#Oktay Akbal
Explore tagged Tumblr posts
Text
İyi ki doğdun Oktay Akbal!
48 notes
·
View notes
Text
Oktay Akbal imzalı bir kitap buldum...
7 notes
·
View notes
Text
Sözü Şiirden Açmak - Oktay Akbal “Şiirde 40 Yıl”, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir kitabı bu adı taşıyor. 40 yıl!.. Bütün bir yaşam! Hele ortalama insan ömrünün elliye yaklaşmadığı ülkemizde! Şiir, sanat, yazın uğruna verilen bunca zaman! Oğuzcan, ilk şiirlerini 1942’de yayınlamaya başlamış, 1947’de de ilk kitabı “İnsanoğlu” çıkmış. İnsanoğlu’nu anımsarım, kötü baskılı bir kitapçıktı. Oğuzcan sonra, birçok kitap yayınladı, güfteler yazdı, ünlü ve sevilen bir şair oldu. Başından, içlerinde acıları da olan türlü serüvenler geçti. Kendi resmini de şöyle çizmi��: “Nedense bütün resimlerimde ben / Böyle mahzun ve perişan çıkarım / Hep böyle hayata kapalı durur / Gülmesini unutmuş dudaklarım / Artık canından bezmiş kimselerin / Hazin bakışı parlar gözlerimde / İçinden adamlar arabalar geçer / Çizgiler alnımda bir büyük cadde.” Düşündüm de hangi ünlü şairimiz 40 yılı geride bırakmamış ki! 45 yılı, 50 yılı geride bırakan ünlü şairlerimize ne demeli: Oktay Rifat, İlhan Berk, Cahit Külebi, Dağlarca, Anday, Ilgaz, Cumalı, A. Kadir vb... Oktay Rifat’ın ilk şiirleri 1936’da “Varlık”ta çıkmış, İlhan Berk’inkiler ise 1935’te... İki ozanımızın 50’nci şairlik yıl dönümünü 1985’te kutlayacağız demektir. Edip Cansever’in ilk şiiri 1944’te, Can Yücel’inki 1950’de, Özdemir İnce’ninki 1954’te, Metin Eloğlu’nunki 1943’te yayınlanmış... En gençleri İnce, o bile 27 yıllık bir şiir geçmişine dayanmakta!.. Demek istediğim, şairlerimizin, öykücülerimizin anma günlerini, toplu tanıtılma törenlerini sık sık yapmak zorundayız. Aziz Nesin, yıllığında “Yuvarlak sayı”lara ulaşan sanatçılarımızı tanıtıyor, yaşı kırka, elliye, altmışa, yetmişe, seksene gelenlere özel bölümler ayırıyor. Devlet Tiyatroları’nın, Şehir Tiyatroları’nın, özel tiyatroların da belirli bir sanat geçmişine, birikimine sahip şairleri, yazarları tanıtıcı toplantılar yapması niye düşünülmez ki! Oktay Rifat “Denize Doğru Konuşma”, İlhan Berk “Deniz Eskisi ve Şiirin Gizli Tarihi”, Metin Eloğlu “Hep”, Edip Cansever “Bezik Oynayan Kadınlar”, Can Yücel “Rengâhenk”, Özdemir İnce “Kentler”... Hangi birinden söz etmeli? Doğrusu, en yaşlısından en gencine kadar adı geçen şairlerimizin kitapları ayrı ayrı ele alınıp, değerlendirilecek nitelikte... Bunca sanat ve yazın dergisi çıkıyor, ama ayrıntılı incelemeler, eleştiriler pek görülmüyor nedense! Gerçek eleştiri -hiç değilse yeni çıkan kitapları gereği gibi tanıtan yazılar- hemen hemen hiç yok... Masamın üstünde duruyor bütün bu şiir kitapları. Çoğu yakın arkadaşım olan bu şairlerle daha nice gün ve gecelerim geçecek. Ben, şiir konusunda hızlı yorumlar, değerlendirmeler yapmam. Yanılma payı çoktur böyle çabuklukların... Şiir vardır, ilk okuyuşta kendini verir. Verir ve biter... Böyle şairler de çok. Ama yukarıda adını andığım şairlerin kitapları o türden değil. Birbirine benzemeyen şairler bunlar. Can Yücel’le Oktay Rifat; Cansever’le İnce; Eloğlu’yla Berk arasında büyük ayrımlar var. Ama hepsinin ustalığı, kişilikleri tartışılmaz bir düzeyde... Can Yücel’in kısa şiirleri ilk okuyuşta okuru çarpıyor: “Sana bin kez söyledim be evladım / Dişlerinle tırnaklarını yiyeceğine / Gözlerinle gökyüzünü yesen ya” gibi; Tevfik Fikret’ten esinlenmişe benzeyen “Kanun çalacağız diye çıkıp orta yere / Kanunu çaldılar yere”, “Hıyar diyorum / Yooo, ben, turşuyum diyor” gibi şiirler kısa sürede yaygınlaşır, dilden dile gezer. Ama Oktay Rifat’ın, Eloğlu’nun dizeleri öyle değil. Yoğunluk ağır basıyor. Berk'in, Cansever’in, İnce’ninkiler de öyle... Cansever’in dizeleri ise yer yer düz yazıya yaklaşır, ama birden bakarsınız ki o düzyazı, “şiir” oluvermiş. “Neyi bitiriyoruz, neyi başlatıyoruz / Neyi bekliyoruz, bilmem ki / Kapı mı çalınıyor ne / Gidip açıyorum / Kimse yok / Peki / Nasıl karşılanır yok olan bir şey / Karşılıyorum / Salona geçiyoruz.” Gel de Baudelaire’e inanma: “Sağlıklı insan yirmi dört saat ekmeksiz kalabilir, ama şiirsiz asla”. Çok şükür ki Türkiye’de böyle bir tehlike yok! - Oktay Akbal, Sözü Şiirden Açmak (Geçmişin İçinden) - Görsel: Yazıda ismi geçen şairler...
#Oktay Akbal#Sözü Şiirden Açmak#Geçmişin İçinden#Şiir#Şair#Şairler#Ümit Yaşar Oğuzcan#Oktay Rifat#İlhan Berk#Cahit Külebi#Fazıl Hüsnü Dağlarca#Melih Cevdet Anday#Rıfat Ilgaz#Necati Cumalı#A. Kadir#Edip Cansever#Can Yücel#Özdemir İnce#Metin Eloğlu#Aziz Nesin#Tevfik Fikret#Charles Baudelaire#Baudelaire#Yürekbalı#Kolaj#Edebiyat
14 notes
·
View notes
Text
Oktay Akbal / Ben bir İstanbul yazarıyım
Oktay Akbal, İstinye Suları, Tarzan Öldü, Karşı Kıyılar ve Yalnızlık Bana Yasak adlı öykü kitaplarının yeni baskıları nedeni ile altmış küsur yıllık birikimine ilişkin soruları yanıtlıyor.
