#şiir okuru
Explore tagged Tumblr posts
Text
Sözü Şiirden Açmak - Oktay Akbal “Şiirde 40 Yıl”, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir kitabı bu adı taşıyor. 40 yıl!.. Bütün bir yaşam! Hele ortalama insan ömrünün elliye yaklaşmadığı ülkemizde! Şiir, sanat, yazın uğruna verilen bunca zaman! Oğuzcan, ilk şiirlerini 1942’de yayınlamaya başlamış, 1947’de de ilk kitabı “İnsanoğlu” çıkmış. İnsanoğlu’nu anımsarım, kötü baskılı bir kitapçıktı. Oğuzcan sonra, birçok kitap yayınladı, güfteler yazdı, ünlü ve sevilen bir şair oldu. Başından, içlerinde acıları da olan türlü serüvenler geçti. Kendi resmini de şöyle çizmiş: “Nedense bütün resimlerimde ben / Böyle mahzun ve perişan çıkarım / Hep böyle hayata kapalı durur / Gülmesini unutmuş dudaklarım / Artık canından bezmiş kimselerin / Hazin bakışı parlar gözlerimde / İçinden adamlar arabalar geçer / Çizgiler alnımda bir büyük cadde.” Düşündüm de hangi ünlü şairimiz 40 yılı geride bırakmamış ki! 45 yılı, 50 yılı geride bırakan ünlü şairlerimize ne demeli: Oktay Rifat, İlhan Berk, Cahit Külebi, Dağlarca, Anday, Ilgaz, Cumalı, A. Kadir vb... Oktay Rifat’ın ilk şiirleri 1936’da “Varlık”ta çıkmış, İlhan Berk’inkiler ise 1935’te... İki ozanımızın 50’nci şairlik yıl dönümünü 1985’te kutlayacağız demektir. Edip Cansever’in ilk şiiri 1944’te, Can Yücel’inki 1950’de, Özdemir İnce’ninki 1954’te, Metin Eloğlu’nunki 1943’te yayınlanmış... En gençleri İnce, o bile 27 yıllık bir şiir geçmişine dayanmakta!.. Demek istediğim, şairlerimizin, öykücülerimizin anma günlerini, toplu tanıtılma törenlerini sık sık yapmak zorundayız. Aziz Nesin, yıllığında “Yuvarlak sayı”lara ulaşan sanatçılarımızı tanıtıyor, yaşı kırka, elliye, altmışa, yetmişe, seksene gelenlere özel bölümler ayırıyor. Devlet Tiyatroları’nın, Şehir Tiyatroları’nın, özel tiyatroların da belirli bir sanat geçmişine, birikimine sahip şairleri, yazarları tanıtıcı toplantılar yapması niye düşünülmez ki! Oktay Rifat “Denize Doğru Konuşma”, İlhan Berk “Deniz Eskisi ve Şiirin Gizli Tarihi”, Metin Eloğlu “Hep”, Edip Cansever “Bezik Oynayan Kadınlar”, Can Yücel “Rengâhenk”, Özdemir İnce “Kentler”... Hangi birinden söz etmeli? Doğrusu, en yaşlısından en gencine kadar adı geçen şairlerimizin kitapları ayrı ayrı ele alınıp, değerlendirilecek nitelikte... Bunca sanat ve yazın dergisi çıkıyor, ama ayrıntılı incelemeler, eleştiriler pek görülmüyor nedense! Gerçek eleştiri -hiç değilse yeni çıkan kitapları gereği gibi tanıtan yazılar- hemen hemen hiç yok... Masamın üst��nde duruyor bütün bu şiir kitapları. Çoğu yakın arkadaşım olan bu şairlerle daha nice gün ve gecelerim geçecek. Ben, şiir konusunda hızlı yorumlar, değerlendirmeler yapmam. Yanılma payı çoktur böyle çabuklukların... Şiir vardır, ilk okuyuşta kendini verir. Verir ve biter... Böyle şairler de çok. Ama yukarıda adını andığım şairlerin kitapları o türden değil. Birbirine benzemeyen şairler bunlar. Can Yücel’le Oktay Rifat; Cansever’le İnce; Eloğlu’yla Berk arasında büyük ayrımlar var. Ama hepsinin ustalığı, kişilikleri tartışılmaz bir düzeyde... Can Yücel’in kısa şiirleri ilk okuyuşta okuru çarpıyor: “Sana bin kez söyledim be evladım / Dişlerinle tırnaklarını yiyeceğine / Gözlerinle gökyüzünü yesen ya” gibi; Tevfik Fikret’ten esinlenmişe benzeyen “Kanun çalacağız diye çıkıp orta yere / Kanunu çaldılar yere”, “Hıyar diyorum / Yooo, ben, turşuyum diyor” gibi şiirler kısa sürede yaygınlaşır, dilden dile gezer. Ama Oktay Rifat’ın, Eloğlu’nun dizeleri öyle değil. Yoğunluk ağır basıyor. Berk'in, Cansever’in, İnce’ninkiler de öyle... Cansever’in dizeleri ise yer yer düz yazıya yaklaşır, ama birden bakarsınız ki o düzyazı, “şiir” oluvermiş. “Neyi bitiriyoruz, neyi başlatıyoruz / Neyi bekliyoruz, bilmem ki / Kapı mı çalınıyor ne / Gidip açıyorum / Kimse yok / Peki / Nasıl karşılanır yok olan bir şey / Karşılıyorum / Salona geçiyoruz.” Gel de Baudelaire’e inanma: “Sağlıklı insan yirmi dört saat ekmeksiz kalabilir, ama şiirsiz asla”. Çok şükür ki Türkiye’de böyle bir tehlike yok! - Oktay Akbal, Sözü Şiirden Açmak (Geçmişin İçinden) - Görsel: Yazıda ismi geçen şairler...
#Oktay Akbal#Sözü Şiirden Açmak#Geçmişin İçinden#Şiir#Şair#Şairler#Ümit Yaşar Oğuzcan#Oktay Rifat#İlhan Berk#Cahit Külebi#Fazıl Hüsnü Dağlarca#Melih Cevdet Anday#Rıfat Ilgaz#Necati Cumalı#A. Kadir#Edip Cansever#Can Yücel#Özdemir İnce#Metin Eloğlu#Aziz Nesin#Tevfik Fikret#Charles Baudelaire#Baudelaire#Yürekbalı#Kolaj#Edebiyat
14 notes
·
View notes
Text
On dört yıl aradan sonra yeni kitap. Çekmecem dolmuştu. Bir yerden sonra yayımlama ihtiyacı hissediyor insan. Bir daha bu kadar ara vermeyeceğim sanıyorum. Od Kitap yayımladı Eski Bir Fotoğrafa Doğru'yu. Benim ikinci şiir kitabım. Mutluyum. Çok da güzel bir yazı eklemiş yayıncı:
"Volkan Öten'in şiirleri, gündelik yaşamın içinden süzülen incelikleri, kent insanının yalnızlığını ve modern zamanların hüznünü ustalıkla işliyor. "Eski Bir Fotoğrafa Doğru", belleğin dehlizlerinde gezinen, aile sıcaklığını arayan, emekçilerin hikâyesini anlatan ve aşkın en ince tonlarını yakalayan şiirleriyle dikkat çekiyor. Kitap boyunca okur, İstanbul'un arka sokaklarında dolaşıyor, eski fotoğraflara bakıyor, portakallı kereviz kokusunun sardığı evlerde nefes alıyor. Öten'in şiirleri, modern şiirin imkânlarını kullanırken geleneksel duyarlılığı da ihmal etmiyor; Yunus Emre'den Nâzım Hikmet'e uzanan geniş bir şiir mirası ile diyalog kuruyor.
