https://www.instagram.com/keremduranoglu - https://twitter.com/KeremDuranoglu
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Battlecruiser/Muharebe Kruvazörü Sınıfı
1800'lerin sonu ve 1900'lü yılların başı, donanma tarihi ve gelişimi açısından önemli olaylarla doludur. Bu dönemde yeni taktikler ortaya çıktı; motorlar yelkenlerin, demir ve çelik ahşabın yerini aldı. Birçok gemi sınıfı tasarlandı, üretildi ve arasız süren savaşlarda denendi. İşte muharebe kruvazörleri de bu çalkantılı dönemde ortaya çıkan capital gemi sınıflarından birisidir.
Doğru söylemek gerekirse de özellikle Jutland Savaşı ve Bismarck-HMS Hood düellosu sebebiyle adları lekelenmiş bir gemi sınıfı. Genellikle muharebe/savaş kruvazörleri ile ilgili bilgiler, yayınlar ve görüşler; bunların ne denli başarısız tasarımlar olduğu, kırılgan yapıları gibi olumsuz özellikleri çerçevesinde anlatılagelir.
Peki gerçekte durum böyle midir? Bundan da öte, bir savaş aracını mükemmel kılan şey nedir? Üretildiği anda kağıt üzerinde mükemmel kabul edilebilir bir savaş aracı var mıdır? Mantıklı cevap elbette hayır. Bir savaş aracını mükemmel kılan şeyler kullanılacağı çevreye uygunluğu, kendisinden beklenen göreve uygunluğu ve çerçevesinde kullanılacağı doktrin/taktiklere uygunluğudur. Elbette üretim ve bakım kolaylığı gibi ekstra etmenlerle bu liste uzayıp gider.
Savaş kruvazörleri için de durum böyledir. Bu sınıfın yaratıcısı, ünlü HMS Dreadnought'un da fikir babası olan ve dretnot çağını başlatan Amiral John Fisher'dır. Dönem, baskın gemilerin dretnotlar/zırhlılar ve onlardan silah ve zırh bakımından daha zayıf olan kruvazör/zırhlı kruvazörler olduğu dönemdir. Zırhlılar karşılıklı savaş hatlarında top atışlarıyla savaşırken, kruvazör unsurları genellikle ikincil hatlardan sortilerle onlara topçu desteği verir, filoyu daha küçük torpido botlarının yahut destroyerlerin saldırılarına karşı korurdu. Bunların dışında asıl önemli görevleri ise, hızları sayesinde düşmanın deniz ticaret yollarını vurmaya yönelik "Commerce raid" ticaret baskınlarıdır. Zırhlılar ve dretnotlar ağır zırhları nedeniyle kruvazörlerden daha yavaş olduklarından onları yakalayamazlar. Kruvazörlere karşı kruvazörleri kullanmak da genellikle sonucu şans faktörüne de bağlı olan bir denemedir.
O dönem Almanya da İngiltere ile düşmandır ve denizlerde Royal Navy karşısında oldukça zayıf durumdadır. Bu sebepten Kayzerin donanması, İngilizlerle doğrudan bir çarpışmaya girmek yerine, onların tüm okyanuslara yayılmış haldeki ticaret yollarına akınlar düzenleyip ticaret gemilerini batırarak İngiltere'yi açlığa mahkum etme hedefi doğrultusunda taktikler belirlemiştir. SMS Emden örneğinde görüldüğü üzere yer yer çok da başarılı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı yıllarında aynı taktiği bu sefer U-bot yani denizaltılarla deneyeceklerdi. Fakat konumuz bu değil.
İşte bu tehditlerin sebep olduğu ticaret yollarını güvende tutma arayışı, Amiral Fisher'ın aklında yeni bir konseptin doğmasına sebep oldu. Yeni bir capital gemi. Zırhlılar kadar büyük silahlara sahip olacak, dolayısıyla kruvazörlere karşı baskın bir ateş gücü avantajı elde edecekti. Aynı zamanda bu gemi zırhlılarla savaşmak için değil, kendisine göre çok daha küçük silahlara sahip kruvazörler ile savaşmak için tasarlanmıştı. Dolayısıyla bir zırhlıya göre zırhından feragat ederek hafiflik sağlanabilir ve bu durum hız için ekstra avantaj sağlayabilirdi. Yani ortaya kruvazörleri yakalayabilecek kadar hızlı ve onlardan çok daha güçlü silahlara sahip bir gemi tipi çıkıyordu. Amacı tamamen ticaret akıncılarını yakalayıp batırmaktı. Eğer kendisine denk silahlara sahip bir zırhlı ile karşılaşırsa da ondan kaçabilecek kadar hızlı olacaktı. Amiral Fisher bu durumu, hızlarının bu gemilerin zırhı olacağı şeklinde özetlemiştir. Mantık çok basit, haydut kruvazörü ara, bul ve batır. Bunu yaparken bir düşman zırhlısına mı rastladın? Hemen dön ve tam yol ileri kaç!
Bir amaç belirleniyor, o amaca uygun bir tasarım ile savaş kruvazörleri üretiliyor. Ki bu amaç doğrultusunda kullanıldıklarında Falkland Muharebesi (I.Dünya Savaşı) gibi örneklerde görüldüğü gibi savaş kruvazörü konsepti gayet başarılıdır. İngiliz savaş kruvazörleri HMS Invincible ve HMS Inflexible, Alman ticaret akıncısı kruvazörleri SMS Scharnhorst ve SMS Gneisenau'yu yakalayıp batırabildiler. Ticaret akını görevi verilen Alman Doğu Asya Filosu yok edilmiş oldu. Yine Heligoland Bight (I.D.Savaşı) Muharebesinde İngiliz savaş kruvazörleri Alman hafif kruvazörlerinin üçünü batırıp, üçünü yaralamayı başarmıştı.
Amaç-dizayn ilişkisini biraz açalım. İngilizler çok geniş alanlara yayılan imparatorluklarının uçsuz bucaksız deniz yollarını güvende tutmak zorundaydılar. Bunun için denge terazisini hep hızdan yana ağır bastırdılar. Genel olarak bir gemi dizaynının 3 ana unsuru vardır. Silah, zırh ve hız. Bunların üçü aynı anda mükemmel olamaz. Büyük silahlı, çok ağır zırhlı bir gemi yavaş olacaktır. Zırhtan çok kısan bir gemi de hızlı fakat dayanıksız. İngilizler bu sırayı Sürat > büyük silahlar > zırh koruması şeklinde dengelediler. Almanlarda durum tersiydi. Alman donanması denizlerde her daim Royal Navy'nin demir yumruğu altında hareket etmek zorunda olmaları ve aradaki sayı üstülüğü farkı nedeniyle major bir deniz savaşında birinci hat üzerinde savaşabilecek yüzen her şeye ihtiyaç duymalarından dolayı zırhtan o kadar kolay vazgeçemediler. Onlar da bu sorunu iyi zırh korumasına sahip, nispeten iyi hızlı fakat İngiliz rakiplerinden daha küçük silahlı muharebe kruvazörleri üreterek çözdüler. Zırh koruması > hız > silah büyüklüğü de Alman dengesini oluşturuyordu.
Peki her şey mantık dahilinde giderken savaş kruvazörlerine bu kötü şöhreti getiren hatalı örnek neydi? Burada tarihte dretnotların karşılıklı savaştığı en büyük deniz muharebesi olan Jutland Muharebesine bakmamız gerekiyor. İngilizler bu savaşta muharebe kruvazörü konseptini neden tasarladıklarını unutmuşçasına, onları birinci hat gemileri yani zırhlılar/dretnotlar gibi düşman dretnotları ve muharebe kruvazörleri ile namlu namluya savaşa soktu. Halbuki tasarım aşamasında bile bu geminin kendisininkine denk silahlara sahip bir düşmanla karşılaşması durumunda hızı ile ondan kaçması bekleniyordu. Bu yetmezmiş gibi zaten zırh koruması zayıf olan savaş kruvazörlerine alabileceğinden fazla cordite barutu ve cephane yüklenmişti. Bunların birçoğu hızlı ateş edilebilmesi amacıyla kutularının ve zırhlı cephane bölmelerinin dışında, barbetlerde yerlere istiflenmişti.
Dolayısıyla Alman gemilerinin, İngiliz savaş kruvazörleri üzerinde kaydettiği hemen her isabet katastrofik patlamalara sebep oldu. HMS Invincible ve HMS Queen Mary öyle şiddetli patladı ki gemiler ikiye bölünerek battı. HMS Indefatigable da cephaneliğinin havaya uçması sonucu batan muharebe kruvazörlerindendi. Bu üç gemide can kaybı toplam 3318'di. Invincible'dan yalnıca 6 kişi kurtarılabilmişti. Queen Mary'de 18, Indefatigable'da ise 3 kurtulan vardı. İngiliz Amiral David Beatty'ye birbiri ardına havaya uçan gemilerine bakarken "There seems to be something wrong with our bloody ships today" dedirten şey işte buydu.
Halbuki sorun gemilerde değildi. Jutland savaşına katılan Warspite gibi dretnotlar da muharebe kruvazörleri kadar isabet almasına rağmen hiçbiri havaya uçmadı. Çünkü zaten namlu namluya savaşta düşmana ateş ederken, onlardan gelecek karşı ateşe de dayanmak amacıyla üretilmişlerdi. Keza Alman savaş kruvazörleri de cephanelik patlamaları yaşamadı, SMS Seydlitz gibi aklın alabileceğinden fazla isabet alanlar dahil.. Almanlar yalnızca SMS Lützow'u kaybetti. Dolayısıyla yanlışlık gemilerde değil, onların tasarım hedeflerinden saptırılarak kullanılmasındaydı.
İngilizler bunu, İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'da üretilmiş en ağır, modern ve büyük zırhlı olan Bismarck'ı avlamak için Birinci Dünya Savaşından kalma bir muharebe kruvazörü olan HMS Hood'u ve yeni bir zırhlı olması dolayısıyla tecrübesiz mürettebata sahip HMS Prince of Wales'i görevlendirdiklerinde de kanıtlamayı başardılar. Bismarck'ın 380'mm'lik yüksek hızlı topundan ateşlenen mermi 15 km mesafeden HMS Hood'u vurdu. Zırhı delen mermi cephaneliğin patlamasına sebep oldu. İlk başta Hood'un gövdesinden 150-200 metreyi aşan bir ateş sütununun çıktığını gören Prince of Wales'dekiler ardından geminin şiddetli bir patlamayla dumanlar arasında kaybolduğunu bildirdiler. Patlama öylesine şiddetliydi ki dev gemi ikiye ayrılmış ve ön kısmı bir süre daha ilerlemeyi sürdürmüştü. Ardından ön kısım da suya 90 derece dik hale gelip sonra sulara gömüldü. 1418 mürettebattan yalnızca 3 kişi kurtulabildi.
Yani savaş kruvazörleri lanetli bir tasarım hatası değildi. Onların değerini, çerçevesinde kullanıldıkları amaçlar ve taktikler belirledi.
#battlecruiser#savaş#kruvazör#dretnot#jutland#royal#navy#sms#hms#hood#bismarck#muharebe#fisher#beatty#england#ingiltere#almanya#naval#battle#battleship#cruiser#armored
4 notes
·
View notes
Text
US Aircraft Carrier Essex CV-9/Amerikan Uçak Gemisi Essex
İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan Donanmasının özellikle Pasifik’te bel kemiği olan ve savaşın gidişatını Japon Donanması aleyhine değiştiren Essex sınıfı uçak gemilerinin ilki. Savaşta direk kamikaze isabeti almasına rağmen batmadan kurtulmayı başarabilmiştir. Üzerinde Hellcat avcı, Dauntless pike bombardıman ve Avenger torpido uçakları ile.
1 note
·
View note
Text
J.Marseille Messerschmitt Bf 109 F-4 Trop (Tropik Kamuflaj Versiyon)
2. Dünya Savaşı'nın en önemli avcı aslarından olan Joachim Marseille'in Afrika'da kullanarak "Der Stern von Afrika" lakabını aldığı Messerschmitt Bf 109'u yapıp boyamaya çalıştım. Marseille daha sonra geçtiği Bf 109 G6 model uçağının motor arızası sebebiyle düşmesinden önce 154'ü avcı olmak üzere 158 düşman uçağı düşürmüştü.
0 notes
Text
RMS TITANIC Model
Pek kusursuz olmadı ama yine de içime sindi diyebilirim. İlk sivil gemi modelim.
#rms titanic#titanic#titanik#steamer#ocean#liner#oceanliner#whitestarline#white#star#line#belfast#newyork
5 notes
·
View notes
Text
İkinci Dünya Savaşında Alman Motorize Piyade ve Panzergrenadier (Mekanize Piyade) Tümenleri
İkinci Dünya Savaşında Alman ordusunun Blitzkrieg doktrini çerçevesinde en önemli unsurlarından olan panzergrenadier tümenlerinin düzeni ve teşkilatlanması hedeflenenden farklı olmuştur. Bu yazıda 1939 organizasyonuna göre motorize piyade tümenlerinin ve 44 organizasyonuna göre panzergrenadier tümenlerinin yapılarına bakacağız.
Burada ilk önemli durum, panzer kelimesi bildiğimiz anlamda tankın karşılığı olmasına rağmen, panzergrenadier tümeni aslında mekanize piyade tümeni anlamına gelmektedir. Ayrıca her ne kadar onları motorize piyade tümenlerinden ayrı tutmuş olsak da, teçhizat ve donatım sıkıntıları nedeniyle İkinci Dünya Savaşında görev yapmış pek çok panzergrenadier tümeni aslında basitçe motorize piyade tümeni idi. Örneğin bir mekanize piyade tümeninin olmazsa olmazı diyebileceğimiz paletli ve zırhlı personel taşıyıcılar çoğu tümene dağıtılamamış ve genel kullanımı seçkin bazı Wehrmacht ve SS tümenleri ile sınırlı kalmıştır.
(Savaş boyunca motorize/mekanize tümenlere bağlı askerler zırhlı personel taşıyıcı eksikliğinden dolayı Opel Blitz gibi kamyonlar ile taşındı)
İkinci Dünya Savaşı boyunca oluşturulmuş panzergrenadier tümenlerini teşkilatlanmaları açısından başta panzergrenadier 43 ve panzergrenadier 44 olarak ikiye ayırabiliriz. Daha sonra tüm panzer ve panzergrenadier tümenleri tekrar organize edilerek panzer tümeni 45 teşkilatlanması oluşturulmuştur. Dolayısıyla panzergrenadier 44 savaşın son mekanize/motorize piyade tümeni düzenidir.
Öncelikle 1939'da standart bir motorize piyade tümeninin teşkilatlanmasına bakalım.
(Altta tümen şeması, paintte çizdiğim için çok muntazam olmayabilir.)
Buna göre bir 1939'da bir motorize piyade tümeni:
-Zırhlı arabalar ve motosikletli ünitelerden oluşan bir keşif taburu (ortalama 380-390 asker)
- Her biri 3 piyade taburu, 1 anti-tank bölüğü ve 1 makineli tüfek bölüğünden oluşan 3 adet motorize piyade alayı (ortalama 9300+ asker).
- 1 Mühendis Taburu (ortalama 840 asker)
- Makineli tüfek yerine 20mm'lik hafif uçaksavarlar ile donatılmış 1 ağır makineli tüfek bölüğü ve 3 anti-tank bölüğünden oluşan 1 anti-tank taburu (ortalama 700+ asker)
- 3 hafif topçu taburu, 1 ağır topçu taburu ve 1 gözlem taburundan meydana gelen bir motorize topçu alayı (ortalama 2750 asker)
- 1 adet sinyal/muhabere taburu (ortalama 400-450 asker)
- Son olarak da lojistik, karargah ve tıbbi servis birimlerinden meydana gelmekteydi. (ortalama lojistik 900-1000 asker, karargah 200 asker ve tıbbi servis birimi 500-550 asker olmak üzere)
- Tüm bu birimlerde görev yapanlar ile bir motorize piyade tümeni mevcudu ortalama 16 bin asker, 2500 astsubay ve 500 subay idi.
Panzergrenadier 44 düzenine geçmeden önce başta bahsettiğimiz meseleye tekrar göz atalım. Herhangi bir Alman propaganda posterine yahut filmine baktığımızda, panzergrenadier askerlerinin hep half-track dediğimiz zırhlı ve paletli personel taşıyıcı araçların yanında resmedildiğini yahut kayıt altına alındığını görürüz. Gerçekte ise koca tümenlerde çoğu zaman 8-10 adet zırhlı personel taşıyıcı bulunmakta idi. Elbette bu araçlarla donatılmış halde mekanize piyade görevi yürüten tümenler ve birimler vardı. Lakin bunlar çoğunlukla panzer tümenlerine bağlıydı yahut tek tük elit birimlerdi. Dolayısıyla Panzergrenadier/Mekanize Piyade 44 düzenini aslında Motorize Piyade 44 modeli şeklinde düşünebiliriz.
(Alman piyadesi zırhlı personel taşıyıcıda. Bu araçlar piyadenin tanklarla birlikte harekat yapmasını kolaylaştırıyor, askere azami koruma sağlıyor ve yol bulunmayan bozuk arazilerde hızlı hareket imkanı veriyordu.)
1944'de bir Panzergrenadier tümeninin teşkilatlanmasına bakalım.
Buna göre 1944'de bir panzergrenadier tümeni:
- 1 Zırhlı keşif taburu (ortalama 1000 asker)
- Her biri 3 piyade taburu, 1ağır silah bölüğü ve 1 mühendis bölüğünden oluşan 2 adet motorize piyade alayı (ortalama 6200+ asker)
- 1 mühendis taburu (830-850 asker)
- 2 tank destroyer bölüğü ve bir ağır anti-tank bölüğünden meydana gelen 1 anti tank taburu (ortalama 700+ asker)
- 3 adet saldırı silahı bölüğünden meydana gelen 1 adet saldırı silahı taburu (saldırı silahı/assault gun, piyadeye destek vermek amacıyla tasarlanan ve üzerinde küçük çaplı saldırı topu bulunan tank şaseli araçlardır) (ortalama 600+ asker)
- 1 adet uçaksavar taburu (ortalama 600-630 asker)
- 2 hafif topçu taburu ve 1 ağır topçu taburundan oluşan 1 motorize topçu alayı. (ortalama 1600 asker)
- 1 sinyal/muhabere taburu (ortalama 400-430 asker)
- Son olarak da lojistik, karargah, tıbbi servis birimi, rezerv birimi ve bakım onarım biriminden meydana gelmekteydi. (lojistik 670 asker, karargah 230 asker, tıbbi birim 530 asker, rezerv birim 970 asker, bakım onarım 281 asker )
- Tüm bu birimler toplamda ortalama 14700+ asker, 2766 astsubay ve 402 subaydan müteşekkildir.
Biraz da değişimlerden bahsedelim.
* Gördüğümüz üzere iki düzende de keşif taburu bulunmakta. Lakin asker sayısı kadar teşkilat ve ekipmanda da değişim söz konusu. 1939'da bu iş için 1 motosiklet ve 1 zırhlı araç bölüğü ayrılmışken, 1944 düzeninde 1 zırhlı araç bölüğü, 3 motosiklet bölüğü ve 1 destek bölüğü görevlendirilmişti. Destek bölüğündeki havan topu sayısı ise normalin 2 katı kadardı.
