#Çağatay Güç
Explore tagged Tumblr posts
Text
Başkan Cemil Tugay’dan Eşrefpaşa Hastanesi İncelemesi
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Cemil Tugay, görevine başlayan Eşrefpaşa Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Başak Bayram’ı makamında ziyaret etti. Başkan Tugay, hastanenin ek hizmet binasının inşaatında da inceleme yaparak son durum hakkında bilgi aldı. Türkiye’nin ilk ve tek belediye hastanesi İzmir Büyükşehir Belediyesi Eşrefpaşa Hastanesi, hastalarına daha kaliteli hizmet vermek amacıyla…
#Ahmet Soner Emre#Çağatay Güç#Doç. Dr. Başak Bayram#Ege#Eşrefpaşa Hastanesi#İzmir#Onur Açık#Prof. Dr. Pınar Okyay Dr. Cemil Tugay
0 notes
Text
İzmir Büyükşehir Belediyespor Yeni Başkan Belli Oldu
İzmir Büyükşehir Belediyespor Yeni Başkan Ertuğrul Tugay Oldu. İzmir Büyükşehir Belediyespor YÖNETİM KURULU ASİL ÜYELERİ Ertuğrul Tugay Tuğçe Gülcüler Savaş Akıncı Hüseyin Egeli Turgay Bozoğlu Mutlu Gürler Sabit Duran Müge Deniz Bal Gürkan Genç Mustafa Lağap Barış Lale YÖNETİM KURULU YEDEK ÜYELERİ Çağatay Güç Uğur Yelekli Mesut Nalçakan Aras Kaynarca Mesut Kapan Murat…
0 notes
Text
Buca metro inşaatında tünel kazıları sürüyor.
İZMİR BUCA METROSU NE ZAMAN AÇILACAK, TAMAMLANACAK? İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Cemil Tugay, 4 tünel açma makinesi ile yerin 36 metre altında tünel kazıları devam eden Buca Metrosu’nda incelemelerde bulundu. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin kendi kaynaklarıyla inşa edeceği, Üçyol-Dokuz Eylül Üniversitesi Tınaztepe Kampüsü - Çamlıkule arasında 13,5 kilometrelik hatta hizmet verecek Buca Metrosu’nda çalışmalar tüm hızıyla sürüyor. 4 tünel açma makinesinin (TBM) birlikte çalıştığı Buca Metrosu’nda İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Cemil Tugay incelemelerde bulundu. Başkan Tugay, ilk olarak General Asım Gündüz İstasyonu’na geldi. İzmir Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Çağatay Güç ve İzmir Büyükşehir Belediyesi Raylı Sistemler Dairesi Başkanı Alpaslan Kara’dan bilgi alan Başkan Tugay’ın ikinci durağı ise Buca Koop İstasyonu oldu.
ÜÇYOL BUCA METROSU DURAKLARI HANGİLERİ? Üçyol, Zafertepe, Bozyaka, General Asım Gündüz, Şirinyer, Buca Belediyesi, Kasaplar Meydanı, Hasanağa Bahçesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Koop ve Çamlıkule. Günlük 400 bin yolcu kapasitesi ile hizmet vermesi beklenen metro hattında kazı çalışmaları devam ederken hattın henüz kesin olarak hizmete gireceği tarih açıklanmadı. Hat hizmete girdiği anda Çamlıkule ile İzmir Körfezi arasında ki ulaşım süresi 15 dakikaya düşürülecek. Metro hattının araçlarla beraber toplam maliyetinin ise 765 milyon Euro olması bekleniyor. https://www.youtube.com/watch?v=iZYcbJBatlY Read the full article
#Bozyaka#Buca#BucaBelediyesi#bucahaberleri#bucametro#Çamlıkule#cemiltugay#DokuzEylülÜniversitesi#GeneralAsımGündüz#hasanağabahçesi#kasaplarmeydanı#Şirinyer#Üçyol#Zafertepe
0 notes
Text
Hype
Kübra’nın Mesajı Ne?
Bu dizinin hikayesi bana Caspar David’in bir tablosunu hatırlattı. Romantik akımın öncülerinden Alman ressamın “Bulutlar Üzerine Yolculuk” ya da diğer adıyla “Sis Denizinin Üzerindeki Gezgin” tablosunu gözünüzün önüne getirin lütfen. Derin düşünceler ve iç hesaplaşması ile ayakta duran sırtı bize dönük yalnız bir adam var orada. Heykel gibi dik durur, ama tam da uçurumun eşiğindedir. Güçlü görünür, ama kırılgan bir belirsizlik içindedir. Yüksektedir, ama karşısında daha yüksek tepeler vardır. Okuduğunuzda pek çok mesaj alacağınız bu tablo gibi bu dizinin hikayesinde de fazlasıyla mesaj var bana göre.
Aslı Şeref Bosut20 Ocak 2024
Diziyi izlerken insanların duygusal ihtiyaçlarını düşünmeye başladım. Güç ve kudret sahibi yüce bir varlığa güvenme, sığınma ve yardım isteme ihtiyacını iç benliğinde sürekli hisseden bir varlık olarak insanı sorguladım. Yaradılışı gereği üstün ama bir o kadar da muhtaç olan insanın en büyük kurtarıcısı kendisi olabilir mi?
Kübra dizisi, net bir biçimde ütopya kurgusu olmadığı gibi çok geçmeden bir distopyaya dönüşebileceğinin sinyallerini verdi bana. İnanç sistemini ve ihtiyaçları sorgularken, kendi yarattığımız makineleri, insan bedeni, zihni ve makineler arasındaki keskin sınırları da sorgulamaya başladım. Kurzweil; İnsanlık 2.0 kitabında, makine zekasının tekilliğe ulaştığında insan zekasından üstün hâle geleceğini yazalı yirmi sene olmuş. Böylesi büyük bir kehanetin gerçek olması için çok da uzun bir zaman geçmedi.
Makinelerin bir çeşit insan yaratıp yaratmadığı ve insanların geleceğine ne olacağı konuları epistemolojik olarak tartışılan konular tabii, kendi konumuza dönecek olursak şu ana dek değişmeyen bir gerçek; biz insanlar, anlamın kaynağı ve tarihin tek yazarıyız. Descartes’ın dediği gibi, “yargılama yeteneğimiz” ile diğer her şeyden ayrışırız. Pek çok düşünüre göre her ne pahasına olursa olsun, insan, teknolojinin hizmetkarı değil, efendisi olmalıdır. Zihnimde farklı disiplinleri bir araya getiren enteresan bir kurgu ağına dönüştü Kübra.
Yağmur Taylan ve Durul Taylan’ın yönetmenliğini üstlendiği, Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanan, çekimleri altı ay süren dizide, başarılı oyunculuğuyla Gökhan karakterine hayat veren Çağatay Ulusoy oldu. Kendisiyle, GQ Hype özel çekimi için bir araya geldiğimiz sette yaptım bu röportajı. Bence çok yorgundu ama hiç belli etmiyordu, disiplinli, işine ve çalışma arkadaşlarına çok saygılı bir oyuncu. Sohbet etmesi de bir o kadar keyifli. Şimdi söz Çağatay’da.
İnsan, varoluşundan bu yana hep bir kurtarıcı aradı. Peki ama neden?
Kurtarıcı arayışı, insanların varoluşsal kaygılarından kaçma ve anlamsızlığı aşma çabası olarak görülebilir mi?
Bu böyle de düşünülebilir pek tabii. Ama bir yandan da tarih boyunca insanın inanma ihtiyacını görüyoruz. İnancın temel bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bunu “kurtarıcı arayışı” olarak görmekten ayrı tutarak şunu söyleyebilirim, insanın tek kurtarıcısı kendisi olmalı. İnsan kendi hayatına kendi yön verebilecek gücü kendinde bulmalı.
Özel bir amaca hizmet etmek için seçilmiş kişi olsaydın, bu amacın ne olmasını isterdin?
Bilmem ki. Bilinç yükseltmek, farkındalığı artırmak olabilirdi belki.
İnsanın kendi yolunu bulabilmesi için ihtiyacı olan şey nedir?
İçsel pusulasına güvenmesi ve irade diyebilirim.
Sen farklı mısın? Kendini hangi özelliklerinle farklı hissediyorsun?
Ben bir diğerinden farklı olduğumu düşünmüyorum. Herkesin biricik olduğunu ama kimsenin özel olmadığını düşünüyorum. İnsanın kendini keşfetmeye ne kadar açıksa o kadar bütünleştiğini, bütünleştikçe de insan olmaya o kadar yaklaştığını düşünüyorum.
Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var? Bu dünyaya gelme amacını sorguluyor musun sen de Gökhan ve pek çok insan gibi?
Herkes gibi benim de varoluşsal sancılarım olur ara ara. Dünyaya geliş amacımı sorgulamak yerine geldiğim hayatı dilediğim gibi yaşayabilmenin peşindeyim aslında.
Seçimlerin, verdiğin tepkiler, aldığın kararlar ve eylemlerin hangi duyguların sonucu olur genelde, Kübra’nın gözlemlediği Gökhan korku, şaşkınlık ve coşku ile hareket ediyor. Ya sen, duygularının yönetiminde misin, yoksa daha rasyonel misin?
Ben duygularımın ve mantığımın kendi içimde bir dengesini bulduğuma inanarak ilerliyorum. Bir de benim hayatım Gökhan’ın hayatından dramatik olarak çok farklı. Onun yoğun duygularının çıkış noktası, kaybı, motivasyonu farklı. Benim hayatımda böyle majör durumlar yaşanmadığından dolayı pek duygusal ilerlediğimi söyleyemem. Ama her zaman tüm kararlarımda içimde bir yere denk geldiğini hissettiğim şey beni harekete geçirir.
En tehlikeli oyun zihnimizin oyunu mu sence de?
“En” tehlikeli mi bilmiyorum. Ama evet tehlikeli. Zihin yönlendirilebilir, eğitilebilir, manipüle edilebilir. Bunu ne yönde kullandığın veya ne yönde kullandığına dair bir fikrinin dahi olmaması arasındaki uçurumu çok tehlikeli buluyorum.