"Eski Bir Fotoğrafa Doğru", hayatın içinden geçen şiirleriyle, okuru kendi hikâyesiyle yüzleşmeye davet ediyor."
Bir süre sonra kitabevlerinde olacak.
Şimdilik ön satışta:
Satış Linki: https://odkitap.com/eski-bir-fotografa-dogru-volkan-oten/
0 notes
Text
Şiirsiler
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/siirsiler/
“Lodoslu kentin sokaklarında
Yağarken kar umarsızca
Bir gül koncasında
Kanadı şiir” (S.15)
Teması ne olursa olsun, bir şiir önce şiir olmalı. Ne yana çarparsa çarpsın şiire düşmeli söz. Bir şeyi anlatma, aktarma ve kanıtlama çabası şiirin işi değil. Sözün anlatıma doğru akışı, bir metni şiire çıkarmıyor. Şiir, öyküden uzak durmayı başarmadan kendisi olamaz. Şairin kendine has patikaları olmalı. Bilinenlerin ötesinde bir yerlerden bize bakarken yakalamalıyız şairi. Bilinçle yürek arasında bir çatışma arar okur çünkü şiirde. Bu çatışmanın yol açtığı bir tufandır…
“Sen başkasını seviyordun
Bense seni
El eleydi acılarımız…
Boyayıp gittin beni
Mosmor yalnızlıklara.” (S:20)
Dil içinde bir öte dilden, bir üst dilden seslenişine kulak kabartılmalı şairin. Sözcüklerin açılmamış kapılarını zorlayandır çünkü şair. Söylediklerinden çok söylemediklerini bulmalıyız şiirde. Eksilttiği şeyler çekmeli bizi. Bir şairin sözcüklere nasıl davrandığını merak ederiz okur olarak. Şairin umurunda olmasak da, şiir bizden anlama eşiği beklemeli, onu biliyoruz. Güzel sözler bulup şiirin içine sokmak yerine, sözler şiirin içinde güzelleşmeli. Taşı taşa sevdirmesi gibi bir duvar ustasının… Estetik duygu dediğimiz şey nedir ki başka!
Gereksiz ve uzun şeyler müziğe değil, akorda aittir aslında. Tekrarlar ve slogan ne kadar yakışır ki şiire? Ağıt yakmak, yara göstermek şiir olur mu? Zaten şiir yaradır başlı başına. Şairi de okuru da iyileştirecek yara… Kimi zaman susmak yalana girer. Şiir de konuşmalı öyleyse.
“Sen gelmedin diye
Bir ‘aşk zamanı’ sinemaya
Salaş bir meyhanede
Tütün koktu cumartesi” (S:28)
Şiir bilgisi edinmek, şiir yazmaktan zor olsa gerek. Şairinin iyi bir okur olduğunu sezdirmeyen şiirler, kaynağından fazla uzaklaşamamış ırmaklar gibi gelmez mi size de? Kimi zaman şiir değil ama şiirden bazı dizeler kalıyor insanın aklında. Keşke o dizeler şiiri taşımaya yetseydi diyorsunuz. Bazı şiirlerde öylesine yüksekten girişlere ya da öylesine finallere rastlıyorsunuz ki, bunlar şiir metni kurmaya yetmeyince “söze yazık olmuş” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Şiir biraz da huysuzdur aslında. Kalıplara, kurallara uymaz çünkü.
Dünyadan ve insandan yana olmasına rağmen, dünyayı ve insanı karşısına alır. Başka türlü olursa, yaşanmamış aşklar, kurulmamış dünyalar yaratamaz ki insanın duyarlıklarında. Şiir olmasa, yakınlarda bir yerlerde çölü yeşertecek kuyunun olduğunu kim duyumsatacak bize giderek çölleşen dünyamızda?
“Kar yağsın bahçelerine
Saklambaç oynarız
Sen saklanmasını bilirsin
Çiğ düşsün sessizliğine
Güvercinlerin ürksün
Bütün güllerin açsın, beyaz
Kıpkırmızı bir havada
Kuş pislesin üstüne
Yumdum gözlerimi
Elimde beyaz bir mendil
Sen saklanmasını bilirsin.” (S:55)
Bir deneme olarak kaleme aldığım metnin aralarındaki dizeler Mustafa Önder’e ait. Onun “Şiirsiler II” adlı şiir kitabından. “Şiirsiler II” adlı kitabı bu metne dayalı olarak okudum. Şairin “Şiirsiler I” adlı şiir kitabını da bir yıl önce okuduğumu söylemeliyim. İki kitabı birlikte düşündüğümde vardığım yargı şu: Şair şiirlerini iyi birer edebiyat metni haline getirmeden yayınlamamış. Hele “Şiirsiler II” oldukça sağlam şiirlerden oluşuyor. Daha da ilginci, şair; yerli yabancı, gelmiş geçmiş şairleri biliyor, onları okumuş duygusu verdi bana. Bir dünya görüşünden alıyor kaynağını bizlere sunduğu şiir ırmağı. Bir propaganda metni değil şiirleri. Dünya görüşünü eritmiş onların içine ama. Ve estetiği göz ardı etmemiş kesinlikle.
“Şiirsiler II” Almina Yayınevi’nden çıkmış. Kitap tam 224 sayfa.
“Sevgilim nazlı ve kaygılı
Ben korkak
Bekliyoruz sabah olsun
Bekliyor şafak
Çıkıp kendimi atabilirim çatıdan
Kollarım kanat
Düşerim kucağına çıplak
Öperim karanlık ağzından
Tan ağarırken” (S:108)
Yüzünü bütün çocukların yüzünde bulan ve Çanakkale’de şiiri sokağa çıkaran bir şair Mustafa Önder. İçinde şişinip duran hayatı şiire dönüştürüp ikişer yıl arayla ancak boşaltabilmiş: Şiirimsiler I, Şiirimsiler II.
Çan’ın Karadağ Köyü’nde başlayan çobanlık, işçilik, terzilik ve memurlukla geçen hayatı, sözcüklerle satranç oynar hale getirmiş. Yaşadığı acılara sahip çıkmış, ama onlarla hile yapmamış. Sözcüklere dizmiş acılarını ve incinmişliklerini. Sonra da onları büyük insanlığın sorunlarıyla birleştirip şiirle dışlaştırmış.
“İlahi nazım usta
Ne çok çocukmuş yüreğin
Yeri göğü biz kirlettik
Soluduğumuz hava, içtiğimiz su
Ve ana diye bellediğimiz bu toprak
Ölüm yağıyor artık bahçelere, dağa kente
Çocukları nasıl katlettiysek öyle
Katlediyoruz ağaçları
Bir elma gibi çürümekte dünya.” (S:170)
Mustafa Önder’in şiirleri, günlükleri gibi. Yaşadıklarının çetelesini tutmuş adeta. Acıları, sevinçleri, umutları, yaşam kavgası, özlemleri bir bakıma. Tarihli, ispatlı.
Mustafa Önder’e şunu diyeceğim karşılaştığımız yerde: “İnsan rahatlıyor usta; bir kentte kazıp yapıp içinde yıllanmış şarap tadında dizelere rastladığında.”
