Tumgik
Photo
Tumblr media
Bir zaman sevişindik
Hele hele soyliyeyim mi. söylemiyeyim mi?. Haydi imdilik dursun, haline göre kabadayı, bir adı Memiş. bir adı Ma çoia, bir adı Baba, bir adı Kelebek, bir adı ibiş, bir adı Gamsız, ne olursa eyvatiaha kail böyle bir merdi kâmildir, Fakat nedense benden perisi haoetmiyor. Bir zaman sevişindik ama şimdiler konuşmuyor, dargın, kırgın, renctdedil. o yosma çehresi asık, o güzel güzü ri nigâhı miirde gibi süzgün, yüreği üzgün, takılıyor, harf atıyor, hattâ evvelki gün Göksu da kendisine iltifat eden birine beni göstererek: Şehir mektupçusu var, yszar! diye serzeniş etti. Sade bu kadarla kalsa iyi! Bahsi uzattı. Ne sarart var. yine birim Ahdimizdir. Elbette yine bir ziyafete gelir, bîr faka uğrar. Ah., Olmalıydınız da görmeliydiniz’. Senin şehir mektuplarını. . . . larım diyor.
Ren onun için katı bîr şey yazmadım ki. Bizim mektuplar kaşağı değil ki cilde sürünsün, çıngırak değil ki boyuna takılsın, boru değil ki ötsün, duman değil göllerini bürüsün. Bizimkiler âdeta bir tütsü. Tesir etmezse diğer nüshasını yazarut O da fayda vermezse büyüsünü Çözertz. Baktık ki yine hastalık devam ediyor, bildiğimizi söyleriz, kayda, sicile müracaat ederiz. O istediği kadar sulansın, utansın, utanmasın, ağır ağır, perde perde, fasıl fasıl, kanto, komedi, dram anlatırız. Bütün tuhaflıklarını ayrı ayrı şerhederek bu müdhi kin ne yaman bir bediayı nâdire olduğunu izaha çalışırız. Ama yine biz darılmayız, yine gider kendini seyrederiz. Varsın hiddet etsin. Hakkı da var, safi sinirdir. Siz onun löp löp olduğuna bakmayın, çabuk zayıflar. Daracık sahnelerde sıçraya aıçraya bu hale geldi, evvelden gürbüz delikanlıydı, saçı sakalı oyunlarda ağardı. Ah, o Malûmat gazetesi, onao yun urm haram etti. Elbette o da buna bir oyun edecektir. Mamada sahneye tıktılar, şimdi insaf edin. Abdi kızmasın mı? içip içip sızmasın mı?. Beni görünce bağırıp çağırmasın mı? Benden ona ruhsat, ne yaparsa yapsın.
“Hiç dikkat buyruldu mu?. Abdi komedyalarında ilâçdan bahsedildikçe ağzına tavuk göğsü, gırtlağına ekmek kadaifi. göğsüne ma hallebi, midesine baklava, hançeresine süt! ‘ ç gibi şeyler sararım diye bizi tatlı tatlı güldürür. Galiba dün acı bir şey yemiş ki, bizi görür‘görmez mülâhazayı bırakarak saldırdı. Neler, neler… O dana kapaması biçimli çehresiyle, o ahû gözleriyle, o ceylân bakisiyle, o tosun edasiyle güzel giizel, tuhaf tuhaf, lâtif lâtif kinayeler attı.. Söz söylemeğe kıyılmaz ki, mukabele edilsin efendim! O ne sözler, o ne buluş, o ne nekrelik.. Hak vergisi vesselam. Zannederim ki artık barışırız, bana sarmaz, bana darılmaz.. Derede tepede yine buluşanız, sohbet ederiz..”
0 notes
Photo
Tumblr media
Türk Tarihinde Din
Türklerin tek tanrılı bir dini kabul edinceye kadar taşıdıkları dinlerden: Totemizm, Animizm ve Natürizm gibi kurucuları olmayan İlkel dinler; hayvan ve bitkilere verilen kutsal önem, bir de insan ruhunun büyük varlıklara, büyük olaylara gösterdikleri saygı ve hayranlık sebebi ile ortak bir inanç halinde Türklerin de iç âlemlerinde doğmuştur.