Hiç kimse sana inanmasa, davandan vazgeçer misin? Yoksa yine de vazgeçmez misin?
Sanmıyorum. Vazgeçmem herhalde. Ben bir şeye inanıyorsam o bana aittir. Kendini buna yakın veya ait hissedenlerin bir araya gelmesi, aslında şahsi olarak “bana” değil zaten inanılana hizmet eder.
Mucize nedir?
Mucize deyince sanki hep koca koca, olanaksızın gerçekleşmesi gibi, büyük şeylermiş gibi geliyor kulağa. Tam olarak böyle olduğunu düşünmüyorum. Klişe olabilir ama hayatın baştan sona bir mucize olduğunu düşünenlerdenim. Ki bu yalnızca bir insanın hayatı değil; hayatın kendisidir belki de. Yaşamın kendiliğindenliğinin mucizesine tanıklık etmede bulunabilir.
Karanlığın içindeki aydınlık metaforu neye vurgu yapıyor? Nasıl yorumlarsın?
Bir insan nasıl ki yalnızca iyi veya yalnızca kötü olamazsa aydınlık ve karanlık arasında da tondan tona ince bir geçiş vardır. Eğer bu arada keskin bir geçiş varsa orada denge yoktur. Karanlığın içindeki aydınlık bir yandan da insanın kendi gölge yanlarıyla barışmasını simgeliyor benim için. Kendi karanlığından geçmemiş biri kendi aydınlığını ne kadar anlayabilir? Sanki bir seçim yapılması gerekiyor ve bir tarafı seçiyoruz gibi, ama bence konu bu değil. Konu tam olarak bu iki ucun arasındaki dengede yürüyebilmek. Kişinin kendi yolu tam o arasıdır belki de.
Teknolojiyle aran nasıl? Bir yapay zekayla arkadaş olur muydun?
Aslında teknoloji ile aramın iyi olduğu söylenemez. Ama yapay zeka ile arkadaş olabilirim gibi geliyor. Daha doğrusu onu bir arkadaş yerine koymak değil ama herhangi bir konuda bana yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Onun içinde kaybolabilecek biri değilim. Ama ara sıra yol arkadaşlığı edebiliriz bence!
Modern dünyada da kurtarıcılara olan ihtiyaç devam ediyor. Politik liderler, toplumun sorunlarını çözeceği umuduyla seçilir. Bilim insanları, hastalıkları tedavi edecek yeni buluşlar yaparak insanları kurtarabileceğini düşünür. Teknoloji, insanları sıkıştıkları durumlardan kurtaracak çözümler sunuyor mu sence? Teknoloji modern dünyanın kurtarıcılarından mı?
Demin de bahsettim aslında bundan. Kurtarıcının kişinin kendi olması gerektiğini düşünüyorum. Ama ihtiyaç duyulan bir bilgi, bir görsel, bir tedavi -her neyse bu ihtiyaç- varsa ve bu bilgi teknolojinin herhangi bir yerindeyse neden bundan faydalanmayalım ki? Bir araç olarak bilinçli kullanıldığı sürece teknoloji bize yardımcı olabilir ancak.
Hiç oturmayacağımız evler, hiç giyemeyeceğimiz kıyafetler, hiç kullanmayacağımız cihazlar almak için sence de ömürlerimizi heba mı ediyoruz?
Belki evet, belki hayır. Özünde neye ihtiyacımız var? Barınmak, beslenmek, üremek, korunmak, boşaltım sağlamak. Şu an tüm çıplaklığımızla doğada yaşıyor olsaydık bunları gayet yapabilir ama belki vahşi doğanın kurallarına şu anki konforumuzun dışında olduğumuzdan dolayı daha erken yenik düşebilirdik. Daha kısa yaşayabilirdik. Aradaki fark yalnızca bu bence. Ama şu an günümüz dünyasında yaşıyoruz. Burada şu an tek söyleyebileceğim şey farkındalıkla, bilinçli bir şekilde, tüketim çılgınlığına kapılmadan, kendimizi çarkta kaybetmeden ilerleyebiliriz.
Neye para harcarken çekinmiyorsun?
Parayı madde olarak görenlerden değilim. Paranın da bir enerji olduğuna inanıyorum. Kazanmak için de emek veriyorum. Karşılıklı bir akış oluyor. Dolayısıyla kazanırken direnç göstermediğim gibi harcarken de çekinmiyorum. Kendime ve hayatıma yatırım yapabilmemin, sevdiklerimle paylaşabilmenin bir yolu bu. Amaç değil, araç kısacası.
Kübra’nın senaryosunu okuduğunda seni etkileyen ne oldu, bu işe varım demendeki sebep neydi?
Kübra’yı ilk okuduğumda sürükleyici etkisi beni tesiri altına aldı. Bir de hikaye şaşırtıcı tabii. Bu iki duygu ve Gökhan karakteri ile çıkacağım yolculuk beni heyecanlandırdı.
Diziyi ve karakterleri kısaca yorumlamanı isterim.
Dizi; konusu, hikayesi, karakterleri, kurgusu, oyunculuklar, yönetmenlerimiz ve her şeyiyle etkileyici bir iş oldu diyebilirim. Konusu itibariyle hem güncel hem ilgi çekici. Karakterlerin her birinin hikayesi kendi içinde başka bir hikaye. Olayların birbirine bağlanma şekli de merak uyandırıcı. Spoiler vermek istemediğim için detay veremiyorum maalesef şu an.
Gökhan olmak sana nasıl hissettirdi?
Gökhan karakteri daha önce oynadığım karakterlerden çok farklı. Okuduktan sonra Gökhan ile yola çıkmak arzusu uyandı içimde. Onun hayatı, onun dramı, onun kendisini bu dramdan inancı ile çıkarma çabası, bu inancın içinde bazen kendini kaybolmuş hissetmesi, ailesi, etrafı bambaşka. Bir yandan “seçilmiş” olmasının verdiği gücün içinde boğulması, öte yandan o gücün dengesini kurmaya çalışırken verdiği savaş Gökhan karakterini gerçek hissettirdi diyebilirim.
1 note
·
View note
Text
Yalnız Kurt Dizisinin Konusu Nedir?
Yalnız Kurt Dizisinin Konusu Nedir?
M. Çağatay Tosun’un Yönetmen koltuğunda oturduğu Yalnız Kurt dizisinin çekimleri Istanbul’da devam etmektedir. Büyük ilgi görmesi beklenilen Yalnız Kurt dizisinin konusu da merak edilmektedir. Yalnız Kurt dizisinde, ülkeyi bölmeye çalışan, çeşitli cemaatler ve terör örgütleri kuran, insanları din ile kandırarak kendi çıkarları doğrultusunda çalıştıran bir güç olan Golyat’a karşı verilen mücadele…
View On WordPress
0 notes
Text
0 notes
Text
Türk Dünyası için Ortak Bir Dil Mümkün mü?
Türk dilli halkların yaşadığı coğrafya 90’lı yılların başından itibaren güçlü bir iletişim içine girme imkanı buldu. Yaklaşık yetmiş yıl öncesinde yok edilmiş olan fikri, edebî, siyasî ve ticarî ilişkiler bu defa yeni imkanlarla da donanmış olarak ve kayıtlı tarihimizde hiç görmediğimiz bir akışkanlıkta yeniden kuruldu. Yüzlerce öğrencinin karşılıklı yer değiştirmesi, onlarca edebiyatçı ve yazarın Türk dilinin konuşulduğu ülkelere seyahat etme imkanı bulması, daha önce pek de var olmayan ticari ve iktisadî ilişkilerin kurulması, kimi ortak kurumların oluşturulmaya başlanması son on beş yılın mümkün kıldı- ğı iletişim biçimlerindendir. Daha önce yalnızca bir kısım milliyetçi aydınların ilgilenip bilgilendiği, İslamcı aydınların görmezden bilmezden geldiği, solcu aydınların unutup yok saydığı bu dünya, “etrafı düşmanlarla çevrili olan” bizim için belki yeni dostlar anlamına geliyordu. Bu ilişki yoğunluğu elbette bir “dil” sorunu da doğurdu. Kardeşlerimizin pek çoğuyla “yüz yüze” anlaşamıyorduk. Onların çoğu kendi aralarında da Rusça ile iletişim kurmakta, Tatar Özbek’i, Özbek Çuvaş’ı, Türk Kırgız’ı öz dillerinde anlayamamakta idi. Bir araya gelindiğinde ortaya çıkan durum şu idi: Esas olarak Rus hakimiyetine karşı mücadelesiz bağımsızlık kazanmış olan bu toplumlar birbirleriyle Rusça sayesinde iletişim kurabiliyorlardı! “Biz bir milletiz; kökümüz, kültürümüz aynı; tarihimiz ortak, dilimiz ortak” söylemlerine karşı bu durum, ortada önemli bir sorun olduğunu gösteriyor. Dillerimiz gerçekten ortak mı? Dillerimiz ortak bir köke sahipse de, yüz yüze iletişim kurmamıza yaramadığına göre, köken birliğinin önemi ne? Gerçekten bir gün Türk dili üzerinden birbirimizi anlamamız mümkün olabilir mi? Bir dilbilimci için bugün Türk halklarının konuştuğu ve yazdığı dillerin ortak kökünü ve bu köklerin yakınlığını görmek hiç de zor değildir; bunu göremeyen dilbilimci de yoktur. Ancak dil, güneşte kalmış kilden bir tabak gibi çatlayan, par- çalanan, ufalanan bir yapıya sahiptir. Bütün diller zaman ve coğrafya düzleminde, değişimi sağlayan kimi güçlerin etkisiyle parçalanma sürecindedirler. Bugün ortak dili konuşan bir köy ahalisinin yarısını alıp başka bir yere götürseniz ve yüz yıl sonra dillerinden örnek alsanız bunların hayli farklılaşmış olduğunu görürsünüz; bu farklı biçimlere ağız denilir. Diller doğal gelişme süreçleri içinde böyle ufalanırken, yani ağızlara ayrılırken bir başka güç de ufalanmayı önleyici, geciktirici bir etkiye sahiptir dil üzerinde. Bu, standartlaş- ma ihtiyacıdır. Ortak coğrafyada yaşayan insanlar ortak bir iletişim sistemine ihtiyaç duyarlar ve ağızlardan biri ortak iletişim sistemi