* Piyade alaylarına bakacak olursak 39 düzeninde 3, 44 düzeninde 2 alaydan müteşekkil olduğunu görüyoruz. Fakat düzenleri oldukça değişik. 44 düzeninde makineli tüfek bölüğü yerine ağır silah bölüğü, anti-tank bölüğü yerine mühendis bölüğü eklendiğini görüyoruz. Mühendis bölüğü beraberinde hatırı sayılır sayıda flamethrower ile birlikte geliyor tabi ki.
* Anti-tank taburuna bakarsak, 1939'da yalnızca kamyonlar tarafından taşınan çekili ünitelerin hizmette olduğunu görürüz. 44'de ise yalnızca ağır anti-tank bölüğü çekilidir. Tank imha edici bölükler ise kendi şasesine sahip anti tank araçlarından oluşmaktadır.
(Altta solda bir tank destroyer araç ve sağda klasik çekili 75 mm'lik PAK anti-tank topu görülmekte)
* Topçu alayında ise 44'de gözlem taburunun düzenden çıkarılması ve hafif topçu taburu sayısının 1 eksiltilmesi dışında çok değişiklik yoktur.
(Altta çekili top)
* Uçaksavar birimleri açısından da 1939'da yalnızca ağır makineli bölüğü bünyesindeki 10-12 20mm'lik hafif uçaksavar silahına karşılık, 1944'de bir uçaksavar taburu oluşturulmuştur. Bu tabur 1 ağır ve 1 hafif uçaksavar bölüğünden meydana gelmekteydi.
* Saldırı silahı taburu da yeniliklerden. 1944 düzeninde eklenen bu birim Stug gibi piyadeye destek olmak için toplar taşıyan tank benzeri birimlerden oluşmaktaydı.
(Altta Stug saldırı topu)
Daha ayrıntılı sayılar vererek gidecek olursa
1 note
·
View note
Text
İngiliz Savaş Kruvazörü HMS Hood/Royal Navy Battlecruiser HMS Hood
Bismarck'tan sonra koleksiyona katmak istediğim gemi HMS Hood idi. Trumpeter 1/350 kiti edinip hızlıca yaptım. Tüm parçalar fırça ile boyandı malesef Bismarck'ta olduğu gibi bunda da airbrush kullanma şansım olmadı... İşte "Mighty Hood".
0 notes
Text
RMS Titanic
Titanik'in herkesin bildiği özelliklerinin üzerinden kısaca geçmek gerekir. Dönemine göre büyüklüğü, saraylara layık lüksü zaten bilinen şeyler. Gemide spor salonundan Türk hamamına kadar tüm ihtiyaçlar düşünülmüştü.
(Altta Titanic'in ünlü merdivenlerinin bir replikası)
269 metre uzunlukta olan gemi 52 bin tonu biraz aşan deplasmanıyla batmaz görünüyordu. Bu dev gövdenin hareket ettirilebilmesi için kazanlarında günde 600 ton kömür yakılıyor ve daha estetik durması için 30 derece açıyla eğik yerleştirilen bacaları günde 100 ton duman ve külü dışarı salıyordu. Ek olarak bu 4 büyük bacadan yalnızca üçü dışa atım işlemi gerçekleştiriyordu. Dördüncü baca daha estetik bir görünüm elde etmek, denge sağlamak ve imaj için eklenmişti ve herhangi bir parçaya bağlı değildi. O dönemde baca sayısı geminin hızı ve motor kapasitesi ile bağlantılı görülmekteydi. (Fotoğrafın RMS Titanic'in çekilen son fotoğrafı olduğu düşünülüyor. Dördüncü bacadan herhangi bir duman salınımı olmadığı rahatlıkla seçilebilmektedir.)
Üstelik gemide üçüncü sınıf yolcuların durumunun dramatize edilmesi de oldukça mantıksız. Aksine üçüncü sınıf dönemin diğer hiçbir gemisinde görülemeyecek düzeyde iyi şartlara sahipti. White Star Line şirketi genel olarak üçüncü sınıf yolculara da asgari düzeyde konfor sağlamak adına çalışmasıyla bilinen bir şirketti.
(Altta White Star Line logolarından biri)
Titanik her şeyiyle dev bir proje. Bu anlamda bana özel olarak ilgi çekici gelir. Çünkü hemen hepimizde dev mühendislik projelerinin hatasız olacağı, en ince ayrıntının bile muhakkak hesaplanmış olması gerektiğine dair bir inanç vardır. Peki gerçekte durum ne kadar böyle? İnsan yapımı bir şey kusursuz olabilir mi? Titanik en çok da bu sorularımızı cevapladığı için önemlidir. Oldukça kalabalık bir mühendis takımı ve deneyimli gemi inşa işçilerinin en ince ayrıntısına kadar düşündükleri bu denli önemli bir projede ne gibi aksaklıklar meydana geldi ve geminin batışına giden yolu hazırladı?
İlkin kaza günü koşullarını ele alalım. O gün her şeyin Titanik mürettebatının dezavantajına olduğu biliniyor. Gece oldukça karanlıktı, çevrede çok sayıda buzdağı olduğuna dair raporlar vardı. Üstelik gemi çarpacağı buzdağının karanlık yönüne doğru ilerliyordu... Yine geminin yüksek hızda ilerlemesi bir başka problem. Hızlandıkça manevra kapasitesini yitirmekteydi. Böyle devasa uzunlukta gemiler tam dönüşe geçtiklerinde yanal su basıncı inanılmaz boyutlara ulaşır ve geminin dönüş çapını büyütür. Dolayısıyla gemi daha düşük hızlarda daha keskin dönüşler yapabilecek olmasına karşın, daha yüksek hızlarda dönüş kabiliyeti düşecek ve daha geniş daire çizerek dönüşünü daha geç sürede tamamlayacaktır.
Kazaya gelecek olursak buzdağı tespit edildikten sonra geminin iskele tarafına (geminin soluna) keskin dönüşe geçtiği ve motorların tam yol geri çalıştırıldığı biliniyor. Bu manevra, elbette buzdağına çarpmadan sıyrılarak kütlenin sol tarafından geçip gidebilmek amacıyla uygulandı. Fakat bahsettiğimiz nedenlerden dönüşü zamanında tamamlayamayan gemi yan tarafından buzdağına çarptı ve neredeyse gövdesi boyunca buzdağını sıyırarak gövdenin su seviyesi ve altından yırtılmasına sebep oldu. Bu durum geminin su geçirmez bölmelerini anlamsız kıldı zira yırtık geminin kaldırabileceğinden fazla bölme boyunca su almasına sebep oldu. Gemi gövdesinin neredeyse 3'te 1'i uzunluğunda, 100 metrelik bir alana yayılan çok sayıda yırtık söz konusuydu. Tam iskele dönüşü emrini kaptanın değil, William McMaster Murdoch'un verdiği biliniyor. Dolayısıyla daha tecrübeli olan kaptan o an dümen başında olsa nasıl bir karar verirdi bilemiyoruz.
(Altta Titanic'in su geçirmez bölmeleri)
Bu durumda şu akla geliyor, eğer Titanic buzdağını gördükten sonra geç kalmış olan kaçış manevrasına başlamak ve geminin sağ yanında devasa bir yırtığa sebep olmak yerine buz dağına burundan bindirse ne olurdu? Gemi iskele ya da sancak tarafına dönmek yerine tam yol geri yaparak buz dağına direk çarpacaktı. Burada işin içine fizik dahil oluyor. Belki ilk 1-2 su geçirmez bölme ezilir, ölü yaralılar olur fakat gemi diğer su geçirmez bölmelerin kapatılmasıyla su üzerinde kalabilirdi. Belki de devasa geminin o hızıyla çarptığı kütleden yansıyacak kuvvet gemide daha büyük hasara sebep olacaktı. Bilemiyorum hesaplamak gerek. İşi zorlaştıran şeylerden biri de çarpılan nesnenin sabit bir kütle olmaması ve her iki kütlenin de suda hareket ediyor olmasıdır.
Farazi senaryoları bırakıp tekrar kazaya dönecek olursak geminin batışını takiben, White Star Line şirketinin mühendisleri, geminin neden battığını ve batarken neden ortadan ikiye ayrıldığını araştırmaya başladılar. Bugün geminin batış nedeninin perçinler olduğu düşünülüyor. Çünkü devasa perçin makinesinin sokulamadığı dar bölgelerin perçinleri el yordamı ve eski sistem balyozlar kullanılarak işçiler tarafından çakılmıştı. Dolayısıyla sağlamlıkları tartışmalıydı.
(Baskı sonucu kırılan perçinlerin modelleri)
Bu zayıf perçinler buzdağı ile temas edip, eğilen plakaların yarattığı tonlarca basıncı kaldıramadı ve yerlerinden fırlayarak plakalar arasından su girmesine neden oldu. İşte gövde boyunca buzun geminin metal plakalarını 100 metrelik tek bir yırtıkla kesmemesine rağmen, irili ufaklı içeri su sızdıran onlarca küçük delik olmasının sebebi budur. Ki zaten 100 metrelik bir buz kesiği söz konusu olsa gemi birkaç dakika içerisinde batabilirdi. Oysa 3 saati aşkın bir sürede batış gerçekleşti. (Altta yapılan testte bükülen plakayı tutması gereken perçinin basınca dayanamadığı ve ucunun koptuğu görülüyor.)
White Star mühendislerinin ikiye bölünme problemi için bulduğu ilk cevap ise genleşme derzi olmuştur. Genleşme derzi, çok uzun gemilerin dalgaların üzerinde kırılmadan gidebilmesi için tasarlanır ve belirli bir esneme payı sağlar. Bu çok gereklidir çünkü bu uzunlukta gemilerin burun kısımları bir dalganın üzerinde yükselirken gövdelerinin ortaları boşlukta ve kıç tarafları başka yükseklikte bir dalga üzerinde olabilmektedir.
Titanic'in genleşme derzi geminin ortasında bulunuyordu ve en altta bitiş kısmı keskin bir v şeklinde idi. Bunun yırtılmayı kolaylaştıracağını düşündüler. Gerçekten v şeklinde bir kağıdı uçlarından çekerseniz kolayca yırtılacağını görebilirsiniz.
(Altta solda Titanic'te uygulanan şekli ve daha sonra sağda kardeş gemilerinde modifiye edildiği haliyle genleşme derzlerinin basit çizimleri)
Bu aşamada mühendisler sorunu bulduklarına inandı ve bu geminin kardeşi Britanic'in genleşme derzleri hemen yenilendi. V şeklinde biten ilk derz iptal edilerek alt kısım benzetmek grekirse kolları çok uzun, alt kısmı yuvarlak bir u şeklinde tasarlanıp içerisine bir demir top yerleştirildi. Bu sistem uçaklarda da kullanılır. Önceleri pencereleri kare şeklinde yapılan uçaklar anlaşılamayan şekilde parçalanarak düşüyordu. Çünkü köşeli pencere baskıyla karşılaştığında esnemek yerine yırtılıyordu. İşte bugün uçakların pencerelerinin köşeli olmamasının sebebi budur.
Yolcular açısından hep anlatılan filika trajedisine de yüzeysel olarak değinebiliriz. Kazadan bu yana gemiye yeterince filika konmadığı ve eğer gerekli sayıda filika konmuş olsaydı daha fazla insanın kurtulabileceği anlatılır. Peki durum böyle midir? Gerçekten de şirket, geminin görüntüsünün her yerde istiflenmiş filikalarla bozulmasını istemediğinden yasal sınır kadar filika koymayı yeterli görmüştü. Bu 20 filikanın ise kaza sırasında yalnızca 18 tanesi suya indirilebilmişti. Aşağı yukarı bir buçuk saatte 18 filika. Eğer daha fazla filika konmuş olsa bu bilgiye bakarak çok fazla bir şey değişmeyeceğini düşünebiliriz.
Sonuç olarak büyük projelerde, dev mühendislik ürünlerinde hata olamayacağına, her şeyin en baştan tüm olasılıklarıyla hesaplanıp mükemmele ulaşılacağına dair inancımız sorgulamaya değer.
29 notes
·
View notes
Text
Deutsches Schlachtschiff Bismarck/ German Battleship Bismarck/ Alman Zırhlısı Bismarck
1/350 Revell Bismarck Model Kiti. Yapımı oldukça güzel, parçaların uyumu ve kalitesi üst düzey. Airbrush olmadığı için tüm boyama işlemlerini fırça kullanarak yapmak beni biraz zorladı ama ilk 1/350 modelim olarak sonuç fena değil, içime sindi. Yakında Trumpeter'in 1/350 HMS Hood modeline başl��yorum.
Güverte için önce kum sarısı bir zemin boyası attım. Daha sonra kahverengi akrilik boyayı sulandırarak ahşap güverte efekti verdim. Aslında kahverengi panel liner kullanmak daha güzel olabilirdi fakat İzmir’de bulamadım.
Geminin korkulukları merdivenleri için Trumpeter’in premium handrails and latters kitinden edindim.
Kamuflaj olarak Bismarck’a Baltık’ta deneme seyirlerinde uygulanan en meşhur tip olan çizgisel kamuflajı seçtim. Gövde için gri (Medium Grey) , Alman grisi (German Grey) ve su altı kısımlar için gövde kırmızısı (hull red) kullandım ve siyah beyaz şeritler ile gövde kamuflajını tamamladım. Ek olarak ana silah taretleri, ikincil bataryalar ve diğer silahlarda da kamuflaj olarak German Grey kullandım.
1 note
·
View note
Text
Kaybolmuş Canlılar
Dünya bundan uzuuun zaman önce günümüzden çok farklı görünüyordu. Çevre, hayvanlar ve hatta atmosfer bile. Daha çok Mezozoik süresince yani Trias, Jura ve Kretase boyunca yaşayan dinozorları ve bazı sürüngenleri konuşağız. Evet Dünya oluştu, 3.8 milyar yıl önce canlı yaşam ortaya çıktı, kahraman siyanobakteriler atmosferi yeniden dizayn etti ve pompaladıkları oksijen yaşamın patlama yapmasına sebep oldu. Bu aynı zamanda çok fazla yayılan bu türlerin atmosferdeki karbondioksit miktarını düşürmesini, ilk masif yok oluşları ve buzul çağlarını da başlatan olaydır. Kambriyen Patlaması, ardından Ordovisyen, Silüryen ve bitkilerin suya bağımlı sürünücü, küçük otsu bitkiler olmaktan çıkıp odunsu gövdeleri ve 30 metreyi bulan boylarıyla ortaya çıktığı Devoniyen... Ardından kömür yataklarının oluştuğu Karbonifer geldi. Yoğun bitki örtüsünün ürettiği oksijen, nem ve diğer bazı faktörler böceklerin gelişip çeşitlenmesi için iyi bir fırsattı. Ayrıca omurgalılar bu dönemde iyiden iyiye karada çeşitlendiler. Sonrasında gelen Permiyen'in sonunda masif bir kitlesel yok oluş daha yaşandı ve deniz yaşamının neredeyse %90'ı yok oldu. Kara canlılarının da yarısından çoğu tükense de bitki grupları ve sürüngenler genellikle bu olayı atlatmayı başardılar. Deniz yaşamının neredeyse tamamen son bulmasına karşın kara yaşamının bu durumdan o kadar fazla etkilenmemesi, bu yok oluşa bir meteorun neden olduğu tezini zayıflatmaktadır. Gelelim Mezozoik zaman dilimine.. Günümüzden 251 milyon yıl önce başlayıp, 65 milyon yıl önce sona eren bu dönem, yeryüzünde yürüyen en muhteşem canlılara tanıklık etti. Trias, kıtaların ayrılmaya başladığı, ilk küçük memeli türlerinin ve dinozorların ortaya çıktığı dönemdi. Kurak iklim yaygındı. Ilıman ve sığ Tetis Denizi'nde ilk mercanlar oluşmaya başlamıştı ve deniz yaşamı oldukça hareketliydi. Günümüz denizlerinden farkı dev deniz sürüngenlerinin baskın oluşudur. Trias'ın sonlarında meydana gelen nispeten küçük bir yok oluş sebebiyle dinozorların iyice yayılıp güçlenme imkanı buldukları Jura başladı. Kıtalar birbirinden ayrılmaya devam ediyor ve ayrıldıkları levha sınırları boyunca volkanik faaliyetler görülüyordu. Sıcaklık, nem ve dolayısıyla yağış artmıştı. Yükselen deniz seviyesi pek çok karayı örtmüş, sığ denizler oluşmasına sebep olmuştu. Bitki yaşamı da nem ve yağışlar nedeniyle oldukça güçlendi. Jura sonunda dinozorların pek etkilenmediği ama deniz yaşamını çok olumsuz etkileyen bir yok oluş daha yaşanır. Daha sonra Kretase başlar. Dönemden kalan çok sayıda tebeşir yatağından dolayı Tebeşir Devri diye de anılan bu dönem dinozorların altın çağına tanıklık etmiştir. Bu dönemde dinozorlar karaların tartışmasız hakim türü oldular ve devasa boyutlara ulaştılar. Yine en parlak dönemlerinde dinozorlar, Kretase sonunda, yani 65 milyon yıl önce gerçekleşen büyük kitlesel yok oluşta yeryüzünden silindiler. Bu memelilerin şafağı oldu. Şimdi bu dönemlerde yaşamış başlıca önemli ve ilginç canlı türlerine bakalım. Trilobit (Kambriyen - Permiyen 500+ - 250 myö) = 3 lobdan meydana gelen bu canlının adı tri-lobitadan gelir. Sert kabukları nedeniyle fosilleri çok sayıda ve kolay bulunduğundan tarih öncesi devirlerin ikonik canlılarındandır. Permiyen'de meydana gelen masif yok oluşta yani 250 milyon yıl önce nesli tükenen trilobitler dünya üzerinde 270 milyon yıl kalmayı başardılar. Bu açıdan en başarılı erken dönem canlılarındandırlar. (Altta trilobit fosili. İsterseniz bolca bulunan bu fosillerden uygun fiyatlara satın alabilirsiniz.
Eurypterid (Ordovisyen - Permiyen 470-250 myö) = Yaşamış en büyük eklembacaklılardan biri olan ve basitçe dev deniz akrebi diyebileceğimiz bu tür, çağının dikkate değer avcılarındandı. İsminin kökeni bir çeşit antik Yunan gemisine dayanır. Jaekelopterus gibi bireyler 2.5 metreye kadar büyüyebiliyordu. Bu arada deniz akrebi olarak adlandırılsalar da bunlar gerçek anlamda akrep değillerdir. (Altta bazı türleri ve 180 cm uzunluğundaki bir insan ile boyut karşılaştırması.)