Yüz yıllarca Türk boyları arasında tutunan Şamanizm ise, Animizm ve Natürizm’in esaslarına dayanarak gelişmiş, bir din olmaktan ziyade bir mezhep manzarası göstermiştir. Budizm Manihaizm, Taoizm ve Lamâizm gibi kitabı ve kurucuları olan dinler ve mezheplere gelince bunlar da; türlü sebep ve olaylarla yabancı milletlerden kayarak zaman zaman Türkler arasında yayılmıştır.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki, bir takım yabancı dinler yayılırken bunlar üzerinde eski Türk inançlarının ve Şamanizm’in etkilerini görmek te mümkündür!
Türk Kozmogonisinde karalardan önce yalnız su âlemi vardı ve dünyayı kaplamıştı. Türk Kozmogonisinin çerçevelediği bu su tablosu, Brahma dininin ana kitabı olan Veda’ların, Rig-Veda bölümünde görülmektedir. Orta Asya Eski Türklerinin ateşe gösterdikleri derin saygı da, Zerdüşt tarafından kurulan Mazdaizm’in temelinde yer almış bulunmaktadır.
Şu hale göre, Türklerin taşıdıkları dinler; Totemizm, Aninizm ve natürizm gibi Politheist ve yahut Mazdaizm, Manihaizm, ve Şamanizm gibi Dualist dinlerdir. Polivtheist dinlerde çok tanrılar, Dualist dinlerde ise karşılıklı çarpışan, birbirine zıt iki kuvvet veya tanrı görülmektedir.
Dualist dinlerden olan Mazdaizm’e göre; iyiliği temsil eden Hürmüz ile kötülüğü temsil eden Ahriman vardır ki Hürmüz tek tanrı olan Ahoramazda’yı da temsil etmektedir. Manihaizmde ise; Nuru temsil eden tanrı ile karanlığı temsil eden şeytan bulunduğu gibi, kâinatta bir de iyilik ve kötülük vardır ki bunlar da her zaman mücadele halindedir. Her şey bunların çarpışması ile olur.
Şamanizm’de de gök ve iyilik tanrısı Ülgen ile yeraltı ve kötülük tanrısı Erlik Han karşı karşıyadır. Bunda da ilk ced tanrı olan Kara Han, Ülgen ile temsil edilmektedir. Başka tanrılar ikinci plânda geliyor. Türklerin bu kadar çeşitli din kullanmalarına; yayılma, hükümet kurma, çökme, göç gibi olaylar ve kaynaşmalar, bir de Çin, Hint ve Iran gibi din kültürleri kuvvetli olan komşuları ile temaslar sebep olarak gösteriliyor.
Ama, bu olaylar ve kaynaşmalar o kadar çok ve hareketli olmuştur ki, bu yüzden dinlerin Türk kollan arasındaki yayılma sahalarını net olarak hudutlandırmak, yerleşme çağlarını tarihlere bağlamak şartiyle kesin olarak belirtmek şimdilik imkân dışı kalmaktadır.
Ancak burada genel bir bakışla şu kadarı denilebilir ki; Türkler özellikle Altaylı’lar, Yakutlar ve Çuvaş’ların bir kısmı uzun yıllar Animist, Natürist ve Şamanist kalmışlardır. Yedinci yüz yıldan sonra ise bazı yerlerde Şamanlık zayıflamış, yerini Budizm’e vermiştir,
Tukiyu’lar önceleri Şamanist iken sonra Budist olmuşlar ama bu din de askerlik enerjisini felce uğrattığı için çok geçmeden itibardan düşmüştür. Göktürler de VI. yüzyılda Budizm’e bağlanmış, Bilge Kaan di bu dinî kabul etmiş, imparatorluğun çökmesine kadar bu bağlılık devam etmiştir.
Ancak bu dini daha çok şehirliler ile hakan ve onun etrafı da toplananlar kabul etmişti. Bunların dışında kalanlar Şamanist idiler. Moğol’lar ise Şamanist iken sonraları Budizm’i kabul etmişlerdir. Ceniz sülâlesinden Kubilay da koyu bir Budist idi.  Budizm, Buharaya da yayılmış iken, İslâmlık oradan bu dinin izini silmiştir.