haline gelir. Bu ortak ağız daha çok işlenir, kullanılır. Hele o toplum bir yazılı kültür toplumu ise böyle bir ortak ağız oluşumu daha kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. (...) Türk dilli halkların arasında son bin yıl içinde birden fazla standart edebî dil gelişmiştir; ancak bu diller hiçbir zaman anlaşmayı engelleyecek kadar farklı olmamıştır. XIX. yüzyı- lın ortalarına gelindiğinde Türk dünyasında iletişimi mümkün kılan, ancak kimi ses bilgisi ve söz varlığı farklarıyla birbirinden ayrılan iki edebî dilden bahsetmek mümkündür: Doğu (Çağatay) Türkçesi, Batı (Osmanlı) Türkçesi. Her iki yazı dili de aslında Türkî /Türkçe olarak adlandırılır, ancak söz konusu dil farklarına işaret etmek istenirse Çağatay veya Osmanlı yahut Doğu ve Batı Türkçesi gibi isimlendirmeler kullanılırdı. Ana dili Türkçe olan bir aydın bu edebî dillerin ikisini de anlar, bu dillerin herhangi birinde edebî ürün verebilirdi. (...) XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren iletişimin daha kitlesel bir hâl alması veya kitlesel iletişimin yaygınlaşması, okullaşmanın artması gibi durumlar; merkezdeki kültürel ortamın varlığını sağlayan dinamiklerin gücünü yitirmesi ve Batılı etkilerin artması, sömürgeci güçlerin bilinçli olarak ortak edebî dil yerine mahalli ağızlara dayanan yeni edebî diller oluşturma çabası sonucunda öncelikle Azerice ve Tatarca yeni edebî diller olarak ortaya çıktılar. XX. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren de Türk dünyası hem siyasî işbirliği imkanını kaybetti, hem de her alt kimliğin üst kimlik seviyesine yükseltilip bunların konuşma dillerinin edebî diller haline getirilmesi, hatta çoğu birbirine benzemeyen alfabeler bah- şedilmesiyle dil iletişimi büyük ölçüde koptu. Bugün otuza yakın Türk kökenli edebî dilden söz edilmesi kısaca böyle bir geçmişe sahip. Siyasî kimliklerimiz gibi, dillerimiz de kurmaca, sanal... Türk dili tarihini bilmeyen bir Türk aydını bir Kırgız aydı- nını, Özbek aydınını anlamakta zorluk çekiyor. Kazaklar da Azerileri veya Türkiye Türklerini anlayamıyorlar. Bir Türkmen’in de Tuvalı, Hakaslı, Altaylı aydının yazdıklarını anlaması pek zor...Ümitsiz bir durum âdeta. Ne var ki, başka bir yaklaşımla daha ümitli olabilir, bu geniş, uzak ve iletişimsiz coğrafyadaki insanların birbirleriyle tek dille (o dilin de hangisi olacağı belli değil) hemencecik iletişim kurmalarındaki zorluğu kabul edip hedefi küçük parçalara bölebiliriz. Bir Başkurt’la Tatar arasında, bir Kırgızla Kazak arasında, bir Özbek’le Uygur arasında, bir Türkiye Türküyle Azeri arasında iletişim sorunu en az düzeydedir. Bu halklar, birbirlerini tercümansız anlarlar, kısa süre içinde birbirlerinin dillerinde iletişim kurabilirler. (...)
Kaynak: Hayati Develi (2006). Dil Doktoru: Dile ve Türkçeye Dair Yazılar
#turan#millet#Türkçe#Türk#azerbaijan#azerbaycan#azeri türkçesi#tatar#kırgızistan#özbekistan#kafkas#kosava#türkmenistan#türkmen#kardeşlik#yurt#bayrak#cihan
1 note
·
View note
Text
Aynı Gemi Meseli
Çürümenin, nihai anlamda kalıcılaştırıldığı, biteviye bir kötülüğün sofrasında halen aynı gemideyiz bahisleri seslendiriliyor. Zorun, bet ve fecinin birlikteliğinde bir düzlemin her neye dönüştüğü ortadayken nedir aynı gemi. Bir pratik olarak cerahatin var edildiği iş bu sahnede, sürekli öncelenen tüm o nefret, hiddet ve linçten, bir kimlikten bağımsız olarak muktedir dışında her kimdir aynı gemide olan? Var edilmiş olanın can yakıcılığı bir yana, bunca bariz tehditkarlığı öte yana hiçbir biçimde hayata yer bıraktırmazken nedir ki aynı gemi?
Muktedir olanın yeni ülkesi geçmişin katran karasını yinelerken hâl nedir? Bir istikamette müştereklerin talan edilmesi -gizli veya örtük- değil ulu orta var edilirken hayat nedir! Bir gemi tahayyülü dillendirilirken eksiksiz olan çürüme halen salt / sırf sıradanadır. Ol hayat istenci bunca bariz yenilip yutulandır. Yerle bir edilen menzildeki ustur, izandır, yoldur bir de alenen yordamdır. Beylik cümlelerin zamanı geçmektedir. Büyük tahayyüller hiç varılamayacak o ulvi insanlık vurguları, gereksiz taramalar için miat dolmaktadır. Hal de, gidilen yol da ortadadır. Gemi zaten yoktur, bildiğiniz propaganda zikredilirken çürümeye rehin olanlar ve bu hale isyan edenlerin mücadelesi vardır.
Bir cerahat sarmalı böyle güncellenirken hayat mefhumu hiç kılınmaktadır. Aynı gemide olunduğu zikredilirken “öteki”, erk dışındaki herkestir. Erkan-ı muktedir olanın, anılanın ötesindekiler için bu hayat tahayyülü bir fasit döngünün ta kendisidir. Öylesine ağır bir yapımdır ki fasit döngünün her ucu, dönemecindeki ol keskinliği artık herkese değendir. Bizatihi yaşamak yerle bir edilip, o mefhum yerine teslimiyet vaaz olunandır. Çürümenin bir düzlemdeki varlığının tescil olunmasıdır anlaşılır kılınması gereken. Bir yandan aynı gemi tahayyülü dillendirilirken var edilen yıkım halinin, ayrıştırmaların yekununa dairdir meram.
Geçmişini şimdiye taşıyan, şimdiden bir geleceği çürütmeye heves eden, buna çabalayan yerin ol seçim zamanları akıllara düşen aynı gemideyiz bahsinin nasıl da kadük kaçtığını örneklemek yaşadığımız hallerden barizdir. Bir menzilde soluk alma hakkına bile galiz, ağır sinkaflarla, kötülükle mukabele eden bir mefhumun gemisi bizleri dışlayandır. Bir biçimde bu ülkede yaşama tutunmaya gayret edenlere karşıttır. Hayat hakkını lağvettikten sonra çıkagelen dehşetin mihmandarlığı söz konusuyken buna da alışırsınız buyurganlığı, ona biattir gemi diye bildirilen. Hiçbir sıradan değil gemi, onun bağlı olduğu limanda bile değiliz.
Aynı gemideyiz tahayyülü dillendirilirken var edilen çürüme hali kesintisizdir. Bir yerin, bir ülke şablonunun tersi istikamette güncellenmesi var edilendir. Aynı gemi istenci dile pelesenk kılınırken oraya layık görülmeyenlere yaşatılanlar bariz bir düş kırımı halini en ufak tereddüt taşımadan var eder. Selçuk Kozağaçlı bir avukattır. “Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan (karar hükmünde kararname ile kapattırılan) Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Başkanı, Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Selçuk Kozağaçlı, iki gün önce hayatını kaybeden babası Ayhan Kozağaçlı’nın cenazesine katıldı. 26 Ocak'ta hayatını kaybeden Ayhan Kozağaçlı, Konya’da Musalla Mezarlığı'nda toprağa verildi. Bir sivil jandarmaya kelepçelenen Selçuk Kozağaçlı, babasına eli kelepçeli olarak veda etti. Halkın Hukuk Bürosu’nun Twitter hesabından paylaşılan mesajda şu ifadelere yer verildi: “Selçuk Kozağaçlı'yı yaklaşık 80 jandarma ile babasının cenazesine getirdiler. Eli bir sivil jandarma ile kelepçeli. Olağanüstü önlemler alınmış Bütün sokağı tutuyorlar. Morali her zamanki gibi iyi. Bütün dostlarımızın selamlarını ilettik.”
Bianet’ten aktaralım: “12 Eylül 2017’de ÇHD’li avukatlara yönelik düzenlenen gözaltı operasyonunda 10 avukat gözaltına alındı. Daha sonra bu sayı 16’ya çıktı. Avukatlar Didem Baydar Ünsal, Şükriye Erden, Ayşegül Çağatay, Ebru Timtik, Aytaç Ünsal, Zehra Özdemir, Yağmur Ereren, Engin Gökoğlu, Süleyman Gökten, Aycan Çiçek, Naciye Demir, Behiç Aşçı, Barkın Timtik ve Özgür Yılmaz 20 Eylül 2017’de tutuklandı. Selçuk Kozağaçlı ise 13 Kasım 2017’de tutuklandı.
İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi, 14 Eylül 2018’de görülen duruşmada tutuklu avukatlar Aycan Çiçek, Ayşegül Çağatay, Aytaç Ünsal, Barkın Timtik, Behiç Aşçı, Didem Baydar Ünsal, Ebru Timtik, Engin Gökoğlu, Ahmet Mandacı, Naciye Demir, Özgür Yılmaz, Selçuk Kozağaçlı, Süleyman Gökten, Şükriye Erden, Yağmur Ererken, Yaprak Türkmen, Zehra Özdemir’in tahliyesine hükmetti. Mahkeme bu kararı, “suç vasfının değişmiş olması, tutuklamanın tedbir olması, sanıkların avukat olması, tutuklulukta geçen süre ve AİHM içtihatlarını” dikkate alarak verdi. Ancak ertesi gün savcılığın tahliye kararına itirazla mahkeme bu kez avukatlar hakkında yakalama kararı çıkardı ve aralarında Kozağaçlı’nın da olduğu avukatlar yeniden tutuklandı.”