Dunkleosteus (Geç Devoniyen 380-360 myö) = Tam anlamıyla farklı.. Devoniyen'de yaşamış olan Dunkleosteus, zırhlı balıkların en dikkat çekicilerinden biridir. Öncelikle büyük cüssesi, ilginç görüntüsü ve korkunç ısırma kuvvetiyle dikkat çeker. Ortalama 6 metre boya ulaşan Dunkleosteus'un, ısırma testlerinde bir aracı rahatlıkla ısırarak ortadan ikiye bölebileceği tespit edilmiştir. Ağzında ilk bakışta jilet benzeri büyük dişler varmış gibi görünse de, bunlar diş değil kemik plakalarıdır. Sürekli birbirlerine sürtündüklerinden olsa gerek oldukça keskinler. Ayrıca balığın baş ve ön gövde kısmının zırh benzeri kalın kemik plakaları ile korunması onu diğer deniz canlıları için kayda değer bir rakip haline getirmişti. Vikipedi sayfasında balığın bir köpekbalığı olduğu ve megalodonların neslinin tükenmesine sebep olduğu bilgisi ise kesinlikle yanlıştır. (Altta Dunkleosteus'un bir dalgıçla birlikte resmi ve zırhlı kafasının fosili.)
Tiktaalik Roseae (Devoniyen 374 myö) = Eğer Yunan ordularının Truva'ya, müttefik ordularının Normandiya sahillerine yaptıkları çıkarmaları önemli sanıyorsanız bir de Tiktaalik'in yaptıklarına göz atın. Bu müthiş kaşif, hayvanların sudan karaya geçişini temsil eder. Ondan önceki balıklarda başın vücuda sabitlenmesini sağlayan kemik grupları bulunurken, Tiktaalik'in başı vücudundan ayrı hareket edebiliyordu. İlk boyun ve bilek yapılarını onda görüyoruz. Boyun özelliği amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve hatta biz memeliler ile ortaktır. Karada yaşamaya, dolayısıyla yerçekimine uygun kemik yapılanması ile Tiktaalik'e içimizdeki balık desek yanlış olmaz. Ondan sonra Eryops gibi sinapsidler Karbonifer boyunca karalarda yayıldılar.
(Altta Tiktaalik Roseae)
Meganeura ( Karbonifer 300 myö) = Günümüzde helikopter böceği ya da yusufçuk diye adlandırdığımız böceğe oldukça benzeyen Meganeura'nın boyutları 70 cm'yi aşabiliyordu. Karbonifer'in böcekler için aşırı elverişli ortamı ona bu kadar büyüyebilme imkanı vermiştir. Ayrıca uçabilen bu böceği avlayabilen çok sayıda avcı da bulunmuyordu.
(Altta Meganeura )
Arthropleura (Karbonifer - Permiyen 300-295 myö) = Yeryüzünde yaşamış, bilinen en büyük omurgasızdır. Bu böceği, devasa, 2.5 metre boyunda bir çıyana benzetebiliriz. Hayal etmesi bile rahatsız edici. Bu canlı da Karboniferin bol oksijenli ve az predatorlu ortamından faydalanıp bu boyutlara ulaşmış. Eğer nesilleri tükenmemiş olsaydı, onların sadece otla beslendiklerini bilmek oldukça rahatlatıcı olurdu.
(Soyu tükenmese, bir orman yürüyüşünde bu tarz karşılaşmalar yaşanabilirdi...)
Pulmonoscorpius (Karbonifer 358-298 myö) = Şaşalı bilimsel adını bir kenara bırakıp ona akrep dememizde hiçbir yanlışlık yok. Sadece akranları gibi fazla gelişmiş. 70 cm ile 1 metre kadar büyüyebilen bu akrepler günümüz akreplerine oranla çok büyük gözlere sahipler. Bu da onların avcı özelliklerini pekiştirmekte. Akreplerin en önemli özellikleri olan zehirlerine gelecek olursak, Pulmonoscorpius'un zehrinin ne ölçüde kuvvetli olduğu bilinmemektedir. Karnivor olduğu neredeyse kesin olarak bilinmekle birlikte, diyeti hakkında da yeterli veri yok. Muhtemelen yeni gelişmeye başlayan küçük sürüngenler ve diğer böcekgillerle beslenmiş olabilir. (Altta 180 cm uzunluğundaki bir insanla kıyaslaması görülmekte. )
Dimetrodon ( Erken Permiyen 295-270 myö) = Çoğunlukla dinozorlar ile karıştırılan ve onlarla birlikte resmedilen Dimetrodon'un aslında memelilere daha yakın olduğunu bilmek insanı şaşırtıyor. Zaten ilk dinozorlar ortaya çıkmaya başlamadan 40 milyon yıl kadar önce bu nadide hayvan yeryüzünden silindi. Dimetrodon'un fiziksel özelliklerine bakacak olursak; ilk bakışta büyük yelkeni, dişlerle dolu çenesi ve büyük kafası ile dikkat çekmekte. Bu özellikleri ile döneminin apex predatoru olduğu rahatlıkla söylenebilir. Diş yapısından ve genellikle sulak bölgelerde yaşamasından ötürü çokça balıklarla beslendiği düşünülüyor. Yine de zaman zaman bazı büyük böcekleri, sinapsid ve amfibileri de mideye indirmiş olabilir. Hayvanın yelkeni ise amacı tartışmalı bir bölüm. Yaygın kanı bu yelkenin geniş bir damar ağı ile örülü olduğu ve hayvanın vücut ısısını dengelediği yönünde. Eğer damarlarla dolu bu bölümü güneşe tutarsanız sizi ısıtacaktır, tam tersi durumda ise bedenin soğumasına yardım edebilir. Aynı zamanda günümüz kuşlarını, örneğin tavus kuşlarını ele alacak olursak erkek Dimetrodonlar yelkenlerini kur yapmak veya rakiplerinden daha büyük görünmek için de kullanmış olabilir.
(Altta bir Dimetrodon fosili ve restore edilmiş bir Dimetrodon'un 180cm boyundaki bir insanla karşılaştırması görülmekte)
Moschops ( Orta Permiyen 265-260 myö) = Memeli benzeri canlılardan biri daha. Aslında oldukça biçimsiz görünen bu hayvanlar dönemlerinin en büyük kara canlılarıydılar. Boyları genellikle 2.5 ila 3 metre arasında olurdu. Otla beslenirlerdi. Küt bir kuyruk, büyük bir kafa ve küt otçul dişlere sahiplerdi. (Altta bir grup Moschop görülmekte)
Purlovia (Geç Permiyen 298-250 myö) = Türdaşlarına göre büyük bir kafası olan Purlovia'nın en ilginç özelliği köpek dişleridir. Henüz çok yeni bulunan bir tür olduğundan (2011) hakkında çok fazla şey bilmiyoruz.
(Altta Purlovia Maxima)
Diplocaulus (Permiyen 260-250 myö) = Hem suda hem de karada yaşayan amfibi bir canlı olan Diplocaulus en çok bumeranga benzeyen kafası ile dikkat çekiyor. Semenderler gibi iki ortamda da yaşamaya elverişli kaygan bir derisi bulunduğu düşünülen hayvanın neden böyle bir kafaya sahip olduğu ise soru işareti. Defansif mi? Karşı cinsi etkilemek için mi? Yoksa suda daha hızlı hareket etmesine veya toprağı eşelemesine mi yarıyor bunu bilemiyoruz. Hayvanın genel vücut şeklinden günümüz balinaları ve yunusları gibi yukarı aşağı hareketlerle yüzdüğü tahmin ediliyor. Diplocauluslar genellikle 1 metreye kadar büyüyebiliyorlardı.
(Altta nispeten iyi korunmuş bir Diplocaulus fosili ile birlikte, hayvanın restore edilmiş bir kopyası görülüyor.)
Helicoprion (Permiyen - Erken Trias 290-250 myö) = Genellikle 3-4 metre boyutlarına ulaşabilen bu köpekbalığı alt çenesinde spiral şeklinde dişlere sahiptir. Nadiren 6-7 metre boya ulaşabilmiş bireylere rastlanır. Adı da zaten Yunanca "spiral testere"dir. Oldukça farklı bir görüntüsü olan bu canlının gerçekten yaşadığını hayal etmek fosilleri olmasa neredeyse imkansız.
(Altta Helicoprion)
Fırfırlı Köpekbalığı = Nesli tükenmiş sanılmasına rağmen günümüze değin varlığını sürdürebilmiş gerçek, yaşayan bir fosil. Muhtemelen bu isimle anıldığını öğrendikten sonra insan içine çıkamaması, neslinin tükendiğini sanmamıza sebep olmuş olabilir. 120 ila 1300 metre derinlik aralığında yaşayan bu hayvanlar genelde balıklar ve kendilerinden küçük köpekbalıkları ile beslenirler. Boyları 2 metreye nadiren ulaşır. Acaba nesli tükendi sandığımız deniz canlılarından kaçı onun gibi derinliklerde varlığını sürdürmektedir?
(Altta fırfırlı köpekbalığı, muhtemelen sadece annesinin sevebileceği bir görünüme sahip)
Eoraptor (Trias 228 myö) = Bilinen en eski dinozorlardan olan Eoraptor'un ağırlığı 4-10 kg arasında değişmekteydi. Adının anlamı şafak hırsızı anlamına gelir. Bunun nedeni dinozorun, diğer dinozorların yumurtalarını çalarak beslendiğinin düşünülmesidir.
(Altta Eoraptor Lunensis)
Procompsognathus (Trias 250-200 myö) = Başlangıçta dinozorlar oldukça küçük canlılardı. Örneğin procompsognathus ortalama bir kedi kadardı.
(Altta Compy)
Plateosaurus (Geç Trias 230 myö) = İlk dinozorlar çok iri ve çeşitli olmasalar da, Trias sonlarına doğru farklılaşmaya başladılar. Bazıları ataları gibi etçil kalırken bazıları otçul hale geldi. Büyük sauropodlar ortaya çıktılar. Henüz dev boyutlara ulaşmamışlardı, boyunları ardılları kadar uzun değildi. Boyları 5 ila 10 metre arasında ve ağırlıkları 4 ton civarındaydı. Bu sebeple yer yer yüksek yapraklara ulaşabilmek için iki ayakları üzerinde yükseldikleri düşünülmektedir.
(Beslenmekte olan bir Plateosaurus)
Dilophosaurus (Erken Jura 193 myö) = Zamanının büyük etçilleri arasında yer alan Dilophosaurus 2-3 metre yüksekliğe ve 6-7 metre uzunluğa ulaşabiliyordu. Kafasının üzerinde bulunan kemik çıkıntıları karakteristik özellikleridir. Zaman zaman bunların zehir kesesi olduğuna dair görüşler ortaya atılmış olsa da, daha çok süsleme ve karşı cinse kur yapma amacıyla kullanıldıkları düşünülmekte. Jurassic Park serisinde Dilophosaurus'un bir insanın yüzüne zehir fışkırtarak onu kör edebildiği işlense de buna dair bir kanıt bulunamamıştır. Dinozorun Türkçe viki sayfasında da bu özellik yanlış olarak aktarılmıştır. Dilophosaurus'un zehir özelliği gibi kafasının etrafında bir yele olduğuna dair de kanıt yoktur. Dişleri uzun fakat dayanıksızdır. Çeneleri de zayıf olduğundan dolayı yaygın görüş otçulların tek başına bir Dilophosaurus'tan kurtulabilecekleri yönündedir. Bu nedenle grup halinde avlanmış olabilirler.
(Altta önce Dilophosaurusun Jurassic Park filminde işlendiği zehirli ve yeleli hali, sonrasında modern rekonstrüksiyonların ışığında gerçek hali görülmekte.
Stegosaurus (Jura 160-145 myö) = En garip görünümlü dinozorlardan biri olmasına rağmen oldukça nazik bir dev olduğu düşünülüyor. Otobur olan bu canlı, Kuzey Amerika'nın sık ormanlık alanlarında yaşardı. Üzerinde dikenler olan ve bir sopaya benzeyen kuyruğu başlıca savunma aracı olmalı. Sırtındaki plakalar ise üzerinde fikir birliği olmayan konulardan biri. Kuyruğunda bulunan dikenlerin aksine, bu plakaların savunma amaçlı olduğunu söylemek güç. Zira yapıları incelendiğinde oldukça gözenekli, kan damarlarıyla dolu oldukları görüldü. Yani bırakın savunmayı, tam tersine yırtıcılar için hafif çıtır, bol kanlı gofretler gibiydiler. Dolayısıyla bu kanlı plakalar ısı ayarlaması için kullanılmış ya da dişilere kur yapma amaçlı kullanılmış olabilir. Genel olarak çok zeki olmadığı düşünülen Stegosaurus'un kafası vücuduna göre oldukça küçüktü ve beyni bir cevizden çok az daha büyüktü. Bedeni 2.5-3 ton ağırlığa erişebiliyordu.
(Altta Stegosaurus, büyük dikenler taşıyan kuyruğu ve sırtında bulunan çift sıra plakalar.)
Archaeopteryx ( Jura 150-147 myö) = Çoğu zaman yanlış olarak ilk kuşlardan kabul edilse de ondan daha yaşlı kuş benzeri dinozorlar bulunmuştur. Yine de Jura dönemi açısından en bilinir ve ünlü canlılardandırlar. Bedenleri küçük, genellikle 1 kg ağırlıkta ve 30-50 cm boyunda olurdu. Belirgin tüyleri onu dinozorlar arasında ayrı bir yere koyar. Uçabilme yeteneği kuşkulu olmakla birlikte belli bir miktar süzülebildiği düşünülmektedir. Archaeopterix'in kuşlar ile tek benzerliği tüyleri değildi, aynı zamanda gagası vardı. Fakat bu ilkel gaga dişleri henüz muhafaza etmekteydi ve dolayısıyla günümüzde gördüğümüz dişsiz kuş gagasından farklıydı. Sonuçta bu canlıyı hem teropod dinozorlara hem de kuşlara oldukça fazla benzetebiliriz.
(Altta belirgin tüyleri ile Archaeopteryx fosili ve altında rekonstrüksüyonu.)
Brachiosaurus ( Jura 205-142 myö) = Yavaş yavaş Jura dönemi devlerine geliyoruz. İlki Brachiosaurus. Zürafalar gibi daha uzun olan ön ayakları ile dik duran yapısı, uzun boynu ve kafasının üzerindeki ibik benzeri bölüm ile ilk akla gelen sauropodlardan biri. Burun deliklerinin bu yapının üzerinde, gözlerinden bile daha yukarıda yer almasından dolayı suda yaşadığı düşünülse de bu pek mantıklı değil. Öncelikle bacakları nispeten ince, su için kullanışsızlar. Ayrıca o kadar yüksekte olan burun deliklerinin kullanışlı olması ancak hayvanın 15 metre boyuyla sığacak bir derinlik bulmasıyla mümkün olabilir. Bu durumda da dev ciğerleri su basıncına da maruz kalacağından doğru düzgün nefes alıp vermekte iyice zorlanacaktır. 12-15 metre yüksekliği, baştan kuyruğa 25 metre uzunluğu ve 35 ila 80 tonu bulabilen ağırlığı, onu devlerden biri haline getiriyor.
(Altta bir Brachiosaurus ve 180 cm boyunda insanla karşılaştırılması.)
Brontosaurus (Geç Jura 151-149 myö) = En bilinen dinozor türlerinden biri. Sauropod denildiğinde ilk akla gelen tür olması çok muhtemel. Uzun bir boyun, kuyruk, fıçı gibi bir gövde ve kısa ayaklar Brontosaurus'u en iyi tanımlayan fiziksel öğeler. Bu halinden ötürü karada yaşamak için pek elverişli olmadığı düşünülmüş olsa da aynı Brachiosaurus gibi yapılan test ve canlandırmalarda su için daha da elverişsiz olduğu anlaşıldı. Brontosaurus yavaş hareket eden, yırtıcılar tarafından yenmemek için ağırlığını ve büyüklüğünü kullanan sauropodlardan bir tanesi idi. (Altta Brontosaurus)
Diplodocus ( Jura 150-147 myö) = Diplodocus, benzeri sauropodlardan çok daha uzun, kırbaç benzeri bir kuyruğa sahipti. Ayrıca yapılan bilgisayar testlerinde boyunlarının zürafa ya da diğer sauropodlar gibi dik değil yatay vaziyette durduğu anlaşıldı.
(Altta kırbaç benzeri kuyruğu ile Diplodocus)
Allosaurus (Jura 157-149 myö) = Biraz da teropodlardan gidelim. Allosaurus Jura'da yaşayan büyük karnivor dinozorların başında gelmekteydi. Kendisinden küçük hayvanlarla beslendiği gibi, grup halinde büyük sauropodları avladıklarına dair veriler de bulunmuştur. Örneğin sauropod kemiklerinde bulunan Allosaurus diş izleri gibi. 7-9 metre uzunluğu ve ortalama 3 ton ağırlığı ile Allosaurus, Kretase etçillerine nazaran orta boy görünebilir. Lakin Jura'nın en büyük etçillerindendi. Kalın kuyruklarıyla denge sağlarlardı ve kısa kaslı boyunlarını avlarını parçalarken güç almak için kullanırlardı. Çenelerinin ısırmak için pek de kuvvetli olmadığı anlaşıldığından, Allosaurusların üst çenelerini balta gibi yukarıdan aşağı savurarak avlarına öldürücü darbeyi vurdukları düşünülmekte.
(Altta Allosaurus)
Leedsichthys (Jura 157-149 myö) = Orta Jura'dan Kretase sonlarına kadar okyanusların en büyük üyelerinden biri olan bu balıkların boyutlarıyla ilgili tartışmalar yıllarca sürmüştür. Bazı araştırmacılar boyutlarını 6-7 metre ile sınırlarken, bazıları 30 metreye kadar çıkmış, lakin bulunan fosiller ve modern yöntemler ile boyutların ortalama 16 ile 20 metre civarı olduğu anlaşılmıştır. Boyutlarının ve hayvan hakkındaki diğer özelliklerin belirlenmesinde bu kadar zorlanılması normaldir. Çünkü balıkların iskelet yapısı genellikle kıkırdaktan oluştuğundan dolayı tam bir iskelet bulmak neredeyse imkansızdır. Cüsselerine karşın bu dev balıklar genellikle okyanus suyunu süzerek, küçük plankton benzeri canlılar ile beslenmekteydi.
(Altta 180 cm boyunda bir insanla karşılaştırması görülmekte.)
Liopreurodon (Orta Jura 160-155 myö) = Orta Jura boyunca okyanuslardaki apex predator olan bu deniz sürüngeni, kısa boyunlu Plesiosaurlar ile akrabadır. Boyutları nadiren 6.5 metreyi aşıp 7 metreye kadar ulaşabilir. Kafası vücuduna oranla büyük sayılır. Adının anlamı pürüzsüz dişlerdir ve koni şeklinde, balıkları kavramak için mükemmel olan dişleriyle adının hakkını verir.
(Altta 180 cm boyunda bir insan ile karşılaştırması.)