Çeşitli dinleri taşıyan en çok Uygur’lar olmuş, önceleri Şamanist iken sonraları çeşitli dinler bunların arasında yayılmıştır. Uygur’lar ve bunlardan yetişmiş bir nesil olan Yugur’lar Tibet yolu ile Lamaizm’i de kabul etmiş, batıdan Türkistan kanalı ile gelen Manihaizm’i benimsemiş ve 762 de de Uygur hükümdarı Buğu Tekin, Manihaizm’i resmî din olarak almıştır. IX. yüzyılda, Şamanist olan Kırgızlar, uygurlara hâkim duruma geçince, Manihaizm’i de Türkistan’ın arkalarına doğru uzaklaştırdılar. Bu sıralarda Budizm de Uygurlar arasında yayılmıştır. Hatta Uygur’lar arasında Nesturîlik te bir zaman yer almıştı.
Sümer’ler ise, önceleri Altaylı’lar ve Yakut’lar gibi hayvan ve bitkilerden bir takımlarım Totem tanımışlardır ki Arslan, Boğa ve kartal gibi hayvanlar Sümer’lerin ilk Totem’leri arasında görülmektedirler.
Sonraları Animizm’e ve Naturizm’e her şeyin birer ruh taşıdığına, kozmik varlıkların, kuvvetlerin birer tanrı olduklanna inanmışlardır.
Sümer’ler ölümü normal bir son olarak kabul eder. Bir adam ölünce bedeni yeraltına, ruhu da kuş gibi yukarı âlemlere  uçar. İşte böylece yeraltı âlemi fânilerin, gökler âlemi de tanrıların ve ruhların bulunduğu yerlerdi. Tanrılar ölümü yaratıklara vermiş, ölümsüzlüğü de kendilerine ayırmışlardı.
Onlara göre her şey dünyadadır. Günahların da cezası dünyada çekilir, iyiliklerin de mükâfatı yine dünyada görülür. Bunun içindir ki Sümer’ler ancak ömürlerinin uzun olmasını ister, şu iki günlük dünyada rahat yaşayabilmeleri için tanrılara dua eder, kurban keserlerdi. Sümer’ler bu din anlayışları ile Hitit’ler üzerinde de etki göstermişlerdi. Hitit’ler bir zaman Hurri dinini de kabul etmişlerdir.
Elamlı’lar ise önceleri Sümer’ler gibi Totemizm, Animizm, Natürizm ve Şamanizm kanallarından geçtikten sonra, çeşitli ya bancı dinleri de kabul etmiştir. İslâmlık girinceye kadar Oğuz ülkelerinde de Şamanlık yay- j gm bir halde idi. Bununla beraber sonraki yüzyıllarda bile İslâm- lığın kuvvetli kültürü karşısında Şamanlığın izleri silinememiş, dinî gelenekler arasında tutunmuş kalmıştır.
VIII. yüzyıldan itibaren bütün mezopotamya’daki dinler; güneyden gelen İslâmlıkla karşı karşıya kalmışlar ve kaynaşmalar, mücadeleler başlamıştır. Orta Asyada dahi bu hareketler ve din kavgaları kendini göstermiştir.
Divan-ı Lûgat-üt Türk tercümesinin birinci cildinde, müslüman olmayan bir Uygur’un nasıl öldürürldüğü şöyle anlatılmaktadır.
(Onun işini bitirdim. Arkadaşını da kaçırdım. Ölüm ağusunu içirdim, yüzünü buruşturarak içti.) Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki; Totemizm, Animizm, Natürizm ve Şamanizm gibi Türklerin ilk dinleri ve mezhepleri, her yönü ile mitik karakter gösterdiği halde, bu arada kabul ettikleri kurucuları ve kitapları olan yabancı dinler bir yönü ile ilk bakışta mitolojik görünmezler.
Bu dinlerden Mazdaizm, Manihaizm, Budizm ve Taoizm’in genel olarak telkin etmek istediği; büyük ölçüde alçak gönüllülük, çalışmayarak köşeye çekiliş, öğrenmeyi bırakarak cahil kalma, hayrı ve iyiliği sevme, iztıraplardan kurtulmak için varlığa iltifat etmeyiş, arzuları kırma gibi kanaat ve prensiplerden bazıları reel hayata, aktif yaşayışa uymayabilir. Ama bu tavsiyeler her ne de olsa mitoloji ile ilgili sayılmazlar.