Selçuk Kozağaçlı halkın adalet talebine vekalet eden ondan hemen her koşulda çalınmaya çalışılanı geri tesis etmeye çaba sarf eden bir insandır. Muktedirin aynı gemide görmediği insanlardandır, tıpkı sizler, bizler gibi. O geminin neden, nasıl, niçin olmadığını hemen her defasında bildirdiği için tutsak edilendir. Adalet kavramı, hak ve hukuk bağlamı iyice kopartılarak, daimi bir biçimde eksiltilerek güncellene gelendir.
Kozağaçlı, babasını yitirmiştir. Cenazede yaratılan cerahat bu ülkenin de özetidir. Hiçleştirmenin varlığı daim olarak görünür kılınır. Devletlinin cerahati her yerdedir, her zamankinden de pek. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yaratılan ortam bu cerahatin güncellendiği bir menzilin adım adım imalini bildirir. Aysel Tuğluk’un annesi Xatun Tuğluk’un cenaze töreni sırasında yapılan saldırıdan, nice yerde var edilen kırım tahayyülüne bir ek daha, bir koca cürüm daha var edilir. Bunca bariz bir menzilde gözdağı devletli eliyle biçimi / yönü belirlenendir.
Türkiye Barolar Birliği bir açıklama yayınlar. “TBB’nin açıklamasında “Cenaze süresince Avukat Selçuk Kozağaçlı’nın kendisine refakat eden güvenlik görevlisine kelepçelenmiş olması, suçsuzluk karinesini ve insanlık onurunu korumayı merkezinde bulunduran Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirleri Hakkında Kanun’un ilgili maddelerine aykırıdır. Çünkü somut olayda güvenliğin zincirle bağlanma yerine, insanlık onuruna ve vicdana aykırı olmayacak yöntemlerle sağlanması kuşkusuz mümkündür. Hukuka ve vicdana aykırı bu hususu kamuoyunun, ilgili Valiliğin ve İçişleri Bakanlığı’nın bilgisine gereği için bu basın açıklaması yoluyla sunuyoruz“ dendi.”
Çürütmenin, cana kastın, yara kanatmanın ve düşmanlaştırma politikalarının ulaştığı hali bildirmesi açısından Selçuk Kozağaçlı’nın başına getirilen “kelepçe” tam da devletlinin bir menzildeki ötekisine karşı tavrını bildirir. Bir biçimde kelepçelenen hayattır. O’nun yas ya da acısına saygısızlık artık “düşman” addedilene karşı bir tahayyül olarak var edilendir. Gerçek yıkım zaten saklanmayandır. Düşmanlaştırma kesintisiz kılındığında ol yıkım hep gözler önündedir.
Bir genel geçer hadise değil tam da o geminin aslında hiç var edilmediğini, hiç ama hiçbir zaman aslında “hakikat” kılınmadığının beyanıdır bir cenaze sahibinin başına getirilenler. Düşmanlık kurgu değildir. Vahamet, gizli ya da örtük değildir. Yaratılan ol çürüme bir mübalağa değildir. Kelepçe bir bildirendir. Onca raporlama, bir dolu anlatım, bir sürü yerde var edilen cerahatin yakıcılığı, can acıtılığına belki en keskin kanıttır. İnsanı düşmanlaştırma o her yerde dile sakız kılınan devletin bütünlüğü ve birliğine her nasıl kasıt güncellenmektedir, bunun ifşasıdır mesele ertelemesiz. Biçimlendirilen tahakküm artık aleni bir cürettir.
Yaftalar, yıldırı hamleleri tüm o göz dağları kafi görülmediğinden yas ve o’nun sahibine saldırmak, işkence ile mukabele etmek 12 Eylül cuntası gibi hicap duymadan saldırmak süreğendir. Bu kadar afaki olandır zaten yara. Aynı gemi teranesi zikredilirken var edilenin ağır, kesif kokuların gerçek kılındığı bir çukura dönüştürülmüş menzildir ağır gelen. Kozağaçlı avukattır. Türkiye denilen menzilin gemi ile ifade olunan yurttaşlığı bir kez daha lafta bırakılandır. Her şeyin bu kadar apaçık işlendiği yerde, her fenalığın yolunda yürünen yerde hayat her nedir?
Ali Duran Topuz’un “Ölüm Allah Emri Ya Eziyetler” başlıklı makalesinden alıntılayalım: “Soruşturma safhasından duruşmalara, adliyeye yardımcı kuruluşlardan (Adli Tıp mesela) politik otoriteye kadar devletin adli teşkilatının her aşamasında göstere göstere sergilenen çıplak güç, herhangi bir anlamıyla hukukun ve herhangi bir yönüyle adaletin gözetilmediğini, gücün neredeyse saf, çıplak halde işleyişinden başka bir işleyişin benimsenmediğinin göstergeleri.
Böyle olunca da birey, çıplak güce karşı çıplak beden, hiçbir hukuki ya da adalet kaynaklı korumanın olmadığı çıplak beden halinde tezahür eder. O fotoğraf, sadece toplum değilsiniz diye bağırmadı, tehdidini de yineledi: Gücümün karşısında çıplaksınız, töre, edep erkan, ahlak, hukuk… sizi koruyan hiçbir şey yok. Çıplak güce karşı mutlak itaat isteyenin nutku.
Aslımız Muhammet kıyman cellatlar
Üstümüzde bite davacı otlar
Ölüm Allah emri ya eziyetler
Açılın kapılar Şah’a gidelim. (Pir Sultan Abdal)”
Gazete Duvar’dan alıntılayalım: “İstanbul Küçük Armutlu’da Ekim 2015’te düzenlenen ev baskınında polis tarafından öldürülen Dilek Doğan’ın babası Metin Doğan gözaltına alınıp İstanbul Adalet Sarayı’na götürüldü. Metin Doğan’ın gözaltına alındığı bilgisini Halkın Hukuk Bürosu, twitter hesabından duyurdu. Paylaşımda şu ifadelere yer verildi: “Armutluda evinde galoş giyin dediği için katledilen Dilek Doğan’ın babası Metin Doğan’ın gözaltına alınarak Çağlayan Adliyesine götürüldüğünün bilgisi verildi.”
Armutluda evinde galoş giyin dediği için katledilen Dilek Doğan’ın babası Metin Doğan’ın gözaltına alınarak Çağlayan Adliyesine götürüldüğünün bilgisi verildi. Metin Doğan daha sonra serbest bırakılır. Dilek Doğan'ın abisi Emrah Doğan'da, Berk Ercan adlı itirafçı beyanlarıyla daha önce tutuklanmıştır.”
31 Ocak günü Sabiha Temzikan Twitter hesabından paylaşır: “Annem #LeylaGüven’in açlık grevinin 85. gününde evimizin önünde çekildi bu görüntüler. Sadece anneme “yanındayız” demek istediler. Eriyen bedeniyle çıkıp selamlamak istediği insanlara tazyikli su ile saldırdı polis. Annem çok üzgün ama “Bu dayanışmayı kıramayacaklar” diyor.
Nuriye Gülmen, Medya Blok’tan Fırat Yeşilçınar’la konuşur: “Açlık grevlerinde her evre, her gün, her an kritiktir. Kritik evre diye bir şey yok. Açlık pek çok hayati riskle sürdürülen bir eylem. Leyla Güven bugün 84. gününde. Bir insan 84 gündür yemek yemiyor. Bize bir şey anlatmak istiyor. Buna duyarlı olmak için ölümün yaklaşmasını beklemeye gerek yok.
80’li günlerde hapishanedeydim ve kas ağrılarım yoğunlaşmıştı. Nabzım zaman zaman çok düşük seyrediyordu. Ayaklarda yanma ve batma oluyordu. Hatırladıklarım bunlar.
Bugün Leyla Güven açlık grevinin 84. gününde, halkın avukatları 7., Eren Erdem 3. gününde. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Emekçiler açlıklarını anlatmak için meclis önünde kendini yakıyor. Milletvekilleri, avukatlar adaletsizlikler karşısında açlığı silah yapıyor. Açlığın kol gezdiği bir ülkede yaşıyoruz. Açlığı direnişe, umuda çevirenlere selam olsun.
Tecrit İşkencedir. Tüm hapishanelerde tecrit işkencesine son verilmelidir. Leyla Hanım’ın talebi kabul edilmeli ve açlığına derhal son verilmelidir.”
Mezopotamya Ajansı’nın haberidir: “Lice ve Solhan ilçelerine bağlı köylere askerlerce baskın yapıldı. Solhan ilçesine bağlı İnandık köyünde askerlerin bir evde 4 saat boyunca 3 kez arama yaptığı belirtildi
Diyarbakır’ın Lice ilçesinin kuzeydoğusundaki dağlık alanda yer alan Güldiken (Pêçar) mahallesi ve bağlı mezralara yönelik 27 Ocak günü başlatılan askeri operasyonun dün (29 Ocak) saat 22.00 sıralarında tamamlandığı kaydedildi.
Baskın yapıldığı evinde 4 saat boyunca 3 kez arama yapıldığını belirten Zihni Görmez, tüm eşyalarının dağıtıldığını söyledi. Askerlerin, Bingöl Başsavcılığı’na yapılan bir ihbardan dolayı evlere baskın yaptıklarını aktardığını ifade eden Görmez, yapılanları “zulüm” olarak değerlendirdi. Görmez, “Bu ülkenin bir vatandaşıyım ve haklarım var. Ancak bu durumda kimi kime şikayet edeceğimi bilmiyorum” dedi. Görmez’in eşi Refika Görmez de, evinin dağıtılmasına, “Bize bunu reva görenleri Allah’a havale ediyoruz” sözleriyle tepki gösterdi.”
