Tumgik
#çirkin gerçekler
apriyapriy · 2 years
Text
Kendi kendime kurduğum hayallerin yerle bir olduğunu görüyorum. Gerçekler denilen denizin dalgası, umutlarımın kalesini ezip geçiyor. Ben ondan kaçtıkça her bir parçamı bir kum tanesi gibi sonuzluğa fırlatıyor.
Ben de o denizde yüzmek isterdim aslında. Dalgalara karşı durmak ve savuşturmak...
Fakat batan güneşin altında yatarken gördüğüm sefer anladım ondan kaçmamam gerektiğini.
Acaba kaçtığım şey serin sularını izlerken gördüğüm yansımam mıydı ?
Sevilmesi zor insanlardan olabilirdim. Bu düşüncelerle sırıl sıklam, ellerimde altın kun taneleri ve saç tellerimden vücuduma damlayan tuzlu su...
Damlaları izledim vücudumun çirkin kıvrınlarına doğru akarken ve daha da tiksindim yansımadan.
Kabul edilemez, kusurlu bir biçimdeydim.
Ellerimi henüz temizlemek istemiyorum. Hayallerim bileğimi sarmazsa kim koruyacak beni hafif esintilere karşı?
Bağlanmak bir hata olsa gerek. Hissedebildiğim her duyguya olan takıntım yüzünden kullanamıyorum mantığımı. En berbat anılarımın bile, dökülen gözyaşlarımın bile suya karışmasını istemiyorum. Fakat, biliyorum ki, olacak şey bu.
Ve biliyor musun ? Hatırlamayacağım bile. Aklıma geldiğinde bile tepki vermeyeceğimi, sileceğimi...
O halde içimdeki bu burukluk neden, bu hüzün ve pişmanlık ?
Benim kadar yoğun hissetmeyenlere karşı, benim kadar anlam yüklemeyenlere karşı neden sorumlu hissediyorum. Yüzlerinde bir yerde görmeyi umuyorum aynı duyguları. Aynısı olmasa bile bir karşılığını.
Birlikte gülmüştük, benim o odaya bir tebessümle girme sebebiydi o.
Herhangi birini memnun edemem. Yetersiz bir insan olduğum için bu. Benimle birlikte göründüğün için utanabilirsin.  Senin tam olarak istediğin biri de olamayacağım muhtemelen. Bu hislere ne demem gerekiyor.
Hiç bu kadar yoğun değildim. Düşündükçe gözyaşlarım akmasına rağmen neden bu kadar doğru hissettiriyor ?
Vazgeçtim. Cevap istemiyorum çünkü cevaplar mutsuzluktan başka bir kapıya açılamaz. Aklımdaki şey ile aynı olabilmesi bile ödümü koparıyor ki doğruysa bunu inkar etmek için her şeyi yaparım.
Çünkü ben bir başkası için -en azından şuanlık- yeterli değilim.Tekrar hissetmek istiyorum o neşeyi. Senden duyduğum şakalara tekrar gülmek.
Diğerleriyle birlikte yeniden ve yeniden...
Sonsuzluk kutsal ve tekrar huzurdur.
Rutinler uyuşturucu, hazlar kurtuluştur.
Hayal ediyorum.
İstediğim ben olduğumu hayal ediyorum.
Beyaz ipek elbisenin içinde, yıldız parçalarını devasa yatağa sermiş ve yastığı kucaklayarak uzanıyorum. Vanilya kokusunun hakim olduğu, son derece cömert bir oda. Gözyaşlarımın arkasında bıraktığı şerit yüzümdeyken bir çift kol sarmış olsun. Şimdi daha parlak hilal, vanilya kokusu daha güçlü ve dudaklarımdaki ruj tamamen bozulmamış.
Parmaklar saçlarımdan geçerken dalgaların bir defa daha uğramaması için dua edeyim sessizce...
4 notes · View notes
otadam · 1 month
Text
Bir ilişkinin gölgelerde gizlenmiş gerçekler, yüzeyin altındaki pisliğin ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterir. Her şey ilk bakışta güllük gülistanlık görünür; ama o gölgeler, derinlerde bir yerlerde, karanlık bir çukur gibi seni içine çeker. İki kişi arasında dönen oyunlar, gizli manipülasyonlar ve egolar, ilişkideki temel taşları sarsar.
Bir taraf, diğerinin duygularını ve güvenini çiğnerken, kendini kontrol altında hissetmek ister. Güç, azıcık bir sarsıntıda tüm çirkin yüzünü gösterir. Bu manipülasyonlar, başta ince bir şekilde işlenir ama zamanla büyük bir kargaşaya dönüşür. İşin içinde dönen bu gölgeler, görünmeyen bir ağı oluşturur ve bu ağı fark ettiğinde, kendini derin bir çukura düşmüş bulursun.
Gizli gerçekler, genelde patlayıcı bir şekilde ortaya çıkar. Birinin diğerini sömürme ve kendine bağımlı hale getirme arzusu, ilişkinin temelini kökünden sallar. Bu pislik, bir süre sonra tüm duygusal ve psikolojik dengenin altını üstüne getirir. Bunu fark ettiğinde, genellikle çok geç olmuş olur; gölgelerde gizlenmiş yıkıcı gerçekler, seni sarsar ve güven, sevgi gibi kavramları sorgulamanı sağlar.
Sonuçta, o gölgelerdeki pislik ve çirkef, insanın iç dünyasını parçalar. Bu yıkım, kendi huzurunu bulmanı zorlaştırır ve ilişkideki her şeyin aslında ne kadar berbat olduğunu anlamana neden olur..
Uyanın..
1 note · View note
sacmaliklarim · 3 months
Text
kalp kırıklığı, sex and the city, çivi çiviyi söker mi?
i remember when, i remember i remember when i lost my mind.
ama ben hatırlamıyorum.
ben hep bir ruh hastası mıydım? lisede mi başladı manyaklığım? yoksa beşinci sınıfta sınıfın en çalışkan çocuğundan öylesine hoşlanmaya başlamışken bile manyak mıydım ben? dans ettiğimiz tolga vardı, onu günlüğüme yazmıştım. 4. sınıftaydım, hatırlıyorum ne yazdığımı, sanki gözlerimin içine bakınca beni seviyor gibi geliyor yazmıştım. o zaman da zaten buna kendimi inandırmıştım. ben büyük bir gerizekalıydım.
içimdeki bu şeyin sebebi nedir bilmiyorum. ölmek bilmeyen bir romantizm. bana müzikal izleten de mi bu? gertrude de öyle demişti, böyle romantik olma. gertrude çok bilge biri ve alen'in dedikleriyle ilgilenmiyorum.
bu yazı sanatsal değildir. bu yazı sadece bir yazıdır.
hava kararacak ve hava kararırsa uyurum. o yüzden çalışsam iyi olur.
yakışıklı boyacı çocuk alen sürekli gertrude'nin dedikodusunu yapıyor. yakışıklı olduğu için dinliyorum. yakışıklı olmak avantajlı. çirkin sözler söylerken bile yakışıklı. yakında bana komplo teorisi anlatmaya başlayacak diye korkuyorum, o durumda yakışıklılığı bile onu dinlememe yetmezdi.