Son Osmanlılardan olduğunuz doğru mu? - Son Osmanlı değilim. 'Hele, hiç Osmanlı değilim.' Üstelik Osmanlılık anlayışına öteden beri karşı bir yazar olarak bilinirim. Konaklarda yetişmedim. İstanbul'da Şehzadebaşı'nda doğup büyüdüm. İlkokulu ve takip eden iki yılı Fransız okullarında okudum. Babam avukattı. Öldüğünde annemle beş parasız kaldık. Fransız Lisesi'ni parasızlık yüzüden yarıda bıraktım. İstiklâl Lisesi'nde okudum. Özel bir okuldu ama babam okul sahibinin avukatıydı, benden para almadılar. Büyükbabam emekli bir valiydi. Çocukluğum yoksulluk içinde geçti. Daha lise sıralarında yazılarımla para kazadım. Yani zorluk içinde... Servet-i Fünun Dergisi'nde çalıştığınız dönemi nasıl hatırlarsınız? Derginin dönem edebiyatı için önemi neydi? - 1943-44 arasında Servet-i Fünun-Uyanış Dergisi'nde yöneticilik yaptım. Yirmi yaşındaydım. Elli lira aylıkla. Türkiye Yayınevi'nin dergilerine öykü, çeviri yaparak bir o kadar daha para kazanıyordum. Altın, yedi sekiz liraydı. Yani şimdi kazandığım kadarını daha o yaşlarda alıyormuşum: Yazarlıkla... O dergi, genç yazar ve şairlerin yuvasıydı. Orhan Arıburnu, Cahit Irgat, Sabahattin Kudret, Salah Birsel, Sait Faik ve Özdemir Asaf'ı orada tanıdım. İlk öykülerim orada çıktı. Kısa öykü sizce nasıl bir biçim ve edebiyatınız nasıl bir birikimin ürünü? - Ben bir İstanbul yazarıyım. Kentin en yoksul hem de oldukça zengin semtlerinde yaşadım. Suadiye, Erenköy, Fatih, Şehzadebaşı... Bildim bileli öykü düşünür, yazarım. Öykü yazarı olmak bir rastlantı değil! İçten kopan bir istek. Neredeyse seni zorlayan bir şey; hem kendini, hem çevreni, insanları anlamaya iten! İlk kitabım "Önce Ekmekler Bozuldu" 1946'da çıktı. Birçok baskı yaptı. Altmış yıldan sonra da öykü anlayışım değişmedi: Kısa yazmak, sözü uzatmadan, okuru aldatmadan, içimden geldiği gibi. Kısa öykü, zor bir daldır. Hem şiir, hem roman yükünü taşır. Çok öykü yazan var! Ama kırk-elli yıl sonraya kaçı kalacak? Siz de kendi döneminizde yıldızı erken parlayan bir yıldız oldunuz. Günümüz 'edebiyat yıldızları yarışı'nı nasıl yorumluyorsunuz? - Edebiyat yarış yeri değildir! Herkesin kendi alanı var. Kimse kimseyle yarışamaz. Yazar ancak kendisiyle yarışır. Kendini geçmekle, kendini yenilemeye çalışmakla... Günümüzde öyküye çok heveslenen var. Gençlerden çok iyi öykücüler yetişti. Hanımı, erkeğiyle! 'Hanım yazar' derken korkuyorum. Yazarın hanımı beyi olur mu, diyorlar! Yine de kadın-erkek öykücülerimizi okurken sevinç duyuyorum. Edebiyat karın doyurur mu? - Edebiyat karın doyurmaz. Kaç kişi var roman, öykü, şiir, deneme yazarak geçinen? Hepsinin başka bir mesleği var. Babadan zengin olan var mı, bilmem! Orhan Pamuk bir tüccar ailesinden. Geçim derdi yok. Ama kitapları çok kazandırdı. Ne zaman? Ün kazadıktan sonra!.. Yaşar Kemal yıllarca gazetede çalıştı. Ben, sayısı yetmişe varan kitaplarımdan pek bir şey kazanmıyorum. On yıl önce en az beş bin basarlardı, şimdi bine indi. Genç yaşımdan bu yana gazetecilik yaptım. Sekreter, müdür olarak. 1956'dan beri köşe yazarlığı... Vatan, Barış, Cumhuriyet, Milliyet gibi gazetelerde. Okurlarım istedikçe yazmak zorundayım. Ekmek parası... Edebiyatçı gazeteci olarak temel ilkeleriniz neler oldu? - Yazar olarak ilkelerim, gazete yazarı olarak da aynı. İçtenlik, dürüstlük, insan sevgisi. Toplumda bir uyanışın, bilinçlenmenin yaşanmasına katkı... Öyküde foto��raftakine benzer bir belirleniş anı meselesi var. - Öykü bir anın fotoğrafını çekmektir derler ama değildir. Fotoğraf yüzeysel bir görüntü verir. Öyküde bir anı anlatırsınız ama derinine inerek, bir tek anı çoğaltarak, ileriye geriye doğru... Sait Faik ölümsüz anları yakalamayı başarmıştır. Geçmiş bir an değildir! Artık o, yaşamın içinde yakalanmış, ama zamana meydan okumuş bir zaman parçasıdır. Can Yayınları'nın yeniden bastığı öykü kitaplarınızı birbirinden ayırabilir miyiz? - Ben ayırmam. Bu incelemecilerin işi. Onlar bakar, bulur. Zaman farkları var aralarında tabii, ama bunu teşhis etmek uzmanların işi. Şimdi ne yazıyorsunuz? - Yeni öyküler yazdım. Bazıları Öykü Dergisi'nde yayımlandı. Yarım kalmışlar var. Onları bitiriyorum. Bunlar "Son Öyküler" olacak. Zamanımız olursa "En Son Öyküler"i de yazarız! Ben bir kez yazmıştım. Benden sonra öykü, roman ve denemelerimi, güncelliğini korumuş tüm yazılarımı biraraya toplamak isterlerse, ona "Yazılar" başlığını koysunlar. Roman, öykü, anı, deneme birdir yazar için. Birbirini bütünleştirir. Kişilik sorunudur bir yazarın çağını aşması, dün de bugün de okunması, sevilmesi... Sait Faik okunur, Memduh Şevket, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Yakup Kadri vb. okunuyor. Sanırım yazmasını, anlatmasını bildiklerinden... (lgın Sönmez / 5 Eylül 2002 / Milliyet Kültür Sanat)
0 notes
Text
#yahya kemal beyatlı#charles baudelaire#oktay akbal#artists on tumblr#artwork#painting#sculpture#digital painting
0 notes
Text
youtube
“Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey... Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu...”
