylemlerini yakından izlemek gerekir. İngiliz iddiasına göre, gizli bir anlaşma ile Türkler geri aldıktan sonra Musul’daki petrol yataklarının işletilmesini Fransızlara söz vermişlerdir. Böyle bir anlaşmanın varlığı konusunda ellerinde kanıt yoktur. Şimdi aynı zamanda bizim Türklere yaptığımızı (yanlış olduğuna eminim)Kürtlere yapmaya çalışmaktadırlar. Kürtleri, Mardin ve öteki bölgeleri ele geçirmeye, yani Türklerin bize verdikleri bölgeleri ele geçirmeye itiyorlar. Bu durumda İngilizler, Fransız çıkraları aleyhinde çalışmıyorlar mı?” 2 İşte, Atatürk’ün ifadesiyle, “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizmin…” kirli yüzü ve kirli oyunları… İşte emperyalizmin Türkiye’yi bölüp parçalamak için kullandığı Kürt kartı! Amiral Bristol’un Washington’a gönderdiği bu rapor, emperyalizm için “Kürt”, “Türk” veya başka bir milletin değil, “ulusal çıkarların” esas olduğunu, emperyalizmin “kendi ulusal çıkarları için” gözünü kırpmadan, büyük bir soğukkanlılıkla “halkları” kullanabileceğini gözler önüne sermektedir. Bu rapor, Kurtuluş Savaşı sırasındaki “Kürt isyanlarının” ve “ayrılıkçı” Kürt hareketlerinin arkasında “emperyalist güçlerin” olduğunu; İngilizlerin ve Fransızların Kürtler üzerindeki “kirli oyunlarını” ve “entrikalarını”, ABD’nin çok yakından takip ettiğini şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtlamaktadır. Özetlemek gerekirse: 1. ABD temsilcisine göre Kürtler, komşuları için bile daima sorun olmuşlardır. 2. Kürtler üzerindeki yabancı entrikaların temel nedeni bölgedeki petrol yataklarıdır. 3. İngilizler, Kürt bölgelerini (Kürdistan’ı) denetim altına almak için Kürtleri Türklere karşı kullanmaktadırlar. 4. Fransa da Kürt bölgelerini (Kürdistan’ı) özel etki bölgesi saymakta ve çıkarları doğrultusunda çalışmaktadır. 5. İngiltere, Hindistan sömürgelerini korumak için Ortadoğu’da kendi etkisinde bir dizi devlet kurmak istemektedir. Bu devletlerden biri de Kürdistan’dır. 6. İngiltere, Kürt bölgelerindeki rahatsızlıktan yararlanıp Atatürk’ü, tehdit edecek bir biçimde Kürt sorununu geliştirip milliyetçi Türkiye ile Mezopotamya (Irak)arasında bir tampon oluşturmaya çalışmaktadır. 7. Kürdistan adı tarih boyunca hep “coğrafi bir bölge” adı olarak kullanılmış, hiçbir zaman “siyasal birlik” anlamında kullanılmamıştır. 8. ABD temsilcisi, Ermeno-Kürdistan kavramından söz ederek, emperyalistlerin bölgede bir Ermeni-Kürt Federasyonu kurmak istediklerini ima etmektedir. 9. Bazı Kürt liderleri ve Kürt aşiretleri I. Dünya Savaşı’ndan beri ayrılıkçı faaliyetler içine girmişlerdir. 10. İngiltere, Kürtlerin içinde bulundukları durumdan yararlanarak onları Türklere karşı kışkırtmak için ajanlar göndermiştir. 11. Kürtler, Ankara’daki Milli Hükümet’e karşı ayaklanmışlardır. 12. Kürtlerin başında iyi bir lider olmadığı sürece Kürt hareketini fazla ciddiye almamak gerekir. 13. Yunanlılar, önemli bir zafer kazanırsa Kürt isyanları Türkiye’yi tehdit edecek boyuta ulaşabilir, Ancak, savaşı Türkler kazanırsa Türkler “Kürt sorununu” çözebilir. 14. İngiltere, Atatürk, Kürt sorunuyla meşgul edildiği sürece, Türkiye’nin Musul’a el koyamayacağını düşündüklerinden bölgedeki Kürtleri Atatürk’e ve Ankara Hükümeti’ne karşı kışkırtmaktadırlar. 15. İstanbul’da iki Kürt cemiyeti vardır. Bu cemiyetler Kürtleri Türkiye’den koparıp İngiliz mandası altına almaya çalışmaktadırlar 16. İngiltere’nin ve Fransa’nın Kürt bölgelerindeki çıkarları çatıştığı için İngiltere ve Fransa arasında gizli bir mücadele yaşanmaktadır. 1922-2011; aradan geçen 89 yıla rağmen, ABD’nin ve Avrupa’nın Kürt politikası bugün ne kadar değişmiştir? Görüldüğü gibi Kürt Sorunu’nun kaynağı Kemalizm değil, emperyalizmdir. Köksüz tatlısu solcularına, dönme liberallere ve kadim yobazlara duyurulur...
1 note
·
View note
Text
Gerçek Atatürkçülük
"Atatürk Döneminde 'Kemalizm' Yoktu" Yalanı ve Atatürkçülüğün İcadı Cehaletle İhanet Arasında Bir Kavram Kargaşası 20. yüzyılın en etkili asker ve devlet adamlarından biri hiç şüphesiz Atatürk’tür. Atatürk, 1911-1922 yılları arasında aralıksız 11 yıl savaşmış, neyi var neyi yok bu savaşlarda kaybetmiş bir ulusu önce emperyalizmin, sonra da bağnazlığın ve geri kalmışlığın her türlü baskısından kurtarmıştır. Atatürk’ün ulusal kurtuluş mücadelesi ve bu mücadele sırasındaki stratejileri hiç şüphesiz derin bir aklın ürünüdür. İşte bu akılla şekillen Türk devrimi, Atatürk’ün adından dolayı KEMALİZM olarak adlandırılmıştır. En yaygın Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri, Atatürk’ün sağlığında 'Kemalizm' kavramının kullanılmadığı biçimindedir. Örneğin Hasan Celal Güzel'in bir yazısının başlığı, "Atatürk Kemalist Değildi" şeklindedir. Güzel bu "iddialı" yazısında "Sevgili okuyucular, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal ATATÜRK, kendi adına atfen uydurulmuş suni bir doktrin olan 'Kemalizm'e karşıydı.(...)Efendim, 'Kemalizm', Atatürk döneminin değil, özellikle O’nun vefatından sonra kendi tahakkümlerini ve çıkarlarını gözeten 'Tek Parti Ekibi'nin üretimi olup, Atatürk İlke ve Devrimleri ile CHP’yi özdeşleştirerek Atatürk’ün düşüncelerini dogmatik ve dar kalıplarda dondurmasıyla ortaya çıkarılmıştır..." demiştir. Ne derin analizler ama!!! Oysaki, bırakın Kemalizm kavramının Atatürk döneminde kullanılmadığı yalanını, Atatürk sağlığında “Kemalizm’i”, Türkçe “kale” anlamında KAMALİZM olarak bizzat kullanmıştır. Atatürk, Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere tarihlerini doğru bir şekilde öğretmek için bazı bölümlerini bizzat kaleme aldığı dört ciltlik lise tarih kitaplarında da “Kemalizm” kavramına yer vermiştir. İlk baskısı 1932, ikinci baskısı 1933’te yapılan bu kitapların 4. cildinde Atatürk’ün altı ilkesi açıklandıktan sonra şöyle bir değerlendirme yapılmıştır: “İşte yabancı yazarların Büyük Millet Reisi’nin adıyla ilişkili olarak Kemalizm dedikleri Türk devrim hareketinin temel prensipleri bunlardır. Bu prensiplere dayanan devlet sistemi Türk milletinin tarihine, ihtiyacına, toplumsal bünyesine ve ülküsüne en uygun olduğu kadar, bütün dünyadaki sistemler içinde de en sağlam ve en mükemmel olandır.” Ünlü Türkçülerden Tekinalp (Moiz Kohen), 1936 yılında Atatürk’ü ve Türk devrimini anlatan “Kemalizm” adlı bir kitap yazmıştır. Tekinalp kitabında Türk devriminden “Kemalist devrim” diye söz etmiştir: “Kemalist devrimin kesin bir gelişime kavuşmasını ve rejimin tam anlamıyla yerleşmesini beklemek gerekiyordu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 Mayısı’nda Ankara’da toplanan dördüncü kongresi dolayısıyla bunun gerçekleştiğini görmek olanağına erdik. Partinin en yetkili yöneticileri, Kemalist devrimin artık en tmel amacına ermiş bulunduğunu ve bundan sonra genel çizgileri artık bütünüyle ve kesin biçimde saptanan yükselişlerle dolu yolda ilerlemekten başka yapılacak bir şey kalmadığını, bu nedenle resmen açıkladılar. Gerçekten de geriye Kemalist rejimin şimdiye değin oluşturduğu yapıtlara bir göz atacak olursak, rejimin gerçek yüzünü, olayların, gerçekleştirilen yapıtların ve elde edilen sonuçların aydınlığı altında kolayca görür ve kavrarız.” 1936 yılında yayınlanan bu kitabı Atatürk’ün okumadığı veya en azından bu kitaptan haberdar olmadığı düşünülemez. Atatürk’ün en çok inanıp güvendiği kişilerden biri olan Mahmut Esat Bozkurt, ilk defa 1937’de basılan “Atatürk İhtilali” adlı kitabının “ek:15” adlı bölümünde “Kemalizm”den söz ederek, Kemalizm’i diğer akımlarla karşılaştırmıştır: “Kemalizm, Kemalizm ve Komünizm Arasında Ayrılık, Kemalizm ve Milli Sosaylizmin Ayrıldıkları, Birleştirkleri Noktalar, Kemalizm ve Faşizmin Ayrıldıkları Noktalar, Kominizmin Aksak Tarafları…” Mahmut Esat Bozkurt, dünyadaki bütün doktrinlerin en güzel yanları alınarak Kemalizm Doktrini’nin yaratıldığını belirtmiştir. “Kemalizm” kavramı, 9 Mayıs 1935’te toplanan CHP dördüncü genel kongresi programında da şu şekilde yer almıştır: “Yalnız birkaç yıl içinde değil, geleceği de kapsayan tasarılarımızın ana hatları burada toplu olarak yazılmıştır. Partinin güttüğü bu esaslar Kamalizm prensipleridir.” Görüldüğü gibi yeni rejim, açıkça “Kemalizm” olarak adlandırılmıştır. Kemalizm, böylece Türk ulusunun geleceğine egemen olan bir ideoloji durumuna gelmiştir. Atatürk’ün kendi el yazısıyla 1937’de yazdığı ve “CHP 1939 Program Çalışmaları” başlığıyla yayınlanan bir belgede, “…1935 Kurultayınca saptanan fikirler de bu programa alınmıştır. Partinin güttüğü bütün bu esaslar ‘Kemalizm Prensipleridir’…” ifadesi yer almaktadır. Kemalizm kavramı Atatürk döneminde çok yaygın olarak kullanılan bir kavramdır. Sadece Atatürk ve Atatürk’ün yakın çevresindekiler, gazeteciler, yazarlar değil, milletvekilleri de sıkça Kemalizm kavramını kullanmışlardır. Örneğin 1931 yılındaki Meclis oturumlarından birinde Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey (Kansu), demokrasiyi anlamada ‘Kemalizm Okulu’nun çocukları olduklarını, demokrasiyi memleketi mutluluğa ve vatandaşı esenliğe götüren ‘Kemalizm Demokrasisi’ olarak tanıdıklarını, Kemalizm basın özgürlüğünü kutsallaştırmakla beraber basın yoluyla vatandaşların öteki haklarına saldırmasını da hoş görmediğini… belirtmiştir. 1936’da CHP Genel Sekreteri Recep Peker, görevden ayrılırken yayınladığı bildiride, “…Hepimiz için en büyük şeref son nefese kadar Kemalizm eserinin sadık hizmetçisi kalmaktır…” demiştir. Celal Bayar, 1 Kasım 1937 tarihli Meclis konuşmasında birkaç yerde “Kemalist Rejim” ifadesini kullanmıştır: “Kemalist rejim, mülkiyeti, kişisel çalışmayı, çalışma değerini ekonomik politikasının esası olarak almaktadır. Kemalist rejim ekonomiyi bir teknik diye kabul etmektedir. Fakat Kemalist rejim ulusal çıkara uymayan sürekli bir kişisel çıkarı da kabul etmemektedir ve etmeyecektir… Kemalist rejim karakteri yapıcı ve yaptırıcı olmaktır.” 1930’larda Nuri Genç, Hatay’da “Kemalist Hatay” adlı bir gazete çıkarmıştır. Görüldüğü gibi Atatürk döneminde hem Atatürk, hem de başkaları KEMALİZM kavramını kullanmıştır. Atatürk’ün ölümünün hemen ardından Kasım 1938’de yapılan ilk Meclis toplantısında birçok milletvekili Atatürk’ten ve eserinden söz ederken “Kemalizm” kavramını kullanmıştır. Örneğin, Konya Milletvekili Fuat Gökbudak, “…İki Mustafa Kemal vardır. Biri herkes gibi vücudu olan bir Mustafa Kemal’dir. Öbürü Türk tarihini sonsuzluğa kadar sürdürecek olan ‘Kemalizm’in Mustafa Kemali’dir. Kemalizm yolu, hasta ve yenik uluslara can veren bir hayat suyudur…” sözleriyle aynı zamanda Kemalizm’in en güzel tanımlarından birini yapmıştır. Aynı toplantıda Kütahya Milletvekili Neşit Hakkı Uluğ, Kemalizm’den, “…Halk topluluklarını kölelikten kurtaran, şeref ve haysiyete ve erdeme dayanan Cumhuriyet ile Doğu dünyasında vicdanların özgürlüklerine ve özgür düşüncelere dayanan Kemalizm, sonsuzluğa kadar yaşayacaktır…” diye söz etmiştir. Eskişehir Milletvekili İstimat Özdamar ise, “… Yaşasın Türklük, yaşasın Kemalizm ideali.” demiştir. Aynı toplantıda Celal Bayar bu sefer “Kemalizm”den şöyle söz etmiştir: “…Milletimiz on beş yıldan beri denenen Kemalizm rejiminin kendisine verdiği huzur ve sessizlik içerisinde çalışmak ve kuvvetlenmek istiyor. Ulusal sınırları içinde mutlu olmak isteğindedir…” Bütün bu örneklerden de açıkça görüldüğü gibi 1930’lu yıllarda genç Cumhuriyet rejiminin adı “Kemalist rejim”dir. Peki Ama Kemalizm Nedir? Kemalizm, Türk devrimidir. Tam bağımsızlıktır. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik, Halkçılık ve Devrimciliktir. Akıl ve bilim ilkeleri doğrultusunda çağdaşlaşmaktır. Kendi tarihinden beslenmek, kendi diline sahip çıkmaktır. İnsan sevgisi, doğa dostluğu ve barış severliktir. Ulusal kültürle evrensel uygarlığa katkı sunabilmektir. Atatürk'ün ifadesiyle, "Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme başkaldırabilmektir" Kemalizm... Kemalizm tabiri ilk olarak Kurtuluş Savaşı yıllarında İngiltere ve Fransa gibi emperyalist ülkeler tarafından kullanılmıştır. 1918’den itibaren Anadolu’yu işgal eden İngiltere ve Fransa, Anadolu’da MUSTAFA KEMAL önderliğinde gelişen Türk Kurtuluş Savaşı’ndan “Kemalist hareket”, bu harekette Mustafa Kemal’in yanında yer alanlardan da “Kemalistler” olarak söz etmiştir. Bu bakımdan KEMALİZM, her şeyden önce antiemperyalistleri, ulusal direnişçileri anlatan bir kavramdır. Bu nedenle “Kemalist olmak”, her şeyden önce antiemperyalist ve tam bağımsızlıktan yana olmak demektir. Örneğin aşağıdaki fotoğrafta Kurtuluş Savaşı sırasında İzmit’te İngilizler tarafından kurşuna dizilen bir Müslüman Türk görülmektedir. Bu fotoğrafın arkasında İngilizce aynen şu cümle yazılıdır: "Execution of a Kemalist Turk at İzmid" yani "İzmit'te bir Kemalist Türk'ün idamı" Doğan Avcıoğlu, “Kemalizmi İyi Anlamak Gerek” başlıklı yazısında şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Kemalizm her şeyden önce bazılarının ‘Batılılaşma’ adını verdikleri Tanzimat’la birlikte başlayan uydulaşma ve sömürgeleşme sürecine karşı milliyetçi bir tepkidir. Bu tepki daha Namık Kemal günlerinde ‘Avrupa neden üstün? Türkiye Avrupa gibi üstün duruma nasıl gelebilir?’ sorusuna cevap arama biçiminde ortaya çıkmıştır. Namık Kemal, Ziya Gökalp gibi vatansever düşünürler, bu soruyu cevaplandırmaya çalışmışlardır. Namık Kemal, kurtuluş yolu olarak ‘İçerde şeriat düzeninden ayrılmayalım, Avrupa’nın demiryolunu, buhar makinesini alalım’ görüşünü ileri sürmüştür. Ziya Gökalp, harsa (kültüre) bağlı kalma, medeniyeti ithal etme formülüyle bu düşünceyi geliştirmiştir. Fakat her iki milliyetçi düşünürün de, emperyalizmin boyunduruğu altında ‘açık pazar’ haline getirilmiş ülkede medeniyet ithalinin nasıl mümkün olacağı hususunda açık bir fikri yoktur. Emperyalizm, sömürgeleştirdiği bir ülkenin medeniyet ithaline, yani sanayileşmesine ve kalkınmasına elbette müsaade etmeyecektir. Medeniyeti getirebilmek için, her şeyden önce emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak gereklidir. Bugün için de geçerli olan bu gerçek, ilk kez Atatürk tarafından tam bağımsızlık ilkesiyle ortaya atılmıştır. Tam bağımsızlık, duygusal bir milliyetçi talep değil, kalkınmanın ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın vazgeçilmez ön şartıdır. (…) Pekala bağımsızlık elde edilince kalkınma nasıl gerçekleşecektir?” Alt ve üst yapısıyla feodal olan bir düzen üzerine, buhar makinesi ve lokomotifiyle medeniyeti ithal edip yerleştirmek mümkün müydü? Namık Kemal ve Ziya Gökalp bunun mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir. “İlk kez Atatürk, feodal yapı üzerine sanayi uygarlığı aşılanamaz. Uygarlığa giden yol, içeride düzen değişikliğini gerektirir’ tezini açıkça ortaya koymuştur.” “Kemalist tez kısaca şundan ibarettir: Bağımsızlık içinde, devrim yoluyla düzen değişikliğini gerçekleştirmek ve kısa sürede çağdaş uygarlığa ulaşmak…” Kemalizm bir “doktrin” midir, bir ideolojimidir? tartışması hep devam etmiştir. Nitekim, “Partinin bir doktrini olsun” diyen Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na Atatürk, “Donarız çocuk…” demiştir. Atatürk’ün bu yanıtından hareket edenler, Kemalizm’in bir doktrin olmadığını, hatta Atatürk'ün Kemalizm'e karşı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysaki Atatürk bu sözleriyle Kemalizm'e değil,Kemalizm'in dogamtikleştirilmesine karşı olduğunu ifade etmek istemiştir. Kemalizm’in temel ilkeleri hiç tartışmasız Atatürk’ün altı ilkesidir. Kemalizm’in en temel ilkesi ise “sürekli değişim” olarak tanımlanabilecek olan Devrimciliktir. Bu nedenle Kemalizm asla “dogmatik” ve “değişime” kapalı bir anlayış değildir. Atatürk, bu gerçeği Kasım 1937’deki Meclis konuşmasında şöyle ifade etmiştir: “Dünyaca malum olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve görünmez dünyadan değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.” Kadrocular, Kemalizm’i tanımlamak istemişlerdir. Ama Kemalizm’in sosyo-kültürel boyutunu neredeyse hiç dikkate almamışlar, konuya sadece ekonomik açıdan bakmışlardır. Kemalizm, genellikle altı ilkeye hapsedilmiştir. Kemalizm’in en doğru tanımlarından birini 1960’ta Prof. Dr. Bedia Akarsu yapmıştır: Akarsu, Kemalizm’in “Türk aydınlanması” olduğunu açıklamıştır. Prof. Suat Sinanoğlu, “Türk Hümanizması” kitabında Kemalizm’in Türk aydınlanması olduğu tezini ayrıntılandırmıştır. 1983’te, Prof. Dr. Macit Gökberk’in “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk” yazısı bu tezi daha da geliştirmiştir. 1994’te Özer Ozankaya, “Cumhuriyet Çınarı” adlı kitabında Kemalizm’in soyo-kültürel boyutuna vurgu yaparak Kemalizm’in aydınlanma hareketi olduğunu ileri sürmüştür. 1969’da Doğan Avcıoğlu, “Kemalizm’i İyi Anlamak Gerek” adlı yazılarında Kemalizm’in “anti emperyalizm ve çağdaşlaşma” hareketi olduğunu belirtmiştir. Uğur Mumcu da 1980’lerde Cumhuriyet gazetesindeki yazılarında Kemalizm’in “anti emperyalist ve çağdaşlaşmacı” yönüne sıkça vurgu yapmıştır. 1981’de Attila İlhan, “Hangi Atatürk” adlı kitabında Kemalizm’in “antiemperyalist” yönüne dikkat çekmiştir. Kemalizm, emperyalizme karşı “tam bağımsızlık” ilkesiyle ulusal mücadeleyi, geri kalmışlığa karşı “akıl” ve “bilim” ile çağdaşlaşmayı amaçlayan bir ideolojidir. Kemalizm, ulusal bağımsızlığı ve ulusal kalkınmayı amaçlayan evrensel bir ideolojidir. Emperyalizmin olanca şiddetiyle geri kalmış ulusları ezdiği bugünün dünyasında tüm ezilen ulusların tek kurtuluş reçetesi Kemalizm’dir. 1954’ten beri duyduğumuz “Kemalizm devrini tamamlamıştır!”,“Kemalizm öldü!”, “Kemalizm çağdışıdır!” gibi “yobaz”, “liboş” değerlendirmelerinin hiçbir bilimsel değeri yoktur. Çünkü Kemalizm’in iki temel özelliği “antiemperyalizm” ve “çağdaşlaşma”, hiçbir dönemde etkisini yitirecek gibi görünmemektedir. Doğan Avcıoğlu, Kemalizm’in henüz tamamlanamadığını şöyle ifade etmiştir: “Türkiye politik bağımsızlığını, ekonomik bağımsızlık temeline oturtarak, tam bağımsızlığını gerçekleştirmiş, feodalizmin ülke çapında alt ve üst yapılardaki etkilerini kesinlikle silmiş, geniş kitleleri ekonomik özgürlüklerine kavuşturmuş ve kalkınmasını tamamlamış bulunsaydı, bu eleştiriler bir ölçüde geçerli sayılabilirdi. Oysa bağımsız, kalkınmış, uygar ve gerçekten demokratik bir Türkiye dün olduğu gibi bugün de bütün halkçı ve ulusçu güçlerin ortak özlemini teşkil etmektedir. Kemalizm bu ortak özlemin ifadesidir. O halde Kemalist devrim daha tamamlanmış değildir. Devrimcilerin baş görevi, ulusçu ve halkçı güçlerin bu ortak özlemini biran önce hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır.” Kemalizm Yerine Atatürkçülük Nasıl İcat Edildi? “Kemalizm” kavramı birilerini hep rahatsız etmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci emperyalistleri ve işbirlikçi İstanbul hükümetlerini, Kurtuluş Savaşı sonrasında gerici, yobaz Cumhuriyet düşmanlarını, bugün ise karşı devrimci II. Cumhuriyetçileri korkutan bir kavramdır Kemalizm. Attila İlhan bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Onlar ‘Kemalist’e özellikle içerliyorlar; çünkü o Atatürkçü’den farklıdır: Adını 20’li yılların (ateş, barut ve kan) emperyalist öfkesinden almıştı. O Müdafaa-i Hukuk mücahididir ki, aynı zamanda ‘Türkçü’ ve ‘antiemperyalist’, ‘Bolşevikler’le de dosttur. Onlara ecnebi ajanslar, ‘Kemalist’ diyor. ‘Kemal’in adamları’ anlamına! ‘Atatürkçü’ deyimi bir kere Gazi Mustafa Kemal Paşa, ‘Atatürk’ olduktan, daha ilginci, ebediyete intikal ettikten sonra ortaya atılmıştır. Daha çok ‘İnönü Cumhuriyeti’nin sosyal ve siyasal tavrına ve tutumuna yakıştırdığı bir ‘etiket’ bu: Antiemperyalizm s geçilmiştir. Türkçülüğün yerini Yunan/Latin söylemi alır. Bolşevik Rusya ile kara gün dostluğu sona eriyor. (…)‘Kemalizm’ ve ‘Kemalist’ kavramları üzerinde spekülasyona kalkışan acemi takımı kimseyi kandıramaz: ‘Kemalist’ aynen Mustafa Kemal Paşa gibi ‘Türkçü’, ‘Antiemperyalist’ ve ‘solcu’dur. ‘Atatürkçü’ ise Batıcı, komprador/kapitalist ve liberaldir (Yoksa kestirmeden Tanzimatçı mı demeliydim?) Anadolu İhtilali’ni yaşamış olanlar ‘Kemalistler’ idi. Onu ilkel, tek yönlü bir irtica düşmanı laikliğe indirgeyenler ‘Atatürkçü’lerdir.Yani Gazi’nin söylemini de, eylemini de sürekli tahrif eden, unutturan ve yozlaştıranlar…” Gerçekten de “Kemalizm korkusu”, zaman içinde Kemalizm’in yerine yeni bir kavram icat edilmesine yol açmıştır. İlk kez 1954 yılında gündeme gelen bu kavramın adı Atatürkçülük’tür. Irkçı bir antikomünist olan Arın Engin, 1954 seçimlerinden önce “Atatürkçülük, Moskofluk ve Türklük Savaşları” ve 1954 seçimlerinden sonra “Atatürkçülük’te Dil ve Din” adlı kitaplarını yazmıştır. Her iki kitap da Atatürk’ü tipik bir Amerikan propagandasına oturtan kitaplardır. Her iki kitapta da Atatürkçülük, “Antikomünizm” ve “Batılılaşma” olarak tanımlanmıştır. Atatürk’ün sağlığında hiçbir zaman kullanılmayan “Atatürkçülük” kavramı, 1954’ten itibaren kullanılmaya başlanmış, bu kullanım zaman içinde Kemalistlerce de benimsenmiştir. Örneğin, Atatürk’ün partisi CHP, 1954’deki 10. Büyük Kurultay’ında “Kemalizm” yerine “Atatürk Yolu” kavramını kullanmaya karar vermiştir. Böylece CHP de Kemalizm’den vazgeçmiştir. Atatürk’ün bir “dogma” haline getirmemeye çalıştığı ve “Kemalizm�� diye adlandırdığı sistem, 1954’ten sonra “Atatürkçülük” adı altında dogma haline getirilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu “dogmalaştırılmış Atatürkçülük” bir de resmi ideoloji haline getirilmiştir. 1980’lerde “Kemalizm” yerine Atatürkçülük, Kemalizm’in en temel özelliği olan “Devrimcilik” yerine de İnkılapçılık kavramları kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin küçük Amerika olma yoluna girdiği Özal döneminde Atatürkçülük, “Batılılaşma”, “serbest piyasa düzeni”, “komünizm düşmanlığı” olarak tanımlanmış, Kemalizm’in “anti emperyalizm”, akıl ve bilim ilkeleri doğrultusunda “çağdaşlaşma” olduğu gerçeği adeta toplumdan gizlenmeye çalışılmıştır. Bu süreçte Kemalizm’den söz eden Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı gibi aydınlar ise öldürülmüştür. Kemalizm kavramından rahatsız olanların icat ettiği “Atatürkçülük” kavramı, asker-sivil (Kenan Evren-Turgut Özal) 12 Eylülcülerin tasarladıkları Amerikan etkisindeki yeni Türkiye’ye zarar vermeyecek şekilde içi doldurularak okullarda zorunlu “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” dersi olarak okutulmuştur. 1980’lerde Atatürk karşıtlarının yarattığı Atatürk dogmasına, 1990’larda yine Atatürk karşıtları saldırmaya başlamıştır. Gerçek Kemalistler ise bir köşede bu kukla tiyatrosunu seyretmiştir içleri yanarak… Artık bu kukla tiyatrosuna seyirci kalma zamanı çoktan geçmiştir! Artık eyleme geçme, gerçekleri kamuoyuyla paylaşma zamanıdır!... Atatürk düşüncesine vurulmuş ilk ve en büyük darbe, 50 yıl önce bir kavram operasyonuyla "Kemalizm" yerine "Aatürkçülük" kavramının getirilmesidir. Böylece zaman içinde Türkiye'de Kemalizm!'den Korkan Atatürkçüler ortaya çıkmıştır. Örneğin bugün ülkemizde Kemalist olmayı "modası geçmiş" bir anlayış sanan Atatürkçü'lerimiz var! Örneğin ünlü sanatçı Metin Akpınar bir konuşmasında, gururla, "Ben bir Atatürkçüyüm ama Kemalist değilim." diyerek aklınca "Kemalizm'in kötülüklerini" bir bir saymıştır!... Gerçek şu ki: ATATÜRK'ÜN SAĞLIĞINDA ATATÜRKÇÜLÜK KAVRAMI YOKTU, KEMALİZM VARDI. Atatürk'ten sonra birileri "tam bağımsızlık", "anti emperyalizm" gibi anlamları olan Kemalizm'den kurtulmak için, "batılılaşma" ve "din karşıtlığı" anlamını yükledikleri Atatürkçülük kavramını icat etmişlerdir. Bu süreçte Kemalizm kavramının içini de "Atatürk'e tapınmak" olarak doldurmuşlardır. Bu yazımı, "Atatürk Kemalist değildi?" diyen Hasan Celal Güzel'in ve "Ben Kemalist değil, Atatürkçüyüm" diyen Metin Akpınar'ın şahsında bu konuda kafa karışıklığı yaşayan ve bu kafa karışıklığıyla başkalarına Kemalizm ve Atatürkçülük dersi vermeye kalkan "sözde aydınlarımıza" ithaf ediyorum! Onlardan isteğim, Allah aşkına bu konuları iyice araştırıp öğrenmeden kulaktan dolma bilgilerle ahkam kesmesinler. Böylece hem cehaletlerini göstermemiş, hem de kamuoyunu yanlış yönlendirmemiş olurlar... Kendinizi KEMALİST veya ATATÜRKÇÜ olarak tanımlayabilirsiniz! Ancak Atatürk'ün izinden yürdüğünüzü iddia ediyorsanız herşeyden önce "tam bağımsızlıktan yana", "anti emperyalist" ve "akılcı" olmalısınız...