**“Senin gönlün sevgili
Dağları kadar yüksek
Tüm ovaları gibi geniş dünyanın
Ve okyanusları kadar engin
Mavi bir ak deniz sıcaklığı
Yüzünde sevgisi insanlığın…
Senin ellerin sevgili
Mart ayazının kardelen çiçeği
Muştucusu ilkbaharın
Harman sonu rüzgârı saçların
At koştursun diye çocuklar
Ve sıcak ekmek kokusu tenin
Karşısında zulmün!”** (S:20)
Hayrettin Geçkin
0 notes
Text
Hoş Geldin Kadınım Şiiri
Hoş Geldin Kadınım Şiiri Hoş Geldin Kadınım Şiirinin Teması “Hoş Geldin Kadınım” şiiri, sevgi, özlem ve bağlılık temalarını işleyen duygusal bir eserdir. Bu şiir, yazarın hayatında özel bir yere sahip olan bir kadına duyduğu derin hisleri yansıtır. Şiirde kullanılan imgeler, okuru farklı duygulara sürükleyerek, kadının hayatındaki yerinin ne kadar kıymetli olduğunu vurgular. Yazar, kadın…
0 notes
Text
Behçet Necatigil / Şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi oturmuş olayları, olguları biçimlere, kalıplara dökmek işidir
1979’da, 63 yaşında hayata veda eden Behçet Necatigil şiirde güncel akımların dışında kalmaya özen gösteren bağımsız bir sesti. Kimi zaman dizelerindeki suskunluğuyla ya da söylemedikleriyle okurlarının hayal dünyasını genişletti. Farklı tarihlerde yayımlanan röportajlarında dile getirdiği görüşlerden yapılan bu seçki şairin portresi niteliğinde.
Divan şiirinden yararlanmayı, ölmüş kelimeleri diriltme diye almıyorum ben. Estetikten, istiften, teknikten, disiplinden yararlanmak diye alıyorum. Halk edebiyatı bir yanıyla, birkaç ozanıyla nasıl toplumcu şiire kaynak olabiliyorsa, Divan şiiri de biraz kapalı, biraz soyut şiire öylece destek olur.
* * *
Şiir ne yana yönelirse yönelsin, geçmişten tam kopamaz. Eski motif ve imgeleri de değerlendirmek, onlarla beslenmek zorundadır. Kendimize, yani eski kültümüze gözgü olmamız, kendimize özgü olmamızı kolaylaştırır.
* * *
Şiiri az kelimeyle kurmak, şiiri korumaktır. Düzyazı uzatmayı gerektirir; düzyazı dahi, şiir yoğunluğuna, şiir özüne, kısaldıkça kavuşmuyor mu? Az sözcük ne sadeliktir ne de özetleme. Nedir? Anlam gücünü, çağrışım boyutlarını, türlü yorum olanaklarını pekiştirme, depo etme çabası. Kara kolaylıktır, ürkütür deniz beyaz; açılız. Şiir, kısıtlama ve anlatım toparlanmalarında gene de cesur bir açılma oluyor.
* * *
Bence bir şairin gerçek okuru, şairin uzağında, şairden habersiz, aynı duyarlığı bölüşen kişidir. Şair, daha çok, böyle gizli okurların düşünce ve güveniyle güçlenir. Çünkü normal olarak, şair sayısıyla eşit olsa okur sayısı, yatar şairlik. Ne güzeldir o atasözü, çok beğenirim: “Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur.” Kendisini belki göremediğimiz ama kokusunu aldığımız için ilerlemeyi göze aldığımız şifalı bitkilerdir şiir okuyucuları.
* * *
Benim şiirlerim ister Tekke ve Divan şairlerinin imge - kelime atkı ve desenleriyle dokunsun, ister kendi patentimle katıksız benim imalâtım olsun, çağdaş - gündeş bir soruna, bir duruma da yaslanır. Çağın, çağdaş insanın ağırlığını duyduğu baskılardan, acılardan birine yaslanır, ipuçları verir. Kendiliğinden öyledir.
* * *
Şiir, bilgi mı? Kuramsal bilgilerde mi yazılır şiir? Yoo, hayır, küçültür şiiri bu! Bilgiyi, bildiriyi öne alarak, standard maddelerle şiir yazanlar da olur. Ama şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi oturmuş olayları, olguları biçimlere, kalıplara dökmek işidir. (...) Şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu
değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır. Ben, düşündürücü yanlarını çoğaltmış, yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden yanayım. Şiiri ağırlaştırıp, atraksiyonlara, süslere yatırıp, özü havasızlıktan boğmak değildir bu.
* * *
Şiirin eski savaşçılarından biriyim, yorulmadım, yorgun değilim. Yıllar önce “Evlerle savaşımız savaşların çetini” demiştim; şiirle savaşım da, çetinlikte evlerle savaştan geri kalmadı. (...) Uzatmalı bir nefer. Çevik, atak değilim, ama tecrübem var ve şiirle savaşa, geri karakollarda hâlâ katkım olabilir.
* * *
Şiir, ince ince soğan doğramak gibi. Çok eğilmişseniz üstüne, yaşarır gözleriniz.
* * *
Ülkemizde şiir diğer edebiyat türlerinin yanında değil, önündedir. Gönümüzdeki durumuyla da önündedir. Çünkü önce en çok o görülür, o göze batar, o tartışılır, o izlenir. Dikkatler en çok ona çevrilmiş, kulaklar en çok ona verilmiştir. Tehlikeli olabilir. Kılçıklısı, dikenlisi zor, fakat özlüdür, değerlidir. Lapa gibi, lokum gibi olanları kolaylıktır, fakat çocuk ellerinde sıvaşır, ele yüze bulaşır, el yüz kirletir.
* * *
Gizli şiir sayısı, gizli işsiz sayısından aşağı değildir. Birçok şiirler, varlıklarını duyuramaz, kendilerine bir elin uzanmayışına sessizce katlanır.
* * *
Bence şair, şiir hayatı boyunca, üç burçtan, gurbet, hasret ve hikmet burçlarından geçiyor. (...) Şiir kaleleri bir bir çöküp yıkılırken, yalnız gerçek şiirdir ki, hangi yıldız burcunda olursa olsun, çok sağlam bir kale gibi uzun süre zamana dayatıyor, hatta sonsuza kadar. Gerçek şiir, kolay kolay dişleri düşmüş, sırıtan bir sur kalıntısı olmaz.
* * *
“Okunmak” sözü de görece bir söz. Hele şiir, sanat spekülasyonlarıyla alçalıp yükselen bir para borsasıdır. Nice kalp akçenin, sanat sarraflarının pazarlama dümenleriyle, ayarı tam sikke gibi kapışıldığı çok olmuştur. Böylesine kandırmaca okunmak istemem. Osmanlı kantarlarında hilesiz tartılmak! Eşlerde, dostlarda sevildikten, düşmanlarda, hasutlarda ölüp gittikten sonra, çok ilerde, biz artık yokken, yüreklere, belleklere buruk bir tortu olacak mıyız? İnce eleyip sık dokuyan yazılara, eleklere dolgun konular olacak mıyız? Gerçek okunma, değerlendirilme budur. Meydan okur gibi mi konuştum. Yoo, hayır, beni düşünmeyin! Ben, sağlığımda istediğim ölçüde okundum, anlaşıldım. Bulup da bunamayalım! Bulunmaz Hint kumaşı değiliz hiç birimiz.
(Milliyet Sanat / Ocak 1980)
0 notes
Text
Rupi Kaur – Süt ve Bal Kitap İncelemesi
Kitap İncelemesi
Rupi Kaur Süt ve Bal Kitap; ‘sancımak, sevmek, kırılmak, sağalmak,’ başlıkları altında dört farklı bölümden oluşuyor. Her bölümde kısa kısa cümlelerle bize hayatta yaşadığımız birçok konu ile ilgili olarak kısacık mesajlar veriyor. Sadece kısa birkaç satırla okuru bu kadar düşündürebilmek, böylesine hissedebilmek her şairin harcı değil. Fakat Rupi Kaur’ca başarılmış bu.. Süt ve Bal; aşk, kayıp, travma, üzüntü, iyileşme, eşitlik, özgürlük, kadınlık hakkında bir şiir denemesi. Şiirlerin illüstrasyonlarla harmanlanmış olması da ayrı bir güzellik katmış sayfalara. Değinilen konular, verilmeye çalışılan öğütler çok güçlü. Özellikle kadınlara verilen öğütler, kendin gibi olmayı, yıkıcı ilişkilerin içinden çok daha büyük bir güçle çıkmayı, bir kadının kendisiyle barışmaya başladığında nasıl özgürleştiğini anlatıyor. Her satırı ayrı etkileyen bir kitap.