ama bu tersi için böyle değil. çirkin biri güzel şeyler söyleyince çirkin kalmıyor, hemen güzelleşiyor, bir anda dünyanın en yakışıklı birine bile dönüşebilir. ve bence o şekilde güzelleşmek hepsinden daha kıymetli.
ben de böyle bir çirkin miyim? çirkin olmak ne acılı.
hasan'ın sözleri tatlıydı. ama hasan da tatlı biri değil zira buradaki herkes gibi o da bir ot bağımlısı. açıkçası alex'ten bile beter.
ve alex.
alex'i allah kahretse de artık kalbimden çekse ve gitse.
alex'in problemi sorunu neyse umurumda olmasa. alex'in pılını pırtısını toplayıp gitmesini istiyorum hayatımdan, tamamen, hayatımdan derken tabii aklımı kastediyorum. zira kendisi zaten çekip gidebileceği kadar gitti. o benim kalbimdeki varlığından bile habersiz bir şekilde hayatını sürdürüyor.
bense burada, pis evlerin pis yataklarında onun hayaletiyle cebelleşiyorum. onun bana bakışlarıyla, onun beni öpüşüyle. ve o beni öyle öpebilecekken bütün öpüşmeler ne kadar boş.
sonuna kadar idealize etmek, sonuna kadar delusional bir şekilde.
bazen de alex'in takvimleriyle cebelleşiyorum, alex'in ev arkadaşıyla yaptığı sözleşmeyle, alex'in yemek yapabilmesi, temizlik yapabilmesiyle. mr. right.
bunlar delusional değil.
ama delusional kısmını.
bunu bilirken nasıl hala böyle hissetmeye devam edebilirim akıl alır gibi değil. bütün gerçekler apaçık şekilde duruyor ve ben de farkındayım, ancak kalbimdeki alex'i hala öldüremiyorum. içimdeki ruh hastası hayallerinde onu yaşatmaya çok istekli.
manipüle mi edildim, yoksa aşık mı oldum? ikisi arasında bir fark var mı? ben hep manipüle mi edilirim?
ben iyi insanlara da aşık olabilirim. belki martijn'e olurdum, ancak bir şeylerine katlanamamaya başladım, şu an ne olduğundan bile emin olmadığım.
ben sex and the city carrie'yim, ve ben bundan nefret ediyorum.
kadınlık hayatıma miranda olarak başladım, steve ile bir süre çıktım. sonra steve ağzıma nasıl büyük sıçtıysa, carrie'ye dönüştüm.
carrie aidan'ı nasıl istemediyse, ben de martijn'i öyle mi istemedim. çünkü martijnde kağıt üzerinde yanlış hiçbir şey yoktu. alkol içmiyordu, ot içmiyordu, benim ilgilendiğim şeylerle de pek ilgilenmiyordu sanırım.
benim ilgilendiğim şeylerle ilgilenenler zaten ya ot bağımlısı oluyor ya da acılı sanatçı, sanırım.
sanırım.
dilime geçen gün şarkısı dolandı, hasan'dan sonraydı. nasıl dolandı ama nasıl dolandı.
ölecek gibiydim.
sözlerini kafamda duyuyorum ve bu olduğunda sanki bütün saç köklerim ısınmaya başlıyor, tüylerim ayağa kalkıyor ve biliyorum ki o şarkıyı açtığım an kalbime kocaman bir bıçak saplanacak.
i wanna spend some time with you, i wanna know if your day is alright
o kadar o kadar acınasıyım ki, beni bana ne kadar sevmediğini anlatırken ona bunu sordum "don't you wanna spend time with me? don't you wanna know how my day is"
anlamadı.
"like, right now?"
"never mind."
never mind gerçekten.
sadece bu da değil.
come on over. it doesn't matter cause it's gonna happen anyways.
dude. it happened.
biliyordum olacağını. ve oldu. ve o gitti.
ahhhh, git istiyorum, git. hayalini de istemiyorum, bir gün arkadaş olsak nasıl olurdu ihtimalini de istemiyorum, bu çok büyük bir yanlış olurdu, ben iyileşmeden seni istemiyorum, iyileşirsem de muhtemelen seni istemezdim zaten.
nasıl ki v'yi istemiyorsam, nasıl ki düşüncesi midemi kaldırıyorsa. sende de öyle olmalı, sanırım.
gerçi sen beni taciz etmemiştin. yalan da söylemedin. böyle bir karşılaştırma haksızlık olurdu.
sevgili alex.
since you don't speak turkish -even in my mind, i am not that delusional-
here are my words for you
i miss you, dude. fuck it. i miss you so fucking much. and i can't tell that to you because i know for a fact that it is utter bullshit to you.
which is painful.
i miss looking at your eyes. i miss being afraid to touch your hair.
i was always so fucking afraid because you made me feel like you were always so ready to leave.
shit.
shit.
i was so infatuated that even the breadcrumbs were enough.
and oh boy, weren't you generous with them. without intention maybe. but some of them... you know. you even accepted being so terrible.
BUT
ama
ama
ama
ama
ama
iyi ki siktirip gittin bir yandan da,
chubby, could use some exercise.
o sikik beyninde başka ne pislik düşünceler geçirdin ve bana söylemedin.
UTANÇ VERİCİ.
dengesizliğim hayretlik uyandırıcı.
benim özgüvenimi bitirdin.
artık ben çirkin biriyim. artık ben biriyle yataktayken acaba benim şişko bacaklarıma bakıyor ve ne düşünüyor diye düşünen biriyim.
artık ben. senin yüzünden. sekse bile odaklanamıyorum. kaldı ki ben aynı zamanda sex and the city samantha'yım ve bu ne kadar büyük bir lanet sadece sex and the city izleyenler anlayabilir.
ve ben. maalesef. en çok da charlotte'um.
kocaman bir charlotte.
i will get married this year charlotte.
beste alex,
als je plan to kom in mijn life, denk it carefully
doe een vriend van mij,
een actual vriend
en echts ook ik ben fijn met je being mijn vriend.
ama only if you know that you are ready for me, and only if i am ready for you. and only if we are ready for fixing each other's problems and being something beautiful together.
these are the conditions.
yoksa gelme. mr. big gibi hiç gelme. ben aidan'layken ve aidan'ı seviyorken, sakın gelme.
universe'e mesaj olsun.
universe,
ALLAH,
hayırlısını istiyorum, mutlu olmak istiyorum, anlık mutluluk değil ama, huzur istiyorum, güvende hissetmek istiyorum. sevmek istiyorum ama aynı zamanda sevilmek de istiyorum. sevdiğim kadar sevilmek. sevilirken de sevebilmek.
birisiyle bir yatakta kıkırdaşarak şakalaşarak aynı zamanda öpüşmek, ve mutluluk ve heyecandan sarhoş olmak. sonra da kendimi güvende hissetmek. bunun kendimi güvende hissedeceğim bir şeye dönüşmesi.
benzer biri. ilgi alanlarımın ve hobilerimin uyuştuğu, yaşam tarzlarımızın da uyuştuğu ya da benim yaşam tarzımı olumluya çekebilecek alışkanlıkları olan biri.
i will get married this year charlotte.
ama olmazsa da olmasın.
kariyerimde başarılı olayım da. bir de o.
sanki sipariş veriyor evrene amk gerizekalısı.
iyi geceler hiçkimseye.
