#Bir Garip Aşk
Explore tagged Tumblr posts
exosexosekai · 10 months ago
Photo
MY BOY IS SMITTEN SO IS SHE
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
392 notes · View notes
yasamaknefesalmakdegildir · 11 months ago
Text
Her yere uyum sağlayabilenler, kendilerini hiçbir yere ait hissetmeyenlerdir.
18 notes · View notes
gecelersenianar · 2 years ago
Text
Kedi g#tünü görmüş yara sanmış, biz ne g#tler gördük adam sandık.
59 notes · View notes
yazarinsesi · 10 months ago
Text
ORHAN VELİ- ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Göz yaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum
Şair "Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda" dizesinde; acı çeksem size acımı ağlayarak anlatsam beni anlar mısınız, haykırışlarımı duyar mısınız? demek istiyor. Benim yazımla beni okurken dokunabilir misiniz gözyaşlarıma, benim aşkımı hissedebilir misiniz? demek istiyor. En sevdiğim yer;
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu, Bu derde düşmeden önce...
"AŞK" öyle bir duygudur ki... Birisini sevince, "AŞIK" olunca bütün şarkılar onun için çalmaya başlar. Bütün şiirleri ona adarsın mesela. Bütün güzel sözler, mısralar, kelimeler onu ifade eder. Her şey onun için olur bir anda... Belki yanlıştır ama dünyanın merkezine koyarsın onu. Her şeyi ona adarsın. Duyduğun, gördüğün her şey onu ifade ettirir sana. Şair diyor ki şarkılar, kelimeler bana bu kadar anlamlı gelmezdi "Bu derde düşmeden önce." Bu dert ne peki? Bu dert "AŞK" ,"AŞK DUYGUSU" bu derde düşmeden önce yani aşık olmadan önce şarkılar, kelimeler bana bu kadar anlamlı gelmezdi demek istiyor. "Bir yer var biliyorum" diyor şair. Belki de o yer şair için o kadının yanı. Ona içinden geldiği gibi her şeyi söylemek istiyor, onu duyuyor. Ama şair "AŞK" duygusu içinde öyle bir karamsarlık yaşıyor ki anlatamıyor. Anlatamıyor onu ne kadar sevdiğini, gösteremiyor. Belki korkuyor, belki çekiniyor, belki biliyor ki başkası var... Aşkını içine gömmüş bir şekilde ölmeyi bekliyor belki. Anlatamaması çok acı, bu kadar derin yazılar yazan şairin korktuğunu veya çekindiğini düşünmüyorum. Bence başka birisi vardı... O yüzden aşkını kalbine gömmüş, yıllar önce. Bize de bu şiiri okuyup, yorumlayıp onunla birlikte acı çekmek kalıyor.
9 notes · View notes
nesrin-c · 2 months ago
Text
Akşama yemeğim hazır. Pilav ve kurufasulye. Baran da, Umut da çok sever.
Haklısınız.
Kim onlar değil mi?
Baran eşim, Umut oğlum.
Umut sekiz yaşında. Canımın içi, kara gözlü, kıvırcık saçlı, susmak bilmeyen, yerinde duramayan bir çocuk. Hayatımın anlamı...
Geç evlendim ben.
Bizim buralarda alışık bir durum olmasa da, evlenmeden, çoluğa çocuğa karışmadan önce okulumu bitirmek istedim. Hep derim, kız çocukları okumalı, iyi yerlere gelmeli, erkeğin eline bakıp, şiddeti, eziyeti, yokluğu, kader deyip sineye çekmemeli.
Ailem itiraz etse de, inadımı kıramadılar. Laf aramızda, zaten oldum olası, burnumun dikine bir kızdım. Beni Kur'an kursuna yollarlardı, ben sokak aralarında kuşlarla beraber şarkılar söyler, boyumdan büyük hayaller kurardım. Akranlarım, eğlencelerde, doğum günlerinde, düğünlerde, konuşmaya bile çekinirken, ben en güzel elbiselerimi giyer, ter içinde kalana kadar güler, eğlenir, dans ederdim. Arada bir annem beni çekiştirip "Ah be kızım, bir parça hanım hanımcık ol!" dese de, olamazdım. Hanım hanımcık olanların düşleri yoktu, bilirdim.
Ellerime bakıyorum.
Bir zamanlar kınalar yaktığım ufacık ellerim yok artık.
Zaman bir nefeste geçiyor ve sanırım insanın önce elleri yaşlanıyor.
Sanki, bir zamanlar, şu sokaklarda koşuşturan, yaramazlık yapan, "Anne n'olur beş dakika daha oynanayım." diye ısrar eden çocuk ben değilmişim gibi.
Nerede şimdi, kırık aynasını eline alıp, saçlarını tarayan ve bir sürü pembe tokalar takan küçük kız?
Garip...
Dışarıda inceden bir Eylül yağmur var. Kasvetli havaya rağmen çocukların kahkahaları duyuluyor.
Aralarından Umut'un sesini ayırabiliyorum. En çok da onun sesi geliyor. Eşek herif!
Yine birazdan üstü başı toz toprak içinde gelecek eve, biliyorum. Nefes nefese ayakkabılarını bir kenara atıp, gözlerimin içine bakacak ve "Anne ben acıktım." diyecek. Sonra ben yine dayanamayıp, onu kollarımın arasına alıp, o kirli yanaklarını, gözlerini, saçlarını öpeceğim, boynunu koklayacağım.
Ah oğlum benim!
Ah Umut'um!
Sen niye hep dağ çiçekleri gibi kokuyorsun, her defasında başımı döndürüyorsun.
Anne olduğumdan beri daha kaygılı biri oldum çıktım. Sizde de öyle mi? Hani, Umut eve biraz geç kalsa ya da ne bileyim, camdan bakıp, yakınlarda göremesem, kalbim yaralı bir kuş gibi kanat çırpmaya başlar. "Ya başına bir şey geldiyse..."
Eşim Baran bu halime üzülür, "Yapma canım, kötüyü çağırma." der ama anneyim işte, ne yapayım.
Baran güzel bir adam. Okulun son yıllarında tanıdım onu. Önce arkadaş olduk. Baktık ki, çok iyi anlaşıyoruz, "hadi öyleyse evlenelim." dedik. Baran bana, kucak dolusu papatya ve Ahmet Arif şiiriyle evlenme teklif etti. Papatya, Ahmet Arif, Şiir, Baran, aşk...Kabul edilmez mi hiç!
Tıpkı hayalimdeki gibi bir evde oturuyorum.
Küçücük, mütevazi, duvarları mavi boyalı, bir köşesi kitaplarla dolu ve güllü dallı perdeleri olan bir ev. İnanın, sevgisiz insan sarayda da otursa, mutsuz olur. Çocukluk arkadaşımlarımdan biliyorum. Yarası çok olana, para merhem olmuyor.
Çok gevezelik ettim değil mi?
Ama ne yapayım, oldum olası konuşmayı seviyorum. Kimseyi bulamazsam, kendimle konuşuyorum. Gülmeyin ya! İnsanın kendi kendine konuşması kadar güzel bir şey yok dünyada. Deneyin, bana hak vereceksiniz.
Ha, bir de çok güzel türkü söylerim ben. Arkadaşlar falan bir araya geldiğimizde, ısrar ederler, "Hadi, bir tane söylemeden olmaz." derler.
Dost kırılır mı hiç!
Şu karşı yaylada göç katar katar
Bir güzelin derdi serimde tüter
Bu ayrılık bana (bize) ölümden beter
Geçti dost kervanı eyleme beni
Şu benim sevdiğim başta oturur
Bir güzelin derdi beni bitirir
Bu ayrılık bize zulüm getirir
Geçti dost kervanı eyleme beni
Pir Sultan Abdalım kalkın aşalım
Aşıp yüce dağı engin düşelim
Çok nimetin’ yedim helallaşalım
Geçti dost kervanı eyleme beni...
Bu türküyü her söylediğimde, gözümden iki damla yaş gelir. Neden bilmem ama sadece iki damla yaş! Sanki bu türküde benden bir şeyler var. Sanki, beni incitmişler, canımı yakmışlar, kalbimi kırmışlar da, ben kimselere söyleyeyemişim gibi...
Duvardaki takvime gözüm takıldı şimdi.
8 Eylül 2051
Off! Ben ne vakit otuz beş yaşında koca bir kadın oldum!
Olsun, her yaşın kendine göre bir güzelliği var. İnşallah çocuklarımız da, otuzları, kırkları, elli, altmış, seksen hatta yüz yaşları görür.
Hah, kapı çaldı, nihayet benim eşek geldi.
Hadi bana müsade. Gideyim de yine bıktırana kadar onu öpüp koklayayım.......diye, bütün bunları yazmak isterdim ama yazamam. Çünkü ben sekiz yaşındayken öldürüldüm.
Ben Narin Güran.
Cesedi on dokuz gün sonra derede bulunan o elleri kınalı kız.
Büyüyemedim ben. Baran ile evlenemedim ve Umut'um hiç olmadı.
t a m e r d u r s u n
#tamerdursun #naringüran #hepimizincesedinideredebuldular
Tumblr media
161 notes · View notes
elisaa-suu · 4 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Temmuz ayı okuduklarım :
CHARLIE'NİN ÇİKOLATA FABRİKASI:(Roald Dahl)
Charlie adındaki bir çocuğun yoksulluk içinde büyümesi ve bu sebepdendir ki senede sadece bir sefer doğum gününde çikolata yiyebiliyor. Bi yarışma sonucu dünyanın en büyük çikolata fabrikasına girmeye hak kazanıyor. Ve o çikolata fabrikasının sahibi oluyor...
Sayfa sayısı :205
📖🤍:10/6
MACBETH(WILLIAM SHAKESPEARA)
Tiyatro türünde bir kitap birazda fantastik. Konusuna gelecek olursak hatırlamaya çalışıyorum :) macbeth adında bir gencin bir savaşta büyük başarı gösterip krallığa oturuşuna sonrasında düşmanlarının onun elinden krallık koltuğunu alışını anlatıyor...
Sayfa sayısı :105
📖🤍:10/4
PİNAKYO(CARLO COLLODI)
Gapetto adındaki bir ustanın bir odun parçasından bir Pinokyo yapışını, bu küçük çocuğun fazlasıyla yaramaz oluşunu tek dileğinin ise gerçek bir çocuğa dönüşme arzusu olduğunu anlatıyor...