Çürümenin, nihai anlamda kalıcılaştırıldığı, biteviye bir kötülüğün sofrasında halen aynı gemideyiz bahisleri seslendiriliyor. Zorun, bet ve fecinin birlikteliğinde bir düzlemin her neye dönüştüğü ortadayken nedir aynı gemi. Bunca açıktan, bir o kadar keskin ve kesinti taşımadan var edilen cühela cüretinin oluşturduğu yıkım hangi gemiyi var edebilir. Bariz bir kötülükle, biteviye kılınan ırkçılıkla, ölesiye nefretle ve toplumsal katmanları alt üst etmekten ötede bir kırım iklimiyle hangi gemi söz konusu edilebilir! Yazdığımız ve dahi paylaştığımız mesel ortak olanın, müştereklerin bahsidir. Epey tekrarlanmış bir bahsin ta kendisi olsa da yarının nasıl ve neden eksiltildiğini ve çalındığını gördüğümüzde bu halin şu toplamın nasıl bir gemi söylemini taşımadığı acı acı kanıtlanır.
Yıkımın var edildiği, çürümenin güncellendiği, devletin zorbalığının kesintisiz olarak bu sahnede varlığının korunduğu bir şekil / şablon / düzende aynı gemide falan olunmadığı hiçbir şerhe yer bıraktırmayacak kadar açıktır. Düzen, devletli, mekanizma ve yaşattıkları her günle birlikte muktedirin derdi, ol aynı gemi kurgusu yinelenirken, toplumu ayrıştırıp daha da fazla un ufak etmektir. Cerahatin var ettiği, gözün gör dediği, aklımızla alayın en dipsiz koyaklarından çıkagelen tahayyüllerin birer ikişer olur verildiği bir yerde bu halin ta kendisidir güncellenen. Böylesi bir yer hayat vaat etmeyecek olandır. Böylesi bir sahne bir mizansen değildir. Bu kadar açıktan, alenen kastın menzili bir ülke değildir. Kesintisiz bir yıkım sahasıdır. Anlıyor musunuz....
Süreğen kılınan zorbalığın, arkası hiç kesilmeyen fecaatlerin, insan eliyle kurulmuş olan tüm o cenderelerin arasında her nasıl bir hayatın imal olunduğunu fark ettiğinizde dehşeti kelimelere sığınmadan görmek mümkündür. Bugün bir uçurumun kıyısında dikilmeye bir şekilde mecbur koyulan menzilin sıradan yurttaşları için her gün mücadeledir, hayatta ol muktedirin inatla yağmaladığından artakalanı muhafaza edebilmek için. Yolumuz karaşın, yolumuz bir dolu engelli, yolumuz soluk alabilmenin bile itiş kakışla mümkün olabileceği kadar dip dibe kapkaranlık güzergahlardan geçiyor. Bu kadar aleni kastın, tüm o vasatın, kötülüğün, dibine kadar devletli taarruzunun sahnesinde bir ülkeyi hatırlayabilmek için yolumuz uzun, derman tükenene kadar... Bir ülkeyi sırf onun salt bunun değil her birimizin kılabilmek için yolumuz uzun... Bilginize...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Cem TURGAY – Field, Archival Pigment Print Diasec, 42 x 100 cm, 2010 ve Thin Yellow Line, Archival Pigment Print Diasec, 40 x 100 cm, 2010 – Contemporary Art Marketing Gallery
#türkiye gerçeği#meram#arzihal#tahayyül#aynı gemide değiliz#yaşama istenci#akp#devlet#yıldırı#mesele#hayatta kalmak#selçuk kozağaçlı#işkence#cenaze#yasa saldırı#kötülük#metin doğan#armutlu#sabiha temizkan#leyla güven#bakur kürdistan#barışmak#sesler
0 notes
Text
Başkan Cemil Tugay’dan Eşrefpaşa Hastanesi İncelemesi
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Cemil Tugay, görevine başlayan Eşrefpaşa Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Başak Bayram’ı makamında ziyaret etti. Başkan Tugay, hastanenin ek hizmet binasının inşaatında da inceleme yaparak son durum hakkında bilgi aldı. Türkiye’nin ilk ve tek belediye hastanesi İzmir Büyükşehir Belediyesi Eşrefpaşa Hastanesi, hastalarına daha kaliteli hizmet vermek amacıyla…
#Ahmet Soner Emre#Çağatay Güç#Doç. Dr. Başak Bayram#Ege#Eşrefpaşa Hastanesi#İzmir#Onur Açık#Prof. Dr. Pınar Okyay Dr. Cemil Tugay
0 notes
Text
Zayıflarken sağlığınızdan olmayın
Yaz aylarının yaklaşmasıyla birlikte spora olan ilgi de artış gösterdi. Kışın alınan kiloları kısa sürede vermek isteyenler spor salonlarına akın etmeye başladı. Hamlamış vücudu spora yavaş yavaş alıştırmak gerektiğini söyleyen Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Çağatay Öztürk, ağır tempolu spor yapmanın omurga üzerinde büyük risk oluşturduğunu söylüyor Havaların ısınmasıyla hızlı kilo vermenin yöntemleri aranıyor. Bu yöntemler arasında kimileri için besin takviyeleri, sağlıksız haplar ve diyetlerin yanı sıra ağır ve bilinçsizce yapılan sporlar yer alıyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Çağatay Öztürk, vücudu spora alıştırmadan yapılan bilinçsiz sporların omurga için büyük tehlike oluşturduğunu söylüyor. Ani değişe kilo fıtığa neden oluyor Uzun süre egzersizden uzak kalarak vücudu ısındırmadan, birden bire spora başlamak, ağır tempolu ve omurgaya yüklenecek şekilde, yanlış seçilmiş sporlar yapmak, bel ve boyun fıtıklarını tetikliyor. Omurgaya binen yük miktarını artıran sporlardan ise özellikle kaçınmak gerekiyor. Aşırı derecede fiziksel güç harcama, bel zorlanmasına ve omurgaya yük binmesine sebep oluyor. Sinirlerin omurgadan tüm vücuda yayılması sebebiyle beli zorlamak, sırt dışındaki bölgelerde de ağrıya zemin hazırlıyor. Ani değişen kilo ise vücutta fıtığa sebep olabiliyor. Spora başlamadan önce sağlık kontrolünden geçin Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Çağatay Öztürk'e göre spor esnasında yapacağınız yanlış bir hareket, ciddi ve ameliyat riski taşıyacak problemlere yol açabiliyor. Ağır sporların yol açtığı küçük travmaların birikimi, bel fıtığı ve disk problemlerini tetiklediği için faset sendromuna dahi sebebiyet veriyor. Bel problemleri, bacakları hareket ettirirken zorlanma, bacaklarda uyuşma, karıncalanma, his kaybı yaşanmasına neden oluyor. Bahar aylarında zayıflamaya başlamadan önce herkesin, önce omurga da dahil, herhangi bir rahatsızlığı olup olmadığını anlamak için sağlık kontrolünden geçmesi gerekiyor. sonrasında ise sağlık durumuna göre bir beslenme programı uygulayarak, antrenör eşliğinde bilinçli spor yapması gerekiyor.
0 notes
Text
Erzurum için rehberler
Güzel ülkemin güzel insanları yepyeni bir makalemize daha hoş geldiniz. Hepinizin de bildiği üzere Anadolu gerek tarih öncesi çağlarda gerekse tarihi dönemlerde birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan, kültürel açıdan oldukça zengin bir yerdir. Bu makalemizde sizlere öncelikle belki de tarihimizdeki en üzücü olaylardan birisi olan Sarıkamış Harekatı’nı sonra da Sarıkamış’ta bulunan kayak merkezinden bahsedeceğim. Ayrıca tren ile Kars gezisi diğer makalemize de bakmanızı tavsiye ederim.
Yıl 22 Aralık 1914, Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Enver Paşa tarafından verilen emirle kahraman askerlerimiz Sarıkamış Harekatı’nda şehit düşmüşlerdir. Normal şartlarda bu hareket planlandığı sırada birçok yetkili kişi tarafından uyarılan Enver Paşa, Türk askerini eksi kırk derecelik bir soğuğun bulunduğu ve bölge açısından düşündüğümüzde tecrübesiz bir takım komutanlarla başlatılan bir harekatın emrini vermiştir ki, Enver Paşa’nın bir Alman hayranı olduğu o dönem herkesçe biliniyor. Bazı tarihçiler bu olayı Alman İmparatorluğu’nun 1898 yılında Sultan 2. Abdülhamit dönemindeki görüşme sırasında Almanların “Olası bir dünya savaşı durumunda bizlerle birlikte savaşa girer misiniz?” teklifinin reddedilmesinin bir neticesi olduğunu savunur.
Biraz daha açarsak Sultan 2. Abdülhamit döneminde ikna edemedikleri Osmanlı Sultanını, 2. Abdülhamit’in 31 Mart 1909 tarihinde tahtından indirilip yerine V. Mehmed Reşad’ın geçirilmesinden sonra tahta geçen yeni padişahın otoritesinin zayıflığını fırsat bilen Alman İmparatorluğu’nun Enver Paşayı Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekilliği makamına getirmelerinin bir sonucudur Sarıkamış Harekatı.
Sarıkamış Harekatı’na kadar askerlik kariyerinin en parlak dönemini yaşıyordu Enver Paşa. 31 Mart 1909 İsyanının başlamasında payı vardı. O dönem kendisi ve bazı 24 Haziran 1909 günü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir suikast eylemine katılacağı düşüncesiyle İstanbul’a çağrılmıştı. Fakat o İstanbul’a gitmek yerine 24 Haziran günü dağa çıkmayı seçti ve bunun sonucu olarak 31 Mart İsyanının çıkmasına öncü olmuştur ki o dönem Osmanlının içindeki birbirinden farklı fikir akımlarına mensup insanların barut fıçısı gibi olduğu bir dönemdir. Bir tarafta yenilikçi olduğunu iddia eden Jön Türkler (Yeni Türkler), bir taraftaysa İslamcılık akımını savunan diğer bir değişle hilafetin gücüne inanan insanlar. Bu iki akım tarafından bölünmüş olduğunu söyleyebileceğimiz Osmanlı adeta fitili ateşlenmeyi bekleyen bir barut gibiydi.