Şehvet, aşk, ihanet, kadınlık, kendini bulma ve kendin olma konularını bu kitabında şiir olarak okuyucusuna aktarmış. Sanki Rupi’nin kendi içinde kendi kendine kavgası var. Kitapta acıyı hissetsek de öte ki taraftan da bir direniş söz konusu. Bir kadını derinden yaralayan, sarsan, uyandıran bir şiir kitabıydı. Genel olarak kadınlığın zorluğundan, bir kadın olarak kendini sevmekten bahsediyor. Tecavüz, taciz, cinsellik, anne-baba ilişkileri, umut, eş, sevgi gibi bir çok konudan bahsedilmiş. Bir kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu bu kitapta toplamış yazar. Kadınların içindeki sıkıntıları tek tek çıkarıyor hiç çekinmeden, tacizi, haksızlığı, obje gibi görülmeyi.
Sancımak bölümünde şiirlerde yer alan temalar sevmek bölümünde insanın kendisini toplum içerisinde bir başka insana sevdirebilmesi için verdiği uğraşın insanı anlaşılamamak kavramı üzerinden yormasına doğru yol almıştır. Kırılmak bölümünde ise kişinin kendisini eksik hissetmesinin verdiği ağırlıkla beraber son olarak sağalmak bölümünde kişinin kendisini sadece kendisinin toparlayacağını yazıyor şair. Aslında çocuklukta yaşadığımız her olayın bizi hayatımız boyunca etkileyebileceğini şiirle anlatabilmek sanattır.
Yazarın ne kadar basit bir anlatım dili olsa da bir anda bir sürü duyguyu size hissettirebiliyor. Kadınlık kavramının güçlü yönlerine dikkat çekmiş bazı şiirler. Kadınların olmaları istendiği gibi değil de kendi olmak istedikleri gibi olmalarını çok net ve güzel vurguluyor şairimiz.
1 note
·
View note
Text
"Ve benim birdenbire yüzünü değil, gözünü değil, senin sesini göresim geldi."
Birinci konuşmacı, 'şiir okunmuyor' dedi. İkincisi, 'şiir ayağa düştü' dedi. 'Şiirin okunması için bir şeyler yapmalı' dedi, üçüncü. Dördüncü, 'şiirin hiçbir zaman çok okuru olmamıştır' dedi. 'Yeni bir şiir yazılmıyor nicedir' diye bitirdi sonuncuları.
Konuşmaların altında kaybolmuş altı dinleyici, kargacık burgacık bir yazı gibi çıktı. Birisi 'şair olmak ne zormuş' dedi. Öteki, 'asıl okur olmak ne zormuş' dedi. En sessiz duranları 'biz şimdi şiir okuyalım mı okumayalım mı' dedi.
Şükrü Erbaş, Otların Uğultusu Altında
31 notes
·
View notes
Photo
Sezai Karakoç: Biraz şiir üzeri bol İslami diriliş!
Son yıllarda bir moda ortaya çıktı, İslamcı hareketin militanları şair, yazar, mütefekkir kimlikleri anılmak ve gömülmek istiyor. 1983’te Necip Fazıl bir şairden çok bir İslamcı militan olarak gömülmüştü halbuki. Arada şiir de yazmıştı ama ününü siyasi dergisi “Büyük Doğu”dan almıştı. Sezai Karakoç’un hayatı da onunkine çok benziyor. Zaten Necip Fazıl’ın öğrencisi o. “Büyük Doğu”nun yerine Diriliş dergisi, arada şiir yazma denemeleri falan. Tabii burada bir de “Diriliş Partisi” girişimi var. Hepsinde ortak payda İslamcılık.
Ortak payda İslamcılık olunca bu “mütefekkir” taifesi de İslamcı hareketin tamamının malı haline dönüşüyor zorunlu olarak. Korunup kollanıyor, ödüle boğuluyor, devletin resmi yazar-çizerlerine dönüştürülüyor.
Geçen yıldı. İstanbul Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'nün Sezai Karakoç'un “Diriliş Neslinin Amentüsü” adlı kitabından binlerce alıp dağıttığı ortaya çıktı. Şiir falan değildi tabii kitabın içeriği, “mütefekkir” o kitapta “Sağcıların Allah topluluğu, solcularınsa şeytan topluluğu” olduğunu iddia ediyordu. Şöyle diyordu kitapta: “İnsanları da şöyle bölümlüyorum: Hakikate uyanlar; sağcılar, karşı çıkanlar; solcular, bu uğurda bütün çıkarlarını hatta canlarını feda edenler, hakikat yarışçıları, öncüler. İşte bu anlamda sağcıyım. Batılı anlamda sağcılık solculuktur benim gözümde. Gerçek sağ, Kuranda tanımlanmıştır. ‘Kuran’da sağcılar; Allah topluluğu, solcular da şeytan topluluğu olarak, sağcıların topluluğu uğurlu topluluk, solcu topluluk da uğursuz topluluk’ olarak vasıflandırılmıştır.” Yani “diriliş neslinin amentüsü” dediği bildiğimiz sıradan pespaye bir sağcılıktı.
Sağcılar seviyor haliyle. Şair ve mütefekkir olarak sağ mahallede kabul ve saygı görüyor. Sağcılığının yanında “İslam Birliği” taraftarı bir de, Panislamist hatta. Bütün dünya Müslümanları birleşirse sorun hallolacak diyor özetle.
Cemal Süreya'nın sınıf arkadaşı
Diyarbakır Ergani doğumlu ama Kürt değil dediğine göre. Derinlemesine ümmetçi olduğundan sevmiyor bu tür nitelemeleri. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümünde Cemal Süreya’nın sınıf arkadaşı.
1950’li yıllarda iki sayı süren “Şiir Sanatı” adında bir dergi çıkarmayı başardı. Dergisinde yazanlar arasında Cemal Süreya, Gülten Akın, Orhan Duru, Muzaffer Erdost, Erdal Öz, M. Nuri Pakdil, Güner Başar, Nahit Güçlü, Baha Galip Tunalıgil, Abdullah Rıza Ergüven gibi isimler de vardı.
Ama bu serüvenlerinin ardından bambaşka yol tutturdu. Necip Fazıl hayranıydı, tutkulu bir Büyük Doğu okuru oldu. Dergide düzenli yazmadı ama çevresinden de hiç ayrılmadı. Necip Fazıl’la, senetlerine kefil olacak kadar yakınlık kurdu. SBF’den mezun olduktan sonra 1955’te Maliye Bakanlığında, Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi bölümünde çalışmaya başladı. 1956’da maliye müfettiş yard��mcısı oldu, İstanbul’a gelirler kontrolörü olarak atandı. Edebiyatla uğraşmak için istifa edip ayrıldı, canı istedi geri döndü ve gelirler kontrolörü oldu. Sonra tekrar istifa etti. Devletin kapıları ona ve yol arkadaşlarına sonuna kadar açıktı ama dediğine göre ezanın Türkçe okunduğunu duymuş çok mağdur olmuştu.
Pek çok gazetede günlük yazılar yazdı. Diriliş dergisini çıkarınca yazmaktan da vaz geçti. 1967’de “İslâm’ın Dirilişi” kitabı hakkında toplatma kararı çıktı 163. maddeden yargılanmaya başladı. 163. Madde şeriatçılığı suç olarak kabul ediyordu. Küçük bir ceza aldı, o da 1974’teki genel afla düştü.
