Tumgik
#Çocuklar mutlu olsun yeter
mdnbsrn · 2 years
Text
Tumblr media
Bakıp bakıp sırıtıyorum ☺️ En az o çocuklar kadar mutluyum... Günler sonra neredeyse ilk kez bu kadar mutluyum. Kocaman gülümsedim görünce 😊
Siz mutlu olun yeter ki çocuklar... Her şey sizin için.. İyileşin, mutlu olun, hayata geç kalmayın yeter ki.. Allah razı olsun herkesten 🤲
3 notes · View notes
aynodndr · 2 years
Text
Tumblr media
ALGI YÖNETİMİ
1989 yılı...Türkiye ilk defa pizza dükkanlarıyla tanışır.Türkiye’ye birkaç dükkan açarak pazarın nabzını yoklayan ünlü marka aldığı sonuçla şoka girer. Bekledikleri gibi olmaz. Boğazına düşkün olduğu için pizzayı seveceğini düşündükleri Türk tüketicisi, pizzayı sevmez. Dükkanlar kapatılır. Geri dönülür.
1991 yılı. Murakami-Wolf-Swenson Productions’ın ürettiği bir çizgi film dünyada büyük ilgi görür. Yapımcı şirket Türkiye’deki bir özel kanala bu çizgi filmi teklif eder. Kanal şaşkındır, fiyat gerçekten olması gerekenin %10’udur. Adeta kapandaki peynir gibi duran bu teklifi kaçırmaz özel kanal.Yayınlanmaya başlar. Çizgi film Türkiye’de de çok tutulur. Oyuncakları, rozetleri, kartpostalları, defterleri ve kitap kapları ile müthiş bir pazarlama da beraberinde gelir.
1994 yılına gelindiğinde çizgi film dizisi milyonlarca çocuğu ve genci etkisi altına almıştır. Bu çocuklar tuhaf bir biçimde annelerinden pizza pişirmesini istemeye başlar.Türk anneleri pizzayı nasıl yapacağını bilmez.Talep gitgide artar. Derken pizza zinciri dükkanlarını yeniden aktif hale getirir, yeni dükkanlar açılır. Çocuğu yemek yemeyen anneler mecburen pizza sipariş ederler. Liseli, üniversiteli gençler arasında bir itibar meselesi haline gelir.
Türk mutfağının alışılagelmiş lahmacunu, pidesi terk edilmiş, gençler gruplar halinde pizza dükkanlarına gider hale gelmiştir.
Tesadüfen (!) pizza talebini patlatan bu çizgifilmi çoktan tahmin ettiniz değil mi? Bravo! O çizgi film “Ninja Kaplumbağalar”! O pizza zincirini de tahmin ediyorsunuzdur, onu da burada söylemeyelim.
Şimdi o çocuklar büyüdü, çizgifilmi ilk izleyenler 30’larına geldi. İlk jenerasyon genç evli, yeni nesil aile oldu. Onlardan sonraki jenerasyon şimdilerde üniversite öğrencisi, ya yurtta ya da öğrenci evinde kalıyor. İlk jenerasyondaki evliler evde yemek pişirmek yerine sık sık şöyle diyor : “Pizza mı söylesek?” Bir sonraki jenerasyon da yurt öğrenci evlerine neredeyse her akşam pizza sipariş ediyor.
İşte algılarımız böyle yönetiliyor. 20-30 yıllık stratejiler çiziliyor, uygulanıyor. Bizim eğlenceli diye izlediğimiz masum çizgifilmler, diziler, sinema filmleri birtakım fikirlerin beyinlerimize çok daha hızlı zerk edilmesini sağlayan katalizörlerden ibaret. Ve emin olun, bu bilinçaltı pazarlamacıları, bu algı sihirbazları bize sadece pizza yedirmiyor…!
Bu sadece bir örnekti. Her Amerikan filminde Apple bilgisayarların görünmesi bugünkü Apple çılgınlığının temeliydi. Her filmde sabah işe giderken elinde Starbucks kahve ile koşturuyor olması bugün bir kahveye 15 lira ödüyor olmamızın nedeni. Afrika’da ayağında ayakkabı olmadığı için pet şişe bağlayan Afrikalı gençlerin elinde içine su doldurulmuş Coca-Cola kutularıyla gezmeleri ve bununla sınıf atladıklarını düşünmeleri de yıllardır Coca-Cola’nın yaptığı “MUTLULUK” reklamlarının sonucu. Gerçekte mutlu olmayanlar içtikleri içecekten mutluluk akıtmaya çalışıyor işte, başka bir şey değil.
Biz belki hatırlamayız ama büyüklerimizin, babalarımızın hayranı olduğu Western (Vahşi batı) filmlerindeki karizmatik kovboyu. O kovboyun ağzındaki Marlboro sigarayı babalarımız bugün hala bırakabilmiş değil. Etkiye bakar mısınız? İşte bu yüzden unutmayalım; Bize sunulan görüntülerin, ürün reklamlarının, aile yapımızı bozan film ve dizilerin % 99’u bir amaca hizmet ediyor, Algı yönetimi yada bilinçaltına kayıt operasyonu. Aradan zaman geçtikçe tüm bunlar hayatımızın içine birer birer girerek hayatımızın bir parçası haline geliyor. Bu nedenle inanmadan, etkilenmeden, kendimizi kaptırmadan önce birkaç defa düşünmemiz gerekiyor.
“Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter” diyordu Malcolm X, Uyanık olmayana pizzayı da hamburgeri de yedirirler, kolayı da içirirler, mallarını da bir güzel satar üzerine bir de marlbora sigara yaktırırlar…
Sonra da Afiyet olsun! derler.
8 notes · View notes
vukub-ilim · 2 months
Text
Kimse bulunduğu yerde mutlu değildir. İnsanların arasında da yalnızlık duyabilir insan. Ben üzgünüm, ama onlara yorgunum dedim. Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden. Çölü güzelleştiren, bir yerlerde bir kuyu saklıyor olmasıdır. İnsanlar nerede? Çölde biraz yalnız hissediyor insan kendini.” “İnsanların arasında da pekâlâ yalnız hissedebilirsin kendini. Bir insan; milyonlarca yıldızın yalnız bir tanesinde filizlenen bir çiçeği sevecek olursa, yıldızlara bakması onu mutlu etmeye yeter. İnsanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkanlardan. Ama dost satan dükkanlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. “Hoşça git,” dedi tilki. “Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.” Küçük Prens unutmamak için tekrarladı: “Gerçeğin mayası gözle görülmez.” “Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır.” Ta uzaktan Küçük Prens’i görür görmez bağırdı: “Ah! İşte bir hayranım beni ziyarete geliyor!” Çünkü kendini beğenmiş insanlara göre herkes onlara hayrandır. Küçük Prens Sözleri: Küçük Prensten En Güzel Alıntılar Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar. Sesi nasılmış, hangi oyunları severmiş, kelebek biriktirir miymiş, sormazlar bile. “Kaç yaşında?” derler, “Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?” Bu türlü bilgilerle onu tanıdıklarını sanırlar. Deseniz ki, “Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerinde saksılar, çatısında kumrular vardı.” Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama, “Yüz bin liralık bir ev gördüm,” deyin, bakın nasıl “Aman ne güzel ev!” diye haykıracaklardır. Büyükler hiçbir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara her şeyi açıklayıp durmaksa, çocuklar için gerçekten çok yorucu… Küçük Prens’in gezegeninde de öteki gezegenlerde olduğu gibi iyi bitkilerin yanı sıra kötülerin bulunduğunu öğrendim. İyilerin iyi tohumları, kötülerin kötü tohumları vardı. Ama tohumları kolayca göremezsiniz. İçlerinden biri uyanma hevesine kapılana kadar toprağın derinliklerinde öylece uyurlar. “Biliyor musun, insan üzgün olunca günbatımının tadına daha iyi varıyor.” Sahipsiz bir elmas buldun diyelim, o senindir. Sahipsiz bir ada keşfettin, senindir. Aklına daha önce kimsenin aklına gelmeyen bir fikir geldi, hemen patentini alırsın, senin olur. İşte tıpkı bunun gibi, yıldızların sahibi de benim; çünkü onlara sahip çıkmayı ilk ben akıl ettim. Sevdiğiniz çiçek milyonlarca yıldızdan yalnız birinde bile bulunsa yıldızlara bakmak mutluluğumuz için yeterlidir. “Çiçeğim işte şunlardan birinde,” deriz kendi kendimize. Belki de gökyüzü insanlardan uzak olduğu için bu kadar güzel. Ben zaten gerçeği hiç kavrayamazdım! Onu sözlerine göre değil de davranışlarına göre değerlendirmem gerekirmiş. Bazılarının yüreğe iyi gelen bir yanı vardı, armağan gibiydiler. Eğer kelebeklerle tanışmak istiyorsam, iki üç tırtıla katlanmam gerek. Bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur. Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimi gösteremem sana… Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin… Sana ait olanı bu kadar önemli yapan, onun için harcadığın zamandır. Senin gezegenindeki insanlar,” dedi Küçük Prens, “aynı bahçede beş bin tane gül yetiştiriyorlar… ama yine de aradıklarını bulamıyorlar. Bulamıyorlar dedim. Oysa aradıkları tek bir gülde, bir damla suda bulunabilir. Ancak kendini beğenmiş adam onu duymamıştı bile. Çünkü kendini beğenm...
0 notes
terrynoww · 2 years
Photo
Tumblr media
Sadece içimi dökmek yaşadığım saçma ve şanssız hayatı dile getirmek için yazıyorum para kazanmak kendimi beğendirmek gibi bir amacım yok bunu belirtmek isterim.