0 notes
ozel-buro · 3 months
Text
AMERİKA DOSYASI /// Bir Sonraki Diktatörü Seçmek : Trump'tan veya Biden'dan Duyamayacağınız Çirkin G erçekler
Bir Sonraki Diktatörü Seçmek : Trump’tan veya Biden’dan Duyamayacağınız Çirkin Gerçekler 28/06/2024 · huseyin8888 John W. Whitehead ve Nisha Whitehead (*) yazdı. “Eğer özgürlüğün bir anlamı varsa, o da insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleme hakkıdır.” -George Orwell Joe Biden ve Donald Trump tarafından 2024 başkanlık seçimleri öncesinde ne kadar dikkatlice hazırlanmış ses klipleri ve…
0 notes
futbolpenceresi · 7 months
Text
FUTBOLUN YORUMCULARI
VE GÖRÜNGÜLER, GERÇEKLER VE AŞKIM
İslam Çupi, spor yazınının iki mihenk taşından biriydi. Öteki de halan yaşayan Hıncal Uluç. İslam Çupi, bu taşların sanat, görüngü ve aşk ayağını oluştururken, Hıncal Uluç, mantık, felsefe ve gerçek ayağını oluşturmakta. İslam Çupi, engin kültürü ve bilgi birikimini büyük Fenerbahçe aşkıyla harmanlayarak doyumsuz güzellikte yazılar yazmıştı. Değişik tarihlerde yazdığı yazıları bir araya getiren kitabını, birkaç kere niyet etmeme karşın alıp okuyamadım.
Bir dev gibi seviyordu Fenerbahçesini İslam Çupi adlı dev. Hayallerindeki sevgiliyi yazıyordu . Güzelliğin büyülü soluğuyla üflüyordu gerçekliğe. Sevgilisini yükseklere, idealar evreninin en tepe noktasına yerleştirmişti. Onun ideası gönlünü aydınlatıyor, o ideanın ışığında gördüklerini yazıyordu. Gelip geçici varlıklar evreni, algıların alanına giriyor, her an değişiyordu, İslam Çupi ise kalıcı olanı, güzel olanı arıyor, gönlündeki değişmeyen güzeli yazıyordu. Sanat için sanat yapıyordu. Onun yeri ayrıydı. O tezdi.   
Hıncal Uluç ise küçük yaşlarda felsefe okumuştu. Küçük yaşlarda okuduğu felsefe onu bir mantık adamı yapmıştı. O da futbol dünyamızın tez anti tez kardeşlerinden Galatasaray’ın taraftarıydı. Galatasaray’ın Alp Yalman döneminde başlayan atılımlarını en iyi şekilde yorumlamış, kısa zamanda düzeltilmesi güç olan zayıf alt yapıya karşı, futbolun üst yapısını başarının anahtarı olarak öne çıkarmış, Mustafa Denizli ile birlikte UEFA kupasına giden yolun zihinsel taşlarını döşemişti. O anti tezdi.
Mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur. Hayat ise akar, devam eder gider. Ama mezarlıklardaki adamlar vermiştir ilk ivmeyi o sularına iki kere girilemeyen nehirlerin akışına. Günümüzde de futbol yorumcuları İslam Çupi ve Hıncal Uluç’tan beslenerek kalemlerini keskinleştirmekte. Bağış Erten, en iyi İslam Çupi hamuruna sahip yorumculardan biri. Tabii, Bağış gözü kara bir İslam Çupi izleyicisi değil. O gerçekçilik kaynağından da besleniyor. Arsenal maçı için yazdıklarına bakalım :
Bağış Erten, Radikal, 6 Kasım 2008 Güzelliklerle haşır neşir olmanın getirdiği sakıncalar da var. Güzellikle uğraşmak bir süre sonra zihinde bir (güzellik) çiti (algılama kalıbı) oluşturuyor, gerçeklerin sadece bir kısmı (güzellik çitini aşanlar) zihne(bilince) ulaşıyor, diğerleri ya önemsenmiyor ya da gözden kaçıyor. Zihne (bilince) ulaşan gerçeklerse güzellik kalıbının hamuruyla yoğrulup, biçimlenerek sunuluyor ve algılayanlarda gerçeğin çarpık bir izlenimini yaratıyor. Böylece hem yazar hem de okuyucu gerçek dünyanın kıyısına doğru sürükleniyor.
Gerçek varlıkların idealar evreninde yer aldığı fikrini ortaya atan Platon, gençlik döneminde, çirkin varlıkların da ideaları olduğu düşüncesini kabul etmekte zorlanmıştı. Ancak olgunluk döneminde çirkin varlıkların da yüce idealar evreninde temsilcileri olabileceğini kabullenebilmişti. Çok zorlu bir diyalog olan Parmenides diyaloğu bu dönemin sancılarını da yansıtır. İslam Çupi çizgisini izleyen yorumcuları bekleyen en büyük tehlike de güzelliklere uymayan olgulardır. Güzellik kalıbına (ideasına) uymayan olguları baştan yok sayma, reddetme eğilimi hiç küçümsenmeyecek bir tehlikedir.
Ustalardan devir alınan kalıpların yanında, bilinçli olarak oluşturulan, inşa edilen, değişik bağlamlarda tekrar tekrar kurgulanan kalıplar ve bu kalıpları hazırlayıp servis eden görüngü üretim merkezleri de hayatın diğer alanlarında olduğu gibi futbol endüstrisinde yerini almıştır. Böylece sadece görüngü (ideoloji) üreten merkezlerin hazırladığı engelleri aşan gerçekler, o merkezlerin hazırladığı kalıpların yoğurduğu, biçimlediği haliyle tüketicilere (izleyenlere) ulaşmakta. Neyse ki bağımsız (nesnel) görüngü üreticileri de var.
Oluşturulan görüngülerin yarattığı psikoloji, bir yere kadar bireylerin ve kurumların başarısına da katkıda bulunuyor. Üretilen görüngüler, algılama kalıplarına dönüşüyor, kalıplar (hem her kurumun kendisinin ve rakiplerinin paydaşlarının ve çalışanlarının) algılarını hem de beklentilerini etkiliyor, değiştiriyor. Bunun sonucunda oluşan psikoloji (pikosomatik bağlantılar aracılığıyla), Turgay Renklikurt’un dikkat çektiği rezerv enerji kaynaklarının kapaklarını açmayı kolaylaştırarak öznelerin başarısına ve rakiplerin başarısızlığına dönüşüyor, beklentiler gerçeğin inşasına katkıda bulunuyor.
Hıncal Uluç cephesinde ise yok yok. Bir yanda onun kanatları altında gerçek yalanlarla haşır neşir olarak mesleğe başlayıp sonra görüngü üreticilerinin hizmetinde devam edenler var. Ve neyse ki ve tabii ki hayat sonsuz çeşitlilik arz eder ve bir tek kalıbın, tümelin (evrenselin) hücresine hapsedilemez. Diğer yanda Hıncal Uluç’la baba-oğul, otorite-birey, sevgi-nefret çatışmaları eşliğinde kendini geliştirip, yer yer ustasını geçenler bulunmakta. Her iki ulama da girmeyen, gerçeği, sadece gördüğü gerçeği yazarak, ne Musa’ya (güzelliğe bulanmış görüngüler evreninde yaşayanlara) ne de İsa’ya (görüngü üreticilerine) yaranamayıp, iki arada bir derede sıkışan Rıdvan Dilmen gibi bağımsız gerçekçiler de mevcut.  Tabii her çevre kendi florasını yaratır. Ne Musa’yı ne de İsa’yı kırmadan yoluna devam eden Ömer Üründül gibi gerçekçi çizgiden ayrılmamaya çalışan yorumcular da sahnede yer alıyor.