1990’da Panislamizmini yaymak amacıyla “Diriliş Partisini” kurdu. Yedi yıl bu partinin genel başkanlığı görevini yürüttü. Diriliş Partisi 1997’de Türkiye’deki il sayısının yarısında şubelerini açmadığı ve üst üste iki seçime katılmadığı gerekçesiyle kapatıldı. Sonra başka adlarla yeniden açıldı.
Az Mehmet Akif, biraz Necip Fazıl
Yarattığı mistik şiir tarzıyla Cemal Süreya tarafından “Mehmet Akif ve Necip Fazıl karışımı bir şair” olarak tanımlanmıştı. Az Mehmet Akif biraz Necip Fazıl’dır gerçekten de.
Bilinen ilk şiiri “Mona Rosa” adını taşıyor. Akrostişle yazılmış bir gizli aşk şiiri bu. Aslında sınıf arkadaşı Muazzez Akkaya’ya yazılmış bir ilan-ı aşk şiiridir anlayacağınız. Hikayesi şöyle: Muazzez Akkaya Sezai Karakoç ve Cemal Süreya'nın sınıftan arkadaşıdır. Karakoç, Muazzez'e büyük bir aşkla bağlıdır ve Muazzez'in anlattığına göre ona kitaplar, şiirler hediye eder. Ama o sırada Cemal Süreya da Muazzez'e tutulmuştur. Cemal Süreya açık, Sezai Karakoç gizli sevgilisidir Muazzez’in. Monna Rosa dönemi çabuk kapandı tabii, iş İslamcılığa döndü. Haliyle Cemal Süreya ile bağları da böylece koptu.
İlginç, Cemal Süreya sadece arkadaşını İslamcılığa kaptırmadı, oğlu da aynı yola girdi yıllar sonra. Eşinin anlatımına göre Cemal Süreya’nın akrabaları biraz dincilerdi. Oğulları Memo Ankara’ya akrabalarının yanına gide gele İslamcı oldu, bir gün oradan İslamcı olarak döndü. Ebeveynlerinin rakı içmesine müdahale etmeye başladı. O müdahaleler zaman zaman itiş kakışa yumruklaşma dönüştü. İddialara göre Cemal Süreya oğlundan yediği bir yumruğun kurbanı oldu.
Düzenin resmi müttefikleri
AKP’nin iktidara gelişiyle kaderleri de değişti haliyle. Ezanın Türkçe okunması ihtimali kalmadı. Birkaç vakit de zam yapıldı sayılarına. Seza Karakoç da Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Fesli Kadir gibi isimlerle birlikte devletin resmi yazar-çizerlerine dönüştü. 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafında Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Sezai Karakoç’a verildi. 2011’de Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülünü verdiler. Şimdi kutsadıkları bu unsurları Türkiye’nin ilerici düşüncelerinin karşısına dikmeye çalışıyorlar.
Sezai Karakoç bunu AKP’den önce yapmaya kalkışmıştı aslında. Karakoç, metinlerinde Tanzimat ile girilen batı eksenindeki Osmanlı-Türk modernleşme serüveninin edebiyat literatüründeki temsilcisi Tevfik Fikret’in “Haluk’un Defteri” şiirindeki Haluk karakterinin karşısına, Mehmet Akif’in “Asım’ın Nesli” kitabının karakterini çıkarmaya çalışıyordu. Yani Fikret’in karşısına Akif’le çıkmaktaydı. Amaç batılılaşma karşısında yerli düşünceye, geleneğe ve asıl köklere vurgu yapmaktı. Bugün de Nazım’ın karşısına Necip Fazıl’la dikilmeye çalışmıyorlar mı?
Bu karşı duruş zadece yazıyla, şiirle, edebiyatla olmuyor tabii. Sıklıkla devlet desteğine başvurmak gerekiyor. AKP yandaşı gerici vakıflar aracılığıyla da veriliyor bu destek. Örneğin TÜGVA, kimi okullarda “Medeniyet ve Düşünce Kulübü” adı altında faaliyet gösteriyor. Medeniye ve Düşünce Kulüpleri müfredatı şöyle: "Büyük Doğu fikriyatı ve Necip Fazıl etkisindeki neslin Yeni Türkiye ideali", "Sezai Karakoç'un hayatı ve diriliş neslinin sonsuzluk nöbeti", "Nurettin Topçu'nun ahlak söylemi", "Diriliş neslinin amentüsü", "Mehmet Akif'in Süleymaniye kürsüsünden şiirleri", "Çöle İnen Nur adlı kitabın tahlili…"
Ama ne yazık mütefekkirler de ölümlü. Püsküllü Kadir, Nuri Pakdil derken Sezai Karakoç da hakkın rahmetine kavuştu. İslami diriliş hayali kaldı yadigâr!
(https://haber.sol.org.tr/haber/sezai-karakoc-biraz-siir-uzeri-bol-islami-dirilis-318549)
12 notes
·
View notes
Text
Şiiri Hasan Pulur köşesinde yayımlamış.
Bir okuru göndermiş, yazanı belli değilmiş. Pulur, defalarca ve ısrarla yazarını bulmak için köşesinde çağrılar yaptıysa da, ne şair ortaya çıkmış nede bir bilen, tanıyan . Nerede ne zaman yayımlanmıştı? Bilen de gören de yoktu.
Şiir şöyle;
"Kavgayı ağacın yaprağına yaz,
Sonbahar gelsin, yapraklar kurusun diye.
Öfkeyi, bir bulutun üstüne yaz,
Yağmur yağsın, bulut yok olsun, diye.
Nefreti, karların üstüne yaz,
Güneş açsın, karlar erisin diye.
Ve dostluk ve sevgiyi, yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yaz,
Onlar büyüsün, dünyayı sarsın diye."
* * *
İzmir'li öğretmen Rahile Horzum, bu şiiri öğrencilerine değerlendirmeleri için ödev olarak verdi.
"Siz kavgayı, öfkeyi, nefreti, sevgiyi ve dostluğu nerelere yazardınız?"
41 öğrenciden gelen cevap kağıtlarından ikisini seçti.
CEREN :
"Kavgayı eski bir kağıda yazmak isterdim,
Çöp sanılıp atılsın diye.
Öfkeyi, bir mendile yazmak isterdim,
Kullanılıp atılsın diye.
Nefreti, sahildeki kuma yazmak isterdim,
Deniz dalgaları büyüyerek yok etsin diye.
Sevgi ve dostluğu, bir tohuma yazmak isterdim,
Büyüyüp dünyayı sarsın diye."
* * *
MERVE dedi:
"Kavgayı, kömürün üstüne yazmak isterdim,
Kömür yansın, kavga kömürle yanıp yok olsun diye.
Öfkeyi, gecenin karanlığına yazmak isterdim,
Gün ışıyınca, karanlıkla birlikte öfke yok olsun diye.
Nefreti, toprağın üstüne yazmak isterdim,
Herkes toprağa bassın, nefret ezilsin diye.
Sevgiyi ve dostluğu çınar fidanına yazmak isterdim,
Asırlar boyu canlı ve güzel kalsın diye."
* * *
Rahile öğretmen, öğrencilerinin kavga, dostluk, öfke ve sevgi hakkında ki düşüncelerini okuduktan sonra kendi defterine şu değerlendirme notunu düştü:
"Bence bu çocuklar böyle düşünüyorlarsa, hiçbir şey için geç değil...