Sayfa sayısı :192
📖🤍: 10/5
TOPRAK ANA (CENGİZ AYTMATOV)
Bozkırın ortasında bir Kırgız köyünde erkeklerin savaşa gidişini geride kalanların çektiği zorlukları, savaşın uzaması sonucu aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, bi kadının 3 oğlunu eşini kaybedişini konu edinmiş çok acıklı ama akıcı bir roman 🤍
Sayfa sayısı :135
📖🤍:10/10
Yaşlı Adam ve Deniz (HEMINGWAY)
Yaşlı bir adamın okyanusta geçen bikaç gününü anlatıyor. Okyanusta bi tane büyük bir balık tutuyor bu balık hayallerimiz oluyor yaşlı adam biz oluyor :)) yani şöyle ki hayallerimizin peşinden gitmeliyiz bütün zorluklara rağmen. Değişik bi dili var kitabın beni böyle aşırı sarmadı kitap oysaki Nobel edebiyat ödülü almış
Sayfa sayısı :86
📖🤍:10/6
Her Şey Seninle Başlar (Mümin Sekman)
Ihımm sadece 69 sayfa okumuşum ayy bi sarmadı bi sarmadı anlatamam normalde sevmesem de bitiririm bitirmeye çalışırım ama olmadı. Kitap gözümde dağ oldu konusuna gelecek olursak kişisel gelişim kitabı insanın başarılı olması için yapması gerekenler, sürekli örnekler veriyor yazar. Ve bunu hayvanlar üzerinden yapıyor sürekli aynı şeyi tekrarlıyormuş gibi geldi
Sayfa Sayısı :238
📖🤍:10/2
KÜÇÜK PRENS (Antoine de Sint _Exupery)
Okumak için geç kaldığım tek kitap budur. Okadar tatlıydı ki pamuk gibi hissettim son sayfalarını sabah okudum neden se çok ağladım. Bana onu hatırlattı. Bitirdikten sonra bi ilk 20 sayfayı tekrar okudum daha da okurum ben bunu kafama estikçe tekrar tekrar 🌟⭐☀️🌟⭐☀️🌠🌟☀️⭐🌠☀️🌟
Sayfa sayısı :106
📖🤍:10/10
GENÇ WERTHER'İN ACILARI (GOETHE)
Fotoğrafa kitabı dahil etmeyi unutmuşum 🍂
Garip bi kitaptı, herkes aşık olabilir ama ben saplantılı aşk sevmiyorum, sevmenin de bi sınırı olmalı bence, sonu çok duygusaldı ama benim sadece sinirim bozuldu..
Sayfa sayısı :126
📖🤍:10/6 yada 5 mi bilemedim
63 notes · View notes
susturunbeynimi · 5 months ago
Text
aşk ne garip şey. bir zamanlar hiçbir şeyin olmayan, hiçbir bağının olmadığı; aynı yoldan bile geçmediğin bir insanın en sevdiğin olabilmesi. hem çok ütopik hem çok ikna edici. gerçekten bahsediyorsak şayet sahiden bu duruma sadece hormon gözüyle mi bakmalıyız yoksa gerçeğin mayası sahiden görülemiyor mu gözle? kalp mi lazım dersiniz?
60 notes · View notes
amezhu · 1 month ago
Text
Heaven Official's Blessing ▪︎
246. BÖLÜM - Ekselanslarının Merak Uyandıran Olayı - Veliaht Prensin Hatırası Kaybolup Gidiyor 1- Büyük HuaHua Unutkan Lian'ı Alıyor
Xie Lian gözlerini açtığı an yerde uzandığını fark etti.
Garip bir odaydı. Aşırı derecede kafası karışmış hisseti.
Taichang dağındaki kraliyet tapınağında xiulian uyguluyordu, peki neden buradaydı?
Hafif bir kayıp hissi ile Xie Lian yerde oturdu.
Üzerinde gerçekten de biraz fazla basit, kaba ve zavallı halktan insanlarınki gibi ayrıntılardan yoksun bir dizi basit, beyaz cübbe olduğunu fark etti. Malzemesi de iyi değildi, dokusu pürüzlüydü ve cildine rahatsız edici bir şekilde sürtünüyordu.
Xie Lian kaşlarını kırıştırdı ve yerden yukarı tırmanmayı düşündü. Ayağa kalktığı anda vücudunda rahatsızlık hissettiği daha fazla yer keşfedeceğini tahmin etmemişti.
Kalçaları ağrıyordu, bacakları ağrıyordu, karnı ağrıyordu, boynu ağrıyordu. Bu, bir geceyi yerde yatarak geçirmenin ve üşümenin sonucu olabilir miydi? ...İmkansız. Ayrıca, o kadar da narin ve kırılgan değildi.
Peki ya Feng Xin ve Mu Qing? Xie Lian onları hatırlayarak, "Feng... öhö, öhö, öhö...??" diye seslendi.
Sesi bile çok rahatsız ediciydi.
Dün gece Feng Xin ve Mu Qing'in yine küçük, önemsiz bir şey yüzünden kavga etmeye başladıklarını ve meditasyon yapmasını imkânsız kılacak kadar çok gürültü çıkardıklarını hatırladı. Bu nedenle, tartışmaya dışarıda devam etmelerini emretmişti. İki yüzden fazla satır boyunca büyük bir kızgınlık ve öfkeyle onların tartışmalarını dinleyen Xie Lian'ın uykusu gelmeye başlamış ve dinlenmeye çekilmiş, uyandığında nasıl olmuştu da böylesine akıl almaz ve karmaşık bir duruma düşmüştü?
Bir masanın kenarından destek alan Xie Lian sonunda ayağa kalktı ve çevresini inceledi.
 Burası bir han olmalıydı, ancak genel olarak konuşmak gerekirse, kamp yapmayı seçmeyip bir handa kalmayı tercih ettiyse, açıkça böyle bir handa kalmayı seçmezdi.
Elleri ve ayakları bağlanmamıştı ve odanın kapısı kilitli değildi, yani bu hapsedilmediği anlamına geliyordu. Eğer biri ya da bir şey ona karşı komplo kuruyorsa, onu buraya atmanın ne anlamı vardı?
Xie Lian düşündükçe bu durumu daha da tuhaf buluyordu ama en tuhafı hâlâ vücudunun şu anki durumuydu. Kollarındaki ağrıya tahammül ederek dış giysilerini çıkardı ve vücudunda ne tür yaralar olduğunu incelemeye hazırlandı. Ancak beklenmedik bir şekilde, dış giysilerini çıkardıktan sonra, bakmak için başını eğdiğinde, tüm yüzü bir anda soldu.
Karnından göğsüne kadar her yeri yoğun bir şekilde belirsiz kırmızı izlerle kaplıydı. Sanki büyük bir çiçek yaprağı düşmüş ve ince beyaz yeşim taşı kadar soluk olan cildini, al-kırmızı çiçeklerin açması gibi örtmüştü. O kadar kırmızıydılar ki hayrete düştü ve bakmak için yanındaki aynanın önüne geçti.
Sahiden! Sadece göğsünde ve karnında değil, boynunda, hatta çenesinde bile vardı!
"........"
Xie Lian bakmaya devam etmek için alt kısmındaki giysileri çıkarmaya cesaret edemedi. Durum çok açıktı.
Bilmediği bir nedenden ötürü baygın olduğu bir anda, birisi ona… çok büyük bir saygısızlık etmişti.
Xie Lian hayatında ilk kez "bacaklarının güçsüzleştiğini" hissetti, Ama kendini çelikleştirdi, dayandı ve sağlam durdu.
Geçmişte, kendisine hizmet eden oda hizmetçilerinin saray dışından gelen bazı korkunç efsanelerden bahsetmelerini çok dinlemişti; karaborsada çalışan ve kötü niyetli ya da cinsel nedenlerle kız kaçırma konusunda uzmanlaşmış, kötü şeyler yapmadan önce kızları uyuşturan kara kalpli insanlar gibi. Ama... ama...
Xie Lian başını iki eliyle kavrayarak mırıldandı: "Ama... Ben, ben bir erkeğim!....."
Şu anki görüntüsü gerçekten de çirkindi. Bu aşk ısırıkları ve çok fazla güçle tutulduğu yerlerdeki morlukların yanı sıra, utanç verici ısırık izleri bile vardı. Xie Lian yüzünü kapattı, vücudu üşürken başının ateşler içinde olduğunu hissediyordu.
Aniden, son derece ciddi bir şeyi hatırladı; Olamaz!
Onun xiulian uygulama yolu mutlak iffet gerektiriyordu, ama bundan dolayı büyük bir tabu işlemiş olmuyor muydu?
Xie Lian aceleyle bir deneme yaptı. Denedi, beklendiği gibi, artık herhangi bir büyü gücüne sahip değildi!
Xie Lian genellikle oldukça sakin biri olarak kabul edilirdi, ancak mevcut durumda, sanki yerlere yığılmak üzereymiş gibi hissediyordu.
Açıklanamaz bir şekilde, uyandıktan sonra bu hale gelmişti, Feng Xin ve Mu Qing'in ikisi de kayıptı ve kendisi hâlâ onu kandırmak ve kirletmek için kimin hangi yöntemi kullandığını bilmiyordu. Gerçekten yere yığılmak istiyordu.
Bir süre sonra, bu gerçeği hâlâ kabullenemiyordu ve kendini çok üzgün hissediyordu. Ancak, bu şekilde sersemlemeye de devam edemezdi ve bu yüzden dikkatsizce kıyafetlerini toplayıp giymekten ve handan ayrılmaktan başka çaresi yoktu. Çıkarken kimse onu durdurmaya çalışmadı. Xie Lian rahat bir nefes aldı ve etrafındaki binaların, yoldan geçenlerin kıyafetlerinin ve aksanlarının bile oldukça tuhaf olmasını umursamadı.
Ama belki de kalbinde bir kıpırtı olduğu için, sanki diğer insanlar vücuduna bir şey olduğunu anlayabiliyorlarmış ve onu tuhaf bakışlarla süzüyorlarmış gibi hissetmeye devam etti. Bu, yürüdükçe hızlanmasına neden oldu, sonunda ise çılgınca koşmaya başladı. Bir ormanlık alana girdi ve tek bir yumrukla bir ağacı yumrukladı. Ağaç bir "çatırtı" ile kırıldı. Öfkeyle bağırdı, "pislik!!!"
Kendisine böyle bir şey yapan kişiyi lanetlemek ve azarlamak için en kötü dili kullanmak istedi, ancak dönüp durduktan sonra tek söyleyebildiği "pislik, piç, alçak!" oldu ve kalbindeki yangını dışarı vuramadı, boğuldu.