0 notes
selveryildirim · 2 years
Text
Biz hayalciler kendini tanımaya, yaratıcılığa ve “hakikat”e en yakın olanlarız. 
Fantezi gerçektir, bunu çocuklar bilir.
Fantezi yetişkinin elinde kalan arka bahçedir.
Arka bahçede kötüler ve iyiler ve gerçekler ve yeniler kucaklaşır.
Büyücülük sanatçılıktır. Öyleyse üçleme de bu anlamda sanat hakkındadır, yaratıcı tecrübe, yaratıcı süreç hakkındadır. Fantezide daima bu döngüsellik vardır. Yılan kendi kuyruğunu yer. Rüyalar kendilerini açıklamalı. 
Gölge.
Onun bilinçdışının yaratıcı derinliklerine giden yolu tıkamasına izin verebiliriz, ya da bizi elimizden tutup o derinliklere götürmesine razı oluruz. Çünkü gölge, basitçe kötü değildir. Aşağılık, ilkel, sakil, hayvansı, çocuksudur; güçlü, canlı ve spontanedir. Kuzeyden gelen okumuş genç adam gibi zayıf ve nezih değildir; kara, kıllı ve yakışıksızdır, ama onsuz kişi hiçbir şeydir. Gölgesi olmayan bir gövde nedir ki? Hiçbir şey, bir biçimsizlik, iki boyutlu bir çizgi roman karakteri. Kötülükle olan derin ilişkimi inkâr edersem, kendi gerçekliğimi de inkâr etmiş olurum. Hiçbir şey yapamam, edemem; yalnızca yapılanı ve edileni bozabilirim. Jung özellikle, ömrün ikinci yarısıyla, Andersen öyküsündeki zavallının başına geldiği gibi, otuz-kırk yıldır büyümekte olan bir gölgeyle bilinçli yüzleşmenin kaçınılmaz olduğu dönemle ilgileniyordu. Jung'un dediği gibi, çocuğun ego'su da gölgesi de henüz iyi tanımlanmamıştır; çocuklar ego'larını bir mayısböceğinde, gölgelerini ise yataklarının altında gizlenmiş bulurlar. Ama bence, buluğ öncesinde ve buluğ çağında benlik bilinci çoğu kez büyük bir şiddetle ortaya çıktığında, gölge de onunla birlikte kararır. Normal bir genç, küçük çocuklar gibi büyük bir keyifle yansıtma yapamaz, her şeyi siyah fötr şapkalı kötü adamların üzerine atamayacağım fark eder. Genç, davranışları ve duyguları için sorumluluk almaya başlar. Ve bu sorumlulukla birlikte müthiş bir suçluluk yükü de gelebilir. Gencin gölgesi, ona olduğundan daha kara, tümüyle kötü gibi görünür. Bir gencin bu evrenin kötürümleştirici kendini suçlama ve kendinden iğrenme durumunu atlatabilmesinin tek yolu, o gölgeye gerçekten bakması, onunla yüzleşmesi, siğilleri, dişleri, sivilceleri ve pençeleriyle onu kendisi olarak, kendisinin bir parçası olarak kabul etmesidir. En çirkin parçası, ama en zayıf parçası değil. Çünkü gölge, onun rehberidir. İçine dönüp yeniden dışarı çıkarken, aşağı inip yeniden yukarı çıkarken, Hobbit Bilbo'nun dediği gibi, oraya gidip geri dönerken ona rehberlik eder. Kendini bilmeye, yetişkinliğe, ışığa yapılan yolculuğun rehberidir gölge. "Lucifer" ışık taşıyan anlamına gelir. Bana öyle geliyor ki, Jung'un bireyin kaçınılmaz gereksinimi ve görevi olarak tarif ettiği şey, Andersen'in okumuş genç adamının beceremediği şeydir.
Tumblr media
0 notes
zeriri-lal · 3 years
Text
Şu çirkin dünyanın pencere önü çiçekleri'ne;
Kaldırım taşları üzerinde, her adımında gözünden dökülen korların yere damladığı, ciğerini yaktığı gibi,kaldırım taşlarını da yaktığı,hâr olan gönlünde bıçak izleri,hiç el değmemiş yaraları oluk oluk kanayan kadın.Küf ve rutubetli bir odada yerdeki kilime diz çökmüş ,vücudunda ekseriyetle devam eden bir acı, yerde kıvranan bir çocuk bedeni.Ruhu daha hiç çocukluğun kekre tadını alamamış kadınlar,kefeni küçücük,toz pembe rengi, yalnızca üşüyen hiç ısıtılmak için uğraşılmamış parmak uçlarında gören,her gülüşlerine sigara basılmış gibi acıyan, kanayan,diz kapakları öpülesi,avuç içlerine şiir yazılası kadınlar...türkü gibi kadınlar.Cennetteki melekler,anılarını onların nabız boşluğuna dikmiş,cennette geçirdiği her ânı onlara hediye etmiş sanki.Cennetteki çocuk parkının varlığına yeryüzünde inandırılan kadınlar,geceleri gözlerinde şafağın bağrından sökülür gibi sökülen gözyaşlarıyla,gitmek için yalvarırlarmış.Bedeninde ve ruhunda dolu bıçak izleri olan kadınların elinden tütün efendim,sonra adınızı onların dudaklarından nasıl çıktığını dinleyin.Bir müzisyenin en esrarengiz parçasını seslendirir gibi çıkar adınız o kadınların ağzından.Ekmek kadar muhtaç, şu gibi duru,temiz.Sizler cennetin varlığıyla gurur duyun,biz kadınlar cehennemi isteriz, sizin cennet dediğiniz yerde bizi çok yaktılar efendim.Hani hâr olan gönle dokunmaktı hüner,zaman dokundu da siz duymadınız.Bizden âlâ şiir olmaz derlerdi,geride acı bir hayat hikayesi kaldı.Ne oldu efendim.Bir toplumun haykırışını bastırdığı kadınlarız, şu hayatta mecbur kaldığımız herşeyiz...herşeyiz.Bildiklerimizden dem vurduğumuz gerçekler ruhtaki şiddet izleridir.Sanıyorsunuz ki! Biliyorsunuz yağmurlu havalarda sokakta bir bankın üzerinde öylece oturan kadın ıslanmaya seviyor.Sanıyorsunuz ki! Yağmur yağarken kayalıkta dalgaları izleyen kadın denize âşık.Bir asır tutmuşta tek bir gözyaşı dökmemiş kadınların her bir incisininsaklar her bir yağmur tanesi.Derler ki! Her bir yağmur damlasını bir melek bırakır yeryüzüne .Bizim yalnızca yüzümüzü ıslatan damlalar,ruhunda pranga olan kadınların hiç okşanmamış saçlarını okşuyor,dokunmaya kiyilmayacak yüzlere acımasızca açılan yaralara üfluyordu.Ve tanrı adamı yarattı cümlesindeki o adamlar.Nefsini idam etmiş adamlar.Bir adamın çocukluğunu yakarlarsa yanar durur tüm adamlığı.Nereye ait bilmeden,göğsünde yanan sönmek bilmeyen bir ateşle, boş tren istasyonlarında 17.kez zihinlerinde ki bedeninin intaharını kaldıran,parmak uçlarında kayan yıldızları olan adamlar.Tanrı şeytanın inini cennete saklamış,daima cehennemin kendisi olan adamlar.Her tan yeri ağardığında bu adamların balkonları boş,küllükleri dolu,içinin canh��raş çığlığına rağmen bomboş bakan adamlar,sizin ruhunuza manolyalar ekili öylede bir güzel kokuyorki! Sizin ruhunuzun güzel kokusu,bizim avuç içlerine satırlarca şiir yazılan kadınların genzini yakıyor.Onlar sizin için çok ağladılar efendim.Bir bakışlık,bir nefeslik ömrü kötü adamların çürük nefesinde heba ederken.Nefsini idam etmiş adamlar.Bir uçurum yamacında veya terk edilmiş tren istasyonlarında kaybetmişliğin dizelerini kanla yazan...o adamların gözlerine bakın ya da balkonları da,onca karanlığa rağmen pencere önlerinde kaybettiği belkide hiç kazanamadığı kadınların misali gibi çiçekle dolu.Rakı edebiyatının kitabını yazan adamlar.Bu adamlar iyiki varlar,pencere önünüzdeki çiçekler hiç solmasın.