Umudum ve dileğim, onların barış, dostluk ve sevgi dolu bir dünyada yaşamaları..." 🐞🦋
20 notes
·
View notes
Photo
Teşekkürler 🙏 güzel bir kalemden , güzel bir arkadaştan imzalı şiir gibi kitap...🍀Okuru çok, baskısı ve imzası tükenmez olsun...👏🏻👏🏻👏🏻 https://www.instagram.com/p/CKLpyxVsUQi/?igshid=1ls9yj2m9do9d
5 notes
·
View notes
Text
"Hani Yılmaz Güney'in "Umutsuzlar" diye bir filmi vardır. Hani Filiz Akın balerindir. Fırat ya aşkı ya silahı seçmek zorundadır. Aşkı seçer ama vurulur. İşte ben şiirlerimde Fırat'ın vurulduğu sahneyi yazıyorum.
Gelinciklerle dolu tarlalara baktığımda üzüntüsünden kan tüküren Allah'ı görüyorum. Aslında bir tür veremli kız şarkısı söylüyorum, herkes bunun şiir olduğunu düşünüyor. Ne yapayım, aşkın başka türlüsünü bilmiyorum.
Dergilerde falan bazen okuduğum şiirler öyle süslü ve özenli ki, bazen utanıyorum. Ben herhalde gündelik hayatımda süslü bir kadın olduğumdan, şiirlerimi süsleyip, saçlarını tarayamıyorum, vakit olmuyor. Benim şiirlerimin öbürlerinin yanında hamamdan çıkmış ahretlikler gibi bakımsız durduklarının farkındayım. Bu yüzden sanırım hep acemi bir şair olarak kalacağım. Zaten hiç oturup şurasını şöyle yazayım, hatta şurasına bir kuş kondurayım diye düşünmüyorum.Yazıyorum sadece.
Ayrıca o güzel ve süslü şiirler aynı bizim köşe başlarındaki Noel Babalara benziyorlar. Pamuk sakalları, doğulu ve esmer yüzlerini saklayamıyor bir türlü. Yine de tonton ve şirinler tabii. Ben yine de komşu teyzelerin rüyasına giren nur yüzlü, ak sakallı dedeyi daha esaslı buluyorum. Gaipten gelecek her türlü haberi dikkatle dinlemek lazım geldiği kanaatindeyim.
Edebiyat dünyasında neler olup bittiğinin pek farkında değilim. Dergileri de elime geçtikçe okuyorum. Mutlaka iyi şeyler oluyordur. Kendimi edebiyat dünyasına ait hissetmiyorum. Ben daha kıyıda köşede bir yerdeyim. Zaten son üç senede genelde Peygamberler Tarihi, Gazali, Arabi, Şeyh Galip, Mevlana falan okudum. Bu yüzden son dönemde bir edebiyat okuru bile sayılmam. Ama beni en çok etkileyen şairlerden biri Edip Cansever'dir. Bir dönem kendimi Cemile Hanım yerine koyup mektuplar yazdım. Ancak Hilmi Bey yeterince Hilmi Bey olmadığından, vazgeçtim mektup yazmaktan ona.
Kadınlar hâlâ bezik oynuyorlar mı bilmem. "Her şeyi gördüm, içim rahat" diyebilecek kadar iyi bir şair değilim. Ben "eh bir şeyler gördük işte" diyebiliyorum sadece. Son dönemde elimden geldiğince bir hanımefendi gibi davranmaya çalışıyorum. Okulu bitirip hayata atılacağım artık. Hukuk Fakültesi son sınıftayım. Ben de çilemi bu şekilde dolduruyorum işte.
Kedileri çok severim. Sokakta geçenlerde bir tane gördüm. Siyah, uzun tüylüydü. Göğsünde beyaz bir leke vardı. Bembeyaz, pos bıyıkları vardı. Aynı Nietzsche'ye benziyordu.Alıp eve getirsem, teyzem istemezdi herhalde. Üzgünüm, Nietzsche sokakta kaldı.
Yürüyen merdivenlerden korkuyorum. Ben gideceğim yere kendim giderim. Ne münasebetle kayıp gidiyor onlar." Didem Madak
45 notes
·
View notes
Text
“şiirle örtülür sokakta ölen her insanın cesedi. seslendirilen değil, yazılan sözcüktür hayatı kendi anlamına doğru iten / çeken. sözcük, taşıdıklarından kurtulup bağımsızlığını kanıtladıkça özgürlüğüne kavuşur şiir. sarfedilen sözcüğü önce okuru, sonra da şairi, sırasıyla savunur. ta ki sözcük, hem okuruna hem de şairine isyan edene kadar! sözcük, doğanın ölümsüz tek tanrısıdır! şiir, okurunu bir çift siyah deri eldiven gibi giyer. şairinin parmak izlerini saklamak için... parmak izleri, hayatın izlerinin tekrarıdır!”
44 notes
·
View notes
Text
Alazlanmış Yürekler
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/alazlanmis-yurekler/
Edebi metinler; şiir, öykü, roman, deneme; hangi tür olursa olsun esas itibarıyla insan araştırmasıdır. Böylesi bir araştırma aynı zamanda insanı, okuru demek daha doğru; kendisine, aklının ve yeteneklerinin sınırlarına doğru yola çıkarır. Bu yolculuk sırasında okur, yeni bir gerçeklikle, verili gerçekliğin bozularak oluşturulduğu kurgusal bir gerçeklikle karşı karşıya kalır. Bilinenin ve var olanın ötesindeki bir gerçeklikle… Hayatı böylece daha da genişlemiş olur. Edebiyat iyileştirici gücünü bu genişlikten alır daha çok.
Ancak bunu yazarın sıradan bir anlatımla, dikte eden, öğütleyen, iddiasına kanıtlar bulmaya çalışan bir yaklaşımla başarması mümkün değil. Bu şekilde yapılan bir şey edebiyat da değil zaten. Bir yazar Paula Coelho’nun şu sözünü hiçbir zaman göz ardı etmemelidir: “Usta, bir şeyi öğreten değil, öğrenciye zihninde zaten bulunan bilgiyi keşfetmesi için esin veren kişidir.” İyi bir yazar kaleme aldığı metinde, dilin gücünden yararlanarak okurun zihninde yol açacağı ve onun duyarlıklarında yaratacağı çağrışımlarla bunu başarabilir. Edebi metin benzerlerinden farklı, özgün, biricik bir hal kazanır. Okur, aldığı haz, dil tadı ve yeni bir gerçeklik olarak kendisinde karşılık bulan edebi metinden sonra yeni kendisi olmaya doğru bir sürece girer.
Hemen söylemeliyim ki Rahime Henden kimseye bir şey öğretmeye kalkmamış Alazlanmış Yürekler’i kaleme alırken. Özellikle çelişkililerle dolu ve yığın karmaşıklık içindeki hikayeyi olduğu gibi okura, okurun duyarlıklarına kendine has bir üslupla bırakmış, kendisini de hayatın bir öğrencisi gibi algılayıp kaleminin peşinde düşmüş ama şaşırarak izlemiş olup bitenleri. Salt bu da değil; kendisini, kendi yarattığı ve özdeşleştiği roman kahramanı Gülistan üzerinden yeniden keşfetmeye başlamış. Bu duyguyu okura hissettirmesini yazarın başarı hanesine unutmadan eklemek gerekir.
Dil içinde öte bir dil ve bir üst dil olan edebi metinler tek başına haz aracı olarak düşünülemez kuşkusuz. Acıtıcı, yaralayıcı; yapıcı, yıkıcı; üzücü, sevinç verici, değiştirip dönüştürücü ve bunun gibi daha pek çok yanı vardır çünkü edebi metinlerin. Okur edebi metin aracılığıyla kendini bütün bunlardan, ya da bir kısmından süzerek gerçeğin bilgisine ulaştırır. Yeni bir gerçekliğe… Okur edebi metni okuduktan sonara aynı kişi değildir artık. Ne de olsa edebi metinden bilincine ve duyarlıklarına bir şeyler ilişmiştir.