Ben lise hayatım boyunca hep aile desteği görmek isteyen yanımda olmalarını isteyen bir çocuktum. Fakat evde ki hesap hiç bir zaman çarşıya uymadı.Sınavlara girdim kazanamadım ben kazanamayınca ailem beni kendilerinden soyutladı. Gerçi onlar da kendi aralarında hep sorun yaşıyordu beni düşünmek değildi amaçları babam annem üstünde baskı kurmak istiyordu annemde babamdan ayrılmak arada hep ben kaynadım çok dayak yedim çok ezildim ikisinin arasında. Hiç unutmam annem bir kız arkdaşımın annesine itiraf etmiş ben kocama sinirlenir oğlumu döverdim diye. Hep sineye çektim sustum çünkü hep sevgi bekledim beni sevsinler istedim. Allah var annemde babamdan kaçmak için hep beni seviyormuş gibi yaptı benimle ilgilenmeye çalıştı yani kız kardeşim doğana kadar ben öyle sanıyordum. Kız kardeşim doğduktan ve büyüdükten sonra evde tek kaldım diyebilirim. benim hep sporla aram çok iyi olmuştur fakat hep ben istedim futbol basketbol yani bir aile ferdim benim elimden tutup götürmedi mahalle de çocuklar konuşurdu 13-14 yaşında çanta mı alır seçmelere giderdim ve o seçmelere gittiğim için akşam dayak yerdim ... Kardeşim büyüdü 11-12 yaşına gelince keman kursuna annem götürdü voleybola annem götürdü hepsi de özel hoca tutarak. Kardeşim benim tersime sporla alakası yoktur sırf boyu uzasın voleybol oynasın diye özel hoca tutuldu. Şimdi diceksiniz ki ''Sende ne kıskançsın'' gerçekten öyle bir durum değil bu. Zamanında sana yapılmayan herşey kardeşine yapılıyor. Sırf bunun kıskançlık olmadığını kanıtlamak için size geçen sene yaşadığım ve annemle bütün bağımı kopardığım hikayeyi anlatayım. Kardeşim artık liseyi bitiricekti son senesiydi ben askerim 7 senedir gitmediğim yer kalmadı beni hiç bir zaman aramadı nasılsın iyi misin abi diye. Büyüklük bende kalsın dedim benim lise sonda kimse yanımda olmadı ben kardeşimin yanında olayım dedim her hafta arardım nasılsın dersler nasıl bak kazanamazsan üzülme sakın hep arkandayım hatta ben dedim ki özel üniversiteye bile yollarım seni yeter ki psikolojik olarak iyi ol abicim dedim. Ekonomik özgürlüğüm olduğu için ailemin bende pek bir etkisi kalmamıştı. Neyse haziran ayında kardeşim sınava girdi temmuz ayında sonuçlar açıklandı. O süper zeka dedikleri kardeşim özel hocalar tutulan (Fizik,kimya,matematik,biyoloji) beni dershaneye yalvar yakan yollayan ailem ona milyarlar harcamıştı. Neyse o kız barajı zor geçti. Ben yine destek verdim dedim olsun abicim sen dershane bak ben parası neyse veririm ölüm yok ucunda sen benim kardeşimsin dedim. Aradan 10 dakika geçti geçmedi annem beni aradı ağlıyor noldu dedim kardeşin ağlıyor çok psikojisi bozuk dedi.. Orda benim kalbimden bir parça koptu.. Ben üniversite sınavında 340 puan aldığımda bana ağza alınmıcak küfürler etmişti ve 18 yaşında evden kovulmuştum.. Dedim ki sadece olsun seneye yapar.. Ben ağustos ayında izine çıktım asker olduğumuz için özlemi kederi dertleri unutmak için içeriz açıkcası. Rakı almıştım evde bişeyler hazırladım anne istersen bir kadeh içelim dedim oda tamam dedi otururken konu konuyu açtı. '' Ya anne ben üniversite sınavını kazanamadım ama kız kardeşimden daha fazla puan aldım bana demediğini bırakmadın ve üstüne kızına hediyeler tablet telefon aldın kazanmamasına rağmen bana neden aldığın 1 fotoğraf makinesini 10 senedir yüzüme vuruyorsun ? '' diye sordum. Annemin bana cevabı şu oldu '' Zamanında param yoktu sana aldığım 1 çorap bile dert oluyordu içime. Şimdi param var kızıma aldıklarım bana koymuyor. '' dedi. Ben o andan itibaren ne anamın ne babamın bir daha hatta beni hiç bir zaman sevmediklerini anladım. Ondan sonrada hayatım hiç güzel gitmedi mobing uygulandı hiç sevilmedim hiç kimsenin ilk tercihi olmadım hiç bir zaman şuan ailem yok arkadaşım yok sadece bir işim var mutlu değilim dağlarda geziyorum hayat bu olmamalı. Ya benim hayatta tek amacım var bir erkek evlat sahibi olmak ve onu en güzel en doğru şekil de yetiştirmek. Ben hiç anlamadım anlayamacağım kanından canından olan bir çocuğu neden sevmez insan neden aramaz ben doğu görevine giderken operasyona giderken beni annem kardeşim 1 kere aramadı... Hiç birşey olmasada bu çocuk şehit olursa hakkını helal etmezse diye bile 1 kere arayıp beni görmek isteyebilirdiniz.. Sadece içimi dökmek istedim hiç bir amacım yok tekrar belirtmek isterim. Ara ara böyle buraya içimi dökücem ister okursunuz yorum yaparsınız ister yapmazsınız. Değer verip okuduğunuz için teşekkür ederim. İyi geceler .
20.09.2022/00.00
16 notes · View notes
reddeideas · 3 years
Text
Aile nedir?
Aralarında evlilik ve kan bağı bulunan, koca, karı, çocuklar, kardeşler vb.nin oluşturduğu, toplum içindeki en küçük bütün.
 
Sözlükteki tanıma baktığımız zaman içinde gram duygu, sevgi yok. Aile nedir? Aile gerçekten sadece kan bağıyla kurulan bir şey mi? Aralarında her kan bağı bulunan aile mi oluyor? Sanmıyorum. Aile kan bağından çok sevgiyi temsil etmeli. Kan bağı sadece resmiyette hatta basit bir şekilde ‘aileyiz’ demek için var. Toplumlarda keşke aile kurmak bir ihtiyaçmış gibi görülmese. Aile kurmak veya kurmamak dünyanın sonu değil ama bunu zorunluluk haline getiren zihniyet dünyanın sonunu getirir. Sevgisizlik, duygusuzluk barındıran ve sadece zorunluluk nedeniyle kurulan aileler kötü bir nesilden başka bir şey doğurmuyor. Ailenin temelleri sevgiyle atılan, hüzünle kazılan ve mutlulukla doldurulan bir yapıya sahip olmalı. Hem topluma hem de bireysel alanlarda rahatlığı sağlar bu temel. Şunu bilin ki sevgisiz bir aileye doğan ve o sevgisizliğin içinde büyüyen bir çocuğun geleceği doğduğu evdeki gibi karanlıktır. Anne sevgisini hissetmeden, baba şefkati görmeden, kardeş merhameti tatmadan büyüyen bir çocuk ışık olamaz, ışığa yabancı büyür. Işıksız bir ortamda büyüdüğü için de dünyayı hep karanlık bilir. Dünyaya 1-0 yenik başlar ve özgüvensiz olur. Bu tür ailelerde şiddet de vardır. Bu şiddet illa ki fiziksel olacak diye bir şey yok. Psikolojik şiddet fiziksel şiddetten daha fazla can yakar ve daha çok iz bırakır. Vücuda açılan yaralar kendini yeniler, kapatır. Kalbe ve beyne açılan yaralar öyle değildir. Bazen hiç hissettirmez bazen de çok can yakarlar. Bazen hiç yokmuş gibi gelirler ama öyle bir anda patlak verirler ki, düştüğün zaman bir daha kalkmaya mecalin olmaz.
 
Bir insanın dünyaya geldiği andan itibaren temellerini ailesi atar. Dünyaya gelen bir çocuk sevmeyi sevilmeyi, merhameti, kötülüğü, iyiliği, başarıyı, başarısızlığı, şiddeti, saygıyı, mutluluğu, hüznü, gülmeyi, ağlamayı, yürümeyi, konuşmayı, oturmayı, kalkmayı… Daha bir sürü şeyi aileden öğrenir. Anne ve baba nasılsa çocukları da öyledir. Tabii zaman geçtikçe bir çocuk kendi karakterini kendi oluşturur ama bir çocuğa yürümeyi öğretmeden koşmasını isteyemezsiniz. Siz çocuğa temel atmazsanız, çocuk tek başına bina dikemez. Dikmeye çalıştığında da o bina yıkılmaya hazırdır. Sadece birinin kötü eleştirisi yeter.
 
Ailelerde genel anlamda dinlememe ve anlayışsızlık mevcut. Bir çocuğu umursamayarak elinize ne geçiyor anlamış değilim. Kendi doğurduğunuz sözde ‘kan bağınız’ olan çocuğunuzu dinlemeyip umursamazsanız o çocuktan beklentiniz olmasın. ‘bir halt olmaz’ anlamında demiyorum. O çocuk kendini öyle yerlere getirir ki siz de şaşırırsınız ama geldiği noktada bilmediği tek şey duygular olacak. Sevgi, güven nedir bilmeyecek. Aile sevgi ve güvenin temelini atar.
 
Bir çocuğu umursamayarak, ona değersiz hissettirerek depresyona sürükleyebilirsiniz. Depresyon hafife alınacak şey değildir. Bir çocuk hangi yaşta olursa olsun belirti veriyorsa psikolojik destek almasında yardımcı olun. Özellikle kendiniz için psikiyatri desteği alın. Sizin için de diyorum. Onu depresyona sürükleyen sizsiniz çünkü. ‘Hiçbir zaman bize gerçek hastalar gelmez, gerçek hastaların hasta ettikleri gelir’ psikiyatrilerin söylediği şey bu. Çocuk kendi kendine hasta olmaz, ona iyi bakamadığınız için hasta olur.
 
Uzun lafın kısası, evlenmek, aile kurmak zorunluluk değildir. Unutmayın, hiçbir çocuk, hiçbir insan sizin zorunluluğunuz yüzünden kötü yaşamayı hak etmiyor. Her çocuk, her insan sevgiyle ve güvenle yetişmeli. Asıl zorunluluk bu olmalı. Geleceğe mutlu aileler, mutlu çocuklar, mutlu insanlar bırakalım. Özgüvenli bir toplum için, başarılı bir toplum için aile şart. Bildiğiniz üzere aile toplumun küçük parçasıdır. Küçük sonuçlar her zaman büyük olaylara sebebiyet verir. Güzel bir gelecek için, güzel bir nesil için sevgi, güven, mutluluk ve saygıyla kurulmuş aileler lazım…
6 notes · View notes
ebrarikoo · 3 years
Text
BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM
Bir yanım küçük çocuklar gibi çığlıklar atmak isterken bir yanım ise ilk doğduğum zaman ki gibi hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyor..
Canım annemle babam her sene bana unutamayacağım bir doğum günü hediyesi veriyorsunuz gidişinizle. Hiç bir doğum günüm de deliler gibi mutlu olup sevinemediğim kalbimin acı çekmesini sağladığınız ve öleceğim doğum günüme kadar sürüp gidecek bu hediye için çok teşekkür ederim size. Keşke ne siz ne ben olsaymışım. Keşke bugün hiç olmasaymış..
Ben hiç bir doğum günümü istediğim gibi kutlayamadım hiç bir doğum günüm de sevinç çığlıkları atamadım gözlerim hep nemli hep o mutlu aileyle kutlanan doğum günlerini aradı. Ama işte Allah bir yerden yüzünüze güler derler ya şükür ki dostlarımdan hep dünyanın en önemli insanıymışım gibi ilgi gördüm her doğum günlerimde iyi ki doğmuşum gibi hissettirdiler bana ailemin aksine hep mutlu olmam için çabaladılar. Ama gel gör ki içimde susturamadığım ağlayan küçük bir kız var öyle pahalı hediyelerde gözüm yok içten bir gülüş bir sarılış yeter bana eksiksin ya hani onu tamamlamak içindir bu istediğim..
Bugün benim doğum günüm bugün 22 oldum ben 5 yaşından beri sizsiz kutladığım ve her kutlayışımdan ulan madem gidecektiniz madem paramparça bir çocukluk bıracaktınız neden beni yaptınız dediğim bir yıl daha..
Artık bazı şeyleri en derine gömmeye başlamak lazım azizim bazı kişileri bazı anıları geride bırakıp yola devam etmek lazım. Geçmişte olan hatalara yaşanan acılara takılarak bir yere varılamayacağına bir kez daha anlamak lazım. Bu yaşımda ölümü dilemeyeceğim bu yaşımda benim için gelen mucizeleri bekleyeceğim.. Kendime verdiğim en büyük hediye yazılarımdır. 
Hoşgeldin 22. yaşım yaşadığım her kötü anıyı göz yaşlarımı ve acılarımı seninle silmeye başlayacağım ee bir yerden başlamak lazım.. Artık kendimden nefret etmiyorum artık kendimi seviyorum çünkü bir şeylere başlamak için kendinle barışmak lazım azizim kendi sevmek lazım ve ben buna geç kalmış olsam da yapmak istiyorum..
Kendime verdiğim en büyük hediyemle bu yazımla başlamak istiyorum
NE OLURSA OLSUN İYİ Kİ DOĞDUN VE HER YAŞIN SANA MUCİZELER GEİTRSİN GEÇMİŞİN DE CANIN ÇOK YANSADA SEN GELECEĞİNLE KENDİNE MERHEM OLABİLİRSİN ÇÜNKÜ SANA SADECE SEN YARARSIN..
22 notes · View notes
siirvar · 4 years
Text
‘Ah’lar Ağacı
1- Bir ilaç içsem bari diye düşündüm, Biraz kolonya sürünsem, Ferahlasam, pencereyi açsam. Şöyle bir şey yazdım sonra: Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde. Berbattı, Bir şiire böyle başlanmazdı.