Ama kendini bırakıp ağlayamıyordu da. Bu yüzden duygularını sadece içinde tutup çılgınca saldırabiliyordu. "güm güm güm güm güm güm güm", arka arkaya onlarca ağacı devirdi, sonunda olduğu yerde durdu ve çömelerek bacaklarına sarıldı, bağırdı ve ağladı; "Veliaht prens hazretleri, veliaht prens hazretleri, daha fazla vurmayın!"
Xie Lian'ın kalbi öfkeyle doluydu ama aniden yerden çıkan bu yaşlı adamın sıradan biri olmadığı açıktı. Bu manzara onu biraz ürküttü ve "Kimsin sen?" diye sordu.
Yaşlı adam gözyaşlarını sildi ve şöyle dedi: "Ben buranın toprağıyım, veliaht prens hazretleri! Bu orman parçası benim tarafımdan yetiştirildi! Senin gibi bir kıdemli vurmaya devam ederse, elimde hiçbir şey kalmaz!"
Xie Lian kendi kendine düşündü, sonuçta bu başka kimseyi ilgilendirmiyordu ve öfkeyle gelişigüzel hareket etmemeliydi. Ayrıca, bu küçük bir tanrı olsa da yine de bir tanrıydı, yaşlıydı ve saygı görmeliydi. Bu nedenle, isteksizce ateşinin bir kısmını geri çekti, elini geri çekti, nefesini yavaşlattı ve "... Üzgünüm, aşırı davranan bendim. Şuna ne dersin, az önce devirdiğim tüm ağaçların parasını sana ödeyeyim."
Yer, Xie Lian'ın bacaklarına sarılmış olan ellerini bıraktı ve aceleyle, "Hayır hayır hayır hayır hayır, gerek yok, senin gibi bir kıdemliden nasıl ödeme yapması beklenebilir? Benimle konuşmaya istekli olmanız, bu küçük tanrının mekânını şereflendiriyor!"
Xie Lian bunun biraz tuhaf olduğunu hissetti, nasıl söylenirse söylensin, bu Toprak hala bir tanrıydı ve görünüşe bakılırsa ondan çok daha yaşlıydı, hatta ona "senin gibi bir kıdemli" diyordu? Ancak daha fazla sorgulama havasında değildi ve kibarca sordu, "Bu bölgenin Toprağı olduğunuza göre, bu bölgenin giriş ve çıkışlarını çok iyi biliyor olmalısınız. İki kişiyi bulmama yardım eder misiniz?"
Bunu söylerken, ödeme olarak birkaç altın yaprak almak niyetiyle elini kolunun içine soktu, ancak Toprak onun hareketini gördü ve aceleyle ve çılgınca ellerini salladı, "Gerek yok! gerek yok! gerek yok! Kimi bulmak istiyorsunuz?"
Tesadüfe bakın ki, Xie Lian da hiçbir şey söylemedi. Ellerini uzattı ve "İki yardımcım, Feng Xin ve Mu Qing" dedi.
"......"
Toprağın ifadesi aniden çok garipleşti. Xie Lian, "Sorun ne? Bir sorun mu var?"
Toprak dedi ki, "Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hiç sorun yok. Sadece..."
Sadece, veliaht prens hazretlerinin nesi vardı? Sekiz yüz yıl oldu ve hala Nan Yang Generali ile Xuan Zhen Generali yardımcıları olarak çağırıyordu. İki generalin kızıp kızmayacağını kim bilebilirdi? Boş ver, iki generalin kızıp kızmaması önemli değildi; eğer bu kişi ona iyi hizmet etmediyse, o zaman o kişi kızdığında daha korkunç olurdu. Ve "Lütfen bir süre burada bekleyin, hemen sizin için bir arama yapacağım!" dedi.
Xie Lian "Çok minnettarım" dedi. Nezaketle eğildi ve başını kaldırdığında o toprak çoktan kaybolmuştu.
Xie Lian başının hâlâ ateşler içinde olduğunu hissetti ve alnını tuttu. Tanrı bilir ne kadar zaman sonra, önündeki kuşkulu sesin "Sorun nedir?" dediğini duydu.
Xie Lian başını kaldırdığında Feng Xin ve Mu Qing'i gördü. Ancak, tanıdığı Feng Xin ve Mu Qing değildi. Aslında ikisinin de görünüşü değişmemişti ama üzerlerindeki hava farklıydı; artık iki atılgan genç gibi değil, arenada birçok zafer kazanmış iki general gibiydiler. Dahası, her ikisi de pahalı ve lüks siyah cübbeler giyiyordu, sıradan insanların giydiği türden değil. En azından Xie Lian onları hiç böyle kıyafetler giyerken görmemişti.
Soruyu soran kişi Feng Xin'di ve "Ekselansları, burada tek başınıza ne yapıyorsunuz?" diyerek yaklaştı.
"…..." Xie Lian, "Asıl sorması gereken benim, ikiniz de nereye kaçtınız? Dün gece tartışmanız için ikinizin de dışarı çıkmasına izin verdim, bu sabah neden ortadan kayboldunuz?"
Feng Xin ve Mu Qing ne dediğini anlamamış gibi garip bir ifade takındılar. Xie Lian'ın başı yarılacakmış gibi ağrıyordu ve tekrar, "İkinizin de kılık kıyafeti ne böyle? Neler oluyor?"
Feng Xin başını eğip kendini inceledi ve şüpheyle, "Bu kıyafetlerin nesi var? Çok normal değiller mi?"
Bunun üzerine Mu Qing, "Ne diyorsun sen? Uyurken aklını mı kaçırdın? Dün gece sende değildim."
Xie Lian kafasına sarıldı. Bağırıp çağırmak istedi ama kendini sakin kalmaya zorladı ve bir süre düşündükten sonra, "Anlıyorum? İkiniz de benim gibisiniz ve bir şey tarafından fidye için tutuluyorsunuz." Feng Xin ve Mu Qing'in yüz ifadeleri giderek daha da tuhaflaştı.
Feng Xin, "İhmalkâr davrandım. Ekselansları, bizi neden çağırdığınızı neden söylemiyorsunuz?"
Mu Qing gözlerini devirdi ve "Sormaya gerek yok. Dediğim gibi, birinden bizi aramasını isteyip Onu aramadığına göre, yüzde seksen ihtimalle beyninde bir sorun var demektir."
Xie Lian neden bahsettiklerini tam olarak anlayamadı ve "O mu? Guoshi mi?"
"…..."
Feng Xin ve Mu Qing birbirlerine baktı ve bir süre durakladıktan sonra Mu Qing bir adım öne çıkarak, "Ekselansları, veliaht prens" dedi.
Xie Lian "Ne?" diye sordu.
Mu Qing, "Şu anda hafızam biraz bulanık. Bana söyleyebilir misin, son birkaç gündür neler yaptığımızı hatırlıyor musun?"
Xie Lian, "Birkaç gündür kraliyet tapınağında xiulian uygulamıyor muyduk?" dedi.
Mu Qing, "Hua Cheng nerede?" dedi.
Bu ismi duyan Xie Lian güçlü bir aşinalık hissetti, ancak düşündükten sonra gerçekten de tanımadı ve bu yüzden aniden, "Hua... Cheng kim?......" dedi.
"......."
Mu Qing, "Tamam, anladım" dedi.
Yan tarafa bir bakış attı ve yüzünde şaşkın bir ifade olan Feng Xin'le konuşmak için kenara çekildi. Xie Lian birden bunun oldukça şüpheli olduğunu hissetti ve ihtiyatla, "Ne anladın? Siz ikiniz ne hakkında konuşuyorsunuz?"
Tartışmalarını bitiren iki kişi geri döndü. Feng Xin, "Ekselansları, gidelim" dedi.
Xie Lian'ın şüpheleri daha da arttı, "Nereye gideceğiz?"
Mu Qing, "Seni mevcut durumu çözebilecek birini görmeye götüreceğiz. Sen de gel!"
Xie Lian artık yüzde seksen oranında temkinli davranmaya başlamıştı ve birçok geri adım attı. Xie Lian'ın kaçmak istediğini gören Mu Qing, "Gitme!" diyerek elini uzattı ve sanki onu zapt etmeyi planlıyormuş gibi bir ruhani ışık hüzmesi savurdu. Ama Xie Lian nasıl gitmezdi? Koş!
O koşmaya başladığı anda, Feng Xin ve Mu Qing boylarından büyük bir işe kalkıştıklarını hissettiler. İkisi de rüzgârı kovalayıp kükrerken, Feng Xin şöyle diyordu: "S*ktir! Gerçekten b*ku yedik! Bu nasıl oldu? Hafıza kaybı olsa bile bu kadar şiddetli olamaz! Bir seferde sekiz yüz yılı unutmak mı?"
Mu Qing, "Nihayet! Sonunda, her türlü saçmalığı yemekten beyni hasar gördü!"
"Bu nasıl olabilir? Korkarım tek başına dışarıdayken bir kaza geçirmiş olabilir, acele edip onu bulalım! Şu anda aklı on yedi yaşında bir çocukta!"
Mu Qing bu sırada bile, "evet, saf, aptal ve şımarık ekselansları!" diye birkaç iğneleme yapmayı ihmal etmedi.
"Bekle! Önce ona söyleyelim, acele et ve önce ona söyle!"
Böyle bir şey olduğunda, elbette önce o kişiye söylemek gerekirdi!
Xie Lian bir solukta 20 Li[1] koştu, ancak sonunda durduğunda hafifçe soluk soluğa kaldı. Kendisini hâlâ devasa, kafa karıştırıcı ve sisli bir ağın içindeymiş ve henüz kurtulamamış gibi hissediyordu.
Neler oluyordu?
Her şey anormaldi. Çok fazla anormal!
Mu Qing'in Güçleri hakkında net bir bilgiye sahip değil miydi? Bu tür bir ruhsal ışığı geliştirebilmek için en az birkaç yüz yıl daha xiulian uygulaması gerekirdi. Şimdi bu nasıl gerçek Mu Qing olabilirdi?  O sahte olmalı!
Ve o. Kendisi normal değildi. Sadece bu koşu ile vücudunun hareketlerinin bir kırlangıç kadar hafif olduğunu keşfetti. Hareketleri her zaman bir kırlangıç kadar hafif olsa da, şimdi vücudunun becerileri daha hızlı, daha güçlüydü.
Hiçbir şey doğru değildi.
Sakin ol, sakin ol ve tekrar sakin ol. Xie Lian birden hatırladı; az önce Mu Qing bir isimden bahsetmiş gibiydi.