0 notes
Text
Dersim Yalanları ve Gerçekleri (1) Daha önce kamuoyuyla paylaşılmayan belge ve bilgilerle yeni bir Dersim Dosyası: Genç Cumhuriyetin Dersim'e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soykırıma uğratmak mıdır, yoksa rejim karşıtı, bölücü bir isyanı bastırmak mıdır? Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedenlerinden hiç söz edilmemektedir? Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938'e uzanıp, Dersim İsyanı'nı anlamaya çalışalım. En kanıksanmış Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri "Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün liderliğindeki genç Cumhuriyetin, 1937-1938 yıllarında Dersim'de Kürtleri katlettiği!" biçimindedir. Ülkemizde bugün, tarihçisinden gazetecisine, eğitimcisinden siyasetçisine kadar neredeyse herkes, Türkiye Cumhuriyeti'nin Dersim'de bir kıyım ve katliam yaptığını peşinen kabul etmiş gibidir. Örneğin, İsmail Beşikçi'nin bir kitabının adı, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi' dir. Hasan Cemal'in bir yazısının adı da, Dersim Katliamını Mazur Göstermeye Çalışmanın Ahmaklığı Üzerine'dir. "Dersim yalanı" Türkiye'de son zamanlarda sıkça siyasete alet edilmeye de başlanmıştır. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis kürsüsünden defalarca "Tek Parti döneminde Dersim'de katliam yapıldı!" demiştir. "Dersim'de katliam yapıldı!" iddiaları, bugün bazı iç ve dış Cumhuriyet düşmanlarınca, Türkiye'yi soykırımla suçlamak için kullanılmak istenmektedir. Örneğin, 13 Kasım 2008'de Avrupa Parlamentosu himayesinde Dersim Soykırımı Konferansı düzenlenmiştir. Düzenleyenler, bu konferansın amacını, Ermeni, Süryani, Pontus Rumlarına karşı soykırım suçu işleyen Türkiye'nin suçlar listesine yeni bir insanlık suçu daha ekleniyor: "Dersim soykırımı" biçiminde açıklanmıştır. Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim'de yaşananların insanlık suçu olduğunu savunarak Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkililer için, "Yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi!" demiştir. 19 Kasım 2009'da Dersim Soykırımı Konferansı'nın ikincisi yine Brüksel'de yapılmıştır. Bu toplantılardan sonra, Dersim harekatının 'soykırım' olarak tanımlanmasını isteyen bir heyet, bu olayları Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne götürmek için harekete geçmiştir. Aralarında ABD'li avukat Prof. Dr. Barry Fisher ile Dink davası avukatı Erdal Doğan'ın da bulunduğu heyet, 12 Nisan 2011'de Tunceli'de incelemelerde bulunmuştur. Dersim yalanı, kartopu misali büyüdükçe büyümüş ve sonunda 1937-1938 Dersim isyanını bastıran CHP içinden bazıları bile bugün "Evet! Dersim'de katliam yapıldı!" deme noktasına gelmiştir. Peki ama gerçekte Dersim'de ne olmuştur? Gerçekten de Atatürk ve İnönü, Dersim'de Kürtlerin katledilmesini mi emretmiştir? Genç Cumhuriyetin Dersim'e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soykırıma uğratmak mıdır, yoksa rejim karşıtı, bölücü bir isyanı bastırmak mıdır? Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedenlerinden hiç söz edilmemektedir? Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938'e uzanıp, Dersim İsyanı'nı anlamaya çalışalım. Dersim İsyanı'nın Kökleri Koçgiri İsyanı'nda gizlidir Dersim İsyanı ve sonrasındaki Dersim harekatını anlamak için öncelikle Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Koçgiri İsyanı'na (1921) bakmak gerekir. Koçgiri İsyanı'nın zamanlaması, isyandaki emperyalizm parmağı, isyanda rol alan aktörler, isyanın bastırılma biçimi, isyanının bastırılma biçiminin istismar edilmesi, Cumhuriyet dönemindeki Dersim İsyanı'nı çağrıştırmaktadır. Dikkatli bir göz, Dersim İsyanı'nın köklerinin Koçgiri İsyanı'nda gizli olduğunu çok kolay bir biçimde görebilir. "Dersim sonuçtur; başlangıç Koçgiri İsyanı'dır" Şimdi, sırasıyla Koçgiri İsyanı'ndan Dersim İsyanı'na uzanan düşünsel ve eylemsel çizgiye göz atalım ve Dersim'in Koçgiri'deki köklerini görelim: 1. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi emperyalistlerce kullanılmıştır: Koçgiri İsyanı'nı planlayan Kürt Teali Cemiyeti İngilizlerin kontrolünde bir cemiyettir. İngilizler, Kemalistlerin, Çerkez Ethem'le ve Yunan ilerleyişiyle iyice köşeye sıkıştığı bir zamanda Koçgiri İsyanı'nı organize ederek Milli hareketi sonuçsuz bırakmak istemişlerdir. Dersim İsyanı'nın arkasında da -Hatay meselesinin tartışıldığı günlerde Türkiye'nin elini zayıflatmak isteyen-Fransız emperyalizmi olduğu anlaşılmaktadır. 2. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi Bağımsız Kürdistan parolasıyla başlatılmıştır: Koçgiri İsyanında isyancıların taşıdığı yeşil, kırmızı, beyaz Kürdistan bayrağı ve isyancıların dillerindeki Kürdistan marşı, Baytar Nuri'nin Sivas'ın Kangal ilçesinin Yellice bucağında Hüseyin Abdal Tekkesi'nde yaptığı toplantıda, Sevr Antlaşması'na uygun olarak bir Kürt devleti kurulması düşüncesini kabul ettirmesi, isyan sırasında Şadan aşiretinin Refahiye ilçesindeki hükümet konağına Kürt bayrağı çekmesi, Hozat toplantısı sonunda Baytar Nuri'nin babası İbrahim Ağa'nın hazırladığı 15 Kasım tarihli bildiriyle ayrılıkçı Kürt aşiretlerinin Ankara hükümetinden bir tür "özerk Kürdistan" talep etmeleri, Batı Dersim aşiretlerinin de 25 Kasım tarihli başka bir bildiriyle bağımsız Kürdistan talep etmeleri, İmranlı'daki yönetimi ele geçiren isyancıların hükümet konağına Kürt bayrağı çekmeleri ve Baytar Nuri'nin, "İlk önce Dersim'de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat'a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas'a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti'nden resmen Kürdistan istiklalini,i tanımasını isteyecek" diyerek Koçgiri İsyanın amacını açıklaması, Koçgiri İsyanı'nın bağımsız Kürdistan isteğiyle çıkarıldığını şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde kanıtlamaktadır. 3. Koçgiri İsyanının baş aktörleri Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkmıştır: Koçgiri İsyanı'yla Dersim İsyanı arasındaki bağın ve sürekliliğin en açık kanıtlarından biri, 1921 Koçgiri İsyanı'nda ön saflarda yer alan Baytar Nuri, Alişer ve Seyit Rıza gibi isimlerin, Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkacak olmasıdır. Dersim İsyanı'nın ele başı Seyit Rıza'nın, Koçgiri İsyanı'nın perde arkasındaki kışkırtıcılarından biri olduğu gerçeği nedense Cumhuriyet tarihi yalancılarınca hep gözden kaçırılmaktadır. Bazı Kürt aşiret liderlerinin ayrılıkçı Kürtlerden ayrılarak Ankara'ya gidip TBMM'ye katılmaları üzerine Seyit Rıza ön plana çıkmıştır. Adamlarıyla birlikte köyünden çıkarak Dersim'e gelen Seyit Rıza, Sivas'taki isyancılara gidecek yardımı organize etmeye başlamıştır. Bütün plan ve program hazırlanmıştır, kış atlatılır atlatılmaz bağımsızlık ilan edilecektir. İsyancılardan Baytar Nuri, bu planı şöyle açıklamıştır: "İlk önce Dersim'de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat'a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas'a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti'nden resmen Kürdistan istiklalini tanımasını isteyecek." İsyanın yeni önderlerinden Seyit Rıza, TBMM'ye katılan Kürt milletvekillerinin Dersim'i temsil etmediklerini, çünkü Doğu Anadolu'da bir Kürt yönetimi kurularak bağımsızlığın ilan edildiğini bildirmiştir. Bu sırada Dersim'deki ayrılıkçı aşiret liderleri üzerindeki baskısını artıran TBMM, Baytar Nuri'yi tutuklamıştır. Baytar Nuri'nin tutuklanmasına isyancı aşiretler büyük bir tepki göstermişlerdir. Seyit Rıza, Baytar Nuri'nin hemen serbest bırakılmasını aksi halde hiç zaman kaybetmeden Dersim'den Sivas'a saldıracaklarını bildirmiştir. Bir taraftan Yunan ilerleyişi, diğer taraftan da iç isyanlarla uğraşan TBMM, yeni bir isyanı göze alamayarak Seyit Rıza'nın isteğini kabul etmiş ve Baytar Nuri'yi serbest bırakmıştır. Bu arada Dersim mutasarrıfı da tehdit edilerek bölgeden uzaklaştırılmış ve bölgenin tüm hakimiyeti aşiretlerin eline geçmiştir. 4. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi "bastırılması sırasında aşırı güç kullanıldığı" iddiasıyla tartışma konusu olmuştur: Dersim isyanını bastırmakla görevlendirilen Nurettin Paşa'nın "aşırı güç kullandığı, Kürtlere baskı yaptığı, suçsuz insanları da öldürdüğü" iddiaları ve bu doğrultuda başlatılan propaganda çalışmaları sonunda, hem bir af çıkartılarak Kurtuluş Savaşı'nın en kritik aşamasında isyancı Kürtçülerin çoğu serbest bırakılmış, hem de Kürtçü propaganda çalışmalarıyla isyancı Kürtçüler adeta mağdur durumuna getirilmiştir. Bu mağdur edebiyatı, ayrılıkçı Kürtçü hareketin işini kolaylaştırmaktan başka hiçbir şeye yaramamıştır. Bilindiği gibi benzer bir aşırı güç kullanma iddiası ve bir mağdur edebiyatı da Dersim İsyanı'ndan sonra başlatılmıştır. 1921 Koçgiri İsyanı'nın TBMM temsilcisi Nurettin Paşa tarafından çok sert bir biçimde bastırılması ve bunun ayrılıkçı Kürtçülerce propaganda malzemesi haline getirilmesi, Kürt hafızasında "Kemalist sistemin Alevi-Kürtlere düşman olduğu" biçiminde yer etmiştir ve bu hafıza, sonradan 1937-1938'deki Alevi-Kürt Dersim İsyanı'na meşruiyet kazandırmak için kullanılmıştır. Özetle, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçisi durumundaki ayrılıkçı Kürtçü aşiret liderleri, Kurtuluş Savaşı sırasında Koçgiri İsyanı'yla gerçekleştiremedikleri bağımsız Kürdistan projesini, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirmek için, bir anlamda kaldıkları yerden işe başlayarak Dersim İsyanı'nı örgütlemişlerdir. Yani, Dersim'in kökleri Koçgiri'de gizlidir... Dersim'in kökleri bir başka yerde daha gizlidir... Dersim İsyanı'nın Kökleri: Hoybun Cemiyeti ve Ağrı İsyanları Türkiye'de 1919'daki Koçgiri İsyanı'yla 1937-38'deki Dersim İsyanı arasında, emperyalizm destekli, "bölücü" ve "irticacı" çok sayıda Kürtçü isyan çıkmıştır. Bu isyanlar içinde, Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra en etkili Kürtçü isyan Ağrı İsyanlarıdır. Koçgiri İsyanı, Nasturi İsyanı, Şeyh Sait İsyanı ve Ağrı İsyanlarının başarısız olması üzerine Dersim İsyanı; tertiplenmiştir. İlk Ağrı İsyanı Mayıs 1926'da, ikincisi Eylül 1927'de, üçüncüsü de Eylül1930'da çıkmıştır. Ağrı İsyanlarının arkasında Kürt-Ermeni dayanışmasıyla kurulan ayrılıkçı Hoybun Cemiyeti vardır. Hoybun Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra yurt dışına kaçan ve İngilizlerle işbirliğine giren Kürt liderleriyle Ermeni Taşnak liderleri arasındaki işbirliği sonunda kurulmuştur. Hoybun Cemiyeti'nin kuruluşuyla ilgili ilk toplantı 1927 Şubat'ında İngilizlerin Revandiz Kaymakamlığı'na getirdikleri Seyyit Taha'nnn evinde yapılmıştır. İngiltere'nin Irak olağanüstü komiser yardımcısı Edmons'un organize ettiği bu toplantıda Türkiye'de çıkarılacak bir isyanla ilgili olarak şu kararlar alınmıştır: a) İngilizler, Kürtlere para ve ihtiyaç halinde silah yardımı yapacaklardır. b) Nasturiler, Kürt kıyafetleri giyerek isyana katılacaklardır. c) Hazırlıklar tamamlandıktan sonra harekete geçilecektir. d) İsyan Şemdinli Yüksekova'dan başlayacak ve hedef Van'ın ele geçirilmesi olacaktır. Taşnak Ermenilerinden Leon Emirizyon, Sultanyan ve Aris adlı kişilerinde katıldığı ikinci toplantı Mart 1927'de yine Siyyit Taha'nın evinde yapılmıştır. Şeyh Sait'in oğlu Ali Rıza ile kaçak subaylardan Kasım ve İhsan Nuri'nin de katıldığı bu toplantıda Cemiyetin adı Hoybun olarak tesbit edilmiştir. Kuruluş hazırlıklarına Irak'ta İngilizlerin kontrolünde başlanan Hoybun Cemiyeti, esas kuruluş kongresini Fransa'nın kontrolünde ve Ermenilerin güçlü olduğu bir bölgede yapmıştır. Kongrede cemiyetin başkanlığına Celadet Ali Bedirhan seçilmiştir. Merkez heyeti üyeliklerine ise, Süreyya Bedirhan, Kamuran Ali Bedirhan, Memduh Selim, Nizamettin, Tevfîk Cemil, Haso Ağa, Mustafa Bozan, Halil Rahmi, Cesim Ağa (Şihnu) Şerif, İbrahim ve Emin Ali Ağa seçilmişlerdir. Hoybun Cemiyeti, doğrudan genç Türkiye Cumhuriyeti parçalamak için kurulmuştur. Nitekim, kongrede Hoybun Cemiyeti'nin kuruluş amacı belirtilirken, "Türk Kürdistanı'nın bağımsızlığı olarak" tespit edilmiş, Türkiye'nin dışındaki "hiçbir millet ve devlete karşı aleyhtar ve tecavüzkar bir vaziyet almamayı şiarı ittihaz eylemiştir" denilmiştir. Hoybun Cemiyeti, isyan hazırlıklarına başlamış ve bu amaçla 1928 yılında, "Türkiye'de Kürtlerin Katliamı" adlı 48 sayfalık bir kitapçık bastırmıştır. Hoybun Cemiyeti, özellikle para toplamak ve propaganda yapmak amacıyla Paris Taşnak Merkezi üyesi Çamlıyan ile Süreyya Bedirhan yoğun faaliyetlerde bulunmuşlardır. Çamlıyan faaliyetlerini daha çok Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Mısır gibi ülkelerde yoğunlaştırmışken, Süreyya Bedirhan, Hoybun Cemiyeti'nin Avrupa temsilcisi olarak Paris'te bir büro açmış ve Avrupadaki faaliyetleri yürütmüştür. Süreyya Bedirhan, Avrupa'daki faaliyetlerinin yanında para toplamak ve Amerikan kamuoyunu etkileyerek ABD desteğini sağlamak amacıyla 1928 yılında ABD'ne gitmiştir. Hoybun Cemiyeti adına ABD'nin çeşitli yerlerinde konferanslar veren Süreyya Bedirhan ilk aşamada 20 bin dolar para toplamıştır. Bedirhan, ABD'ndeki faaliyetleri esnasında Ermenilerle de yakın işbirliğine girmiş, Ermeni Kilisesi'nde de bir konferans vermiştir. Süreyya Bedirhan'ın ABD'ndeki konferansları bir kitapçık halinde 1928 yılında Hoybun Cemiyeti tarafından İngilizce olarak yayınlanmıştır. Kitapçığa "Aynı Türk" başlığı adı altında bir giriş yazan Herbert Adams Gibboms; Süreyya Bedirhan'ın Kürt Milli Meclisi Hoybun'un temsilcisi olarak Kürdistan'ın durumunu Amerikan hükümeti ve insanlarına anlatmak için geldiğini belirtmiş ve Bedirhan'ın kısa bir biyografisini vermiştir. Süreyya Bedirhan, Kürt isyanı ve medeniyeti adına Hoybun ve Kürdistan adına Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalya'yı 1925 yılından beri Kürdistan'da Türklerin yaptıkları gaddarlığı incelemeleri için uluslararası bir komisyon kurmaya davet etmiştir. Cemiyetin faal üyesi ve Ağrı isyanlarının elebaşısı İhsan Nuri, 1924 yılında Türkiye'den kaçarak Irak'a, dolayısıyla İngilizlere sığınmış, daha sonra 1930 yılında çıkan Ağrı İsyanları sırasında Kürtlerin davalarını Milletler Cemiyeti'ne götüreceğini basın aracılığıyla dolaylı yoldan duyurmuş, hatta Irak'ta yaptığı temaslarda böyle bir müracaatı teşvik etmiş, ayrıca Ağrı isyanları sırasında İngiltere'nin kontrolündeki Barzani Kürtleri, Irak sınırını geçerek Türkiye'ye saldırmıştır. Bütün bunlar dikkate alınacak olursa İngiltere'nin bölgedeki gelişmelerle yakından ilgilendiği ve en azından Türkiye'ye karşı yönlendirmeler ve kışkırtmalar yaptığını görülmektedir. 12 Nisan 1931 tarihinde İçişleri Bakanlığı'ndan Başbakanlığa gönderilen bir yazı ekindeki rapora göre; İngiltere'nin bölgedeki aşiretler ve gelişmelerle yakından ilgilenmesinin amacının, "Hakkari vilayeti ile Cizre'de dahil olmak üzere Irak Kürtleri hakimiyeti altında Irak ile Türkiye arasında bir Kürt hükümeti teşkil etmek" olarak değerlendirilmiş, bu amaçla Şeyh Mahmut'un Kürdistan Prensi ilan edileceği, Barzani şeyhi emri altına verecekleri, ve Nasturileri Kürtleştirmeye çalıştıkları belirtilmiştir. Hoybun Cemiyeti, Temmuz 1929'da Halep'te iki toplantı yapmıştır. Bu toplantılara başta Celadet Ali Bedirhan, Memduh Selim, Cemilpaşa-zade Mehmet, Cemilpaşazade Kadri, Yado, Vahan Papazyan, Hrrşak Papazyan ve Karabet olmak üzere 45 kişi katılmıştır. Toplantılarda, Suriye'deki yerli ve Türkiye'den firari Kürtlerden "azami istifade edilmesi", Türkiye'ye karşı yapılacak herhangi bir hareketin tam ve mükemmel olarak tamamlanmasına karar verilmiştir. Hoybun-Taşnak ittifakında önem verildiği vurgulanan Dersim bölgesinde Koçgirili Alişir, Hoybun bildirilerini aşiretler arasında yayarak bu bölgelerin de Ağrı İsyanı'na destek olmasına zemin hazırlamıştır. Sonuçta Dersim aşiretleri üzerinde dini bir otoriteye sahip olan Seyit Rıza, devlet görevlilerine karşı direnişe geçmiş, bunun üzerine Ağrı bölgesinden oraya da kuvvet kaydırılmak zorunda kalınmıştır. Böylece merkezi Ağrı olan ayaklanmanın bütün Doğu Anadolu bölgesine yayılması hedeflenmiştir. Hoybun Cemiyeti dağıttığı bildiriler ve yaptığı propaganda ile isyancıların moralini yüksek tutmaya çalışmıştır. Nitekim Cemiyet, 1 Eylül'de yayınladığı bir bildiride, Türk ordusuna büyük kayıplar verdirildiği belirtilmiş ve aynı zamanda Türk kuvvetlerini, bazı köyleri yağmalamak ve bir çok insanı öldürmekle suçlamıştır. Birinci Ağrı İsyanı, 16 Mayıs 1926'da Yusuf Taşo ve çetesinin İran sınırını geçip Beyazit köylerinden hayvan çalarak Ağrı yayalarına sığınması ve Hası Telli'nin halkı kışkırtmasıyla başlamıştır. İsyan başarıya ulaşmadan bir ay sonra bastırılmıştır. 1927 Eylül'ünde İkinci Ağrı İsyanı başlamıştır. Avrupa'da ve Amerika'da etkili olan ve Amerika'da bir şubesini açan Hoybun Cemiyeti, İkinci Ağrı İsyanı'nı desteklemiştir. Türkiye, Temmuz 1927'de Sovyet Rusya ile yaptığı bir anlaşma ile Kürt isyanlarına karşı Rusya'yı kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Ağrı İsyanı'nda Sovyet orduları sınıra asker yığarak isyancıların hareket alanını daraltmıştır. 1928 yılına gelindiğinde İhsan Nuri liderliğindeki isyancı Kürt grupları Ağrı dağına hakim olmuşlardır. 2 bin kişiden fazla isyancı Kürt, dağlara çıkmıştır. Hoybun Cemiyeti'nin organize ettiği Üçüncü Ağrı isyanı, 1930 yılında başlamıştır. Bölgedeki Celali, Süphanlı, Haydaranlı, Milanlı, Hasenanlı, Zirkanlı, Cibranlı ve Mokorlu aşiretlerinin katıldığı Ağrı İsyanı'nın lider kadrosuna Türk ordusundan firari yüzbaşı İhsan Nuri, Ermeni Zilan ve Bro Haso Telli oluşturmuştur. İsyana katılan aşiret mensuplarının yanında Ermeni ve Nasturi çeteleri de yer almıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti, Hoybun Cemiyeti'nin organize ettiği Ağrı İsyanına karşı 1930 Haziran'ından itibaren askeri harekata başlama kararı almıştır. Mayıs 1930'da 4. ve 6. Kolordular Ağrı dağı yakınlarında toplanarak Ağrı İsyanı'nı bastırmak için harekete geçmiştir. İsyancılar, Türk ordusunun bir bölümünü üzerlerine çekerek asıl büyük ayaklanmaya destek vermek üzere aynı anda iki olay daha çıkarmışlardır. Bunlardan biri, 20 Haziran 1930 tarihinde Kör Hüseyin ve Eminpaşaoğullarının İran sınırını geçerek Zeylan'da başlattıkları isyandır. Bu isyanda öldürülen isyancının birinin üzerinde halkı isyana teşvik eden birkaç Hoybun Cemiyeti bildirisi ile mührü çıkmıştır. Bu sırada Doğu Anadolu'nun Dersim, Palu ve Viranşehir bölgelerinde de Hoybun Cemiyeti bildiriler dağıtarak halkı isyana çağırmıştır. Türkiye bu olayları bastırmaya çalışırken Irak'taki Şeyh Barzani ve Molla Hüseyin Şerif idaresindeki bir grup, Irak sınırından geçerek Oramar, Şal ve Şemdinli bölgelerinde de isyan çıkarmıştır. 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında yapılan askeri harekâtla Ağrı isyanı tamamen bastırılmıştır. Özetlemek gerekirse; 1919'daki Koçgiri İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir; Koçgiri İsyanı'na katılan isyancıların ele başları 1937-38'de Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkmıştır. 1924'te çıkan Nasturi İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir. 1925'te çıkan Şeyh Sait İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir. 1925'teki Şeyh Sait İsyanı sonrasında yurt dışına kaçan isyancılardan bazıları 1927 yılında Ermenilerle birlikte Hoybun Cemiyeti'ni kurmuştur. Hoybun Cemiyeti'ni İngiltere, Fransa ve ABD desteklemiştir. 1930'daki Ağrı İsyanı'nı Hoybun Cemiyeti'nce desteklenmiştir. 1937-38'deki Dersim İsyanı'nın alt yapısı 1928-29'da hazırlanmıştır.