Bu döneme baktığınızda 1876 tarihinde tahta çıkan 2. Abdülhamit’in yine aynı tarihte ilan ettiği meşrutiyet rejiminin bir neticesi olarak bölünen bir halk söz konusudur. Sonradan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Osmanlı Parlamentosunun Savaşı iyi yönetememesi ve her kafadan bir ses çıkmasının bir sonucu olarak 14 Şubat 1878 tarihinde meclis 2. Abdülhamit tarafından süresiz olarak tatil edilmiştir. Bundan 32 yıl sonra İttihat ve Terakki ve halkın baskısı sonucu 23 Temmuz 1908’de 2. Meşrutiyet ilan edilmiştir. Şunu da belirtelim bu 32 yıllık süre zarfında 2. Abdülhamit meclisi yeniden açmak için denemelerde bulunmuş olsa da maalesef Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu durumun bir neticesi olarak başarılı olamamıştır.
Enver Paşa işte böyle bir ortamda barut fıçısının fitilini ateşlemiştir adeta. Hatırlarsanız Enver Paşanın dağa çıktığından bahsetmiştik. Enver Paşa dağa çıktığında yanında bulunan Kolağası Niyazi Bey’in de yardımıyla askeri açıdan örgütlenmiştir. Dikkat ederseniz 2. Meşrutiyet’in ilan tarihi 24 Temmuz 1908’e denk geliyor. Açıkçası Sultan 2. Abdülhamit’in saltanatının son yıllarına baktığımızda eski otoritesine sahip olmadığını görüyoruz. Bu yüzden potansiyel bir ihtilale karşı hazırlıklı olmadığını tahmin etmek de güç değil. 2. Abdülhamit’in İslamcılık politikasını savunduğunu düşünürsek 2. Meşrutiyet’in ilanının bir potansiyel ihtilale önlem olarak yapılan bir girişim olarak değerlendirebiliriz. 23 Temmuz 1908’de Sultan 2. Abdülhamit’in meclisi tekrardan bir araya toplamak istemesi üzerine bir bildiri yayınlaması üzerine Enver Paşa İstanbul’a intikal etmiştir. Bu intikalin ardından Enver Paşa halkın bir kesimi tarafından kahraman olarak karşılanmıştır. Hatta kendisine “kahraman-ı hürriyet” gibi bir sıfat da yakıştırılmıştır. Bu olaydan sonra Enver Paşa halk tarafından gerçekten sevilen bir insan rolüne bürünmüştür.
Sonuca baktığımızdaysa Sarıkamış Harekatı’na kadar Enver Paşa için her şey yolunda gidiyordu. Fakat bu olaydaki hayalperestliği ve Alman Hayranlığı yüzünden Osmanlı Ordusunu beyhude bir savaşa soktuğu da bir gerçektir. Sarıkamış Harekâtı tarihimiz açısından maalesef ki en dramatik olaylardan birisidir. Artık diğer konumuz olan Sarıkamış Kayak Merkezi’ne geçebiliriz.
Sarıkamış’tan önce, Eğer bir gün yolunuz Kars’a düşecek olursa sizlere tavsiyem bir rehber öncülüğünde gelmeniz olacaktır. Bunun sebebiyse Kars’ın yapısal olarak oldukça karışık olmasıdır. Hem aynı zamanda bir rehber size bölgenin kültürel yapısını ve tarihini anlatabilecek Bilgi birikimine de sahip olacaktır. Bu yüzden bir rehber öncülüğünde gelmeniz sizin için daha iyi olacaktır. Sizlere rehber olarak tavsiyemse Sayın Bilal Çağatay Erentürk’tür. Kendisine bu telefon numarasından ulaşabilirsiniz. 0533 517 98 59 Ayrıca Erzurum da gezilecek yerler adı altında da Bilal Çağatay Erentürk’e rastlayabilirsiniz.
0 notes
Text
Hype
Kübra’nın Mesajı Ne?
Bu dizinin hikayesi bana Caspar David’in bir tablosunu hatırlattı. Romantik akımın öncülerinden Alman ressamın “Bulutlar Üzerine Yolculuk” ya da diğer adıyla “Sis Denizinin Üzerindeki Gezgin” tablosunu gözünüzün önüne getirin lütfen. Derin düşünceler ve iç hesaplaşması ile ayakta duran sırtı bize dönük yalnız bir adam var orada. Heykel gibi dik durur, ama tam da uçurumun eşiğindedir. Güçlü görünür, ama kırılgan bir belirsizlik içindedir. Yüksektedir, ama karşısında daha yüksek tepeler vardır. Okuduğunuzda pek çok mesaj alacağınız bu tablo gibi bu dizinin hikayesinde de fazlasıyla mesaj var bana göre.
Aslı Şeref Bosut20 Ocak 2024
Diziyi izlerken insanların duygusal ihtiyaçlarını düşünmeye başladım. Güç ve kudret sahibi yüce bir varlığa güvenme, sığınma ve yardım isteme ihtiyacını iç benliğinde sürekli hisseden bir varlık olarak insanı sorguladım. Yaradılışı gereği üstün ama bir o kadar da muhtaç olan insanın en büyük kurtarıcısı kendisi olabilir mi?
Kübra dizisi, net bir biçimde ütopya kurgusu olmadığı gibi çok geçmeden bir distopyaya dönüşebileceğinin sinyallerini verdi bana. İnanç sistemini ve ihtiyaçları sorgularken, kendi yarattığımız makineleri, insan bedeni, zihni ve makineler arasındaki keskin sınırları da sorgulamaya başladım. Kurzweil; İnsanlık 2.0 kitabında, makine zekasının tekilliğe ulaştığında insan zekasından üstün hâle geleceğini yazalı yirmi sene olmuş. Böylesi büyük bir kehanetin gerçek olması için çok da uzun bir zaman geçmedi.
Makinelerin bir çeşit insan yaratıp yaratmadığı ve insanların geleceğine ne olacağı konuları epistemolojik olarak tartışılan konular tabii, kendi konumuza dönecek olursak şu ana dek değişmeyen bir gerçek; biz insanlar, anlamın kaynağı ve tarihin tek yazarıyız. Descartes’ın dediği gibi, “yargılama yeteneğimiz” ile diğer her şeyden ayrışırız. Pek çok düşünüre göre her ne pahasına olursa olsun, insan, teknolojinin hizmetkarı değil, efendisi olmalıdır. Zihnimde farklı disiplinleri bir araya getiren enteresan bir kurgu ağına dönüştü Kübra.
Yağmur Taylan ve Durul Taylan’ın yönetmenliğini üstlendiği, Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanan, çekimleri altı ay süren dizide, başarılı oyunculuğuyla Gökhan karakterine hayat veren Çağatay Ulusoy oldu. Kendisiyle, GQ Hype özel çekimi için bir araya geldiğimiz sette yaptım bu röportajı. Bence çok yorgundu ama hiç belli etmiyordu, disiplinli, işine ve çalışma arkadaşlarına çok saygılı bir oyuncu. Sohbet etmesi de bir o kadar keyifli. Şimdi söz Çağatay’da.
İnsan, varoluşundan bu yana hep bir kurtarıcı aradı. Peki ama neden?
Kurtarıcı arayışı, insanların varoluşsal kaygılarından kaçma ve anlamsızlığı aşma çabası olarak görülebilir mi?
Bu böyle de düşünülebilir pek tabii. Ama bir yandan da tarih boyunca insanın inanma ihtiyacını görüyoruz. İnancın temel bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bunu “kurtarıcı arayışı” olarak görmekten ayrı tutarak şunu söyleyebilirim, insanın tek kurtarıcısı kendisi olmalı. İnsan kendi hayatına kendi yön verebilecek gücü kendinde bulmalı.
Özel bir amaca hizmet etmek için seçilmiş kişi olsaydın, bu amacın ne olmasını isterdin?
Bilmem ki. Bilinç yükseltmek, farkındalığı artırmak olabilirdi belki.
İnsanın kendi yolunu bulabilmesi için ihtiyacı olan şey nedir?
İçsel pusulasına güvenmesi ve irade diyebilirim.
Sen farklı mısın? Kendini hangi özelliklerinle farklı hissediyorsun?
Ben bir diğerinden farklı olduğumu düşünmüyorum. Herkesin biricik olduğunu ama kimsenin özel olmadığını düşünüyorum. İnsanın kendini keşfetmeye ne kadar açıksa o kadar bütünleştiğini, bütünleştikçe de insan olmaya o kadar yaklaştığını düşünüyorum.
Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var? Bu dünyaya gelme amacını sorguluyor musun sen de Gökhan ve pek çok insan gibi?
Herkes gibi benim de varoluşsal sancılarım olur ara ara. Dünyaya geliş amacımı sorgulamak yerine geldiğim hayatı dilediğim gibi yaşayabilmenin peşindeyim aslında.
Seçimlerin, verdiğin tepkiler, aldığın kararlar ve eylemlerin hangi duyguların sonucu olur genelde, Kübra’nın gözlemlediği Gökhan korku, şaşkınlık ve coşku ile hareket ediyor. Ya sen, duygularının yönetiminde misin, yoksa daha rasyonel misin?
Ben duygularımın ve mantığımın kendi içimde bir dengesini bulduğuma inanarak ilerliyorum. Bir de benim hayatım Gökhan’ın hayatından dramatik olarak çok farklı. Onun yoğun duygularının çıkış noktası, kaybı, motivasyonu farklı. Benim hayatımda böyle majör durumlar yaşanmadığından dolayı pek duygusal ilerlediğimi söyleyemem. Ama her zaman tüm kararlarımda içimde bir yere denk geldiğini hissettiğim şey beni harekete geçirir.
En tehlikeli oyun zihnimizin oyunu mu sence de?
“En” tehlikeli mi bilmiyorum. Ama evet tehlikeli. Zihin yönlendirilebilir, eğitilebilir, manipüle edilebilir. Bunu ne yönde kullandığın veya ne yönde kullandığına dair bir fikrinin dahi olmaması arasındaki uçurumu çok tehlikeli buluyorum.