İç ses diye söylendim, Ardından Yıldırım Gürses... Aptal aptal güldüm bir de buna. Ayşecik vazoyu kırıyor Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına. Yapıştırsam da parçalarını hayatımın Su sızdırıyordu çatlaklarından. Karnabahar kızartmıyordu asla Başrolde kadınlar.
Güçlü bir el silkeledi beni sonra Sanırım Tanrı’nın eliydi. Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan. Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi, Çok şey görmüşüm gibi, Ve çok şey geçmiş gibi başımdan, Ah...dedim sonra Ah!
İç ses, diye söylendim Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya: Tanrım bana hiç erimeyen, Kırmızı bir bonbon şekeri yolla. Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik Kardeşimle kendimize durmadan, Olmayan çayları, Olmayan fincanlardan içerdik. Olmayan kapıları açardık, Olmayan ziller çaldığında. Siyah papyonlu olurdu mutlaka Resim defterimizdeki damat. Yedi günde yarattığımız dünya Mutlu olurduk pastel koksa.
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya: Olanlar oldu tanrım Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar Kapının arkasında yokum demiştim Ve divanın altında da. Bulamazsınız ki artık beni, Hayatın ortasında. Kaybolmak istemiştim bir zamanlar Beni kimse bulamazdı Tanrı’nın arkasına saklansam. O Kocamandı, en kocamandı o. Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
Bir zamanlar kendimi Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım. Kaç metredir benim yokluğum? Benden daha çok var sanmıştım. Benim yokluğumdan dünyaya Bir elbise çıkar sanmıştım. Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan Sonunda ben de alıştım. Ah...dedim sonra, Ah!
Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, İçim sıkılmasa o kadar Tek bir satır bile okumazdım. Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı Bir derdi var derdim. Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim. Ninni derdim, ninni bebeğim! Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini. Plastik gözkapaklarının ardında, Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin, Gözyaşları da. Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına. Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı, Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
İnsan çıtır ekmeği ısırdığında, Kırıklar dolar kucağına, İşte orası umudun tarlasıdır. Ve orada başaklar ağırlaştığında, Sayısız ah dökülür toprağa.
İç ses, diye söylendim Ve ah dedim sonra, Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.
Dallarına salıncak kurardı çocuklar, Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar. Meyveleri tatsızdı Eski bir lanetten dolayı Herkes dişlerdi acı meyvelerini, Ve herkes söverdi ona. İsmini yazardı herkes onun bağrına, Ah derdi o. Ah!
Bıçağın ucundaydı insanların hafızası ‘İnsan unutandır ve insan unutulmaya mahkum olandır.’ Tanrı şöyle derdi o zaman: Ah!
Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım, Ulaşılamazdı, Sen sarılmak istesen ona, O sana sarılmazdı. Ne çok dikenin vardı Tanrım! Ne çok isterdim, Sana sarılamazdım. Ve şöyle derdim o zaman: Ah!
Ahlat ahların ağacıydı, Yaşlanmaya başlayanların, İtiraf edilememiş aşkların, Evde kalmış kızların. Ahlat ahların ağacıydı, Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse, Öyleydi işte.
Ve etimoloji Eti’lerden kalma Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam. Ve yanılmıyorsam yalnız insanların, Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman. Mesela o zamanlar Mutsuz olduğunda insanlar, Yok olurmuş bazı dakikalar.
Gülümsedim o sıra, Bazen sevinirim, Sevinmek nedense hep yedi yaşında Ve ah... dedim sonra, Ah!
Bazen ah diyorum durmadan, Şimdi ben ahlatın başında, Otuz iki yaşımda. Ahlar ağacı gibi. Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma, Mavi, mor, kırmızı ve yeşil, İstedim, hep istedim, Sen iste derdim, iste yeter ki Vereyim. Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım, Eksikli yaşamaktan. Ahlar ağacıyım, gibisi fazla. Başka bir şey istemem Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma, Hesabımı vermekten başka.
Vasiyetimdir: Dalgınlığınıza gelmek istiyorum Ve kaybolmak o dalgınlıkta.
At arabasıyla kağıt toplardı Her sabah çingene kadınlar. Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar Şaşırırdım Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?
Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı. Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,
Yeniden doğmuş olurdum oysa, Öldüğümü sandıklarında, Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.
Vasiyetimdir: En güçlülerinden seçilsin Beni taşıyacak olanlar. Ahtım olsun, Yükleri ağırlaşsın diye iyice, Tabutumun içinde tepineceğim.
2- Bir göl vardı evimizin karşısında, Mavi gözleri olan, Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.
Ya siz, Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat? Nasıldı Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?
İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç Annem sevindiydi hatırlarım. Ah demişti. Ah! Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona. Annem çok sevinmelerin kadınıydı. Bazen sevinince annem gibi, Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına. Annem çok sevinmelerin kadınıydı, Sıcak yemeklerin. Başına diktikleri o taş, Ne zaman dokunsam soğuktur oysa. Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.
İç ses! Bu bahsi kapa!
Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim. Çoktandır öksüz olan mutfakta Buğulandı ve ağladı camlar, Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla. Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım, Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara, Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca, Sanki biraz rahatladım. Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki, Artık kimse mutsuz olmayacaktı. Ah...dedim sonra, Ah! İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta, Aynı vampir gibi çıkacağız. Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca, Sanki biraz ferahladım. Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım: Hala aç mısın?
Bir tren geçti yine tam o sıra Ustura gibi kara, Düdük çala çala, Geçti şiirimin ortasından. Kes şunu dedim, kes artık! Oldu olacak, Kan kardeşi olsun ruhumla yollar. Merak ederdim, Kesik başları ve sarı ışıklarıyla Nereye gider bu insanlar? Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce Bir kara yılan gibi, Bilemezdim menzil neresi?
Ah...dedim sonra Ve acilen makas değiştirdim. İç ses, diye söylendim, Raydan çıkma bundan sonra.
Kuyruk sallardı, annemden kalma maaşım her üç ayın sonunda. Sevinirdi, Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim. Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla, Muhabbet ederdik kuyrukta. Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin, Fötr şapkalı kelimeleriydik, Çürük dişlerimizle bizler, Dökülmüş harfler gibi kelimelerden, Saf ve pembe gülümserdik. Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik. Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik, Neden hep aynı yerdeyiz, Hayattan söz edilirdi, Zor denirdi, Ve ardından susulurdu mutlaka.
Fötr şapkalı amcalardan biri Ah derdi sonra, Ah! Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.
3- “Bir Arap şairi şöyle demiş, Savaşta yenilen halkına, Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”
Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi, Sorardı: Daha yazacak mısın? Hayır derdim, Artık yazmayacağım. Ama şöyle denir: Kılıç çeken kılıçla ölür. Ama şöyle denir: Kaderden kaçılmaz.
Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan. Yıllarca biriktirdim rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında. Aşık olduğumda, Çikolata kokardı kırmızı yazgım. hayatıma hayat diyemem artık. sarı yazgım her sonbahar onu biraz daha fazla, ömür yaptı. Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.
Kara yazgımı şimdi kim bilir Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım? Ah.. dedim sonra Ah!
İç ses, diye söylendim, Başımda rüzgar vardı Başımda uğultular... Kalbim usulca kıpırdardı Ve ses çıkarırdı dokununca Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki Bir başkası olsa. Başımda rüzgar vardı, Yine esiyordum Hızla dönmeye başladı kalbim Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki Bir başkası olsa. Başımda uğultular... Fırtına çıktı sonra, Yaşadığını anladı kalbim, Böyle yaşanamaz derdi Bir başkası olsa.
Bir zamanlar meydan okumak isterdim. Kaç meydanını okudum da bu hayatın. Yalnızca iki harfini öğrendim: A H!
Ah benim nergis kokulu cehaletim... Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda Anlatmak isterdin kendini durmadan Bir bardağa bile olsa. Ne diyecektin, ne söyleyecektin Şairlerin şahı olsan, Bir AH’dan başka. Ah benim nergis kokulu cehaletim Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin. AH!
Güçlü bir el silkeledi beni sonra Sanırım tanrının eliydi, Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan, Çok şey geçmiş gibi başımdan Ah dedim sonra, Ah!
İç ses, diye söylendim. Gel! Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.
Vasiyetimdir: Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...
Didem Madak
10 notes · View notes
Text
Tumblr media
⭐ ⭐ ⭐ ⭐ ⭐
Sosyal medyada gördüklerim beni öylesine korkutuyor ki "nereden başlayacağım Ya Rabbi" diye evhama kapılıyorum yazacağım zaman. Çünkü kadınlar ruhsal problemler içinde boğuluyorlar.
Bir kısmı sunum delisi olmuş, sürekli bardaklarının tabaklarının resmini çekiyor ve samimi aile pozları veriyorlar...
Ev kusursuz, halılar perdelerle uyumlu evde 2-3 yaşlarında çocuklar olmasına rağmen derli toplu bir ev...
Lakin suratlar asık, yüzler ve bakışlar ev kadar kusursuz değil!
Mesela;
Çocuk olan ev nasıl dağınık olmaz?
Neden böyle resimlere aldanıp zulmediyorsunuz çocuklarınıza?
Zaten sizin gibi sokaklarda oyun kuramıyorlar. Beton içine gömülmüşler. Park olsa dahi istismar korkusundan koşup oynayamaz hale gelmişler... Birde siz evde bu yavrulara yer açmazsanız ilerde bu çocukların nasıl bir psikoloji içinde olacaklarını tahmin edebiliyor musunuz?
O zaman ne viledalar, ne koltuklar, nede misafir takımları yardımcı olmayacak size.
Siz modası geçecek eşyalar,
temizlenecek parkeler için çocuğunuzun karakterini bozuyor, geri dönüşü olmayacak hatalar yapıyorsunuz.
Ben bu tarz resimler gördüğümde; aaa ne güzel sunum demem de,
üzülerek bunları düşünürüm inanın bana... Şahsen ben evli olsam eşim ve çocuğumla mutlulukla yemek yerken aklıma gelmez sanırım bunun fotoğrafını çekmek ve sosyal medyada paylașmak ...
Mutluyken, o ânıma odaklanırım.
Çünkü inanırım ki müze gibi evlerde, mutlu aile olunmaz.
Bir kaba bir çok el uzanmadıkça samimiyet aranmaz..
Oysa şimdi insanlar bırakın aynı kaba el uzatmayı, birbirlerinin yüzlerine dahi bakmıyorlar.
Misafirlikte dahi herkes telefonuyla alâkadar...
50 yaşındaki online okey oynuyor,
kadınlar instagramda,
çocuklar sonu bunalıma/intihara/isyana giden sitelerde.
Sonra önlerine bir tabak geliyor;
Kurdaleyle bağlanan bisküviler, değişik biblolar içinde çerezler, aman ayıp olmasın diye hazırlanmış en az 10 çeşit sunumlar...
Az evvel birbirinin suratına bakmayan o insanlar hemen tabağın resmini çekip üzerine kalpler koyup mutlulukla paylașıyorlar bunu... Tabi bu arada
"misafir gelecek evi kirletmesin" diye bir odaya tıkılmış çocuklardan biri hayatının hatasını yaparda o tabağın resmi çekilmeden elini uzatırda kalp şeklindeki kısırı bozarsa vay haline!
Çocuğun onuru varmış, yaramazlık onun fıtratında varmış kimin umurunda?
Birazdan işkembeye dönüşecek o sunum, çocuğun haysiyetinden önemli oluyor bir anda.
Çünkü iki saat uğraştı onları kurdelaya sarmak için!
Çocukta bu arada tablet karşısında youtubede videodan videoya geçiş yapıp binlerce subliminal mesaja maruz kaldı.
Ama sunum önemli..!