"Hua Cheng" diye mırıldanmıştı.
Bilinmeyen bir nedenden ötürü, bu isim ona çok yabancı olmalıydı ama bu ismi söylediği anda kalbi sanki kalbinin bir köşesinde bir çiçek açmış gibi hafifçe kıpırdandı. Ve böylece, bu ismi birkaç kez yüksek sesle, ileri geri söylemekten kendini alamadı.
Hua Cheng, Hua Cheng, Hua Cheng.
Bu çok önemli bir kişi olmalıydı, belki de mevcut durumun anahtarı. Önce onu bulması gerekiyordu.
Bir karara varan Xie Lian şehre doğru yürüdü.
Xie Lian vücuduna bir şeyler olduğunu ilk fark ettiğinde bunu tamamen kabullenememiş olsa da şimdi sakinleşmeye başlamıştı. Kalbi ve bedeni hâlâ kendini aşırı derecede rahatsız hissetse de içinde bulunduğu bulmaca yüzünden endişelenecek zamanı yoktu. Gerçek Feng Xin ve Mu Qing hâlâ iz bırakmadan kayıptı ve perde arkasındaki faili ortaya çıkarana kadar bir an önce kendini toparlamalı ve gerçeği araştırmalıydı.
Böylece şehre adımını attığında tamamen sakinleşmişti. Rastgele bir çayevi seçti, üst katta pencere kenarında bir koltuk seçti ama çay içecek havası yoktu. Xie Lian masadan bir fincan aldı ve inceledi. Fincanın içinde silinemeyen bazı eski çay lekeleri vardı. Bu manzara onu bitkin düşürdü ve fincanı yere bırakıp görmezden geldi.
Çayevinde oldukça güzel genç bir kız elinde pipa tıngırdatarak şarkı söylerken, çeşitli yaşlardan bir grup erkek oturmuş ona bakıyordu. Kız aslında erkenden yer toplamaya giden bir genç kız hakkında sıradan, yerel bir halk şarkısı söylüyordu, ancak bir grup yaşlı adam "anlamsız, dinlemesi hoş değil, değiştir!" dediğinde daha bir süre söylememişti.
"Evet! Bu şarkıyı dinlemek hoş değil, değiştir, değiştir, değiştir!"
"Şarkıyı değiştir!"
Ne yapacağını şaşıran şarkıcının onların önerilerini kabul etmekten başka çaresi yoktu ve melodisi yavaş ve yumuşak olan, dinleyenlerin kızaracağı ve kalplerinin hızlanacağı ünlü bir erotik şarkıya geçti. İzleyici grubu ancak o zaman tatmin oldu ve onaylarını haykırdı. Ancak ikinci katta pencere kenarındaki koltuğunda oturan Xie Lian için bu son derece uygunsuzdu.
Sözleri dikkatle dinlediğinde, genç bir karı kocanın evlilik gecelerindeki bal gibi tatlı tutkularını anlatıyor gibi görünüyordu ve gerçekten de son derece cüretkârdı. Bunu geçmişte duymuş olsaydı, kulağına rüzgâr çarpmış gibi görmezden gelirdi, çünkü onu ilgilendirmiyordu, çünkü hayatında asla böyle şeyler yapmayı düşünmemişti. Ama şimdi durum pek de aynı değildi.
Ne olduğunu tam olarak hatırlamasa da bir şeyler olmuştu ve böyle şeyleri dinlerken insanın düşünceleri farklı olurdu. Dahası, korkutucu bir şey keşfetmişti; düşünceleri tamamen kontrolünün dışındaydı!
Şarkı yüzde otuz hafif ve alaycıyken, duyguları yüzde yüz ileri geri sallanıyordu. Dahası, zihninde sonsuz bir akış içinde birçok parçalanmış görüntü ortaya çıktı; parmakları sıkıca kenetlenmiş iki el; parmakların arasında sıkıca sarılmış ve asla çözülmeyecek kırmızı bir iplik; ve hatta kulağının dibinde, kırık nefesler, yalvaran hıçkırıklar ve bir adamın baştan çıkarıcı alçak sesini duyar gibiydi.
... bütün bunlar..? Bütün bunlar da neydi?
Xie Lian hem utanmış hem de sinirlenmiş hissetti ve dudağını ısırarak yumruğunu sıkıca sıktı. Ertesi an, kırılma noktasında, sonunda daha fazla dayanamadı ve elini acımasızca masaya vurdu.
Çıkan "güm" sesi yakındaki birkaç masada oturan ve ona iri gözlerle bakan müşterileri ürküttü. Xie Lian ancak o zaman irkilerek kendine geldi ve sessizce özür diledi. Umutsuzca iki eliyle kulaklarını tıkamak istedi, böylece artık hiçbir şey duyamayacaktı. Kendi kendine, eğer şarkı söylemeye devam ederse, o zaman gideceğini düşündü!
Birdenbire şarkı aniden kesildi ve keskin bir çığlık onu düşüncelerinde kaybolduğu yerden çekip çıkardı. Xie Lian başını kaldırdığında, bir grubun şarkıcı kızın etrafını sardığını ve onu yemliyor gibi göründüğünü gördü. Şarkıcı kız pipasına sarıldı ve korkuyla ayağa kalkarak üzgün bir sesle, "Lordum, şarkılarımı dinlemeniz yeterli, bana dokunmayı bırakın..." dedi.
Adamlardan birkaçı ikna edici bir tavırla, "Dokunmanın nesi yanlış? Sonuçta sadece biz dokunmuş olamayız, işinizi yaparken birkaç kişi tarafından ellenmediğinize inanmak istemiyorum!"
Şarkıcı kız o kadar üzgündü ki göz çukurları kızarmıştı. "Ne demek istiyorsunuz? İşimi satmak mı? Ben şarkılarımı satarım, bedenimi değil!"
Ancak çevredeki insanlar onun açıklamasını kasıtlı olarak duymadılar ve "Heh! Sanki bakireymişsin gibi konuşuyorsun. Eğer gerçekten düzgün biri olsaydın, dışarıda kendini satmazdın!"
"Evet! Az önce insanları kışkırtmak için o şarkıyı söylüyordun ve şimdi de satılık olmadığını söylüyorsun, nasıl bir geçidi etkilemeye çalışıyorsun, tamamen gülünç!"
Şarkıcı kız o kadar sinirlenmişti ki bayılabilirdi. Titreyen bir sesle, "Onu söylememe izin veren hepinizdiniz, onu söylememe izin veren hepinizdiniz, onu o yüzden söyledim!" dedi.
Ancak o ne söylerse söylesin, bir grup kötü kalpli dinleyicinin her zaman karşı koyacak sözleri vardı. "Yani sırf biz izin verdik diye mi şarkı söyleyeceksin? Bu kadar itaatkar mısın? Bu, kalbinde insanları baştan çıkarmak için şarkı söylemeyi çoktan planladığını gösteriyor!"
Xie Lian daha fazla dinlemeye dayanamadı.
Zaten öfkeli hissediyordu ve şimdi daha da öfkelenmişti. Beyaz bir gölge parladı ve terbiyesiz adam grubu ne olduğunu anlayamadan arka arkaya yere yığıldı. Kalabalığın başını çeken adam kıçıyla panayıra indi ve yüksek sesle azarladı, "Sen kim olduğunu sanıyorsun? Bizi kızdırmaya cüret mi ediyorsun?"
Xie Lian şarkıcı kızın önünde korumacı bir şekilde durdu. Parmak eklemlerini çıtırdatırken bile yüzünde herhangi bir öfke belirtisi yoktu. Derin bir sesle "Burada duralım. Böyle bir güzellikle karşılaşan herkesin kalbi etkilenir. Ancak ona nasıl nezaketle davranacağınızı bilmiyorsanız, bu utanç verici ve aşağılık bir durumdur." dedi
Birisi bağırdı, "İlk şarkı söylemeye başlayan açıkça oydu. O istediği gibi şarkı söyleyebilir ama biz istediğimiz gibi dokunamayız, öyle mi?"
Ancak Xie Lian her bir kelimeyi ve cümleyi telaffuz ederek şöyle dedi: "Bu doğru. Gerçekten de o istediği gibi şarkı söyleyebilir ama siz istediğiniz gibi dokunamazsınız!"
Daha konuşmasını bitirmeden yedi ya da sekiz iri yarı adamı alt kata fırlatmıştı. Kıçlarının üzerine düştüler ve düşüşleri onları korkuyla doldurdu. Aslında hiçbiri ağır yaralanmamıştı ama bu, bir noktaya dikkat çekmek için yeterliydi.
Ne de olsa kimse Xie Lian'ın nasıl saldırdığını net olarak göremiyordu, o halde nasıl karşı saldırıdan bahsedilebilirdi ki? Panik içinde dağıldılar. Üst katta, Xie Lian arkasına baktı. Şarkıcı kız ayağa kalktı ve büyük bir minnettarlıkla ona doğru eğilerek, "Bu kalabalığı dağıttığı için Daozhang'a çok teşekkürler!" dedi.
Xie Lian, "Elimi kaldırmaktan daha fazla çaba sarf etmedim. Hanımefendi, hâlâ burada kalmaya niyetli misiniz?"
Şarkıcı kız başını salladı. Xie Lian da başını sallayarak, "Pekâlâ. O zaman şarkı söylemeye devam edin."
Bunu söyleyerek yerine oturdu, cübbesini düzeltti ve kıyafetlerini düz bir şekilde giyerek nöbet tuttuğu yere oturdu.
Diğer adamlar onun gitmediğini görünce onlara doğru baktılar ama beklendiği gibi onları daha fazla rahatsız etmeye cesaret edemediler. Onun niyetini anlayan şarkıcı kız daha da minnettar hissetti. Bir sonraki ağzını açtığında, canlı ama sıradan bir yerel halk şarkısı söyledi.
Xie Lian kendine bir fincan çay doldurdu ve tam içmek üzereydi ki başını eğdi ve bir kez daha çay lekesini fark etti. Bir an tereddüt etti ama yine de hissettiklerinin üstesinden gelemedi ve iç çekerek çay fincanını yerine koydu. Hiç düşünmeden başını geriye çevirdi ve dondu kaldı.
Sokağın karşısında, bulunduğu çayevinden bile daha şık, çok katlı bir şarap evinde tek başına bir insan oturuyordu.
Kırmızılar giymiş, uzun boylu bir adamdı bu.