Yalnız şu var ki, bu doktrinleri ortaya koyanlar; ancak yaptıkları yukardaki tavsiyelere riayetle; kutsal hakikatlere ulaşan yoldan yürünülmüş olacağını, görünmezler âlemindekileri tanımanın, onlara yaklaşmanın başka çaresi olmadığını belirtmek isterler ki, işte o zaman dünya işlerinden ve yolundan ayrılmış, mitolojinin hududu içine ayak basilmiş olur.
Zerdüşt; (ZentAvesta) da, Mani; (Erteni Mani) de Tao; (Tao-te-King) de Buda da Nirvana için yaptığı işaretlerde; nasihatleri ile İlâhileri ile hep bu âlemlere giden yollara yolcu hazırlamak isterler. Şimdi küçük birer örnek alarak bu görünmezler âlemindekilere bakılacak olursa manzaralar daha iyi aydınlanabilir:
Mazdaistlerce;  Büyük Tanrı Ahora Mazda’nın güneşte oturuşu, Hürmüz ile Ahriman gibi iyilik ve kötülük tanrılarının çarpışmaları, Budist’lere göre; Buda’nın göklere çıkarak otuz üç tanrıyı irşat edişi, güneşin bir tekerlek olarak ele alınışı, şeytanın Buda’ya musallat oluşu, Manihaist’lere göre; nurun iyiliği, karanlığın kötülüğü temsili ile bunların mücadelesi, şeytanın karanlıklardan doğuşu, Taoist’lerde ise; boşluk âleminin kutsal tanınarak, asıl faziletin kâinattaki intizamda oluşu, bu bakımlardan boşluk âleminin bütün yaratıklardan iyi bulunuşu gibi din kurucularına tanrısal kudretlerin verdiği ilhamlardan doğan mitolojik tablolar bol bol göze çarpar. Bu bölümde kurucuları ve kitapları olan yabancı dinlerden bahsedilişin sebebi de; Türkler bu dinleri taşımakla, bunların mitolojik havası içine de girdiklerini göstermektedir.
0 notes
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Kötü Ruhlar, Cinler, Şeytanlar
Kötü Ruhlar
Bu dünyada fenalık yapan insanların ruhu vücuttan ayrılınca yeraltı âlemine gider. Orada Erlik Han’ın uşağı olur. Bütün inanlara fenalık etmeğe ve akrabalarından birini Erlik âlemine çekmeğe çalışır.
Altaylı’lar bu ruhların Muayyen bir müddet yer yüzünde dolaştığına inandıklarından dolayı bu müddet zarfında korku içinde yaşarlar. Eğer bu müddet içinde başlarına bir felâket gelirse bir yere göç etmeğe mecbur olurlar ve bu ruhlardan kurtulmağa çalışırlar.
Altaylı’ların tasavvurlarına göre, kötü ruhlar bütün yer yüzüne dağılmıştır… Kötü ruhlar inzibata pek te riayet etmezler. Aralarında kavga, ihtilâf ve savaşlar olur. Bunlar çok aç gözlü ve oburdurlar. Dipdiri insanı lokma gibi yutarlar. Biri hastalanırsa Altaylı’lar Kötü Ruh yemektedir. Biri ölürse Kötü ruh yemiş derler. Vücuttaki her yara kötü ruhların ısırmasıyla olur.
Kötü ruhlara ayrılan ölü canlarının arasmda teşkilât vardır. Kabileleri ve alayları olur. Dünyadaki torunlarının obaları etrafında dalaşırlar. Çok aç gözlü oldukları için obalara da akm ederler. Bunlar pek hiylekâr ve sokulgandırlar. Kapıdan giremezlerse bir delik bulur eve girerler ve yemek için insanlara saldırırlar.
Cinler, Şeytanlar, Zebâniler, Cadılar
Türk mitolojisinde cinlerle, şeytanlara çokça rastlanır. Ancak sonraları muhit ve din değiştirme etkileri altında özellikle şeytan için çeşitli efsaneler, hikâyeler türemiştir.
Altaylflara göre Şeytanlar, fitne ve fesat çıkarmak, insanları şaşırtmak, kandırmak için Erlik Han tarafından görevli idiler. Cinler de çok defa yine bu tanrının yardımcıları olmakla beraber, dünyada da insanları çarparlar, hasta ederler, âhiret âleminde ise zebâni rolünde bulunurlar.Şeytanlar göze görünmezler. Ama insan ve hayvan şekline de girdikleri olur. O zaman başlarında boynuzlan bulunur. Bunlar çok defa birbirinden ayrı yaşarlar. Yanlarına yaklaşılmaz, ateşten yaratılmışlardır.