"Küçük kadınların büyük adamları"
44 notes · View notes
huseyinozdemirerk · 7 years
Video
youtube
Necati Şaşmaz [Polat Alemdar] Söyleşi, Gerçekler Akılda kalan Programı konuğu
2 notes · View notes
meralmeri · 4 years
Photo
Tumblr media
Gerçekler; bazen çirkin sözlere bazen de tatlı sözlere esir edilirdi. Bu nedenledir ki; gerçekler özgür ve sahipli değildi.
Meral Meri
53 notes · View notes
Text
EĞRETİ
Karanlığın gerçeklerine ışık tutabilecek kadar parlak olan bu aklımızın bizi en derin çukurlara da çekiyor olması ne garip değil mi? Bir çocuğun çocukluğunu doya doya yaşaması, sokaklarda düşe kalka hayatı öğrenmesi gereken zamanlarda en derin ve korkunç karanlıklara gebe insanlara denk gelmesi ne korkunç, değil mi? Çiçekler ve böceklerin, renkli kalemlerle çizilen bulut ve güneşlerin olması gereken beyaz kağıtlara kara bir kalemle aktarılan taciz ve tecavüzün resmini görmek ilk elden, ne kadar acı, değil mi?
Hangi devrin içinde kaybolmuşuz ki bu boktan karanlıkta yolumuzu bulmaya çalışıyoruz? Ne kadar insanız ki doğuruyor ve büyütüyoruz? Kocaman ve acımasız bir dünyaya, oksijeni ciğerlerine doldurur doldurmaz ağlayarak gözlerini açan ufak çocukları savaşın ön saflarına gönderiyoruz. Kaybedeceklerini bile bile çökmüş ve derin bir pislik içinde boğulan bu toplumun lağım çukuruna atıyoruz. Nedendir var mı bilen, bu hale bizi getiren? Bu garson boy zekaların ayak uyduramadığı akılların oluşturduğu kaostan ibaret bu toplumda kendimize yer bulmak için her geçen gün savaşıyoruz. Gün geçtikçe gelişen bir teknoloji ve gerileyen bir insanlığın içinde kayboluyoruz.
Sahiden, hangimiz artık duyuyor çocukların çığlıklarını? Hangimiz artık korkmadan dile getirebiliyor neyi istediğini? Hangimiz sevdiği için bile dışlanmıyor bu toplumdan? Kendi karanlığında boğulurken bizi de içine çeken bu eğitimden yoksun cahilliğin içerisinde, hayallerimizi, karakterimizi, geleceğimizi unutuyoruz.
Gözümüzün içine sokulan bu karanlık bizi kör ediyor. İnancımızı bizden çalıp toplumdan soyutluyor ve toplumun bu çirkinliği, bizleri kendi karanlığımıza sürgün ediyor. Yalnızlıkların içerisine boğazımıza kadar batıyor, nefes almak için çabalıyoruz. Gördüklerimiz aklımıza ince bir nakışla, korkunç bir gerçekle işlenirken bu çirkin suçları kabullenmeye zorlanıyoruz. Gerçekleri dile getirmeye çalıştığımız her geçen gün kalemimiz kırılıyor, sesimiz bastırılıyor ve boğazımızdan geçen lokmalar kesiliyor. Asan ve kesenlere sorulmayan hesaplar bizi hayattan alıkoyup duruyor ve bütün bunları kabullenip cam bir fanusta yaşamaktan öteye geçirilmiyoruz. Ufacık zevklerimizin un ufak edilişine şahit oluyor ve susuyoruz. Bizler bu toplumun yüz karası diye etiketleniyor, bağnazlığı içerisinde kendi kinini kusan sahte inançların kurbanı insanların hedef tahtası oluyor, doğruyu zikretmek istediğimiz her an kafamıza dayanmış bir silah buluyoruz.
Bir gün birilerinin çıkıp hesap keseceğine inanıyor ve kurtarıcı biri için dua ediyor fakat kendimizi bundan kurtarmak için etimizle, kemiğimizle iğrendiğimiz bu topluma küsüyoruz.
Şu ufacık toprak parçasında dönen savaşların, "büyük adamların" hırslarının kurbanı oluyor, rant ve para uğruna satılan geleceklerimize ufuktan bakıp kendimizi paralıyor, inançlarımıza yapılan baskı içerisinde korkuyla yaşıyor, kendi içimize hapsoluyoruz.
Neden ve nereden çıktı bu hırs? Şu ufacık ömürde nereden gelir bunca korkunç pislik ve karanlık? Nerede kaldı insanlık?
2 notes · View notes
Text
Parlak yıldızlar, karanlık insanlar.
Çirkin gerçekler, güzel yalanlar...
7 notes · View notes
acid-gramma · 4 years
Note
Nej biraz pis bir tabirle anlatacağım kasmaya mecalim yok şuan ama sence kimsenin kimsenin "göz zevkini bozmaya" hakkı var mı? Ne bileyim zayıf olmayan birinin göbeği açık giymesi, çatlaklı selilütli birinin şort giymesi, esmer birinin saçını pembeye boyaması gibi şeyler insanı dalga konusu yapmamalı mı yoksa bu bilerek kendini rezil etmek mi ve geçilen dalgaları hak ediyorlar mı?