0 notes
Text
Başbakan Erdoğan, 19 Kasım 2013’te yaptığı grup konuşmasında şöyle demiştir: “…MHP ve CHP milletvekilleri gitsinler ilk meclis zabıtlarını okusunlar. Bugün karşı çıktıklarını orada görecekler.Kürdistan kelimesini o meclis zabıtlarında görecekler. Anasır-ı İslam kavramını o zabıtlarda görecekler. Biraz daha geriye Osmanlıya gittiklerine doğu ve güneydoğunun Kürdistan eyaleti olduğunu görecekler. 1. Dünya savaşı sonrasında ülkemizi işgal edenler uzaydan gelmedi. O zulmü iliklerine kadar en iyi hisseden belki de Gazi Mustafa Kemal’di. Onlarla büyük mücadele etti. 29 Ekim 1923’te aynı Mustafa Kemal bu devletlerle barışa dostluğa dayalı ilişkiler başlattı. Diyor ki Gazi, ‘Milli hudutlar içinde yaşayan çeşitli İslam hususlar öz kardeşlerdir. Bizce kati olarak belirli olan bir şey varsa o da milli hudutlarımız içinde Türk, Kürt, Laz, Çerkez tüm İslami hususlar çıkar birliği içindedirler. Beraber çalışmaya karar vermişlerdir. Dindarca bir vahdet vardır. Hiç şüphe etmeyiniz ki Kürte, Laza reyi sorulduğu zaman bu reyi vereceklerdir.(…’) Daha işin başında Mustafa kemal Irak ve Suriye halkları bizim kardeşimizdir diyor. Türkiye’nin yakın tarihi MHP ve CHP’nin çizdiği gibi bir tablo değildir. Bize ne diyorlar bölücü… Peki Mustafa Kemal de mi bölücüydü.” Sırayla gidelim! Birinci Meclis Zabıtlarında “Kürdistan” ve “anasaır-ı İslam” (İslam unusuru) sözcüklerinin geçtiği doğrudur! Osmanlı’da belli bir dönem Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun “Kürdistan eyaleti” olduğu da doğrudur! Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasında Birinci Meclis’te zaman zaman “Kürt”, Kürdistan” ve “anasır-ı İslam” ifadelerini kullandığı da doğrudur. Ancak işin özü hiç de Başbakan Erdoğan’ın iddia ettiği gibi değildir. Şöyle ki: Evet, 1920’li yıllarda, Atatürk ve diğer milletvekilleri, Osmanlı’da kullanılan “Kürdistan” ifadesini kullanmışlardır. Anadolu’nun her yanının işgal edildiği Kurtuluş Savaşı koşullarında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde Kürtlerin İngilizlerce Kurtuluş Savaşı’na karşı isyana teşvik edildiği, özerk ve bağımsız Kürdistan vaadleriyle kandırılmaya çalışıldığı bir ortamda Atatürk, çok hızlı hareket edip en anlaşılır, en doğrudan birlik ve beraberlik mesajlarını Kürtlere iletmek istemiştir. Bu sırada doğal olarak bilinen yer adlarını kullanmıştır. Bu nedenle gerektiğinde –daha çok coğrafi bir yer adı olan- "Kürdistan" veya "Kürdistan-ı Türki" ifadesini de kullanmıştır. Atatürk, 1920’lerin Kurtuluş Savaşı koşullarında coğrafi olarak Kürdistan ifadesini kullanarak, İngiliz emperyalizminin siyasi olarak özerk veya bağımsız Kürdistan kurmasını, Anadolu’yu bölüp parçalamasını engellemek istemiştir. Bunda da başarılı olmuştur. Şimdi de gelelim Başbakan Erdoğan’ın Atatürk’ten aktardığı o sözlere: Başbakan’ın ifadeleriyle; “Diyor ki Gazi, ‘Milli hudutlar içinde yaşana çeşitli İslam hususlar öz kardeşlerdir. Bizce kati olarak belirli olan bir şey varsa o da milli hudutlarımız içinde Türk, Kürt, Laz, Çerkez tüm İslami hususlar çıkar birliği içindedirler. Beraber çalışmaya karar vermişlerdir. Dindarca bir vahdet vardır. Hiç şüphe etmeyiniz ki Kürt’, Laza reyi sorulduğu zaman bu reyi vereceklerdir.(…)” Başbakan Erdoğan’ın yalnızca küçük bir bölümünü aktardığı bu konuşmayı Atatürk, 3 Temmuz 1920’de TBMM Gizli Oturumunda yapmıştır. Şöyle demiştir Atatürk: “Genel olarak ilke şudur: Ulusal sınır olarak çizdiğimiz alan içinde yaşayan çeşitli İslam unsurları birbirine karşı ırksal, çevresel ve ahlaksal bütün hukuk kurallarına uyan öz kardeştirler. Böylece onların isteklerine karşı bir şey yapmayı biz de istemeyiz. Bizce kesin olarak belirgin olan şey varsa o da ulusal sınır içindeki Kürt, Türk, Laz, Çerkez ve diğer bütün İslam unsurlar ortak çıkara sahiptir. Birlikte çalışmaya karar vermişlerdir. Yoksa hiçbir zaman başka bir anlayış yoktur. Vicdani istek ile kartdeşçesine ve dindarca bir bağlılık vardır.” Atatürk bu konuşmayı, bir taraftan Yunan ordusunun Anadolu içlerine doğru ilerlediği, diğer taraftan İngilizler, İstanbul hükümetleri ve Padişah Vahdettin’in kışkırtmalarıyla Anadolu’da Milli Harekete karşı iç isyanların patlak verdiği Kurtuluş Savaşı’nın en bunalımlı döneminde yapmıştır. Konuşmanın yapıldığı Temmız 1920’den birkaç ay sonra Kurtuluş Savaşı sırasındaki en etkili Kürtçü isyanlardan biri olan Koçgiri isyanı başlayacaktır. Yani İngiliz emperyalizminin Kürtleri özerklik ve bağımsızlık vaadleriyle Türklere karşı kışkırtıp Milli Harekete karşı isyana teşvik ettiği günlerdir. İşte o günlerde Atatürk ısararla Anadolu’daki etnik unsurların; Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduklarını, kaderlerini birleştirdiklerini belirterek, onları bir arada tutan unsurun da “anasır-ı İslam” yani “İslam unsuru” olduğunu ifade etmiştir. Bu 1920’lerin Kurtuluş Savaşı koşullarında, Atatürk’ün sıkça dile getirdiği bir “kurtuluş stratejisidir”. Ve tamamen tarihsel, toplumsal ve sosyolojik gerçeklere uygun bir stratejidir. Ayrıca Atatürk hayatının hiçbir döneminde Anadolu’daki etnik unsurları, “anasır-ı İslamı” da reddetmemiştir. Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türk milletini tanımlarken Cumhuriyeti kuran bu unsurların Türk milletini oluşturduklarını ifade etmiştir. Onun bu ifadesi önce 1924 Anayasası’nda, sonra ise 1930 tarihli "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabında yer almıştır. Atatürk milleti, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diye tanımlamıştır. Görüldüğü gibi burada Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda görev almış bütün etnik unsurlara sahip çıkılmış, bu unsurların tamamı Türk milletini oluşturmuştur, ancak hiçbir etnik unsur Türk milletinin "yanına" ya da "önüne" konulmamıştır. Atatürk, 1930 yılında "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabında şöyle demiştir: “Bugünkü Türk milleti siyasi ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaşlarımız ve millettaşlarımız vardır. Fakat geçmişin bu keyfi idare devrinin sonuncusu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç gerici beyinsiz dışında hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir etki meydana getirmemiştir.Çünkü bu milletin fertleri de genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar kader ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözü ile bakmak medeni Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?” Görüldüğü gibi Atatürk, 1930 yılında halka “Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda” etmek isteyenleri, “düşmana alet olmuş birkaç gerici beyinsiz” diye adlandırmış ve bütün bu etnik unsurların, “genel Türk toplumun” eşit haklara sahip yurttaşları olduklarını belirtmiştir. Atatürk, 1920’lerin Kurtuluş Savaşı’na özgü “kurtuluş stratejisi” gereği etnik unsurları “anasır-ı İslam” söylemiyle bir arada tutarken, 1930’da Türkiye Cumhuriyeti’deki etnik unsurları, “Türk milletinin eşit haklara sahip yurttaşları” diye adlandırmıştır. İşte tam da bu noktada 1920-1921 ruhundan söz etmek gerekir! Son zamanlarda Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı olanların sıkça dile getirdiği 1920-1921 ruhu, Atatürk’ün tamamen Kurtuluş Savaşı’na özgü “kurtuluş stratejisi” çerçevesindeki “özel” uygulamalarının zamanından ve zemininden koparılarak “idealleştirilmesiyle” ortaya çıkarılan “yapay” bir ruhtur! Örneğin bu ruhtan söz edenler, Atatürk’ün 1920 koşullarında Meclisi dualarla açması, belli bir döneme kadar hain Vahdettin’e saygıyla hitap etmesi, Halifeliğe vurgu yapması, anasır-ı İslam, Kürt, Kürdistan ifadelerini kullanması gibi uygulamalarını "kutsamak"tadır! Aslında 1920-1921 ruhu tamamen Atatük’ün Kurtuluş Savaşı’na özgü “kurtuluş stratejisi”dir. Belli bir döneme, belli bir amaca yöneliktir. Atatürk, Cumhuriyeti ilan edip Türk devrimini gerçekleştirirken bu kurtuluş stratejisinden vazgeçip "tam bağımsız" ve "çağdaş" bir Türkiye yaratmak için bir dizi yenilik (devrimler) yapmıştır. İşte Atatürk’ün bu “bağımsızlaştıran” ve “çağdaşlaştıran” devrimlerinden rahatsız olan Siyasal İslamcılarımızın bir kısmı genelde reddettikleri Atatürk ve Atatürk devrimleri (Türk Devrimi) yerine, Kurtuluş Savaşı’nın Gazi Mustafa Kemal’ine ve o sıradaki “kurtuluş stratejisine” vurgu yaparak, bir anlamda Cumhuriyet’in Atatürk’ünü ve Atatürk devrimlerini, Kurtuluş Savaşı’nın Gazi Mustafa Kemal’ine yıktırmak istemektedirler! Sonuç olarak; evet 1920’lerin Kurtuluş Savaşı koşullarında mesajını gereken yerlere en çabuk ve en anlaşılır şekilde ulaştırabilmek için bilinen yer adlarını kullanmaya özen gösteren Atatürk de “Kürdistan” demiştir! Ancak o “Kürdistan” diyen Atatürk, Anadolu’da özerk veya bağımsız Kürdistan kurmak amacıyla çıkarılan Kürtçü isyanların tamamını bastırmış, Sevr Antlaşması’nı yırtıp tarihin çöp tenekesine atarak özerk veya bağımsız Kürdistan kurulmasına yönelik hayallerinin gerçekleşmesini engellemiştir. Anadolu’da bir Kürdistan bir de Ermenistan’a yer veren o Sevr Antlaşması’nın yırtık parçalarını 90 yıl sonra bugün kimlerin yeniden bir araya getirmeye çalıştığı da herkesin malumudur!
0 notes
Text
Mustafa Kemal De "Eylemci" Bir Öğrenciydi!
Hükümetten memnun olmayan, hükümeti “protesto” eden eylemci öğrencilere, polisin sert yaklaşımı; işkence, dayak, darp, hakaret, tutuklama vs. ve Başbakanın eylemci örencileri “ideolojik hareket eden örgüt mensupları” olarak adlandırması ve eylemci öğrencilere yönelik aşırı güç kullanan polisi “haklı bulması”, bana bu ülkenin kurucusu Atatürk’ün de bir zamanlar, “eylemci bir öğrenci” olduğu gerçeğini hatırlattı. Evet, evet, yanlış okumadınız, Atatürk de eylemci bir öğrenciydi! Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı Devleti’nde, içerden II. Abdülhamit’in göz açtırmayan istibdadı (baskısı), dışardan ise emperyalizmin nefes aldırmayan kuşatması altında, 19. yüzyılın sonlarında eğitim-öğretim görmüştü. Osmanlı’da Tanzimat modernleşmesinin bir sonucu olarak “mektep”, “medrese” ayrımının yoğun olarak hissedildiği, dahası “mektebin” de kendi içinde “eski tarz eğitim veren” ve “modern eğitim veren” diye ikiye ayrıldığı bir dönemde okuyan, araştıran, anlayan ve sorgulayan bir öğrenci olmak, doğal olarak “eylemci öğrenci” olmak anlamına geliyordu. Bu ortamda, yaşadığı dönemin çelişkilerine, geri kalmışlığına, baskıcı düzenine isyan eden Mustafa Kemal de “eylemci” bir öğrenciydi. Şöyle ki: İlkokulda , bağdaş kurarak yerde oturmaya isyan eden! Yine ilkokulda Arapça güzel yazı derslerindeki “ezberci eğitime” başkaldıran! Lisede (İdadide) “vatan, millet, bağımsızlık” gibi duygularla okulu bırakıp gönüllü olarak askere yazılmak isteyen! Yüksek okulda (Akademide), gizli gizli “yasak kitaplar” okuyan, “vatan ve hürriyet” kavramlarını içselleştiren, bu kavramları arkadaşlarına da öğretmek için okulda gizli konferanslar veren ve gizlice bir gazete çıkaran! Mezun olduktan sonra, “ülkeyi içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak için” yapılması gerekenleri “gizli toplantılarla” arkadaşlarına anlatmaya devam eden! Bütün bu “emperyalizm, padişah ve yönetim karşıtı” çalışmalarından, dolayı tutuklanıp “hapis yatan” Mustafa Kemal, neresinden bakılırsa bakılsın asla “itaatkar” ve “bozuk düzenden yana”, “sadece dersleriyle ilgilenen” bir öğrenci değildi. O, ülkesinin içinde bulunduğu çelişkilere, bağnazlığa, emperyalizmin her türlü baskısına, yönetimin acizliğine ve özgürlükleri kısıtlayıcı istibdat düzenine sonuna kadar baş kaldıran gerçek bir eylemci öğrenciydi. Şemdi gelin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öğrencilik hayatına şöyle bir göz atalım: İlkokul Fatma Molla Kadın Mahalle Mektebi’nde yerde bağdaş kurarak oturmaktan sıkılan küçük Mustafa, günün birinde Arapça güzel yazı dersinde kalkıp ayakta durdu. Hüsnü Hat hocası Çopur Hafız Emin Efendi oturmasını emredince, “dizlerinin tutulduğunu” söyleyerek, hocasını dinlemedi. Diğer çocuklar olup bitenleri büyük bir şaşkınlıkla izliyorlardı: Önce loş sınıf derin bir sessizliğe gömüldü ve sonra hayatında belki de ilk kez, küçük bir çocuğun tepkisi karşısında ne yapacağını şaşıran Çopur Hafız Efendi, birden bire sessizliği bozdu. “Ne! bana karşı mı geliyorsun?” diye bağırdı. “Evet, karşı geliyorum” diye cevap verdi küçük Mustafa. Bunun üzerine öteki çocuklar da cesaretlenerek ayağa kalkıp; “Biz de hepimiz size karşı geliyoruz!” dediler. Hoca, çocuklarla anlaşmak zorunda kaldı. Mustafa, yaklaşık bir buçuk ay sonra bu Mahalle Mektebinden alındı ve o döneme göre çağdaş eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na gönderildi. * * * Yaşıtları sokakta aşık atar, birdirbir ve kör ebe gibi oyunlar oynarken, o çoğu kez arkadaşlarını büyük bir ağırbaşlılıkla uzaktan seyreder, aralarına hiç karışmazdı. Bir gün birkaç arkadaşı birdirbir oynuyordu. Onu da oyuna katılmaya çağırdılar. Kambura yatmayı kabul etmedi. “Ben eğilmem, ayakta dururken üzerimden atlayın” diye diretti. Daha çok küçükken bile asla boyun eğmeyen bir yaradılışı vardı. * * * Babası Ali Rıza Efendi’nin zamansız ölümü üzerine dul kalan Zübeyde Hanım, oğlunu ve kızını yanına alarak Langaza’daki ağabeyinin çiftliğine gitti. Mustafa, büyüdükçe zekası olgunlaşmaya başlıyor, yeni şeyler öğrenmek arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Okula gitmesi gerekiyordu. Ancak, dayısının çiftliğinin bulunduğu o köyde öğretmen olarak sadece bir Müslüman hoca ile bir Rum papaz vardı. Zübeyde Hanım, Mustafa’yı sırasıyla ikisine de gönderdi; fakat Mustafa kendisine yabancı olan Rumca’yı sevmedi. Hıristiyan çocuklarla bir türlü anlaşamadı. Bunun üzerine hocaya gönderildi, ama hocayı da beğenmedi ve “ben medresede okumam” diye diretti. Öğretmensiz kalan Mustafa’ya bir komşu kadın ders vermek istediyse de O, buna da tepki gösterdi. Zübeyde Hanım, bu köyde Mustafa’nın eğitiminin aksadığını görünce O’nu yeniden Selanik’e, halası Emine Hanım’ın yanına gönderdi. * * * Mustafa Selanik’te 1894’te Mülkiye Rüştiyesi’ne devam etmeye başladı; ama burada da fazla kalmadı. Yine başı bir hocasıyla derde girdi. Bu okuldaki öğrencilik yılları, Arapça hocası Kaymak Hafız’dan yediği dayaklarla noktalanıyordu. Mustafa Kemal, Kaymak Hafız’dan yediği bu dayakları ömrü boyunca unutamayacaktı. Bu dayaklar, Arapçadan nefret etmesine neden olacaktı. Mustafa, Mülkiye Rüştiyesi’ndeyken Kaymak Hafız’dan yediği dayakları sonradan anılarında şöyle anlatacaktı: “Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük validem zaten bu mektepte okumama aleyhtardı. Beni derhal mektepten çıkardı.” Mustafa, daha sonra bu okuldan ayrılıp Selanik Askeri Rüştiyesi’ne başladı. Annesinden habersiz askeri rüştiye sınavlarını kazanarak bu okula girdi. Burada matematik öğretmeni tarafından kendisine Kemal adı verildi. Lise Mustafa Kemal, lise öğrenimini Manastır’da, Manastır Askeri İdadisi’nde tamamladı. Manastır’da bulunduğu yıllar, Mustafa Kemal’in gerçeklerle yüzleşmesini sağladı. Mustafa Kemal, Manastır’da Osmanlı azınlıklarının bağımsızlık arayışlarına tanık oldu. Osmanlıcılık düşüncesi artık iflas etmişti. Batılı sömürgeci devletlerin desteğini alan Osmanlı azınlıkları, bir taraftan bağımsızlık hesapları yaparken, diğer taraftan tüm güçleriyle Osmanlı Devleti’ni parçalamaya, Avrupa’daki Türk varlığına son vermeye çalışıyorlardı. Ayrılıkçı hareketler öğlesine büyümüştü ki, Müslüman Araplar bile İmparatorluktan kopmanın yollarını arıyorlardı. Öyle ki, o dönemde Mustafa Kemal’in arkadaşlarından Mısırlı Aziz bile bu bağımsızlık rüzgarlarından etkilenmişti. Türk-Yunan Savaşı’nın yaklaştığı o günlerde Manastır tam bir seferberlik içindeydi. Sokaklarda büyük bir karmaşa vardı. Erkekler davul zurna sesleri arasında askere çağrılıyor, sokaklarda öğrenciler ellerinde bayraklarla yürüyüş yapıyorlardı. Yakın dağlardaki Türk çeteleri Rumlarla mücadele ediyordu. İşte tam o günlerde Mustafa Kemal kendisinin de bir şeyler yapması gerektiğini düşünerek, bir gece bir arkadaşıyla okuldan kaçarak, gönüllü olarak askere yazılmaya gitti; fakat, öğrenci olduğu anlaşılınca okula geri gönderildi; çok öfkeliydi. Manastır’da yine bir gün bir arkadaşıyla okuldan kaçtı. Katılacağı bir kıta arıyordu. Ancak yine yakalandı. Kendisine “Nereye gidiyorsunuz” diye sorulunca: “Cepheye,.... Yunanlılarla çarpışmaya!...” cevabın verdi. Manastır yılları, Mustafa Kemal’in Türklük duygularını kamçılamış, gönlündeki vatanseverlik ateşinin alevlenmesine yol açmıştı… Mustafa Kemal, Manastır’da öğrenciyken “akıl ve bilime” önem vermeye, “akıl dışı” şeylere ise tepki duymaya başlamıştı . Yaşadığı olaylar, bu süreci daha da hızlandırıyordu. Örneğin, bir keresinde Manastır’da tanıştığı arkadaşı Ömer Naci’yle, Selanik tren istasyonuna giderek askerlerin cepheye hareketlerini izliyorlardı. O akşam istasyondaki kalabalığın arasında uzun bol cübbeleri ve sivri külahları ile bir derviş grubu gördüler. Dervişler, çaldıkları davul zurna ve neylerin tiz sesleri arasında kendilerinden geçmiş gibi görünüyorlardı. Çevresindekiler de onların bu coşkusuna uyarak isteri nöbetine tutulmuşçasına bağırıp, çağırıyor, düşüp bayılıyorlardı. Mustafa, bu sahneyi soğuk bir tiksintiyle seyretti. Ömer Naci’ye utancından yüzünün kızardığını söyledi. İçinde, bu çeşit yobazlıklara büyük bir tepki duymuştu. Üniversite (Akademi) Mustafa Kemal 13 Mart 1899’da İstanbul Pangaltı’ndaki Harp Okulu’na, 1283 apolet numarasıyla kaydoldu. Harp Okulu’nun öğrenci sayısı 900 civarındaydı. Mustafa Kemal altı kısma ayrılan birinci sınıfların birinci kısmındaydı. Karanlık Gecelerin Parlak Işıkları: Yasaklı Kitaplar Mustafa Kemal Harp Okulu’nun ikinci ve üçüncü sınıflarında vaktinin önemli bir bölümünü kuramsal ve düşünsel konulara, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sorunlara, ülke yönetimindeki aksaklıklara ayırıyordu. Harp Okulu’nda, Osmanlı yönetimi tarafından yasaklanan bazı kitapları okumak gibi tehlikeli işlere kalkışıyordu. Mustafa Kemal ve Ali Fuat, Namık Kemal’in eserlerini okul idaresinin aldığı bütün önlemlere rağmen geceleri gizlice yatakhanede okuyorlardı. Mustafa Kemal bir gece Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”ni teksirle çoğaltarak, bir kopyasını da Ali Fuat’a verdi ve “Fuat kardeşim, bunu ezberleyelim.” diye de ilave etti. Ardından da alçak bir sesle, fakat yüksek bir heyecanla Ali Fuat’ın kulağına Namık Kemal’in şu dizelerini okudu: “Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.” Yine bir gün Mustafa Kemal bazı arkadaşlarıyla, yenilgiyle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı’nı konuşuyordu. Birden üzüntüyle, Namık Kemal’in; “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini Yokmuş kurtaracak bahtı kara maderini” dizelerini okudu. Mustafa Kemal yıllar sonra 1919 yılının 24 Aralığında Kırşehir’de kendisini dinleyen kalabalığa, bu dizeleri şu şekilde değiştirerek okuyacaktı: “Vatanın bağrına düşman dayasa hançerini Elbet bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” O günlerde düşman İzmir’e çoktan çıkmış, vatanın bağrına hançerini dayamıştı fakat onu kurtaracak kişi de bulunmuştu. O kişi, daha Harp Okulu’ndayken bu şiiri belleğine kaydeden Mustafa Kemal’di… Mustafa Kemal “kitaplar üzerinde mütemadiyen kafa patlatan ezberciler gibi” çalışmazdı Bilhassa merak ettiği konuların anlatıldığı derslerle ilgilenir, Matematik ve Edebiyata fazlaca düşkünlüğü her halinden belli olurdu. En çok okuduğu isimler arasında Tevfik Fikret başta gelirdi. Onun özellikle “Sis” manzumesini beğenirdi. Ayrıca Abdülhak Hamit’i okumaktan da zevk duyardı. Siyasal ve teorik konularda her geçen gün daha çok bilgi sahibi oluyordu. Türk ve dünya tarihi konusunda yerli ve yabancı çok sayıda kitap okuyor, okuduklarını arkadaşlarıyla paylaşıyor, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi durum hakkında derin analizler yapıyordu. Sonradan anılarında Harp Akademisi’nin ilk dönemleri hakkında şu bilgilere yer verecekti: “Erkan-ı Harp sınıflarına geçtik. Mutad olan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak ben de ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler peyda oldu. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık. Pek çok vatansever yazar ve şairi o yıllarda tandık. Kendimi bildim bileli Türklüğüm ile gurur duydum. Şair Mehmet Emin (Yurdakul)’in ilk defa Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenciyken okuduğum, ‘Ben bir Türk’ün dinim cinsim uludur’ mısralarıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun göz yaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağ��m, en engin övünç kaynağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım..” En fazla ilgilendiği konuların başında dönemin felsefesi ve fikri akımları gelmekteydi. Avrupa’da yeni yeni tartışılmaya başlayan ve Osmanlıya da sızan akımlar hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. Örneğin, Darvin’in Evrim Teorisi ile ilgileniyor, Papazlar dini yayınını takip ediyordu. Mustafa Kemal’i üçüncü sınıfta en çok uğraştıran bu hürriyet sorunuydu. Ona göre ancak hürriyet sağlandıktan sonra yönetimdeki olumsuzlukları gidermek mümkün olabilirdi. Ancak Hürriyet bir amaç değil araçtı. Ona göre yönetimi düzeltmek için kesinlikle örgütlenmek gerekiyordu. Örgütü, ülke içinde ancak genç subaylar kurabilirdi. Mustafa Kemal üçüncü sınıftayken kalabalık üçüncü sınıftan ancak pek az kişinin Harp Akademisi’ne girebileceğini görüyordu. Geri kalanların ise atandıkları kıtalara dağılacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle bu kişilerden güven duyduklarına daha o günlerde gittikleri yerlerde örgütlenmeleri için öğütlerde bulunuyordu. Bir gün arkadaşı Ali Fuat’a: “Fuat!” dedi. “Biliyorum bu arkadaşlar erkanıharp olamayacaklar, fakat bizlere göre daha avantajlı durumda oldukları da bir gerçek. Çünkü bizden önce ordu saflarına katılacaklar. Eğer Rumeli’ye giderlerse, erkanıharp çıktığımız zaman bizim için bir zemin ve ortam hazırlamış olacaklardır.” Mustafa Kemal, nihayet üçüncü sınıfın da sonuna geldi. Üçüncü sınıfı 1901-1902 eğitim, öğretim yılında bitirdi. 