Sonra bir anda telefonun şarjı bitiyor,
wifide yok zaten ve misafirlik sona eriyor...
Korkunç bir durum değil mi bu?
Allah aşkına biz ne yapıyoruz kendimize?
Biz ne yapıyoruz neslimize?
Biz ne yapıyoruz DİNİMİZE!!!
Bir kaç övgü için yaşıyoruz hemde robot gibi!
Kocasının beğenip beğenmemesi umrunda değil instegramda bir çok like aldı ya o yeter!
Hanımlar böyle hayat mı olur?
Olmuyor ki zaten!
Herkes ruh hastası, herkes depresyonda, herkes şeker gibi antidepresan tüketiyor.
İnanın bana bu hamur çok su alır lakin şimdilik sonlandırmak istiyorum.
Son olarak;
-Allah size, sarmanızın inceliğini değil, o misafirlikteki haremlik selamlığınızı soracak.
-Kocanıza, evin metrekaresini değil karısının haram erkeklerin önünde çay doldurmak için eğilip kalkmasını soracak.
-Kekin lezzetini değil, mutfakta sizi beklerken youtubede ziyan ettiğiniz çocuğunuzun hesabını soracak...
Vel hasıl;
biz Allah için, ailemizin saadeti için değilde 3-5 beğeni için yaşadıkça
hem dünyamızı
hemde ahiretimizi kaybedeceğiz...
Gelin bu yolda ziyan olmayın..
Sizin binbir zahmetle yaptığız fakat yorgunlukla,
azarla,
asık suratla yedirdiğiniz yemek çok lezzetli olsada ŞİFA olmuyor ailenize...
Gerekirse bir tas çorba getirin sofraya, lakin gözlerinizin içi gülsün sevdiklerinize...
Yemekten çok muhabbetle doyulsun sofranızda... 💕
Sevdiklerinizle birlikte
huzur muhabbet așk dolu
mükemmel akșamlar sizlerin olsun... 🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
23 notes · View notes
Text
Yalancının sahnesi yalnız kalana kadardır
Niye moruk niye? Neden inanıyoruz? Neden bazı şeylere inanmak zor geliyor? Bu dünyadaki en büyük savaş hatırlamak ve unutmak arasındadır. Aynı oranda da en büyük antlaşma inanmak ve kabullenmek arasındadır. Sonu gelmiyor kardeşim. Geberip gidene kadar sonu gelmiyor bu durumun. Çünkü gördüğüne inanmak daha zor geliyor. Görmediğini kabullenmek de aynı bağlamda daha kolay. Kaybedene kadar kabulleniyorusun, kaybedince de Anıtkabir nöbet değişimi gibi bir nizamda duygu değişikliği oluyor ve kabullenmek yerini kendini inandırmaya bırakıyor. Ama doğruya değil. Başka bir yalana. Evet dostum, belki de kendine yapacağın en büyük iyilik bir yalana sığınmak ya da inanmaktır. Tarifsiz duygular yaşadın mı hiç? Ben uzun zamadır yaşıyorum. Şimdi nasıl desem, hani uzaktan bir yemek görürsün ve canın çeker ya, sonra tadına bakarsın iğrençtir. İnsan boku gibi düşün moruk. Kokusu dayanılmazdır fakat sen yaparsın onu ve rahatsız etmez seni bakmak. İşte bu ikisinin tam tersi duygular yaşıyorum. Yalan söylüyorum, inanmıyorum, inandıramıyorum ve sonunda da hep yalnız kalıyorum. Bir ara yalnız kalmak için çabalarken şimdi canımı yakıyor yalnızlık. Yalnızlık ne pis bir şey be oğlum. Kanser gibi, veba gibi, kaza gibi ve hatta ne yaparsan yap seni öldürmeyen intihar gibi. Hepsi aynı yani. Şimdi sana arasındaki bağları anlatırdım ve sonunda da "haaa harbi la böyle evet" dedirtirdim ama uğraşamam amına koyim. Düşün ve anla. Ya da şöyle söyleyeyim, aynı ateşe elimizi sokarsak belki aynı şekilde bağırırız ama senin tarifin farklı olur. Bu da böyle işte. Aynı tarifi hissedersin diye açıklamıyorum. Bu ulvi görevi sana bırakıyorum. Eninim ki yaparsın. Her neyse. İnsanın kaçtığı ve merak ettiği şeyler genelde aynıdır. Ben hayatım boyunca hep saçma sapan şeyleri merak ettim dayıcım. Ama bunlar beni yaraladı. İnsan en büyük darbeyi iyi bildiği ve öğrendiği şeylerden yerken fark ediyor aslında her şeyin yalan olduğunu. İllüminaticilerin, tasavvufçuların dediği veya filmlerde duyduğun şeyler gibi değil bu yalanlar. Kendi içinde ağzını kapatırken o tarifsiz duyguların, görmezden geldiğin ve sırtını sıvazlayandan bahsediyorum. Yalan! Merhaba. Bugün yalan hakkında bir şeyler yazacam ama ne kadar iyi olur bilmiyorum. Konuya nasıl girilir onu da bilmiyorum. Çünkü planlı yazmıyorum buraya. Hani yazacaklarımı düşünüp, kurgulayıp ve birkaç deneme yapıp yazmıyorum. İnancın olsun yazıp yazıp silmiyorum da. Çünkü burası bana çok samimi geliyor. Çünkü hiç bilmiyorum buranın orospuluğunu. Fark ettiysen sadece yazı arşivi var burada, sağ üstte. Ne kaç kişi girmiş tabelası, ne benimle iletişime geç sekmesi, ne de başka bir şey var. Sadece yazıyorum moruk. Bu kadar. Biliyorum yüzlerce kişi okumuyor ama ben bunu bilerek yazıyorum. İşte asıl içtenlik bu. Seyirciye oynamamanın verdiği huzurla yazıyorum. Özgün ve konuşma üslubumla yazmaya çalışmak dışında hiçbir sikimsonik tribe girmiyorum. Zaten ne gerek var ki öyle hareketlere? Samimiyet diyorum ya, ben onu cami hocasının yağmur yağarken saklanmamıza kızıp "rahmet yağıyor evladım, insan rahmetten kaçar mı hiç?" dedikten sonra camiye girdiğinde, utancımızı belli etmemek için saklandığımız yerden çıkıp gülerek ıslandığımızda ve koşmak yerine o yağmurun altında top oynadığımız zamanlarda bıraktım kuzen. Çünkü bu sözü diyen herkesin şemsiyesi vardı. Afrika hariç amına koyim! İşte böyle şeylere inanan çocuklar yalana da inandırmayı çok profesyonel şekilde yapabilir. Kendini kandıranların yüzüne gülümsemeyi de! Babam, ben 15 yaşındayken köpeğimi götürdüğünde de ona inandım ben. Hiç suçlamadım. Neden yaptın diye bir kere sordum sadece. Didiklemedim. Hani Chuck Palahniuk, "babalarımız tanrı modelidir" diyor ya, harbiden öyle lan. Ona inancını kaybederse tutunamıyor bir daha. Her neyse ya. Aklıma geldi yine garip oldum. Ben samimiyet kelimesi geçen hiçbir söze inanmak istemiyorum kuzen. Çünkü içtenlikle söylenen her söz, duyan kişi için yıkımdır. Bunu Kurtlar Vadisi dizisinin bitmeyen bölümlerinden çok yaşadım. O nedenle "tüm kalbimle söylüyorum", "samimi söylüyorum", "ciddiyim bak" tarzı başlayan cümlelerin amına koyim. Hepsi psikoloji kurtarma çabaları sadece. Sene 2012. 4 Şubat günü bir işe başladım. 8 Şubatta da dövme yaptırdım. Mecburiyetten. Hani Osmanlı döneminde kardeşini öldüren şehzade Selim vardı ya, işte onun gibi kulağıma küpe olsun diye yaptırdım ben de. Bir daha aynı boku yemeyeyim diye. Ama yedim moruk. Vallah bak. Hala da yiyorum. İnanıyorum. Allah, ayetine "kahrolası insan ne kadar da nankördür" yazdırmış ya, ben de aynını koluma yazdırdım. Askerden gelince en büyük kazığı 5 yıllık sevgilimden ve 23 yıllık kuzenimden yedim. Aynı anda hem de. Bir sene sonra da farklı bir kazığı yine dayımın oğlundan yedim. O kadar içten ve samimi bir kazık yedim ki anlatamam. Hani tarifi olmayan duygular dedim ya yazı başında, bu duygunun ismini bile koyamam. Kürtaj edilen bir duyguydu yaşadığım. Ama kızgın değilim. Ders sonuçta. Çünkü babamı kaybedersem bir gün; kime güveneceğimi bilmesem de, kime güvenmeyeceğimi biliyorum artık. Yalanı doğuran gizlilik, gizliği doğuran hata, hatayı doğuran insandır. Basit bir denklem. Önemli olan ders almaktır derler ya, üniversite gibi düşün hayatı. Alttan aldığın dersleri verirsen mezun olursun. Yani ölürsün. O nedenle inandığımız şeyler bizi sürekli yaralayacak. Biz tekar yapacağız. Tekrar yaralayacak. İnsanı ne öldürür diye sorsam herkes bir sürü şey der. İnsanı şüphe öldürür moruk. Bak şimdi aklıma ne geldi yazarken. Sene yine 2012 olması lazım. Bizim Hasan bir kadına aşık olmuş ama öyle böyle değil. Hiç görmediği birine. Sadece ses ve fotoğraf. O kadar aşık ki, son halife onun kadar iyi yayamaz dini. O derece sağlam duygularla bağlanmış görmediği birine. Ama aşk denilen illet böyledir ya; kadın, karşılık vermiyor buna. İnanmıyor. Öyle sikindirik bir durum işte. Ben konuyu bağlayamam ve konuya giriş yapamam genelde. Adamı teselli edeyim derken mercimek çorbasının tarifini verdim amına koyim. Çocuk bana inandırmaya çalışıyor, ben inandım diyorum ama yetmiyor ona. Çünkü insansın moruk. İnkar doğanda var. Ve yenilmek de. İnandıramadı Hasan da içindekini. Zaten hep böyle olur; içindeki en iyi görüldüğü zaman inanılmaz. Sonra noldu bilyor musun? Hasan başkası işe nişanlandı. Gözümün önünde haykırarak ağlayan adam, başkası ile mutlu olmaya çalıştı. Oldu da. Bak gerçekten inanıyorum oldu. Çünkü inanmak kendinle başlar. Yalana inandığın kadar doğruya inanamazsın. İnandıramazsın. Çünkü savunma mekanizması denilen soyut kavram bunun için var. Seni kurtarmak için. Enis abi hep şunu der, "kınama oğlum. Yaşamadan ölmezsin." Bu sözü nereden duydu bilmiyorum ama ben artık inanıyorum. Vallah. Şimdi nereye bağlayacağım iyi oku. Hasan'ın tersine ben aynı şeyi yaşadım. Hem de adama kızdığım ve asla yapmam deyip ters gelen durumun ikiz kardeşini yaşadım. Kimin sözüydü hatırlamıyorum ama "dert sik gibidir, büyüğü kendine zannedersin." sözüne inanıyorum artık. Çünkü herkes japon yarağı gini olan derdini zenci siki gibi anlatmaya bayılır. Hatta yuh amına koyim dersin ve şükretmiş gibi yaparsın. Her neyse. Ben de aynı yılın sonunda aynı tarz şeyler yaşadım ve teselli edecek, anlatınca inandırcak, hatta elimden tutacak kimse yoktu. Önce kabullendim, sonra inandım. Kendi kafama silah dayayıp boş mukaveleye imza atan yıldız futbolcu gibi hem de. Sonra o antlaşmayı yırtıp en büyük savaşı içimde yaşıyorum. (Bknz. Unutmak ve hatırlamak) Çok kötü bir şey lan yalana inanmak, inandırmak, inandırılmak, inanmak zorunda kalmak... Esbap sükut etmesi durumunun sonsuz tekrarı. Rol yapmadan yaşamak. Kim ne yazarsa yazsın, herkes yaşadığından çok başkalarına yaşattığını yazıyor. Ben kendime yaşattıklarımı yazsam dersin ki; "senin ruhuna yaptığını ne Hitler Yahudilere yapmış, ne de İbrahim putlara." Her şey yalan dostum. Yaşadığın her şey. Kullanılmış bir hayata sahipsin. Burununu silip katladığın ve temiz tarafını dışarıda tuttuğun mendilden farksız hayatlara sahibiz. Rol yapmak niye? Bebek lakaplı arkadaşım öyle bir kızla beraberdi ki, herkes arkasından gavat diye konuşurdu. Bunu bildiği halde devam ederdi. Kız o kadar acıtırdı ki bu elemanı, sadece bana anlatırdı içini. Ciddiyim bak. Amına koyim inandırmak zorunda değilim sikime inan, inanma. Her neyse. Ayrıldılar kuzen. İlk defa birine "Neden?" Diye sordum. Cevabı da onun ağzından yazıyorum aşağıya. "Annesi istememiş benle beraber olmasını Cihan. Sevmemiş beni. Ulan sanki herkes peygamber torunu da bir ben orospu çocuğuyum amına koyim. Ama bir şey diyeyim mi, beni kızına layık görmeyen o annesi kızının ne mal olduğunu bilse acaba ne yapardı? Hiç öyle bakma oğlum arkamdan konuşulanları biliyorum çocuk değilim, 30 yaşında adamım. Ama kapattım kulağımı lan. Arkadaşlarımla konuşmadım icabında. Lan sıf canı çekti diye gece gece işten çıkıp istediği yemeği aldım lan. Ama bunları ona demedim, diyemedim. Sırf evlenip boşandım diye laf yapan annesine 'senin kızın çok mu temiz amına koyduğumun karısı' da diyemedim. İçime attım lan hep. Belki beni sevmemiştir ama mutlu etti ya o bile yeter lan. Ki kendi de söylemese sevdiğini bırakmakla belli etti sevmediğini. Aklım almıyor lan! İnsan sevmediği ile nasıl beraber olur amına koyayım. Dün gibi lan. Daha dün sesini duymadan uyumadığım insan şimdi yaşıyor mu bilmiyorum. Çok koyuyor be. İnsanın yaşamaya devam etmesi için temel ihtiyaçları vardır ya, yemek, su, hatta oksijen. Elini tutunca karşılanıyordu tüm ihtiyaçlarım. Yemin ederim. Lokantada yemek yerken bile dizin dokunsun bana derdim. O derece lan. Peki ya şimdi? Amına koyayım ulan içimi sikiyor çektiğim her nefes." Anlıyor musun kardeşim? İnsan neden yalana inanmak ister bilyor musun? Bilmek ister misin? Huzur için amına koyim. O birkaç saniyelik huzur için! Yazının zirvesinde "ben peygamberim dersem ne yapardın?" diye sormuştum ya. Ne yapıyorsan onu yapmaya devam et. İnandığın her şeyin bir gün yalan olabilme ihtimalini düşünmeden ve sorgulamadan. Anı kurtarmak için devam et yalanlar söylemeye ve inanmaya... 22.8.2020
6 notes · View notes
Text
1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.
Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.
İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!
İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!
Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.
İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.
Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o.
Ah!
Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!
Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!
Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.
Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.
Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah... dedim sonra,
Ah!
Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.
Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.
Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.
At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?
Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,
Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.
Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.
2 notes · View notes
ardilsizhikaye · 5 years
Text
Tumblr media
V. Gün
İçimde kalandın, sevgilim. İçime dert olandın. Yüreğimde ağırlık, nefesimi tıkayan ukdeydin.
Ama en çok da keşkemdin.
En güzel gülüşünle karşıla beni/ İşte geldim yanına yorgun ve yitik/ Yılmışım, yıkılmışım, kahrolmuşum / İçimde tarifsiz bir gariplik
Bu dünyada hiçbir hikaye yarım kalmaz, derler. Zamana sıkışmış bir sevgi, anonim kehanetlerden nem alır, altın çocuk. Kahve falından tut, orada burada söylediğin ya da yazdığın şeyleri kendime yormaya kadar. Boğazdaki ukde, yüreğe uzanan bir halattır, ne zaman umudun kokusu sinse zihne yürek o halatla ağza gelir.
Sandım ki tanıdık bir yüz göreceğim karşımda nasılsa. Gözlerin tanıdık, ellerin ve yüreğin de öyle. Korkmama gerek yok, endişe etmeme gerek yok. Heyecanlanmam sandım, hareketlerimi sabırsızlığıma bağladım. Sana hiperaktiviteden dedim. Oysa beni hareket ettiren sendin, tıpkı bir mıknatısmışsın gibi.
O ilk görüşüm seni, kalabalığın arasında kendi kendine hafif sola dönen vücudum ben daha görmeden seni karşılamıştı. Gözlerin beni ararken hafifçe büyümüş gibiydi. Sanki beni çok daha uzun süredir arayıp bulmuşsun gibi. Kollarımla seni sardım, kalabıkta yarım kalmış bir yutkunma gibi. Gerçek olduğundan emin olurken seni incitmekten korkarak, hafifçe tutundum beline.
Anlamaya çalış bir şey sormadan /Yaklaş yanıma, gözlerime bak/ Dağıt saçlarını çocuklar gibi/ Sonra başını omuzlarıma bırak
Heyecanım evin yolunda biraz olsun diner sandım, içimde fırtınalar esiyordu. Senden ayrı olduğum günlerin takvimlerini yüzüme vura vura, yüzümü tırnaklaya tırnaklaya. Dinmedi, her nefeste sana yaklaştım. Tramvayda sanki sarhoştum, sağında oturuyordum. Gözlerim yeni olan her şeyi, yüreğim seni gözetliyordu. Çok tanıdıktın, aynı kokuyordun. Sesin aynıydı, yüzün çocuksu pırıltısını koruyarak olgunlaşmıştı. Avucun ilk sarılmadan yerini, belimdeki derin çukuru bulmuştu. Senden beri ilk kez yeniden ısınıyordu tenim.
Dertliyim, kahırlıyım, efkarlıyım/ Ağır, çaresiz hüzünlerle geldim sana/ Birlikte ömür boyu yaşayacağımız/ Perişan gecelerle, günlerle geldim sana
Bedenim bedenine, başım omzuna yaslandı. Sakallarını saçlarımın üzerinden hissedebiliyorum. Kızıl gölgeli kumral sakallarını da çok özlemiştim. Ama bakamıyordum, görerek ezberlemek kolaydı. Ben gözlerim kapalıyken seni görmek istiyordum. Hayat bulan dallar gibi güçlü sakallarının kendini hissettirdiği yerden alev alıyordum: Baştan aşağıya. Çok uzun bir süre yabancı, adi cam şişlerde aradığım kokun boynunun ılıklığından bana ulaşıyordu. Ateşi olan bir hastanın başına koyulan süngerden taşan su gibi, ilacımdı. Belli belirsiz hatırlardım parfüm kullanmadığını, tıpkı babam gibi. Kullanmanı dilediğim geceler boyunca hatrımda geri getirmeye çalıştığım güzel kokun herhangi bir şişede bulamayacağım, herhangi bir şişede tutulamayacak kadar nadideydi. Tıpkı senin gibi, biricikti. Taklidi kendini ele verirdi. Omzuna yasladığım başından duyabiliyordum yüreğinin ritmini, tramvayın kuru gürültüsünü bastıran, duyduğum en güzel melodiydi. Ninni gibi. Kaskatı vücudum karıncalanıyordu. Parmaklarına kenetlenmiş parmakların hareket ettiğinde kıvılcımlar görüyordum, iki çakmak taşından farkımız yoktu. Dudakların saçlarımın başladığı çizgiyi mühürlediğinde iç geçirdim, hayat veriyordun. İyi misin, çok mu yoruldun derken üzerime titreyen halin, dalgalanan sesinle birlikte sonum olacaktı, elimle tutmasam kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Yeri ve zamanı yitiriyor, gerçeklikten uzaklaşıyor gibiydim. Ama her şey hiç olmadığı kadar berraktı. Uzun zamandır hiç olmadığım kadar hayattaydım.
Paramparça hayallerim, umutlarım/ Ne kalmışsa içimde kırık dökük/ Al, yeniden yarat beni, ayıkla arıt/ Baksana, bütün ışıklarım sönük
Evin kapısını açarken, yüreğimin kapılarını da açtığının farkında mıydın emin değildim. Asansördeki sarılışımızın hatrı kalmıştı. Ağır ağır hareket ediyordum, suyun atlındaymışım gibi. Evin eşiğinden kucağında geçirmek üzerine bir espri yapmıştın, gülerek. Bu o evin kapısından ilk kez geçen çiftler için geçerliydi. Oysa ben daha bu sabah bu kapıdan çıkmış gibiydim, her şey tanıdıktı. Ezberime kazınan, belleğimi bereleyen göçebiliğin tozu üzerimden uçup gitmişti, tek nefesinle. Ev, dedim. Olmam gereken yerdeyim. Üç adım, iki kalp teklemesi... Kalbimin somutlamasını gördüm. Gül yaprakları, mumlar ve şarap. Sen buna şaşırdım sandın, senin romantik olmaktan uzak olduğunu düşündüğümü söylediğim için. Oysa en küçük cümlen beni mutlu etmeye yeterdi, bir şeyler yapman gerekmiyordu. Kendin olman yetiyordu bana Altın Çocuk. İkincildi benim o şaşkınlığım. Sana döndüm, mutlulukla. Saf, gerçek mutlulukla. Ne olduğunu anlamadan senin kollarında buldum kendimi. Yapmıştın işte yine yapacağını.
Pelte pelte karanlığım koyu, zifir/ Göklerin üstüme abandığı gecelerdeyim/ Dinle, sana bir şarkı söyleyeceğim özlem dolu/Dinle, bütün çalgıların sustuğu yerdeyim
Önce güller açtırmıştın içimde. Gözyaşı izleri gibi akmış, çelimsiz matem mumlarını nefesinle söndürdün. Yanıklarımdan arındırdın. Yerine ilkyaz kokan uzun mumlar koydun. İçimde geleceğin yaşgünlerinin, yıldönümlerinin ve romantik gecelerin mumlarını yaktın. İçimde yıllanmış, olgunlaşmış aşkından sarhoş ettin. Yere düşen kıyafetlerden farkım yoktu, çözünmüştüm. Ketum halim karşında erimişti. Kendini ifade edemeyen, kalabalıkta kekeler gibi kalan sarılmamız dile geldi. Tam da istediğim gibi sarıldın bana. Kolların yerini buldu, kaburgalarıma bütünleşti. Soluğum kollarına çarpıp bana döndü.
Oysaki sen aradığım, bulduğumsun benim/ Oysa ki bu en güzeli kavuşmaların/ Bakma şimdi böyle kahırlı olduğuma/ En mutlu şiirleri söyleyeceğim sana yarın
Buz kesmiş, üşümüş yüreğim dudaklarının dudaklarımı bulmasıyla alev aldı. Aramızdaki kıvılcımlar, mutluluğun ve umudun kayıp külllerini buldu. Alev aldık sevgilim. Ezici bir kuvvetle beni öpüyordun. Soluğundan soluk katıyordun. Yıllardır bir uçurtma gibi bedenimden uzakta incecik bir ipe bağlı asılı duran ruhum bedenime geri döndü. Artık kendimi uzaktan izlemiyordum, bedenimde olmak zor gelmiyordu. Çarpıntım kendini hatırlattı. Yorgun yüreğim koşuyordu, zıplıyordu, dans ediyordu.