Hiç kimse sana inanmasa, davandan vazgeçer misin? Yoksa yine de vazgeçmez misin?
Sanmıyorum. Vazgeçmem herhalde. Ben bir şeye inanıyorsam o bana aittir. Kendini buna yakın veya ait hissedenlerin bir araya gelmesi, aslında şahsi olarak “bana” değil zaten inanılana hizmet eder.
Mucize nedir?
Mucize deyince sanki hep koca koca, olanaksızın gerçekleşmesi gibi, büyük şeylermiş gibi geliyor kulağa. Tam olarak böyle olduğunu düşünmüyorum. Klişe olabilir ama hayatın baştan sona bir mucize olduğunu düşünenlerdenim. Ki bu yalnızca bir insanın hayatı değil; hayatın kendisidir belki de. Yaşamın kendiliğindenliğinin mucizesine tanıklık etmede bulunabilir.
Karanlığın içindeki aydınlık metaforu neye vurgu yapıyor? Nasıl yorumlarsın?
Bir insan nasıl ki yalnızca iyi veya yalnızca kötü olamazsa aydınlık ve karanlık arasında da tondan tona ince bir geçiş vardır. Eğer bu arada keskin bir geçiş varsa orada denge yoktur. Karanlığın içindeki aydınlık bir yandan da insanın kendi gölge yanlarıyla barışmasını simgeliyor benim için. Kendi karanlığından geçmemiş biri kendi aydınlığını ne kadar anlayabilir? Sanki bir seçim yapılması gerekiyor ve bir tarafı seçiyoruz gibi, ama bence konu bu değil. Konu tam olarak bu iki ucun arasındaki dengede yürüyebilmek. Kişinin kendi yolu tam o arasıdır belki de.
Teknolojiyle aran nasıl? Bir yapay zekayla arkadaş olur muydun?
Aslında teknoloji ile aramın iyi olduğu söylenemez. Ama yapay zeka ile arkadaş olabilirim gibi geliyor. Daha doğrusu onu bir arkadaş yerine koymak değil ama herhangi bir konuda bana yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Onun içinde kaybolabilecek biri değilim. Ama ara sıra yol arkadaşlığı edebiliriz bence!
Modern dünyada da kurtarıcılara olan ihtiyaç devam ediyor. Politik liderler, toplumun sorunlarını çözeceği umuduyla seçilir. Bilim insanları, hastalıkları tedavi edecek yeni buluşlar yaparak insanları kurtarabileceğini düşünür. Teknoloji, insanları sıkıştıkları durumlardan kurtaracak çözümler sunuyor mu sence? Teknoloji modern dünyanın kurtarıcılarından mı?
Demin de bahsettim aslında bundan. Kurtarıcının kişinin kendi olması gerektiğini düşünüyorum. Ama ihtiyaç duyulan bir bilgi, bir görsel, bir tedavi -her neyse bu ihtiyaç- varsa ve bu bilgi teknolojinin herhangi bir yerindeyse neden bundan faydalanmayalım ki? Bir araç olarak bilinçli kullanıldığı sürece teknoloji bize yardımcı olabilir ancak.
Hiç oturmayacağımız evler, hiç giyemeyeceğimiz kıyafetler, hiç kullanmayacağımız cihazlar almak için sence de ömürlerimizi heba mı ediyoruz?
Belki evet, belki hayır. Özünde neye ihtiyacımız var? Barınmak, beslenmek, üremek, korunmak, boşaltım sağlamak. Şu an tüm çıplaklığımızla doğada yaşıyor olsaydık bunları gayet yapabilir ama belki vahşi doğanın kurallarına şu anki konforumuzun dışında olduğumuzdan dolayı daha erken yenik düşebilirdik. Daha kısa yaşayabilirdik. Aradaki fark yalnızca bu bence. Ama şu an günümüz dünyasında yaşıyoruz. Burada şu an tek söyleyebileceğim şey farkındalıkla, bilinçli bir şekilde, tüketim çılgınlığına kapılmadan, kendimizi çarkta kaybetmeden ilerleyebiliriz.
Neye para harcarken çekinmiyorsun?
Parayı madde olarak görenlerden değilim. Paranın da bir enerji olduğuna inanıyorum. Kazanmak için de emek veriyorum. Karşılıklı bir akış oluyor. Dolayısıyla kazanırken direnç göstermediğim gibi harcarken de çekinmiyorum. Kendime ve hayatıma yatırım yapabilmemin, sevdiklerimle paylaşabilmenin bir yolu bu. Amaç değil, araç kısacası.
Kübra’nın senaryosunu okuduğunda seni etkileyen ne oldu, bu işe varım demendeki sebep neydi?
Kübra’yı ilk okuduğumda sürükleyici etkisi beni tesiri altına aldı. Bir de hikaye şaşırtıcı tabii. Bu iki duygu ve Gökhan karakteri ile çıkacağım yolculuk beni heyecanlandırdı.
Diziyi ve karakterleri kısaca yorumlamanı isterim.
Dizi; konusu, hikayesi, karakterleri, kurgusu, oyunculuklar, yönetmenlerimiz ve her şeyiyle etkileyici bir iş oldu diyebilirim. Konusu itibariyle hem güncel hem ilgi çekici. Karakterlerin her birinin hikayesi kendi içinde başka bir hikaye. Olayların birbirine bağlanma şekli de merak uyandırıcı. Spoiler vermek istemediğim için detay veremiyorum maalesef şu an.
Gökhan olmak sana nasıl hissettirdi?
Gökhan karakteri daha önce oynadığım karakterlerden çok farklı. Okuduktan sonra Gökhan ile yola çıkmak arzusu uyandı içimde. Onun hayatı, onun dramı, onun kendisini bu dramdan inancı ile çıkarma çabası, bu inancın içinde bazen kendini kaybolmuş hissetmesi, ailesi, etrafı bambaşka. Bir yandan “seçilmiş” olmasının verdiği gücün içinde boğulması, öte yandan o gücün dengesini kurmaya çalışırken verdiği savaş Gökhan karakterini gerçek hissettirdi diyebilirim.
0 notes
Text
Anadolu'nun Kültürel Yapısının Önemi ve Tur Rehberleri
Güzel bir sabahtan daha herkese merhabalar. Bugün sizlere Anadolu’nun tarih boyunca sürekli değişen kültürel yapısından ve Türklerden önceki Anadolu’nun durumundan bahsedeceğim. Bu sayede eğer bir gün Anadolu’yu gezmek isterseniz bu topraklar hakkında biraz bilgi sahip olacaksınız. Ayrıca eğer vaktiniz kalırsa ve Fethiye camisi olan makalemizi de okursanız oldukça memnun oluruz.
Topluluk olarak yaşadığımız Anadolu toprakları tarih boyunca oldukça önemli bir yer teşkil etmiştir. Bunun ana sebebi Anadolu’nun bulunduğu konumdur. Asya, Avrupa ve Ortadoğu’nun tam ortasında kalan bir merkez olması sebebiyle Anadolu her açıdan önemli bir bölgedir.
Bu ortada kalma durumu nedeniyle tarih boyunca birçok kez göç almıştır ve bunun bir sonucu olarak da Anadolu özellikle Osmanlı döneminde 72 millet olarak tabir edilen yapısına kavuşmuştur. Bu çeşitli ırk, din, kültür ve yaşam tarzlarından inanların bir arada yaşayabilmesi için elbette ki çok düzenlenmiş ve hatasız kanunlar bir zaruriyettir. Fakat Türklerden önceki Anadolu’ya bakarsanız bırakın kanunu, halk sefalet içinde sürünüyordu resmen.
Ayrıca hemen hızlıca bahsedip geçmem gereken bir konu da şudur. Eğer Anadolu’ya bir seyahate çıkmayı düşünüyorsanız yanınızda bir rehber bulundurmanızı şiddetle tavsiye ederim. Rehber olarak sizlere Bilal Çağatay Erentürk’ü önermek isterim. Kendisine bu telefon hattından ulaşmanız mümkündür. 0533 517 98 59 Ayrıca internette Bilal Çağatay Erentürk’ü Erzurum da gezilecek yerler gibi başlıklarda görebilirsiniz.
Türklerden önce Anadolu’nun hâkimi olan Bizanslılar Anadolu’yu kelimenin tam manasıyla işkence denebilecek bir şekilde yönetiyorlardı. Halkın gereksinimi olduğu kanunlar bir yana halka dayatılmış olan ağır vergiler ve zulüm yüzünden halk yönetimden nefret ediyordu.
Türkler 1071 Malazgirt Muharebesinden sonra Anadolu’ya göç etmeye başladıktan ve orada Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurduktan sonra Anadolu’nun ihtiyacı olan kanunları getirmekle beraber bölge halklarının Türklere karşı olumlu bakışa sahip olmalarını sağlayacak birçok reformist çalışma gerçekleştirmişlerdir.
Bunlardan bazıları medreseler, ibadethaneler, külliyeler, kervansaraylar olarak örnek verilebilecekken bunlar arzu edildiği takdirde oldukça geliştirilebilecek listelerdir. Anadolu Selçuklu döneminde Anadolu halkları Türklere ısınarak onları benimsemiştir. Bu açıdan baktığınızda farkında bile olmadan Osmanlı’nın kuruluşuna ön ayak olmuşlardır.
Anadolu Selçuklu Devleti zayıflayarak yıkıldıktan sonra yerine kurulan Osmanlı Beyliği de çok kısa bir zaman diliminde imparatorluk statüsüne ulaşarak Türklerin gücüne güç katmıştır.
0 notes
Text
Anadolu’ya gitmek ve tur rehberleri
Güzel bir sabahtan daha herkese merhabalar. Bugün sizlere Anadolu’nun tarih boyunca sürekli değişen kültürel yapısından ve Türklerden önceki Anadolu’nun durumundan bahsedeceğim. Bu sayede eğer bir gün Anadolu’yu gezmek isterseniz bu topraklar hakkında biraz bilgi sahip olacaksınız. Ayrıca eğer vaktiniz kalırsa ve ani katedrali olan makalemizi de okursanız oldukça memnun oluruz.