459 arkadaşı arasından, üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulu’nu 8 nci olarak bitirdi. Üçüncü sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şöyleydi: “Sınıf-ı Salise Terbiyesi (41), İstihkamat-ı Hafife (40), Fenn-i Esliha ( 45), Hıfzı’s-Sıhha-yı Askeri (45), Coğrafya-yı Askeri ( 42), Devlet-i Aliyye Ordu Teşkilatı (43), Talim Nazariyatı (44), Malumat ve Terbiye-yi Askeri ( 41), Lisan-ı Fransevi (43), İstikşafat-ı Askeriyye (17), İstihkam İşkali (18), Talim Ameliyatı (19), Tabiye Tatbikatı (18), Alman veya Rus Lisanı (36) Akademide Bir Hatip Mustafa Kemal Harp Akademisi’nde hem askeri stratejiler bakımından hem de düşünsel bakımdan kendini yetiştiriyordu; sadece kendini yetiştirmekle de kalmıyor, okuduğu kitaplardan ve gazetelerden edindiği bilgileri arkadaşlarıyla paylaşmanın yollarını arıyordu. Girişimci bir yapıya sahip olmasının da etkisiyle pek çok arkadaşını vatan, hürriyet ve bağımsızlık gibi konularda aydınlatıyordu. Örneğin, Harp Akademisi’ndeki arkadaşlarına değişik konularda konferans niteliğinde konuşmalar yapıyordu. Daha çok gençti, ama, felsefi, sosyal ve kültürel konularda neredeyse bir düşünce adamı kadar, bilgi birikime sahipti. Harp Akademisi’nde her Cuma akşamı öğrenciler bir sınıfta toplanırdı. Kapılar kapandıktan sonra Mustafa Kemal, üzerine sımsıkı oturan şık üniformasıyla, elinde bazı kağıtlarla, hızlı adımlarla kürsüye çıkar, tıpkı bir hoca gibi Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca gazetelerinden öğrendiklerini arkadaşlarına aktarırdı. O zamana kadar “Padişahım çok yaşa!” demekten başka bir şey bilmeyen bir çok arkadaşı için Mustafa Kemal’in anlattıkları çok dikkat çekiciydi. İşte Mustafa Kemal’in Harp Aakdemisi’ndeki “gizli” Cuma konuşmalarından bazıları: “Altı yüz yıl kadar önce Anadolu’da doğan Osmanlı İmparatorluğu, 350 yılda Viyana kapılarına kadar ilerledi. İmparatorluğu güçlendiren manevi faktörler zayıfladığı için yavaş yavaş Viyana, Budapeşte, Belgrat elden çıktı. Artık bir avuç Rumeli toprağına sığındık. Şimdi de elimizde kalan küçük toprak parçasını Ruslar ve Avusturyalılar almak istemekteler. Rusların bütün emelleri kendi ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırplara Balkanları peşkeş çekmektir. “. “Tarihte inkılaplar önce aydın kişilerin kafasında fikir halinde doğmuş, zamanla toplumu sarmıştır. Bakınız dünkü vilayetimiz Yunanistan’ın bir milli şairi vardır. Bu şair şiirleriyle Bulgarları mütemadiyen kurtuluş hareketine, miskinlikten kurtulmaya çağırmıştır. Milletine, tarihine aşık olan bu sanatkar kısa zamanda kiliseye hakim olmuş, şiirleri halk arasında dilden dile dolaşmaya başlamış, yüzyıllardır bizlerin çobanı olduğumuz Bulgarlar onun gösterdiği yolda istiklallerine kavuşmuşlardır. Belki de bir süre sonra bizden başka yurt topraklarını isteyecekler ve alacaklardır. Sırpların da iki gözü görmeyen bir milli şairleri vardır. O da aynı yoldan yürüyerek milletine milli duyguları, istiklal fikrini aşılamıştır. Şiirlerinde Miloş Kaploviç’lerden, Sultan Murat’tan bahsederek toplumun hafızasına milliyet fikrini aşılamıştır. Onun bir şiirinde Sultan Murat’ın şu sözleri vardır: Hıristiyanlara zulüm etmeyiniz....Zülüm ve istibdat saltanat ve hakimiyeti parçalar O şiirlerinde istiklal fikrini işler ve bunu savunurken, gerçekleri de gizlememek gerektiğini göstermiştir. Yunanlıların da böyle bir milli şairleri vardır. O da yıllar boyu Eski Yunan medeniyetini şiirleriyle anlatırken ulusuna güç kazandırmak, hürriyet için birlik ve beraberlik şartını telkin etmek istemiştir. Bütün milletlerin böylesine çırpınan, milletini uyandırmak isteyen milli şairleri, aydınları vardır. Başka milletlerin şairleri, münevverleri (aydınları) böyle çalışıp, milletlerini uyandırırken, nerede bizim mütefekkirlerimiz? Bizim bir Namık Kemal’imiz var. O Türk milletinin yüz yıllardan beri beklediği sesi verdi.” “Arkadaşlar! Bize büyük görevler düşüyor. Yarın görev alıp gittiğimiz her yerde milletimizi yetiştirmek için zabitlerimizin muallimi olacağız. Gittiğimiz yerlerde münevver gençlerle arkadaşlık ederek onları bu istikamete sevk edeceğiz. Vatanımızı ve İmparatorluğu büyük tehlikelerin beklediğini hatırdan çıkarmamak durumundayız. “ “Arkadaşlarım, sizlere üzülerek ifade etmek zorundayım ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun temelleri Avrupa yakasında iyice sarsılmıştır. Rumeli’de Sırp, Yunan ve Bulgar komitacılarını besleyen Ruslar dedelerimizin kanları pahasına aldıkları bu Türk yurdunu bizden koparmak gayretindedirler. Bu bölgede orduların başında bulunan kumandanlar acz içindedirler. Avrupalıların Kızıl Sultan adını verdikleri Padişah Abdülhamit ise orduya bakmamaktadır. Aylardan beri maaş alamayan zabitlerin bulunduğunu öğrendim. Orduda talim ve terbiye yoktur. Donanma Haliç’te çürümektedir. Bu asırda böyle hükümdarı bulunan bir devleti kolay yaşatmazlar.” “Nerede Fatih, Yıldırım, Kanuni, Üçüncü Selim gibi kumandanlar? Son devir Osmanlı Padişahları hep cahil ve zavallı kimseler… Kendileri cahil oldukları için de memlekete düzen verebilecek, millete hizmet edebilecek vezirlere asla tahammül edememişler, memleketi bu hale sürüklemişlerdir. Abdülmecit, Mustafa Reşit Paşa’dan; Abdülaziz, Ali ve Fuat Paşalardan; Abdülhamit, Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan daima korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları sadarete layık görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları iş başına getirmişlerdir. Şunu iyi bilelim ki, Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürülmeseydi ne ordumuz, ne de donanmamız bu gün ki hale düşerdi. Akdeniz de ikinci durumda olan donanmamız, Karadeniz de Ruslara her halde dersini verecek, 1877-1878 Seferinde Ayastefanos’a kadar çekilmeyecektik. Türk-Yunan Savaşı’nda bu donanmayı Haliç’ten çıkamayacak hale getirmek suç değil midir? Millet Padişahından neden hesap sormamalıdır? Bir hıyanet olan bu hareketlerde bulunan bir insanı Fatihlerin, Yavuzların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür? Başyazar, Mustafa Kemal Mustafa Kemal, zaman içinde Harp Akademisi’nde daha çok arkadaşını fikri bakımdan aydınlatabilmek için, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en önemli iletişim aracı gazeteden yararlanmaya karar verdi. Bazı arkadaşlarının da yardımıyla bir gazete çıkaracaktı... Gerçi bu bir okul gazetesi olacaktı; fakat her şeye rağmen çok dikkatli olmalıydı. Çünkü çok sayıda aydın, gazete çıkarıp Saraya göre “zararlı düşünceleri” yaydıkları için tutuklanıp sürgünle cezalandırılmıştı. Mustafa Kemal’in bütün amacı, gelecekte Osmanlının kaderine hükmedecek Harp Akademisi’ndeki arkadaşlarının gerek yurt içindeki, gerekse yurt dışındaki fikir akımlarından, siyasi ve kültürel gelişmelerden daha fazla haberdar olmalarını sağlamaktı İşte Mustafa Kemal’i geceler boyu uykusuz bırakan, okulda bir gazete çıkarma düşüncesi de bu amaca yönelikti. Özellikle İsmail Hakkı, Ömer Naci ve Ali Fuat gazetede yer alacak yazıları okunaklı bir el yazısı ile çoğaltarak Mustafa Kemal’e yardımcı oluyorlardı. Gazetecilik işinin lideri ve örgütleyicisi Mustafa Kemal’di. Bu nedenle en büyük yük onun omuzlarındaydı… Harp Akademisi’nde birinci sınıfın yanındaki küçük dershanede veteriner öğrencileri ders görürlerdi. Sayıları kurmay subay adayı öğrencilere göre oldukça azdı. fakat içlerinde oldukça çağdaş fikirli gençler vardı. Mustafa Kemal ve arkadaşları gazeteyi bu derslikte hazırlıyorlardı. Hazırlanan gazeteler son derece gizli bir şekilde okulda elden ele dolaştırılıyordu. Gazetede yayınlanacak yazıları genellikle Mustafa Kemal yazıyordu. Mustafa Kemal yazılarında daha çok Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sıkıntılar, emperyalist devletlerin Osmanlı Devleti’ni parçalamak için oynadıkları oyunlar, Batı medeniyeti ve Batı’da ortaya çıkan felsefi ve bilimsel gelişmeler, Hürriyet, meşrutiyet, kadın hakları, milli irade ve Türk milliyetçiliği gibi konulardan bahsediyordu. Bu gazeteler Harp Akademisi’nde gizlice elden ele dolaşıyordu… Mustafa Kemal’in yönlendiriciliği altında gerçekleşen okul gazetesi çalışmaları okuldaki bir “jurnalci” tarafından Okullar Nazırı Zülüflü İsmail Paşa’ya duyurulmuştu. İsmail Paşa, Sultan Abdülhamit’in korkunç hafiyelerinden biriydi. Birkaç gün sonra Harp Akademisi Nazırı Ali Rıza Paşa Saray’a çağrılarak azarlandı, kendisine ağır sözler söylendi, Padişaha sadakatsizlikle suçlanıyordu. Neye uğradığını şaşıran Ali Rıza Paşa: “Yalandır, iftiradır, aslı yoktur. Öğrencilerimizin sevgili padişahımıza sadakati tamdır.” diyerek, yemin üstüne yemin ederek ancak yakasını kurtarabilmişti. Aradan iki hafta geçti… Yine bir gün Mustafa Kemal ve birkaç arkadaşı gazete yazılarından birini yazmak için Harp Akademisi’nin veteriner dershanelerinden birine girip, kapıyı kapadılar. Kapı arkasına da birkaç nöbetçi yerleştirdiler. Yarım saat kadar sonra, nöbetçiler aniden koridorun başında okul müdürü Ali Rıza Paşa’yı gördüler. Nöbetçilerden biri telaşla içeriye girip, “Ali Rıza Paşa geliyor, çabuk toparlanın!” diye arkadaşlarına seslendi; fakat artık çok geçti . Kısa süre sonra Ali Rıza Paşa içeriye girdi. Ali Rıza Paşa, yanında bulunan emir subaylarına sınıfta bulunan herkesin tutuklanmasını emretti. Düşünceli bir şekilde, iki elini arkasında birleştiren Paşa, kapıya doğru yöneldi. Tam kapıdan çıkarken; “Yalnız izinlerini kaldırmakla iktifa olunabilir!“ dedi. Paşa, daha sonra da, “Hiçbir ceza tatbikine luzüm yoktur!” diyerek, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ceza almalarını önleyecekti Ali Rıza Paşa, belki ideal bir Harp Okulu müdürü değildi. Belki çok değerli ya da yetenekli bir asker de değildi; fakat şunu itiraf etmek gerekir ki, son derece namuslu ve vicdani kaygıları olan bir insandı. Eğer o gün isteseydi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının geleceklerine engel olabilirdi. Paşa, o gün her şeyin farkındaydı; ama masanın üzerinde, pencereden sızan ışığın altında duran gazete yazılarını gömemezlikten gelmişti. Ali Fuat, bir gün sonra Mustafa Kemal’i bularak, “geçmiş olsun! “ dileğinde bulundu. Mustafa Kemal, arkadaşının kolunu kavrayarak üzgün, fakat kararlı bir şekilde şunları söyledi: “Bu gazetecilik işine artık ara vermek zorundayız. Ali Rıza Paşa’dan kurtulduk; ama Zülüflü İsmail Paşa’dan kurtulmamıza imkan yok…Ocağımıza incir ağacı diker Allah korusun!... İlerde eğer bir fırsat bulursak yeniden başlarız; fakat pes etmek de yok. Daha çok okuyacağız, daha çok aydınlanacağız… Vatanımız için ve hürriyet için kafa yoracağız!…“ Mustafa Kemal, 1904 Aralık ayında Harp Akademisi’nden 5.likle mezun oldu. Sirkeci’de Gizli Toplantılar Mustafa Kemal, Harp Akademisi’ni bitirdiğinde 24 yaşındaydı. Kurmay stajını Makedonya’da yapmak istiyordu. Şimdi heyecanlı bir bekleyiş içindeydi… Okul biter bitmez birkaç arkadaşıyla birlikte Sirkeci’de bir ev kiraladı. Mustafa Kemal’le birlikte evde iki arkadaşı daha kalacaktı… Mustafa Kemal bu evde de arkadaşlarını bilinçlendirmeye ve örgütlemeye devam ediyordu. Bir gün arkadaşlarının gözlerinin içine bakarak şunları söylemişti: “Siz yalnızca toprak kayıpları ile meşgulsünüz. ama bunun .mühim sebeplerine de bakmak lazımdır. Tarihimizdeki vahim hataları iyi tespit etmek ona göre vaziyet almak lüzumu vardır. İktisadi vaziyetimizi askeri vaziyetimizden ve siyasi vaziyetimizden ayrı bir vaziyetmiş gibi görmek vahim bir hatadır.” “Avrupa devletlerinin iç vaziyetimize müdahaleleri ve o vasıta ile yürüttükleri siyaset bizi imparatorluğun kaybı tehlikesiyle karşı karşıya getirmektedir. İktisadi vaziyetimizin perişanlığını görmemek kabil midir?” “Türklerin yaşadığı Doğu vilayetlerimizden Selanik ve Balkan cihetine kadar halk iktisadi vaziyetin bozukluğunun azabını çekmektedir. Ancak mütegallibe denilen zümre ile çok az sayıdaki bir zümre ve saray çevresi hayatın imkanlarından faydalanmaktadırlar. Başımızda kapitülasyon denilen bir iktisadi bela vardır. Peki bununla neler olmuştur? Avrupa zenginleşti. Avrupa milletleri fabrikalarını yaptılar.Fakat kapitülasyonların getirdiği iktisadi vaziyet bizi bunları yapmaktan men etti. Avrupa devletlerinin hakim oldukları topraklardaki öteki milletlerin fertleri de Avrupa milletlerinin fertleri için istihsal yapmaktadırlar. Bu günkü mevcut topraklarımız içindeki öteki milletler Avrupa’nın kendi emelleri ile tatbik edecekleri siyaset ile kendi vaziyetlerini tayin etmek siyasetini güdeceklerdir. Buna bağlı olarak da Osmanlı azınlıkları bağımsızlık için var güçleriyle mücadele edeceklerdir.” Sirkeci’deki o evde kalanlardan biri de Fethi adlı bir gençti. Fethi aslında bir jurnalciydi. Saray, mezun olduktan sonra da “aykırı öğrenci” Mustafa Kemal”i takip ettirmişti. Mustafa Kemal yakalandığında Sirkeci’deki o evde yaptığı konuşmalar cümlesi cümlesine önüne konulduğunda, II. Abdülhamit’in jurnal ağının ne boyutta olduğunu anlamıştı. Bekirağa Mahkumu Mustafa Kemal’in, tutuklanma gerekçesi olarak pek çok neden ileri sürülüyordu: Okulda gazete çıkarmak ve zararlı fikirleri yaymak, Ramazanın 15’inde Hırka-i Şerif’i ziyaret edecek olan Abdülhamit’in arabasına bomba atmak, Sirkeci’ de ki evde gizli toplantılar yapmak, gizli bir örgüt kurmak, Harp Akademisi’nde öğrenciyken, menfaat temin etmek amacıyla arkadaşları arasında bir yardım sandığı kurarak ihtiyacı olan öğrencilere faizle para vermek gibi eylemlerle suçlanıyordu. Sarayda, uzun süre Askeri Okullar Nazırı Zülüflü İsmail Paşa, Kabasakal Mehmet Paşa ve Mabeyn Başkatibi Tahsin Bey tarafından sorguya çekildi. Suçlamayı kanıtlayacak hiçbir belge yoktu. İyice abartılmış bir takım varsayımlar üzerine kurulmuş bir sürü soruyla muhatap olan Mustafa Kemal, tutuklanıp Bekirağa Bölüğü (zindanına) atıldı. Mustafa Kemal’in tutuklu kaldığı Bekirağa Bölüğü, İstibdata kafa tutan hürriyet savaşçılarıyla doluydu. Çok sayıda öğrenci, buradaki berbat hücrelerde haklarında verilecek sürgün ya da hapis kararlarını bekliyorlardı. Mustafa Kemal, mücadelesinde yalnız değildi. Abdülhamit’in tüm baskılarına ve kurduğu jurnal ağına aldırış etmeksizin istibdat savaşçılığına soyunan çok sayıda Harp Akademisi öğrencisi vardı; fakat Mustafa Kemal’in kader birliği ettiği arkadaşlarından üstün bir tarafı vardı: O, sadece baskı rejimine karşı yapılacak bir ihtilal fikrinin peşinde koşmakla kalmıyor, daha sonra neler yapılması gerektiğini de düşünüyordu. Bekirağa Bölüğü, Beyazıt’ta, Harbiye Nezareti’nin Süleymaniye tarafındaki iki katlı bir binada faaliyet gösteriyordu. Resmi adı, “İstanbul Muhafızlığı Dairesi”ydi. 1870-1922 yılları arasında tutukevi olarak kullanılan Bekirağa Bölüğü, adını zalimliğiyle ünlü Binbaşı Bekir Ağa’dan almıştı.II. Abdülhamit döneminde Bekirağa’nın soğuk taş duvarlarında mahkumların acıya bulanmış çığlıkları yankılanırdı. Mahkumlar çok çeşitli işkencelere maruz kalırdı. Bazen falakaya yatırılır, bazen birbirlerine dövdürülür, bazen de domuz topu yapılırdı. Domuz topunda bacaklar enseye kadar çevrilip bağlanır, böylece mahküm tostoparlak olur, ardından da dayak yerdi. Bu şekilde dövülen mahkumlar çoğu kez baygınlık geçirir. Bayılan mahkumun kafasına bir kova su dökülür, ayıldıktan sonra dayağa devam edilirdi. Bekirağa’da uzun süre tutuklu kalan mahkumlar, gün boyu bit ayıklamakla uğraşırlardı. “Mustafa Kemal’in Bekirağa’daki hücresi gün yüzü görmeyen, çok soğuk, loş ve küçük bir yerdi. İçeride derin bir karanlık vardı… İçeriye, sadece hava deliğinden parlak beyaz bir ışık sızıyordu… Duvar dibinde yayları bozuk eski bir ranza... Üzerinde küflenmeye yüz tutmuş saman bir yatak… Dört bir yanı saran keskin bir nem ve küf kokusu!... Sarı Paşa, adeta kafese konulmuş bir aslan gibiydi... İçecek tütünü, okuyacak kitabı yoktu... Hiç olmadığı kadar sıkıntılı ve düşünceliydi… Mavi gözleri kızarmıştı… Göz kapakları yorgun gözlerinin üstüne düşmüştü... Karnı açtı. En çok özlem duyduğu şey dumanı üzerinde bir sigaraydı... Geceleri çok soğuktu ve birkaç gecedir böbreklerinde dayanılmaz acılar hissediyordu.... Sabahları bir inzibat çavuşunun ayak sesleri yankılanıyordu soğuk taş duvarlarla çevrili koridorda…İnzibat çavuşu, kapıyı gıcırtılarla aralayıp elindeki tepsiyi bırakıyor ve hiçbir şey söylemeden çekip gidiyordu. Tepsi de yarım tayın ve birkaç zeytin vardı, . Kapının önünde hep bir inzibat teğmeni bulunuyordu. Arada bir Mustafa Kemal’i göz ucuyla süzen teğmen, onunla konuşmaktan çekinir gibiydi… İçeride, mahpushane kokan gardiyan sesi ve ara sıra açılıp kapanan çelik kapılardan çıkan sinir bozucu metalik sesler yankılanıyordu: ama Bekirağa’da genelde büyük bir sessizlik hakimdi. Mustafa Kemal, dağınık sarı saçlarıyla ve yorgun gözleriyle başı önünde küçük hücresinde volta atarken en çok diğer arkadaşlarını merak ediyordu. Günlerdir onlardan hiçbir haber alamamıştı. Ara sıra tüm yorgunluğuna ve bitkinliğine rağmen bıyık altından kendi kendine gülüyordu. Daha birkaç gün öncesine kadar her şey ne kadar da güzeldi. Harp Akademisi’ni iyi derece ile bitirmiş, ilk görev yerini büyük bir heyecanla bekliyordu. Ne de büyük hayalleri vardı!...İstibdata karşı mücadele edecekti... Cepheden cepheye koşacak, vatanı için tüm gücüyle vuruşacaktı. Oysaki şimdi birkaç adımlık soğuk bir hücrede günleri, geceleri tüketiyordu. Bir ara yüzünde masum bir gülümsemeyle: “Vatan ve hürriyet mücadelesine girdin mi bunlara da katlanacaksın!” diye düşündü. Hafif aralık dudaklarından bir Rumeli türküsünün ilk ezgileri dökülürken, yavaş adımlarla hücreyi arşınlamaya devam ediyordu… Gün ağaralı birkaç saat olmuştu… Dışarıda lapa lapa bir kar yağıyordu, ince taneli... İstanbul bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı... Bekirağa’nın taş duvarlarla çevrili hücreleri her zamankinden daha soğuk, her zamankinden daha boğucu, her zamankinden daha sessizdi.. Derken gittikçe yakınlaşan ayak sesleri ve Mustafa Kemal’in artık iyice alıştığı o sinir bozucu kapı gıcırtısı duyuldu… İnzibat çavuşu, üzerinde yarım tayin ve birkaç zeytin bulunan tepsiyi içeriye uzattı. Mustafa Kemal, tepsiyi alırken, çavuş Mustafa Kemal’in kolunu kavrayarak ona doğru eğildi ve sessizce: “Size sayılı sigara verme emri aldık... Daha fazla ısrar etmeyiniz... Yapamayız... Emirlere uygun değildir!” dedi ve ardından hafifçe tebessüm edip göz kırptı .. Mustafa Kemal şaşırmıştı!... Birkaç dakika sonra yine o sinir bozucu kapı gıcırtısı eşliğinde çavuş hızlı adımlarla uzaklaştı. Mustafa Kemal günlerdir belki de ilk kez sevinmişti. Bu sözlerden büyük bir ümide kapıldı. Köşede duran saman yatağın kenarına ilişti. Elindeki sigarayı parmakları arasında hafif hafif yuvarlayarak birkaç dakika yumuşattıktan sonra yaktı. Her nefesten sonra dumanı üzerindeki sigaraya bakıyordu. Burnundan salıverdiği yoğun duman küçük hücrenin tavanını kaplamıştı. Aradan haftalar geçti... Acaba kaç hafta geçmişti aradan? Nereden bilsin saymamıştı ki? Derken bir akşamüstü hücrenin kapısı gıcırtılarla ardına kadar açıldı. Mustafa Kemal, köşedeki saman yatağın üzerine uzanmış yatıyordu. Teğmen yumuşak bir sesle, hafif tebessüm ederek: “Buyurunuz!” diyerek eliyle Mustafa Kemal’e yol gösterdi. İşte tam o anda Mustafa Kemal’in derin mavi gözlerinde yayılan ışık karanlık hücreyi aydınlattı. Mavi gözlü adam çok sevinmişti!... Kendini özgürlüğe kanat çırpan bir kuş gibi hissediyordu… Rütubetli soğuk taş koridorlardan geçilip, üst katlara tırmanıldı. Birkaç dakika sonra Mustafa Kemal kendini İsmail Hakkı Paşa’nın karşısında buldu. İsmail Hakkı Paşa, altın çerçeveli gözlüklerinin üzerinden Mustafa Kemal’i baştan aşağı süzdü. Madalyalarla süslü şaşalı üniformasıyla, yüzünün her iki yanından sarkıp çenesinde birleşen ak düşmüş sakalıyla tam eski tip bir Osmanlı memuruydu. Mustafa Kemal iki inzibat arasında sessizce bekliyordu. Yorgun ve perişan görünüyordu. Üzerindeki üniforma kirlenmiş, sarı saçları uzamış, elmacık kemikleri iyice belirgin hale gelmiş, yanakları çökmüş ve mavi gözleri iki derin çukura yuvarlanmış gibiydi; ama yine de her şeye rağmen dimdik ayakta duruyordu Yüz hatları çelik gibi sertti. İsmail Hakkı Paşa, müşfik bir tavırla oturmasını istedi. Mustafa Kemal karşıdaki sandalyelerden birinin kenarına ilişti ve derin mavi gözlerini Paşanın gözlerine kilitledi İsmail Hakkı Paşa, bir taraftan önündeki masanın üzerinde duran dosyanın içindeki kağıtları karıştırırken diğer taraftan Mustafa Kemal’e şunları söyledi: “Sizi serbest bırakıyoruz…Askerlik görevinize devam edeceksiniz…Fakat zannedersem tayininiz uzak yerlere yapılacaktır… Birkaç gün içinde nezarete giderek tayin emrinizi alırsınız. İstanbul’da fazla kalmasanız iyi olur!...“ Paşa, daha sonra oturduğu sandalyeden yavaşça kalkarak Mustafa Kemal’in yanına gelip alçak bir sesle şöyle dedi: “Mektepteki hocalarınızdan bazıları, özellikle okul müdürü Rıza Paşa sizin için çok ısrar ettiler!...” Mustafa Kemal, durumu anladığını ifade edercesine başını salladı. Şimdi kafasını kurcalayan soru şuydu: Gerçekten sürgün mü edilecekti? Yoksa diğer birçok arkadaşı gibi Makedonya da bir yere mi tayin edilecekti? Mustafa Kemal, topuklarını askerce birbirine vurarak İsmail Hakkı Paşa’nın odasından ayrıldı. Bekirağa’dan ayrılırken geriye dönüp, şöyle bir daha baktı… Mustafa Kemal o soğuk taş hücrede geçirdiği günleri hiç unutmayacaktı… Ve yıllar sonra Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından, işgalcilerin buraya hapsettikleri ittihatçıları ziyaret etmek için uğrayacaktı Bekirağa’ya.. O günlerde Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeyi düşünüyordu ve bu fikrini gizlice Bekirağa’daki güvendiği bazı tutuklu İttihatçılarla paylaşıyordu...” Okulda gazete çıkararak, gizli toplantılar yapmak, Padişaha karşı gelmek, suçlarından dolayı tutuklanıp hapis yatan Mustafa Kemal askerlik hayatına sürgün edilerek başladı: Görev yeri Şam’daki 5. Orduydu. Mustafa Kemal, bu sürgün kararını öğrendiğinde arkadaşı Ali Fuat’ın gözlerinin içine bakarak: “Pekala biz de bu çöle gider, yeni bir devlet kurarız” dedi. (Sinan Meydan, SARI PAŞAM, “Mustafa Kemal, II. Abdülhamit ve İttihatçılar”, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.) Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku Mustafa Kemal Atatürk öğrenen, anlayan, analiz eden, sorgulayan bir öğrenciydi. Sorguladığı içinde “protest ve eylemci”ydi: Okulda gizli konferanslar vermesi, yasak kitaplar okuması, gizli bir gazete çıkarıp, gizli toplantılar düzenlemesi bu gerçeğin en açık kanıtları olsa gerek. Mustafa Kemal, öğrenciliğinde, içerde mevcut yönetime, II.Abdülhamit’in istibdadına; dışarıda ise Osmanlı Devleti’ni çepeçevre kuşatan Batı (Avrupa) emperyalizmine baş kaldırmıştı. Bugünün eylemci öğrencileri ise, içerde mevcut yönetime; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın baskısına; dışarıda ise Türkiye Cumhuriyeti’ni çepeçevre kuşatan Batı (ABD) emperyalizmine başkaldırmaktadır. Geçliğe Hitabe ve Bursa Nutku, Atatürk’ün gerektiğinde, “protesto eden”, gerektiğinde “eylem yapan”, gerektiğinde “direnen” bir gençlik istediğinin somut kanıtlarıdır. Bu nedenle, “eylemci, protestocu” gençleri karga tulumba tutuklayıp, sille tokat dövmeden önce, cesaretiniz varsa Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okullardan kaldırın, Bursa Nutku’nu yasaklayın… (Not: Bursa Nutku yoktur! Sonradan uydurulmuş” demek, kocaman bir cumhuriyet tarihi yalanıdır.)
0 notes
Quote
Mustafa Kemal, 1904 yılında 2 numaralı defterine, belki de kendisinin bile hatırlamayacağı şu cümleyi not düşmüştür: "Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı."
0 notes
Text
Atatürk Varken Başka Lider Aramak Gaflettir
1969’da “Mustafa Kemal Yürüyüşü” yaparak Atatürk’ten ilham aldığını gösteren 68 kuşağı da zaman içinde Atatürk’ü unutup, Lenin ve Che gibi “yabancı devrimcilerin” peşine düşmüştür. Kanımca, bu “ithal devrimci sevdası” 68 kuşağının en temel yanılgısıdır. Geçmişin “hızlı solcu” gençlerinin ABD emperyalizmi tarafından çepeçevre kuşatılan bir ülkede bu tür savrulmaları son derece normaldir; ancak yıllar sonra, üstelik “dünyadaki bütün devrimci ruhların ilham kaynağı” olan Atatürk’ün kurduğu bir partinin, CHP’nin, Atatürk’ü “unutup” yeniden Deniz Gezmiş’e ve Che Guevera’ya yönelmesi, 68’in de gerisine düşmektir.
Evet! Hem Deniz Gezmiş hem de Che “antiemperyalist” çağrışımlarından dolayı iki baskın ve önemli semboldür, ama her ikisinin de ilham kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Halkçı CHP’nin “unuttuğu” Mustafa Kemal Atatürk!...
Şöyle ki:
20 YÜZYILIN EN BÜYÜK DEVRİMCİSİ
ATATÜRK, 20. yüzyılın en büyük devrimcisidir.
O, daha genç bir kurmay subayken, 1904’yılında not defterlerinden birine "Maddeyi anlamalı, evvela sosyalist olmalı" diye bir not düşmüştür.
O,
Trablusgarp’ta, İtalyan emperyalizmine karşı,
Çanakkale'de İngiliz emperyalizmine karşı,
Muş ve Bitlis'te Rus emperyalizmine karşı,
Suriye-Filistin'de İngiliz emperyalizmine karşı,
Sakarya ve Dumlupınar'da İngiliz destekli Yunan emperyalizmine
karşı savaşmış;
Ve bütün bu savaşlardan zaferle çıkmıştır.
O dünya tarihinde yenilmeyen "tek" antiemperyalist özgürlük savaşçısıdır.
O, sadece "emperyalizmi" dize getirmekle kalmamış, "yarı bağımlı", bir "ümmet" imparatorluğundan "tam bağımsız", "çağdaş" bir "ulus devlet” yaratacak devrimleri de gerçekleştirmiştir.
TÜM DEVRİMCİ RUHLARIN ATEŞİ
Atatürk’ün devrimci ruhu, Doğu'dan Batı'ya, bütün antiemperyalist mücadelelerin "ateşi" olmuştur.
Afganistan'da Amanuallah Han,
Hindistan'da Muhammed Ali, Gandi ve Nehru
İran'da Şah Rıza Pehlevi,
Mısır'da Nasır,
Küba'da Castro ve Che,
Çin'de Mao
Ve daha niceleri.... Dünyanın önde gelen bütün "devrimci ruhları”, onun ateşiyle "kıvılcım" almıştır.
“Tarihçilerin kutbu” olarak bilinen yaşayan en büyük Türk tarihçisi Prof Dr. Halil İnalcık, Atatürk’ün antiemperyalist mücadelesinin “bütün dünyayı” nasıl derinden etkilediğini şöyle ifade etmiştir:
“Mustafa Kemal’in emperyalistlere karşı zaferi Batı’yı sarsıyordu. Avrupa’nın sömürge halinde getirdiği Hindistan ve Çin bu kahramanın mücadelesini günü gününe izliyorlardı. Harpten yeni çıkmış İngiliz halkı, Yunan’ın yardımına gitmek için asker olmayı kabul etmedi. (1922). Yunan yalnız kaldı. İngiliz Hükümeti, Büyük Savaşta olduğu gibi Hintlilerden, Hintli Müslümanlardan bir ordu yapıp Mustafa Kemal’e karşı Yunanlıların yardımına gelmek istedi. Fakat Hintli Nehru ve Gandi, o zaman Mustafa Kemal’in Anadolu’daki savaşını heyecanla izliyorlar, bağımsızlıkları için bir savaş öncesi gibi algılıyorlardı. İngiltere’ye asker vermemek için ‘non cooperation’ hareketini başlattılar. Eğer Gandi ve Nehru bu hareketi başlatmasalardı İngiltere Yunan’ın yanına gelecekti, o zaman işler çok daha başka olabilirdi. Mustafa Kemal, kendi vizyonuyla Asya’yı fethetmişti. Hindistan’ı bağımsızlığa götüren Gandi’nin kahramanı Mustafa Kemal’di. Çin o tarihte kapitülasyonlarla Batı’nın bir sömürgesi haline geldi. Çin kapitülasyonları Batı’nın yüzüne atma cesaretini ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra başardı. O günlerin gazetelerini okursanız göreceksiniz, Avrupa’nın bir kölesi haline getirilen ülkeler, Endonezya, Çin, Hindistan, Orta Asya Mustafa Kemal’den cesaret aldılar. Afganistan’da Amanuallah Han, İran’da Şah Rıza Pehlevi Gazi Mustafa Kemal’i örnek aldılar…”
(Prof. Dr. Halil İnalcık, “Atatürk ve Atatürk’ten Hatıralar”, Atatürk’le Yaşayanlar, İstanbul, 2010, s.107).