Bundan daha mutlu olmayacağıma emin olduğum için tamam dedim kendi kendime, tamam eğer öleceksem genç yaşımda, şimdi ölebilirim. Çünkü bundan daha mutlu olamayacağıma inanıyordum. Mutluluğun bir zirve olduğuna inanıyordum. Yanılmıştım, yanıldığımı bana kanıtladın.
Mutluluk bir tırmanıştı. Sen her gün beni başka bir zirveye taşıdın. Mutluluk, seninle ufka bir tırmanış sevgilim. Asla ucu bucağı yok, tıpkı yüreğin gibi. Bizim kavuşma günümüz, o gündü.
Yeter ki mahşere dek beni özle beni sev/ Zamanların en ölümsüzünde yaşat beni/ işte geldim yanına alev, alev dopdolu/Al dilediğin gibi yeniden yarat beni
Kavuşma Günü, Ümit Yaşar Oğuzcan
Tumblr media
5 notes · View notes
yazamazokur · 5 years
Text
BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ (2008)
KHALED HOSSEİN
Tumblr media
Bu kitabı lütfen artık iyi birşeyler olsun diye,sayfaları çoğu kez öfke ile çevirip öyle hızlıca okudum ki ama yok gelmedi bir türlü o mutlu son, tıpkı topraklarının kaderi gibi. Yayınlamaya da bir türlü elim varmadı doğrusu, ama bugün o muhteşem gün batımına şahit olunca birkez daha aklıma düştü ve şimdi burdasin işte.
Tumblr media
Daha sonra büyüdüğünde, anladı. Meryem’in asıl içine batan, Nana’nın kelimeyi söyleme, daha doğrusu tükürme biçimiydi. 10
“Bunu öğren, kafana iyice sok kızım,” dedi Nana. “Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir. Her Zaman. Bunu hiç unutma, Meryem.” 14
Celil’le karıları için ben bir dikendim. Bir pelin otu. Sen de öyle. Oysa daha doğmamıştın bile. 15
Ancak, yabani otların aksine, benim yeniden bir yere ekilmem, beslenip sulanmam gerekiyordu. Senin hatırına. İşte, Celil’in ailesiyle yaptığı sözleşme buydu. 15
“Seni de rahatlatacaklar, Meryem co. İhtiyacın olduğunda onları çağırırsın; seni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmazlar. Tanrı’nın sözleri seni asla yarı yolda bırakmaz, kızım.” 25
“Senin gibi bir kızı okula göndermenin mantığı ne? Tükürük hokkasını parlatmak gibi bir şey. Hem o okullarda değerli hiçbir şey öğrenemezsin. Senin benim gibi kadınlara hayatta yalnız bir, tek bir marifet gereklidir, o da zaten okulda öğretilmez. Sadece tek bir hüner. O da: tahammül. Sabretmek. Katlanmak. “ 27
Bir erkeğin kalbi fesat, habis bir şeydir, Meryem. Bir ananın rahmine hiç benzemez. Kanamaz, sana yer açmak için genişlemez. 38
Erkeğin, o üst kat penceresindeki yüzü hiç aklından çıkmıyordu. Meryem’in sokakta uyumasına göz yummuştu. Sokakta. Meryem uzandığı arka koltukta ağladı. Doğrulup oturmak, görülmek istemiyordu Bu sabah, kendini nasıl küçük düşürdüğünden bütün Herat haberdardı sanki. 47
İyi ama ben nereye aidim? Şimdi ne yapacağım? 52
Sürekli seni düşünürdüm. Yüz yaşına kadar yaşaman için dua ederdim. Bilmiyordum. Benden utandığını bilmiyordum ki. 67
Ama Meryem’in asıl paniği, güneş batıya devrildiği zaman başlıyordu. Geceyi, Raşit’in kocaların karılarına yaptıkları şeyi yapmaya nihayet karar verebileceğini düşündükçe, dişleri takırdıyordu. 70
Bak gör, burayı seveceksin. Elektriğimiz olduğunu söylemiş miydim? Çoğu günler, her gece 73
Tandır’ın önündeki kuyrukta, yan gözle, çaktırmadan ona baktıklarını hissetti, fısıltıları duydu. Elleri terlemeye başladı. Onun bir harami olarak doğduğunu, babasına ve onun ailesine bir utanç kaynağı olduğunu biliyorlardı sanki. 79
Ama ben farklı bir cins erkeğim, Meryem. Benim geldiğim yerde, bir yanlış bakış, bir uygunsuz söz, kan dökülmesine yeter. Geldiğim yerde, bir kadının yüzü sadece kocasını ilgilendirir. Bunu daima hatırlamanı istiyorum. Anlıyor musun? 84
Her bir kar tanesinin, dünyanın bir yerinde haksızlığa uğrayan bir kadının ağzından dökülen bir ah olduğunu. Bütün bu iç geçirmeler gökyüzüne yükseliyor, bulutlar halinde toplanıyor, sonra minicik parçalara bölünüp sessizce aşağıya, insanların üstüne yağıyordu. 107
Gecenin gündüze dönmesini, günün geceye devrilmesini sağlayan sensin, ölümden dirim hasıl eden, canlıdan ölüm çıkaran sensin; senin her şeye gücün yeter; bağışladığın dayanma gücüyle kuluna destek olan sensin. 113
Komünistin ne olduğunu biliyor musun? Bu kadar basit bir şeyi. Herkes bilir. Dünya alemin bildiği bir şey. Ve senin haberin bile yok...Hih. Neden şaşırdığını bile anlamıyorum ya ,neyse." Bacaklarını sehpanın üzerine uzattı, ayak ayak üstüne attı, ağzının içinde, "Karl Marksist'e inanan kişi," diye geveledi. 115
Raşit'in onunla bu şekilde konuşmasına katlanmak kolay değildi; küçümseyen hor gören, alay eden tavrına, hakaretlerine, yalnızca bir ev kedisiymiş gibi kızın yanından geçip gitmelerine. Ama dört yıllık evliliğin ardından, Meryem korkan bir kadının neleri sineye çekebileceğini çok iyi görüyordu. Ve kendisi korkuyordu. Erkeğin değişken mizacından, bir anda alevlenen öfkesinden, günlük sıradan konuşmaları bile bir tartışmaya, bir er meydanına dönüştürme ısrarından ürkerek yaşıyordu; meseleyi bazen yumruklarla, tekme tokatlarla çözmeye kalkıp sonra da bulanık özürlerle geçiştirmesinden, bazen buna bile görmemesinden korkuyordu. 116
Bir toplumun kadınları eğitimsiz olduğu surece başarıya ulaşma sansı yoktur, Leyla. Hiç yoktur. 133
Bazı şeyleri ben size öğretebilirim. Bazılarını kitaplardan öğrenirsiniz. Ama bazı şeyler vardır ki, mutlaka görmeniz ve hissetmeniz gerekir. 170
Kabil hakkındaki su şiir bütün gün beynimde çınlayıp durdu. Saib-i- Tebrizi, yanılmıyorsam on yedinci yüzyılda yazmış.
Bu kentin ne çatılarını ışıldatan ayları sayabilirsin,
Ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi." 218
Bunlar hiç iyi düşünceler degil Meryem, seni mahveder. Senin hatan değildi. Senin sucun değildi. 229
Annenin nasıl yere yığıldığını, nasıl çığlık çığlığa haykırdığını, saçlarını yolduğunu anımsadı. Oysa kendisi bunu bile beceremiyordu. Doğru dürüst kıpırdayamıyordu. Tek bir kaşını bile oynatamıyordu. 237
Kişinin söyleyecek fazla sözü yoksa, susması evladır. 251
Bir arzum daha var, o da benimle sokağa çıkarken, burka giymen. Senin iyiliğin için, elbette; korunman için. En iyisi bu. 253
Leyla onun sarkık yanaklarını, kat kat olmuş göz kapaklarını, ağzını çevreleyen derin çizgileri inceledi. -o da bunlara ilk kez gerçekten bakar gibiydi. Ve ilk kez, karşısında bir hasmın suratını değil, dile getirilmemiş acıların, karşı çıkılmamış eziyetlerin, sessizce katlanmış bir yazgının tuzunu gördü. Burada kalırsa, yirmi yıl sonra, kendi yüzü de böyle mi olacaktı? 282
Daha önce Meryem böylesine hiç istenmemişti. Hiç kimse ona sevgisini böylesine riyasız, böylesine koşulsuz beyan etmemişti. 285
Azize Meryem'de hüngür hüngür ağlama isteği uyandırıyordu. 285
Sevgi, insana zarar veren bir hatadır; işbirlikçisi, yani umutsa tehlikeli bir yanılsama. 290
Bir kadının evden kaçmasının suç olduğunu biliyorsun degil mi, hemşire? Kaçtığın için hapse atılabilirsin. 301
Bir erkeğin evinde ne yapıp yapmadığı bir tek kendisini ilgilendirir. 302
Vatanımızın adı bundan böyle Afganistan İslam Emirliği’dir. Bunlar da bizim koyduğumuz, sizin uyacağınız yasalardır:
• Bütün vatandaşlar günde beş vakit namaz kılacaktır. Namaz vakti başka bir is yaparken yakalanan, kırbaçlanacaktır.
• Bütün erkeler sakal bırakacaktır. Meşru ölçü, çenesinin altında, en az bir sıkılı yumruk uzunluğundadır. Bu emre uymayanlar kırbaçlanacaktır.
• Bütün erkek çocukları turban takacaktır. Birinciyle altıncı sınıf arasındakiler siyah, daha yukarı sınıftakiler beyaz turban takacaktır. Bütün erkek çocuklar İslami kılıklar giyecektir. Gömlek yakaları düğmelenecektir.
• Şarkı söylemek yasaktır.
• İskambil oynamak, satranç oynamak, kumarın her türü ve uçurtma uçurmak yasaktır.
• Kitap yazmak, film izlemek, resim yapmak yasaktır.
• Evinizde kus beslerseniz, kırbaçlanacaksınız. Kuşlarınız öldürülecek.
• Çalarsanız, eliniz bilekten kesilir. Bir daha çalarsanız ayağınız kesilir.
• Müslüman değilseniz, Müslümanların görebileceği bir yerde dua etmeyin. Bunu yapanlar kırbaçlanacak ve hapse atılacaktır. Bir Müslümanı kendi dinine döndürmeye çalışan kişi, idam edilecektir.
Kadınlar’ın dikkatine:
• Evinizden dışarı çıkmayacaksınız. Kadınların sokaklarda amaçsız dolaşması caiz değildir. Dışarıya çıkarsanız, yanınızda mutlaka bir mahrem, erkek akrabanız bulunacak. Sokakta tek başına yakalanan kadın dövülecek ve evine gönderilecektir.
• Her ne şartta olursa olsun, asla yüzünüzü göstermeyeceksiniz. Dışarıdayken, burkayla örtüneceksiniz, aksi halde, şiddetle kırbaçlanacaksınız.
• Makyaj malzemeleri yasaktır.
• Mücevher yasaktır.
• Çekici, gösterişli giysiler giymeyeceksiniz.
• Sizinle konuşulmadan, konuşmayacaksınız.
• Erkeklerle göz göze gelmeyeceksiniz.
• Uluorta gülmeyeceksiniz. Gülenler, kırbaçlanacaktır.
• Tırnaklarınızı boyamayacaksınız. Boyarsanız, bir parmağınız kesilecektir.
• Kızların okula gitmesi yasaklanmıştır. Bütün kız okulları derhal kapatılacaktır.
• Kadınların çalışması yasaklanmıştır.
• Zinadan suçlu bulunursanız, taşlanarak öldürüleceksiniz.