Kendisine biraz vahşilik havası katan siyah bir göz bandı takmış olsa da bu onun yakışıklılığını gizlemiyordu. Kıyafetleri akçaağaç yaprakları kadar kırmızı, teni kar kadar beyazdı ve elindeki şarap dolu gümüş kadeh, gümüş kollukları gibi ışığını yansıtıyordu. Tek bir bakışta bile son derece dikkat çekiciydi. Xie Lian'a doğru bakıyor, uzaktan onu izliyordu. Xie Lian'ın bakışlarını yakaladığını görünce hafifçe gülümsedi ve kadehini hafifçe kaldırarak sanki uzaktan ona saygı gösteriyormuş gibi bir tavır takındı.
"…..."
Açıklanamayan nedenlerden ötürü, Xie Lian'ın bakışları bu adamınkilerle karşılaştığı anda, vücudundan bir akım geçmiş gibi hissetti ve aceleyle bakışlarını geri çekti.
Ancak, her ne kadar soğukkanlıymış gibi davransa da kalbi çılgınca çarptı.
Ne kadar garipti. Bu adam gerçekten de göz alıcı ve dikkat çekiciydi, gizemli ve esrarengiz bir cazibesi vardı. Bununla birlikte, geçmişte bu kadar çekici erkekler görmemiş değildi, o halde neden bu adama karşı böyle bir tepki veriyordu?
Bir kez daha düşününce bu fikri bir kenara bıraktı. Bu tamamen yanlıştı. Çünkü dikkatlice düşündüğünde, gerçekten de geçmişte bu kadar çekici ve yakışıklı bir adamla hiç karşılaşmamıştı.
Düşünceleri bu noktaya ulaştığında, Xie Lian kendi kendine, bu kişi çok nadir bulunan biri olmalı; ona karşı daha dikkatli olmalıyım, diye düşündü. Başını geri çevirdi. Ancak bu kez karşıya baktığında kırmızılı adam ortadan kaybolmuştu.
Öylece ortadan kaybolduğunu düşünmek. Tıpkı parlak renkli bir akçaağaç yaprağının süzülerek aşağıya inmesi, gözlerinin önünde muzipçe yanıp sönmesi, kaybolmadan önce dünyasını bir anlığına aydınlatması gibi. Sanki gerçek değil de geçici bir rüya ya da balonmuş gibi.
Bir süre daha dikkatle zarif şarap evine bakan ama hâlâ adamdan bir iz göremeyen Xie Lian sonunda pes etti. Biraz hayal kırıklığına uğramış hissedip hissetmediğini bilmiyordu. Hafifçe nefes verdi ve "unut gitsin" diye düşünerek kaşlarını yoğurdu.
Beklenmedik bir şekilde tekrar arkasına dönüp baktığında, bir noktada, kendisinin de bilmediği birisinin masada karşısına oturduğunu fark etti. Bu kişi yanağını bir elinin üzerine dayamış oturuyor ve ona bakıyordu.
İki adamın bakışları birleşti. Xie Lian hafifçe irkildi ama adam küçük bir gülümsemeyle, "Bu Daozhang bana bir kadeh şarap ısmarlamak ister mi?" dedi.
Uzaktan onu selamlamak için kadehini kaldıran kırmızı giysili adamdı.
MXTX yazar notu; Lianlian dışarıdayken küçük bir kaza geçirmiş ve hafızasını kaybetmişti. Geçmişteki haliyle bilinç değiştirmesi söz konusu değil, zaman çizgisinde bir değişiklik yok, bu nedenle geçmişin veliaht prensi bu anılara sahip olmayacak.
Bu ekstraların asıl amacı, büyük Huahua'nın on yedi yaşındaki veliaht prensi deneyimlemesi, tabii ki Lianlian’ımız kesinlikle hafızasını geri kazanacak...
[1] 1 li = 576 metre
---
bu konu 4 bölüm sürüyor :3
Tumblr media
güzel diye ekledim bölümle alakası yok:3
22 notes · View notes
kaanbubelli · 1 year ago
Text
Lise çok garip bir ortamdı benim için belki sizin içinde öyledir hayatı sallamıyorsun şahsen ben ve arkadaş çevrem öyleydi sınav senemize kadar üniversite sınavına gireceğimizden bir haberdik şimdi ömrünü adıyor ve herkes bi sıralama peşinde dolu dolu yaşadık yedim içtim ve gezdim aşık oldum aşk acısı çektim konsere gittim hepimiz bi şirkette yöneticiyiz ilginç yanı o hayat dolu insanların hepsi nasıl olduysa sömürüldü çocukluğu kaybetmeyen büyük kalıyor mu acaba lisede ki ilk sevgilim evlenmiş ayrılmış çok garip geliyor hala bana böyle şeyler kendimi çok küçük hissediyorum bu hayat için hala çıkma teklifiyle ilerliyor sanıyorum ilişkiler arkadaşınla kantinden aldığın simiti paylaşıp yemek vardı şimdi
131 notes · View notes
alperen1emre · 1 year ago
Text
Soru postu 🏞️
1-Klasikleşmiş filmler dışında 3 güzel film öner
2-Hayatının dönüm noktasını yaşadın mı yaşadıysan yaşatan şey nedir ?
3-Geçmişte yapmadığın için pişman olduğun bir şey?
4-Hayatı ne güzel kılar ?
5-3 özelliğini değiştirmek istesen hangileri olur
6-Kimsede sevmediğin ama ailende katlanmak zorunda olduğun bir şey
7-Kesin görülmesi gerek dediğin 5 şehir
8-Mucizelere inanır mısın?
9-Korktuğun bir anı anlat
10-Rezil olduğun ama hiç olmamıs gibi davrandığın bir olay
11-Hangi şehirde yaşıyorsun
12-Bize şarkı öner
13-Aşk senin için ne anlam ifade ediyor
14-Sevmediğin birini seviyormuş gibi gösterdin mi
15-Kitap öner
16-Vücudunda en sevdiğin yer neresi
17-Kendine ait bir özelliğin olsa bu ne olsun isterdin
18-Mizah anlayışınızı bir görselle özetleyin
19-seni seviyorum diyemem ama ?
20-Gizlice dinlediğin en garip konuşma neydi?
21-Twitterda engel yediğin en ünlü hesap?
22-Artık son bulmalı dediğiniz gelenekler
23-Kolay olsada yaparken üşendiğiniz şeyler
24-Bir esnaf yalanı
25-Gece olunca yapılması keyif veren bir şey
26-çoğu insanın komik bulduğu ama size komik gelmeyen bir şey
27-Bir kadın/erkek yalanı yazın
28-Tüylerinizi diken diken eden bir yazım yanlışı(görselli yanıtlar)
29-Toplumun ayıplayıp size göre normal olan bir şey
30-Başkası yaptığında başkası adına utanabileceğin bir şey
31-youtube arama geçmişini bizle paylaş
32-Hayatınızda kaç gerçek arkadaşınıza güveniyorsunuz ?
105 notes · View notes
thbcway · 1 month ago
Text
Tumblr media
Tgcf Ekstra Bölüm 246 - Veliaht Prensin hafızasının kaybolması hakkında ilginç olay
Xie Lian gözlerini açtığı vakit, yerde yattığını fark etti. Burası garip bir yerdi. Oldukça kafası karışmış hissetti. Açıkça Taichang Dağı'ndaki kraliyet tapınağında ibadet ediyordu. O zaman neden buradaydı?
Xie Lian, hafif bir kayıp hissederek oturduğu yerde doğruldu. Üzerinde, aslında biraz fazla basit, kaba ve zavallı bir komutanınki gibi ayrıntılardan yoksun, ham, beyaz bir cübbe olduğunu keşfetti. Malzeme de iyi değildi, dokusu sertti, tenine hiçte rahat hissetirmeyecek bir şekilde sürtünüyordu. Xie Lian kaşlarını çattı ve yerden kalkmayı düşündü. Ayağa kalktığı anda vücudunun rahatsız hissettiği daha fazla yer keşfedeceğini beklemiyordu. Kalçası ağrıyordu, bacakları ağrıyordu, gövdesi ağrıyordu, boynu ağrıyordu. Bu, yerde yatarak bir gece geçirmenin ve üşütmenin sonucu olabilir miydi? İmkansız.
Ayrıca, o kadar narin ve zayıf değildi. Peki ya Feng Xin ve Mu Qing? Onları hatırlayan Xie Lian seslendi.
"Feng.. Öksürük, öksürük öksürük...??"
Sesi bile rahatsızlanmıştı. Dün gece Feng Xin ve Mu Qing'in yine küçük, önemsiz bir şey yüzünden kavga etmeye başladıklarını, o kadar çok gürültü yaptıklarını ve meditasyon yapmasının neredeyse imkansız olduğunu hatırladı. Bu nedenle, dışarıda tartışmaya devam etmelerini emretmişti.
Onların büyük bir kızgınlık ve öfkeyle iki yüz satırdan fazla atışmalarını dinledikten sonra, Xie Lian uykulu hissetmeye başlamıştı ve dinlendi. Uyandığında nasıl böylesine düşünülemez ve karmaşık bir duruma düşmüştü???
Xie Lian sonunda bir masanın kenarına tutunarak ayağa kalktı ve çevresine bakındı. Burası bir han olmalıydı ama genel olarak kamp yapmayı seçmeseydi ve bunun yerine bir handa kalmayı seçseydi, açıkça bütçesi olan böyle bir handa kalmayı seçmezdi.
Elleri ve bacakları bağlanmamıştı ve oda kapısı kilitli değildi, bu da hapse atılmadığı anlamına geliyordu. Eğer biri veya bir şey ona karşı komplo kuruyorsa, onu buraya atmanın ne anlamı vardı? Xie Lian bunu ne kadar çok düşünürse o kadar tuhaf buluyordu, ama en tuhafı hala vücudunun şu anki haliydi.
Kollarındaki ağrıya katlanarak, vücudunda ne tür yaralar olduğunu incelemeye hazır bir şekilde dış giysilerini çıkardı. Fakat beklenmedik bir şekilde, dış giysilerini çıkarırken, bakmak için başını indirdiğinde, tüm yüzü bir anda solgunlaştı.
Karnından göğsüne kadar her yeri belirsiz kırmızı lekelerle yoğun bir şekilde kaplıydı. Sanki büyük çiçek yaprakları tenine düşmüş ve ince beyaz yeşim kadar soluk olan cildi örtmüş gibiydi, allık - kırmızısı çiçeklerin açması gibi.