Ichtyosaurus (Jura- Kretase 250-90 myö) = İlk bakışta onun bir yunus olduğunu kolaylıkla iddia edebiliriz. Neyse ki yunuslar ve diğer su memelileri gibi yanlara doğru yassı bir kuyruğa sahip değil. Onu biraz uzak mesafeden yunustan ayırabilmemizi sağlayan en belirgin özelliği budur. İkinci olarak da ön iki yüzgecine ek, arkada iki küçük yüzgeci daha vardır. Bu arka yüzgeçler de yunuslarda bulunmazlar. Ichtyosaurus ortalama 2 metre boyuta ulaşan ve ılıman denizlerde çokça bulunan su sürüngenlerindendi. Hızlı yüzebildikleri ve küçük balıkları avladıkları düşünülmekte. Birçok eksiksiz fosili bulunduğundan, en iyi bilinen su sürüngenlerinden birisidir. (Altta ılıman, sığ bir denizde dolaşan Ichtyosaurus)
Dimorphodon (Jura) = Küçük pterosaurlardan olan Dimorphodon 1-1.5 metre uzunluğa ve 3 kg ağırlığa erişebilirdi. Aslında uçuş ekipmanları bakımından ilkel sayılır. Büyük bir kafası ve esnek kısa bir boynu vardır. Piscivore yani balık temelli bir dieti olduğu düşünülmektedir. Kuş benzeri dinozorlar ile karıştırılmaması gereken bir uçan sürüngendir.
(Dimorphodon)
Fener Balığı (Erken Kretase 250 myö) = Çoğu türü günümüzde derin denizlerde halen yaşamakta olan bu balık da yaşayan fosiller ailesindendir. Çeşitlenmelerinin Kretase döneminde olduğu biliniyor. Kafalarından sarkan etli yumru birçok türünde kendi ışığını üretiyor ve derin denizlerin karanlık ortamında avları balığa doğru çekiyor. Bu organ kur yapma amacıyla da işine yarıyor. Neredeyse bir kafadan oluşmuş ilginç bir balık. (Fener balığı)
Velociraptor ( Kretase ) = Jurassic Park sayesinde en bilinen dinozorlardan biri olan Velociraptor, yine aynı filmin imajına yaptığı etkiden muzdariptir. Aslında yerden yüksekliği 1 metreyi pek geçmeyen, ortalama bir köpek kadar ağır olan velociraptorlar filmde oldukça büyük, tüysüz yırtıcılar olarak gösterilmektedir. Bu canlının en belirgin özelliği ayaklarında bulunan hançer benzeri pençesidir. Grup halinde avlandıkları ya da diğer dinozorların yumurtaları ile beslendikleri düşünülmektedir. (Altta Jurassic Park'ta resmedilen Velociraptorlar ve altında hayvanın gerçek verilere sadık kalınarak yapılmış bir rekonstrüksiyonu)
Iguanadon (Erken Kretase 125 myö) = En ikonik otçullardan olan bu dinozorun nasıl ayakta durduğu uzun yıllar tartışıldı. İlk düşünceler hayvanın iki ayağı üzerinde dik yürüyebildiği yönünde olsa da, sonraki araştırmalar ön ayaklarından destek alması gerektiğini gösterdi. Gagasız ve neredeyse dişsiz olan bu canlı keşfedilen ikinci dinozordur. Keşfi 1800'lü yıllara dayanır ve önceleri ilk bulunan dinozor olan Megalosaurus ile karıştırılmıştır.
(Altta Iguanadon)
Pachycephalosaurus (Kretase) = En ilginç kafa yapılarından birine sahip otçul dinozorlardandır. Kafasının tepesinde çok uç noktada kalın bir kemik katmanı bulunur. Bunun savunma ya da dişiler için diğer erkeklerle mücadele etme aracı olduğu düşünülmüştür. Örneğin dağ keçileri ya da yak öküzlerinin gerilip kafalarını tokuşturmaları gibi. Lakin kafatası kemiklerinde yapılan incelemeler bu ağırlıkta dinozorların kafalarını tokuşturduktan sonra kolay kolay ayağa kalkamayacaklarını göstermekte. Kemik yapısı o denli güçlü değil. Belki rakip dinozorların yumu��ak dokularına vurmak için kullanılmış olabilirler. Lakin iki Pachycephalosaurus gerilip birbirlerine koşarak kafalarını tokuştursalardı, muhtemelen ikisi de bir daha ayağa kalkamazdı.
(Altta Pachy ve benzersiz kafatası)
Parasaurolophus ( Kretase 76-70 myö) = Benzersiz kafataslarından laf açılmışken orta boy otçullardan olan Parasaurolophus'tan bahsetmemek olmaz. Kafasının üzerinde bulunan boru halen tartışma konusudur. İlkin bunun su altında dışarı uzatıp nefes alabildiği şnorkel benzeri bir organ olduğu sanılmaktaydı. Fakat sonradan bu yapının nefes almaya yarayan deliklere sahip olmadığı anlaşıldı. Yine de içinde bazı hava kanalları olduğu biliniyor. Dolayısıyla bu bölüm borazan benzeri, dişileri etkilemek için yüksek sesler çıkarmak amacıyla kullanılmış olabilir. (Parasaurolophus)
Ankylosaurus ( Kretase 70-62 myö) = Bu zırhlı otobur dinozor, etçiller için her açıdan alt edilmesi zor bir avdı. Sırtı, başından kuyruğuna değin zırh benzeri sağlam kemik plakaları ile kaplıydı. Sırtüstü çevrilmedikten sonra yukarıdan yaralanması oldukça zordu. Daha da önemlisi sahip olduğu savunma silahıdır. Kuyruğunun ucunda kemikten oluşmuş koca bir yumru bulunmaktaydı. Kuyruğunu savurarak bir T-Rex'in bacağını kırabilmesi mümkündü. (Ankylosaurus)
Carnotaurus (Kretase 75-65 myö) = Kretase döneminde yaşayan orta boy etçillerden olan bu teropod, ortalama 8-9 metre uzunluğa ve 1-1.5 ton ağırlığa erişebilmekteydi. Kolları diğerlerinde olduğu gibi oldukça kısalmış hatta körelmeye başlamıştı. En karakteristik özelliği başının iki yanında bulunan boynuz benzeri kemiklerdi. Bu nedenle carno - taurus (taurus mitolojik büyük boğa) et yiyen boğa şeklinde adlandırılmıştır. Kafası diğer orta boy ve etçil dinozorlara nazaran kısaydı ve çenesi pek güçlü değildi. Tam bulunan fosilleri sayesinde iyi bilinen dinozorlardandır.
(Carnotaurus)
Gallimimus ( Kretase 71-68 myö) = Kretase'nin sonlarında yaşamış olan otçul bir dinozor türüdür. Gallimimuslar her ne kadar tavuk benzeri diye adlandırılsalar da oldukça seri ve süratli canlılardı. Deve kuşlarına benzer şekilde hareket ettikleri düşünülmektedir. Bu hareket esnasında sert kuyrukları ile denge sağlıyorlardı. Günümüz otçulları gibi sürüler halinde dolaştılar. Jurassic Park filminde izlediğimiz efsane sahneleriyle bilinirler.
(Gallimimus)
Argentinosaurus (Geç Kretase 97-94 myö) = Bulunduğu yerin adına atıfla Arjantinli Kertenkele şeklinde adlandırılan bu hayvan, bilinen en büyük dinozorlar arasında yer almaktadır. Bu dev sauropodlar 30-35 metre uzunluğa ve 100-150 ton ağırlığa kolaylıkla ulaşabilmekteydiler. Onlar için sürüler halinde dolaşan yeme makineleri diyebiliriz. O kadar büyüklerdi ki yavrularına bakmaları imkansızdı. Bırakın onlarla ilgilenmeyi üzerlerine basmamaları bile mucize olurdu. Zira bu devasa canlının yavruları yumurtadan çıktıklarında en fazla birkaç kg ağırlıktaydılar. Onlar da tüm diğer sauropodlar gibi bu açığı düzinelerce yumurta bırakarak çözdüler. O kadar fazla yavru üretiyorlardı ki bakımsızlık ve avcılar hepsini tüketemiyor ve aralarından bazıları yetişkinliğe erişebiliyordu. (Altta Argentinosaurus)
Giganotosaurus ( Kretase 100-94 myö) = Bu bir kuraldır, büyük otçulları büyük etçiller izler. Yukarıda bahsettiğimiz Argentinosaurus aynı bölgede çağdaşı olan bir diğer devle birlikte yaşamıştı. Bahsettiğimiz dinozor Giganotosaurus'tur ve ünlü T-Rex'den çok daha büyüktür. 14-15 metre uzunluğa ve 7-14 ton ağırlığa ulaşabilen bu teropodun boyutları ile yalnızca Kuzey Afrika'da yaşamış olan Spinosaurus yarışabilir. Dev kafasına rağmen Giganotosaurus'un ısırığı Rex kadar kuvvetli değildi, ayrıca kafasına ve vücuduna oranla aşırı küçük olan beyni hayvanın zekası konusunda soru işaretlerine sebep olmuştur. (Altta 2 metre boyunda bir insan ile Giganotosaurus'un karşılaştırması)
Triceratops (Kretase 65 myö) = T-Rex ile çağdaş olan bu dinozor, tıpkı birlikte yaşadığı dev yırtıcı gibi bir film yıldızıdır. Oyuncaklarda, filmlerde kısaca dinozorlar ile ilgili her yerde bu gergedan benzeri dinozoru görebilirsiniz. Ayrıca yaşamış en son dinozor türlerinden biridir ve büyük yok oluşa değin varlıklarını sürdürmüşlerdir. Fiziksel özelliklerine bakacak olursak geniş bir zırhlı yele ile çevrili başı, biri burnunun hemen üzerinde, diğerleri de alnında olmak üzre üç boynuzu ve gagası dikkat çeker. Bu gaga benzeri ağzın arka kısmında öğütme işlevi gören güçlü dişler vardır. Bir filden biraz daha iri olan Triceratops'u kısaca bir tank olarak tanımlayabiliriz. Size doğru hızını alarak koşmaya başladığında o geniş zırhlı yelesi ve boynuzları ile kaçınmanız gereken bir dinozordu. Muhtemelen çağdaşı olan T-Rex bile onları avlarken büyük zorluklar yaşamaktaydı. Birçok T-Rex fosilinin üzerinde Triceratopsların sebep olduğu boynuz yaralanmaları gözlenmiştir. (Triceratops)
Spinosaur (Kretase 112-97 myö) = Kuzey Afrika Kretase boyunca günümüzden çok daha farklı görünüyordu. Bataklık ve sulak alanlar oldukça yaygındı. Bu alanlarda bilinen en büyük etçil dinozor olan Spinosaur yaşadı. Özellikleri itibariyle timsahlar gibi hem karada hem suda yaşadıkları düşünülmektedir. Zaten dinozorun burnunda bulunan sensörler, dişleri ve kafa yapısı balıkçıl kuşların yaptığı gibi kafasını suya daldırarak balık avlamak için çok elverişlidir. Sırtında bulunan ortalama 1.5 metrelik çıkıntıların kaslı bir yumru mu yoksa bir yelken mi olduğu tartışmalı olmakla birlikte yelken olduğu görüşü ağır basmaktadır. Spinosaurlar büyük yok oluştan önce, K.Afrika'da sulak alanların kurumasına neden olan bir iklim değişikliği sebebiyle yok oldular. Ayrıca bu dinozorun T-Rex ile kıyaslanması açısından başka bir yazı
( http://keremduranoglu.blogspot.com.tr/2015/09/tyrannosaurus-rexi-cabuk-unuttunuz.html )
(Altta Spinosaur)
Baryonyx (Erken Kretase 130-125 myö) = 6.5-7 metre uzunlukta ve 1.5 ton ağırlığında olabilen bu dinozorlar, Spinosauruslar gibi sulak bölgelerde yaşardı. 30 cm boyunda tırnakları ile ön kolları oldukça dikkate değerdi. Muhtemelen ırmak veya göl kenarlarında balık avlayarak yaşıyordu. Dişleri ve çenesi bunu işaret ediyor. Yakınlıkları belirsiz olmakla birlikte bazı araştırmacılar Baryonyx'i, Spinosaur ile yakın saymaktadır.
(Altta bir Baryonyx)
Psittacosaurus ( Kretase 123-100 myö)
= Iguanadon ve Bariyonyx'in çağdaşı olan bu dinozor Asya'da yaşadı. Kalıntıları Moğolistan, Sibirya, Çin ve Tayland gibi bölgelerde bulunur. İsmini papağınınkine (psittacus) benzeyen gagasından almıştır. Boyutları oldukça mütevazıdır, uzunluğu 2 metreyi, ağırlığı 20 kg'ı geçmez. Otçul olmalarına rağmen iyi bir koku alma ve görme yetisine sahip oldukları düşünülüyor.
(Altta Psittacosaurus)
Maiasaura (Kretase 76 myö) = Ördek gagalı Maiasaura, hem fosilleri hem de yumurtaları bolca bulunduğundan, yaşayışı hakkında çok şey bilinen dinozorlardandır. Ortalama uzunlukları 9 metreyi bulur ve otçuldurlar. ABD/Montana'da bulunan yuvalardan birinde fosilleşmiş bir düzine bebek Maiasaura ve biraz daha ileride annelerinin iskeleti bulunmuştu. Bu durum dinozorun yavrularıyla ilgilendiğini ve onlara baktığını gösterdiğinden ona Maiasaura yani "iyi sürüngen anne" adı verildi. (Altta bir Maiasaura grubu)
Tyrannosaurus Rex (Kretase) = "Zorba Kertenkelelerin Kralı", bulunduğu dönemde bilinen en büyük etçil olan Rex'e bu adın verilmesi garip kaçmıyor. Devasa kafatası ve ağzı, 15-20 cm uzunluğunda dişleri ve 6 tonu aşan ısırma kuvvetiyle Rex yırtıcıların zirve noktalarından biri. Çok az canlı onun kadar güçlü ısırabiliyor. Koni şeklinde dişleri avından büyük et ve kemik yığınları söküp yemek için birebir. Boynu devasa kas gruplarıyla destekleniyor, arka bacakları büyük ve güçlü. Ön kolları ise neredeyse körelmek üzere ve bu zaman zaman hayvanın zayıflığı olarak yorumlanıyor. Ben aksini düşünenlerdenim. Böyle bir kafa ve arka bacaklara sahip olan Rex'in rakibini alt etmek için güçlü ön kollara pek de ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Yine bir diğer görüş, hayvanın çok güçlü koku alma yetisi olmasından dolayı leşçil olabileceği yönünde. Lakin aynı zamanda çok keskin bir görme kabiliyetine de sahip olması avlandığı tezini güçlendiriyor. Ki özellikle Triceratops gibi dönemin bıçkın otçullarından aldıkları yaralar onların sadece ölü hayvanları yemediklerini kanıtlar nitelikte. Elbette tüm yırtıcılar gibi ölü bir hayvan bulursa bu fırsatı kaçırmayıp beslenmiş olması yüksek ihtimal. Lakin bu, Rex'in döneminin apex predatorlarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca bu devin yavrularına iyi baktığı biliniyor. Sauropodların aksine Rex gibi dinozorlar az sayıda yavru yapar ve yavrularını koruyup gözetirlerdi. (Altta Rex'in rekontsrüksüyonu ve devasa fosil kafatası görülmekte)
Sarcosuchus ( Erken Kretase 112 myö) = Günümüzde 8 metreye kadar büyüyebilen tuzlu su timsahlarının iki katından daha uzun olan bu sürüngen, 8 tondan daha ağır olabiliyordu. Genellikle modern timsahlar gibi zamanının çoğunu bataklık arazilerde ve su altında geçirirdi. Dieti karada yaşayan büyük hayvanlardan, dolayısıyla çokça dinozorlardan oluşmaktaydı. Sarco, ebatları ve çene özellikleri bakımından günümüz timsahlarının avlarını parçalayabilmek adına gerçekleştirdiği "ölüm manevrası" hareketini uygulayamıyor olabilir. (Altta Sarcosuchus Imperator kafatası ile bir insan)
Pteranodon (Kretase) = Pteranodonlar yaygın olarak uçan dinozorlar diye bilinseler de aslında uçan sürüngenlerdir. Kanat açıklıkları en büyük bireylerde 6 metreyi aşabilir. Hayvan, uzun ön kolları ve vücudu arasındaki gergin deriyi kullanarak uçar. Bu açıdan yarasalara benzemektedirler. Yani tüylü, gerçek uçuş kanatları yoktur. Ağırlıklarının en fazla 90 kg civarı olabileceği saptanmıştır. Bu canlılar muhtemelen çokça balıkla besleniyordu. (Pteranodon)
Quetzalcoatlus ( Geç Kretase) = Bilinen en büyük uçan hayvanlardan biri olan bu sürüngen, yerde ayakta dururken bir zürafa ile hemen hemen aynı yükseklikteydi. Dişsiz pterasourlardandır. Kanat açıklıkları 12 metreyi, ağırlıkları 250 kg'ı aşabilmekteydi. Bu dev uçan sürüngen muhtemelen nehir ve göllerde küçük omurgalıları avlamıştı. Belki de yumurtadan yeni çıkmış bir Rex yavrusu, annesi uzaklarda onun için yiyecek ararken, Quetzal için hoş bir yiyecek olabilirdi. (Altta bir insan, quetzal ve zürafa görülmekte. )
Elasmosaurus ( Geç Kretase) = Denizlerde yaşamış en ilginç sürüngenlerden biridir ve yine çokça dinozorlarla karıştırılır. Hayvanın gerçek iskelet yapısı ve görünümü uzun uğraşlar sonucu belirlenebildi. Karada yaşayan sauropodlar gibi uzun bir boyna sahipti. 4 büyük yüzgece sahip olmasına rağmen yavaş yüzücüydüler. Bu nedenle uzun boyunları avlarına beklenmedik saldırılar gerçekleştirme ve avlanma açısından kritik öneme sahipti. Ness Gölü canavar hikayesine bu gibi Plesiosaurların ilham kaynağı olduğu düşünülmektedir. (Elasmosauruslar)
Mosasaurus ( Kretase 70-65 myö) = Okyanuslarda yaşamış en yırtıcı hayvanlardan biriydi. Koni biçiminde büyük dişleri avını kavramasına yarıyordu. Bu sebepten avlarını tüm yuttukları düşünülüyor. Dolayısıyla onları yüzgeçleri olan devasa su yılanlarına benzetebiliriz. 17 metreye kadar büyüyen bu canlılar genellikle sığ denizlerde avlandılar. Dev deniz kaplumbağaları, diğer su sürüngenleri ve balıklar ana diyetlerini oluşturuyordu. Kuyruğu oldukça güçlüydü ve süratli yüzebilmesi için gereken itici gücü sağlıyordu. (Mosasaur)
Tusoteuthis (Kretase ) = Modern dev kalamarlara benzemekle birlikte, araştırmalar vampir kalamarlara daha yakın olduklarını göstermektedir. 11-15 metre boya ulaşabilen bu canlılar muhtemelen günümüz kalamarları gibi dokunaçlarını ve yırtıcı kuş gagasına benzeyen ağızlarını kullanarak avlanıyorlardı. Onların da dönemin diğer apex predatorları tarafından avlandığına dair bulgular var. (Tusoteuthis)