Yeraltı âleminde kötülüklerin tanrısı olan Erlik Han, cehennemin de tanrısıdır. Günahı olan insanlara ceza verilmek için cinleri, şeytanları zebânileri, kötü ruhları vardır.
Al tay Türklerince Ayna’lar yahut Aza’ların emrinde geniş bir kadro ile Cinler, şeytanlar bulunur.
Etrûsk’lerin Tajest, Tokulşa adındaki büyük cinlerinden başka, Edimnu adındaki hortlahları ve Çor adındaki cinleri de vardır. Ünlü kahraman Cesteni Bey in hikâyemde geçtiği üzere, insan eti yiyerek kan emen cinler de hatsız hesapsızdır.
Cinler ile şeytanların vasıfları, türeyişleri hakkında sonraları Türk mitolojisinde yer alan efsânelerden ikisi Taberi de şöyle anlatılmaktadır : Tanrı ilk önce devleri yarattı. Onlara Can derler ki kumlar sayısmcadır. Onların meskeni havada idi. Yedi bin yıl bu cihana hâkim oldular. Ondan sonra tanrı, Can dan cinleri yarattı ki, şeytan onlardandır. Şeytanın adı Süryanî ve İbranî dilinde Azâzil, arap dilinde Hâris tir.
Şeytan evlendi. Karınca, örümcek, çekirge, kuş şekillerinde sayısız evlâtları oldu. Bunlar yazılarda, dağ kovuklarında, ormanlarda, yollarda, virânelerde, fırınlarda, ovalarda, kuyularda, külhanlarda, su yollarında bulunurlar.
Cinleri, melekleri tanrı gökte bulundururdu. Onlara, itaat edilmesini emretti. Tanrı gökte olan meleklere dedi ki: İki ev halk eyledim. Biri rahmetimden, biri de gazabımdan. İkisine de bakın: Melekler önce cehenneme baktılar, türlü türlü azaplar gördüler. Tanrıya sordular: Ey Tanrı bu evi kimler için yaptın? Tanrı izni ile cehennem cevap verdi: Burası, onlar içindir ki Tanrı’yı bilmezler, emirlerine inanmazlar. Ondan sonra bu melekler cennete baktılar.
Oradaki çeşitli rahatlık ve safaları görerek tanrıya sordular. Tanrı da: Kim Tanrıyı tanır, onun emirlerine itaat ederse. Melekler bunun üzerine tanrı önünde yere kapandılar. Tanrı da onları göklerin en yüksek ve kutsal yerlerinde yerleştirdi.Bir efsâne daha : Eskilere göre yerler ,Arz-ı Seb’a adı ile yedi kata ayrılmıştır. Yedinci katın adı Acba dır. Orada yaşayanlara: Cüsum denir. Bunlar kısa boylu, siyah, elleri ve ayakları vahşi hayvanlarınki gibidir. Şeytan da beraberindekilerle burada bulunur kendisi bir taht üzerinde oturur, maiyeti onun etrafında dizilir, her biri yer yüzünde ki insanları nasıl aldatarak yoldan çıkardıklarını şeytana anlatırlar o da keyiflenir.
Cinlerden bir takımının adları da vardır. Çoğu îbrâni’ler’den alınarak Türk’ler arasında yerleşen bu adlardan bazıları şunlardır; Hişanuhi, Cabir bin Merdan,
Medyun İbn-i Zengi, Haksak, Derşuz, Yemhur, Karakaş îbn-i Vesvas, Bülbüle îbn-i Kizban, Keşkatur îbn-i Keşibaş, Şeşzar îbn-i Seman.