Görüldüğü gibi Gandi’nin de ilham kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’tür.
CHE’NİN ÇANTASINDAN ÇIKAN NUTUK
Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde, çantasından; “Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır.
Gelin şimdi, "Türkiye'den binlerce kilometre uzakta öldürülen CHE'nin çantasında Atatürk'ün Nutuk'unun ne işi var" sorusuna yanıt verelim:
Dünya Barış Konseyi Dönem Başkanı Nazım Hikmet, ölümünden 2 yıl önce, 12 Mayıs 1961 yılında Fidel Castro’ya “Barış Ödülü” vermek üzere Havana’ya gitmiştir. Yanında son sevgilisi Vera da vardır. Havana'da Fidel Castro ile özel bir görüşme yapan Nazım Hikmet, daha sonra Moskova’ya dönmüştür. Nazım Hikmet, Castro’ya Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı anlatmıştır. Bu görüşmenin ardından Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro,Türk Büyük Elçiliği'nden Atatürk'ün Nutuk kitabını istemiştir.Genç Diplomat Bilal Şimşir, izinli olarak Ankara’ya geldiğinde Milli Kütüphane’de uzun araştırmalar sonunda bulduğu Fransızca Nutuk’u Dışişlerine teslim etmiş, Dış İşleri de Nutuk'u Castro'ya ulaştırmıştır. Fidel Castro Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nı ve devrimlerini anlattığı Nutuk'u okuduktan sonra Atatürk'e büyük bir sevgi ve saygı duymaya başlamıştır. Nutuk'u özümseyerek okuyan Castro, dünyadaki ilk antiemperyalist savaşın önderi Mustafa Kemal Atatürk'ten ve onun "utkuya eriştiren" 1919 Ruhu’ndan esinlenmiştir."Fidel Castro Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nı ve devrimlerini anlattığı Nutuk'u okuduktan sonra Atatürk'e büyük bir sevgi ve saygı duymaya başlamıştır. Nutuk'u özümseyerek okuyan Castro, dünyadaki ilk antiemperyalist savaşın önderi Mustafa Kemal Atatürk'ten ve onun "utkuya eriştiren" 1919 Ruhu’ndan esinlenmiştir.
Castro, Nutuk'u okuduktan sonra dava arkadaşı, yoldaşı Che Guevara'ya vermiştir. Şimdi Nutuk'u okuma sırası Çhe'dedir...
Sevgilisine Nazım’dan en güzel aşk şiirleri okuyan ve mektuplar yazan Küba Devrimi'nin öncülerinden Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “GRAN DISCURSO - Revolucionario Kemal Atatürk” (Atatürk’ün Büyük Nutuk’u), Nazım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı“ ve “Amo en ti lo imposible” adlı, 1961 Havana basımı Şiir Antolojisi kitabı çıkmıştır.
Bugün Santa Clara şehrinde bulunan Devrim Treni ve Che Müzesi’nde bir Nazım Hikmet kitabı da bulunmaktadır.
Çhe’nin çantasından çıkan “Nutuk” ve “Kuvayı Milliye Destanı”, Arjantinli devrimci Che Guevera’nın “özgürlük”, “bağımsızlık” ve “devrim” mücadelesinde, ilk antiemperyalist zaferin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ten ve onun önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı’ndan etkilendiğini kanıtlamaktadır. Che'nin çantasından Nutuk çıkmadığını, bunun uydurma olduğunu iddia edenler de vardır. Ancak burada mesele çantadan Nutuk çıkıp çıkmadığı değil, Che'nin düşünce dünyasında Atatürk'ün yeri olup olmadığıdır. Bunu anlamak için de Che'nin esin kaynaklarına bakmak gerekecektir.
CHE’NİN AKIL HOCASI ATATÜRK HAYRANIYDI
Che, “devrim düşleri” görmeden önce Arjantinli bir gezgindi. Che, Boenos Aires Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken, arkadaşı Alberto Granada ile birlikte tek silindirli 500 cc’lik Norton marka bir motosikletle Şili üzerinden Peru’ya geldiklerinde birkaç günlüğüne Dr. Hugo Pasce’nin evinde konuk olmuşlardı. İşte o evin kütüphanesindeki bir kitap Che’nin hayatını değiştirecektir. Che’yi “silahlı devrime” yönelten bu kitap, Jose Carlos Mariategu’nin, “Siete ensayos de interpretacion de la realided Peruana” (Peru Gerçeğinde 7 Yorum) adlı eseridir.
Che’yi derinden etkileyen bu Jose Carlos Mariategu, kelimenin tam anlamıyla bir Atatürk hayranıydı.
Latin Amerika’da Türk Kurtuluş Savaşı’nı, Türk devrimini ve Atatürk’ü en iyi ve en erken anlayanlardan biri oydu.
Türk Kurtuluş Savaşı bittiğinde Arjantin, Uruguay ve Peru gibi İngiliz etkisindeki Latin Amerika “imparatorlukları” Türk zaferine, “tüm dünyaya yayılacak bir salgın” gibi bakmışlar, Türk zaferinden büyük üzüntü duymuşlardı:
Örneğin, Peru gazetesi El Comercio, Atatürk’ü Cengiz Hana’a benzettiği bir analiz yazısında, “Cengiz Han veya Kemal, değişen sadece isimler. Aynı ırk, aynı yöntemler. Fakat Avrupa Türklerin katliamları karşısında sessiz kalıyor ve katillerin lideriyle masa başına oturmayı düşünüyor. Bize Türklerin bir daha Avrupalıların şerefiyle oynayamayacakları ve Asya dağlarının ötesindeki sınırlara atılacakları sözünü vermişlerdi. Aslan yürekli Richard’ın, Kızıl Sakal Frederic’in ve Philippe Aguste’nin torunları şimdi kollarını kavuşturmuş, Osmanlı ile barış yapıyor. Avrupa’yı asırlık düşmana karşı böyle dağınık görmek, bugün insanı gerçekten üzüyor.” demiştir.
Her şeye rağmen Latin Amerika ülkelerinde Türk Kurtuluş Savaşı’nı daha “soğuk kanlı” ve daha “gerçekçi” değerlendiren gazeteler de vardı.
Örneğin, Montevideo’da yayınlanan El Dia gazetesi, 1 Eylül 1922’de, “Türklerin zaferi tam bir İngiliz yenilgisidir. Arap dünyasındaki İngiliz planlarına en güçlü ve en akıllı darbedir.” yorumunu yapmıştır.
Arjantin’in La Nacion gazetesi ise, 18 Eylül 1922’de, “Türklerin zaferi sadece Yunanlıların değil aynı zamanda Asya ve Afrika halklarının gözünde tüm Avrupa medeniyetinin yenilgisidir.” yorumuna yer vermiştir.
İşte emperyalizm kıskacındaki Latin Amerika ülkelerinin Türk Kurtuluş Savaşı ve Atatürk’ü anlamaya çalıştıkları o günlerde, Perulu yazar Mariategui, “Türk Devrimi ve İslam” adlı makalesinde, Türk devriminin ve Atatürk’ün “ezilen ülkeler” için adeta bir “kurtuluş reçetesi” olduğunu belirtmiştir.
Atatürk devrimini “mükemmel bir örnek” diye tanımlayan Maritegui, İtalyan Musolini ve Latin Amerika diktatörlerine karşı Atatürk’ü “ilerici lider tipi” olarak adlandırmıştır.
Mariategui, özellikle Kemalist Devrim’in “hızı” üzerinde durmuştur. Şu cümleler ona aittir:
“Türkiye şimdiye kadar görülmemiş, muazzam dönüşümlere sahne oluyor. Beş yıl gibi bir sürede ülke, kurumlarını, izleyeceği yolları ve düşünce tarzını radikal bir biçimde değiştirdi.”
Mariategui, ayrıca, Türkiye’nin beş yıl içinde çağdaş bir toplum haline geldiğini, ulusal birliğe kavuştuğunu ve Batı medeniyetiyle bütünleştiğini anlatmıştır. Üstelik bunun, yabancıların baskısıyla değil, kendiliğinden, içten gelen bir dürtüyle gerçekleştiğini belirtmiştir.
Mariategui’ya göre, Türk Devrimi’nin başarısının altında Türk Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim’în kararlılığı yatmaktadır.
Mariategui, Türk Kurtuluş Savaşı’nı “Davut’un Golyat’a karşı kazandığı zafere” benzetmiştir. Yenik ve parçalanmış “hasta adam” yeniden ayağa kalkmış ve dönemin en büyük emperyalistlerine karşı meydan okumuştu. Böylece insanlık tarihinde Japonya’dan sonra (1905-Rus-Japon Savaşı) bir başka ezilen, “barbar” olarak adlandırılan bir halk, Avrupalı güçlere dur demişti.
Ona göre, Türklerin bu zaferi Latin Amerika ülkeleri için de çok önemliydi.
Mariategui, 1924 yılında genç cumhuriyetin düşmanının “emperyalist Avrupa” olduğunu da belirtmişti: Hilafetin kaldırılmasını “Türkiye’deki en önemli kurumun yok olması” diye adlandıran İngiliz The Times gazetesinin başlığına gülümseyerek, “Doğu’nun gerçek düşmanı Batı’dır. Çünkü Batı, Doğu’nun Batılılaşmasını, kendi ideolojisinin ve kendi kurumlarının Doğu’da yayılmasını istemiyor” demiştir.
İşte, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan, Türk Devrimi’nden ve Atatürk’ten çok fazla etkilenen ve Atatürk’ü “emperyalizme baş eğdiren Doğu’nun kahramanı” olarak gören bu Mariategui, devrimci Che’yi en fazla etkileyen yazardır. Özetle, Che’nin “akıl hocası” Maritegui, bir Atatürk hayranıdır. Che’nin Türk Kurtuluş Savaşı’ndan ve Atatürk’ten etkilenmesini sağlayan da o dur.
Che’nin akıl hocası Mariategui’nin “bir Atatürk hayranı” olması ve Che’nin çantasından çıkan “Nutuk” ve “Kuvayı Milliye Destanı”, Arjantinli devrimci Che Guevera’nın “özgürlük”, “bağımsızlık” ve “devrim” mücadelesinde, ilk antiemperyalist zaferin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ten ve onun önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı’ndan etkilendiğini kanıtlamaktadır.
KENDİNİZE BAŞKA ESİN KAYNAĞI ARAMAYIN
1997’de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Castro, yaptığı konuşmada:“Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarını ben asla başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk.... Bu kadar büyük bir devrim yaptım, ama Kemal Atatürk’ün yaptıklarını başaramazdım... Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın.” demiştir.
Fidel Castro’nun 70. Yaş günü anısına düzenlenen, Uluslararası Edebiyat Yarışması‘nda ödül almak üzere Küba’ya giden ve 12 Aralık 1996’de Castro ile ödül töreni sonrası görüşme imkanı bulan Dursun Özden “...Türkiye’de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro’ya tapıyorlar, sizleri tek ve mutlak önder olarak kabul ediyorlar. Sizin şarkılarınızı, marşlarınızı ve kitaplarınızı dillerinden ve ellerinden düşürmüyorlar...” diyerek sürdürdüğü sorusunu tamamlamadan; Castro kibarca Dursun Özden’in sözünü keserek şunları söylemiştir: “Övgün için teşekkür ederim. Atatürk’ün ülkesinden genç bir Türk Şairi Dursun Özden’i konuk etmekten çok mutluyum. Ama söyledikleriniz yanlış... Devrimci Kemal Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar... Atatürk, 1919’da Anadolu’dan düşmanları kovmak için Bandırma Gemisi’yle Samsun’a çıktı. Ve anti-emperyalist bir savaş verdi ve zafere erişti. Biz, Atatürk’ün bu devrimci savaşından etkilendik-esinlendik ve tam 40 yıl sonra, 1959’da Granma Gemisi’yle Havana’ya çıktık. Ülkemizden emperyalistleri ve işbirlikçisi Faşist Batista rejimini yıkmak için. Biz de zafere eriştik. Bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır Devrimci Kemal Atatürk... Sağdan sola doğru yazılan Arap harfli ALFABE’yi bırakıp, soldan sağa doğru yazılan Latin harfli ABECE’ye geçilen Harf Devrimi başta olmak üzere, bir dizi Çağdaş ve Aydınlanmacı Cumhuriyet Devrimlerini bu kadar kısa sürede biz asla başaramazdık. Atatürk sosyalist olsa da aynı şeyleri yapardı. Kendinize başka esin kaynağı aramayın... Büyük bir deha ve komutan olan Kemal Atatürk’ün kıymetini bilin ve kendinize başka önder, yol ve yordam aramayınız...” demiş. “1995 yılında Habitat 2 Toplantısı nedeniyle görme fırsatı bulduğum; bir dünya cenneti olan uygarlıklar harikası, güzel ve büyüleyici İstanbul’u çok özlüyorum...” diyerek sözlerini bitirmiştir.
Castro, Küba’nın en önemli parklarından birine de Atatürk büstü koymuştur. Küba’nın başkenti Havana Linea Caddesi 13/K parkında bulunan Atatürk büstü, 26 Temmuz 2007’de Havana Karnavalı sırasında Avrupa ülkelerinden gelen “Kürt kökenli” gençler tarafından parçalanarak yerinden sökülmüştür.
Havana’daki Türkiye Büyükelçisi Şanıvar Kızılderi, yeni büstün Habana Vieja’da bir meydana dikileceğini söylemiştir.
(http://turkpolitika.com/haberler-mainmenu-96/haber-arivi/1-haberler/2328-chenin-cantasndan-ckan-nutuk-dursun-oezden).
BEN ÇİN’İN ATATÜRK’ÜYÜM
Mao, 1935’teki ‘Uzun Yürüyüş ’öncesinde Şangay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye:: “Ben, Çin’in Atatürk’üyüm.” diye seslenmiştir.
Ve 1948’den bugüne, 1,5 milyar nüfuslu Çin Halk Cumhuriyeti’nin okullarında 8 ve 9. sınıflarda okutulan “Yakınçağ Tarihi” ders kitaplarının kapağında bir Atatürk resmi yer almaktadır ve içinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri anlatılmaktadır.
Çin, Atatürk’ü ve devrimleri gençlerine öğretirken, KKTC’de Annan Planı gereği, “Yakınçağ Tarihi” ders kitaplarından, “Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı” bölümleri çıkarılıp yerine, Kuzey Kıbrıs’ta bulunan kilise ve manastırların tarihçeleri ve resimleri konulmuştur.
AB’nin, Türkiye’deki “İnkılap Tarihi” derslerinden ve Atatürk’ten rahatsız olduğu herkesin malumudur.
VENEZUELLA’DAN NORVEÇ’E
Bugün, Venezuella'nın antiemperyalist lideri Hugo Chavez, Venezuella'da "Atatürk'ün Sosyal Fabrika Projesi'ni" uygulamaya koymuştur. Gazeteci Yazar Banu Avar, Venezuella gezisinde “Atatürk modeli fabrikalarla” karşılaştığında çok şaşırmıştır.
Chavez’in Yeni Anayasa’sında, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 ve 1961 anayasalarından alınan 65 madde yer almaktadır.
Ve bugün bir Norveçli, içinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıya geldiğinde, Norveç diline yerleşmiş olan "Atatürk gibi düşünmek" deyimini anımsamaktadır.
EN BÜYÜK HALKÇI: MUSTAFA KEMAL
Halkla birlikte bir Kurtuluş Savaşı yürütmesi, Halk ordusuyla emperyalizmi dize getirmesi,
Bir ölüm kalım savaşında "ille de meclis" diyerek halkın temsilcilerinden oluşan TBMM'yi açması,
I. TBMM'de "Halkçılık Programını" kabul etmesi,
Halkı "koyun sürüsü" olarak gören "saltanat sistemini" yıkıp, Cumhuriyeti ilan ederek, "egemenliği kayıtsız şartsız halka vermesi".
Halkı, yaşadığı çağdan koparıp Ortaçağ’a bağlayan geri kalmış kurumlara son vermesi, "akıl ve bilimin" önünü açarak çağdaş uygarlığı hedef göstermesi,
Fakir bir halkı en çabuk biçimde kalkındıracak bir ekonomik program yürütmesi,
Ezilen kadına, yeniden "kadınlık onurunu" kazandırması,
Ve HALKÇILIK ilkesiyle Devletin temeline "halkı, halkın refah ve mutluluğunu" yerleştirmesi;
Atatürk’ü Türk tarihindeki en büyük sosyalist olarak adlandırmamıza yeter de artar bile... Ama O, klasik bir SOSYALİST değildi, o bütün ideolojilerden olduğu gibi Sosyalizm’den de beslenmiş ve kendi ideolojisi olan KEMALİZM içine “Türk sosyalizmi” olarak adlandırılabilecek HALKÇILIK ilkesini yerleştirmişti....
Bugün, “Halkın iktidarını kuracağız” diyenlerin “kimden” ilham almaları gerektiği sanırım anlaşılmıştır!...
ATATÜRK VARKEN BAŞKA ÖNDER ARAMAK
Her şeyi bir kenara bırakın, sadece CHE'nin çantasından çıkan NUTUK bile, yakın zamanların gelmiş geçmiş en büyük "özgürlük savaşçısı" ve "devrimcinin" ATATÜRK olduğunun en açık kanıtı değil midir?
Özetle, bir Türk olarak ben, Arjantinli CHE'yi, Kübalı CASTRO'yu, Çinli MAO'yu, Hintli GANDİ’yi değil, bütün bu isimlerin ilham kaynağı olan "gelmiş geçmiş en büyük özgürlük savaşçısı" ATATÜRK'Ü kalbimde ve yakamda taşırım...
Atatürk’ün kurduğu partinin liderine de tavsiyem, kendisini Gandi’yle veya Çhe’yle değil, Che’nin ve Gandi’nin bile “ilham kaynağı” olan Atatürk’le özdeşleştirmesidir.
Castro’nun, Dursun Özden’e dediği gibi, “Devrimci Kemal Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar...”
Tatlı su solcularına (kendi ülkesinin gerçeklerine yabancı, tarihinden habersiz, bağımsızlığın kıymetinin farkında olmayan solculara) ithaf olunur!...
0 notes
Text
KÜRT SORUNU’NU KEMALİZM ÜRETTİ YALANI
Cumhuriyet tarihi yalancıları, Türkiye’nin bugün yaşadığı bütün sorunların olduğu gibi “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketin” de Kemalizm’in “yanlış politikalarından” kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Onlara göre, Atatürk eğer Türk Devrimini gerçekleştirmeyip Türk Ulus Devleti’ni kurmasaydı, Osmanlı’daki haliyle Kürtler asla sorun olmayacaklardı! Bu güdük tez, bugün yobaz-liboş ve tatlısu solcusu entellerin en çok rağbet ettikleri tezlerden biridir. Ama diğer tezleri gibi bu tezleri de temelsizdir, çürüktür, yanlıştır, yalandır… Mesele onların iddia ettiklerinden çok ama çok başkadır. Şöyle ki: “Kürt Sorunu”, daha doğrusu “Ayrılıkçı Kürtçü Hareket”, Osmanlı’nın klasik çağı diye bilinen Yükselme Donemi’nden, yani 16. yüzyıldan beri devam eden bir sorundur. Çok daha önemlisi, Kürt aşiretlerini “sorun” haline getiren de bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngörüsüz ve yanlış poltikalarıdır. “Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere özerklik sözü vermişti” diye yalan söyleyerek bugün Ayrılıkçı Kürtçü Harekete tarihsel dayanak arayan Cumhuriyet tarihi yalancılarına, ben gerçek bir tarihsel dayanak vereyim. Alsınlar onu kullansınlar! Osmanlı’nın Kürt Politikası “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk Kütlere özerklik verdi” diyerek bugün “özerk Kürdistan” planları yapan Kürtçülerin eline “tarihsel dipnotlar” vermeye çalışan Cumhuriyet tarihi yalancıları, aslında Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin değil ama, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının Kürtlere özerklik verdiklerini bildikleri için her fırsatta “Osmanlı seviciliği” yaparak Cumhuriyete ve Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’e saldırmaktadırlar. 1514 Çaldıran Savaşı’nda İdris-i Bitlisi liderliğindeki Kürt aşiret reisleri, Şah İsmail’in liderliğindeki Safevilere karşı Osmanlı’ya destek olmuşlar, Osmanlı ordusuyla birlikte Safevi Türkmenlere karşı mücadele etmişlerdir. Dönemin Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, Kürtlerin bu yardımlarını ödüllendirmiş ve Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerine “bir tür özerklik” vermiştir. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Yeniçerilerin huzursuzluğu artınca Amasya’ya dönen Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu’da “düzenin sağlanması“ görevini İdris-i Bitlisi’ye vermiştir. İdris-i Bitlisi de 25 Kürt aşiretini biraraya getirerek, onları, “ Kızılbaşların-Türkmenlerin kökünü kazımaya“ teşvik etmiştir. İdris-i Bitlisi, bu kararını Amasya’ya giderek Yavuz Sultan Selim’e bildirmiştir. İdris-i Bitlisi’nin önerisi üzerine, Bıyıklı Mehmed Ağa, Diyarbakır bölgesi beylerbeyi yapılmıştır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, yayınladığı bir fermanla 33 Kürt beyine derebeylik hakkı vermiştir. Bu hak sayesinde Kürt aşiret beyleri, bulundukları köyün veya kasabanın sahibi olmuşlardır. Minorsky bu durumu, “Osmanlı-Safevi mücadeleleri sırasında Kürtler arasında derebeylik hayatının inkişafına müsait bir muhit çıkmıştı.” diye ifade etmiştir. İdris-i Bitlisi’nin “Selim Şahnamesi“nde yazdığına göre, “40 bin Kızılbaşın/Alevi Türkmenin başı kesilmiştir.“ İdiris-i Bitlisi, “Bir şafi ne kadar günahkar olursa olsun 7 Kızılbaş öldürürse cennete gider“ diyecek kadar büyük bir Alevi düşmanıdır. Binlerce “Alevi-Türkmen“ İdiris-i Bitlisi gibilerin katliamdan kurtulmak için “Sünni-Şafi Kürt“ kılığına bürünmüştür. Ziya Gökalp, “Kürt Aşiretleri Hakkında İçtimai Tetkikler“ adlı incelemesinde Türklerin tarih içinde nasıl Kürtleştiklerini, Diyarbakır ve Silvan’daki Karakeçililerin Kürtleşmesi olayı üzerinden anlatmıştır. Yavuz Sultan Selim’in “Kürtleri, Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanma karşılığında” Kürtlere verdiği ayrıcalıkları, oğlu Kanuni Sultan Süleyman da devam ettirmiştir. Aşağıdaki ferman Kanuni Sultan Süleyman’a aittir:
“ (…) Yavuz Sultan Selim zamanında (…) Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerekse kendilerinin vaki müracaatları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi, ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip, mutasarrıf oldukları eyaletler, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (mülk) ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı; dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir. Bu emri celileye (padişah buyruğuna) riayet edilecek, hiçbir surette üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir. Bey, öldüğünde eyalet kaldırılmayıp, bütün sınırlarıyla, padişah tapusu uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerinde kale ve yerleri aralarında paylaşılacaktır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yoluyla ebediyete kadar sürekli kullanıcısı olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyalet hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona verilecektir.” Cumhuriyet tarihini çarpıtmakla ün yapmış Araştırmacı Altan Tan ve onun gibilerin bugünkü “Özerk Kürdistan” yaklaşımının altında Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürt aşiret reislerine tanımış olduğu “haklar” ve “ayrıcalıklar” bulunmaktadır.