Öyle kırmızıydılar ki, afalladı ve yan tarafındaki aynanın önüne atılıp bir baktı! Sadece göğsünde ve karnında değil, boynunda ve hatta sırtında bile vardı.
"..."
Xie Lian bakmaya devam etmek için alt kıyafetlerinin yarısını çıkarmaya cesaret edemedi. Durum açıktı. Bilmediği bir sebepten dolayı baygın kaldığı bir noktada, biri.. Onu yakalamıştı.
Xie Lian hayatında ilk kez "bacaklarda güçsüzlük" hissetti, ancak kendini güçlendirdi ve tutundu, sağlam durdu. Geçmişte çok erken bir zamanda, kendisine hizmet eden hizmetçileri dinlemişti, sarayın dışından gelen bazı korkunç efsanelerden bahsetmişlerdi, örneğin kara pazarda çalışan ve kötü veya cinsel nedenlerle kaçırma konusunda uzmanlaşmış, kötü şeyler yapmadan önce kızlara uyuşturucu veren kara kalpli insanlar gibi.
Ama.. Ama.. Xie Lian başını iki eliyle kavradı ve mırıldandı, "Ama ben, ben bir erkeğim ah!.."
Görünüşü şimdi gerçekten bakılamazdı. Bu aşk ısırıklarının ve çok fazla güçle tutulduğu yerlerdeki morlukların yanı sıra, utanç verici ısırık izleri bile vardı. Xie Lian yüzünü örttü, sanki başı ateşliymiş gibi hissederken, vücudu soğuktu.
Aniden çok ciddi olan birşeyi hatırladı: Olamaz! Onun yetiştirme yolu mutlak iffet gerektiriyordu, ama bundan dolayı büyük bir tabuyu çiğnemiş olmadı mı?! Xie Lian aceleyle bir deneme yaptı. Beklendiği gibi, bir denemede artık büyülü bir gücü yoktu! Xie Lian genellikle sessiz sakin biri olarak kabul edilirdi, ama şu anki durumda, çökmek üzereymiş gibi hissediyordu.
Açıklanamayan bir şekilde, uyandığında, bu hale gelmişti, Feng Xin ve Mu Qing ikisi de kayıptı ve kendisi hala onu kimin onu bu hale getirdiğini bilmiyordu. Gerçekten çökmek istiyordu. Uzun bir süre sonra, hala bu gerçeği kabul edemiyordu ve çok üzgün hissediyordu.
Ama, o da böyle sersem bir halde olmaya devam edemezdi ve bu yüzden, özensizce kıyafetlerini alıp giymekten ve handan ayrılmaktan başka seçeneği yoktu. Kimse dışarı çıkarken onu durdurmaya çalışmadı. Xie Lian rahat bir nefes aldı ve etrafındaki binaların, yoldan geçenlerin kıyafetlerinin ve aksanlarının bile oldukça garip olmasını umursamadı.
Ama belki de kalbinde bir sızı hissettiği için, sanki diğer insanlar vücuduna bir şey olduğunu anlıyormuş ve onu tuhaf bakışlarla ölçüyormuş gibi hissetmeye devam etti. Bu, yürürken hızlanmasına neden oldu, ta ki sonunda çılgınca koşmaya başlayana kadar. Ormanın içine daldı ve tek yumrukla bir ağaca vurdu. Üçü de bir "çat" sesiyle birbirlerine girdiler. Öfkeyle bağırdı, "Pislik!!" Kendisine böyle şeyler yapan kişiye küfür etmek ve onu azarlamak için en çirkin dili kullanmak istedi, ama etrafında dönüp dururken sonra sadece "Pislik, piç, alçak!!" diye azarlayabildi ve kalbindeki ateşi söndüremedi, onu boğulmuş bir halde bıraktı.
Ama o aynı zamanda kendini salıp ağlayamıyordu, bu yüzden de sadece içinde tutup çılgınca saldırıyordu. "At at at at at", Sırayla onlarca ağacı devirdi, sonunda
Tam o noktada zemin uyluklarına kadar sürünüyordu, bağırarak ve yalvararak: "Majesteleri! Majesteleri, lütfen daha fazla vurmayın kurban olayım!"
Xie Lian'ın kalbi öfkeyle doluydu, ancak bu yaşlı adam aniden yerden çıkmıştı ve açıkça sıradan biri değildi. Görüntü onu hafifçe ürküttü ve "Sen kimsin?" dedi.
Yaşlı adam gözyaşlarını sildi ve dedi ki, "Ben burdaki yerim, Majesteleri! Bu ormanın bu yeri benim tarafımdan yetiştirildi! Senin gibi kıdemli biri vurmaya devam ederse, geriye hiçbir şeyim kalmaz" düşündü Xie Lian kendi kendine, tüm bunlardan sonra başkalarını ilgilendirmezdi ve öfkeyle gelişigüzel davranmamalıydı. Ayrıca, bu küçük bir tanrı olsa da, yine de bir tanrıydı ve yaşlıydı ve saygı duyulmalıydı. Bu nedenle, isteksizce sakinleşmeye çalıştı. elini geri çekti, nefesini yavaşlattı ve ".. Özür dilerim, dengesiz davranan bendim. Şuna ne dersin, az önce devirdiğim tüm ağaçların parasını sana ödeyeyim." dedi.
Zemin, Xie Lian'ın bacaklarını kucaklayan ellerini bıraktı ve aceleyle şöyle dedi, "Hayır, hayır, hayır, hayır, gerek yok, gerek yok, senin gibi kıdemli biri nasıl ödeme yapmayı bekleyebilir? Benimle konuşmaya istekli olman, küçük tanrının yerini ihtişamla süslüyor!"
Xie Lian bunun biraz tuhaf olduğunu hissetti, nasıl söylenirse söylensin, bu Zemin hala bir tanrıydı ve görünüşüne bakılırsa ondan çok daha yaşlıydı, hatta ona "Senin gibi kıdemli biri mi?" diyordu ama daha fazla soru sorma havasında değildi ve nazikçe sordu, "Bu bölgenin zemini olduğunuz için, bu bölgenin içini dışını çok iyi biliyor olmalısınız. İki kişiyi aramama yardım edebilir misiniz?"
Bunu söylerken elini kıyafetinin içerisine attı ve ödeme olarak birkaç altın yaprak bırakmayı düşündü. ama zemin bu hareketini gördü ve aceleyle ve telaşla ellerini salladı, "Gerek yok, gerek yok, gerek yok! Kimi bulmak istiyorsun?"
Tesadüfen, Xie Lian da hiçbir şey çıkarmadı. Elini çıkardı. Ve "İki hizmetkarım, Feng Xin ve Mu Qing." dedi.
Bir anda zeminin yüz ifadesi tuhaflaştı. Xie Lian "Sorun ne? Bir sorun mu var?" Dedi.
Zemin "Hayır hayır hayır hayır, hiçbirşey yok.. Sadece.."
Sadece, Majesteleri ile olan sorun - sekiz yüz yıl geçmişti ve hala Nangyang Generali ve Xuanzgzhen Generali'ni hizmetkarları olarak çağırıyor. İki generalin ne zaman öfkeleneceğini kim bilebilirdi ki? Ah, unut gitsin, iki generalin öfkeli olması önemli değildi; eğer bu kişi ona iyi hizmet etmediyse, o kişi öfkelendiğinde daha da korkutucu olurdu. Ve bu yüzden, "Lütfen burada bir süre bekleyin, hemen sizi çağıracağım!" dedi Xie Lian ise, "Çok teşekkür ederim." dedi.
Nezaketle eğildi ve başını kaldırdığında, o Zemin çoktan kaybolmuştu. Xie Lian başının hala ateşli olduğunu hissetti ve alnını tuttu. Tanrı bilir ne kadar zaman sonra, önünde şüpheli bir sesin, "Ne oldu?" dediğini duydu. Xie Lian başını kaldırdı ve Feng Xin ile Mu Qing'i gördü. Ancak, tanıdığı Feng Xin ile Mu Qing değildi. Aslında, ikisinin de görünüşü değişmemişti, ancak etraflarındaki hava farklıydı, artık iki küstah genç gibi değil, arenada birçok zafer kazanmış iki general gibiydiler. Dahası, ikisi de pahalı ve lüks siyah cüppeler giyiyorlardı, normal insanların giyebileceği türden değildi. En azından, Xie Lian onları hiç böyle kıyafetler giyerken görmemişti.
Soran kişi Feng Xin'di ve yanına gidip, "Majesteleri, ​​burada tek başına ne yapıyorsun?" dedi.
"..."
Xie Lian, "Asıl sorması gereken benim, ikiniz de nereye kaçtınız? Dün gece ikinizin de tartışmak için dışarı çıkmasına izin verdim, neden bu sabah ortadan kayboldunuz?" dedi. Feng Xin ve Mu QIng, sanki ne dediğini anlamamış gibi, Zemin kadar garip ifadeler sergilediler. Xie Lian'ın başı çatlayacakmış gibi ağrıyordu ve tekrar, "İkinizin de kıyafetlerine neler oldu? Neler oluyor???" dedi. Feng Xin başını eğdi ve kendini inceledi ve şüpheyle, "Bu kıyafetlerde ne var? Çok normal değiller mi?" dedi. Mu Qing sonra, "Ne diyorsun? Uyurken aklını mı kaçırdın? Dün gece yanında değildim." dedi. Xie Lian başını kucakladı. Bağırmak ve çığlık atmak istiyordu, ama kararlı bir şekilde kendini sakin kalmaya zorladı ve bir süre düşündükten sonra, "Anlıyorum? İkiniz de benim gibisiniz ve bir şey tarafından fidye için tutuluyorsunuz." dedi. Feng Xin ve Mu Qing'in ifadeleri giderek daha da garipleşti. Feng Xin, "Ben ihmalkar davrandım. Majesteleri, ​​neden bizi çağırdığını söylemiyorsun?" dedi. Mu Qing gözlerini devirdi ve "Sormaya gerek yok. Dediğim gibi, birinden bizi aramasını istemesi ve o kişiyi aramaması durumunda, beyninde bir sorun olması olasılığı yüzde seksendir." dedi. Xie Lian, konuştukları şeyi tamamen anlamadı ve "O kişi kim? İmparatorluk Öğretmeni?" dedi.
"..."