0 notes
Photo
Tumblr media
Göklere Çıkmak İsteyenler ve Sonsuz Hayat Arzuları
İnsanlar arasında göklere çıkmak; Tanrılara yakın, olmak sonsuz hayata erişmek arzusundan ileri gelmektedir. Sümer tanrıları sonuz hayatı kendilerine ayırdıklarından Dumuzi adındaki balıkçıdan başka bu maksatla göklere çıkanlar olmamıştır. Sümer’lerden Etana da Güneş tanrı Şamaş‘in karukna binerek göklere çıkmak istemişse de, yükselken de başı dönerek  yere düşmüş, ölmüştür. Akkat’ların  Ziyutsudu, Sümer’lerin Utanapiştim adını, yedikleri insan, Tufandan kurtulduktan sonra, Tanrıların ernri ile yalnız sonsuz hayat verilerek dünya yüzündeki bir adaya gönderilmiştir. Sümer kahramanı Gılgamış ta, arkadaşı Enkidu’nun ölümünden sonra, çok korkmuş, sonsuz hayata erişebilmek İçin büyük zahmetlere katlanarak, Uta-napiştim’in kaldığı adaya kadar gitmiş ise de nihayet mahrumiyetle dönmüştür
Ay’ın sevdiği öksüz kız ise, ay’ın emri ve yardımı İle göklere çıkmıştır. Altaylıların, Yakut’ların törenleri sırasında Şamanlar; Suyla, Karluk, Yula adındaki ruhlarla göklere çıkarlar, çok durmadan geri dönerler. Teptengeri denilen Moğol Kâhini de bir boz ata binerek göklere çıkar, dolaşır, dönerdi.
Yunan tanrıları; insanları göklere çıkarmak yahut yeryüzünde bırakarak onsuz hayat vermekte cömert ve gevşek davranmışlardır. Bunlara ölmeyerek genç kalmayı ihsan ettikleri gibi, yalnız ölümsüz hayat verdikleri de olurdu. Ama insanlar kendilerine genç kalma verilmediği için git gide ihtiyarlıyor, kudret ve kuvvetleri kalmayınca öyle bir hâle geliyorlardı ki artık hayat onlar için tahammül edilmez bir yük oluyordu.
Türk tanrıları ise bu iş üzerinde titiz davranarak, İnsanlara sonsuz hayatı kolay kolay vermedikleri gibi, göklere çıkarak oturmalarını da uygun bulmuyorlardı.
Şimdi, göklere çıkan veya çıkmak isteyenlerden bir kaçı aşağıda açıklanacaktır:
Dumuzî
Bir Sümer balıkçısı iken îştar onu sevdi. Bu yüzden göğe alınarak tanrılaştırıldı. Dumuzi, Yunan mitolojisindeki Adonis gibi kendi güzelliğine hayran bir gençti. Dumuzi tanrılaştıktan sonra Hintlilerin Vasanta’sı, Keltlerin Dağde’si gibi mevsimlerin, buğdayların, arpa gibi bitkilerin ve çobanların tanrısı oldu. Her senenin ilkbaharında kendini gösterir, buğdaylar biçildikten sonra sonbaharda yerin altına da inerdi.
Bu inişlerin birinde cehennem, tanrıçası Ereşkigal da, Dumu-zi’ye aşık oldu, yeraltında alıkoydu. Bunu haber alan iştar çileden çıktı. Tanrılık işlerini bırakarak Dumuzi’yi bulmak için yeraltına, cehennemlere indi.
Cehennemin sıcaklarından çok bunaldıktan sonra, Ereşkigal’-m yanma vardı. iki rakip kız kardeş olan tanrıçalar birbirine çattılar. Nihayet Ereşkigâl, kardeşi iştar’ı da cehenneme hapsetti.
İştar cehennemde sıcaktan bunaldıkça ve Dumuzi de yeraltında bulunduğu müddetçe, dünyadaki bitkiler sararmaya, kurumaya başladı. Tanrılar bunun sebebini anladıkları zaman telâşa düştüler. Hemen Ereşkigal’e baş vurdular. Ereşkigal’in, iştar’a hıncı çoktu. Nihayet tanrıların ısrari karşısında Dumuzi’yi, iştar’a teslimden başka çare olmadığım anladı. istemiyerek bazı şartlarla serbest bıraktı.
Ereşkigâl, Dumuzi’yi çok severdi. Eğer Dumuzi isterse, Ereşkigal cehenneme gitmiş bir insanı tekrar dünyaya gönderirdi. Dumuzi büyük tanrı Anu’nun (Anosmas) taki sarayının kapısında bekçilik te etmişti.
Dumuzi’nin senbolü koyun idi.