Altan Tan, bir kitabında “Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması”nı şöyle anlatmıştır:
“Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı’ndan sonra ordusuyla İstanbul’a dönerken Amasya’da konakladı. Savaşta kendisini destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında, Amasya’da buluşarak tarihi, Kürt-Osmanlı özerklik Anıtlaşması’nı karara bağladı. İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı; mühürleyip boş fermanları İdris-i Bitlisi’ye vererek istediği şekilde bu boş fermanları doldurabileceğini söyledi…
"Altan Tan kitabında, Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürtlere verdiği “özerklik” konusunda da şunları yazmıştır: “Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle babadan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.” “Kürt beyleri ile Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim arasında Amasya’da kabul edilen özerklik şartlarına göre Kürt emirleri, atalarından kendilerine intikal eden topraklarda bağımsız olarak geleneksel düzenlerini koruyacaklardır. Bu emirlikler, eskiden olduğu gibi babadan oğula intikal edecektir. Osmanlılar, yabancı bir devletle savaştığında, Kürt beyleri, kuşanmış silahlı süvarileriyle Osmanlı ordusuna katılarak savaşacaklar ve dışardan bir saldırı olursa ortak düşmana karşı koyacaklar, aynı şekilde Osmanlılar da Kürtleri düşmanlarına karşı koruyacaklardır. Kürt emirler, Osmanlı Devleti’ne her yıl tespit edilecek bir vergi vereceklerdir.” Televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde bağıra çağıra, Atatürk’e ve Cumhuriyete “kin kusan” Altan Tan’ın yukarıdaki cümleleri, her şeyden önce, “ağır faşizm” kokmaktadır. Altan Tan’ın, Kızılbaşlara karşı olmayı “müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunmak“ diye değerlendirmesi, egemen Sünni görüşün, klasik Alevi-Türkmen düşmanlığının bir yansımasıdır. Görüldüğü gibi, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman ve babası Yavuz Sultan Selim döneminde “Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren” Kürtlere, devlete gösterdikleri bu “öz kulluk” ve “dilaverlikleri” karşılığında “eyaletler”, “şehirler”, “köyler”, “mezralar”, “kaleler” ve “topraklar” vermiştir. Böylece Kürt aşiretlerinin “feodalleşme” süreci başlamıştır. Yani, Kürt aşiretlerini feodalleştiren veya mevcut feodal yapıyı daha da güçlendiren, Osmanlı padişahlarının “öngörüsüz” politikalarıdır. Erdal Sarızeybek’in dediği gibi: “ İşte, o gündür bugündür, ‘ağalar’ Doğu’da hep ağadır, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Zeydan gibi, tıpkı Geylani gibi. O gün bugündür ‘mir’ ‘beyler’, hep mir ve beydir, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Dengir Mir Mehmet Fırat gibi. Bugün bize demokrasi, insan haklarından bahsedenler ortaya çıkıp da ‘Demokrasilerde ağalık, beylik olur mu!’ hiç demez, diyemez. Çünkü kendileri de bu sistemin bir parçasıdır. Cumhuriyet kurulalı 87 yıl olmuş, ama hala ağalar ağa, beyler bey, mirler mir, , şeyhler şeyhtir, geri kalanlar ise köylüdür, köylü kalmış, işçi kalmış ve hiç ‘hak ve söz sahibi’ olamamıştır. Şanlı Urfalıların deyimiyle ‘Maraba’ kalmış, yani ağanın yanında çalışan amele olmuştur. (…) Demokrasilerde ‘söz hakkı olmayan insan’ olur mu hiç? Terör olayları nedeniyle göç etmek zorunda kalan iki milyon insanı bir kenara koyunuz. Doğu’da halkımızın çoğunluğu toprak sahibi olmadığı için ve Altan Tan’ın deyimiyle bu halk kitlesinin söz hakkı olmadığına göre, düşününüz böyle bir demokrasiyi, neredeyse hepimiz ‘maraba’ olmuşuz, ama haberimiz olmamış. Göçlerle kırsaldan şehirlere gelenlerin çoğunluğunun sorunları çözülmediği için yaşam zorluklarıyla karşı karşıya kaldıklarından dolayı mağdur halk kitlesine dönüşüp PKK çizgisindeki bir siyasetin tabanı haline gelmiştir. Aslında bunun da marabalıktan hiçbir farkı yoktur. Gerçek buyken, ülkemizde bu trajik gerçeğin adı ‘demokrasi’ olmuştur, insan hakları olmuştur, yazık…” Osmanlı’nın “Kürtleri kullanma” karşılığında Kürtlere verdiği “ayrıcalıklar” bitmek tükenmek bilmemiştir. Örneğin, 1587 yılında padişah 3. Murat, Hakkari’deki Kürt beyine gönderdiği bir fermanda Kürtlerin Kızılbaşlara kılıç sallamaya devam etmelerini istemiştir. “Kürt emirleri, şimdiye kadar Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah yolunda gaza ve cihat ede gelmişlerdir. (…) Din uğrunda çalışıp Kürt emirlikleri arasında faydalı ve adla anılır olasız.” diyen 3. Murat’ın sadece Kürtleri değil “dini” de çok rahat bir şekilde kullandığı görülmektedir. Belgelerden anlaşıldığına göre Osmanlı İmparatorluğu’nda “Tımar sistemi” çerçevesinde hiçbir topluluğa verilmeyen “özel mülkiyet” hakkı sadece Kürt aşiretlerine verilmiş, bu da Kürtlerin merkezden koparak“feodalleşmeleri sürecini” hızlandırmıştır. Kürtleri olabildiği kadar “şımartan” Osmanlı İmparatorluğu, devletin “asli unsuru” Türkleri ise bir o kadar küstürmüştür. Osmanlı’nın özellikle 15. yüzyıldan itibaren Alevi-Kızılbaş Türklere-Türkmenlere yönelik saldırgan politikaları, Türklerin “ezilmeleri”, “sindirilmeleri” ve “devlet kademelerinden dışlanmalarıyla” sonuçlanmıştır. İmparatorluğu “dönme-devşirmelere” teslim eden Osmanlı, 15 yüzyıldan itibaren Türklere “Etrak-i biidrak” (Akılsız/Aptal Türkler) demeye başlamıştır. Ünlü Osmanlı tarihçisi Naima’ya göre Osmanlılar Anadolu Türklerini şu sözlerle tanımlamışlardır: “ Nadan Türk (Çaresiz Türk), Türk-i bed lika (Çirkin suratlı Türk), etrak-i bi idrak (Düşüncesiz Türk), Türk-ü sütürk (Çoban köpeği Türk), Hilekar Türk” Osmanlı’da “Türk” sözcüğü -hiç abartısız- 500 yıl boyunca “aşağılama sıfatı” olarak kullanılmıştır. Her gün ekranlarında “şişe gerine”, ballandıra ballandıra Osmanlı’dan söz eden günümüzün büyük tarihçileri (!) nedense bu gerçeklerden hiç söz etmezler! Osmanlı döneminde yüzyıllarca “kimliksiz”, “kişiliksiz” bırakılan; merkezin “dönme” “devşirmelere” bırakılmasıyla merkezden çevreye itilen Türkler, 20. yüzyılın başlarında Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasıyla uzun bir aradan sonra yeniden “kimliklerini” ve “kişiliklerini” kazanmışlar, yeniden “çevreden” “merkeze” taşınmışlardır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Alevi Türkmenlere karşı Sünni Kürtlerin “kollanması” ve “kullanılması”, bölgedeki Alevi Türkmenleri yeni arayışlara sürüklemiştir. Yaşam kaygısı içindeki bu Türk toplulukları, Kürt egemenliği altında hayatlarını sürdürmek zorunda kalmışlar, bunun için de Kürtçe öğrenmişler, Kürt adetlerini benimsemişler ve sonuçta Kürtleşmişlerdir. Evet, Osmanlı’nın “klasik döneminde” -Kürt aşiretleri hariç- feodal (derebeylik) sistemin gelişmesine izin verilmemiştir. Ancak zaman içinde Batı, feodal sistemi yıkarak merkezileşmeye başlarken, Osmanlı tam tersine, zaman içindeki güç kaybına paralel, merkezi otoritesini yitirmiş ve “feodalleşmeye” başlamıştır. Osmanlı’da 17. yüzyıldan sonra başlayan bu feodalleşmenin adı, “Kürtçülük” ve “Ayanlık” tır. Feodal sistemde üretim ilişkileri gereği “köylü”, toprak ağasına bağımlıdır; köylü, toprak ağası için çalışmakla yükümlüdür. Kısaca köylünün kaderi ağanın, iki dudağı arasındadır. Ağa, köylüyü, kayıtsız şartsız kendisine “biat ettirebilmek” için, bir taraftan köylünün “aydınlanmasını” engellerken, diğer taraftan köylünün devlet otoritesiyle bağlantısını kesmenin yollarını arar. Öyle bir aşamaya gelinir ki, köylü ile devlet arasındaki ilişki tamamen kesilir; artık feodal sistemdeki o köylü için “devlet”, bağlı olduğu toprak ağası ve aşiretidir. İşte Osmanlı’nın, güç kaybetmeye başladığı 17. yüzyıldan sonra özellikle Kürtlerin yoğun olduğu Güneydoğu Anadolu’da böyle bir süreç yaşanmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı, Kürt bölgelerindeki bu aşırı feodalleşmeyi Kürtlere bazı ayrıcalıklar vererek önlemeye çalışmıştır. Örneğin, II. Abdülhamit’in “Kürt Hamidiye Alaylarını” ve “Kürt Aşiret Mekteplerini” kurması, Kürtleri yeniden merkezi sistemin içine almaya yönelik başarısız girişimlerdir. Ancak burada çok ilginç bir durum vardır, şöyle ki: Daha önce Yavuz oSultan Selim’den itibaren Osmanlı, “Kürtleri Türklere karşı kullanmak karşılığında” Kürtleri feodalleştirirken; II. Abdülhamit’ten itibaren “Kürtleri Ermenilere karşı kullanmak karşılığında”, Kürtleri merkeze bağlamak istemiştir. “Osmanlı Devleti’nin, bu aşiretlerin ilkel hayatına ve geri toplumsal yapısına müdahale etmekte zaaf içinde kalması, bu geri toplumsal yapının kemikleşmesinin ana nedenini oluşturmuştur. Artık, bu toplumsal yapının ana birimlerini aşiret reisleri, tarikat şeyhleri ve zamanla bunların elinde emperyalizm desteğiyle gelişecek olan Kürtçülük teşkil edecektir” Feodal toplum, aydınlanmamış, ekonomik özgürlüğüne sahip olmayan, güdümlü bir toplumdur. Bu nedenle yönlendirilmesi de çok kolaydır. Nitekim 19. yüzyıldan itibaren, ayrılıkçı Kürt liderlerinin ve Kürtleri kullanmak isteyen emperyalizmin kışkırtmalarıyla çok sayıda Kürt isyanının çıkmış olması tesadüf değildir. Bir zamanlar Osmanlı’nın bazı tavizler karşılığında kullandığı Kürtleri, 19. yüzyıldan itibaren de Batı emperyalizmi, bazı vaadler karşılığında kullanmaya başlamıştır. Dünyada Fransız Devrimi’nden, beri gerçek “demokrasi”nin olmazsa olmazları, “laiklik”, “özgür akıl” ve “özgür irade” dir. Birilerinin “kulu” olmaktan kurtulup “özgür birey” olmadıkça, “kör inançlar” yerine “aklını” kullanmadıkça, “ümmet” olmaktan kurtulup “ulus” olamadıkça bir ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Ancak nedendir bilinmez, ağızlarından “demokrasi” sözünü eksik etmeyen “liberallerimiz” ve “siyasal İslamcılarımız” hiçbir zaman, ülkemizde demokrasinin önündeki en büyük engelin “aşiret yapılanması”; “ağalık, şeyhlik düzeni” olduğunu dile getirmezler, getiremezler… 16. yüzyılda Şii İran’dan Sünni Osmanlı’ya yönelen Safevi tehlikesine karşı, Sünni Kürtleri “yardımcı kuvvet” ve “kalkan” olarak kullanmak isteyen Yavuz Sultan Selim, Kürtlere “bir tür özerklik” vermiştir. Böylece 16. yüzyıldan sonra Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiretleri “derebeyleşerek” merkezi otoritenin dışına çıkmaya başlamışlar, bir anlamda devlet içinde devlet olmuşlardır. “Osmanlı gücüne güç katarken Doğu ve Güneydoğu bölgesinde Kürt derebeylikleri de güçlendiler. Devlet içinde devlet oldular, tıpkı PKK’nın günümüzdeki durumu gibi halktan vergi topladılar, halkı yönettiler, güçlerine güç kattılar. Osmanlı güçlüyken ve güçlerine güç katarken sorun yoktu. Ama ne zamanki Osmanlı güç kaybetmeye başladı, güç kaybetmek istemeyen Kürt derebeyleri, devlete karşı isyan ettiler. Kürt devleti kurmak için değil, bölgelerinde Osmanlı’dan almış oldukları gücü ve kendi çıkarlarını korumak için. Bu süreç 1514 Çaldıran Savaşı’ndan 1839 Tanzimat Fermanı’na kadar süregeldi., yaklaşık üç yüz yıl. Bu demektir ki Doğu’da üç asır süren Kürt derebeylikleri vardır ve ülkemizin bugün yaşadığı sorunlar da bu derebeylerinin çıkarmış olduğu sorunlardan kaynaklanmaktadır.” Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başlamasıyla birlikte “Kürt özerkliği”, büyük sıkıntılara yol açmıştır. Özellikle Osmanlıyı parçalamak isteyen emperyalizmin bu “başına buyruk” Kürt aşiretlerini kullanmaya başlamasıyla birlikte Kürtler, 19. yüzayıldan itibaren Osmanlı için ciddi bir “sorun” olmaya başlamıştır. Osmanlı bu sorunu çözmek için Kürt aşiretlerine yine “tavizler” vermiştir. Batılı uzamanların yönlendirmesi sonucu 1839’da Tanzimat Fermanı’nı yayınlayan Mustafa Reşit Paşa, 1842 Vilayet Kanunnamesi’ne bir “Kürdistan Eyaleti” maddesi koydurmuştur. Kürdistan eyaleti, 1864 yılına kadar devam etmiştir. Aynı Mustafa Reşit Paşa bir de “Kürdistan Eyaleti Madalyası” çıkarmıştır. Atatürk’ün önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, “ulus devlet” anlayışı içinde Güneydoğu Anadolu’da 16. yüzyıldan beri süregelen Kürt derebeyliklerini yıkarak, “şıha”, “şeyhe”, “ağaya”, bağlı, “eğitimsiz” bölge insanını eğitip “çağdaş” toplumun bir parçası yapmak için politikalar geliştirmiştir. Cumhuriyet, emperyalizmin güdümündeki ağaların, şeyhlerin kulları, marabaları olan Kürtleri, bu ağalardan, şeyhlerden kurtarıp “özgür bireyler” haline getirmek için çok önemli projeler geliştirmiştir. Atatürk’ün birkaç kez Meclis gündemine getirdiği “Toprak Reformu” bu projeler içinde çok özel bir yere sahiptir. Ancak, Cumhuriyetin, “Kürt derebeyliklerini yıkarak Kürt halkını özgürleştirmeye çalışması”, Kürt derebeylerinin (ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin) büyük tepkisiyle karşılaşmıştır. Emperyalizmin de desteğini alan bu “Kürt derebeyleri”, Cumhuriyetin ilk yıllarında peşi sıra isyan etmiştir. İşte Altan Tan ve onun gibi “Kürtçülerin” tarihi eğip bükerek, Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırmalarının nedeni burada gizlidir. Onların “karın ağrılarının” nedeni; Atatürk ve Cumhuriyetin, Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Mustafa Reşit Paşa’nın, kısaca Osmanlı’nın Kürt ağalarına, şeylerine, şıhlarına, Kürt derebeylerine verdiği ayrıcalıklara son verip, Kürtleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapmış olmasıdır… Vahdettin’in, Kürdistan Planları Bilindiği gibi Son Padişahı Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasındaki “hainliğinin” hesabını veremeyeceğini düşünerek Türkiye’den kaçıp İngilizlere sığınmış ve İtalya’da yaşamını sürdürmüştür. Vahdettin, hainliklerine Türkiye’den “kaçtıktan” sonra da devam etmiştir. Örneğin, San Remo’da yaşadığı günlerde, “Kürt militanlarla” birlikte Atatürk’ü devirip “bağımsız Kürdistan”ı tanımanın hesaplarını yapmıştır. Bilindiği gibi Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasında 64. maddesinde önce “özerk” sonra “bağımsız” Kürdistan kurulacağı belirtilen Sevr Antlaşması’nı da onaylamıştı. Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, “Kıskaç Altında” adlı kitabında, Irak’taki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926’da 40 bin Kürt militanı Musul’da Türkiye’ye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettin’le ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle Atatürk’ü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, “Kürt bağımsızlığını” tanımaya söz vermiştir. Irak’taki Polis Cürüm Araştırma Bölümü’ne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır: “Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musul’a gitmek üzere 16 Ağustos’ta Bağdat’a uğramış; 18 Ağustos’ta Hacı Raşit el Hava’yı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistan’da Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammed’in evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiye’de geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanya’dan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemal’i yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince ’Kürt bağımsızlığını’ tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.” Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo’da ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi “Kürtçülerle” çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettin’i burada ziyaret eden Atatürk düşmanı hain 150’liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para almıştır. Mevlanzade Rıfat’ın daha sonra Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi ortaya çıkmıştır. Uğur Mumcu, Mevlanzade Rıfat-Vahdettin ilişkisini şöyle açıklamıştır: “San Remo’daki villasında Sultan Vahdettin Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat’tan ‘Kürdistan’daki olaylar’ konusunda son haberleri alıyordu.” Vahdettin’i tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya Bükreş’teki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıda, Türkiye’de Atatürk’e karşı bir darbe yapılması ve Damat Feri Hükümeti’nin eski İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey başkanlığında yeni bir hükümet kurulması kararı almış ve bu kararı Vahdettin’e bildirmiştir. Vahdetin de bu kararı kabul etmiştir. Hilafet-i Kübra Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanı’ndan önce, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadir’le ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Said’in iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettin’le, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadir’le temas kurmuştur. Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır: “Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..” Bugünkü “bölücü Kürtçülerin”, neden Atatürk’e ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettin’e ve Sevr Antlaşması’na hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır sanırım. Sonuç olarak, “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketi”n temellleri Atatürk ve genç Cumhuriyetin yanlış politikalarında değil, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngürüsüz politikalarında gizlidir. Ama Cumhuriyet tarihi yalancıları ısrarla Kürt Sorunu’nun Cumhuriyetle birlikte başladığını iddia etmektedirler ki, bu kocaman bir kuyruklu yalandır. 16. Yüzyıldan beri Türklere-Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanılmaları karşılığında feodalleşmelerine izin verilen Kürt ağaları, şeyhleri ve şıhları, 19. yüzyıldan sonra emperyalizmin kıskacına düşmüşler ve emperyalizm tarafından kullanılmışlardır. Atatürk ve genç Cumhuriyet, Osmanlı’nın Kürt aşiretlerine, ağalarına, şeyhlerine, şıhlarına tanıdığı ayrıcalıklara son verip, bu Kürtçü-dinci feodallerin Kürt insanını sömürmesini önlediği için Kürtçü-dinci feodallerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Kemalist sistem, yobaz-liboş kesimin iddia ettiği gibi Kürtlere değil, Kürtleri ezen sömüren Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi emperyalizmin kıskacındaki Kürtçü-dinci feodallere savaş açmıştır.
0 notes
Text
ATATÜRK'ÜN GAP PROJESİ "Ayrılıkçı Kürtçüler Bunu Biliyor mu?"
Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Yatırımları
Atatürk, “çağdaş” bir Türkiye yaratmak istemiştir; hurafeler yerine “akıl” ve “bilimin” egemen olduğu, “kulluktan” kurtulup “birey” olan insanların “özgür iradeleriyle” kendi kendilerini yönettiği, eğitim seviyesi yüksek, herkesin birlikte çalışıp, birlikte üretip, birlikte bölüştüğü,“eşitlikçi” ve “tam bağımsız” bir Türkiye yaratmak istemiştir.
Atatürk, böyle bir Türkiye yaratırken, öncelikle Türkiye’deki Ortaçağ kalıntısı “kemikleşmiş” feodal yapıyı kırmakla işe başlamıştır.
Ancak, “tarikat” ve “cemaat” yapısı içinde kimliğini ve kişiliğini kaybetmiş, kaderini ağaya, şeyhe ve şıha bırakmış, ekonomik özgürlüğü olmayan, okuma yazma bilmeyen, dinle kandırılmış, emperyalist oyunlarla kışkırtılmış Kürt vatandaşları, 500 yıllık “feodalist” ve “emperyalist” kıskaçtan bir anda çekip almak çok da kolay olmamıştır.
Yüzlerce yıllık alışkanlıklar ve çıkarlar, genç Cumhuriyetin karşısına “dev bir hayalet” gibi dikilmiştir.
Atatürk, “Kürt sorununu” besleyen Doğu’daki “feodal yapıyı” kırmak için herşeyden önce “toprak ağası” durumundaki “aşiret reislerinin” topraklarını ellerinden alarak yoksul köylüye dağıtmanın, yani “toprak reformu”nun hesaplarını yapmıştır.
Bu amaçla, 1934 yılında İskan Kanunu çıkarılmıştır.[1] Bu kanuna göre yoksul ve topraksız köylüye toprak dağıtılacaktır.[2] Kanunun 10. maddesine göre “Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği” kaldırılmıştır. Kanun, “Aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara gönderme yaparak, reis, bey, ağa ve şeyhlere ait olarak tanınmış, kayıtlı ve kayıtsız bütün taşınmazların teminatsız kamulaştırılıp, göçmenlere, mültecilere, naklolunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanmasını” öngörmüştür. [3]
1935 yılında toplanan (9-16 Mayıs) CHP 4. Büyük Kurultayı’nda ilk kez Toprak Reformu’na yer verilmiştir.[4] 14 Mayıs 1935 tarihinde kabul edilen CHP Programı’nın 34. maddesi şöyledir:“Her Türk çiftçisini yeter toprak sahibi etmek partimizin ana gayelerinden biridir. Topraksız çiftçiye toprak dağıtmak için özgü istimlak kanunları çıkarmak lüzumludur.”[5]
1935 ve 1937’de İçişleri, Sağlık ve Tarım Bakanlıkları Toprak Kanunları hazırlamıştır.[6]
1935’te Vakıflar Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla Vakıf toprakları eylemli olarak tasfiye dilmiş, böylece feodal, dinsel kurumların temelini oluşturan büyük vakıf toprakları devlet mülkiyetine alınıp satış yoluyla özelleştirilmiştir. Ancak bu toprakların varlıklı alilerin eline geçmesi istenilen sonucu vermemiştir.[7]
1937’de kamulaştırma ve toprak dağıtımı için Anayasa değişikliği yapılmıştır.13 Şubat 1937’de Anayasa’nın 74. maddesine şu fıkra eklenmiştir:
“Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları devlet tarafından idare etmek için istimlak olunacak arazi ve ormanların istimlak bedelleri ve bu bedellerin ödenmesi sureti özel kanunlarla tayin edilir.” [8]
Sonuçta, 1934-1938 arasında toplam 90 bin civarında aileye 3 milyon dönüm kadar toprak dağıtılmıştır.[9] Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9. 983.750 dekar toprak dağıtmıştır.
Ancak, Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin bütün iyi niyetli çabalarına karşın ortaya çıkan bu tablo yetersizdir. Her şeye rağmen feodalizim canavarı Cumhuriyete meydan okurcasına halkın kanını emmeye devam etmiştir.
Atatürk, Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin “eşit yurttaşları” yapmak için kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal birçok adım atmıştır.
Bu adımlara geçmeden önce 1920’lerde ve 1930’larda bölgenin temel özelliklerine bakmak yerinde olacaktır.
İşte o günlerin Güneydoğusu:
« Bölgenin imkânsızlıklarından dolayı, bölgeye yöneticiler ve memurlar gitmemektedir.
« Bölge halkı hükümet ile eşkıya arasında sıkışıp kalmış ve iki taraflı “korku psikolojisi” içine girmiştir. Köylü hükümete, eşkıya hakkında bilgi verince, eşkıyanın baskını ile karşılaşmaktadır.
« Bölgede sıkça isyan çıkmaktadır.
« Bölgede dikkate değer esnaf, tüccar ve sanat erbabı yoktur. Bu durum halkı mağdur etmektedir.
« Yol durumu çok kötüdür.
« Okuma yazma oranı çok düşüktür.
« Tabiat şartlan çok zordur. Bölgenin bazı illerinde kış, 8 ay sirmekte ve yollar ulaşıma kapanmaktadır.
« Erzurum sathı 1900, Van gölü sathı 1720 m. irtifadadır. Böyle olunca ürünler şehirlere gidemediği için köylünün elinde kalarak çürümektedir.
« Topraklar, toprak ağalarının elindedir, köylü ağaların hizmetkarı durumundadır.
Cumhuriyet tarihi yalancılarının sıkça dile getirdikleri, “Atatürk döneminde genç Cumhuriyetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yatırım yapmadığı!” tezi doğu değildir. Sürekli isyanlarla çalkalanan, dolayısıyla sürekli “asayiş sorunlarının” yaşandığı, coğrafi ve toplumsal yapıdan kaynaklanan zorlukların geçit vermediği bir bölgeye yatırım yapmanın güçlüğüne karşın, genç Cumhuriyetin yine de en çok yatırım yaptığı bölgelerden biri Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri olmuştur. Nitekim, aynı dönemde ülkenin diğer bölgelerinde asayiş problemi yaşanmamasına karşın, Doğu illeri ortalamalarının altında kamu harcaması almış iller vardır.[10] Bu nedenle o dönemdeki göreceli “yatırım azlığını”, “Genç Cumhuryet doğuya yatırım yapmadı!” yalanıyla değil de, ülkenin genel ekonomik koşullarıyla açıklamak daha doğru olacaktır.[11]
Ayrıca bölgedeki isyanlar, ülke ekonomisine ciddi yükler getirmiştir. İngiliz The Times gazetesine göre Türkiye’nin sadece Şeyh Sait İsyanı’ndaki kaybı 20 milyon Paund’dur. Buna rağmen, genç Cumhuriyet, bölgenin asayişini sağlamak ve bayındırlık hizmetleri götürmek için, uzun yıllar boyunca bölgeye “özel ve olağanüstü” ödenekler aktarmıştır.[12] Hatta “Tunceli” adında yeni bir il bile kurmuştur.[13] Bu ilin kurulmasına ilişkin yasa teklifi, dönemin İçişleri Bakanı tarafından “...Cumhuriyet devri memleketin esaslı ihtiyaçlarını temin ederek asıl hastalığı tedavi etmek şiarı olduğu için, burada da medeni usullerle bir tedbir düşünüldü. Ve bu program ile memleketin her yerinde olduğu gibi buraların da Cumhuriyetin feyizlerinden istifade etmesini gözetti” denilerek Meclis’e sunulmuştur.[14] Özakıncı’nın deyişiyle, Dersim'i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli "Tunceli Vilayeti'nin İdaresi Hakkında Kanun"la,“Cumhuriyet, aşiretlerin Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının Tunçeli’ne dönüştürmek” istemiştir.[15]
“Cumhuriyet, aşiretlerin ‘Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının ‘Tunç Eli’ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastahaneler, sinemalar, tiyatrolar, halk evleri, bankalar, ziraat kurumlan, hükümet binaları, adliye örgütü, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı. Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi, reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacak; yüzyıllar boyu yalnızca kendi ailesinin yaşamı için gerekli şeyleri tüketebileceği kadar üreten, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir tatmamış olan aşiret üyelerinin ceplerine para girecek; aşiretten bağımsız kendisine özel birikim yapmayı ve kendi birikimini dilediği gibi kullanmayı öğrenen aşiret üyeleri böylelikle aşiret düzeninden uzaklaşıp, insan ve yurttaş haklarına adım atacaktı.
Aşiretler Dersim'inin, özgür birey yurttaşlar Cumhuriyet'inin "Tunç Eli"ne dönüştürülmesi, tasarının biricik amacıydı. Çalışmalar coşkuyla sürüyor, yapımı bitirilen bir köprünün ATATÜRK tarafından açılacağı söyleniyordu. Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında o günleri:
‘Atatürk Singeç Köprüsü'nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim'in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: ‘Bu meseleyi kökünden hallediniz’ diye anlatmıştır.”[16]
İşte Atatürk Cumhuriyeti’nin Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı yatırımları[17]:
« 1924’te Diyarbakır-Ergani Madeni devletleştirilerek işletmeye açılmıştır.
« 1925’te -köylüyü ezen- Aşar Vergisi kaldırılmıştır.
« 1925’te 3 milyon lira sermaye ve %50 nispetinde Alman sermayesiyle “Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi” kurulmuştur.[18]
« 1925’te tütün rejisi yabancılardan alınmıştır.
« 1929’da Elazığ’da “Elaziz İpek Mensucat Türk Anonim Şirketi”nin” kurulmasına karar verilmiştir.[19]
« 1929’da “Yol ve Köprüler Yapımına İlişkin Kanun” çıkarılarak Güneydoğu Anadolu’da pek çok yol ve köprü inşa edilmiştir.
« 1932’de Ankara’da Birinci Tütün Kongresi toplanmıştır.
« 1934’te Diyarbakır-Siirt yolunda Pasur köprüsü açılmıştır.
« 1934’te Fevzipaşa-Diyarbakır demiryolu tamamlanmıştır.
« 1934’te Elazığ’a demiryolu ulaşmıştır.
« 1934’te Yolçatı-Elazığ demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1934’te Siirt’te 7 yeni cadde ve 21.384 metre yeni kaldırım yapılmıştır.
« 1934’te Elazığ’ın Maden ilçesi Alacakaya (Guleman) krom sahası “Şark Kromları İşletmesi” idaresinde 1936’dan itibaren işletilmiştir. « 1935’te Adıyaman Göksün köprüsü açılmıştır.
« 1935’te Munzur suyu köprüsü açılmıştır.
« 1935’te Van gölü işletmeye açılmıştır.[20]
« 1935’te Keban maden köprüsü açılmıştır.
« 1936’da Erzurum’da Kız Sanat Okulu açılmıştır.
« 1936’da Erzurum-Sivas demiryolu hattının temeli atılmıştır.
« 1936’da Yazıhan-Hekimhan demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1936’da Malatya’da Sigara Fabrikası kurulmuştur.[21]
« 1936’da Bitlis’te Sigara Fabrikası kurulmuştur.
« 1937’de Malatya Bez Fabrikası’nın temeli atılmıştır.[22]
« 1937’de Hekimhan-Çetin demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1937’de Islahiye deniryolu işletmeye açılmıştır.
« 1937’de Atatürk Tunceli’de Singeç körüsünü açmıştır.
« 1937’de Diyarbakır- Cizre demiryolunun temeli atılmıştır.
« 1938’de Ankara-Erzurum demiryolu Erzincan’a ulaşmıştır.
« 1938’de Sivas Çimento Fabrikası’nın yapmına başlanmıştır.[23]
« 1938’de Erzurum’da 900.000 TL.lık bir imar çalışmasıyla ilçeler dahil 30 ilkokul, sinema şehir elektriği vs. yatırımlar gerçekleştirilmiştir.
« 1938’de Erzurum’da Ilıca nahiyesinde posta ve telgraf merkezleri açılmış, 14 derslikli ilkokul binası ihale edilmiş, gazino ve lokantası olan bir otel de planlamaya alınmıştır.
« 1938’de Erzurum’da Doğu Kültür Kongresi açılmıştır.
Atatürk’ün genç Cumhuriyeti, Türkiye’de görülen “trahom hastalığıyla mücadele” konusunda Güneydoğu Anadolu’da büyük bir çalışma başlatmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2215’i tedavi, 4318’i ameliyat edilmiştir.[24]
Fethi Okyar Hükümeti’nin önemli hedeflerinden biri Doğu Anadolu’da “dokuma sanayine” hız kazandırmaktır. Hükümet programında, bölgede 10.000 iğlik bir iplik fabrikası kurma hedefinden söz edilmiştir.[25]
Atatürk, 1937’de Celal Bayar başkanlığındaki hükümete “en kısa yoldan, en ileri ve en refahlı Türkiye idealine ulaşmak” için yeni ekonomik hedefler göstermiştir. Bu hedefler doğrultusunda hazırlanan Celal Bayar’ın üç yıllık maden işletme ve dört yıllık sanayileşme planlanı,[26] kamuoyunda büyük heyecan yaratmıştır.[27] Bayar’ın sanayileşme planında, Doğu Anadolu’yu doğrudan etkileyecek Trabzon limanı ile Sivas’ta çimento ve Motor fabrikaları, Iğdır pamuklarını işlemek için Erzurum’da iplik fabrikası kurulması da yer almıştır. Ayrıca programda öngörülen üç şeker fabrikasından ikisinin Doğu illerinde inşası planlanmıştır.[28]
Erzurum’da kurulacak iplik fabrikası için gereken elektrik enerjisinin Tortum şelalesinden elde edilmesi için mühendisler grubuna incelemeler yaptırılmış ve buradan elde edilecek enerjiyle “bütün Doğu’nun, bilhassa Erzurum’un mühim bir sanayi merkezi olması kabiliyetini kazanacağı” anlatılmıştır.[29]
Atatürk döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde 6.124 işyeri açılmıştır.[30]
Atatürk, 1930’larda Doğu’da bir “üniveriste kurma” talimatı vermiştir. Bu doğrultuda bugünkü Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulmuştur.[31]
Rahmi Doğanay, “1930-1945 Dönemi Doğu Anadolu Bölgesinde Uygulanan Sanayi Politikaları” çalışmasının sonucunda, genç Cumhuriyetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birçok yatırım yaptığını doğrulamıştır:
“Doğu Anadolu, Birinci Sanayi Planı çerçevesinde maden, dokuma ve sigara sanayi gibi birçok endüstriyel kuruluşa kavuşmuştur. Kaldı ki; bu dönem kalkınma ve sanayileşme hedefleri bölgesel gelişmeyi değil, bütün ülkenin topyekün gelişmesini hedeflemiştir. İkinci Sanayi Planı ise daha geniş kapsamlı olmakla birlikte uygulamada dünya ve Türkiye’nin olağanüstü şartları içinde daha etkisiz kalmıştır.(…)
İzmir İktisat Kongresi’nden itibaren ülkenin tümüyle bayındır ve mamur hale getirilmesi konusunda izlenen iktisadi politikalar hem devletin sorumluluk alması, hem de özel teşebbüsün yatırımlar için teşvik edilmesine yöneliktir. Birkaç kez çıkarılan Sanayii teşvik Kanunları da iktisadi gelişmeyi sağlamak amacını taşımaktadır. Birinci ve İkinci Beş yıllık Sanayi Planları da ülkenin her tarafı için olduğu kadar, Doğu Anadolu’da devlet ve özel teşebbüs yatırımlarının yaygınlaştırılması yönünde hedefler koymuş, Atatürk de yurt gezilerinde bölgenin özelliklerine göre yapılacak yatırımlar açısından görüşlerini beyan etmiştir. Ayrıca bu gezilerde yatırımları teşvik amacı da dikkate alınmıştır..”[32]
Ramazan Topdemir de, “Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politkası ve GAP” adlı kitabında, Atatürk döneminde genç Cumhuriyetin ayrım yapmadan “yurdun her tarafını” kalkındırmak için çok büyük yatırmlar yaptığını, özellikle tarımla uğraşan köylüye büyük kolaylıklar sağladığını ifade etmiştir:
"Ülkenin en uzak köşelerinde bile halkın huzuru ve güvenliği öylesine sağlanmıştır ki bunu geçmişin en sakin dönemleriyle karşılaştırmak bile yersiz olur. Herkes güven içinde tarlasında çalışmakta ya da zanaatını yürüttüğü yerde işin başındadır. Bu insanlar çalışmalarının sonuçlarından yararlanabileceklerinden emin ve bunların ellerinden zorla alınamayacağının güveni içindedirler. Ekonomi, eğitim sosyal yardım konularında şimdiden somut sonuçlar alınmıştır. Daha önceden var olan tarım okullarına Bursa’da, Balıkesir’de İzmir’de, Adana’da, Erzincan’da beş yenisi eklenmiştir. Savaşın ve değişmelerin işlemez hale getirdiği Ziraat Bankası yeniden çalışır hale getirilmiş ve birçok yerde şubeler açılarak halkın yardımına koşulmuştur. Pek çok sığınak ve göçmen refahları yönünden uygun yerlere gönderilerek yerleştirilmiştir. Bu işin daha çok yürütülmesi için özel yardım bankaları kurulmak üzeredir.