Toplum baskısı yüzünden zaten insanlar istediklerini giyemiyor söyleyemiyor yapamıyorlar. Another brick in the wall klibindeki gibi herkesi tek tip kalıplara sokmaya çalışıyorlar. Bunu çirkin ve yanlış görüyorum. Herkesin istediğini yapabildiği baskılardan arınmış bir ütopyada herkesin gerçek yüzünü kişiliğini görebilirdik ama gerçeklikte herkes kapalı kutu. Göz zevkleriniz idealleriniz yakıştırdıklarınız size ait, sana güzel gelen bana gelmeyebilir. Sana çirkin gelen beni rahatsız etmeyebilir. Dönüp kendine sormalısın “ben neden tanımadığım birinin selülitli bacaklarını sergilemesinden rahatsızlık duyuyorum” dergiler mi diyor toplum mu diyor? Ona gelecek kötü yorumlar düşünceler yargılar için empati mi kurduğun için rahatsız oluyorsun? Yara selülit sivilce gibi insani gerçekler neden insanları iğrendiriyor ya da çirkin geliyor? Altındaki gerekçe ve psikoloji nedir?
29 notes · View notes
llauora · 4 years
Text
...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?
Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.
Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür hanım?
Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?
Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya...
Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür... Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz...
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.
Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de...
Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla.
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa?
Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?
Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?
Ömür hanımla güz konuşmaları, Şükrü Erbaş
11 notes · View notes
losinmyself · 3 years
Text
Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su… Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık… Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de… Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından.
Beni duy ve anla.
Ve Güz Geldi Ömür Hanım
Ve güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde.
Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım?
Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar?
Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. Böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir?
Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor ömür hanım…gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına…Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
Dönelim…Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır…Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.
Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür Hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki?
Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre Yitikleri’nde önem kazanmaya…
Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben’e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde…Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür Hanım?
Susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür Hanım, şiiridir beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük…Yalnızım Ömür Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım…Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?
Kendilerinden olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki…Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı…Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki?
Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya…
Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür…Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz.
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak…
Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir, ufuklarımızsa sisler içinde…O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, ağız dil vermez geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.
Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su…Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan…dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık…Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de…
Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla.
Yağmur dindi Ömür Hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa?
Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür Hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir…Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki?
Kimseler görmedi Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan garip bir gülümsemeyle yüzümde, incelik adına ben geçtim…Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile… Yükümü yanlış bedestanlarla çözdüm.
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım
.
Acıyı Görmeyen İnsan, Mutluluktan, Umuttan, Sevinçten Ne Anlar?
Şükrü Erbaş
°°
"Babanız içerde şiir yazıyor diye
çocuklarımı sessiz ağlattım ben"
Hatice Erbaş
1 note · View note
suyun-rengi · 3 years
Link
Kudüs Gerçeği Gerçekler her zaman hoşumuza gitmeyebilir. Hatta çoğunlukla can sıkıcıdır. Robert Gilpin'in dediği gibi "gerçekçileri kimse sevmez." Çünkü gerçekçilik hayal edileni değil de mümkün olanı anlatır.
Gerçekçi bir ifade tarzını dile getirmek iyi günde de zordur kötü günde de. İyi günde gerçekçilik taslamak biraz felaket tellallığı yapmak gibidir. Kötü günde de insanların içi burkulurken sanki teslim olmayı tavsiye eder gibi görünebilir. Her iki halde de insanların gerçekle yüzleşmesi zor olduğundan gerçekçilik tatsız bir hava bırakır. Ama bir yandan da kaçınılmazdır. Gerçekler üzerinden hareket edilmezse felaketler er ya da geç patlıyor. Katlanarak üzerimize geliyor.
Kudüs'te yine bir Ramazan ayında Müslümanların yaşadıklarını görünce bunlar geldi aklıma. Bir yandan Filistin halkının kutsal direnişe bakıyorum, bir yandan 70 senedir hiçbir sonuç alınamamış olmasına. Bir yandan dirençli olmak gerektiğini biliyorum, bir yandan yeterli güç olmadan direnmenin ne kadar sürebileceğini söyleyemiyorum. Şiddetle kınıyorum ama kınamanın ne işe yaracağını bilemiyorum. "Dünya kamuoyunu uyandırsak" diyorum sonra "uyansa ne olur" diyorum. Sanki bilmiyor mu? "Arap ülkeleri birleşse" diyorum ortada "gerçek Arap devletleri var mı ki" diye düşünüyorum. Arap sokaklarının heyecanı gün gelir kazanır mı diye umutlanıyorum son on yılda yaşananları düşününce yeniden hayal kırıklığına düşüyorum.
Gerçekler acıdır ama bu acı gerçekleri tespit etmeden gereksiz hayallere tutulmak çok daha acı sonuçlar doğurur. O nedenle gelin bazı gerçekleri açık açık ortaya koyalım. Oradan geriye ne kaldığını düşünmeye çalışalım.
Bir, İsrail sürekli baskı ve şiddeti artırıyor ve bu sayede 70 yıldır alanını genişletiyor.
İki, ezilmişliğin şiirsel bir yanı olsa da kutsal hiçbir tarafı yok. Direnmek önemli ama kazanmak için yeterli değil.
Üç, dönüp uluslararası örgütler ve kamuoyuna bakmanın bir anlamı yok. Çünkü aslında Arap Ligi diye bir kurum yok. Çünkü gerçekte Arap devletleri bile yok. Kukla rejimlerin birlik olması da beklenemez. İslam İşbirliği Teşkilatı var ama işbirliği yok. İşbirliği olmadığı için yaptırım gücü de yok. BM ve diğer Batı merkezli kurumları zaten bir kenara bırakın.
Peki ne mi yapalım? Nasıl mı olur? Tarifi kolay yapması zor. Öncelikle bu gerçekleri görelim. Yüzleşelim. İslam dünyasının içine düştüğü ezilmişliği kutsayan zihniyeti bir kenara bırakalım. İslam ülkelerinin güç kazanması gerektiğini bilelim. Çünkü Kudüs dahil Müslümanların bütün sorunları güçsüzlükten kaynaklanıyor. İslam dünyasının her şeyden önce bir büyük güce ihtiyacı var. Çünkü işbirliği ancak başat bir gücün etrafında kurulur. Başka da sihirli bir formül yok. Ya bu gerçeği anlarız ve bu yolda bir gelecek inşa ederiz. Ya da aynı çıplak ve çirkin gerçekliğe bir yetmiş yıl sonra bizim torunlarımız da katlanır. Bundan gayri edilecek bir lafın da pek bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Hasan Basri Yalçın
1 note · View note
kaanozer · 3 years
Text
Nilüfer Problemi ya da Oruç Aruoba’ya Mektup
Karşılaştırmalı Doğu/Batı Edebiyatı dersi vermeye gittiğim Laas Vegas’tan attığım kartta da söylediğim gibi, Amerika’ya giderken yanıma aldığım kitaplardan biri de sizin Hani’nizdi. Oruç hocam, posbıyığına yandığım, kitabınızın en çok okuduğum sayfası “Sevgili Yusuf’a: O, anlar…” diye 22 Mayıs 1994’de imzaladığınız ilk sayfası. Ben de anladığımı kanıtlamak için karalayıp duruyorum kitabınızı. Ne zevk! Ergo sum. Las Vegas’taki manzarasız odamda yatmadan önce (valla,uykum gelsin diye değil) okuyup duruyorum ve kitabınız üzerine notlar alıyorum. Diyorsunuz ki: “Gerçeklerle başetmenin en iyi yolu, hayal kurmaktır.” Ben de şöyle ekliyorum: “Hep hayal kurmaktır.” Sonra dikkatimi çekiyor, “düş görmek” değil de, “hayal kurmak” diyorsunuz; Hayal sözcüğünü, tıpkı “hayal içinde akıp geçti ömrüderbederim, baıp bakıp da o maziye şimdi ah ederim” diye başlayan şarkıdaki anlamında kullandıysanız, Düş sözcüğünün olumlu çağrışımlarını getiriyorsunuz. Olumlu çağrışımlı “hayal”ler kurula kurula öyle bir yığın, taşınması öyle zor bir yük oluyor ki, bazen insan o hayallerin altında kalabiliyor. İşte o zaman başedilmesi gereken gerçekler bu hayaller olmaz mı?