Feng Xin ve Mu Qing birbirlerine baktılar ve bir duraklamadan sonra Mu Qing öne doğru bir adım atarak, "Majesteleri." dedi. Xie Lian, "Ne?" dedi. Mu Qing, "Şu an hafızam biraz bulanık. Bana söyleyebilir misin, son birkaç gündür ne yaptığımızı hatırlıyor musun?" dedi. Xie Lian, "Son birkaç gündür kraliyet tapınağında ibadet yapmıyor muyduk?" dedi. Mu Qing, "Hua Cheng nerede?" dedi. Bu ismi duyunca, Xie Lian güçlü bir aşinalık hissi duydu, ancak düşündükten sonra, gerçekten de tanımadı ve bu yüzden aniden, "Hua... Cheng kimdir...?" dedi.
"........."
Mu Qing, "Tamam. Anladım." dedi.
Bir bakış attı yana doğru ve Feng Xin'le tartışmak için kenara çekildi, Feng Xin'in ifadesi şaşkındı. Xie Lian aniden bunun oldukça şüpheli olduğunu hissetti ve temkinli bir şekilde, "Ne anladın? İkiniz ne hakkında konuşuyorsunuz?" dedi. Tartışmalarını bitirdikten sonra ikisi arkalarını döndü. Feng Xin, "Majesteleri, ​​gidelim." dedi. Xie Lian daha da şüphelendi. "Nereye?" Mu Qing, "Senin şu anki durumu çözebilecek birine götüreceğiz. Gel!" dedi. Xie Lian artık yüzde sekiz tedirgindi ve birçok adım geriye gitti. Xie Lian'ın kaçmak istediğini gören Mu Qing, "Gitme!" dedi.
Elini uzattı ve onu engellemeyi planlıyormuş gibi bir ruhsal ışık şimşeği salladı. Ama Xie Lian nasıl gitmezdi ki? Koş! Koştuğu anda, Feng Xin ve Mu Qing başlarının üzerinde olduklarını hissettiler. İkisi kovaladı ve rüzgara doğru kükredi, Feng Xin "Sikeyim! Gerçekten batırdım! Bu nasıl oldu? Hafızasını kaybetmiş olsa bile bu kadar ciddi olamaz! Sekiz yüz yılı bir anda unutmak mı?" dedi. Mu Qing, "Sonunda! Sonunda, her türlü saçmalığı yemekten beynine zarar verdi!" dedi. "Bu nasıl olabilir! Tek başına dışarıdayken bir kaza geçirmiş olabileceğinden korkuyorum, acele edip onu bulalım! Şu anki zihni, on yedi yaşında bir çocuğunki gibi!" Bu sırada bile, Mu Qing birkaç laf etmeyi unutmadı, "Evet, saf, aptal ve şımarık Majesteleri!"
"Bekle! Önce ona söyleyelim, acele et ve önce ona söyleyelim!" Böyle bir şey olduğunda, elbette önce o kişiye söylemek gerekiyordu! Xie Lian bir nefeste 20 kilometre koştu, ancak sonunda durduğunda hafifçe soluklandı. Hala dev, kafa karıştırıcı ve sisli bir ağın içinde sıkışmış gibi hissediyordu ve henüz kaçamamıştı. Sadece neler oluyordu? Birşeyler anormaldi. Çok fazla anormal! Mu Qing'in güçleri hakkında net bir bilgisi yok muydu? Bu tür bir ruhsal ışığı geliştirmek için en azından birkaç yüz yıl daha geliştirmesi gerekecekti. Bu şimdi nasıl gerçek Mu Qing olabilirdi? Sahte olmalıydı!
Ve o. Kendisi normal değildi. Sadece bu koşuyla, vücudunun hareketlerinin bir kırlangıç ​​kadar hafif olduğunu keşfetti. Hareketleri her zaman bir kırlangıç ​​kadar hafif olsa da, şimdi, vücudunun becerileri daha hızlı, daha güçlüydü. Hiçbirşey yolunda değildi! Sakin ol, sakin ol ve tekrar sakin ol. Xie Lian aniden hatırladı: Az önce, Mu Qing bir isimden bahsetmiş gibiydi. "Hua Cheng" diye mırıldanmıştı. Bilinmeyen bir nedenden ötürü, bu isim ona çok yabancı gelmeliydi, ama söylediği anda, sanki kalbinin bir köşesinde bir çiçek açmış gibi, kalbi hafifçe hareket etti. Ve böylece, bu ismi birkaç kez yüksek sesle söylemekten kendini alamadı, ileri geri. Hua Cheng, Hua Cheng, Hua Cheng. Bu çok önemli bir kişi olmalıydı, belki de mevcut durumun anahtarı. Önce onu bulması gerekecekti. Bir karara varan Xie Lian, şehre doğru yürüdü. Xie Lian, vücuduna bir şey olduğunu ilk keşfettiğinde bunu kabul edemese de, şimdi sakinleşmeye başlamıştı. Kalbi ve vücudu hala aşırı derecede rahatsız olsa da, içinde bulunduğu şu anki bulmacayla, endişelenmeye vakti yoktu.
Gerçek Feng Xin ve Mu Qing hala iz bırakmadan kayıptı ve sahne arkasındaki faili ortaya çıkarana kadar, kendini hemen toparlamalı ve gerçeği araştırmalıydı. Ve böylece, şehre adım attığında, tamamen sakinleşmişti. Rastgele bir çay evi seçerek, üst kattaki pencere kenarında bir koltuk seçti, ancak çay içme isteği yoktu. Xie Lian masadan bir fincan aldı ve inceledi. Fincanın içinde silinemeyen eski çay lekeleri vardı. Görüntü onu bitkin düşürdü ve fincanı yere koyup görmezden geldi. Çay evinde, oldukça güzel genç bir kız elinde bir pipa (Bir çeşit çin enstürmanı) tutuyor, tıngırdatıyor ve şarkı söylüyordu, çeşitli yaşlardan bir grup erkek ise oturmuş ve ona bakıyordu. Kız başlangıçta, çiçekleri toplamak için erkenden dışarı çıkan bir genç kızla ilgili yaygın, yerel bir halk şarkısını söylüyordu, ancak daha bir süre şarkı söylemeye başladıktan sonra bir grup yaşlı adam, "Anlamsız, dinlemesi hoş değil, değiş!" dedi. "Evet, bu şarkı dinlemesi hoş değil, değiş, değiş, değiş!" "Şarkıyı değiştir! Şaşkınlık içinde olan şarkıcı, önerilerini kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı ve ünlü bir erotik şarkıya geçti, melodisi yavaş ve yumuşaktı, dinleyicinin kızarmasına ve kalbinin hızlanmasına neden olacaktı. Ancak o zaman izleyici grubu tatmin oldu ve onaylarını haykırdı. Fakat ikinci kattaki pencere kenarındaki koltuğunda oturan Xie Lian için bu son derece uygunsuzdu. Şarkı sözlerini dikkatlice dinlediğinde, evlilik gecelerinde genç bir karı koca arasındaki bal gibi tutkularla ilgili gibi görünüyordu ve gerçekten de aşırı derecede cüretkardı. Geçmişte duymuş olsaydı, kulaklarının önündeki rüzgar gibi görmezden gelirdi, çünkü onu ilgilendirmiyordu, çünkü hayatında asla böyle şeyler yapmayı düşünmezdi. Fakat şimdi, aynı değildi.
Ne olduğunu tamamen hatırlamasa da, bir şey olmuştu ve böyle şeyleri dinlerken insanın düşünceleri farklı olurdu. Dahası, korkutucu bir şey keşfetmişti: düşünceleri tamamen kontrolünün dışındaydı! Şarkı yüzde otuz hafif ve kışkırtıcıyken, duyguları yüzde yüz ileri geri sallanıyordu. Dahası, zihninde sonsuz bir akış halinde birçok kırık görüntü belirdi: iki el, parmakları sıkıca birbirine kenetlenmiş; parmakların arasında sıkıca sarılmış ve asla çözülmeyecek kırmızı bir iplik; ve hatta kulağının dibinde kırık soluklar, yalvaran hıçkırıklar ve bir adamın baştan çıkarıcı alçak sesini duyuyor gibiydi. ... bunların hepsi neydi. Bunların hepsi neydi?! Xie Lian hem utanmış hem de sinirlenmiş hissetti ve dudağını ısırarak yumruğunu sıkıca sıktı. Bir sonraki an, kırılma noktasında, sonunda daha fazla dayanamadı ve elini masaya sertçe vurdu. "Çarpış" sesi, yakındaki birkaç masadaki müşterileri ürküttü, ona kocaman gözlerle baktılar. Ancak o zaman Xie Lian irkilerek kendine geldi ve sessizce özür diledi. Kulaklarını tıkamak için iki elini birden kullanmak istiyordu, böylece artık hiçbir şey duyamayacaktı. Kendi kendine, eğer şarkı söylemeye devam ederse, o zaman gidecekti! diye düşündü.
Birdenbire, şarkı aniden durdu ve keskin bir çığlık onu düşüncelerine daldığı yerden çekip çıkardı. Xie Lian başını kaldırdığında, o grubun şarkıcı kızı çevrelediğini ve onu kışkırtıyor gibi göründüğünü gördü. Şarkıcı kız pipasına sarıldı ve korkuyla ayağa kalktı, üzgün bir sesle, "Lordlarım, şarkılarımı dinlememiz yeterli, bana dokunmayı bırakın..." dedi. Birkaç adam tatlı bir şekilde, "Dokunmakta ne sakınca var? Sonuçta, dokunan sadece biz olamayız, ticaretini satarken birkaç kişi tarafından elle taciz edilmediğine inanmayı reddediyorum!" dedi.
Şarkıcı kız o kadar üzgündü ki göz yuvaları kıpkırmızıydı. "Ne demek istiyorsun, mesleğimi mi satıyorsun? Şarkılarımı satıyorum, bedenimi değil!" dedi. Ancak çevredeki insanlar kasıtlı olarak onun açıklamasını duymadılar ve "Heh! Sanki bakireymişsin gibi konuşuyorsun. Gerçekten düzgün olsaydın, kendini satmazdın!" dediler. "Evet! Az önce insanları cezbetmek için o şarkıyı söylüyorsun ve şimdi satılık olmadığını söylüyorsun, ne tür bir kapı dikmeye çalışıyorsun, tamamen gülünç!"
Şarkıcı kız o kadar öfkeliydi ki bayılacaktı. Titrek bir sesle, "Bunu söylememe izin veren hepinizdiniz, bunu söylememe izin veren hepinizdiniz, bunu söyledim ah." dedi. Ancak, ne söylerse söylesin, o kötü kalpli dinleyici grubunun her zaman karşı çıkacak sözleri vardı. "Yani sadece biz söylemene izin verdiğimiz için mi söyleyeceksin? Bu kadar itaatkar? Bu, insanları baştan çıkarmak için onu söylemeyi kalbinde önceden planladığını gösteriyor!"