• Dinleyin. İyi dinleyin. İtaat edin. Allahuekber 314
Leyla'nın o gece , saatlerce midesinin bulanmasına sebep olan da , Raşit'in söylediği her şeyin doğru olmasıydı. 320
Bir annenin yaptığı fedakârlıkları, nelerden vazgeçtiğini görmeye başlamıştı. Nezaket bunlardan biriydi. İçi sızlayarak Nana'yı, yaptığı özverileri düşündü. Nana onu yetimhaneye verebilir ya da bir hendeğe atıp kaçabilirdi. Ama yapmamıştı. Onun yerine, dünyaya bir harami getirmenin utancını sineye çekmiş, yaşamını Meryem'i büyütmek ve kendince, kendi usulünce sevmek gibi kıymeti bilinmeyen, teşekkürsüz bir göreve adamıştı. Ve sonunda, Meryem Celil'i seçmiş, Celil'i ona tercih etmişti. Edepsiz bir kararlılıkla ilerler, kalabalığı yararken, keşke Nana'ya daha iyi bir evlat olsaydım, dedi içinden. 324
Azize. Azize . Tarik gülümsedi, sözcüğün tadına baktı. Oysa Raşit ne zaman kızının adını söylese, Leyla bu seste hep bozuk, sakat bir tini hissederdi: hatta terbiyesizce. Azize. Harika bir isim. 389
Yemek masasında, aralarında manidar bir gülümseme geçiyor; sanki iki yabancı degil de, uzun bir ayrılığın ardından kavuşan iki eski dost gibiler. 427
Burası yuvamız degil Kabil yuvamız; ve orada öyle çok şey yaşanıyor ki, çoğu da güzel şeyler. Bütün bunların bir parçası olmak istiyorum. Bir seyler yapmak istiyorum. Katılmak, katkıda bulunmak istiyorum. Anlıyor musun? 439
Bu kentin ne çatısını aydınlatan ayları sayabilirsin
Ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi. 442
09.08.2019
8 notes · View notes
Text
Ah bu ben. Ah bu herşeyi açık açık yaşayan hallerim.
Dünyaya geleli neredeyse yarım asır olmak üzere.Okullar bitirdim,kitaplar okudum, çocuklar büyüttüm, öğrendim,öğrenmeye doymadım.Bunca zamandır farkına varamadığımız birçok şeyin üç beş yıldır farkındayım.
Çocuk denilecek yaşlarda birazcık fazla güldüğümüzde aa yeter . Bu kadar gülmenin sonu ağlama. Bak sonra iki saat ağlayacaksın derdi canım annem😢Sonra da güler yüzlü kızım benim diye severdi.
Nerede bir çokluk, abartı varsa kesin ardında sıkıntı vardır.Belkide o yıllardaki bu abartının ardında, anneye ve kardeşe mutlu görünmek ve onları mutlu etmekti.
Yok yok şimdilerde böyle değilim.Ağlamak mı istiyorum? Hüngür hüngür ağlıyorum.
Müşterilerim, danışanlarım, öğrencilerim hep merak ettikleri şey.Hocam siz hiç sinirlenmez misiniz?Ağlamaz mısınız?
Tabi ki bende hepsini yaşıyorum.Benim de duygularım var.Hem de dibine kadar yaşayıp arınıyorum.
Önemli olan bana bu duyguyu yaşatanın ne olduğunun farkına varıp önce onu kabule geçip daha sonra düşüncelerimden onu özgürleştirmek. Salıvermek...
İnsanca bir arınmadan sonra hiç birşey olmamış gibi hayatın akışına bırakıyorum kendimi.
Böyle olmayı öğrendi öğreneli, çevreme yakınlarıma da öğretmeye başladım ve bu benim işim oldu, aşım oldu🙏🏼
Bu yazıları koçluk sayfamda yazmıyorum.Burada bizbizeyiz. Beni tanıyan, seven, ve anlayanlar...
Hoş beni sevmeyen insanın olduğunu düşünmüyorum 😊Çünkü ben Yaradan’ın yarattığı herkesi seviyorum. Şükürler olsun aynı sevgi bana geri dönüyor🙏🏼
İnsan insanın aynası değil midir ?
Evet şimdi bu kadar şeyi neden yazdım.An itibarıyla blokaj olmuş duygularım beni boğdu.Onları atmalıyım. Yukardaki Karadeniz türküsü pek hoşuma gitti.
Bu blokajları yazarak ve türkü dinleyerek ruhumdan atabilirim ancak.
Bu duygulardan arınmazsak eğer depresyona gireriz. UNUTMAYIN!
Ağlayın, zırlayın ama atın!
Valla benim depresyona girme gibi bir lüksüm yok🤗
3 notes · View notes
Text
Kanser Olunca
Tumblr media
Hayatımın diğer dönüm noktaları ile ilgili bir yazı yazmadım da bu konu ile ilgili neden bir yazı yazma gereği duydum diye sordum kendime. Mesela EVLENİNCE veya ANNE OLUNCA, bunlar da başlı başına büyük olaylar tabi ama bir ölüm kalım meselesi değiller. Evet ben artık bir ölüm kalım meselesinin  içindeyim. 
Başa alalım, 17 Ocak akşamı tam yatmaya gidecekken, boynumdaki şişliği fark ettim. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Yeni miydi? Yoksa hep mi oradaydı? Neyse ne önemli bir şey olduğu kesindi ve hemen ertesi sabah doktora gidilmeliydi. Daha yatarken biliyordum ama; bu iyi bir şey değildi, evet bu kesinlikle bir kanserdi, öyle emindim ki, muayene ile testlerle vakit kaybetmeden direkt tedaviye bile başlayabilirdik, gel gelelim o işler öyle kolay değil sayısız testler, gidiş gelişler sonucunda 05.02.2019 tarihi itibariyle tedavim başladı.
Ah pardon hızlı gittim galiba! Daha uyumamıştım bile oysa, yatak sahnesinden devam o zaman. Şimdi düşünme vakti, şimdi hayatımın film şeridi gibi gözümün önünden geçmesinin vakti. Neyi yapamamıştım bu hayatta, neyi yapamadığım için gözüm açık giderdi veya neyi yapmış olsam huzurlu bir uykuya dalabilirdim? Mesela tarihe, dünyaya bir iz bırakacak kadar, adımı sonsuza kadar yaşatacak kadar büyük işler başarmış olsaydım, tamamlanmış mı olurdum? Hayır olmazdım. Dünyanın en önemli devrimini de yapmış olsam, en kötü hastalığa çare de olmuş olsam, dünyanın en güzel resmini ben yapmış olsam ya da en iyi kitap benim olsa; ölüm karşısında hepsi boş, hepsi kocaman bir hiç. Düşünüp düşünüp sadece tek bir anlam bulabildim bu hayatın içinde, o da bir ÇOCUK. Şu hayatta bırakılabilecek tek değerli şeyin bir evlat  olduğuna ve -çok şükür- bu yüzden mutlu olduğuma karar verdim.
Sonra derler ya, her günü son gününmüş gibi yaşa, oldum olası bunu düşünürüm; ne yapardım o zaman diye. Mesela yarın ölecek olsam, bugün yapmadığım neyi yapardım veya bugün yaptığım neyi yapmazdım? Soruya cevap bulabilmek için zamanı genişletirdim mesela gelecek hafta ölsem veya üç ay sonra ölecek olsam diye; ama ne fayda ki aklıma doğru düzgün bir şey gelmezdi. Ne yani evimi arabamı satıp seyahate mi çıkayım? Yok yahu çocuğuma bir şey bırakmak daha mühim sanki. Ölüme kendimi en yakın hissettiğim o gece de bu sorularıma bir cevap bulamadım ve sorunun aslında bir saçmalık bir demagoji olduğuna karar verdim.
Bir gecede ne çok kararlar vermişim değil mi? Ama sorular daha bitmedi. Kanser olmak için çok genç değil miydim? Daha çok erken değil miydi? Bu sorulara cevap vermem daha kolaydı çünkü hayır kanser olmak için asla çok genç değildim, bu hastalıkla boğuşan çocuklar ve hatta bebekler varken ben nasıl da utanmadan çok gencim diyebilirdim ki? Hem zaten her ölüm, erken ölüm değil miydi?
Peki ya neden ben? Bu soru da anlamsız, herkes kanser oluyor, neden ben olmayacaktım ki, benim ne özelliğim vardı ki? Bu soruyu da böyle savuşturduktan sonra belki de pek çok büyük acıyı yaşamadan öleceğim için sevinç bile duymam gerekli diye düşündüm. Allah’ım evladıma sağlıklı, huzurlu uzun ömürler versin o bana yeter.
Tüm bunlar beynimde şimşekler gibi çakıp dururken nihai kararımı vermiştim; ölümden korkmuyordum, kansersem de bunun için üzülmeyecektim. Gerçekten de o geceden beri hiç bir üzüntüm olmadı, tek bir şey hariç; eğer ölürsem oğlumun delikanlı bir erkek oluşunu, büyüyüşünü göremeyecek oluşum.
Bugün ise hastalığımın çok yüksek oranlarla kemoterapi ile iyileştiğinin bilinciyle ölüm düşüncesi aklımın ucundan bile geçmezken; iyileşince yapacaklarımın hayallerini kuruyor, oğlumla işim dolayısıyla çok erken ayrılışımızın acısını, her an dip dibe olarak çıkartıyor, böyle rahat bir kemoterapi geçirmemi sağladığı için Allah’a binlerce şükrediyorum. Allah’a şükretmişken; gözümün içini gözleyen, beni nasıl koruyacağını şaşıran “Canım Annem”, Allah seni ve babamı başımızdan eksik etmesin inşallah, duyar duymaz yerinde duramayıp koşturup gelen sabahın körlerinde beni hastane hastane gezdiren “Canım Kardeşim” Allah senden bin kere razı olsun, her şey gönlüne göre olsun inşallah, ve “Sevgili Eşim” desteğini, üzüntünü, sevgini her zaman biliyorum ve sen, ben, oğlum çekirdek ailemizle mutlu, huzurlu günler bizi bekliyor inşallah.
1 note · View note
gamzeeyurdakul-blog · 6 years
Text
Neden Düğün Hayali Kuramıyorum?
Böyle bir yazıyı yazarken hayatımda birinin olup daha gerçekçi hayaller kurabilmek isterdim. Anlayacağınız gibi sabit bir kişi olmayınca hayaller bir yerde tıkanıyor. Birini hayatına alma, onu kabullenme, bir hayatı paylaşabilme, ömrünü artık o insanla devam edebileceğine inanmak, buna emin olmak ve bu yolda ciddi adımlar atmak bana biraz ürkütücü geliyor. Belki de bu zamana kadar o güveni sağlayacak birinin çıkmayışından ya da o inancı alamayışımdan olabilir. Hızlı bir şekilde karar veren kişilere hayret ediyorum doğrusu ama umarım herkes aldığı karardan dolayı çok mutlu olur. Ama bizler annesi ve babası ayrı çocuklar bu konuda karar verme aşamasında daha seçici ve zorlayıcı olabiliyoruz.