Terror Bird - Phorusrhacidae ( Paleosen-Pleistosen) = Uçamayan etçil kuşların en büyük örneklerindendir. Dinozorların büyük yok oluşundan sonra ortaya çıktı ve 1.8 milyon yıl öncesine kadar varlığını sürdürdü. 1.5-3 metre civarı yüksekliği, kocaman gagası ve güçlü bacaklarıyla döneminin en önemli yırtıcılarından olduğu düşünülmekte. Deve kuşları gibi bacaklarıyla düşmanını tekmeleyerek ya da gagasıyla avına vurarak onu kolaylıkla öldürebilirdi. Sonuçta 70 cm boyundaki kafasının 45 cm'i sert gagasından meydana geliyordu. Bu gaganın ucunun aşağıya doğru kıvrık olması bu hayvanın karnivor olduğunu kesinleştirir. Günümüz kuşlarında da aşağı doğru kıvrık gaga ucu, eti avdan sökmek için kullanılmaktadır. (Terror Bird)
Titanoboa ( Paleosen 68-58 myö) = Paleosen'de 10 milyon yıl boyunca hayatta kalan dev bir yılan türü. Aslında yaşadığı dönemin tepe avcısı olduğu düşünülmesine rağmen onun piscivor olduğunu ve balıklarla beslendiğini işaret eden kanıtlar da vardır. 14-15 metre kadar büyüyebilen bu yılanlar ortalama 1-1.5 ton ağırlıkta olabilirlerdi. Genellikle günümüz anakondaları gibi bataklıklarda ve suda yaşamış olmalılar. Zira karada hareket edebilmek için fazla iri bir cüsseye sahipler. Ayrıca yeterince enerjik olmadıkları için suyun içinde pusuya yatarak tek ve hızlı bir hamlede avlarını yakalamak zorundalardı. Tüm bunlar hayvanın sulak arazilere bağımlı olduğunu göstermektedir. (Altta boyutlarına uygun bir Titanoboa modeli ile insanlar)
Basilosaurus ( Geç Eosen 55 myö) = Adında saurus bulunmasına, "Kral Kertenkele" diye adlandırılmasına bakmayın. Aslında Basilosaurus erken balinaların bir örneğidir. Yalnızca ilk keşfedildiği dönemde bir deniz sürüngeni sanıldı ve daha sonra balina olduğu anlaşıldı. Her ne kadar bu yanlış anlaşılmanın düzeltilmesinden sonra adının Zeuglodon olarak değiştirilmesi düşünüldüyse de kurallar gereği ilk ad geçerli kaldı. Yaşadığı dönemde en büyük hayvanlardan biriydi ve boyutları 15-18 metre civarına ulaşabiliyordu. Her ne kadar kral diye anılsa da yaşamış en büyük balina değildi. Diş yapılarından dolayı bu hayvanın balıklarla beslendiği düşünülüyor. Fotoğrafına dikkatli bakılırsa modern balinalarda bulunmayan iki arka yüzgecin Basilosaurus'da halen bulunduğu görülebiliyor. (Basilosaurus)
Phiomia ( Geç Eosen - Erken Oligosen 37-30 myö) = 2.5 metrelik bu otçul birçok açıdan modern fillere benzerdi. Güçlü dişlerini muhtemelen ağaçların kabuklarını kazımak yahut topraktan kök çıkarmak için kullanmış olabilir. Yerden yükseklikleri 2.5 metre civarındaydı. (Altta Phiomia)
Paraceratherium ( Geç Oligosen 34-23 myö) = Yaşayan en büyük kara memelisi. Boynuzsuz gergedanların soyu tükenmiş bir üyesi olan bu canlı otla beslenirdi. Hayvanın yüksekliği 5-6 metreyi, ağırl��ğının 15-20 tonu bulabildiği düşünülmektedir. Onu avlayabilecek çok az yırtıcı vardı ve sık ormanlardan, geniş kurak arazilere değin her yerde yaşıyordu. Bu nedenle neslinin neden tükendiği konusunda tartışmalar sürmektedir. (Altta insan, modern afrika fili ve paracer görülmekte)
Chalicotherium ( Geç Oligosen - Erken Pliyosen 28-3 myö) = Sadece kafasını ele aldığımızda atlara oldukça benzeyen bu iri hayvanlar otla beslenmekteydiler. Buna rağmen uzun ve kuvvetli ön kolları ve iri tırnakları vardı. Muhtemelen kendisini yırtıcılara karşı savunabilecek donanıma sahipti. Yine bu kolları ile yüksek ağaç dallarına ulaşıp yiyecekleri elde edebildikleri düşünülmektedir. Ön kollarının uzun arka bacaklarının kısa olması sebebiyle dik bir duruşa sahiplerdi. (Altta Chalicotherium ve insan)
Argentavis ( Geç Miyosen ) = Pelagornis Sandersi keşfedilinceye değin uçabilen en büyük kuş olduğu düşünülüyordu. Pelikanlara benzeyen, çok geniş kanatlarıyla deniz üzerinde uçup balıklarla beslenen pelagornisin aksine, argentavis etçil bir kuştu. Kanat açıklığı 7 metreyi buluyordu. Büyük ihtimalle en irileri 80 kg kadar ağır olabilirdi. Muhtemelen günümüz akbabalarına benzer bir diyeti vardı. Zaman zaman kendisi de avlanmış olabilir. (Argentavis'in 180 cm uzunluğunda bir insanla kıyaslaması)
Megalodon ( Erken Miyosen - Geç Pliyosen 23-2.5 myö) = Denizlerin tepe yırtıcılarından biri olan megalodonlar üzerinde halen ciddi tartışmalar dönmektedir. Tüm diğer köpekbalıkları gibi, iskelet yapısı kıkırdaktan meydana gelen megalodonların da tam fosillerine ulaşmak neredeyse imkansızdır. Fakat yine köpekbalıklarına has bir özellik olan diş döküp, yenileme sayesinde bu hayvanların dişlerine bolca ulaşılabildi. Dişleri ilk bakışta günümüz beyaz köpekbalıklarına oldukça benziyor. Sadece onlardan çok daha büyükler. Bu durumda beyaz köpekbalıklarının diş/vücut yerleşimleri ve oranları ile boyutları hesaplandığında megalodonların 20 metre kadar büyüyebildikleri hesaplanmıştır. Bilinen en büyük beyaz köpekbalığı ise sadece 7 metredir. Lakin burada önemli bir nokta var. Her ne kadar yakın oldukları düşünülse ve megalodonun yeniden inşasında beyaz köpekbalıklarının diş yerleşimleri temel alınsa da, bazı farklar göze çarpmıyor değil. Örneğin iki diş yapısı da üçgen şeklinde ve kenarları eti jilet gibi kesmeye yarayan tırtıklarla kaplı. Fakat beyaz köpekbalıklarının dişleri oldukça ince, lakin megalodonların dişleri fazlasıyla kalın. Dolayısıyla aynı diş dizilimine sahip olmama ihtimalleri oldukça yüksek. Megalodonların diyetleri muhtemelen günümüz büyük beyazlarıyla aynı olmakla birlikte balinaları da bolca içermekteydi. Zaten hayvanın yeryüzünden silinmesine dair teorilerin başlıcası Panama Kanalı'nın kapanması sonucu balinalara erişimi kalmayan bu hayvanların zamanla besin sıkıntısı yüzünden yok olduğudur. Yahut bu yok oluşa iklim değişikliği sonucu su sıcaklığının değişmesi ve hayvanın buna uyum sağlayamaması da sebep olmuş olabilir. (Altta maximum, orta boy megalodonlar ile onların altında modern beyaz köpekbalığı ve insan)
Kılıç Dişli Kaplan/ Smilodon ( Erken Pleistosen - Holosen 2.5 myö -10.000 yö) = Bu iri yarı hayvanın en belirgin özelliği ağzından dışarı çıkmış durumdaki iki üst köpek dişidir. Ayılar gibi daha hantal hayvanlar mı yoksa kaplanlar gibi seri ve ataklar mı? Bu çok tartışılan bir konu. Lakin yapıları ve cüsseleri gereği çok kıvrak olmadıkları neredeyse kesin gibi. Daha çok güçlü ön kollarıyla iri hayvanları kavrayıp devirdikleri düşünülüyor. Dişleri ise ürkütücü görünümlerine rağmen muhtemelen onlara büyük problemler yaratmış olmalı. Çünkü o kadar büyükler ki hayvanın, örneğin avının karnı gibi geniş alanlardan ısırması oldukça zor. Öyleyse bu dişler ne işe yarıyordu? Keşfedildiğinde bu hayvanların korkunç bir ısırma gücüne sahip oldukları varsayılıyordu. Fakat gelişen teknoloji sayesinde ölçümler yapıldığında, tam tersine günümüz aslanlarından bile daha zayıf bir ısırığa sahip oldukları anlaşıldı. Aslanın değerlerine yaklaşamadan zayıf alt çene kemikleri kırılabilirdi. Dolayısıyla hayvan güçlü vücudu ile devirdiği avının boğazına bu dev dişleri geçirdiğinde, çok kuvvetli bir ısırma gücüne ihtiyacı kalmıyordu. Dişler bir hançer gibi avın boğazına saplanarak ölmesine neden oluyordu. Yapılan araştırmalar modern aslanların da avlarının boğazını tüm güçleri ile ısırmadığını, uzun köpek dişlerinin avlarının boğazına girerek ölümüne sebep olduğunu kanıtladı. (Altta kılıç dişli kaplan)
Gigantopithecus ( Pleistosen 2myö - 100.000 yö) = Bilinen primatların en büyüğüydü. 3 metre boyunda olabilen bu hayvanın ağırlığı 550 kg'ı buluyordu. Dişleri ve çene yapısı onun tohumları ve sert lifli besinleri tükettiğini gösteriyor. Güney Doğu Asya ve Himalayalar'da yaşayan bu primat adeta Yeti efsanelerinden fırlamış gibi. Tarih öncesi insanlar uzun müddet bu "korkunç vahşi insan" ile birlikte yaşadı. (Altta bir Gigantopithecus canlandırması)
youtube
2 notes
·
View notes
Text
Jutland Deniz Muharebesi
Birinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen bu deniz muharebesi, büyük dretnot filolarının karşı karşıya gelip savaştığı en büyük deniz aktivitesidir. Zırhlılar, son şövalyeler, bir daha benzeri görülmeyecek olan bu savaşta boy gösterdiler. Uzun zamandır birbirine bilenmekte olan Britanya ve Alman donanmaları birbirlerini burada sınadı. İngiltere savaşa 28 zırhlı, 9 savaş kruvazörü (battlecruiser), 8 zırhlı kruvazör, 26 hafif kruvazör ve 78 destroyerle katılmıştı. Buna karşılık Almanların 16 zırhlı, 5 savaş kruvazörü, 6 pre-dretnot(dretnot öncesi, modası geçmiş zırhlılar), 11 hafif kruvazör ve 61 torpil gemisi vardı.
(Altta savaş öncesi Britanya'nın en büyük silahı Grand Fleet’in mevcudunu gösteren bir kart)
Savaş öncesi duruma bakacak olursak, iki tarafın da olası bir donanma kaybından çok çekindiğini görürüz. İngiliz donanması her ne kadar devasa boyutta olsa ve “Grand Fleet” diye anılsa da, Alman “High Seas Fleet” (Hochseeflotte) dikkate değer bir güçtü. Üstelik hedeflerine ulaşmanın Kuzey Denizi ve çevresinde İngilizlere üstünlük kurmaktan geçtiğinin farkında olan Kayzer, sürekli yeni dretnotlar inşa ettirerek aradaki farkı kapatıyordu. Buna rağmen, onlar da ünü dünya çapında olan Grand Fleet ile direk bir çarpışmaya girmeye cesaret edemiyordu. Bu şartlarda Alman tarafı büyük harekatlarla Kuzey Denizi'ne açılmaktan kaçınarak Baltık'ı savunma yoluna gitti. İngilizler ise uzaktan abluka yöntemiyle Almanları Baltık Denizi'ne hapsetmeye çalıştılar. Zira eski yöntem olan yakın abluka, deniz mayınları ve denizaltıların yaygınlaşması sebebiyle artık mümkün değildi. Sonuçta uzaktan abluka için buldukları uygun üs, ülkenin kuzeyinde bulunan Scapa Flow'du. Grand Fleet'in ana gövdesi, Sir Jellicoe komutasında burada bulunmaktaydı. Bu noktadan Alman Donanması ve ticaret gemilerinin Atlantik Okyanusuna açılmasını engelliyorlardı. Fakat Amiral Scheer'in göreve gelmesiyle Almanlar taktik değiştirmeye karar verdiler. Daha atik davranmaya başladılar ve İngiliz Doğu sahillerine akınlar düzenleyerek Jellicoe'yu gücünü bölmeye ittiler. Jellicoe da bir savaş kruvazörü filosunu Sir Beatty komutasına verip Güney'e yolladı. Scheer'in tasarladığı tam olarak buydu. Direk olarak savaşamayacağı düşman donanmasından büyük bir parça koparabilecekti.
(Altta iki filonun savaş alanına hareketi ve sağda savaşın aşamaları ile genel manevralar görülmekte.)
Scheer donanma ile yola çıkıp güneyde bulunan Beatty kuvvetlerini imha etmeyi amaçladı ve bu doğrultuda planlar yapıldı. Grand Fleet'in bütünüyle savaşmak zor olsa da ondan büyük bir parça koparmak Scheer'in iştahını kabartmış olsa gerek. Lakin hesaplamadığı nokta, Alman haberleşme şifrelerinin çoktan İngilizler tarafından ele geçirilip çözülmüş olduğuydu. Bunun İkinci Dünya Savaşı'nda da yaşanması Almanların ders alma konusunda pek de iyi olmadıklarını gösteriyor. Sonuçta High Seas Fleet'in yola çıktığını anlayan İngilizler hemen harekete geçti. Sir Beatty güneyde olması gerektiği gibi hareket halindeyken, Sir Jellicoe tüm Grand Fleet ile birlikte Scapa Flow'dan demir almıştı bile. Plana göre Sir Beatty'nin kuvvetleri temas sağlandıktan sonra Almanları kuzeyden gelen Grand Fleet'in namluları önüne çıkaracak şekilde hareket edecekti.Uzatmadan savaşın gelişimine geçelim. Savaş daha ilk anlarında İngilizler için şok edici gelişmeler ile başladı. Donanmanın en güçlü savaş kruvazörleri birbiri ardına devasa patlamalarla batıyordu.
(Altta HMS Queen Marry devasa bir patlama ardında gözden kaybolmuş durumda.)
Dar ölçekte değerlendirme yapmak gerekirse iki donanmanın anlayışlarına bakmak gerekir. Sir Beatty'ye “There seems to be something wrong with our bloody ships today” cümlesini söyleten şey neydi? Neden bazı Alman gemileri 20-25 isabet almasına rağmen batmazken, İngiliz gemileri 1-2 isabette korkunç patlamalar ile sulara gömülmekteydi? Hatta donanmanın gururu olan modern savaş kruvazörü HMS Invincible bu devasa patlamalardan biri nedeniyle ikiye bölünmüştü.Bunu “şanslı atış” faktörünün Almanların yanında olmasıyla açıklamak mümkün müydü? HMS Queen Marry ya da HMS Indefatigable gibi gemiler sadece aldıkları şanssız isabetlerle mi havaya uçmuştu? Burada Jellicoe öncesi komutan Callahan'ın emirlerine bakmak gerekiyor. Amiral, bir hedefi vurmak için çoğu zaman birçok salvo gerektiğini fark ettiğinden, Royal Navy gemilerine daha fazla cephane yüklenmesini emretmişti. Uzun menzilli harekatlarda cephane sıkıntısı çekmekten korkuyordu. Daha fazla mermi ve bunlara ait barut kapsüllerinden bahsediyoruz. Gemiler ağzına kadar bunlarla dolduruldu. Dolayısıyla dizayn edilirken cephaneye ayrılan korumalı bölümler dışındaki yerlere de cephane istif edildi.
(Altta savaş öncesi HMS Indefatigable’ın güvertesinde dahi barut kapsülleri görülebiliyor.)
Ek olarak çoğu zaman silah doldurma işini hızlıca yapmak isteyen mürettebat, cephaneyi bölümlerinden alır, korumalı kutularından çıkarır ve barbetlerde yerlere koyardı. Tüm bunlar İngiliz gemilerinde alınan bir isabet nedeniyle infilak edebilecek çok fazla cephane olduğu anlamına geliyordu. Gerçekten de ana taret başına 80 mermi taşımak için dizayn edilen savaş kruvazörleri, Jutland Savaşı'na doğru yol alırken taret başına 120 mermi taşıyordu. Ki asıl problem düşmana fırlatılan zırh delici yahut yüksek patlayıcı mermiler değil, bunların fırlatılması için arkalarından silaha yüklenen barut kapsülleri idi. Çok fazlalardı, çok yer kaplıyorlardı..
(Altta solda zırh delici mermiler görünüyor. Sağda ise arkasına konan fırlatıcı barut kapsülleri ile birlikte silaha yüklenmiş bir merminin son hali. Görüldüğü gibi tek bir mermi için çok sayıda barut çantası gerekmekteydi)
İngilizlerin diğer problemi savaş kruvazörü konseptinde ortaya çıkıyor. Bu gemiler aslen ticaret akıncılarını (ticaret hatlarına saldıran ya da ikmal ve hammadde akışını sekteye uğratan kruvazör yahut hızlı zırhlılar) veya düşmanın hafif/ağır kruvazörlerini yakalayıp batırmak için dizayn edilmişti. Dolayısıyla hedefindeki gemilerden daha ağır silahlı, fakat onları yakalayabilecek kadar da hızlı olmalıydılar. Silah ve hız için zırh korumasından kısılarak ağırlık tasarrufu yapılmalıydı. Zaten bu gemilerin batırabileceği rakiplerini yakalayıp batıracağı, batıramayacağı bir rakiple karşılaşırlarsa da hızları sayesinde onlardan kaçabileceği düşünülmüştü. Bu mantığa göre zırha ihtiyaçları yoktu, hız onların zırhı olacaktı.. Fakat taktiksel amaçlarının unutulup kafa kafaya bir savaşta dretnotların karşısına çıkarılmaları ölümcül oldu.
Şimdi zırhlıların en önemli özelliklerini ateş gücü yani silah, zırh ve hız olarak belirleyelim. Bu üçünü, geminin yerine getirmesini istediğiniz role göre ayarlamak zorundasınız. Büyük silahlar taşıyan ve çok kalın zırhla korunan bir gemi yaparsanız, her halükarda ağırlığı nedeniyle yavaş olacaktır. İngiliz savaş kruvazörlerinin bu özelliklerini 5 üzerinden derecelendirirsek 5 ateş gücü, 4 hız ve 2 zırh puanı verebiliriz. Almanlar ise konuyu çok başka açıdan ele aldı. Onlar zırh korumasını diğer iki elementin önüne koydular. Onların gemilerine de 5 zırh, 3 ateş gücü ve 2 hız puanı verebiliriz. Bu tamamen donanmaların belirledikleri doktrinlere göre düşünülecek bir husus.