Rahime Henden Alazlanmış Yürekler’i biraz aceleye getirerek, yazmış olsa da okuru bütün bu hallerden geçirmeyi başarmış büyük ölçüde. Ve okuru, kuracağı yeni bir gerçeklikle baş başa da bırakmayı başarmış. Bu da onun başarı hanesine eklenecek başka bir durum. Alazlanmış Yürekler, kurgusal gerçeklikten ziyade belgesel özellik taşıyan novella veya roman diyebileceğimiz türden bir kitap aslında. Aceleye getirerek yazılmış demem tam da bu yüzden. Kitap daha da genişleyerek ve genişleyebileceği ölçüde yoğun bir anlatıma tabi tutularak ele alınabilir miydi? Bunu kestirmek ve bu konuda had aşılarak bir şey söylemek de oldukça zor açıkçası.
Bir yazar okuyucunun, şu ya da bu taraftan olmasını, şu ya da bu düşünceyi desteklemesini hedefleyerek yazabilir mi? Sahi bir yazar kendi düşüncesini metni kullanarak kaba bir şekilde okura dayatmaya kalkışabilir mı? Okur, metni okuduktan sonra şunları şunları savunsun gibi yaklaşımı kafasından geçirmiş olabilir mi ? Yoksa yazarın işi, deyim yerindeyse yapıtıyla, okuru arı örneğinde olduğu gibi bal özleriyle dopdolu çeşit çeşit renkte ve türde çiçeklerin bulunduğu geniş bir araziye bırakmak mıdır?
Alazlanmış Yürekler’i okurken böyle şeyler takılmadı değil kafama.
Yeri gelmişken okuduğum başka bir romanın arkasında kalan boş sayfaya şöyle bir not düştüğümü hatırlıyorum: Roman okumalarımda, yazarın amacının sözcükler aracılığıyla ve benzersiz bir kurguyla kendisinin de önceden bilmediği büyülü bir dünyada ve/veya yeni bir gerçeklikle okurla buluşma duygusu taşıdığını sezdiğimde müthiş bir sevinç kaplar içimi. Çünkü yazmak ve yaratmak duygusu bir yazar için herkesle, okurla demeliyim, eşitlenme duygusu taşımalıdır her şeyden önce. Öyle ya! Okuru oynatılacak kukla gibi göremez bir yazar. Benim bir edebi metinden beklediğim öncelikle bu. Haz almayı da hesaba katmalıyız kuşkusuz. Edebi haz…
Rahime Henden’i Alazlanmış Yüreklerin yaprakları arasında ilerlerken okur kadar meraklı, olup bitenler karşısında okur kadar şaşkın ve kederli olarak görüyorsunuz. Elinizden gelse onun yanına gidecek, koluna girecek, kadın sorununun çözümünde; adil ve yaşanır bir dünyanın yaratılması konusunda katkıda bulunacaksınız. Şiddete karşı isyana kalkacaksınız onunla birlikte.
Tek başına edebi haz, metni kurtarmaz kuşkusuz. İletisi de olmalı doğal olarak edebi metnin. Yazar iletisini, edebi metnin içinde eritmelidir öncelikle. Edebiyatın İnsani sorumluluğu bu erimişlik içinde okurda bir tartışma başlatmalı ve karşılık bulmalıdır.
Aziz Nesin’le bir arkadaş arasında geçen şöyle bir olay biliyorum. Aziz Nesin İstanbul’dan Ankara’ya gidiyormuş. İzmit’ten trene binen arkadaş ne görsün karşısındaki koltukların birinde Aziz Nesin. Tren tıklım tıklım ve oturacak yer yok. Arkadaşsa bu tesadüfü fırsata çevirip Aziz Nesin’le bir an önce tanışma telaşına düşüyor. Aziz Nesin’in yanına oturması lazım. Zaman geçtikçe canı daralıyor. Derken, yolculardan bir kısmı Eskişehir’de inince, Aziz Nesin’in yanı da boş kalıyor ve arkadaş hemen geçip üstadın yanındaki boş yere yerleşiyor. Selamlaşma faslından sonra: “Sizinle böyle bir yolculukta karşılaşıp tanışmaktan çok mutlu oldum. Buna hayatımın en güzel tesadüfü diyebilirim. Biz sizi ailece çok seviyoruz Aziz Bey. Karım, iki kızım, oğlum ve ben size hayranız. Her fırsatta kitaplarınızı okuyup eğleniyoruz.”
Konuşmanın uzayıp gitmesine izin vermiyor üstat. Teşekkür beklerken de hayatının en büyük azarlarından birini işitiyor bizim arkadaş: “Ben o kitapları siz eğlenesiniz diye yazmadım be adam! Keşke kitaplarımı okuyacağınıza çekirdek çıtlatsaydınız daha çok eğlenirdiniz” diyerek tersliyor.
Bir edebi metin salt eğlenmenin aracı olamayacağı gibi acı çekmenin de aracı olamaz kuşkusuz; sorunların içine sokulup nefessiz de bırakılamaz. Aslında edebi metinler bütün bunların üzerine çıkarak ilerler. Düşündüren, güldüren, acıtan, yaralayan, sağaltan başka biçimleriyle ama. Bunu başarabildiği ölçüde insanı da onarabilir. Edebi metinlerinin edebi derinliği böyle ortaya çıkar, insani sorumluluğu böyle anlam kazanır.
Rahime Henden’in 1980 öncesi sol hareketler içinde yer almış gençliğe, işçi köylü ve kır yaşamındaki insan ilişkilerine ayna tutan ve devletin toplumu hangi kodlarla yönettiğini sıkça düşündüren kitabı Alazlanmış Yürekler’i okurken bütün bu düşünce uğraklarına baş vuruyor insan. Okur açısından bu iyi bir şey bence. Çünkü okur aynı zamanda yazara sorular sormalı, ondan birtakım isteklerde bulunmalı, eleştirel yaklaşımlar göstermeli, yeri geldiğinde katkı da yapmalı, kısaca olayların içinde yer almalı bir ölçüde okur da.
Alazlanmış Yürekler ne eğlencenin aracı ne de acıları çalkalayıp durmanın… 1980 öncesi Türkiye panoraması adeta. Toplumun ekonomik, demokratik ve özgürlük taleplerinin nasıl ve hangi koşullarda yükseldiğine, nasıl ve hangi şekilde bastırıldığına ilişkin iç burkan bir hikaye. Özel de ise Gülistan’ın bastırılan, sınırlanan, kuşatılan hayallerinin ve acıklı gençliğinin hikayesi. Başka türlü bir dünya olabileceğine, başka türlü bir hayat olabileceğine dair bilinç edinme süreci Gülistan’ın… Bu bilinci geliştirip toplumu değiştirip dönüştürmedeki kararlılığı. Buna ilişkin acemilikler ve tutarsızlıkla… Bu çaba içinde olan gençlere yönelik devlet baskısı ve de. Ama bu baskıyı gölgeleyen bir baskı daha var: Baskı görenin baskısı, mağdurun yarattığı mağduriyet. Olay kahramanı Gülistan’ın sevgilisinden şiddet görmesi, tokat yemesi. Kozasından çıkamayan ipek, kararmaya gecikmiş böğürtlen kırmızı gibi bir duygu beliriyor insanda. Ve birden “coğrafya kaderdir” sözü alıp sizi bir yerlere götürüyor. Gülistan’ın sevgilisi toplumu değiştirmek ve adil bir ülke yaratmak düşüncesiyle her şeyi bir kenara bırakan, Gülistan’la birlikte yola çıkan, onunla eşlik ve yoldaşlık ilişkisini yürütmeye kararlı gözüken Nihat; devrimci genç adam! Bir şey olamayıp karşı olanların kendileri için bile cehenneme çevirdikleri hayat seriliyor gözlerinizin önüne kitap bittiğinde. Kara mizah değil, tam bir dram. Dünyayı değiştirmeye kalkışacaksınız ama siz aynı kalacaksınız.