Aynı sayfanın (82) sonunda “Şiir yeterince güçlüyse, gerçeklik diz çöker onun karşısında.” diyorsunuz. Özdeyişlerinize kurban olayım hocam ama bir sorum var: “Şiiri yeterince güçlü ne yapar? Bu sorumu yanıtlamaya çalışan hem birçok yanıt verebilir, hem de umarsızlık içine düşebilir, şiirin satmadığı memleketimde.
Bu durumda benim özdeyişim de şöyle olur: “Hayallerin dayanılması güç, başedilmesi gereken gerçekliklere dönüştüğü durumlarda, şiir kaçınılmaz sığınak olur şaire.” Şimdi bu özdeyişi, Amerika’yı büyük (!) yapan bazı mihenk taşlarına da değinerek açmaya çalışayım.
1. Amerika, her alanda tüm biçimlerin, yöntemlerin, gelişmelerin depolandığı dev bir müze, bir laboratuvar.
2. Amerikalı, dışarıya gönderilen imajında, kararlı, geçmişinden ve adından, ergo, kimliğinden, gurur duyan, kendini bu kimlikle beğenen, açık yürekli, dürüst, önce kendisinin ve ailesinin güvenliğini düşünen, değişime ve yarışa hazır, pragmatik, fırsatları zaman yitirmeden değerlendirmesi gerektiğini bilen, opornutist, savaşan, hırslı, temkinli, tutucu, hızlı bir birey. (“Biz Amerikalıyız, enerji doluyuz, yaratıcız, bütün dünya bize hayran” demişti bir öğrencim. “Cennet şu anda, burada!” diye dayılanmıştı da “Kabarama kabarama kel Fatma, annen güzel, sen çirkin” demeye getirdiğimde bozulmuştu.)
3. Amerika, kültürel mirasını defalarca yenileyerek, tüketime süren ve bütün dünyanın tüm kültürel mihenk taşlarını kullanmayı bilen bir pragmatik “socio-fugal”: bir başka deyişle, insanların birbirinden ayrı tutulduğu bir uzam, yalnızlık kültürü uzamı.
İşte… diyesim geliyor, sizin sık sık kullandığınız ok anlamlı bir sözcük bu: İşte. Sözün yetersiz kaldığını da söylüyor ama. “işte” deyip, topu okuyana atıp can yakıyorsunuz. Siz de pekâlâ biliyorsunuz, sözcüklerle kendinizi daha anlaşılır kulmak yerine, işte diyerek daha geniş kitlelere, okuyuculara bir ayrıcalık tanıdığınızı; üstelik bu sözcük, bir tek işte sözcüğü, okuyucu kitlenizi de homojenleştiriyor. Kısacası, kim okursa okusun, aydını, cahili, o sözcüğe kendi anlamlarını yükleyebilir ve sizin işte’niz, onların zihninde, belki de kalbinde, bir anlam kazanabilir. Böylece, çevirisi çeşitli olabilen işte sözcüğü, evrensellik kazanır. Bu sözcük matematikte aksiyom’u akla getiriyor. Aksiyom, en temel ilkedir ama biz onu ister kabul ederiz ister ret ve karşısına başka bir aksiyomla çıkabiliriz; yine de o aksiyomu temel ilke olarak görmek zorundayız: örneğin, “Nokta ki büyüklüğü olmayandır” ya da “bir doğruya onun dışındaki bir noktadan bir tane paralel çizebilirsin.” (Eucklid) Bunlara benzer önermelerin ardından, “işte” diyerek, Platon’un hatta matematikçi Gödel’in, taktiklerini uygulayarak, işte ile kanıtlanamayacak anlamlı sözler ediyorsunuz. Amerika da sizin gibi yapmış bence. Örneğin mimaride (Las Vegas’taki, aslı Mısır’da bulunan Luxor piramidinin siyah, cam bir kopyasının inşa edilip otel, kumarhane ve eğlence merkezi yapılması gibi), bütün dünyanın çeşitli en çarpıcı, en etkileyici yanlarını alıp harmanlamış ve kendi kimliği, Amerikan kimliği içine yedirmiş. Ama “socio-fugal” hâlâ orada, bir başka deyişle, insanlar arasındaki mesafe hâlâ var. Sistem bunu yaratmış, çünkü gerekli. Özgürlükler ülkesi denilen Amerika’daki insanlar aslında birçok yasağa uyarak, birbirlerinden uzaklaşıyor ve kendi kozalarında kelebek olamadan çürüyorlar. Şimdi, biz, en az 30-40 yıl geriden izliyoruz bu gelişmeleri çünkü yavaşız, yavaş tutuluyoruz.
Amerika’nın 1950’li yıllarda yaşadığı sıkıntıları, felsefi anlamda, biz yeni yeni yaşıyoruz. Yazgımız yapılmış bu, çünkü Batıyı, Amerika’yı tek ve saltık uygarlık bellemişiz, belletilmişiz. Bize de öğretiliyor, gerçek ve yanılsamaların karşı karşıya gelmesi: yani ironik gerçeklik. Bizler de, dünyayı kendi bireyselliğimiz içinde algılarımız ile gerçeklik diye öğretilenlerin çatışması sonucunda, abuk ama tatlı bir metafizik batağına gömülüyoruz. İşte —-öyle ise, denize, pantolonlarımızın paçasını sıvayıp girmekten bile ürküyoruz (Newton, dizine kadar girebildiği için daha renkli taşlar topladığını söylemiş, alçakgönüllülük örneği vermişti oysa). Bizler, payımıza düşen renkli taşları aramak yerine, maddenin ötesini arıyoruz. Amerikan doğa-ötesini yazarlarının (Emerson, Thoreau, Hawthorne) yaptığı gibi de değil üstelik; atıl ve batıl yöntemlerle tutsaklığı öğreniyoruz.
Böyle olunca, anlam kazanıyor şu dizeleriniz:
Sen varsın -şimdi gidip alevine girdi mumun, pervane- düştü… ben var ken. (s.15)
Bu dizelerde demek istediklerinizden ilki: “Sen, benim sana yüklediğim anlamla varsın.” Bir başka deyişle, “yalnızca bana bağımlı olarak anlam kazanıyorsan, pervanenin sonudur senin de sonun.” Bieaz narsizm kokusu alıyorum ama hemen ardından “anlamın yalnızca bana bağımlı olursa, sen de olmazsın, dikkat et” uyarısını da seziyorum. Matematikçiler iyi bilirler formalistleri; hani, şu “Hayır, ben onu bulmadan önce yoktu” diyenleri. Bir başka deyişle, Kolomb formalist olsaydı, Amerika 1492’den önce yoktu diyeceğiz ve oturup İngilizce’deki “discover” sözcüğünün anlamının saçmalığını, göreceliğini düşüneceğiz.