Savaşın gelişimine dönecek olursak, Sir Beatty Alman filosuyla karşılaşır karşılaşmaz HMS Queen Marry ve HMS Indefatigable kaybedilmişti. Fakat hala Beatty'nin yıldızını parlatma şansı vardı. Henüz Almanlar Grand Fleet'in bütünüyle yakında olduğundan habersizdi. Eğer Beatty, onların peşine takılmasını ve kendisini takip etmesini sağlayabilirse, Alman filosunu Grand Fleet'in namluları önüne çıkarabilirdi. Bu durumda Jellicoe, Almanları T’ye almış olacaktı.
(Altta T durumu için güzel bir örnek görülmekte. Bu durumda kırmızı kuvvetler yalnızca ön taretleriyle ve öndeki birkaç gemiyle ateş edebilirken; mavi kuvvetler filonun tüm namlularını hedefe ateşleyebilir.)
Bunun için kuzeye yönelme emri verdi. Almanlar da halihazırda İngiliz savaş kruvazörü filosunu yakalamışken takibe devam etmeye karar verdi. Sonuçta iki ya da üç gemi daha batırarak günü kazanabilir ve başlangıçtaki hedeflerine ulaşabilirlerdi. Kuzeye hareket esnasında İngilizler bir kez daha Alman silahlarının önünden geçti. Bu sefer geçenler savaş kruvazörü değil, 380mm'lik silahlar ve kalın zırhlarla kuşanmış olan HMS Warspite gibi süper dretnotlardı. Bu gemiler de fazla cephaneyle yüklenmelerine karşın savaş kruvazörleri ile aynı kaderi paylaşmadılar. Alman silahları isabet kaydetti, fakat gemilerin hayati bölümlerini delemedi. Bu da İngiliz savaş kruvazörlerini böylesine iyi hedefler haline getirenin hep suçlanan kötü şans değil, ince zırh ve fazla yüklenmiş cephane olduğunu kanıtladı.
(Altta Sir Beatty, Amiral Scheer ve Hipper arasındaki ilk karşılaşma ve aşamalarla hamlelerin gelişimi görülmekte)
Her şeye rağmen tuzağı iyi kuran Beatty kuzeye yönelmişken, kuzeyde farklı bir çaba sürmekteydi. Jellicoe’nun seyir formasyonu 6x4 gemiden oluşan bir diktörtgen şeklindeydi. Bu seyir halinde düşman denizaltılarına karşı iyi bir savunmaydı, fakat bu formasyonun açılıp savaş hattını oluşturabilmesi için çok karmaşık manevralar gerekiyordu. Stratejide altın bir kural vardır, hamleler kolay anlaşılabilir ve uygulanabilir olmalıdır. Plan ve dahilinde yapılacak hamleler karmaşıklaştıkça uygulanmaları zorlaşır, beklenmeyen problemler çıkma riski çok yükselir. Zira bu seyir formasyonundaki gemiler değişik hızlara, çok büyük oranda farklı dönüş çaplarına ve uzunluklara sahipti. Savaş hattının oluşturulacağı bölgeye gelinip sola dönüş emri verildiğinde hepsi birbiri arasına girerek tek bir çizgi haline gelebilmek için büyük uğraş verdiler. Birbirlerine çarpmamaya çalışıyor, hızlanıp yavaşlıyorlardı.
(Altta Jellicoe’nun zırhlılarının seyir formasyonu. Gemilerin çabucak bu şekilden çıkması ve sola dönerek arka arkaya sıralanıp düz bir savaş hattı oluşturması gerekiyordu)
Savaş formasyonuna geçilirken yaşanan karmaşa sürerken Alman filosunun ulaşması durumunda tüm Grand Fleet savunmasız yakalanacaktı… Sonuçta Jellicoe hattı kurmayı başardı ve artık hep olmak istediği pozisyondaydı. Scheer ise hayatı boyunca kaçındığı tuzağa düşmüştü. Alman öncü gemisi art arda isabetler alırken, İngiliz tarafında yine enteresan bir patlama meydana geldi. Bu sefer tüm Grand Fleet'e öncülük eden, sıranın en önündeki HMS Invincible batmıştı. Geminin 1026 subay ve denizcisi için yapılabilecek hiçbir şey yoktu, o anda öldüler. Sadece 6 mürettebat kurtulabildi.
(Altta Invincible’da meydana gelen devasa patlama ve dev geminin ikiye ayrılarak batması görülmekte. kıç kısmı (aft) batarken, burun kısmı (fore) 180 derece dönmüş ve altı aftın güvertesine bakar halde.)
Öncü Alman gemileri de sayısız isabet almıştı, SMS Seydlitz ve SMS Lützow ağır hasarlıydı. Yine de İngiliz rakipleri gibi infilak ederek batmadılar. Royal Navy’nin tüm kayıplarına rağmen Alman filosu halen taktiksel açıdan çok kötü durumdaydı. 8 mile varan uzunluğu ile Grand Fleet müthiş bir ateş üstünlüğüne sahipti ve Alman öncülerini ağır yaralamıştı.
(Altta SMS Seydlitz aldığı yaralar sebebiyle neredeyse burnu sulara gömülmüş halde Almanya’ya dönmeye çalışırken)
Her ne kadar Lützow İngiliz gemileri gibi infilak etmese de ağır yaralanmıştı ve mürettebatı gemiyi batırmak zorunda kaldı. Scheer hemen durumu ele aldı ve Jellicoe'nun karmaşık emirlerinin aksine basit bir manevra emri verdi. Basit bir sinyal ve tüm Alman gemileri 180 derece dönerek ilerlemeye başladılar. Scheer'in yapması gereken filosunu T durumundan kurtarmaktı ve bunu yaptı.
(Altta yüksek kalibreli İngiliz zırh delici mermisinin Seydlitz’in zırhında açtığı deliklerden biri)
Lakin daha önce de söylediğimiz gibi İngilizler Alman filosunu iki kere T’ye alma şansı yakalamıştı.. İkincisi Scheer’in 180 derecelik U dönüşü emrinden sonra tam kurtulmak üzereyken tekrar bir U dönüşü emri vererek yeniden T pozisyonuna doğru hareket etmesi sonucu ortaya çıktı. Bu hamlenin nedenini anlamak oldukça güç. Son anda kurtulduğu güç duruma tekrar neden dönmek istemişti? Muhtemelen Grand Fleet’in konumunu yanlış yorumlamış ve onların daha güneye kaydığını düşünmüştü ve tekrar dönerek onları arkadan yakalamak istedi. Bunu hiçbir zaman bilemeyebiliriz. Sonuçta kendisini tekrar T pozisyonunda bulduğu ise bildiğimiz tek şey.
O anda Scheer yine beklenmedik bir emir verdi. Büyük Nelson’un Trafalgar’da yaptığına benzer bir şey yapmak için mi bilinmez, öncülerine T pozisyonuna karşı doğrudan ilerleme emri verdi. Adeta düşmana toslayana kadar ilerleyin emri diyebiliriz (ramming diye geçer). Bu intihar eyleminin diğer aşaması tüm gemilerden fırlatılacak devasa bir torpido barajıydı. Amacı düşmanın savaş hattını bozmak olan bu müthiş hamle Jellicoe’yu çok zor durumda bıraktı. Zira bu durumda yalnızca üç seçeneği vardı. Torpidolara doğru dönebilirdi, ki bu durumda Alman filosuyla burun buruna gelecek ve 90 derecelik dönüş nedeniyle hızını yarı yarıya kaybetmiş olacaktı. Hattı bozmadan ilerleyebilirdi ki bu durumda gemiler tüm uzunluklarıyla torpidolar için mükemmel hedefler olacaktı. Son olarak da torpidolara arkasını dönebilir ve gemilerin sadece arka kısmını göstererek hedef küçültebilirdi, bu durumda hızını kaybetse de Alman filosundan uzaklaşma şansı hala elinde olacaktı. Jellicoe sonuncusunu seçti. Yani en güvenli olanı.
(Altta Grand Fleet’in savaşa yetişmesi ve devamında savaşın gelişimi görülmekte.)
Sonuçta Royal Navy’nin ana hedefi Kuzey Denizi’nde uzun süreli dominasyon ve Almanya’yı uzaktan abluka altında tutmaktı. Bunun için de filonun elde tutulması elzemdi. Hedefi Alman filosuyla “decisive battle” yani kesin sonuçlu bir muharebeye girerek onu yok etmek değildi. Bu doğrultuda filoyu riske etmesine gerek yoktu. Yine de bazı donanma taktisyenleri ve amiraller bugün bile Jellicoe’nun hatalı karar verdiğini, düşmana doğru dönmesi durumunda Alman filosunu kaybetmeyip onları takip edebileceğini ve sonuçta Alman filosunu imha edeceğini ileri sürmektedir. Tabi bunlar tamamen varsayım. Sonuçta tek gerçek, Jellicoe’nun kaçma manevrasının ardından Scheer’in de geri dönmesi ve bastıran gecenin karanlığından faydalanarak Grand Fleet’i atlatmasıdır. Bununla birlikte “Dretnotların Savaşı” sona ermişti. İki donanma bir daha asla böyle bir çarpışmayı göze alamadı.
Jutland, Birinci Dünya Savaşından hemen önce gerçekleşen Tsushima (Rus - Japon Donanmaları karşılaştı, Rus donanması büyük oranda yok edildi) yahut yelkenli çağında yaşanan Trafalgar Savaşı gibi (İngiliz - Fransız/İspanyol birleşik filosu savaştı, Fransız/İspanyol birleşik donanması yok edilerek İngiltere denizlerde 100 yıldan fazla sürecek olan egemenliğini elde etti) sonucu kesin bir savaş değildi. Lakin zırhlıların göğüs göğüse savaştığı en büyük savaş olması ve savaş kruvazörü konseptinin popülerliğini kaybetmesine neden olması bu muharebenin en büyük özellikleridir.
0 notes
Text
Denizaslanı Operasyonu
Fransa’nın düşüşünün ve Kara Avrupası boyunca askeri durumun umutsuz denebilecek ölçüde bozulmasının İngiltere’yi barış masasına oturtmaya yetmeyeceğini anlayan Wehrmacht Genel Komutanlığı’nın (OKW) hazırladığı bir çıkarma harekatıdır. Almanca adı Unternehmen Seelöwe olan plan, geniş satıhta Britanya kıyılarına çıkarma ve devamında İngiltere’nin işgalini amaçlamaktadır.
(Altta planlanan harekatın ana aşamaları)
Oysa amacı Doğu yönünde genişlemek olan Almanya’nın, İngiltere’ye saldırmak istemediği ve barış olanaklarını yokladığı bilinmekte. Yine de İngiltere’nin taviz vermez tutumu Alman tarafını bu tarz önlemler üzerinde düşünmeye itmiştir. Benzer bir durum aslında başından beri Almanya tarafından tarafsızlığı istenen Norveç konusunda da yaşanmıştı. İsveç’ten gelen demir sevkiyatı Almanya için hayati öneme sahipti. Bu sırada patlayan Rus-Fin savaşına, Fin tarafına yardım etme bahanesi ile müttefiklerin asker göndermeyi tartışması Almanları Norveç’i işgal etmeye zorlamıştı. Sonuçta müttefiklerin amacının Fin ordusuna yardım bahanesiyle askerlerini İskandinavya’ya çıkarmak ve Narvik gibi limanları ele geçirerek Almanya’ya giden demir sevkiyatını kesmek olduğu açıktı.
İşte yine kendileri dışında gelişen olaylar Almanları gönülsüz de olsa bu planı yapmaya itti. Gönülsüzlüklerinin bir diğer nedeni de eldeki imkanların, bu çapta bir harekat ile ölçüşmemesidir. Bir kara gücü olan Wehrmacht, yıldırım savaşı tarzıyla Fransa’nın defterini kolayca dürmüştür. Lakin İngiltere ile arasında bir deniz ve o denizi koruyan Britanya Aslanı’nın kuvvetli donanması bulunmaktadır.
Gerçekten de, Alman komutasının bırakın planın uygulanma safhasında karşılaşacağı zorlukları, uygulamaya başlayabilmek için bile çözmesi gereken önemli açmazlar vardı.
Bunlardan birinci ve en önemli olanı Kriegsmarine’in (Alman Savaş Donanması), Royal Navy (İngiliz Kraliyet Donanması) karşısındaki umutsuz zayıflığıdır. Almanların bu sefer için kullanabilecekleri yalnızca bir avuç gemisi vardır. Sayı üstünlüğü kritik derecenin de ötesinde İngiliz tarafındadır. Dolayısıyla İngiltere’ye yapılacak çıkartma harekatı boyunca Kriegsmarine’in koruma sağlaması mümkün değildir. Ayrıca Norveç’in işgali sırasında Alman havacıların deniz hedeflerini vurma konusunda büyük problemler yaşadığı görülmüştü. Deniz hedeflerini vurmak için yeterli mühimmat ve eğitimden yoksundular. Örneğin zırh delici bombaları ve uçakların alan saldırıları yapabilmesi için gerekli torpido uyarlamaları bulunmuyordu. Norveç çatışmaları ve kanal çatışmaları boyunca Luftwaffe’nin batırabildiği İngiliz gemisi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu durumda çıkarma harekatına yönelecek bir Royal Navy saldırısı nasıl durdurulacaktır? Bunun için kanalın Fransa tarafına devasa sahil topları yerleştirildiyse de bunların başarı şansı oldukça kuşkuludur.
(Fransa’nın düşüşü ile birlikte kırmızı renk ile belirtilen ve İngiltere’ye yakın olan Kuzey bölgesi işgal edilmiştir. Ayrıca Kanal Adaları olarak bilinen ve İngiltere-Fransa arasında bulunan Jersey ve Guernsey işgal edilerek bunların sıçrama tahtası gibi kullanılması hedeflenmiştir. )
İkinci büyük problem yine çıkarma öncesi ve harekatın uygulanması sırasında kanal bölgesi ve İngiltere üzerinde kesin hava üstünlüğü sağlama ihtiyacıdır. Hava üstünlüğü tamamen ele geçirilmeden yapılacak bir çıkarma harekatının başarılı olabileceği düşünülemez. İlk bakışta daha fazla uçağa ve Fransa’da bulunan havacılık tesislerini kullanma şansına erişen Almanlar avantajlı gözükse de, İngilizlerin elinde Spitfire avcı uçakları ve radar teknolojisi gibi jokerler vardı. Alman avcı gücünü oluşturan Bf109 uçakları düşük menzilleri nedeniyle çok kısa sürelerle İngiltere hava sahasında kalabiliyordu. Bunu bilen İngilizler genellikle onların dönmesini bekler, ardından havalanarak savunmasız Alman bombardıman filolarına saldırırlardı. Zaten Britanya Savaşı boyunca Luftwaffe’nin ağır kayıplarına rağmen amaçladığı üstünlüğü ele geçiremediğini görüyoruz. Bunda İngiliz havacıların fedakarlıkları kadar, Hitler’in başlangıçta RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) tesislerinin sürekli bombalanarak İngiliz hava gücünün yıpratılması isabetli hedefi doğrultusunda yürütülen hava akınlarını, Londra’nın bombalanması gibi ikincil amaçlara yönlendirmesi etkili olmuştur.
(Blitz olarak adlandırılan sonu gelmez hava akınlarının yıkıntıya dönüştürdüğü Londra’da bir kadın. Halk geceleri genellikle sığınak gibi kullanılan metro tünellerine girerek saldırılardan korunmaya çalışıyordu.)
Bir diğer problem, bu istila planı için görevlendirilen iki ordu grubunun nasıl İngiltere’ye götürüleceğidir. Daha önce belirttiğimiz gibi donanma son derece yetersizdir. Tüm gemiler toplanarak gerekli çıkarma gemisi sayısına ulaşılabilse dahi, bu Alman ikmal, ticaret ve ulaşım hatlarını felce uğratacaktır. Sonuçta toplanan gemiler bu gibi görevlerden çekilerek harekata kanalize edileceklerdi. Üstelik bu operasyon askerin nakli ile bitmiyor. Ordunun ihtiyacı olan büyük miktarda erzak ve malzeme her gün düzenli olarak İngiltere’ye taşınmalıdır. Bu hatların korunması, yeterli sayıda gemi bulunması ve daha nice problem. Üstelik ikmal dediğimizde Alman ordusunun bir problemi de karadadır. Atlar! Evet Alman ordusu tüm o mekanize/motorize görüntüsüne rağmen ikmal konusunda büyük oranda atlara bağlıydı. Dolayısıyla limanlara dökülen malzemenin ileri hatlara taşınabilmesi için gerekli atların ve kamyonların da İngiltere’ye götürülebilmesi gerekiyordu.
Aslında OKW’nin bu plan üzerine çok fazla eğildiği ve bu problemleri çözme konusunda gayretli olduğu söylenemez. Zaten Kriegsmarine plana şiddetle karşı çıkmaktadır. Yine de Panzer 2 tanklarının amfibik hale getirilerek çıkarmaya zırhlı destek sağlanması, yahut çıkarma operasyonlarında kullanılan çeşitli ekipmanların geliştirme çalışmaları yapılmıştır.
�� Sonuçta yüksek komuta ve Hitler planın uygulanmasından vazgeçti. Bu isabetli bir karardı. Hava üstünlüğü ele geçirilemediği gibi, denizlerde de herhangi bir umut ışığı yoktu. Genelde Britanya Savaşı olarak adlandırılan hava savaşlarının başarısız olması sonucu harekattan vazgeçildiğine dair yaygın bir inanış olsa da, sebep Kriegsmarine’in zayıflığıdır. Zira hava üstünlüğü sağlansa ve İngiliz gemileri yetişmeden Britanya kıyılarına çıkarma yapılsa dahi, Royal Navy sonuçta Scapa Flow’da bulunan üsten aşağıya inip kanal bölgesini kontrol altına alacak, Alman ikmal hatlarını keserek karaya çıkan Alman ordusunu teslim olmaya zorlayacaktı. Bu durum şüphesiz Wehrmacht için bir felaket anlamına gelmektedir. Afrika cephesinde başlangıçta avantajlı görünen Rommel ve Panzer Kolordusu’nun sonuçta kendilerinin aksine düzenli ikmal alabilen İngiliz kuvvetlerine karşı düştüğü durum buna örnektir.
Bağlayacak olursak, bu harekata ölü doğmuş bir savaş planı diyebiliriz. Başarı şansı yok denecek kadar az olan bir plandır ve uygulanmamasına karar verilmiştir. Alman donanmasını İngiltere ile rekabet edebilecek duruma getirmeyi hedefleyen Z planının savaşa yetişememesi nedeniyle uygulanma imkanı olmamıştır.
Z planı, Kriegsmarine’in, İngiltere ile rekabet edebilir duruma gelmesi amacıyla planlanan ve donanmanın
-10 yeni savaş gemisi / 4′ü tamamlanabildi (bunlardan çoğu süper ağır sınıf olarak adlandırılan H serisi gemiler olacaktı)
- 3 savaş kruvazörü / hiçbiri tamamlanamadı
- 4 uçak gemisi / hiçbiri tamamlanamadı
- 15 cep zırhlısı / 3′ü tamamlanabildi
- 5 ağır kruvazör / 3′ü tamamlanabildi
- 13 hafif kruvazör / 6′sı tamamlanabildi
- 22 keşif gemisi / hiçbiri tamamlanamadı
- 68 destroyer / 30′u tamamlanabildi
- 90 torpido botu / 36′sı tamamlanabildi
ile genişletilmesini hedefleyen plandır. Elbette savaşın başlaması ve kaynaklara ulaşmanın zorlaşması sonucu plan uygulanamamıştır.