Adapat
Kış bölgesinin efsaneleştirilmiş kahramanıdır. Adapat, bir gün denizde balık avlarken bir fırtına çıktı, kayığını devirdi. Adapat buna çok kızarak kayığını deviren kuzey rüzgârının kanatlarını kırdı. Büyük tanrı Anu, Adapat’m bu hareketi-ayrıca da mükâfatlandırma maksadıyla onu ölümsüzler araya girdi, Anu’ya yalvardılar, o da bunları kırmadı. Adapat’ı affetti, ayrıca da mükâfatlandırma maksadıyla onu ölümsüzler arasına almak istedi. Bunun içip de ona ekmek ile su verdi. Ama Adapat’m koruyucuu Ea (Enki); daha önce, yememesini tembih etmişti. Adapat, Ea’nın bu tenbihini hatırladı. Anu’nun verdiklerini yemedi, içmedi. Eğer bunları yese ve içseydi, hem kendisi, hem de bütün insanlar ölümsüzler arasına girmiş olacaktı.
Etana
İnsanlarla hayvanların bir arada yaşadığı eski zamanlarda çobanlara krallık etmiştir.
Etana şu sebeple göğe çıkmak istemiştir. Bir gün, gebe olan karısının doğurabilmesi için, doğumu kolaylaştıran (hayat otu) nu aramakta idi. O sırada güneş tanrı Şamaş’ın kartalma rastladı. Ona maksadını anlattı. Kartalın; aradığını ancak gökte bulacağım söylemesi üzerine, Etena buna inandı. Kartal onu sırtına aldı. Orada bulunanların hayret ve telâşları arşsmda havalandılar, önce Etena’yı tanrı Anu’nun bulunduğu göğe çıkardı. Ama orada durmadılar. Kartal onu Anu’nun kızı İştar’ın bulunduğu kata götürmek istedi. Etena da uygun buldu. O kadar yükseldiler ki Etana’nın başı dönerek kartalın sırtından yere düştü, öldü.
0 notes
Photo
Tumblr media
Tarihteki İlk Büyük Kahraman; Herakles
Herakles’i bir ulusun başına geçirip kral yapmak çok saçma bir şey olurdu herhalde. O, kendi işlerini bile doğru dürüst bir düzene sokamazdı, nerde kaldı ki bir ülkeyi yönetsin… Atinalı Theseus gibi yeni düşünceler yaratamaz, yeni tasarılar kuramazdı. Olsa olsa bir canavarı nasıl öldürmek gerektiğini çıkarırdı düşüne düşüne. Buna rağmen, büyük bir insandı. Büyüklüğü yalnız sonsuz gücünden gelmiyordu; ruh büyüklüğü de vardı onda. Yaptığı yanlışlıklara öyle üzülür, öyle üzülürdü ki, kendi kendini yerdi. Yarılan haksızlıkları düzeltmek için canini bile vermeye razıydı. Bir de akıl bakımından gelişmiş olsaydı, mitologyanın tek kusursuz kahramanı Herakles olacaktı.
Thebai’de doğan Herakles’in annesi Alkmene, babası da Amphitryon’du. Daha doğrusu herkes, onun babasının Amphitryon olduğumu sanırdı.- İşin aslına bakılırsa, tanrılar tanrısı Zeus, Alkmene’ye abayı yakmış, zavallı kadıncağızın kocası savaştayken Ampliitryon’un kılığına girerek Herakles gibi bir yiğitin doğmasını sağlamıştı. Herakles’le birlikte Iphikles adında bir çocuk daha doğurmuştu Alkmene, Iphikles’in Amphitryon’dan olduğu besbelliydi. Nerde nur topu gibi Herakles, ““nerde ciliz iphikles? Herakles gücünü daha sekiz aylıkken gösterdi.
Bir akşam Alkmene, çocuklarını yıkadıktan, sütle doyurduktan sonra beşiklerine yatırdı. ‘“Uyuyun yavrularım,” diye ninniler söyledi onlara. Beşikleri sallanmaya başlar başlamaz derin bir uykuya daldı çocuklar. Anneleri kendi odalarına çekildi.
İşte tam o anda Herakles’in Zeus’un oğlu olduğunu bilen kıskanç Hera, yavrucakların odasına iki büyük yılan gönderdi. Yılanlar beşiğe sokuldular, iphikles uyanıp da korkunç yaratıkları görünce haykırıp ağlamaya başladı. Herakles ise hiç heyecanlanmamıştı; yılanları tutup var gücüyle boğazlarını sıkmaya başladı. Hayvanlar kıvrılıp bükülüyor, İphikles de durmadan ağlıyordu. Gürültüye Amphitryon ile Alkmene yetiştiler. Oda kapısını açıp içeriye girdikleri zaman bir de ne görsünler? Herakles, iki elinde iki yılan, gülüp duruyor.