Oktay Akbal
12 notes
·
View notes
Text
1 Eylül Dünya Barış Günü Konuşmam
✍🏻 Ali Erkan Güneri
https://www.gundemarsivi.com/1-eylul-dunya-baris-gunu-konusmam/
1 Eylül "Dünya Barış Günü " kutlu olsun!
Merhaba Çanakkale’nin, Kepez’in barış güvercinleri,
Merhaba…
Hepinize karanfiller vermek isterdim renk renk ayırmadan ve başlarınıza defne dallarından, zeytin ağacı dallarından taçlar takmak isterdim…
Cahit Irgat’ın dizeleriyle dile getireyim gönlümden geçenleri:
“Sevinç aksın gözlerinizden
Yaş yerine
Dünya gözlerinizde güzel olsun.”
Merhaba!
Ama bu güzel dilekleri, bu merhabayı bize çok görenler var. Onlar ki, hepimiz biliriz onların kimliklerini, istemez hiçbirini. Ne güzellikleri ne içten bir “merhaba”yı ister onlar.
Onlar ki dünyayı kaynayan bir kazana çevirenler,
Onlar ki Filistin’de
Onlar ki Ukrayna’da
Onlar ki Vietnam’da
Rusya’da, İsrail’de, Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta, İran’da ve içimizde…
Bu savaşlar getirir mi “barış”ı?
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal, pire berber iken diye başlasam anlarsınız: “Barış” bir masal…
İlk kez çocukluğumda duydum barış sözcüğünü.
Okuduğum resimli romanlarda barış çubuğu tüttürüp barış suyu içerek kutlama yapıp kafa derisini soyanlar mı getirecekti barışı?
Savaşanları kınayıp kınayıp, ateş kes çağrısı yapıp savaşanların sırtlarını sıvazlayanlar mı getirecek barışı?
Ya da koca koca adlı meclislerde binlerce sivili katledenleri alkışlayanlar mı getirecek barışı?
Şairlerimiz ben beni bildim bileli, “barış” çığlıklarını dile getiriyorlar şiirlerinde oysa sağımızda, solumuzda, önümüzde arkamızda, içimizde, dışımızda hep bir savaş var.
Daha yeni 50. yılı kutlandı Kıbrıs’ta “barış için savaş”ın.
Yıl 1914, dedem anasına bir fotoğraf gönderir cepheden, fotoğraf arkasında bir dörtlük, bir dizesinde “Sulhu severiz harbe dahi cüretimiz var” diye yazmış…
1940’larda Oktay Akbal “Önce Ekmekler Bozuldu” adlı eserinde “sonra her şey bozuldu” der, “çünkü yeryüzünde harp vardı, insanlar nedenini bilmeden ölüyor, öldürüyor” diye devam eder…
Hep böyle değil mi?
Yıl 1953, büyük usta Nazım “Lenin Barış Ödülü”nü alır. Ve ondan bir şiirin birkaç dizesinde,
“Bir şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Beş şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yüz şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak,
Şair kalmayacak ki.” der.
Doğru demiş usta. İsrail, Filistin, Ukrayna, Rusya, Irak, Suriye, İran, ABD, AB… Kim kiminle savaşıyor, ne için savaşıyor, kim barış istiyor, kim kışkırtıyor, kim yaratıyor bu savaşları?
Neden, neden?
Biliyoruz hepimiz…
Her zaman savaşlara karşı çıktık, hep barışı savunduk, barıştan yana olduk. Barış, barış, barış…
Kimimiz şiirle, kimimiz tiyatroyla, kimimiz resimle, fotoğrafla kısacası sanatın her dalıyla “barış” dedik yaşamımızla…
“Bombalarla şehirler
Kucak kucağa,
Ölülerle toprak;
Beni de alnımdan bir kurşun öptü” diyor Cahit Irgat ve “Kahramanlar Kahramanı” adlı şiirinde de:
“Vinçle indirildim rıhtıma
Yüreğim kan ağlıyor,
Size dağlar gökler boyu hasretim
Göreceğim geldi sizi
Dizlerim, ayaklarım, ellerim.
Ellerim düşündüğünüz oldu mu
Başımı kim kaşıyacak
Yemeğimi kim verecek ağzıma?
Ya ağlarsam, ağlarsam
Gözlerimi kim silecek?
Ben muzaffer bir milletin
Kahramanlar kahramanı
Şimdi önümde mendil
Parsasını topluyorum
Büyük zaferin.
Cahit Irgat 1947 yılında yayımlanan “Rüzgârlarım Konuşuyor” adlı şiir kitabında “Bu şiirler istila görmüş şehirlere ve İkinci Dünya Harbi’nin sefaletine dairdir” diyor ve kitaptaki ilk şiir ithafta:
“Niçin yaşadığını, öldüğünü bilmeyen
Dert çeken dost
Çürüyen dost,
Sizin için söylüyorum
Milyonlarca harp ölüsü adına
İyiliğin, kardeşliğin, ümidin
Aynı hakkın, hürriyetin
İnsanlığın şarkısını.” diyor.
Ve aynı kitaptaki bir başka şiirinde şunları söylüyor:
“Birer birer dert yanıyor gaziler:
-Biz ne kazandık bu harpte?
-Bir çift pabuç kâr etti
Kesilen ayaklarım,
Ama siyah gözlük lazım
Görmeyen gözlerime.
Bir ağızdan söyleniyor şarkılar:
-Şimdi yabancısıyız
Yaşadığımız toprağın
Ellerimiz, gözlerimiz, bacaklarımız
Toprak olduğu halde.”
Dünya çıldırmış, yanıyor alev alev…
Bombalar, güdümlü, güdümsüz füzeler, kimyasallar, misket bombaları çeşit çeşit ve uçaklar ölüm kusan…
Dünya çıldırmış barış, barış diye inletiyor insanı.
Şiirlerinden örnekler verdiğim Cahit Irgat’la ilgili yazdığım bir oyunda, “Gökyüzü Mavi Yalnızlık Lacivert”te şöyle söyleriz birlikte:
“Biz savaş günlerini gördük, yaşadık. Acıların yoğurduğu kuşağımla gelecek kuşaklara mutlu bir evren, yarına bir umut bırakamadık. Oysa bir arpa boyu umudu yeşertmekti amacımız. Arpa boyu mutluluğu çok gördük çocuklarımıza. Suçlu biziz, affetmeyecek bizi çocuklarımız, neşeli cıvıltıları doldurmayacak bu şehirleri.