Alazlanmış Yürekler nasıl mı dokunuyor okura? Yazarın duruşuyla, romandaki ruhuyla. Bir içtenliğin ve bir masumiyetin romanı geçiyor hayatınızdan. Siz de eski kendiniz değilsiniz artık. Yeni kendinize doğru yolculuğa çıkıyorsunuz.
Türkiye’de her zaman belirli bir kesim bir başkası için tehlike olarak elde tutulmuş. Yönetim, gücünü buradan almış daima. Ayrımsıyorsunuz ki devleti yönetmek, insanları susturma ve korkutma üzerine inşa edilmiş ülkemizde. Ve bu durum kadim kültüre dönüşmüş adeta. Romanı bu gözle de okumak gerekiyor. Bir türlü demokratikleşemeyen cumhuriyetimizin bu yanını görmek için ve bir hafıza yenilemesi olarak da belli ölçülerde.
Kalemine sağlık Rahime Henden…Bizleri yaşanmamış aşklara, kurulmamış dünyalara doğru yola çıkardığın için yeniden. Ve “başka türlü bir dünya mümkün” dedirttiğin için.
(Alazlanmış Yürekler, Rahime Henden, Roman, Artshop Yayıncılık, Eylül 2023, 152 sayfa)
Hayrettin Geçkin
0 notes
Photo
Gizli Başyapıt
Olağanüstü... Balzac’ın gerçekliğin sonsuz arayışı içindeki ressamı, sonunda kapkara bir belirsizliğin ortasında buluyor kendini. O kadar çok gerçeklik var ki, insan hepsini kucaklayayım derken karanlıkta buluyor kendini..
Pablo Picasso
Balzac, en ünlü yapıtlarından biri olan Gizli Başyapıt’ta, kusursuzluğu arayan ressam Frenhofer’in olağandışı öyküsünü anlatır. Başyapıtının üstünde tam on yıl çalışan bu 17. yüzyıl ressamı, resmi bitirdikten sonra iki genç hayranına gösterir. Okuru, dünya edebiyatının en çarpıcı sürprizlerinden biri beklemektedir.
Gizli Başyapıt yalnızca Picasso’yu değil, Cézanne gibi bir ressamı, Henry James gibi bir yazarı, Jacques Rivette gibi bir sinema ustasını da derinden etkilemiş, efsanevi bir öykü. Ressam Frenhofer’in çılgınlığı, belki de tüm sanatçıların çılgınlığı. Bu öykü, bir anlamda modern sanatın öyküsü.
“Görüyor musun küçüğüm,” dedi, “asıl önemli olan son fırça vuruşudur. Porbus yüz fırça vurmuş, ben bir vuruyorum. Ama alttakiler kimsenin umurunda olmaz. Bunu iyi bil!”
“Uygulama ve gözlem ressamın her şeyidir ve düşünceyle şiir, fırçalarla kavgaya tutuştuğunda, tıpkı bu adamcağız gibi gelip kuşkuya dayanır insan. Ressam olduğu kadar da deli bu adam. Yüce bir ressam ama zengin doğma bahtsızlığına uğramış, bu da ona istediği gibi saçmalama olanağını vermiş. Sakın ona öykünmeyin! Çalışın! Ressam ancak elinde fırçalarıyla düşünür.”
#honore de balzac#gizli başyapıt#Can Yayınları#kitap#roman#edebiyat#books photography#bookstore#books
44 notes
·
View notes
Text
Erhan Çapraz Hocamın kaleminden “Âşık Rûzî ve Şiiri / Sosyoloji-Kültürel Bir İnceleme “‘Çalışmada Âşık Rûzî’nin hayatı , öğrenimi , dini hayatı , poetikası incelenirken sanatı ve sanatkârlığı bağlam içerisinde değerlendirilmiş .Çalışma ile Rûzî’nin âşık tarzı şiir geleneği bağlamı içerisindeki yerini görebildiğimiz gibi icraları ve şiir evreni kapsamında ,dönemin tarihi ve sosyo-kültürel yapısına dair ipuçları da elde edebiliyoruz .Rûzî’ye ait 161 metinden 18 yeni şiirin ilk defa yayımlanması çalışmanın değerini daha da artırmaktadır . Çalışmanın giriş bölümünde Âşık Tarzı Şiir Geleneği kapsamlıca ele alınmıştır. Çalışma bu yönüyle de ; alanda çalışmak isteyen ben ve benim gibi genç arkadaşlarımızın ve alan dışından konu ile ilgilenen tüm okurların yararlanabilceği değerli bir kaynak konumundadır .
Okuru bol olsun , Türkoloji ve Halkiyat ailesine kutlu olsun !
7 notes
·
View notes
Photo
. "Basit ve küçük şeylerin, karmaşık ve sonsuz şeylerin içinde eriyip yok olmasına engel oluyordum. Kitap okuyarak, kapımı kilitli tutarak." syf.14 . "Kitaplar sessizdir ama başka insanları dinlemeyi onlardan öğrendim." syf.32 . "İnsan, "Nasıl yaşamalı?" sorusunun cevabını şiirde aradığı için şair olur. Her fırsatta kendisine iri dişlerini, sivri tırnaklarını gösteren, salyasıyla üstünü başını ıslatan gerçeklik ile koyun koyuna nasıl tutarlı bir hayat sürdüreceğini bulmak için şair olur. İnsan, gerçekliğin dişinden tırnağından kurtararak artırdığı sözcükleri boşa harcamamak için şair olur. Ama çoğunlukla boşa harcar ve işte o zaman insan, yazdığı dizeleri bir güzel silkelemek için şair olur." syf.46 . "Bunu hepimiz yapıyoruz, ben de yapıyorum. Bir acıya yapılacak en büyük haksızlık onu başka acılarla kıyaslamak. Baskıcı düzenlerin yaptığı kötülüklerden biri de bu: Acıları büyüklük sırasına sokmaya zorluyorlar. İnsanın kendi acısından utanmayacağı bir dünya kurmak gerek." syf.81 . "Şairin işi, sözcükleri kullanarak sözcüklerin içini boşaltmaktır. Şair işini iyi yaparsa bir boşluk oluşur. Boşlukta önce çıplak ayaklı çalgıcılar, sonra incecik ipleriyle dans eden kuklalar belirir. Anlam kuklalardan sonra gelir. Ama mutlaka gelir." syf.183 Evin kızı Meral bir gün evden gider ve sırra kadem basar. Ailesi onun şairin peşinden gittiğine inanır. Bu inanç babayı şair, anneyi tüm dergileri takip edecek kadar sıkı bir şiir okuru ve erkek kardeşi Can'ı da şairlerin hikâyesini toplamaya çalışan bir yazar haline dönüştürür. İş bu kitap Can'ın topladığı hikâyelerin bir araya gelmesiyle oluşan bir roman. Ablası bu hikâyelerde bir köşeden çıkıverecek diye bekliyor Can. Barış Bıçakçı git gide ince bir politik söylem ile yazıyor gibi geliyor bana. Ya da artık ben, o politikliği aradığım için okurken metni zorluyorum belki. Seviyorum incelikleri de, iyi hikâyeleri de, insanların herhangi bir politik duruşu olmasını da. Eleştiri elbet getirilebilir. Ama o eleştirileri şairlerden beklemek istiyorum ben. Çünkü tek rahatsız olduğum şiirle, şairle ilgili çok fazla süslü tanımlamalar olması. Bütüne baktığımızda beğendim. #barışbıçakçı #tarihikırıntılar #iletişimyayınları #kitap https://www.instagram.com/p/BvU2mbElj03/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=9azub16fr3zb
6 notes
·
View notes