Sistem; yazınıyla, medyasıyla, popüler kültürüyle, öğrettiği yalnızlıkla, sizin de Hani’de dediğiniz gibi “ancak şimdi-burda kurabileceğin(iz) kadarıyla varolabilecek.” (s.35)
Sistem, kendisini ayakta tutabilmek için kurguluyor bireyi, ‘artifact’ler haline getiriyor bizleri.
Sistem, hocam, işte bu yüzden yalnızlaştırıyor bizleri, çünkü, diyorsunuz ki, “Anlamın(ız) şimdi, burada, var…” (s.35)
Tumblr media
Öyle ise bile -Yok, hocam, yok. Modernistler de aynı sıkıntıyla yazmadılar mı? T. S. Eliot, aynı sıkıntılar yüzünden yazmadı mı “Prufrock”u. Benim, Mısır piramidinin taklidi kara piremit Luxor’da neden mutlu olup, ağzım açık, bür türlü “Vay be!” diyemeyişimi Amerikalı arkadaşlarımın anlamayışı da bu yüzden değil mi? Luxor piramidinin tepesinden, piramidin gözünden fışkırıp göğü delen ışık bana koşut gitmiyor. Belki de, beim sevdiğim soğan, sevmediğim sarımsaktır, ama cennet değil Amerika. Kimi zaman kof, kimi zaman değil. Bu yazgım, bana bağlı olarak değişiyor; benim tercihime göre. Öyleyse- “Yok anlamım, ne şimdi, ne burada, yok hocam” dersem bir gün, şaşırmayın. Bu da öğretiliyor. Anlamım olmadığı, benim dışımda, benden hüçlü kuvvetlerin bana anlam ya da anlamsızlık yükleme gücü olduğu, asıl bu gerçeklik, bu umarsızlık öğretiliyor hocam. Nietzsche’leşiyorum gün ve gün. Farkındayım, kızıyorum (Kızıyorsam benim için hâlâ umut vardır belki de.)
“Şimdi işte -olanak: sen ol sen.” (s.51) dyorsunuz, nasıl olayım? Üstelik bu komutun ardından öyle zor bir ödev veriyorsunuz ki!
“Yaşamın anlamı senin ile birlikte varolmak istiyor -sen de onu korumak zorundasın. -Koru onu.” (s.65) diyorsunuz.
Nasıl hocam? Begonvil kuruttum, saklıyorum. Olur mu?
Kalemime hiç mi hiç söz geçiremiyorum.(s.89) Avrupa güzel adaylarının çiğ köfteyi, ohh nasıl da bir iştahla, yemelerini izliyor ve yazıyorum; zamansızım, insansızım. Ağzımı sabunlayıp, çalkaladım hocam. Kulağımı, gözümü, tenimi… Olmuyor hocam, olmuyor… Üstelik matematik, “evren yaklaşık 30 milyar yıl sonra bitecek” diyor. İntihar eden yaarlar, şairler acaba evrende her şeyin O-Kelvin’e ineceğini biliyorlar mıydı, ya da Nietzsche’ye inanıp onu sevmek, O-Kelvin’e mi inmektir? İnsanoğlu, umarsızlık içinde büyük bir yalnızlığa itilmişken, belirsizlikler içinde yeni yüzyılı karşılamaya hazırlan(maz)ırken siz “Senin ölçün -kendin için kullanacağın mihenk taşı- olacak o:
Ona layık olmazsan, hiçbir zaman hiçbir şeye yaramamışsın, demektir- O zaman -öyleyse; öyle ise-, büzül -küçül; ve işte, yok ol-” (s.53) diyorsunuz. Matematikçi dostuma (Doç. Dr. Sinan Sertöz’e) imreniyorum; bir sistem içerisinde anlamlı sözler ediyor, saltık doğruları var. Ben matematikçi değilim, siz de değilsiniz. Bıraksam mı artık bu tedirginliği hocam, hâlâ hayal kurarken? (s.52) Benim dışımdaki bir noktadan bana koşut bir paralele mi gereksiniyorum dersiniz? O’na, inceldiğim yerden kopmadan önce. O varken var olabileceğime, “tam kendisiyle yüzyüze geldiği(m) bir başka kişiyle birlikte, bir şey yaşadığı(m)da” (s.41) mı varım? Öyle sevinçler, acılar hep yaşıyorum, her biri bir an; o anlar, şimdi ve burada iken yanıtım evet, ama şu anda, burada, bu yazıyı yazarken, hayır diyesim geliyor. Bu da doğanın bana verdiği yeteneklere sadık kalmadığım anlamına geliyor ve felsefeyle, matematik çatışması arasında edebiyat yapmaya çalışıyorum. Bir binanın, onu ayakta tutan dik açılı bir parçası olmak telaşındayım ama tavşanlar gibi kolay çoğalırken, fraktallar gibi kendime benzer yapılar üretiyorum: Platon’u haklı çıkarırcasına, defalarca keşifler ve yeniden keşifler yapıyorum; çünkü, gittikçe daha da yabancılaşan bir gezginim, ama dünyaya merakım -Abel ve Gallois gibi- henüz tükenmedi. Sıfır rakamından ürküyor, onu ilk kez kullanan El-Harizmi (MS 800) ve Nietzsche’nin akrabalığını merak ediyorum. Siz, Hani’de, özetle, “Nosce-te!” (Kendini bil!) deneye getiriyorsunuz. “Matesis” (Biliyorum) benim istencim dahilinde mi ki? Ben de, herkes gibi, toy taylara baş kırdırma eğitiminden (Riyazet) geçirilirken karşı koydum.
Hâlâ baş kıramıyorum. Benim rüzgârlarımın ne yönden estiği, eseceği belli olmaz. Bu yüzden eski Çin matematikçilerinin ünlü nilüfer problemi bana zor geliyor. Çünkü, rüzgâra, nilüferin sudaki konumu ve onun su üstünde kalan kamışına bakıp suyun derinliğini ölçebilmeyi kimse öğretmedi bana. Avel, sevgilisinin uğruna verem olmuş, 28 yaşında ölmüş, aşkın matematiğini bilmediğimden belki; cebirsel çözümlerin olanaksızlığını kanıtlayan Gallonis ise, onca saltık doğruları olmasına karşın, galiba 20 yaşındayken, bir düelloda ölmüş. Zaman, melankoli… saltık olan araf… aşk… korkarım riyaziye de derde deva değil. “Divinum est opus sedare dolarem*.”
Ergo… İmdat!
23-26 Eylül 1994 Ankara
* “Ağrı dindirmek Tanrı sanatıdır.” (Hippocrates)
Hani / Oruç Aruoba / Mitos Yayınları / 96 s.
“Nilüfer Problemi, ya da Oruç Aruoba’ya Mektup”, Yusuf Eradam Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, 24 Kasım 1994, Sayı: 249, ss.10-11
1 note · View note