Ya koca dünya…
Savaşlar, ölüler, kopan bacaklar, kollar. Yakışıyor mu sana? Giderek daha büyük bir canavar oluyorsun…
Çok yakında bir gün çocuklarımız soracak bunun hesabını, eskiden bir şarapnel parçasıyla kopan kolunu, bacağını arayıp bulan insan, şimdi tozunu külünü bile bulamıyor.”
“Anne girmem bu oyuncak dükkânına
Orda toplar, tayyareler, tanklar var.
Seviyorum söğüt dalı atımı
Tekme atmaz, ısırmaz.
Ben yaşamak istiyorum
Ağaç gibi sessiz, rahat.
Karınca kararınca değil
Serile serpile boylu boyumca
Anne girmem bu oyuncak dükkânına
Orda toplar, tayyareler, tanklar var.” (*)
Bu obur dünyada günümüzde de yaşanan onca acının, onca acımasızlığın, onca vahşetin karşısında “barış” için “dünya barışı” için haykırarak sadece “susuyorum”!
Ali Erkan Güneri
(*) Cahit Irgat (Almanya’da 2.Dünya Savaşında Yahudi çocuklarına savaş oyuncaklarıyla oynamaları yasaklanmıştı)
1 note
·
View note
Text
“Bir insanı sevmekle başlar her şey.”
Bu Sait Faik’in bir cümlesi. Yalın bir gerçeği belirtiyor. Yalınlığı kadar derin, anlamlı. Bir insanı sevmekle başlar her şey. Evet, ama bir de gerisi var. “Bir insanı sevmekle başlar her şey, ama burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”
Bir insanı sevmek bir evreni sevmektir. Her insan bir evrendir çünkü. Bunu böyle kabul etmezsen insan olamazsın. Nedir sevi dediğimiz? Hiçbir önyargı, hiçbir gizli hesap, hiçbir özel düşünce olmadan, hiçbir yanımızı saklamadan, apaçık, bütün saydamlığımızla kendimizi bir “başka” insana vermektir, bağlamaktır. Bir insanı sevmek bencillik gibi görünür önce. Öyle ya, tek bir insanı seçmişsiniz, onunla bir dünya kurmuşsunuz, herkesten gizli ama herkese açık. Bir mutluluk yaratmışsınız ikiniz bu mutsuz dünyada . Mutlu bir çift, bütün insanların da mutlu olmasını ister. Bunu yaratmak için de bir çaba harcar. Kendi bencil dünyasında yitip gitmez.
Tek başımıza mutluluk yoktur bence. Ben sevdiğim insanla mutlu olamam tek başıma. Sevi, bir başlangıçtır yeryüzüne açılmaya, kendini bir yeryüzü insanı olarak duymaya. Sait Faik’in “bir insanı sevmekle başlar her şey” sözüne bunun için inanıyorum. Her şey böyle başlar. Sevgiyle, ilgiyle.. Bir insanın yaşamına ilgi duymak, bir yerde bütün insanlığa ilgi duymak olur. Seven insan anlar birçok şeyi, o güne dek anlamadığı, kavramadığı, bilmediği, duymadığı, tatmadığı yığınlarla duyguyu, anlamı, gerçeği. Açıktır o etkilere, duyarlıklara. Kaba değildir, katı değildir, anlayışsız değildir, yalnız değildir. Burası en önemli yanı, yalnız değildir o. Yeryüzünde ikili bir beraberlik, bir dostluk kurulacağını duymuştur. Bir insana bağlanmak, bir insana inanmak, bir insana dayanmak nasıl güçlü kılar kişiyi, anlamıştır. Bir topluma, ya bir insanlığa bağlanmak, dayanmak, inanmak nasıl güç verir kişiye, bunun gerçeğine de ulaşmıştır birden. Bu bilince ermiştir birden. Kendi olmaktan, yalnız kendini yaşamaktan, düşünmekten çıkmıştır. Sevmiştir, sevilmiştir. İkili bir mutluluğu yaşamıştır. Sonra bu mutluluğu bütün insanların duymasını özlemiştir. “Bir insanı sevmekle başlar her şey” demek, budur, işte.
Fakat ne demek “burda bir insanı sevmekle bitiyor her şey”. “Burda”, yani bizim toplumumuzda… Bizim toplumumuzda sevi iyi karşılanmaz nedense. Alışmamışız sevmeye, sevilmeye ondan mı? Sevenin güçsüz olduğuna inandığımızdan mı? Seven açıktır her türlü yumruğa, darbeye. Karşı koymaz da ondan. Hele yakınları, sözde dostları, sözde onu sevenler, sevdiklerini iddia edenler böyle bir seviye katlanamazlar hiç! Neden sevmiştir o dost? Öyle, birdenbire bir sevinin tutkusuna kaptırmıştır kendini! Bir insana, tek bir insana döndürmüştür yönünü, her şeyini! Her şeyi onda bulmuştur. Bunu anlamazlar işte! İlle de kendilerine benzeyecek o seven kişi bir yere gelmişse, tükenmiş olmalı. Bir yaşa, bir noktaya varmışsa, yeni bir aşamaya girişmemeli. Yeni bir atılım yapmamalı. Görevler, ödevler, bağlar, kayıtlar, kuşkular, toplum baskıları hepsi hepsi o sevenin karşısına dikilmeli.
Ama her şey bir insanı sevmekle başlar… Buna inanmalıyız, “Burda her şey bir insanı sevmekle bitmez, bitmeyecek” demeliyiz, bunu gerçekleştirmeliyiz. Yenmeliyiz umutsuzlukları.. Sevi, insanoğluna doğanın en büyük armağanıdır, en güçlü yanıdır, ölmezliğe ulaştıran niteliğidir. Öyleyse her şeye, herkese karşın, seviden yana olacağız. Bir insanı sevmekle başlar, hiçbir şey bitmez, diyeceğiz. Her zaman.
Oktay Akbal - İSTİNYE SULARI (1973)
0 notes
Photo
John Fenerov ( charcoal drawing ) ressam
..
Bir hüzün çöküyor yine. Hemen her temmuz ayında olduğu gibi.
Bir şey başlıyor mu, yoksa yarım kalmış bir şey tükeniyor mu?
26 notes
·
View notes
Text
Yarım yüzyıl geçirmişim! Hep daktilo başında. Hep tetikte. Hep düşlerle, hayallerle boğuşmada. Aramak bir şeyleri. Bulmak ya da bulmamak...