Topluluk olarak yaşadığımız Anadolu toprakları tarih boyunca oldukça önemli bir yer teşkil etmiştir. Bunun ana sebebi Anadolu’nun bulunduğu konumdur. Asya, Avrupa ve Ortadoğu’nun tam ortasında kalan bir merkez olması sebebiyle Anadolu her açıdan önemli bir bölgedir.
Bu ortada kalma durumu nedeniyle tarih boyunca birçok kez göç almıştır ve bunun bir sonucu olarak da Anadolu özellikle Osmanlı döneminde 72 millet olarak tabir edilen yapısına kavuşmuştur. Bu çeşitli ırk, din, kültür ve yaşam tarzlarından inanların bir arada yaşayabilmesi için elbette ki çok düzenlenmiş ve hatasız kanunlar bir zaruriyettir. Fakat Türklerden önceki Anadolu’ya bakarsanız bırakın kanunu, halk sefalet içinde sürünüyordu resmen.
Ayrıca hemen hızlıca bahsedip geçmem gereken bir konu da şudur. Eğer Anadolu’ya bir seyahate çıkmayı düşünüyorsanız yanınızda bir rehber bulundurmanızı şiddetle tavsiye ederim. Rehber olarak sizlere Bilal Çağatay Erentürk’ü önermek isterim. Kendisine bu telefon hattından ulaşmanız mümkündür. 0533 517 98 59 Ayrıca internette Bilal Çağatay Erentürk’ü Kars’ta gezilecek yerler gibi başlıklarda görebilirsiniz.
Türklerden önce Anadolu’nun hâkimi olan Bizanslılar Anadolu’yu kelimenin tam manasıyla işkence denebilecek bir şekilde yönetiyorlardı. Halkın gereksinimi olduğu kanunlar bir yana halka dayatılmış olan ağır vergiler ve zulüm yüzünden halk yönetimden nefret ediyordu.
Türkler 1071 Malazgirt Muharebesinden sonra Anadolu’ya göç etmeye başladıktan ve orada Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurduktan sonra Anadolu’nun ihtiyacı olan kanunları getirmekle beraber bölge halklarının Türklere karşı olumlu bakışa sahip olmalarını sağlayacak birçok reformist çalışma gerçekleştirmişlerdir.
Bunlardan bazıları medreseler, ibadethaneler, külliyeler, kervansaraylar olarak örnek verilebilecekken bunlar arzu edildiği takdirde oldukça geliştirilebilecek listelerdir. Anadolu Selçuklu döneminde Anadolu halkları Türklere ısınarak onları benimsemiştir. Bu açıdan baktığınızda farkında bile olmadan Osmanlı’nın kuruluşuna ön ayak olmuşlardır.
Anadolu Selçuklu Devleti zayıflayarak yıkıldıktan sonra yerine kurulan Osmanlı Beyliği de çok kısa bir zaman diliminde imparatorluk statüsüne ulaşarak Türklerin gücüne güç katmıştır.
0 notes
Text
tur rehberleri ve anadolu seyahati
Güzel bir sabahtan daha herkese merhabalar. Bugün sizlere Anadolu’nun tarih boyunca sürekli değişen kültürel yapısından ve Türklerden önceki Anadolu’nun durumundan bahsedeceğim. Bu sayede eğer bir gün Anadolu’yu gezmek isterseniz bu topraklar hakkında biraz bilgi sahip olacaksınız. Ayrıca eğer vaktiniz kalırsa ve ani antik kenti'nde görülebilecek yerler olan makalemizi de okursanız oldukça memnun oluruz.
Topluluk olarak yaşadığımız Anadolu toprakları tarih boyunca oldukça önemli bir yer teşkil etmiştir. Bunun ana sebebi Anadolu’nun bulunduğu konumdur. Asya, Avrupa ve Ortadoğu’nun tam ortasında kalan bir merkez olması sebebiyle Anadolu her açıdan önemli bir bölgedir.
Bu ortada kalma durumu nedeniyle tarih boyunca birçok kez göç almıştır ve bunun bir sonucu olarak da Anadolu özellikle Osmanlı döneminde 72 millet olarak tabir edilen yapısına kavuşmuştur. Bu çeşitli ırk, din, kültür ve yaşam tarzlarından inanların bir arada yaşayabilmesi için elbette ki çok düzenlenmiş ve hatasız kanunlar bir zaruriyettir. Fakat Türklerden önceki Anadolu’ya bakarsanız bırakın kanunu, halk sefalet içinde sürünüyordu resmen.
Ayrıca hemen hızlıca bahsedip geçmem gereken bir konu da şudur. Eğer Anadolu’ya bir seyahate çıkmayı düşünüyorsanız yanınızda bir rehber bulundurmanızı şiddetle tavsiye ederim. Rehber olarak sizlere Bilal Çağatay Erentürk’ü önermek isterim. Kendisine bu telefon hattından ulaşmanız mümkündür. 0533 517 98 59 Ayrıca internette Bilal Çağatay Erentürk’ü Erzurum gezisi gibi başlıklarda görebilirsiniz.
Türklerden önce Anadolu’nun hâkimi olan Bizanslılar Anadolu’yu kelimenin tam manasıyla işkence denebilecek bir şekilde yönetiyorlardı. Halkın gereksinimi olduğu kanunlar bir yana halka dayatılmış olan ağır vergiler ve zulüm yüzünden halk yönetimden nefret ediyordu.
Türkler 1071 Malazgirt Muharebesinden sonra Anadolu’ya göç etmeye başladıktan ve orada Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurduktan sonra Anadolu’nun ihtiyacı olan kanunları getirmekle beraber bölge halklarının Türklere karşı olumlu bakışa sahip olmalarını sağlayacak birçok reformist çalışma gerçekleştirmişlerdir.
Bunlardan bazıları medreseler, ibadethaneler, külliyeler, kervansaraylar olarak örnek verilebilecekken bunlar arzu edildiği takdirde oldukça geliştirilebilecek listelerdir. Anadolu Selçuklu döneminde Anadolu halkları Türklere ısınarak onları benimsemiştir. Bu açıdan baktığınızda farkında bile olmadan Osmanlı’nın kuruluşuna ön ayak olmuşlardır.
Anadolu Selçuklu Devleti zayıflayarak yıkıldıktan sonra yerine kurulan Osmanlı Beyliği de çok kısa bir zaman diliminde imparatorluk statüsüne ulaşarak Türklerin gücüne güç katmıştır.
0 notes
Text
Anadolu’daki kültür ve tarihin tur rehberleriyle bağdaşması
Güzel bir sabahtan daha herkese merhabalar. Bugün sizlere Anadolu’nun tarih boyunca sürekli değişen kültürel yapısından ve Türklerden önceki Anadolu’nun durumundan bahsedeceğim. Bu sayede eğer bir gün Anadolu’yu gezmek isterseniz bu topraklar hakkında biraz bilgi sahip olacaksınız. Ayrıca eğer vaktiniz kalırsa ve Palandöken olan makalemizi de okursanız oldukça memnun oluruz.
Topluluk olarak yaşadığımız Anadolu toprakları tarih boyunca oldukça önemli bir yer teşkil etmiştir. Bunun ana sebebi Anadolu’nun bulunduğu konumdur. Asya, Avrupa ve Ortadoğu’nun tam ortasında kalan bir merkez olması sebebiyle Anadolu her açıdan önemli bir bölgedir.
Bu ortada kalma durumu nedeniyle tarih boyunca birçok kez göç almıştır ve bunun bir sonucu olarak da Anadolu özellikle Osmanlı döneminde 72 millet olarak tabir edilen yapısına kavuşmuştur. Bu çeşitli ırk, din, kültür ve yaşam tarzlarından inanların bir arada yaşayabilmesi için elbette ki çok düzenlenmiş ve hatasız kanunlar bir zaruriyettir. Fakat Türklerden önceki Anadolu’ya bakarsanız bırakın kanunu, halk sefalet içinde sürünüyordu resmen.
Ayrıca hemen hızlıca bahsedip geçmem gereken bir konu da şudur. Eğer Anadolu’ya bir seyahate çıkmayı düşünüyorsanız yanınızda bir rehber bulundurmanızı şiddetle tavsiye ederim. Rehber olarak sizlere Bilal Çağatay Erentürk’ü önermek isterim. Kendisine bu telefon hattından ulaşmanız mümkündür. 0533 517 98 59 Ayrıca internette Bilal Çağatay Erentürk’ü Kars gezisi gibi başlıklarda görebilirsiniz.
Türklerden önce Anadolu’nun hâkimi olan Bizanslılar Anadolu’yu kelimenin tam manasıyla işkence denebilecek bir şekilde yönetiyorlardı. Halkın gereksinimi olduğu kanunlar bir yana halka dayatılmış olan ağır vergiler ve zulüm yüzünden halk yönetimden nefret ediyordu.
Türkler 1071 Malazgirt Muharebesinden sonra Anadolu’ya göç etmeye başladıktan ve orada Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurduktan sonra Anadolu’nun ihtiyacı olan kanunları getirmekle beraber bölge halklarının Türklere karşı olumlu bakışa sahip olmalarını sağlayacak birçok reformist çalışma gerçekleştirmişlerdir.
Bunlardan bazıları medreseler, ibadethaneler, külliyeler, kervansaraylar olarak örnek verilebilecekken bunlar arzu edildiği takdirde oldukça geliştirilebilecek listelerdir. Anadolu Selçuklu döneminde Anadolu halkları Türklere ısınarak onları benimsemiştir. Bu açıdan baktığınızda farkında bile olmadan Osmanlı’nın kuruluşuna ön ayak olmuşlardır.
Anadolu Selçuklu Devleti zayıflayarak yıkıldıktan sonra yerine kurulan Osmanlı Beyliği de çok kısa bir zaman diliminde imparatorluk statüsüne ulaşarak Türklerin gücüne güç katmıştır.
0 notes