Konumuza gelecek olursak bu nokta da kendimi deliler gibi aşık ve mantığı devrede bir kız olarak hayal ediyorum. Hayatımın aşkını bulmuşum ve evlenmeye karar vermişim. Nasıl heyecanlıyım, nasıl can atıyorum. Benden mutlu yok. Heyecandan elim ayağım titriyor, midem karıncalanıyor, iştahım kaçmış, midem bulanıyor, aksilik çıkmasın diye uğraşıyorum. Beni en zorlayacak şey eminim gelinlik seçimi olacaktır. Bu nokta da şimdiden tüm sevdiğim arkadaşlarımdan özür diliyorum çünkü o süreçte onları çok zorlu şeyler bekliyor olacak ve inanılmaz zorlu geçecek. Asıl gerçek arkadaşlıklarımı bu süreçte görebilirim bence. Kimler gerçekten kahrımı çekiyor belli olacak. Malumunuz bir koç burcu kadınıyım. Mükemmelliyetçi ve inatçı bir yapım var. Huyum kurusun. Bir işi yapacaksam en iyisini yapabilmeliyim. En iyisi kavramı herkese göre değişen bir şey olduğunun farkındayım ama zor tatmin olan biriyim bu noktada beni tatmin etmesi yeterli. Bu durum gözünüzü korkutmasın çok ufak şeylerle mutlu olan bir yapım var. Önemli olduğumun,düşünüldüğümün hissettirilmesi yeterli. Ama bir sorumluluk alıyorsam kendime laf söylettirmeyi sevmem. Sanırım bu yüzden yalnızım diyormuşum :) Gelinlik diyorduk dimi. Büyük ihtimalle gelinliğimi diktiririm. Çünkü her gördüğüm modele ‘aa bu çok güzelmiş’ diyorum ve sürekli beğendiğim modeller değişiyor. O yüzden farz edelim ki uzun kuyruklu, omuzları açık, dantel işlemeli, belden oturan, aşağı doğru bollaşan, tam prenses modeli sevmiyorum, işlemesi bol, bu sene moda olan hafif parlak işlemeli gelinlikler var çok beğeniyorum onları. Bu tarz bir şey olabilir. En önemli kısmı unuttum. Sırt dekoltesi seviyorum ve biraz gelinliğimde de olsun istiyorum. Başka bir en önemli konum gelin makyajı ve saçı. Bu konuda çok hassasım çünkü o benim en güzel günüm ve kendimi çok güzel, özel hissetmeliyim. Gönül istiyor bir Alev Karslı, Hamiyet Akpınar yapsın makyajımı ama bakalım. Saç konusunda araştırmalarım devam ediyor. Ama kesinlikle profesyonel kişilerle çalışacağımdan şüpheniz olmasın. Fotoğraf çekimi de çok önemli ama onu ben kesin başka bir gün yaparım. Kendimde bir günde çekilip düğüne yetişecek potansiyel göremiyorum. Lanet olsun zor beğenen huyuma. Düğün yeri olarak çok gelgitlerim var. Gönlüm ister bir kumsal düğünü ama ben akrabalarıma halay çektirmezsem beni taşlarlar. Bir o kadar da nefret ediyorum davul zurnadan. Ama illa o halay çekilecek. Anadolu’nun bağrından gelmek böyle bir şey galiba. Bu yüzden kır düğünü düşünüyorum. Akrabalarımı pek sevmediğim için onlara yemekli düğün yapmak içimden gelmiyor ne yalan söyleyeyim ama yine de akraba işte kokteyl tarzı bir şey yapabilirim. Hatta yer olarak Beykoz tarafları var aklımda ya da bilmiyorum emin değilim :) Beni en çok mutlu edecek şey düğünden sonra ve artık moda olan ‘after party’. Tüm yaşlı ve çocukları eve yollayıp gençlerle gönlümüzce doyasıya eğlenmek. Berkay’ın sahne almasını çok isterim düğünümde çünkü sahnesi acayip eğlenceli.
Benim için en önemlisi aslında balayı. Yani düğünleri aşırı şaşalı yapıp, bir sürü para dökmek ki sadece gösteriş için çok saçma geliyor bana. Sonuçta doğru insanı bulduğunuzu düşünüyorsanız aslında nasıl ve nerede evlendiğinizin hiçbir önemi yok. Sonrasında o şaşalı düğünün borçlarıyla uğraşmak var. O yüzden atalarımızın dediği gibi; ‘Ayağını yorganına göre uzat’. Oraya harcadığın parayla gez gönlünce eşinle, tatil yap, birlikte istediğin gibi eğlen. Aslında bir ünlünün yaptığı şey çok hoşuma gitmişti. Nikah yaptılar sadece ve sonrasında en yakın arkadaş grubuyla bir otel tutup tatil yaptılar. Ama gönüllerince hep birlikte eğlediler. Onların attığı paylaşımları izlerken ben burada iç geçiriyordum. Bu fikirde mantıklı gelmedi değil. Başında da dediğim gibi yalnız olunca hayaller bir yerde tıkanıyor. Aslında hayal etmeye edilir fakat bu hayaller uçsuz bucaksız bir noktaya varıyor. Bu durumda çok benlik değil. Biraz daha olaylara realist bakıyorum galiba. Her ne olursa olsun sadece doğru insanı bulduğunuzdan emin olun. Gerisi teferruat. Her şey olup bitiyor. Yeter ki mutluluğunuzun tadını çıkarın doyasıya. Umarım her genç kız gibi bizlerinde her istediğinin olduğu, yüzünün güldüğü süreçlerle geçer bu hazırlıklarımız. İstekleriniz derken tabi bunu daha makul şeyler de tutun sonra olmayınca yüzünüz düşmesin. Tek önereceğim şey çok sevin. Sizi en yükseklere çıkardığında da isteklerinize karşılık veremediğinde de. Her koşulda birbirinizin yanında olun, arkasında durun, saygınız hep devam etsin. Bakın nasıl güzel bir aile kuracaksınız o zaman. Kendinize çok iyi bakın. Hoşçakalın...
2 notes · View notes
tanerkoc70 · 6 years
Text
Doğaya, Toprağa, Yeşile Hasret Çocuklarımız.
21.8.2018
Bir zamanlar çocuktuk. Mutlu Çocuklar! Bir parça yaş alan okurlar çok net hatırlayacaktır. Çocukluğumuzda açık havada oynadığımız günleri, bisiklete binen, ağaçlara tırmanan, evlerimizin arka bahçesinde çukurlar kazan afacan hallerimizi belleğinin en güzel köşesine kaydetmiş; “evet, evet ne güzel günlerdi” diyen akranlarımı duyar gibiyim. Bugünlerde epeyce bir masrafla büyüklerin planladığı “piknik” lerinin aksine bizlerin o günlerde evlerde itinayla hazırladığımız gösterişsiz domates zeytin ve peynir üçlüsünü muazzam iştahla mideye gömerken attığımız kahkahaları unutmak mümkün mü? Bahçedeki tomurcukları, yabani otları, böcekleri inceleyen, sabahtan gecenin kör vaktine kadar kaygısız ve korkusuzca saklambaç oynayan çocuklarıydık biz. 
Güneşin şarjı bitince mutluluğa ara veren çocuklardık, tabletinin şarjı bitince mutsuz olan zamane çocuklarına inat.. Velhasıl kelam çok huzurlu ve mutlu çocuklardık biz azizim..
Tumblr media
Velhasıl yıllar sonra o günlerin mutlu ve huzurlu çocukları günümüzün anne ve babaları oldular. Hayli yüklü sorumlulukları olan, beyaz yakalı, yönetici, işçi, patron vs; içinde yaşadığı toplumun inanç ve ahlaki değerlerinden, gelenek ve göreneklerinden haberdar olan, bilgili, ilkeli, kararlı ve tutarlı, mutlu ve başarılı çocuklar yetiştirmek adına var gücüyle çalışan bugünün anne-babaları. Çocuklarının maddi ihtiyaçlarını karşılamak için haftanın beş günü sabahtan akşama kadar günde 3-4 saat öbür yakadaki iş yerlerine gitmeye gayret eden, bu durumda çocuklarıyla oyun oynamaya ya da kitap okumaya vakit bulamayıp mecburen çocuğa abartılı sevgi ve pahalı hediyeler vererek anne babalık görevini yapmaya çalışan kahraman ebeveynlerimiz..
Buraya kadar güzel. Sanırsın karşımızda çocuk uzmanı anlatıyor biz dinliyoruz. Çocuk yetiştirmek konulu bilimsel açıklamalardan dersler çıkarıyoruz hep birlikte değil mi? Değil efendim, değil tabi ki! Basite indirgeyelim, biraz moral bozalım, çocuklarımızın sanılandan daha az mutlu olduklarına beraber şahit olalım. 
Tumblr media
“Var Gücüyle Çalışmak” eyleminin köküne indiğimizde anne babaların aslında; yüksek binalardaki evlerinde yaşayan, güvenlikli sitelerinden servis arabalarıyla alınarak okullarına götürülen, haftasonu bilgisayar başından kalkabilirlerse yakındaki bir AVM’ de hamburger yiyip, ihtiyacı olmadığı halde hunharca alışveriş yaparak eğlendiğini zanneden “ilkeli, tutarlı, mutlu ve huzurlu” çocuklar yetiştirmek adına verdikleri nafile emekleri görmek zor olmasa gerek.
Beş yıldızlı betonarme otellerin kaydıraklarında, güneşin altında saatlerce eğlenen ! çocuklarını izleyip  “bütün yıl çalıştım, çoluk çocuk bir hafta lüks tatili hakettik” sözüyle bir bakıma kendini kandıran canım anne-babalarımıza sesleniyorum: Topraktan, güneşten ve ağaçtan ziyade beton ve plastik ile haşır neşir, ağaca çıkmayı öğrenmeden, düşüp dizinde çocukluk hatırası bir iz bırakmadan, toz toprak yutmadan, pasaklı bir sokak kedisi tarafından tırmalanmadan, avucunun içine koyduğu solucanı incelemeden büyüyen, bisiklete binmeyi ise evinin salonunda öğrenen bir nesil yetişiyorsa hangi emek, hangi var gücüyle çalışmaktan bahsedebiliriz?
Tumblr media
Azıcık samimi olalım. Hakikaten en azından yavrularımız için. Çocukken yaşadığımız güzellikleri kendi çocuklarımızdan mahrum etmeyelim. Vakit buldukça değil, bilhassa vakit yaratıp, uzun ve pahalı brunchlar, akşam yemeklerine gitmek yerine, mümkün olduğunca evden, teknolojiden uzak tutalım, doğa, yeşil ve toprakla kaynaştıralım onları. Onlara ders vermekten ziyade o dersin kendisi olalım. Sokakta saklambaç, ip, yakar top, misket, çizgi ve futbol oynayan; mahallede yeteri kadar erkek çocuk olmadığında oyunda kız erkek ayırımı yapmayan, cinsiyetçilik nedir bilmeyen, canımız ne isterse olanaklarımız neye uygunsa onunla yetinmesini bilen bizler, o günleri unutup çocuklarımıza bu mutlulukları yaşatmak adına bahanelere sarılmayalım. 
Tumblr media
Şöyle altını çizerek bir kenara not alalım ve uygulamaktan imtina etmeyelim sevgili dostlar. Çocukların doğaya ihtiyaçları var. Onların açık havada, özgürce oynamaya, koşmaya, görmeye, dokunmaya, koklamaya, keşfetmeye ihtiyaçları var. Zihinsel, duygusal ve bedensel gelişimleri için doğaya ihtiyaçları var. Öğrenmek için doğaya ihtiyaçları var. Doğada, dışarıda açık havada içinde bulundukları ortam ve koşullara göre ne yapmaları gerektiğine kendi başlarına karar verebilmeleri için, diğer bir deyişle kendilerini her şartta koruyabilmek için doğaya ihtiyaçları var. Sağlıklı olabilmek, hayata hazırlanabilmek için doğaya ihtiyaçları var.
Doğanın kendi içinde eğitici gücüne inanalım. Çocukların çevre bilincini keşfetmeleri için mümkün olduğunca şehirden uzaklaşalım. İnsan olmaktan önce, doğayla, yeşille olmanın bir canlı gereğidir düsturunu tertemiz saf yüreklerine işleyelim. Bize kalan ise onların gülücüklerini fotoğraflamak, anılarını ölümsüzleştirmek olsun.
Emin olun çok zor değil. Sadece isteyin yeter. Çocuklarımız için..
Velhasıl Galata / Profesyonel Sosyal Etkinlik Fotoğraf Ekibi
2 notes · View notes