26 notes
·
View notes
Text
BEHÇET NECATİGİL / Oktay Akbal (16 Nisan 1916, İstanbul - 13 Aralık 1979, İstanbul) Daha belki ben Ordayımdır, girmeyin “Ben gidince bir renk uçar Albümlerinizden Kendince bir ses erir havada Bir eksiklik kalan fotoğraflarda Ama gene olurum Aranızda. Sizinle kendimi sayarak Ben de varım hâlâ boşlukta Bir dayanak aramalarınızda.” İlk karşılaşmamız. Cennet bahçesi. Sıcak bir ilkyaz günü. Masada şairler, dostlar. Sessiz, utangaç. Zonguldak’tan yeni mi gelmişti? Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmeni. Öğrenim gördüğü lisede... O gün pek az konuşmuştu. Daha çok yeni tanıştığı bizleri dinlemişti, Şakalarımızdan, takılmalarımızdan pek hoşlanmamış gibiydi. Bir çeşit yadırgama içindeydi. Yıl 1945. Son karşılaşmamız. Cerrahpaşa Hastanesi. Cahit Külebi, Sami Karaören’le beraberiz. Bir koğuş yatağı. İlaçlar, kâğıtlarla dolu bir masacık. Kitaplar elbet. Şiirler... Kaç gün daha yaşayacak? Bunu biliyor mu? Gülüyor, her zamanki gibi konuşuyor bizimle. En eski arkadaşı Külebi... Ta, Yüksek Muallim’den bu yana. Kaç yıl? Altmış yıl mı, daha mı fazla? Eski yazılarla çiziktirilmiş o satırlar yeni şiirleri miydi? Ardında bıraktığı, sonra ‘Söyleriz’ başlıklı kitapta toplanan şiirler mi? Zordur söz bulmak böyle anlarda. Yine de bir şeyler anlatılır. Gülerek. Gülmeye çalışarak... Sonra yatağından kalkıp bizi dış kapıya kadar geçirmesi bir sonsuz ayrılmanın belirtisiydi elbet. * Bir Boğaz vapurundaydık. Yaz dinlencesinin başlangıcı. Püfür püfür esen rüzgâr. İlle de Sarıyer’e gelmemi istemişti. Bir süre için Sarıyer Ortaokulu’nda ders veriyordu. O gün okulda ilkyaz töreni varmış. Bir iki güne dek okullar dinlenceye girdi girecek. Ne güzel yerdeydi bu okul! Öğrenciler, öğretmenler bir bayram günü havasındaydı. Şarkılar, kaynaşma, arkadaşlık... Öğretmenlerle tanıştık. Necatigil’in en çok ilgilendiği bir bayan öğretmen vardı. Yanımızdaydı, bizimle ilgileniyordu o da. Edebiyatsever, şiirsever bir Türkçe öğretmeni. Limonatalar, pastalar. Okulun bahçesi kademe kademe yükseliyordu. Geziyorduk birlikte. Bir ara onları yalnız bıraktım. Bile bile yaptım. Bir ilgi vardı çünkü karşılıklı. Dönüşte vapurda Necatigil günün havasını veren taşlamalar söylüyordu. Mutluluğu okunuyordu. Çok geçmedi, o bayan öğretmen, Bayan Necatigil oldu. Nikâh tanığıydım. Beşiktaş Vişnezade’deki kocaman ahşap evdeydik. Nikâh memuru gelmişti. Necatigil’in tanığı olmanın sevincini hep duyarım. Bir süre sonra taşındığı başka bir ahşap evde kutlamaya gidişimi... Tekli yaşamdan, şair yalnızlığından, o hep bir suç işlemiş gibi durmalardan kurtulup, bir ev, bir eş, daha sonra da bir çocuk, iki çocuk sorumluğunu yükleniş. Kabataş, Beşiktaş arası gidip gelme. Haftada bir gün bizlerle Suna Pastanesi’nde, Haylayf’da, Elit’te birlikte olma. Sait Faik, Salâh Birsel, Dağlarca, Naim Tirali, Fahir Onger ve öteki yazar, şair dostlarla... O günlerde bana piket oynamayı öğretmişti. Dostlar bezikte vido çekerken biz bir yanda piket oynardık. Nasıl oyundu o? Kırk beş yıl önceden kalan anılar işte böyledir yarım yamalak... * Şiirine en yakışan şairlerin başında gelir Necatigil... Duyarlıdır, ama bunu göstermekten kaçınır. İçinde fırtınalar kopar, ama bunu göstermez. 45’li yıllardan kalan bir şiirinde söylediği gibi. “Ölüsünü göstermeyen cins kediler gibi uzağında Hayalimde ufacık bir yuva kuruyorum Sonra yaşamak zorluğu geliyor akla - Dikkat, kapılma aşka.. diyen sesler duyuyorum.” Saklı sudur o, bir şiirinde yazdığı gibi! Gözlere görünmek istemeden akar. Güzel çiçeklerin dibinden... İçten içe. Sizi kendi dünyasına götürür. Her şairin, daha doğrusu duyarlı her insanın içinde kördüğümlenmiş bir korkusu vardır, bir umudu vardır bu korkunun içinde. Ölümle şöyle eğlenir: “Uzayacağa benzer, Tutuştuğumuz lâdes. İşi gücü bırakıp Mezarlığa bakan bir tuttum. Ölüm, sen beni aldatamazsın, Aklımda!” * Anılar üşüşür birbirini iterek. Kırk yıla yaklaşan bir dostluğun sararmış yapraklarında inci tanesi gibi parlar o birliktelikler. İşte Zonguldak gezisi, Bedri Rahmi, Özdemir Asaf, Necatigil... İşte edebiyat matineleri. İşte Kabataş Lisesi’ndeki sınıfı. Öğrencileri, Hasan Pulur, Hilmi Yavuz. Daha ötekiler. Yüzlerce, belki binlerce... Bir şiiri vardır, hep yinelerim gökyüzüne, yıldızlara baktığım geceler: “Seni karanlıkta yatırıyorlar - Korkuyorsun geceden - Bakıp bakıp pencereden - Yatağına sokuluyorsun” diye seslenir gökyüzündeki yıldızlar. Avutur, yüreklendirir. “Ben hep eski yerimdeyim biliyorsun - Hava açık olduğu zamanlar - Beni seyrediyor - Seviniyorsun” der. Zaman akıp geçecektir, hani o eski ünlü şarkıdaki gibi ‘Sevişmek ah ne hoştur yıldızların altında’. Hoştur, güzeldir, ama çocuklar büyüyecektir, gelecek bambaşka bir biçim alacaktır. Ama yatağında büzülüp pencereden parlayan yıldızları seyreden çocuk yine de umutsuz olmamalıdır. Necatigil o gökyüzündeki yıldızlar adına konuşur çocukla, belki kendisiyle: “Seneler geçip gider, büyürsün. Bir gün olur, hepsi biter; Endişeler, o çocuk üzüntün Hepsi biter. Aydınlanır senin için geceler, Güneş gibi görünürsün. Biraz sabır küçük çocuk, biraz sabır, Ama, Allahın koyduğu yerde, Yıldızlar her zaman yalnızdır.” * Sigarası düşmezdi dudağından. Biri söner sönmez, bir yenisi yakılırdı. Şu sigarayı bir türlü sevemedim. Ne tad alırlar bilemedim. Gençliğimde ben de bir süre dadanmıştım. Dudağımda, elimde sigarayla çekilmiş resimlerime bakarken ‘Acaba bir oyun muydu, bir gösteri miydi?’ diye düşünürüm. Necatigil de, Reşat Nuri gibi sigarayı dost sayanlardandı. Ama o dost zamanla öldürücü düşman kesildi. Yedi bitirdi akciğerini... * Bir güzel an. Karaören’in evinde bir dost sofrası. Sabahattin Kudret, Lütfi Özkök, Behçet Necatigil elinde yine sigarası, yüzünde alaycı mı, hüzünlü mü, mutlu mu olduğu anlaşılmayan bir gülüş... Zamandan çalınmış anlardır fotoğraflar. Solsalar da, kararsalar da o anları yaşatırlar. Başka bir resim de Taksim anıtı önünde, Necatigil, Tirali ve Alp Kuran... Nedense hiç değişmez Necatigil’in fotoğraf duruşları. Hep kendisidir. Kimseye benzemez. Oysa çoğu kişi fotoğraftan fotoğrafa başka bir kişilikle görünür, ama o değil. Bilmem Behçet Necatigil sokağından geçtiniz mi? Beşiktaş’ta bir yer. Şair orda bir ahşap evde birkaç yılını geçirdi. Yoksul bir sokaktır. Oysa adı Beşiktaş’ta bir caddeye, bir meydana da verilebilirdi. Ama o sokaktı, o evdi Necatigil’in şiir dünyasına yakışan, şairin kimliğinde yer eden. * Ölümünden sonra yayınlanan ‘Söyleriz’ adlı kitabında Necatigil’in kişiliğini en doğru belirten şu dizeler: “Biz de gittik önemli mi Bizim de şiirlerimiz Çevrildi Batı dillerine. Bir Batılı geçtiğim çizgilerden Geçmedikçe Ne kadar anlar beni Sirklerde zebra. Eğlencelik arar gibi Okuyacaksa beni Kalsın istemem ondan gelecek Hayır. Ben kendi yurttaşlarıma Anlatamıyorsam derdimi, Kalsın Batı Kalsın daha iyi!” Her dostun gidişi bir boşluk açar yüreğimizde. Hele günler geceler geçirdiğimiz, yazdıkları yaşadıklarıyla özdeşleşmiş olduklarımız. Anılar birbirini itiyor. Bir savaş! Ben öne çıkmalıyım diyen diyene! Bir yaşam boyu sürecek bu içimdeki savaş... * Size seslenmiş son şiirlerinden birinde. Size, bize, kendine... Şairler hep seslenirler bir boşluğa. O boşluklar ancak böyle dolacaktır. Bir anlam kazanarak. “Ölümümde odaya doluşmayın İçeriye girmeyin! Ne olacak gireceksiniz de Gitsin, bekleyin! Daha belki ben ordayımdır, girmeyin! Tozlansın hele her şey Görülsün istemem nelerim varmış! Merakınız zaten geçer, üzülmeyin! Yanlış yerde bir kitap Rastgele konmuştur Yeri orası mıydı Hemen not düşmeyin! Sağken öğrettikleri Bir mendil bir yerde Ele verir birinizi Ölümü de bir derstir unutmayın!” - Oktay Akbal, Behçet Necatigil (Şairlere Ölüm Yok) - Tipografik Portre: Y. Canberk Tan (Behçet Necatigil)
#Behçet Necatigil#Anısına#Oktay Akbal#Şair#Şiir#Yürekbalı#Şairlere Ölüm Yok#Y. Canberk Tan#Ölüm Yıl Dönümü#13 Aralık#Hikmet Burcu#Şiir Burcu
26 notes
·
View notes
Photo
'İnsan olmanın onuruyla yüreğinle kur yarını, güzel kur!'
Oktay Akbal
20 notes
·
View notes
Photo
Parkın bekçisi feneriyle geziniyordu. Adamakıllı kararmıştı ortalık. Bekçi fenerini öteye beriye tutuyor. Kimleri yakalamak istiyor, birtakım gölgeleri mi?
73 notes
·
View notes
Text
Salâh Birsel / Maydanozlu deyişler şiiri öldürür
Şiir ve deneme türlerinde özel bir yeri olan Salâh Bey, 1978 yılında, kırk yıllık dostu Oktay Akbal'ın sorularını yanıtladı. Birsel söyleşide, şiir ve denemeye ilişkin görüşleriyle, nasıl çalıştığını dile getirdi.
"Ne yaptığını bilmesi, sanatının hesabını verebilmesi sadece bunlar bile Birsel'i günümüzdeki şair kalabalığından ayırmamıza yeter bir sebeptir. İmzası olmasa da insan Birsel'in şiirini, taşıdığı havadan, sağlam yapısından anlayabilir."
Böyle yazmışım 1950'deki Şair Dostlarım dizisinde Birsel için... Yirmi yedi yıl geçmiş üstünden... Bu kanı, kaya gibi sağlam, yerinden kıpırdatmak olanaksız. Salâh Birsel geçen yıllar içinde hem ozan hem denemeci olarak yazınımızdaki özel yerine öyle oturmuş ki! Son yıllarda denemeci yanı ağır basmaya başladı nedense... O birbirinden güzel yazılar, anılar, yazın üstüne denemeler bir ozanın sanat kültürü, yaşam deneyleri, zekâ gücü ile kaynaşmış ürünlerdir.
Kırk yıllık dostluk, derler Salâh Birsel'le öyledir yakınlığımız... Yıllarca Ankara'da yaşadı, basımevi müdürlüğü, TDK Yayın Kolu Başkanlığı gibi işlerle yaşamını geçirdi. Şimdi emekli, Suadiye'de bir apartmanda yılların birikimi binlerce kitabı arasında, rahat koltuğuna gömülüp okuyor, yazıyor, düşünüyor.
Bir kez daha karşı karşıyayız. Sormak, anlamak istediğim konular var. Gerçi az çok biliyorum neler diyeceğini. Kırk yıllık dostluk bu! İnsanın böyle dostları biraz da 'kendisi' gibi bir şey oluyor. Olsun. Okurlarım adına soracağım sorular var. Başlıyoruz söyleşiye.