Xie Lian daha fazla dinlemeye dayanamadı. Zaten öfkeliydi ve şimdi daha da öfkelenmiş hissediyordu. Beyaz bir gölge parladı ve o ıslık çalan adam grubu ne olduğunu anlamadan önce, bir sıra halinde yere serildiler. Kalabalığı yöneten adam, kıçının üstüne düştü ve yüksek sesle azarladı, "Sen kendini kim sanıyorsun? Bizi kızdırmaya mı cüret ediyorsun?" Xie Lian, şarkıcı kızın önünde koruyucu bir şekilde durdu. Boğumlarını çıtlatırken bile yüzünde hiçbir öfke belirtisi yoktu. Derin bir sesle, "Burada duralım. Böyle bir güzellikle karşılaşan herkesin yüreği yerinden oynar. Ama ona nezaketle davranmayı bilmiyorsan, bu utanç verici ve aşağılık bir şey olur." dedi. Birisi bağırdı, "İlk önce şarkı söylemeye başlayan açıkça oydu. İstediği gibi şarkı söyleyebilir ama biz istediğimiz gibi dokunamayız?"
Ama Xie Lian her kelimeyi ve cümleyi telaffuz ederek, "Doğru. Gerçekten de istediği gibi şarkı söyleyebilir ama sizler istediğiniz gibi dokunamazsınız!" dedi. Konuşmasını bitirmeden önce bile, yedi veya sekiz iri yarı adamı alt kata fırlatmıştı. Kıçlarının üstüne düştüler ve düşüşleri onları korkuyla doldurdu. Aslında, hiçbiri ağır yaralanmamıştı ama bu bir noktayı vurgulamak için yeterliydi. Sonuçta, kimse Xie Lian'ın nasıl saldırdığını açıkça göremiyordu, bu yüzden karşı saldırıdan nasıl bahsedebilirlerdi ki? Panik içinde dağıldılar. Üst katta, Xie Lian geriye doğru baktı. Şarkıcı kız ayağa kalktı ve büyük bir minnettarlıkla ona doğru eğilerek, "Bu kalabalığı dağıttığı için bu Tao Ustasına çok teşekkürler!" dedi. Xie Lian, "Elimi kaldırmaktan daha fazla efor sarfedici bir çaba değildi. Hanımefendi, hala burada kalmayı düşünüyor musunuz?" Şarkıcı kız başını salladı.
Xie Lian da başını sallayarak, "Tamam. O zaman şarkı söylemeye devam edin." dedi. Bunu söyledikten sonra yerine oturdu, cübbesini düzeltti ve elbiselerini dik bir şekilde tuturken oturup nöbet tuttu.
Diğer adamlar, onun gitmediğini görünce, onların yönüne baktılar, ancak beklendiği gibi, onları daha fazla rahatsız etmeye cesaret edemediler. Şarkıcı kız, onun niyetini anlayarak, daha da minnettar hissetti. Ağzını bir daha açtığında, canlı ama yaygın, yerel halk şarkısıydı. Xie Lian kendine bir fincan çay koydu ve içmek üzereyken, başını eğdi ve bir kez daha çay lekesini fark etti. Bir an tereddüt etti, ancak yine de hissettiklerini yenemedi ve iç çekerek çay fincanını koydu. Düşünmeden başını geriye çevirdi ve dondu.
Sokağın karşısında, bulunduğu çay evinden bile daha zarif, çok katlı bir şarap evinde, tek başına oturan biri vardı. Kırmızı giyinmiş uzun boylu bir adamdı. Ona biraz vahşi bir hava katan siyah bir göz bandı takmış olmasına rağmen, yakışıklılığını gizlemiyordu. Giysileri akçaağaç yaprakları kadar kırmızı, teni kar kadar beyazdı ve elinde gümüş ön kol korumaları gibi ışığı yansıtan şarapla dolu gümüş bir kupa tutuyordu. Tek bir bakışta bile aşırı derecede dikkat çekiciydi. Xie Lian'ın yönüne, ona uzaktan bakıyordu. Artık Xie Lian'ın bakışlarını yakaladığını görünce hafifçe gülümsedi ve sanki ona saygısını uzaktan gösteriyormuş gibi kupasını hafifçe kaldırdı.
"..."
Açıklanamayan sebeplerden ötürü, Xie Lian'ın bakışları bu adamla buluştuğu anda, sanki vücudundan bir akım geçmiş gibi hissetti ve aceleyle bakışlarını geri çekti. Ancak, umursamazmış gibi davransa da, kalbi çılgınca çarpıyordu. Ne kadar garip. O adam gerçekten de çekiciydi ve göz alıcıydı, gizemli ve esrarengiz bir çekiciliği vardı. Ancak, geçmişte bu kadar göz alıcı erkekler görmemiş değildi, öyleyse neden bu adama böyle bir tepki veriyordu?
Bunu düşününce, bir kez daha bu düşünce dizisini bastırdı. Bu tamamen yanlıştı. Çünkü, dikkatlice düşündüğünde, geçmişte gerçekten de bu kadar göz alıcı yakışıklı bir adamla hiç karşılaşmamıştı. Düşünceleri bu noktaya gelince, Xie Lian kendi kendine, bu kişi çok nadir biri olmalı diye düşündü; ona karşı daha dikkatli olmalıyım.
Başını geriye çevirdi. Ancak, bu sefer karşıya baktığında, kırmızı giysili adam kaybolmuştu. Tıpkı öylece kaybolduğunu düşünmek. Parlak renkli bir akçaağaç yaprağının aşağı doğru süzülmesi gibi, gözlerinin önünde yaramazca parıldayarak, kaybolmadan önce bir anlığına dünyasını aydınlattı. Sanki gerçek değilmiş gibi, geçici bir rüya ya da baloncukmuş gibi. Bir süre zarif şarap evine dikkatlice baktıktan sonra, ama hala adamdan hiçbir iz göremeyince, Xie Lian sonunda pes etti. Biraz hayal kırıklığına uğrayıp uğramadığını bilmiyordu. Hafifçe nefes verdi ve kaşlarını ovuşturdu, "Unut gitsin," diye düşündü. Beklenmedik bir şekilde, tekrar geriye baktığında, bir noktada, kendisinin haberi olmadan, birinin masada karşısına oturduğunu gördü. Biri, yanağını bir eline dayamış bir şekilde oturmuş, ona bakıyordu. İki adamın bakışları birleşti. Xie Lian hafifçe irkildi, ama kişi küçük bir gülümsemeyle, "Bu Tao ustası bana bir kadeh şarap ısmarlamak ister mi?" dedi. Uzaktan onu selamlamak için kadehini kaldıran, kırmızı giysili adamdı.
------
Yazar Notu: Lianlian dışarıdayken küçük bir kaza geçirmiş ve hafızasını kaybetmiş. Bilincini geçmiş benliğiyle değiştirmesi söz konusu değil, zaman çizelgesinde bir değişiklik yok, bu yüzden geçmişteki veliaht prens bu anı serisine sahip olmayacak. Bu ekstranın asıl amacı büyük Huahua'nın on yedi yaşındaki veliaht prensi deneyimlemesi, tabii ki bizim Lian kesinlikle hafızasını geri kazanacak (sanırım kimse onun hafızasını geri kazanamayacağından endişe etmiyordu... Her seferinde, en bariz sorular hakkında endişelenen insanlar olduğunu keşfettim, bu yüzden bunu söylemenin daha iyi olacağını düşündüm...)
10 notes · View notes
yasamaknefesalmakdegildir · 11 months ago
Text
Bir mesaj geldiğinde ki o heyecanımı anlatamam, zaten sen de anlamazsın.
6 notes · View notes
gecelersenianar · 1 year ago
Text
Kural8;Bir erkeğe asla kardeşin/abin gibi güvenme!!
25 notes · View notes
elisaa-suu · 4 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Kitabı az önce bitirdim garip bi kitaptı, herkes aşık olabilir ama ben saplantılı aşk sevmiyorum, sevmenin de bi sınırı olmalı bence, sonu çok duygusaldı ama benim sadece sinirim bozuldu..
Goethe (1749 - 1832) tarafından 1774 yılında ve iki haftada yazılmış mektup romandır. Goethe, bu romanı yazdığında 25 yaşındaydı. Romanın piyasaya çıkmasının ardından hem pek çok intihar vakası ile karşılaşılmış, Almanya sokakları bir "Werther salgınına" uğramış, ortalığı mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila etmiştir.
54 notes · View notes
muratmesutfan · 9 months ago
Text
Tumblr media
Fakirlik var, vefadan yana dediler, Tutuk, Hakkı söyleyen diller..! Tarumar olmuş aşk bahçeleri..! Yine ayazdasın garip gönlüm..
İşte gün akşam, gün gece oldu, İçimde bir renk, bir renk daha soldu..! Elim varmıyor takvime, bir sayfa daha yok oldu.. Yine ayazdasın, mahpus gönlüm..
Kalabalıklardan, seslerden uzağım, Bana, ''ben'' en büyük tuzağım..! Bir ebediyet yurdunun sarp yollarındayım ! Yine ayazdasın, gurbet gönlüm..
Sorular cevap bekler, aynalarda, Uyuttum uykuları, aklım firarda..! Bir gonca açar mı hiç sonbaharda..? Yine sorgudasın Murat'ım, ağlatan ayazlarda..!
Murat Mesut
23 notes · View notes
devilsoul0 · 3 months ago
Text
11.08. 24/ 2.32
Bugün burda yıllar önce anlattığım biri vardı bugün garip bir tesadüf yaşandı yine aslında çok komik bir tanışmamız vardı korkunç ve utanç dolu hatta. Aileler tanışıyor ama o benim ailemi tanımıyordu ve bugün mühendis olduğunu öğrendim aslında henüz olmadı hala okuyormuş hayat tesadüflerle dolu unuttum derken varlığını dün yine karşıma çıktı. Belki bir gün tanışmamızı da anlatırım bu seferki rüya değil ya da uyduruyor diyebilirsiniz ama rüya yada gerçek aşk hayatı mı desem kendimi kandırma şeklim mi desem kaç sezonluk hikaye çıkar ordan bilemem her biri ayrı komik ikisi hariç o ikisi de dram ve rüya dolu hatta hala rüyama giriyor ve onu gördüğüm anda kabusum başlıyor neyse her birini ayrı ayrı anlatırım.
11 notes · View notes