0 notes
Text
Anadolu birçok farklı kültürün geçiş ve yerleşme noktası olduğundan dolayı, çok zengin ve farklı adetlere de ev sahipliği yapar. Çeşitli gelenekler, inançlar ve adetler kendisini ölü gömme konusunda da gösteriyor.
İnsanlığın ilk yerleşimlerinden olan bazı höyüklerde ölülerin evlerin altına gömüldüğü görülüyor.
Bunun yanında Balkanlardan Anadolu'ya giriş yapan Frigler ile birlikte tümülüslerle tanışıyoruz. Tümülüs çok nadir bir olgu değil, Orta Asya ve Çin'den Avrupa'ya değin her yerde onlara rastlanabiliyor. Lakin Alyattes Tümülüsü dünyadaki en büyük tümülüsler arasında yer alması bakımından ünlüdür. Aynı şekilde Homeros'un İlyada'da Patroclus'un cenaze töreni ile ilgili anlattığı ayrıntıların hemen hemen aynılarını, ondan bin sene önce yazılmış Hitit tabletlerinde bulabiliyoruz. Tüm bunlar Anadolu'nun ölü gömme adetleri açısından da bir geçiş noktası olduğunun kanıtlarıdır.
Gelelim en ilginç olana. Pers İmparatorluğu'nun Anadolu'ya hakim olduğu dönemlerde, Güneybatı Anadolu'nun Pers Satrapı Mausolus mezar anlayışımızı kökünden değiştirecek bir projenin temellerini attı. Bir satraptan ziyade bağımsıza yakın bir kral gibi hareket eden Mausolus muhtemelen büyüklük hayali olan, kalıcılık hevesi olan, büyük bir krallık hatta belki imparatorluk yönetme ihtirası olan bir yöneticiydi. Halikarnas'ı baştan dizayn eden Mausolus, şehre yaklaşan herkesin ilk anda görebileceği bir eseri de bu şehir dizaynının baş köşesine yerleştirdi. Bir anıt mezar!
Mermerden yapılan bu büyük eserin kenarlarında kabartmalar bulunan yüksek bir kaidesi, İon sütunlarının taşıdığı piramit biçiminde bir çatısı ve en tepesinde, Kral Mausolus ve karısının sürdüğü dört atlı bir araba heykeli bulunmaktaydı.
Ne var ki Mausolus'un ömrü bu yapının bittiğini görmeye yetmedi. Hatta ondan sonra karısı, kardeşleri bile inşa ile uğraşmaya devam ettiler.
M.S 12. yy'da bile anıtın ayakta görülebildiği biliniyor. Bu da ortalama 1500 sene yıkılmadan kaldığını kanıtlar. Daha sonra depremler neticesinde yıkılan eserin kalıntıları, Rodos şövalyeleri tarafından Bodrum kalesinin surlarını güçlendirme amacıyla kullanılmıştır. Bugün hala surlarda bu kalıntılara ait beyaz mermerler ve sütun parçaları görülebilir.
Sonuçta Mausolus bir nebze de olsa adının sonsuza dek yaşaması hayaline kavuşmuş sayılabilir. Nitekim o günden sonra büyük kahramanlar için yapılan anıt mezarlar Mausoleion'dan alınan ilhamla Mausoleum-Mozole şeklinde anıldı.
0 notes
Text
20.yy Savaş Gemileri ve Sınıfları
Battleship/Zırhlı/Savaş Gemisi: Savaş gemileri, diğer adıyla zırhlılar 20.yy'da donanmaların tabiri caizse ağır abileriydiler. Özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesinde bu gemiler ulusal gücün simgesi haline gelmişlerdi. Bunlar tonaj olarak ağır, alınacak hasara dayanmak için kalın zırhlarla korunan, 305mm/12 inçten büyük ana silahlar taşıyan büyük gemilerdi ve donanmaların ana unsurlarını oluşturuyorlardı. İkinci Dünya Savaşı'nda hem tasarımlarının zirvesine ulaştılar hem de tarih sahnesinden çekildiler. Bu dönemde Alman DKM Bismarck, Amerikan Iowa sınıfı ve Japon Yamato sınıfı gemiler ortaya çıktı.
(Altta USS Iowa’nın ön ana taretleri ve 406 mm’lik topları.)
Bismarck, 250 metre uzunluğu, 50 bin tonu aşan ağırlığı ve 30 knota varabilen hızı ile kız kardeşi "Kuzey'in yalnız kraliçesi" Tirpitz ile birlikte donanmanın gururu haline geldi. Zırh kalınlığı kemer boyunca 320 mm iken taretlerde 360 mm'ye ulaşıyordu. Gemi her biri 380 mm'lik 2'şer top taşıyan 4 taretle silahlandırılmıştı. Japon ve Amerikan okyanus canavarlarına kıyasla kalibre olarak düşük olan bu topların yüksek namlu çıkış hızı, bu açığı kapatıyordu.
(Altta DKM Bİsmarck)
Iowa ise Amerikan savaş gemisi tasarımlarının zirvesini oluşturur. Zaten Amerika'nın dizayn ettiği ve ürettiği son savaş gemisi sınıfıdır. Bu gemilerden sonra USS Montana tasarlanmış fakat üretilmemiştir. USS Iowa, USS Missouri, USS New Jersey ve USS Wisconsin Iowa sınıfına ait dört gemidir. 406 mm/16 inçlik 3'er top taşıyan 3 ana taretle silahlandırılan bu gemilerde, alınan dersler sonucunda hava savunmasına da önem verildi ve etkili hava savunma silahları monte edildi. Zırh kalınlığı kemerinde 310, taretlerde ise 500 mm'ye ulaşıyordu. Uzunlukları 270 metreyle modern uçak gemilerine yakın, hatta bazılarından uzundu. Bu gemiler bir süre hizmetten çıkarılmış, daha sonra tekrar modernize edilerek hizmete alınmışlardır. Hatta USS Missouri Körfez Savaşı'nda ana silahlarını Irak hedeflerine ateşlemiştir. Gemiler daha sonra tekrar hizmet dışı edildi. Şu anda müze gemi olarak hizmet vermekteler.
(Altta Iowa sınıfı gemi ana taretlerini ateşlerken)
Japonlar ise 73 bin tonluk yüzen dağ Yamato'da top kalibresini 460 mm'ye taşıdılar. Bir geminin taşıdığı en büyük silah buydu. Ayrıca geminin zırhı kemerde 410 mm, taretlerde 650 mm idi. Bu haliyle batırılamaz görünen Yamato da uçakların hışmından kurtulamadı. Yapılan en büyük savaş gemisi Yamato idi. Yamato sınıfı için 4 geminin yapılması düşünülmüş, Yamato ve kız kardeşi Musashi tamamlanmıştı. Shinano ise kızaktayken yapımından vazgeçildi ve uçak gemisine dönüştürüldü. Dördüncü gemi ise kızağa bile konmadı. Musashi de Yamato gibi Amerikan uçak gemilerince batırıldı.
(Altta efsanevi Yamato)
Cruiser/Kruvazör: Kruvazörler kullanım ve tasarım özellikleri açısından kendi aralarında da ayrıma uğrarlar. Hafif kruvazörler, ağır kruvazörler ve savaş kruvazörleri şeklinde sınıfları mevcuttur. Bu gemiler sürat avantajını kullanarak savaş gemilerine deniz muharebelerinde destek olacak etkili bir atış desteği sağlamak amacıyla tasarlanmışlardır. Aynı zamanda bunlar kendi başına görev yapabilecek en küçük gemi sınıfıdır.
Hafif kruvazörler genellikle 127-155 mm çap aralığında toplarla donanmış ve tonaj olarak hafif, hızlı ve ince zırhlı gemilerdi. Görevleri ticari filolara korsan kruvazör harekatları düzenlemek ve genel anlamda filoyu düşman destroyerlere ve hava saldırılarına karşı korumaktı.
(Altta hafif Amerikan kruvazörü USS Cleveland. 185 metre uzunluğundaki gemi 150 mm’lik toplar taşımaktaydı.)
Ağır kruvazörler 203 mm silahlar taşıyorlardı. Hafif kruvazörlere göre nispeten daha iyi bir zırh korumasına sahiplerdi fakat yine de bir zırhlı ile boy ölçüşmeleri zordu. Güçlü topları ve hızları sayesinde düşman hafif kruvazörleri veya kendi sınıfındaki hedeflere karşı savaşmakla görevliydiler. Bazı durumlarda Prinz Eugen, Bismarck operasyonunda görüldüğü üzere düşman zırhlısı ile savaşan kendi zırhlılarına ateş desteği sağlamışlardır.
(Altta 212 metre uzunluğu ile Alman ağır kruvazörü Prinz Eugen. 203 mm’lik, zırh delme kabiliyeti çok yüksek silahlarla donatılmıştı. En tipik ağır kruvazör dizaynlarındandır.)
Savaş kruvazörleri ise zırhtan kısılmış savaş gemileri gibiydiler. 203 mm'den büyük silahlar taşıyorlardı. Tasarımları savaş gemilerine benziyordu, maliyetleri ve büyüklükleri ise savaş gemileri ile neredeyse aynıydı. Taşıdıkları büyük silahlar ve kruvazörlere göre nispeten kalın olan zırhları sebebiyle biraz daha yavaştılar. Yine de savaş gemilerine karşı sürat üstünlüğü onlardaydı. Bu sürat üstünlüğü ile düşmana hızlıca saldırabilecekleri, başa çıkamayacakları bir savaş gemisi ile karşılaştıklarında ise ondan kaçabilecekleri hesaplanıyordu. Birinci Dünya Savaşı açısından bu mümkün olabilirdi de. Fakat İkinci Dünya Savaşı boyunca özellikle atış kontrol sistemleri ve radarın gelişmesi ile birlikte, bu hesaplar pek tutmadı. Sürat için zırhtan vazgeçmenin, savaş kruvazörleri için ölümcül sonuçlar doğurduğu anlaşıldı. Yüksek kalibreli savaş gemisi toplarının attığı zırh delici mermilere karşı gereğinden az zırhlı olmakla hiç zırha sahip olmamak neredeyse aynı kapıya çıkıyordu. İngiliz Kraliyet Donanması'nın gururu ve bayrak gemisi olan savaş kruvazörü HMS Hood bunu DKM Bismarck karşısında çok acı tecrübe etti ve Bismarck sadece 5 salvoda (Salvo, geminin tüm taretlerindeki topların ateşlenmesi) HMS Hood'u batırdı.
(Altta HMS Hood, 381 mm’lik toplar taşıyan, 262 metre uzunluğundaki ünlü İngiliz savaş kruvazörü. Büyüklüğüne rağmen yalnızca 47 bin ton olan ağırlığı onun battleshipler ile olan farkını ortaya koyar. Kendisi ile hemen hemen aynı uzunlukta olan Yamato, zırhı ve büyük silahları nedeniyle yaklaşık 73 bin ton gelmektedir.)
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kruvazörler de savaş gemileri ile aynı kaderi paylaştılar ve donanmalardan yavaş yavaş silindiler. Günümüzde savaş kruvazörü olarak sınıflandırılabilecek tek gemi Rusya'nın Sovyetlerden kalma Kirov Sınıfı gemileridir. Bu gemiler İkinci Dünya Savaşı'nda kullanılan savaş gemileri ile neredeyse aynı boydadır. Bu boyuttaki gemileri kullanan tek donanma da Rus Donanması'dır.
(Altta Kirov sınıfı savaş kruvazörü. Modern kruvazör elbette üzerinde top taretleri taşımıyor. Bunun yerine yıkıcı füzelere sahip. 252 metre uzunlukta.)
Destroyerler: Destroyerler yüksek hıza ve manevra kabiliyetine sahip destek gemilerdir. Bu sebeple ana silahları çok küçük, zırhları çok çok inceydi. Hareket kabiliyeti için bunlardan vazgeçilmiş ve hafiflik sağlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı döneminde daha çok sahil koruması için düşünülmüş gemilerdi ve açık denizlerde görev yapmaya uygun değillerdi. İkinci Dünya Savaşı ile beraber donanmalarda önemli bir yer edindiler. Destroyerlerin ana vurucu gücünü torpidolar oluşturmaktaydı. Silah olarak 76 mm veya daha büyük silahlarla donatıldılar fakat bu nadiren 150 mm'ye ulaşıyordu. Yüksek hareket kabiliyetleri nedeniyle düşman gemilere torpido saldırıları yapmak için kullanılırlardı. Ayrıca savaş gemileri, uçak gemileri ve kruvazörlerden oluşan filolara destek olur, onları denizaltı saldırılarına karşı korurlardı. Bu amaçla su altı bombaları ile donatılırlardı. Ayrıca uçak gemilerinin ortaya çıkışından sonra filoya uçaksavar desteği vermek için de kullanılmışlardır.
(Altta Amerikan destroyeri USS Benson. 103 metre uzunluğundaki bu gemi 533 mm’lik 10 torpido tüpü ateşleme kabiliyetine sahipti. 127 mm’lik küçük topları kendi sınıfından düşman destroyerlere karşı savaşabilmek ve filoya hava savunma desteği vermek için kullanılıyordu.)
Modern zamanlarla birlikte destroyerlerin donanmalardaki önemi giderek arttı. Devasa savaş gemilerinin meydandan çekilişinden itibaren uçak gemileri ve destroyerler ana gemiler haline geldiler. Günümüzde özellikle Amerikan destroyerleri çok yüksek ateş gücüne sahip gemilerdir. İkinci Dünya Savaşı'nda devasa bir savaş gemisinin 15-20 salvoda vurabilip, etkisiz hale getirebileceği bir hedefi tek bir füze atışıyla ortadan kaldırabilmektedirler.
(Altta, modern destroyerler.)
Uçak Gemileri: Deniz savaşlarını kökünden değiştiren gemilerdir. Savaş gemilerini tarih sahnesinden sildiler. İlk başlarda yük gemilerinden yahut yapımı tamamlanmamış savaş gemisi gövdelerinden devşirilen basit uçak platformlarıydılar. Fakat İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru USS Midway gibi önemli uçak gemileri ortaya çıktı. Bugün USS Nimitz gibi uçak gemileri küçük ülkeleri ortadan kaldırabilecek ateş gücüne sahip önemli silah platformlarıdır. Artık küresel gücün simgesi uçak gemileridir.
(Altta, 296 metre uzunluğu ile USS Midway)
Yine de ben kendi adıma uçak gemilerini sevemem bir türlü. Savaş gemilerinin ortadan kalkmasına sebep olduklarından dolayı muhtemelen. Savaş gemileri... Açık denizlerde karşı karşıya gelen, birbirlerine sırayla salvolar gönderen, büyük, zırhlı ve azametli devlerdir onlar. Gerçekten de savaş gemileri son şövalyelerdir. DKM Bismarck ve HMS Hood'un o efsanevi mücadelesi.. Herhalde bütün gün güvertesinde oturup USS Iowa yahut Yamato'nun ana silahlarını ateşlemesini izleyip dinleyebilirdim. Uçak gemilerine bu yüzden soğuğumdur her zaman. Düşünsenize USS Missouri ve Yamato'nun yapabileceği muhtemel bir düelloyu elimizden aldı onlar. Kuzey’in yalnız kraliçesi lakabını alacak kadar güzel olan Tirpitz’i de.
0 notes
Text
Averof’tan Yerli Uçak Gemisine
Yüzlerce yıl boyunca denizlerde egemenlik eşittir Dünya'da egemenlik anlamına geldi. Denizlerde güçlü olan, ticaret yollarını da kontrol etti, uzak diyarlardaki kaynakları elde etme konusunda hep bir adım önde oldu. İngiltere'ye zirveyi yaşatan, üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu elde tutmasını ve yönetmesini sağlayan bu deniz gücü ve bunun mümkün kıldığı imkanlardı. Günümüzde egemenliği elinde bulunduran Birleşik Devletler'in donanmasının tonaj olarak tüm diğer devletlerin donanma tonajından büyük olması herhalde bir fikir veriyordur.
Dolayısıyla donanmaları oluşturan üstün nitelikli gemiler, milli gücün birer simgesi haline geldi. Bunlardan en önemlisi ve tarihin akışını değiştireni herhalde HMS Dreadnought olmuştur. Bu gemi askeri denizciliği o denli etkilemiştir ki, adı zırhlı savaş gemisi kavramıyla eşdeğer hale gelmiş, döneminde inşa edilen zırhlı savaş gemilerini ifade etmek için dreadnought (dretnot) sınıfı şeklinde kullanılır olmuştu. Ondan önce inşa edilen gemiler pre-dretnot, yani ön dretnot olarak adlandırıldı. 1906 yılında göreve başlayan bu gemi artık emperyal gücün yeni simgesiydi ve onlara sahip olmak Dünya'da söz sahibi olmanın, güç sahibi olmanın nişanesi sayılıyordu. Dolayısıyla bu durum genel bir silahlanma yarışının fitilini ateşledi. İngiltere, Almanya, Fransa ve diğer emperyal güçler denizlerde bu yarışa dahil oldular. Kendi donanmalarını bu yeni ve güçlü silahla donatma çabasına giriştiler.
(Altta HMS Dreadnought)
Tabi bu yarış yalnızca küresel güçler ile sınırlı kalmadı. Eskiden onların arasında olan, yeniden bu güçlerin arasına katılma hayalleri kuran irili ufaklı ülkeler de en azından bölgelerinde söz sahibi olabilmek için dişlerinden tırnaklarından arttırdıkları birikimleri ve dev kaynakları bu gemilere sahip olma amacına harcadılar.
Yunanlıların bu konuda gösterdiği çabalar bizi de derinden etkilemiş, şu ara gündemde olan uçak gemisi yahut yavrusu olan havuzlu çıkarma gemileri sahibi olarak bölgede söz sahibi konuma yükselme idealimiz gibi, bir milli gemiye sahip olma çabamızın fitilini ateşlemiştir. Yunanistan, 1910-1911 arasında İngilizler ile birlikte yürüttüğü donanma modernizasyonu sonucu Ege'de oldukça iyi bir pozisyona yükselmiş, manevra kabiliyetinde gözle görülür iyileşmeler gerçekleşmişti. Sonuçta 1912'de donanmaya İtalya'dan alınan modern zırhlı kruvazör Averof'un katılmasıyla Ege'de dengeler kökünden değişti. Averof o dönem için oldukça modern ve hızlı bir kruvazördü. Tek başına tüm Osmanlı donanmasını kontrol altında tutabiliyordu. Kendi başına Balkan Savaşlarında Anadolu'dan, Rumeli'ye yardım göndermemizi engellemiş, Osmanlı donanmasının Çanakkale Boğazı'ndan çıkmasına izin vermemişti. Osmanlılar Yunanistan'ın Averof atağına cevap vermeye çalıştı ve SMS Moltke gibi modern Alman gemilerinden almak istediler fakat yüksek maliyetler nedeniyle bundan vazgeçildi. Bunun yerine Almanya'dan modası geçmiş iki ön-dretnot alındı. Barbaros Hayreddin ve Turgut Reis adı verilen zırhlılar acınacak haldeydi. Telefonları çalışmıyor, mesafe ölçerleri bulunmuyordu. Gemilerin tüm kritik bölgeleri örneğin su pompaları korozyona uğramıştı ve herhangi bir hasar sonucunda geminin kalan kısımlarının su almasını önleme amacıyla yapılan su geçirmez kapılar kapanmıyordu. Hamidiye ve Mecidiye kruvazörleri ile birlikte Osmanlı Donanmasının Balkan Savaşlarında çekirdeğini oluşturan bu dört gemi Averof karşısında varlık gösteremediler.