Yeni esinler ozanın oturuşunu etkiler ama bağdaşını bozamaz
Kırk yıllık bir ozansın. İlk şiirlerin 1939'larda çıktı sanırım. Uzun bir zaman parçası geçmiş aradan. O günden bu yana 'şiir' üzerine düşüncelerinde ne gibi değişmeler oldu?
- Bugüne gelinceye değin, şiirlerimde pek çok pencereler, pek çok kapılar açtım. Açtım, kapadım. Açtım, kapadım. Ama düşüncelerimde, cigara tüttürüşümde pek bir değişiklik olmadı. 1940'larda Yahya Kemal'in "Itrî", "Erenköyü'nde Bahar", "Eski Mektup" şiirlerine bir de "Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta" dizesine bayılır, öbür şiirlerine, öbür dizelerine ise kürek çekmezdim. Şimdiler aynı istim üzerindeyim. Ne eksik ne artık. Ama her ozan yaşamı boyunca yeni yeni rüzgârlar yeni yeni esinler alır. Bu, elbet ozanların oturuşunu etkiler. Ama bağdaşını bütünüyle bozamaz. Nâzım'ın şiirine bak. 835 Satır'da ne varsa, son şiirlerinde de o var. Ozanlar içinde en çok değişiklik gösteren belki Oktay Rifat'tır. Ama onun her şiirinde değişmeyen bir Oktay Rifat da var.
Yazar, "Bira getir garson" demeden yedi kez düşünmeli
Şiir üzerine, kendi şiiri üzerine düşünen, hesabını verebilen, açıklamasını yapabilen ozanlarımız sayılıdır. Sen şiir yazmanın yanı sıra şiir üzerine düşündün hep. Şiirin İlkeleri gibi, daha başka yapıtlarında, yazılarında hep şiir konusunda düşüncelerini yazdın. Her ozanın bir "poetika"sı var mıdır, olmalı mıdır? Yani ozan, "bilerek" mi yapmalıdır işini, yoksa bilinçsiz bir esinin etkisiyle mi? Hangisi daha kalıcı, önemlidir?
- Dediğin doğru. Ben şiir üzerine çok düşündüm ve de çok yazdım. Şiirin ilkelerini bile saptamaya kalkıştım. Doğrusu ya her ozan kendi şiiri üzerinde, ya da genel olarak şiir üzerinde düşünür. Düşünmeyenler başkalarının dümen suyundan gidenler ve daha ilk solukta yarıştan ayrılanlardır. Ama şiir üzerine düşüncelerini saptamak ayrı bir şeydir. Ozanların çoğu böyle bir yolda kendilerini yitirmek istemezler. Daha doğrusu, bizim ozanlarımız böyledir. Batı'da şiir yazıp da şiir üzerine birkaç yazıcık olsun döktürmeyen hemen hemen yok gibidir. Ama benim durumum biraz değişik. Ben öteden beri düzyazıya biraz çokça sarılırım. Flaubert gibi düzyazıyı şiirden üstün tutmaya kalkışmam ama, şiire verdiğim değeri, düzyazıdan da esirgemem. Ama şiirin kurallarını göz önünden uzak tutmayan düzyazıdan. Çünkü düzyazı da büyük uğraşlardan, büyük çabalardan sonra yüzünü gösterirse gösterir. Ben, bir yazarın "Bira getir garson" demeden önce usunu kafasının içinde en az yedi kez döndürmesi gerektiğine inanırım. Diyeceğim çalakalem, hadi senin deyimini kullanayım çalatuş yazı yazmak benim düzyazı anlayışımın dışında kalır.
Her yandan hıçkırıklı, üzünçlü şiirler yükseliyordu
Değişik bir şiirin var senin. Kimseye benzemeyen. Duygu payı az olan. Sence gerçek şiir böyle mi olmalı? Yani duyguyu bir yana mı itmeli hepten. Yalnız akıl yeterli midir şiir için? Yoksa en iyisi ikisini kaynaştırmak mıdır? Senin şiirin konusunda tartışılan bir konudur bu. Bir açıklama yapsan bize...
- Haa, bak bunun üzerinde durmak gerekir. Yahya Kemal'in biraz önce andığım dizesini biraz mıncıklayalım: "Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta". Bu dizenin güzelliği bence yalınlığından, edebiyat oyunlarına arka dönüşünden, of amanlardan kaçışından gelmektedir. Ne ki içinde istemediğin kadar duygu var. Bencesi şu ki, söz oyunları yani benzetmeler, yani eğretilemeler, yani mecazlar, yani sıfatlar, yani maydanozlu deyişler şiiri öldürür. Onu duygululuk, şairanelik batağına yuvarlar. Ben şiirlerimden duyguyu değil, bu duygululuğu uzak tuttum. Edebiyat cambazlıklarını uzak tuttum. Duyguyu yakaladığım biçimiyle, bozulmamış biçimiyle vermeye çalıştım. Biliyorum Şiirin İlkeleri'nde zekâyı biraz çokça övdüm. O zamanlar bu gerekliydi. Her yandan hıçkırıklı, üzünçlü şiirler yükseliyordu. Gerçeğini ararsan ben duyguya değil, kantarın topuzunu kıran coşkulara karşıyımdır. İlkeler'de de dediğim gibi coşkunun yeri günah çıkartma ya da evlenme önerisinde bulunma gibi yürek hoplatıcı sahnelerdedir ancak. Yalnız aklın düzen yaratıcı ışığı altından geçmemiş bir şiirin belli bir düzeye ulaşması beklenilmemelidir. Kısacası, duygu yoksa, hiçbir şey de yoktur.
Eleştiri, inceleme, makale, söyleşi ve anı olmayan yazı türü denemedir
Deneme nedir? Bir tanımını yapmak gerekiyor sanırım. Son yıllarda gazete makaleleri, her türlü düzyazı "deneme" diye ortaya sürülür oldu. Herkes denemeci kesildi: Bu karışıklıkta bir aydınlık gerekmez mi? Denemenin tanımını nasıl yapmalı?