Köylülere önemli düzeyde iki buçuk milyon liralık tarım aletleri dağıtılmıştır ve dağıtım sürdürülmektedir. Ayrıca köylülere tarım araç, gereçleri vermek gerektiğinde bunları onarmak amacıyla sermayesinin yüzde 70`ine katıldığımız bir şirketle anlaşma yapılmak üzeredir. Bu anlaşma çiftçileri çok memnun edecek ve onların yararına olacaktır.”
Atatürk’ün Güneydoğu Anadolu bölgesine yönelik en önemli projesi, Atatürk öldükten sonra hayata geçirilen GAP Projesi’dir. Tarihin en büyük dehalarından Atatürk, "Buraya bir insanlık gölü inşa edelim" diyerek GAP’ın ilk adımını 1934 yılında atmıştır.[33] Atatürk’ün talimatıyla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki mevcut su kaynaklarından elektrik elde edilmesi için 1936 yılında Elektirk İşleri Etüd İdaresi kurulmuştur. “İdare, ‘Keban Projesi’ ile yoğun etüdlere başlamış, Fırat Nehri'nin her açıdan tetkiki ve sonuçlarının tespiti için rasat istasyonları kurmuştur. 1938 yılında Keban boğazında jeolojik ve topoğrafik etüdlere başlanmıştır. 1950-1960 yılları arasında gerek Fırat gerekse Dicle üzerinde Elektrik İşleri Etüd İdaresi tarafından sondaj çalışmalarına ağırlık verilmiştir”[34].Böylece GAP’ın alt yapısı hazırlanmıştır.
Atatürk, Doğu’yu nasıl görmek istediğini; Diyarbakır, Malatya, Elazığ ve Tunceli gezisinde yanındaki Sabiha Gökçen’e şöyle ifade etmiştir:
“İnsan ömrü yapılacak işlerin azameti karşısında çok cüce kalıyor Gökçen… Geçtiğimiz yerlerde fabrikaları görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, elektirkle donanmış köyler, küçük, fakat canlıi tertemiz, sağlıklı insanların yaşayabileceği evler, büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum.
Gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların yüzleri sararmamalı, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum.
İstanbul’da ne medeniyet varsa, Ankara’ya da ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl mamur kılıyorsak, yurumuzun her tarafını aynı medeniyete kavuşturalım istiyorum. Ve bunu çok ama çok yapmak istiyorum.
Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil. Mamur olmalı Türkiye’nin her bir tarafı, müreffeh olmalı…
Devletin yapamadığını, millet; milletin yapamadığını devlet yapmalı. her şeyi yalnız devletten ya da her şeyi yalnız milletten beklemek doğru olmaz. Devlet ve millet ülke sorunlarını göğüslemede daima elele olmalıdır.
Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun, benim kitabımda yok. Geleceği, geleceğin Türkiyesi’ni, düşünmek görevim. Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da verdceğiz… Bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek lazım.”
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da fabrikalar, ekili tarlalar, düzgün yollar, elektirkli köyler, tertemiz, canlı ve sağlıklı insanların yaşayacağı evler, gürbüz çocuklar ve büyük yemyeşil ormanlar görmek isteyen Atatürk’ün en büyük amaçlarından biri bütün Türkiye’nin olduğu gibi Doğu’nun da kalkınmasıdır!...
Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin tüm Türkiye’yi olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini kalkındırmak için yaptığı bu çalışmalar, asırlardır bölge halkını sömüren feodal unsurların; ağaların, şeyhlerin ve şıhların tepkisini çekmiştir. Genç Cumhuriyetin bu yatırımları devam ederse bölge halkı üzerindeki nüfuzlarını tamamen kaybedeceklerini düşünen bu feodal unsurlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen ayrılıkçı unusurlarla anlaşarak, genç Cumhuiyete başkaldırmışlardır. Genç Cumhuriyetin “çağdaşlaşmaya” yönelik devrimlerini, “dinsizlik” olarak adlandırıp, bu yönde propaganda yapan feodal unsurlar, bölgede yapılan yolları, köprüleri, santralleri tahrip ederek karakollara saldırmışlardır.
İşte, 1937-1938 Dersim isyanı, böyle bir ortamda patlak vermiştir.
NOT: Ayrılıkçı Kürtçü hareketi, yakın tarihimizdeki Kürtçü isyanları, Kürtçü hareketin arkasındaki emperyalizm desteğini ve Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı sırasındaki Kürt poltikasını bütün bilinmeyenleriyle CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2.KİTAP'ta derinlemesine anlattım....
Sinan MEYDAN
0 notes
Text
YALAN VE ÇARPITMA!
"Hilafetin kaldırılmasını İngilizler Şart Koşmuştu" diye bir yazı kaleme alan Mustafa Armağan, sözüm ona bir de belge sunmuş: Belgeye bakın da hizaya gelin: "Üzerinde Kral V. George'un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası'na yaptığı belirtilen konuşmanın Türkiye'yi ilgilendiren paragrafında 'Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı' söyleniyor." Yani burada geçen YENİ BİR ÇAĞ AÇILMASI ifadesini Mustafa Armağan, "İngilizlerin Türkiye'ye Halifeğilin kaldırılmasını şart koştukları" şeklinde yorumlamış. Dahası belgenin orjinalini de tamamen çarpıtmış, Yani gözlerimizin içine bakarak tarihsel gerçekleri ÇARPITMIŞ ve YALAN YAZMIŞ... Orjinal belgeyi çarpıtması bir yana, "Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı" ifadesinden "Türkiye'de halifeliğin kaldırılmasının" kastedildiğini çıkardığına göre Mustafa Armağan bir medyum olsa gerek!...
Benin yanıtımı okumadan önce lütfen bir doktora öğrencisinin Mustafa Armağan'ın bu yalanına verdiği şu mükemmel yanıtı okuyunuz. (çakma tarihci mustafa armagan kotu yakalandı)
Şimdi de gelin Mustafa Armağan'ın bu yazısında dile getirdiği o klasik Cumhuriyet Tarihi yalanına; (İngilizler Halifelikten Korkuyordu! Bu Nedenle Halifeliğin Kaldırılmasını Çok İstiyordu!) yanıt verelim.
İNGİLİZLER HALİFELİKTEN KORKUYOR YALANI En büyük Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri İngilizlerin halifelikten korktukları ve ne yapıp edip halifelikten kurtulmak istedikleri şeklinindedir. Hiçbir bilimsel temeli olmayan, tamamen düz siyasal İslamcı mantığı önermesi olan bu tez, Atatürk'ün genç Cumhuriyeti'ni "dinsiz" ve "İngiliz işbirlikçisi" göstermek için kurgulanmış yalan ve aslında komik bir tezdir. Çünkü 1920'lerde İngilizlerin Hilafetten korkmalarını gerektirecek hiçbir durum yoktur. Birincisi İngilizler, 1914-1918 arasındaki I. Dünya Savaşı'nda HALİFELİĞİN Osmanlı adına hiçbir işe yaramadığını çok iyi görmüştür. İkincisi 1918-1922 arasında HALİFE zaten İngilizlerin kontrolündedir. Üçüncüsü Halifelik var olduğu ve İngilizler Halifeyi kontrol ettikleri sürece HALİFELİK Müslümanlardan çok, milyonlarca Müslümanın yaşadığı sömürgelere sahip olan İngilizlere yarayacaktır. İNGİLİZLER, HALİFELİĞİN KALDIRILMASINI İSTEMİYORDU Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddialarının aksine, o günlerde aklı başına İngilizler "Hilafetin kaldırılmasını" hiç istemiyorlardı. Bu nedenle Hilafetin kaldırılması gündeme gelince Hint Müslümanı görünümünde, ama gerçekte İngiliz ajanı iki kişiye (Emir Ali ve Ağa Han) Başbakan İsmet Paşa'ya gönderilmek üzere HİLAFETİN KALDIRILMAMASINI İSTEYEN bir mektup yazdırmışlardı. İngilizlerin planı: Kurtuluş Savaşı'nın ardından firari padişah VAHDETTİN'e sahip çıkarak, onun HALİFELİK YETKİLERİNİ kullanıp, İngiltere'ye karşı ayaklanmış olan MISIR ve HİNT MÜSLÜMANLARINININ isyanlarını önlemekti. Ayrıca Halifeliğin kontrol ettikleri ve Osmanlıya karşı kullandıkları Araplara geçmesini de düşünüyorlardı. Bir işbirlikçi, kukla Arap halife planları da vardı. İngilizler, "HALİFE ve HALİFELİK ARTIK BİZDE" veya "Araplar eliyle bizim kontrolümüzde", propagandası yaparak kendilerine başkaldıran Müslümanların, özellikle de HİNT MÜSLÜMANLARININ başkaldırılarını engellemeyi amaçlıyordu. ANCAK İNGİLİZLERİN BU OYUNLARINI ATATÜRK BOZMUŞTUR. Atatürk, VAHDETTİN İngilizlere sığınıp yurt dışına kaçar kaçmaz, İngilizlerin, Vahdettin'in HALİFELİK YETKİLERİNİ KULLANACAKLARINI anlayarak hemen yeni bir halife seçtirip (ABDÜLMECİT EFENDİ) Vahdettin'in halifelik yetkilerini o yeni halifeye verdirmiştir. Böylece İngilizlerin Vahdettin'in halifelik yetkilerini kullanarak İslam dünyasındaki bağımsızlık ateşlerini SÖNDÜRMELERİNİ engellemek istemiştir. Vahdettin'in halifelik yetkilerini kaybetmesi üzerine İngilizler de VAHDETTİN'e tekmeyi yapıştırmışlardır. Böylece firari padişahın sefaleti de başlamıştır. ATATÜRK/TBMM, hem İngilizlerce HALİFELİĞİN istismarını önlemek, hem de Cumhuriyet karşıtlarının HALİFELİK etrafında toplanıp rejim düşmanlığı yapmalarının önüne geçmek için 3 Mart 1924'te HALİFELİĞİ kaldırmıştır. Üstelik TBMM/Atatürk halifeliği kaldırırken "Halifelik TBMM'nin manevi şahsında saklıdır" diye "yorumlanan" bir kanun maddesiyle kaldırmıştır.(Bu konudaki yorumlar için Meclis Zabıt Ceridelerine bakınız). Kanun no: 431: Madde 1."Halife hal'edilmiştir. Hilafet, hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç/saklı olduğundan hilafet mülgadır.".Birçok yerde belirtiğim gibi bu maddedeki "inceliğin" Atatürk'ün stratejik mantığının bir ürünü olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Böylece Atatürk ve TBMM, hem İngilizler başta olmak üzere emperyalist ülkelerin "kaldırılmış halifeliği" yeniden canlandırıp istismar etmelerini önlemek istemiş, hem de içerideki Halifelik yanlılarının tepkilerinin önüne geçmeyi amaçlamıştır.(1)
Halifeliğin kaldırılması İSLAM DÜNYASINDA dişe dokunur HİÇBİR OLUMSUZLUĞA YOL AÇMADIĞI GİBİ, HİÇ BİR İSLAM ÜLKESİ DE HALİFELİĞE SAHİP ÇIKMAMIŞTIR. DAHASI İSLAM ÜLKELERİNDEKİ BAZI MÜSLÜMAN KANAAT ÖNDERLERİ ATATÜRK'ÜN HALİFE OLMASINI İSTEMİŞTİR. Atatürk bu teklifi, "Türkiye gibi bütün İslam ülkeleri bağımsız olmadıkça Halifeliğin İslam dünyasının hiçbir işine yaramayacağını" belirterek geri çevirmiştir. Aslında 20. yüzyılda Halifelik Müslümanlardan çok Müslümanları sömürenlerin işine yaramıştır. Bilindiği gibi Osmanlı, I. Dünya Savaşı'nda HALİFELİĞİ kullanıp cihat ilan etmiş, ancak dünya Müslümanları bu cihat çağrısına olumlu cevap vermedikleri gibi ARAP ve HİNT MÜSLÜMANLAR İNGİLİZLERİN YANINDA OSMANLI'YA KARŞI SAVAŞMIŞTIR. Ayrıca zannedildiği gibi "Halifelik" İslami bir gereklilik de değildir. Dört halifenin sonuncusundan itibaren halifelik bir oyuncağa dönüşmüştür. İslam dünyasında aynı anda birkaç halife hüküm sürmüştür. Osmanlı Devleti de Halifeliğin gücünü neredeyse hiç bir dönemde kullanmış değildir. Bu konuda yazılanların tamamı hamasetten başka bir anlam ifade etmez.
EMPERYALİZM HER ZAMAN PADİŞAHLAR, HALİFELER, DİKTATÖRLER İSTER
ŞURASI UNUTULMASIN Kİ: Emperyalizm "bir milleti" kontrol etmektense, adı sultan, padişah, kral, diktatör veya halife olan "bir adamı" kontrol etmenin çok daha kolay olduğunu bilir. Bu nedenle "ulusal egemenliğe", "milli iradeye", "cumhuriyete" karşıdır. Emperyalizm her zaman kendi kuklası durumunda padişahlar/ halifeler ister. Nitekim bugün bile emperyalizmin güdümündeki İslam dünyasında kukla diktatörler vardır. Emperyalizm Kurtuluş Savaşı sırasında padişaha/halifeye sahip çıkmış, onu kullanarak Atatürk'ün etrafında gelişen milli iradeyi yok etmek için çok uğraşmıştır. Dahası emperyalizm Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Lozan Antlaşması görüşmelerine bile Osmanlı Padişahının temsilcilerini çağırarak onlarla muhatap olmak istemiştir. Ancak ATATÜRK, KURTULUŞ SAVAŞI ile ANADOLU YAYLASINA GÖMDÜĞÜ EMPERYALİZMİN BİR DAHA TÜRKİYE ÜZERİNDE ETKİLİ OLAMAMASI İÇİN, EMPERYALİZMİN KUKLASI DURUMUNDAKİ PADİŞAHLIK/HALİFELİK GİBİ "TEK ADAM" İDARELERİNE SON VERMİŞ, CUMHURİYETİ İLAN EDEREK YÖNETİMİ MİLLETE VERMİŞTİR. Özellikle İngilizler bu duruma çok üzülmüştür. İrlanda'da M. Kolins'e ve İran da Rıza Şah'a Cumhuriyeti ilan ettirmeyen İngilizler, Türkiye'de Atatürk'ün cumhuriyeti ilan etmesini engelleyememişlerdir. Üstelik Atatürk, adeta emperyalizmden intikam alırcasına Cumhuriyeti özellikle 29 Ekim'de ilan etmiştir. Böylece 30 Ekim'de İngilizlerle imzalanmış olan Mondros Ateşkes Antlaşaması'nın bir anlamda intikamını almıştır.
EMPERYALİZMİN EN BÜYÜK HAYALİ Emperyalizmin hayali Türkiye'nin eskiden olduğu gibi yine padişahlar/halifeler tarafından yönetilmesiydi. Çünkü onlar -daha önce de ifade ettiğim gibi- bir milleti kontrol etmektense bir adamı kontrol etmenin çok daha kolay olduğunu biliyorlardı... Nietkim Osmanlı'nın son yüzeli yılında bu durumdan çok ustaca yararlanıp Osmanlı'yı bir sömürge haline getirmişlerdi. Türkiye dışında bütün Arap-İslam ülkelerinin bugün bile emperyalizmin güdümündeki "diktatörlerce" yönetilmesinin alameti farikası işte buradadır...
____________________
1) Bu paragraf-bazı kesimlerce çarpıtıldığı için- sonradan genişletilmiştir, daha da açılmıştır. Sinan MEYDAN
0 notes
Photo
0 notes
Text
"Atatürk Kürtlere Özerklik Verdi" Yalanı
En katmerli Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri, “Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtlere özerklik ve bağımsızlık sözü verdiği, ancak daha sonra bu sözünde durmadığı” biçimindedir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında, “Atatürk ve TBMM tarafından Kürtlere özerklik verildiği” yalanının temel kaynağı, Robert Olson’un “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion, 1880-1925” adlı kitabıdır.[1]
Olsen’in yalanının Türkiye’de taraftar bulması fazla gecikmemiştir.
15 Temmuz 2009 tarihinde Abdullah Öcalan, avukat görüşmesinin bir yerinde, “10 Şubat 1922 tarihinde Meclis’in gizli oturumlu 18 maddelik bir kararı var. Bu karar 64 red oyuna karşılık 373 kabul oyuyla kabul edilmiş bir yasadır. Dikkat edilirse 64’e 373! Bu, Meclis arşivlerinde mevcuttur, devlet yetkilileri bunu biliyorlar. Bu kararla Kürdistan’a başta özerklik olmak üzere birçok hak tanınmış.” diyerek, Olsen’in yalanını dillendirmiştir.
Öcalan’ın bu açıklamalarından sonra Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen “Kürtçülerin” ağzında sakız olan bu yalanı gündeme getirenler arasında Prof. Dr. Cemil Koçak ve -sonradan vazgeçmiş olsa da- Doğu Perinçek de vardır.
Şimdi gelin, son zamanlarda “demokratik özeklik” nutukları atan “malum siyasi partinin” milletvekillerinin ve sempatizanlarının “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve TBMM, Kürtlere özerklik vaad etmişti” yalanını deşifre edelim…
Yalanın Ayakları
“Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve TBMM, Kürtlere özerklik vaad etmişti!” yalanı şu “ayaklar” üzerinde durmaktadır.
1. 22 Ekim 1919’da, İstanbul Hükümeti’yle Heyet-i Temsiliye arasında yapılan Amasya Görüşmeleri sonrası hazırlanan protokollerden birinde (2. Protokol), Atatürk Kürtlere özerklik vaad etmiştir!
2. Koçgiri İsyanı’ndan sonra Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
3. 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
4. Atatürk 16/17 Ocak 1923 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde “Kürtlere özerklik verileceğini” söylemiştir!
5. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki konuşmalarında “Kürdistan” tabirini kullanması “bağımsız Kürdistan”ı tanıdığının işaretidir!
Şimdi de sırasıyla bu “ayakları” devirelim!
1. Ayak
22 Ekim 1919’da, İstanbul Hükümeti’yle Temsil Heyeti arasında yapılan Amasya Görüşmeleri sonrası hazırlanan protokollerden birinde, Atatürk Kürtlere özerklik vaad etmiştir!
Bilindiği gibi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasındaki Sivas Kongresi, İstanbul’daki Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin tertiplediği Ali Galip Olayı’yla dağıtılmak istenmişti. Elazığ Valisi Ali Galip, İngiliz casusu Noel’le birlikte Sivas-Malatya hattında ayrılıkçı Kürt aşiretlerinden toplayacağı silahlı adamlarla Sivas’ı basarak kongreyi dağıtacak ve Atatürk’ü de öldürecekti. Ancak Atatürk, daha önce anlattığımız gibi, aldığı önlemlerle Ali Galip olayı’nı sonuçsuz bırakmıştı. Ali Galip Olayı’nın İstanbul’daki Damat Ferit Hükümeti’nce tertiplenmiş olmasına çok öfkelenen Atatürk, bu olay sonrasında İstanbul’la bütün haberleşmeyi ve bağlantıyı kesmiştir. Bunun üzerine Damat Ferit Paşa Hükümeti görevden alınarak yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti’ni kurulmuştur. Ali Rıza Paşa Hükümeti de Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı, Temsil Heyeti adına Atatürk’le görüşmesi için Amasya’ya göndermiştir.[2]
Salih Paşa ile Atatürk, 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’da görüşmüşlerdir. Atatürk, Amasya Görüşmeleri’nden önce üç konuda (İstanbul Hükümetinin dış politikası, iç politikası ve ordunun yönetimi) kolordu komutanlarının görüşlerini almıştır
Salih Paşa ile Atatürk arasında üç gün devam eden Amasya Görüşmeleri sonunda ikişer sayı olmak üzere beş protokol düzenlenmiştir. Bu beş protokolden üçü, karşılıklı olarak imzalanmış, ikisi ise gizli sayılarak imzalanmamıştır.[3]
Amaysa Görüşmeleri sonrası alınan kararlar kolordulara da bildirilmiştir.[4]
Atatürk, Nutuk’ta bu protokollerin içeriklerinden de söz etmiştir. “Amasya Görüşmeleri’nde Atatürk Kürtlere özerklik vaad etti!” diyenler, işte Atatürk’ün Nutuk’ta söz ettiği bu protokollerden birine, 2. Protokole dayanmaktadırlar.[5]
Atatürk, söz konusu protokol hakkında, “22 Ekim 1919 günlü ikinci protokol, uzun süren bir görüşme ve tartışmanın tutanak özetidir” demiştir.[6]
Atatürk’ün Nutuk’taki ifadeleriyle, 22 Ekim 1919 tarihli 2.Protokol şudur:
“1. Bildirinin birinci maddesinde düşünülen ve kabul edilen sınırın, en az bir istek olmak üzere elde edilmesi gerektiği birlikte kabul edildi.
Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olan karıştırıcılığın önüne geçmek uygun görüldü. Şimdi yabancıların işgalinde bulunan bölgelerden Kilikya’yı, Arabistan ile Türkiye arasında bir tampon devlet meydana getirmek için anayurttan ayırmak istendiği söz konusu edildi. Anadolu’nun en koyu Türk ortamı ve en verimli zengin bir bölgesi olan bu toprakların hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilemeyeceği; Aydın ilinin de aynı kesinlikle ve yeğlikle yurdun bölünmez parçalarından olduğu ilkesi genel olarak kabul edildi”.[7]
Bu protokol dikkatle okunduğunda, bırakın herhangi bir etnik unsurun veya bölgenin “özerkliğini” veya “bağımsızlığını”, tam tersine “… bu toprakların hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilemeyeceği…” belirtilerek, Türkiye’nin “birliği” ve “bütünlüğü” vurgulanmıştır.
Ancak, 22 Ekim 1919 tarihli 2. Protokoldeki bazı ifadeler, 1960’lı yıllara kadar kamuoyundan saklanmıştır.
2. Protokolün bu “saklanan” bölümlerini, (Başbakanlık Arşivi’ndeki belgenin aslını) Tarihçi Faik Reşit Unat, 1961 yılında “Tarih Vesikaları Dergisi”nde yayımlamıştır. Yani, Cumhuriyet tarihi yalancıların iddia ettiği gibi bugün bu protokol saklı değildir; bu protokol 1961 yılından beri, 50 yıldır araştırmacıların hizmetindedir. Ancak 50 yıldır öylece duran bu protokol, bugün birileri tarafından istismar edilerek, “ayrılıkçı Kürt hareketine” tarihsel dayanak yapılmaya çalışılmaktadır.
Nutuk’ta yer almayan ve 1961 yılına kadar saklanan bölümde şu ifadeler vardır:
“Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu... Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve…”[8]
İşte, 1961 yılına kadar saklanan o bölümüyle birlikte 2. Protokolün tamamı:
“Bildirinin [Sivas Kongresi Sonuç Bildirisi] birinci maddesinde, Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en az bir istek olmak üzere elde edilmesi gerektiği birlikte kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü...”
2. Protokolün tamamını incelediğimizde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
1. Osmanlı’nın (Türkiye’nin) sınırı, Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsamaktadır.
2. Kürtlerin Osmanlı’dan (Türkiye’den) ayrılması imkansızdır.
3. Kürtlerin, gelişme özgürlüğü sağlayacak biçimde “ırk hukuku” ve “sosyal haklar” bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilecektir.
4. Yabancılar tarafından Kürtlerin kışkırtılmasının önüne geçilecektir.
İşte, gizlisiyle açığıyla, 2 numaralı Amasya Protokolü!
Allah aşkına! Bu protokolün neresinde, “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan ifadesi veya iması vardır?
“Türkiye’nin sınırlarının Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziler” olduğunu söylemek, Kürtlere, özerklik veya bağımsızlık vermek değil, tam tersine Türklerin ve Kürtlerin ortak bir vatanda “tek millet” olarak yaşayacaklarını ifade etmektir. Ayrıca bu ifadeyle, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kuzey Irak’ın (Musul’un) da Türkiye sınırları içinde olduğu vurgulanmak istenmiştir.
“Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasının imkansız olduğunu” söylemek, Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verilmesinin söz konusu olmadığının en açık kanıtıdır.
Kürtlere gelişme özgürlüğü sağlayacak şekilde, “ırk hukuku” ve “sosyal haklar” verilmesi ise, “insan hakları” ve “demokrasinin” bir gereğidir. Buradan Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verildiğini çıkarmak olanaksızdır.
Çok daha önemlisi, Kürtlere verilecek olan “ırk hukuku” ve “sosyal hakların” Kürtlerin yabancılarca kışkırtılmasının önüne geçmek, Kürtleri Türklere ve Milli harekete yakınlaştırmak amacı taşıdığı 2. Protokolün sonunda, çok açık bir biçimde ifade edilmiştir:
2. Protokolün sonundaki: “…Yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü...” cümlesi, Atatürk’ün bütün amacının, Kürtlerin yabancılarca Milli harekete karşı kışkırtılmasını önlemek olduğunu kanıtlamaktadır.
Amasya Görüşmeleri’nin yapıldığı Ekim 1919’den üç ay kadar önce Mayıs-Haziran 1919’da Kürt kökenli Ali Batı İsyanı’nın çıkmış olması, bir ay kadar önce de Eylül 1919’da Kürtleri kışkırtmayı amaçlayan Ali Galip Olayı’nın yaşanmış olması, Atatürk’ü “Kürtler konusunda” bazı önlemler almaya yöneltmiştir.
Atatürk, Ali Galip Olayı sırasında, 9 Eylül 1919’da Kemah’ta bulunan Halet Bey’e gönderdiği bir telgrafta, Kürdistan kurmak için propaganda yapan İngiliz casusu Noel’e yardım eden Kürt aşiret reislerini “Din ve ulusu satmış Kürt beyleri” olarak tanımlamaktadır: “İngiliz koruyuculuğunda bağımsız bir Kürdistan kurulması amacı ile propaganda yapmakta olan İngiliz binbaşılarından Mr. Nowil’in, din ve ulusunu satmış Kürt beylerinden, Ekrem, Karman, Ali, Celadet’le birlikte…”
Atatürk, 10 Eylül 1919’da Malatya’daki İlyas Bey’e gönderdiği başka bir telgrafta da “Kürtlük akımına kesinlikle elverişli alan bırakılmamasını” istemiştir.[9]
Şimdi düşünebiliyor musunuz? 9 Eylül 1919’da bağımsız Kürdistan kurmak isteyen İngiliz casusuna yardım eden Kürt beylerini “din ve ulusu satmış Kürt beyleri” olarak adlandıran, 10 Eylül 1919’da da bir komutana verdiği emirde, “Kürtlük akımına kesinlikle elverişli alan bırakılmamasını” isteyen Atatürk, nasıl olur da, aradan daha iki ay bile geçmeden, 22 Ekim 1919’da “Kürtlere özerklik veya bağımsızlık” verebilir!