(Altta Averof Zırhlı Kruvazörü )
Dolayısıyla gelen ezici yenilgi sonucu tüm yurtta modern bir zırhlıya sahip olma refleksi gelişti. Donanma Cemiyeti kuruldu ve kahvehanelerde ve benzeri yerlerde "Kendimize ait modern bir zırhlıya sahip olma" amacıyla halktan bağış toplandı. Sonuçta Reşadiye ve Sultan Osman gemileri için halktan toplanan paralarla İngiltere'ye sipariş verilir. Yapımı sürecinde, inşaatın gerekli şartlara uygun devam edip etmediği husunda rapor verecek yerli uzman olmadığı için, bu konudaki raporlar bile İngiliz mühendislerden alınmıştır.
Gemilerin tamamlanmasına yakın, Rauf Bey nezaretinde 1200 mürettebat Londra'ya gitti. Ayrıca gemilerin son taksiti de çoktan yola çıkmıştı. Ne var ki bu sırada Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi sonucu İngiltere gemilere el koyma kararı aldı. Dolayısıyla bu gemileri donanmamıza katamadık. Sonuçta gücün simgesi olan zırhlılara kavuşma ve eski emperyal günlerimize dönme hayali yollarımızı Almanya ile kesiştirdi. Küresel gücün bilek zoruyla paylaşıldığı Birinci Dünya Savaşı'na, İngiltere tarafından el konulan gemilerimizin yerine Almanya'dan "satın aldığımız" Goeben ve Breslau ile girdik. Sonrası hepimizin malumu.
(Altta eski SMS Goeben/ Yeni adıyla Yavuz Kruvazörü)
Günümüzde yine küresel iplerin gerildiği, her alanda ve satıhta güç mücadelesinin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Yine prestij amacıyla, söz sahibi olma amacıyla yerli havuzlu çıkarma gemilerinin ya da uçak gemilerinin peşindeyiz.
Sonuçta İkinci Dünya Savaşı ve uçak gemileri sayesinde uçakların denizlerde de egemen olması, dretnot gibi zırhlı savaş gemilerinin çağını bitirdi. Bu dönemde uçak gemileri genellikle diğer gemilerden devşirilen basit platformlardan ibaretti. Savaş sonrası dönemde teknolojileri birçok evrimden geçti ve ateş güçleri küçük ülkeleri ortadan kaldırabilecek boyutlara ulaştı. Artık günümüzde küresel güç olmanın yeni nişanesi uçak gemilerine sahip olmak demek. Çin yakın zamana kadar BM'in kilit beş ülkesi içerisinde uçak gemisine sahip olmayan tek ülkeydi. Bu açığını kapatmak için ne kadar çalıştığını biliyoruz. Sözde turistik amaçlarla alınan ve boğazlarımızdan geçirilen Varyag hadisesi hala akıllarımızda. Bugün Varyag uçak gemisi olarak Çin donanmasında hizmet veriyor ve bu gemiden elde edilen teknolojik birikim ile Çin yeni uçak gemilerinin inşasına da başlamış durumda.
(Başlangıçta uçak gemileri başkaca gemilerden devşirilen basit platformlardan ibaretti. Örneğin altta görülen USS Langley bir kömür gemisinden uçak gemisine dönüştürülmüştü.)
Tabi uçak gemisi sahibi olmak bizim boyutlarımızda bir ülke için gerçekçi bir hedef değil. Gerekli bir hedef de değil. Türkiye Çin ile Tayvan konusunda çekişen yahut Güney Amerika civarındaki ekonomik çıkarlarını koruması gereken bir ülke değil. Dolayısıyla uçak gemisi gibi ultra pahalı bir yatırım son derece gereksiz. Zira problem yaşadığımız ülkeler genellikle yurttan kalkan uçaklarımızın menzilinde bulunuyor. Üstelik sadece uçak gemisini yapmakla da bitmiyor. Türkiye'nin şu an elinde bulunan donaması kadar bir gücü de, uçak gemisinin korunması için ona refakat amacıyla kullanması gerekiyor. Dolayısıyla uçak gemisi ve küresel güç hedefi şu aşamada bir hayal.
(Altta Amerikan Donanması'nın en önemli uçak gemilerinden USS Nimitz görülmekte. 330 metrelik boyu, 90 uçak taşıma kapasitesi ve çeşitli füzeleri ile Dünya'nın en önde gelen uçak gemisidir. ABD'nin önümüzdeki yıllarda donanmasına katmayı hedeflediği yeni nesil uçak gemilerinin tanesinin 18 milyar dolara mal olması bekleniyor.)
Fakat havuzlu çıkarma gemileri açısından durum böyle değil. Kıbrıs Savaşı yahut daha yakın dönemde Libya'dan vatandaşlarımızı tahliye ederken çektiğimiz zorluklar düşünülürse donanmamızın böyle gemilere sahip olmasının elzem olduğu su götürmez bir gerçek. Bunlar uçak gemilerine göre daha küçük ve ucuz, bünyesinde birkaç tane uçak taşıyabilen gemiler. Tabi bir uçak gemisi gibi 50-70 tane uçak taşıyamazlar sayı genellikle 7-10 civarı olur. Bunun yanında belli sayıda tank, zırhlı araç ve piyadeyi, helikopterler ile birlikte bir bölgeye hızlıca çıkarabilirler. Kıbrıs, Yunan adaları vb sorunlu bölgelere müdahale imkanı açısından çok önemli bir atılım bu. Burada hemen belirteyim. Bu oralara müdahale edelim, gemiyi aldık hadi Kıbrıs'ta tekrar savaşa girişelim mantığıyla yazılmış bir şey değil. Zaten ülkeler savaşmak için değil, savaştan caydırmak için silahlanırlar. Bakın ABD'de atom bombası vardı, Japonya'da yoktu.. ABD çekinmeden bombayı kullandı. ABD'de atom bombası vardı, SSCB'de atom bombası vardı.. Soğuk Savaş asla sıcak savaşa dönüşmedi. Çünkü iki tarafın da sahip olduğu ölümcül kitle imha silahları, tarafları savaştan caydırdı.
(Türkiye'nin sahip olmayı düşündüğü birkaç uçak da taşıyabilen havuzlu çıkarma gemilerine verilebilecek en güzel örnek. Ne yazık ki bazı komik gazetelerde yazılan haberler gibi Batı'ya korkudan çığlık attırabilecek bir silah platformu değil. Böyle haberlerle neden komik duruma düşürür bir ülke kendisini anlamakta zorlanıyorum.)
Türkiye'de gelecekte olası Averof hezimetlerini engellemek için donanmasını her daim modern ve etkili tutmak zorunda. Ege'de barış ancak bu şekilde korunabilir. Lakin amaç hiçbir zaman zamanın süper silahlarına sahip olarak eski emperyal günlerimize dönme hayali çerçevesinde şekillenmemeli. Aksi halde bu temelsiz ve gücümüzle uyumsuz hayaller bizi yine Birinci Dünya Savaşı gibi felaketlere itmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Bir de ekleme yapayım. Averof bugün Yunanistan'da müze gemi olarak hizmet vermektedir. Hala Yunan donanmasına ait bir gemi yakınından geçerken Averof şerefine top atışı yapar ve gemiyi selamlar. Bizim efsane gemilerimiz Yavuz, Hamidiye ya da diğerleri nerededir sizce?
3 notes
·
View notes
Text
Nova Roma/ İstanbul
Doğrudur, I.Konstantin bu şehri Byzantium’un üzerine kurup başkent ilan ettiğinde adını “Yeni Roma” anlamına gelen “Nova Roma” koymuştur. Şehri imar ettirmiş, gerçekten de Antik Roma kadar güzelleştirmiştir. Şehre büyük bir meydan yaptırmış, şehirden geçen tüm ticaret yollarını burada birleştirip bunun anısına bir de taş dikmiştir. Bu taş yani Milion bugün hala Ayasofya’nın karşısında durur. Söz konusu taş ayrıca İsa tarafından dokunulduğu rivayet edildiğinden kutsal sayılmaktadır ve yerine Kudüs’ten getirilmiştir. Ayrıca ünlü “Bütün yollar Roma’ya çıkar” sözü bu taşın dikili olduğu meydan için, yani İtalya’da bulunan Roma şehri için değil İstanbul için söylenmiştir.
(Altta Nova Roma, İstanbul)
Sonuçta Nova Roma adı pek tutmadı. İmparator Konstantin öldükten sonra şehir Konstantin’in şehri anlamına gelen Constantinopolis diye anıldı ve adlandırıldı. Daha sonra Latin istilası gibi felaketlere de uğrayan şehir, imparatorluğun giderek zayıflaması ve maddi gücünü kaybetmesi dolayısıyla eski ihtişamından uzaklaştı. 1453′de fethedilmeden çok önce şehrin önemli yapıları, bakımsızlık ve tamir edilememe nedeniyle neredeyse harap haldeydi.
1 note
·
View note
Text
Ankara Savaşı
Lise tarihinde hepimiz adını öğrenmişizdir bu savaşın. İki Türk devletinin savaştığı, sonucunda Osmanlı’nın Fetret Devri’ne girdiği meşhur Ankara Savaşı.
İki Türk devleti savı kağıt üzerinde doğru. Fakat askeri açıdan durum pek de böyle değil. Osmanlı ordusu yıllarca Bizans (Doğrusu Doğu Roma, Bizans kelimesi sonradan uydurulmuştur ve tarihte asla böyle bir devlet var olmamıştır) ile gerçekleşen etkileşimler sonucu ondan kurumsal anlamda da etkilenmiştir. Ordu bunu en açık gözleyebildiğimiz yapı. Örneğin harem de Fatih döneminde Bizans’tan alınan bir kurum. İlginçtir harem denince insanın aklına Doğu gelir oysa.
Osmanlı ordusu Doğu Roma ve Balkan münasebetleri sonucu gitgide Roma ordusuna dönüşmüştür. Temeli yani vurucu gücü piyadeye dayalı yeni bir savaş düzeni edinmiştir.
Timur ise Orta Asya Türk-Moğol geleneğinden gelen bir süvari ordusuna komuta etmekteydi. Bu tip orduların manevra kabiliyeti çok yüksektir ve atlı okçuluk yeteneği sayesinde piyade ordularına karşı kıyassız bir üstünlükleri söz konusudur. Üstelik Timur Hindistan’dan elde ettiği savaş filleri ile bu orduya yeni bir taktik enstrüman kazandırmıştır.
Piyade ordularının meydan savaşlarında klasik bir Orta Asya ordusu ile karşılaştığı durumlarda yaşanan şey, piyadenin nefesi kesilene kadar düşmanı kovalayıp sonuçta manevra kabiliyeti yüksek süvariler tarafından çevrilmesi, ve ok atışı altında ağır kayıp verdikten sonra ağır süvari tarafından yapılan hücumlarla ezilmesinden ibaret olmaktadır.
Ankara Savaşı’nda da böyle oldu. Yıldırım büyük bir hata yaparak Timur’un seçtiği Çubuk Ovası’nda savaşı kabul etti ve sonucu yıkım oldu. Oysa bu gibi süvari ordularına karşı savaşı dar geçitlerde, dağlık yahut sık ormanlık arazide kabul edemiyorsanız düzlükte meydan savaşına girmemek ve onların ikmal-lojistik hatlarını taciz ederek yıpratma mücadelesi vermek en mantıklı seçenektir. Zira dağlık, ormanlık arazilerde süvari ordularının ana savaş yeteneği olan manevra kabiliyeti yok olmaktadır. Düzlükte savaşa girmek ise düpedüz intihardır. Tıpkı Yıldırım Bayezid’in yaptığı gibi.
Yıldırım’ı bu pervasızlığa iten hususun Niğbolu’da yendiği devasa haçlı ordusu olduğu söylenir. Bu dev orduyu yenen Bayezid’e aşırı bir özgüven gelmiştir. Bu sebepten savaşı Timur’un istediği yerde kabul etmekten çekinmez ve kazanacağından emindir. Zira bunu mektuplaşmalardan da anlıyoruz. Timur’un tüm sağduyusuna rağmen Bayezid ağır sözlerle ve küfürlerle onu kışkırtmaktan çekinmiyor o dönem.
Bu özgüvenin boşluğu şuradan kaynaklanıyor. O dönem Avrupa siyasi açıdan parçalanmış durumda. Ordularda komuta birliği yok. Bunlar çağrı üzerine alelacele toplanan kalabalıklardan ibaret. Yerel yöneticilerin kendi komutaları altında askerleriyle katılmaları sonucu oluşan düzensiz ordular. Komuta ve dil birliği olmadığı için yenilmeleri ve dağılmaları nispeten kolay.
Timur ise ta Mete’den gelen Orta Asya Türk-Moğol disiplinini barındıran bir orduya komuta etmekte. Tartışmasız bir otoritesi var ve ordusu profesyonel. Ayrıca tekrar edelim manevra kabiliyeti yüksek bir süvari ordusu. Ayrıca Timur stratejik bir deha olarak her açıdan Bayezid’in Avrupalı rakiplerinden üstün bir kuvvet. Kıyas kabul etmez.
Savaş yeri demişken bir diğer zayıflık göze çarpıyor Osmanlı açısından. Timur Anadolu coğrafyasına oldukça hakim. Savaş yerini seçmesi, su kaynaklarını elde etmesi vb bunu gösteriyor. O dönem Anadolu’yu onu yöneten Bayezid’den daha iyi tanıdığını söyleyebiliriz. Bunda Cengiz devrinden miras olan casus teşkilatı önemli rol oynar. Orta Asya geleneğinin önemli parçasıdır haritacılık ve istihbarat. Bu gelenekten gelen komutanlar sefere çıkacakları bölgenin coğrafyasını, siyasi durumunu eksiksiz tetkik ederler.
Cengiz Han döneminde Moğollar, Avrupa’da hangi nehir ne zaman donar, hangi otlak ne zaman büyür (atlı orduların sefer yürütebilmesi için otlaklara ihtiyacı vardır), hangi bölgede hangi yönetici vardır, hangi prenslikler birbiri ile düşmandır eksiksiz bilirlerdi. Osmanlı’da ise bu özellik hiç gelişmemiştir. Haritacılık anlamında ele alabileceğimiz tek adam olan Piri Reis’in bile coğrafi bilgileri Akdeniz’den elde edilen esirlerden öğrendiği bilgiler çerçevesinde çizdiği Amerika haritası ile tanınır.
Kısaca özetlersek, Ankara Savaşı Roma ordusu ile Orta Asya Türk-Moğol geleneğinden gelen Timur ordusunu karşı karşıya getirmiştir ve kazanan ikincisi olmuştur.
1 note
·
View note
Text
O Filmlerde Olur
Uzay boşluğu yalnızca yıldızları ya da gezegenleri barındırmıyor.. Aynı zaman da körlemesine hareket eden milyarlarca gök cismi ile dolu. Meteorlar, kuyruklu yıldızlar, kayaç ya da buzul yapılar gibi pek çok hareketli kör kurşun etrafta dolaşıyor.
Bunlar çoğu zaman gezegenimize uğramadan yakınlardan geçip gidiyorlar. Daha küçük olanları her gün atmosferimize giriyor ve yere düşemeden atmosfer sürtünmesi sonucu ufalanıp kayboluyorlar. Tabi daha önce Yucatan bölgesine düşen ve dinozorların neslinin tükenmesine sebep olduğu düşünülen meteor gibi, dünyamızı teğet geçmedikleri durumlar da oluyor. Aynı şekilde Rusya’nın ıssız bölgelerinde yaşanan Tunguska olayı gibi örnekler de var.
Yine de henüz mavi gezegenimizi yok edebilecek ya da en azından insan varlığını tehlikeye düşürecek kadar büyük bir gök cismi ile bu güne kadar baş etmemiz gerekmedi. Peki gerekse ne olurdu? Öncelikle büyük biraderimiz Jüpiter bizi korurdu. Öylesine büyük bir çekim gücü var ki etrafındaki asteroit kuşağının dağılmasını önlüyor. Hatta yörüngesi dünyadan geçen bazı kuyruklu yıldızlar ve gök taşları bile çekim etkisine kapılarak ona çarpıyorlar. Ayrıca ikinci frenimiz Ay olurdu.
Peki yalnız başımıza kaldıysak? İşte o zaman durum pek iç açıcı değil. Bilirsiniz filmlerde bir ekip kendini feda eder, kuyruklu yıldıza uzay mekiği ile iner ve nükleer bombalarımızı yerleştirip meteoru havaya uçurur.. Lakin bunun gerçekte yapılması mümkün görünmüyor.
Hatta uzmanlar fırlatacağımız termonükleer silahlarımızla meteoru vurup parçalama fikrine bile sıcak bakmıyorlar. Zira zaman zaman uzay mekiklerinin ya da uyduların atmosferden çıkamadan patladıklarına dair haberler görüyoruz. Yani atmosfer dışına çıkmak güle oynaya yapılabilecek bir şey değil, tüm o inanılmaz ince hesaplamalara rağmen böyle şeyler yaşanabiliyor. Peki bunun yolladığımız nükleer başlıkların başına gelmeyeceğinin garantisi var mı? Uzmanlara göre bu silahların atmosferden çıkamadan parçalanıp dünyaya zarar verme olasılığı, meteoru vurup onu tehlike olmaktan çıkarma olasılığından daha fazlaymış... Can sıkıcı değil mi?
Zaten bugüne dek tasarladığımız en korkunç nükleer silah olan Tsar Bomb (Çar Bombası -100 MT gücünde tasarlanıp daha sonra nükleer tehlikelerden ürkülerek gücü 50 MT’ye düşürülmüş olan 27 ton ağırlığındaki hidrojen bombası-) bile büyük bir gök cismini yok etme kabiliyetinden uzak. Ki dediğimiz gibi meteor için üretilecek bundan daha güçlü silahların teknik hata sonucu dünyada patlaması sonuçları kötüleştirmekten başka işe yaramayacaktır.
Kısaca filmlerden görüp güvendiğimiz termonükleer güç temelsiz. NASA yeni teknolojiler konusunda çalışıyor ve takip edebildiğim kadarıyla kendilerine de oldukça güveniyorlar. Umarım insanlık bu küçücük gezegendeki küçücük meseleler yüzünden çatışmayı bırakır ve üzerinde yaşayabileceğimiz tek bir gezegenimiz olduğunu, tek bir insan ırkı olduğunu bir an önce idrak eder.
0 notes