- Deneme için yapılacak bir tanımın pek işe yarayacağını kestiremiyorum. Çünkü şiir, roman, öykü, oyun olmayan her düzyazıyı deneme sananlar ve kendilerini denemeci olarak piyasaya sürenler bu tanım karşısında kendi yazılarının da ona uyduğunu söyleyeceklerdir. Ama deneme diye bir olay, bir tür var yine de. Yalnız sınırları kesinlikle ayrılmış değil. Sözgelişi Ataç'ın söyleşileri deneme sayılacak mı, sayılmayacak mı? Bana kalırsa Ataç'ın ilk yazıları denemedir de, son yazıları daha çok söyleşidir. Peki ama söyleşi de ne? Söyleşi diye ayrı bir yazı türü mü var? Yoksa kimi denemeler söyleşi havası içinde mi yazılıyor? Bilirsin Fransızların bir Alain'i var. O da yazılarını kahvede birine bir şeyler anlatıyormuş gibi yazar. Yazılarına da söyleşi adını oturtur. Öte yandan, kimileri de eleştiri yazılarını deneme sayıyor. Bir denemeci elbet bir günlükçü, bir anıcı gibi başka yazarların kitaplarını değerlendirme havasında olabilir. Bu onun denemeciliğine gölge düşürmez. Ama bir eleştirmen kitap değerlendirmesi yaparken, amacı doğrudan doğruya eleştiri olduğu için, ortaya koyduğu ürün hiç mi hiç deneme değildir. Bir de incelemeler var. Kimileri de bir ozan ya da bir romancı üzerine yapılmış incelemeleri deneme saymaktan geri kalmıyor. Bencesi bu tür yazılar da denemeden çok, eleştiri alanına girer. Şimdi istersen deneme için bir tanım bulmaya çalışalım. Denemenin asıl özelliği onun belli bir konusu olması, denemecinin daldan dala atlasa da, eninde sonunda asıl söyleyeceği şeye parmak basmasıdır... Ne ki, romanın, incelemenin, haber - yazıların, eleştirilerin de belli bir konusu yok mu? Görüyorsun bu tanımla da bir şeyi aydınlatmış olmadık. Belki şöyle bir tanım yapılabilir: "Deneme, bir yazarın kendi duygularını, kendi beğenilerini, kendi eğilimlerini, kendi dünya görüşünü sık sık okurların önüne süren yazı türüdür. Bir İngiliz yazarı, yanlış anımsamıyorsam, denemeyi, daha çok İngiliz denemesini, yazarının açıkyürekliliğini ve içtenliğini ortaya koyan yazı türü olarak tanımlamıştı. Bunlar hiçbir şeyi çözümlemez. Çünkü bu özellikler yalnız denemecilerin değil, bütün yazı erlerinin özellikleridir.
Ama yine bir deneme türü var değil mi? Ortalığı bütün bütüne karıştıracaksam da ben şöyle derim: Deneme adını verdiğim şey eleştiri, inceleme, makale, haber - yazı, söyleşi ve de anı olmayan yazı türüdür. Ben, hatırlayacaksın, bu yönteme şiiri tanımlarken de başvurmuştum Şiirin İlkeleri'nde. O zaman bir aydınlığa varamamıştım. Şimdi de varamadım sanırım.
Sanat modadır, diyordun. Yine aynı kanıda mısın? Modalar akımlar geçip gidiyor, ama ozanlar, yazarlar kalıyor. Demek, modayı aşan sanatçı yaşıyor.
- Sanat modadır sözü sanırsam çok yanlış anlaşıldı. Ben modaya uyan, ya da yeni bir moda yaratan edebiyatın, sanattan uzaklaştığını, yüzyıllara kalmadığını söylemedim hiç. Ama yazınlarda değişen, çarçabuk değişen, bir kuşağı öteki kuşaktan ayıran bir yan da var. Bak, şimdiler, şiirimize yepyeni bir kan getiren 1940 şiiri bile rafa kaldırılmak isteniyor. Onun gerçekçiliğini, daha doğrusu toplumcu gerçekliğini küçümsüyorlar.
Deneme veya şiir yazarken başka yirmi dört saatlerim vardır
On yedi yıllık bir Ankara yaşamından sonra yine geldin İstanbul'a yerleştin. Yirmi dört saatini nasıl geçiriyorsun şimdi?
- İstanbul'a taşındıktan sonra çok uyumaya başladım. Kimi vakit altı saat uyuduğum bile oluyor. Dokuncalı bir şey bu. Jack London uykuyu üç, dört saate indirgemişti. Aklı başında bir sanatçı da bundan başkasını istememelidir. Geceleri ikiden önce yatmıyorum. İkide de gözkapaklarım artık taşınmaz hale geldiği için yatağın yolunu tutuyorum. Kimi zaman bir saatlik bir uykudan sonra kalkıp yeniden üç saat okuyorum. Ondan sonra yine dört, beş saat uyku. Elektrik kesilmelerini de hesaba katarsak genel olarak kuşluk vaktinde masamın başına oturmuş oluyorum. Yoruldukça mutfağa gidip bir şeyler atıştırdıktan sonra yine çalışmaya dönüyorum. Bu ya bir şeyler yazmak ya da fiş çıkarmak için oluyor. Ekim başından beri Boğaziçi'nin Şıngır Mıngır Yaşamını dile getirmeye çalıştığım için şimdiler boyuna fiş çıkarıyorum. Ama arada bir fişleri bir yana itip içimden kopan bir şeyleri kâğıt üstüne geçirdiğim de oluyor. Akşam on dakika TV'de haberler. Kimi zaman da beş dakika. İlgi çekici bir dizi olursa bir saat da ona ayırıyorum. Sonra yine okumaya başlayarak ertesi gün çıkaracağım fişleri saptıyorum. Bu yeni kitabım için uyguladığım bir program. Deneme yazarken, şiir yazarken başka yirmi dört saatlerim vardır.
Tezgâhta Peygamberci Abdüssamet adlı bir roman var
Okurlarına bir başka diyeceğin var mı? Gelecekte yapmak istediklerin, şu anda hazırladıkların, yeni yayınlanacak kitapların konusunda?
- Şimdiler Boğaziçi çılgınlıkları üzerine bir kitap yazdığımı söyledim. İç ve dış havalar elverirse önümüzdeki sonbaharda işin arkasını alabilirim. Bu arada son üç yılda yazdığım denemelerimi de yakında bir kitap halinde yayınlamış olacağım. Ve Huurya İşkenceler adını verdim. Belki değiştiririm. Şimdilik kararım bu. Tezgâhta bir de roman var. Peygamberci Abdüssamet. Derneklerde çöreklenen, dernekleri sömüren, derneklerin yağını çıkaran bir kişiyi, 'dernekçi' diyebileceğimiz ayrı bir insan türünü anlatmak istiyorum. Ama daha el sürmedim. Sadece birtakım notlar alıyorum. Hele Boğaziçi'nin haritasını çıkarayım bir.
(Oktay Akbal / Cumhuriyet gazetesi / 28 Ocak 1978 / Arşiv çalışması, dizgi: Ferruh Yazıcı)
0 notes