Tarihçi Şerafettin Turan’ın bu konudaki değerlendirmesi önemlidir: “Mütareke sınırları içindeki toprakların birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu ilkesini savunan M. Kemal de bağısız Kürdistan girişimlerine daima karşı çıkmış ve bunu önleyebilmek için, Türklerle Kürtlerin ‘öz kardeş” oldukları görüşünü savunmuştur.Hatta Ulusal Ant (Misak-ı Milli) taslağında da bu kardeşliğin belirtilmesini istemiş, ancak Mebuslar Meclisi’nde bunu içeren tümceye yer verilmemiştir”[10].
Özetle, Amasya Görüşmeleri sonundaki 2. Protokol, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi, Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermek için değil, tam tersine Kürtlerin yabancılar tarafından kışkırtılmasını önlemek ve Kürtleri Milli harekete kazanmak için hazırlanmıştır.
Çok daha önemlisi, Amasya Görüşmeleri sonunda hazırlanan 2. Protokolde gerçekten de Kürtlere özerklik veya bağısızlık vaad edilmiş olsa bile, bilindiği gibi bu protokol Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde ilan edilen ve daha sonra TBMM’nin de onayından geçerek Milli hareketin “bağımsızlık bildirgesi” olarak kabul edilen Misak-ı Milli’de hiçbir şekilde yer almamıştır, dolayısıyla hiçbir bağlayıcılığı da yoktur.
Sanırım yalanın altındaki “I. Ayak” devrildi!...
2.Ayak
Koçgiri İsyanı’ndan sonra Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında İngilizler, Kürt Teali Cemiyeti’ni kullanarak, “bağımsız Kürdistan” kurmak amacıyla ayrılıkçı Kürtleri isyan ettirmişlerdir. Ekim 1920’de başlayıp Haziran 1921’e kadar devam eden Koçgiri İsyanı hayli geniş bir alana yayılmış, bazı doğu illeri isyancıların eline geçmiş, isyancılar bu illerdeki devlet dairelerine kendi bayraklarını asarak bir anlamda bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. İsyan, TBMM’nin görevlendirdiği Nurettin Paşa komutansındaki Merkez Ordusu’nca bastırılmıştır.
Koçgiri İsyanı’nın, Yunan taarruzu ve Çerkez Ethem İsyanı’yla hemen hemen aynı döneme denk gelmesi, Milli hareketi çok zor bir duruma düşürmüştür. Kurtuluş Savaşı’nın önderi Atatürk, bir taraftan emperyalizme karşı mücadele dereken diğer taraftan emperyalizmin yerli işbirlikçileriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Koçgiri İsyanı öncesinde, isyancı Kürt aşiretleri, Ankara hükümetine isteklerini iletmişlerdir. Ankara’ya gönderilen 15 Kasım 1920 tarihli bildirideki ayrılıkçı Kürt istekleri şunlardır:
Kürdistan muhtariyet (özerk) idaresine muvafakat eden (kabul eden)İstanbul Saltanat Hükümeti’nin bu baptaki kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de kabul edip etmediğinin açıklanması. Kürdistan muhtariyet idaresi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda aşair rüesasına (aşiret başkanlarına) acele cevap verilmesi.Elazığ, Sivas, Malatya ve Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde tutuklu bulunan bütün Kürtlerin derhal serbest bırakılması
Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan Türk memurların çekilmesi. Koçgiri mıntıkasına gönderildiği haber alınan müfrezelerin derhal geri çekilmesi.[11]
Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı bu bildiriden sonra Batı Dersim aşiret liderleri adına 25 Kasım’da TBMM’ye bir bildiri daha gönderilmiştir. Bu bildiride TBMM açıkça tehdit edilerek “bağımsız Kürdistan” talep edilmiştir.:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”[12]
Atatürk ve TBMM, ayrılıkçı Kürtlerin “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan taleplerini kabul etmeyerek, bu talepleri elde etmek için çıkarılan Koçgiri İsyanı’nı bastırmıştır. İsyan başlamadan önce kabul edilmeyen bu taleplerin, isyan bastırıldıktan sonra kabul edilmesi çok anlamsızdır. Atatürk ve TBMM eğer gerçekten Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermeyi düşünseydi, isyan daha başlamadan isyancıların “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan taleplerini yerine getirir, böylece Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında böyle büyük bir isyanla uğraşmak zorunda kalmazlardı.
Koçgiri İsyanı bastırılmıştır; ancak isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın “aşırı güç kullandığı, masum insanlara da zarar verdiği” iddiaları, TBMM’de uzun tartışmalara yol açmıştır.
Meclis’teki Kürt kökenli milletvekilleri “Kürtlere zulmeden” Nurettin Paşa’nın çok ağır bir şekilde cezalandırılmasını istemişlerdir.[13]
TBMM’de kabul edilen bir önergeyle bir soruşturma kurulu kurulup olayın araştırılmasına karar verilmiştir. Soruşturma kurulu, Nurettin Paşa’nın görevden alınıp yargılanmasına karar vermiştir.
Atatürk, Meclis’te yaptığı konuşmada Nurettin Paşa’ya verilen cezanın “biraz ağır olduğunu” belirtmiştir:
“Nurettin Paşa’nın yasadışı elem ve davranışlarına gelince… Ben bunları incelettim. Bu incelemelerden bazı sonuçlar da çıkarttım. Nurettin Paşa’nın değiştirilmesi kanısı doğmamıştır. .”[14]
Atatürk, Nutuk’ta Nurettin Paşa konusundan şöyle söz etmiştir:
“….Nurettin Paşa, merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı; ama ‘yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyor’ diye milletvekillerinin yakınmaları ve İçişleri bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine, Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden alındı. Meclis, Nurettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Bakanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.”[15]
Atatürk’ün Koçgiri İsyanı’nı bastıran Nurettin Paşa hakkındaki bu değerlendirmeleri, onun, her ne pahasına olursa olsun, Kurtuluş Savaşı’nın çok kritik bir aşamasında böyle bir isyanın bastırılmasından memnun olduğunu göstermektedir. Meclis’teki doğulu milletvekillerinin “Kürtlere aşırı güç uyguladı” diye Nurettin Paşa’yı alabildiğince eleştirdikleri bir ortamda, Atatürk’ün Nurettin Paşa’ya kısmen sahip çıkması, onun Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermeyi değil, Kürt isyanlarının bastırılarak Türklerle Kürtlerin birlikte yaşamasına önem verdiğini kanıtlamaktadır.
Nurettin Paşa’nın isyanı bastırırken “aşırı güç kullandığı” iddialarının gittikçe yayılması üzerine, Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında hem bölgedeki Kürtleri kışkırtmamak, hem de Meclis’teki Kürt milletvekillerini biraz olsun yatıştırmak ve nihayetinde Kürtleri Kurtuluş Savaşı’na kazanabilmek için Atatürk ve TBMM, idam cezalarının uygulanmamasına karar vermiştir. Bu karar göre, 85’i gıyaben, 15’i de vicahen olmak üzere, toplam 110 kişi hakkındaki idam kararı, Atatürk’ün isyancılarla ilgili af çıkarılmasını kabul etmesi ve Sivas’taki Sıkıyönetim Mahkemesi’ni kaldırmasıyla birlikte uygulanmamıştır.[16] Sadece tutuklular için geçerli olan bu af, Dersim’dekileri kapsamamıştır. Atatürk’ün yakın dostlarından olan Dersim milletvekili Diyap Ağa, arabulucu olarak Dersim’e gönderilmiştir. Dahası, Meclis’te ikinci bir af kanunu kabul edilerek Baytar Nuri ve Alişir dışındaki tüm isyancılar af kapsamına alınmıştır. Alişan ise Erzincan Valisini dinleyerek Dersim’i terk etmiştir.[17]
Yani, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi Koçgiri İsyanı’ndan sonra Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verilmemiş, sadece İngilizlerin Kürtleri Milli harekete karşı isyan ettirmelerinin önüne geçmek için TBMM tarafından “af çıkarılarak” isyancı Kürtlerin bazıları serbest bırakılmış ve Dersim milletvekili Diyap Ağa “arabulucu” olarak Dersim’e gönderilmiştir.
Peki ama “Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verildiği” yalanı nereden çıkmıştır?
Bu yalanın kaynağı Robert Olson’un, “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion” adlı kitabıdır.
Olson’un kaynaklık ettiği bu iddiayı dillendirenler, TBMM’nin Haziran 1921’de, bazı Kürt ileri gelenleriyle bir “Özerk Kürdistan Protokolü” imzaladığını ve hatta o dönem bölgede etkin olan Fransızların buna aracı olduğunu iddia etmişlerdir. İddiaya göre, Haziran 1921’de TBMM’de yapılan gizli oturumlardan birinde bu protokol tartışılmıştır.
Oysa, Haziran 1921’deki tek gizli oturum, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in yurtdışındaki ve yurtdışından geldikten sonraki görüşmelerinin ve bu arada Fransızlarla imzalanacak olan barış antlaşması ile İngilizlerle imzalanacak olan esir değişimi antlaşmasının tartışıldığı 27 Haziran 1921 tarihli gizli oturumdur.
Bu görüşmelerde, özellikle “Trabzon mebusanı Hüsrev Bey ve Ali Şükrü Bey, Fransızlarla olan sınır anlaşmazlıkları hakkındaki mükâlemata dair, bizzat TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni hedef alan suçlamalarda bulunmaktan çekinmiyorlardı; suçlamaları, ‘Misak-ı Millî haricinde’ antlaşma imzalamak ağırlığındadır.” Ancak bunlar da önemsizdir. Nitekim, Haziran 1921’deki bu görüşmelerde “Misak-ı Millî haricinde süregiden mükâlemat”, Kurtuluş Savaşı’nın Sakarya Zaferi’yle yeni bir aşamaya girmesiyle birlikte Türkiye açısından daha olumlu bir seyir izlemiş ve Ekim 1921’de imzalanacak olan ve Misak-ı Millî’ye gayet uygun Ankara Antlaşması’yla sonuçlanmıştır.[18]
Özetle, Haziran 1921’de TBMM’deki tek gizli oturumun konusu “Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in yurtdışındaki ve yurtdışından geldikten sonraki görüşmeleri ve Fransızlarla imzalanacak olan barış antlaşması ile İngilizlerle imzalanacak olan esir değişimi antlaşmasının” tartışılmasıdır. O gizli oturumda “Özerk Kürdistan” konusunda hiçbir görüşme, tartışma veya protokol gündeme gelmemiştir.
Sanırım yalanın altındaki “2. Ayak” da derildi!...
3. Ayak
10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
Robert Olson, “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion, 1880-1925” adlı kitabında. Ekim 1920’de başlayıp Haziran 1921’e kadar devam eden Koçgiri İsyanı’nın nedenlerini araştırmak için bölgeye gönderilen heyetin incelemelerinin ardından “Millî Savunma Komisyonu, Kürdistan’ın idaresini ilgilendiren bir yasa taslağı oluşturmuştur.” demiştir.[19] Olson, ayrıca aynı zaman diliminde bir diğer komisyonun aynı konuya dair bir diğer yasa tasarısı oluşturduğunu belirtmiştir. Olsen, bu yasa tasarısının TBMM’de 10 Şubat 1922’de görüşüldüğünü belirttikten sonra bir yerde 65 mebusun[20], bir başka yerde ise 64 mebusun[21] ret oyu verdiğini yazmış ve tasarının 373 kabul oyuyla yasalaştığını ileri sürmüştür.[22]
Olson’un bu iddialarındaki kaynakları, İngiliz Dış İlişkiler Dairesi’nin arşivinde bulunan, dönemin Türkiye Büyükelçisi Horace Rumbold’un, dönemin Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği, “FO 371/7781 e 3553/96/65” arşiv numaralı bir telgraftır[23] Söz konusu yasa taslağının bir özetini de içeren telgraf, Olson’un kitabının sonunda “ikinci ek” olarak sunulmuştur.[24]
Olson, bu yasaya TBMM’deki Kürt mebuslarının çoğunluğunun ret oyu verdiklerinin anlaşıldığını da yazmaktadır, çünkü yasayla Kürtler için ayrı bir meclisi olan özerk bir yönetim kurulabilmesine olanak tanınsa da, özerk bölgenin yöneticisinin Türk mü, yoksa Kürt mü olacağı gibi hususlar ve son onay hep TBMM’ye bırakılmıştır.[25]
Olson, Türklerin o dönem Kürtlere yönelik “sertlik” ve “vahşet” yanlısı bir politikadan yana olmadıklarını, fakat yine de “tam bağımsızlığa” ve hatta “tam bir özerkliğe” sıcak bakmadıklarını, TBMM’nin Kürt sorunu gibi bir konuyu bu açıklıkta tartışabilmesinin bu kurumun “göreli özgürlüğüne” işaret ettiğini yazmış ve Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra konunun bir daha asla bu “açıklık” ve “özgürlükle” tartışılamayacağını eklemiştir.[26]
Olson’a göre, bu yasa taslağı, aynı zamanda, genç Türk devletinin en çalkantılı döneminde, Kürtlerin desteğini muhafaza etmenin bir aracıdır.[27]
Olson, “Kürdistan’a özerklik” tanıyan yasanın TBMM’de 10 Şubat 1922 kabul edildiğini ileri sürmüştür. Ancak, 9 Şubat 1922 ve 11 Şubat 1922 tarihli gizli oturumların zabıtlarına ulaşılırken, 10 Şubat 1922’deki gizli oturumun zabıtlarına ulaşılamamaktadır.
O zabıtlara ulaşılamamaktadır; çünkü 10 Şubat 1922’de TBMM’de böyle bir “gizli oturum” gerçekleştirilmemiştir.
TBMM Gizli Celse Zabıtları’na baktığımızda 9 Şubat 1922 tarihli oturum “157. ini’kat” ve 11 Şubat 1922 tarihli oturum ise “158. ini’kat” olarak geçmektedir.[28] Başka deyişle, arada herhangi bir “kayıp oturum” yoktur. Üstelik, 10 Şubat 1922 tarihi Cuma gününe rastlamaktadır. Bu günün tipik özelliği, o dönemde “resmî tatil” olması nedeniyle o gün herhangi bir oturumun yapılmamasıdır. Cuma günü yapıldığını görebildiğimiz çok az sayıdaki oturum, o dönem sürdürülen Kurtuluş Savaşı’ndan kaynaklanan “olağanüstü” nedenlerden dolayıdır. Bir örnek vermek gerekirse; 5 Ağustos 1921 tarihli “gizli oturum”, “Başkumandanlık ihdası ile bu vazifenin Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine tevcihi hakkında kanun teklifi” gündemiyle gerçekleştirilmiştir.
Özetle; 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan gizli oturumda Kürtlere özerklik verildiği kocaman bir yalandır; çünkü 10 Şubat 1922 Cuma gününe denk gelmektedir ve o dönemde Cuma günleri “resmi tatil”dir. Ayrıca, Meclis Zabıt Cerideleri’de bu gerçeği doğrulamaktadır. 157. oturum 9 Şubat 1922’de, 158. oturum ise 11 Şubat 1922’de yapılmıştır. Yani, 10 Şubat’ta Meclis’te oturum yapılmamıştır.
Anlaşılan, önce İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Horace Rumbold, sonra da Tarihçi Robert Olson, İngiltere’nin “Kürtlere özerklik” planına “tarihsel meşruiyet” kazandırmak için “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk’ün ve TBMM’nin Kürtlere özerklik verdiği” yalanını söylemişler; ancak, Cumhuriyet öncesinde Türkiye’de hafta tatilinin, Avrupa’daki gibi Cumartesi ve Pazar günleri değil Cuma günleri olduğunu gözden kaçırmışlar ve böylece kelimenin tam anlamıyla “çuvallamışlardır”.
Sanırım, yalanın altındaki “3. Ayak” da devrildi!...
4. Ayak
Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde “Kürtlere özerklik verileceğini” söylemiştir!
Atatürk, 30 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’dan sonra, 14 Ocak 1922’de bir yurt gezisine çıkmıştır. Bu yurt gezisizinde Eskişehir’den sonraki durağı İzmit’tir.
Atatürk, 16/17 Ocak 1922’de Körfeze bakan tepe üzerindeki İzmit Kasrı’nda İstanbul’dan gelen gazetecilerle konuşmuştur.
Orada, Akşam gazetesi yazarı Falih Rıfkı Atay’ın bir sorusu üzerine Atatürk, Musul ve Kürtler konusuna değinmiştir:
Atatürk, “Musul, ulusal sınırlarımız içindedir. Bu ulusal sınır deyişini de ben bulmuştum”[29] dedikten sonra şunları söylemiştir:
“…Musul’u da kendi topraklarımız içine alan sınıra ulusal sınır demiştim. Gerçekten o zaman Musul’un güneyinde bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelmiş ve İhsan Paşa’yı aldatarak orada oturmuş. Musul, bizim için çok önemlidir. Birincisi Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır. İkincisi onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler, orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir…”[30]
Şimdi, Atatürk’ün aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım:
“Musul bizim için önemlidir, çünkü orada hem petrol hem de Kürtler vardır.”
“İngilizler, Musul’u ele geçirirlerse sadece petrolü ele geçirmiş olmakla kalmazlar oradaki Kürtlere de bir devlet kurdururlar”
“Bunu yaparlarsa, bu düşünce, yani ‘bağımsız Kürdistan kurma düşüncesi’, bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır”
“Buna, yani, ‘sınırlarımız içinde bağımsız Kürdistan kurulması düşüncesine’ engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir”.
Özetle Atatürk, 16/17 Ocak 1922 gecesi, İzmit’te, Falih Rıfkı (Atay)’ın sorusuna verdiği yanıtta; sınırlarımız içinde ve hatta dışında (Kuzey Irak’ta) bağımsız bir Kürdistan kurulması düşüncesine karşı olduğunu çok açık bir biçimde ifade etmiştir.
“Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde Kürtlere özerklik verileceğini söylemiştir!” diyenler, Atatürk’ün tam da o gün, Falih Rıfkı (Atay)’ın sorusuna verdiği yukarıdaki yanıtı nedense hiç görmezler!
Her neyse!...
Yine o gece, İzmit’te, Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Hamdi (Yalman) Bey, Atatürk’e, “Kürt sorununa değinmiştiniz” diye konuya girerek, şu soruyu sormuştur:
“Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinseniz iyi olur?”
Atatürk, bu soruya şu yanıtı vermiştir:
“Kürt sorunu, bizim yani Türkiye’nin çıkarları için kesinlikle söz konusu olmaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum’a giden, Erzincan’a, Sivas’a giden, Harput’a kadar bir sınır çizmek gerekir.Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir.”
Atatürk, Kürt sorunuyla ilgili durum tespiti yapıp, görüşlerini belirttikten sonra, soruna şöyle bir çözüm önermiştir:
“Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi TBMM, hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani, onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.”[31]
İşte, bugün bilumum “ayrılıkçı Kürtçünün” dört elle sarıldığı belge budur! Bugün, Türkiye’yi bölerek “bağımsız Kürdistan” kurma sevdasındakilere göre Atatürk, bu sözleriyle “Kürt özerkliğini” tanımış, hatta “bağımsız Kürt devletine” onay vermiştir!
Peki ama, bu sözlerden böyle bir anlam çıkar mı?
Şimdi gelin hep birlikte Atatürk’ün bu sözlerinde aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım:
Atatürk, “Kürt sorunu, bizim yani Türkiye’nin çıkarları için kesinlikle söz konusu olmaz.” diyerek, gerçekte Türkiye’nin böyle bir sorunu olmadığını belirtmiştir.
Atatürk: “Bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir” diyerek; 1.Kürtlerin Türkiye’nin her yanında yaşadıklarını, 2. Bu nedenle Kürtlük adına bir sınır çizilecek olursa Türkiye’nin mahvolacağını ifade etmiştir.
Özetle; “Kürtlük adına ayrı bir sınır çizmek istersek Türkiye’yi mahvetmek gerekir” diyen Atatürk, “bağımsız Kürdistan”a kökten karşıdır.
Atatürk: “Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini yöneteceklerdir.” diyerek, o zaman yürürlükte olan “1921 Anayasası’na” gönderme yapmıştır. Burada dikkat çeken iki nokta vardır: 1. Atatürk, doğrudan “özerklik” demeyerek “bir çeşit özerklik” demiştir, 2. Atatürk’ün gönderme yaptığı 1921 Anayasası, Kurtuluş Savaşı’nın olağanüstü koşullarında hazırlanmış, “geçici” bir savaş anayasasıdır. Dolayısıyla Atatürk’ün hem “bir çeşit özerklik” demesi, hem de bu “bir çeşit özerkliği” o zaman yürürlükteki “geçici savaş anayasasına” dayandırması, Atatürk’ün bu “bir çeşit özerklik” düşüncesinin de tamamen o dönemin koşullarına özgü, daha çok Kürt isyanlarını önlemeye yönelik, stratejik bir açıklama olduğunu kanıtlamaktadır. Atatürk, eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vaad etseydi, 1. “Bir çeşit özerklik” yerine, doğrudan “özerklik” ifadesini kullanırdı, 2. Bu “özerkliği”, o zaman yürürlükteki geçici 1921 Anayasası’na değil, daha sonra hazırlanacak olan Cumhuriyet’in ilk gerçek anayasası olan 1924 Anayasası’na dayandırırdı.
Atatürk’ün gönderme yaptığı 1921 Anayasası’nın 21. maddesiyle “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip” oldukları belirtilmiştir.
İşte o madde:
“İl yönetimi, yerel işlerde manevi kişilik sahibidir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında, Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince, Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım işlerini düzenlemek İl Kurullarının yetkisindedir.”
İşte, Atatürk, “Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır” derken 1921 Anayasası’nın bu maddesine gönderme yapmıştır.
1. Bu anayasa maddesi sadece Kürtlerin yaşadığı bölgeler için değil, bütün Türkiye için geçerlidir.
2. Bu anaysa maddesindeki “özerklik” ifadesiyle kastedilen İl Kurullarının “yerel işleri” idare etmesidir. Bu işler de “Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım” işleridir. Üstelik il Kurulları bu işleri de kendi başlarına değil, “Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince” yerine getirebileceklerdir. Ayrıca, İl Kurullarının, “Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işlerle” ilgilenmesi de yasaktır. Atatürk’ün, sözünü ettiği “bir çeşit özerklik” tabiri, o günün terminolojisi içinde değerlendirilmelidir. Görüldüğü gibi, Atatürk, “bir çeşit özerklik” ifadesiyle 1921 Anayasası’ndaki “güçlü yerel yönetimleri” kastetmiştir[32]. Nitekim, 1921 Anayasası’nın 21. maddesinde söz edilen “özerklik”, gerçek anlamda bir özerklik değil, sadece “illerin belediye işlerini kendilerinin yerine getirmeleri” anlamında bir özerkliktir ki, buna da ancak Atatürk’ün dediği gibi “bir çeşit özerklik” denir.
3. Çok daha önemlisi, 1921 Anayasası’nın “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olduklarını” belirten bu 21. maddesi, 1924 Anayasası’nda yer almamıştır. Yani, Atatürk’le İzmit’te yapılan bu mülakattan yaklaşık bir yıl sonra, 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 24 Anayasası’nın 91. Maddesiyle “iller tanınmış olan özerklikler” kaldırılmıştır.[33] Burada tabi şu soruyu sormak gerekir? Atatürk eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vermek isteseydi, 1921 Anayasası’nda “illere tanınmış olan özerklikleri” 1924 anayasasında kaldırır mıydı?
Atatürk, “Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar.” diyerek, hem “Türkiye halkı” ifadesini kullanmış, hem de “Türkiye halkı” derken, Kürtlerden de söz edilmesi gerektiğini, aksi halde sorun çıkaracaklarını belirtmiştir.
Atatürk, “Şimdi TBMM, hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani, onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz” diyerek. TBMM’yi oluşturan Türklerle Kürtlerin “bütün çıkarlarını ve bütün kaderlerini birleştirdiklerini” bu nedenle Kürtlere “ayrı bir sınır çizmenin doğru olmadığını”, dolayısıyla “bağımsız Kürdistan” düşüncesine sonuna kadar karşı olduğunu ifade etmiştir. Tabi ki anlayana!...
Sanırım, yalanın altındaki “4. Ayak” da devrildi!.
5.Ayak
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki konuşmalarında “Kürdistan” tabirini kullanması “bağımsız Kürdistan”ı tanıdığının işaretidir!
Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki “Kürt politikası” çerçevesinde “o günün terminolojisi” içinde zaman zaman “bölgesel” ve “coğrafi” anlamda “Kürdistan” tabirini kullanmıştır. [34]
Ancak Atatürk bu deyimi genellikle “Kürdistan” biçiminde değil de “Kürdistan-ı Türki” yani “Türk Kürdistan’ı” biçiminde kullanmıştır.[35]
Bin bir güçlük içinde Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye çalışan Atatürk’ün, o yıllarda asker, sivil yetkililere gönderdiği telgraflarda, halka yönelik beyannamelerde ve konuşmalarda her şeyden önce “ne demek istediğini” en kestirme ve en anlaşılır yoldan iletmesi gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında kavramları kullanırken daha çok bilinen kavramları, insanların alışık oldukları biçimde kullanmaya özen göstermiştir. Anadolu’nun belli bir bölümünün Osmanlı Devleti döneminde coğrafi olarak “Kürdistan” diye adlandırılması nedeniyle Atatürk de Kurtuluş Savaşı boyunca “Kürdistan” tabirini kullanmıştır; ancak bu kullanımın “ayrılıkçı Kürtlerce” ve “emperyalistlerce” istismar edilmesini engellemek için daha çok “Kürdistan-ı Türki” biçiminde kullanmıştır.
Sanırım, yalanın altındaki “5. Ayak” da devrildi!...
Ne demişler, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”
Kurtuluş Savaşı Yıllarında Birileri Kürtlere Bağımsızlık Vaad Etmişti
Evet, aslında Cumhuriyet tarihi yalancıların haklı oldukları bir nokta var! Evet, Kurtuluş savaşı yıllarında gerçekten de birileri Kürtlere “özerklik” ve “bağımsızlık” vaad etmiş, hatta sadece “vaad etmekle” de kalmamış, bu konuda Kürtlere yasal güvenceler de vermiştir.
Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk ve TBMM değil ama İstanbul’daki Damat Ferit Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Kürtlere “özerklik” ve “bağımsızlık” vaad etmiştir.
Damat Ferit’in, 12 Eylül 1919 tarihinde İngilizlerle imzaladığı “gizli anlaşma”nın 3. maddesinde, “Türkiye, bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır” denilerek Kürtlere “bağımsız Kürdistan” vaad edilmiştir.[36]
Padişah Vahdettin’in, Saltanat Şurası’ndaki onayından sonra imzalanan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nın 62 ve 64. maddeleriyle de Kürtlere özerklik ve bağımsızlık vaad edilmiştir:
Madde 62: “Fırat’ın doğusunda ilerde saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının güneyinde Suriye ve Irak’ta, Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu anlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde İstanbul’da toplanan İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır.”
Madde 64: “Kürt bu bölgedeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti’ne ve Konseyi’ne başvurulursa ve konseyden de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgeler üzerinde bulunan bütün haklarından sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir..”
Vahdettin, Kürdistan’ı Tanıyacaktı
Türk Tarih Kurumu şeref üyesi Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, Son Padişahı Vahdettin’in “Kürt militanlarla” birlikte Atatürk’ü devirip “bağımsız Kürdistan”ı tanıyacağını öne sürmüştür.
Sonyel, “Kıskaç Altında” adlı kitabında, Irak’taki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926’da 40 bin Kürt militanı Musul’da Türkiye’ye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettin’le ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle Atatürk’ü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, “Kürt bağımsızlığını” tanıyacaktır.
Irak’taki Polis Cürüm Araştırma Bölümü’ne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır:
“Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musul’a gitmek üzere 16 Ağustos’ta Bağdat’a uğramış; 18 Ağustos’ta Hacı Raşit el Hava’yı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistan’da Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammed’in evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiye’de geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanya’dan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemal’i yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince ’Kürt bağımsızlığını’ tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.”[37]
Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo’da ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi “Kürtçülerle” çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettin’i burada ziyaret eden Atatürk düşmanı 150’liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para almıştır.[38] Mevlanzade Rıfat’ın daha sonra Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi ortaya çıkmıştır.
Vahdettin’i tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya’daki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıdan sonra, başkan Mehmet Ali Bey aracılığıyla Vahdettin’e yeni bir kabine önermiştir. Vahdetin bu kabineyi onaylamıştır. Şeyh Sait İsyanı’ndan önce bu cemiyet, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadir’le ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Said’in iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettin’le, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadir’le temas kurmuştur.
Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır:
“Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..” [39]
Bugünkü “bölücü Kürtçülerin”, neden Atatürk’e ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettin’e ve Sevr Antlaşması’na hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır.
#atatürk#sinan meydan#kürt#kürdistan#yalan#özerklik#apo#kurdistan#ataturk#mustafa kemal atatürk#kürtlere özerklik
2 notes
·
View notes