Önce irkildi Amphitryon, ama yılanların ölü olduklarım anlayınca oğlunun ilerde büyük şeyler yapacağına inandı. Thebai’li kör bakıcı Teiresiaş’a sordular. Teiresias Alkmene’ye, “Göreceksiniz,” dedi, “gelecekte akşamlan yün eğirirken bütün Yunan kadınları oğlunuzu anlatacak. İnsanlık onun gibi bir kahramanı görmemiştir daha, kolay kolay da görmeyecek.”
0 notes
Text
New Post has been published on
Cisimli Ve Cisimsiz Tanrılar
İlkel büyük tanrıların bazıları cisimsizdir. Yalnız adları vardır, görünmezler. Büyük kudretlere sahiptirler.
Tabiattaki büyük varlıklardan tanrı tanınanların çoğu kendi adları ve cisimleriyle bilinir. Başka adlarla bunları temsil eden bir takım tanrılar ise vasıflarına göre ad alır. Bunların yalnız ruhları var, cisimleri yoktur.
Tanrılardan cisimlendirilmiş olanların bir kaçı şunlardır :
Ülgen, Erlik Han ve Ülgen ile Erlik Han’ın kızları, oğulları insan şeklindedir. Yakut’ların güzellik Tanrıçası Ayzıt, Elamlıların tanrıçası Enşuşinak güzel birer kadındır. Sümer’lerin Ninlil, Nane (İştar) adındaki tanrıçaları da gür saçlı, kabarık göğüslü birer kadın olarak cisimlendirilmişlerdir. Sümer ve Hitit tanrılarının çoğu sakallı birer insandır. Bunlardan bazılarının başında bir külâh, bazılarının da tanrılıklarım gösteren iki yahut dört boynuzlu taç bulunur.
Yakın doğu Türk tanrıları da savaşçı birer insan halinde gösterilmiştir. Bazı bitkiler de tanrı tanınmakla beraber, tuzlu suyu temsil eden ve bir adı da (Ummi Khudur) olan Tiamat dişi, ikinci kocası Kingo erkek birer dev olarak, Lakhamu ve Lakhamu adındaki tanrı ayarında sayılan iki kutretli varlık ta birer büyük yılan olarak cisimlendirilmiştir.
Yakut’ların büyük tanrısı Ulu Toyun da, bazan bulutlar arasında bir dev, bazan da dana, geyik ve köpek olarak görülür .
Totemik Tanrılar
Hayvanların, bitkilerin insanda yarattığı çeşitli etkilerden doğan inanışlarla tanrı tanınmalarıdır. İnsanlar cetlerinin de bunlardan geldiğine inanırlardı.
Animist Ve Natürist Tanrılar
Gök, Güneş, Ay, Yıldızlar, fırtınalar, gök gürültüleri, yıldırımlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, denizler, sular, büyük nehirler ve tabiattaki başka bir takım varlıklarda hatta hayvanlarda birer ruhun bulunduğuna, bunların kudret sahibi olduklarına inanılır ve tanrı tanılırdı.
Zoomorf Tanrılar
Arslan, at kurt, yılan, boğa ve grifon gibi bir takım hayvanların şeklinde olan, yahut bunların organlarından kompozisyon yapılarak cisimlendirilen tanrılardır.
Antropomorf Tanrılar
Bu tanrılar, bir istihale neticesi ve zamanla insan şeklini almış değildirler. Yukarıda da denildiği gibi daha ilkel tanrılar arasında bile; Altaylı’ların, Ülgen’i, Erlik’i insan kılığında gösterilmiştir. Hitit’lerde, Eti’lerde, kısmen Sümer’lerde bu tip tanrılar daha çoktur.
Tanrı Aileleri, Tanrıların İnsanlarla İlgileri:
Antropomorf tasavvur edilen tanrıların insanlarla münasebetleri daha çok görülüyor. Sümer tanrılarının bir kısmı bölgelerinin idaresi ile görevlendirilmiş, insanların yakından koruyucusu olmuştur.
Bu tip tanrılar, insanlara, bitkilere bereket, bolluk verir., insanları, daha çok sanatı olanları korur, adalet işlerine bakar. İnsanlar da onun emrinde bulunur, onlara hoş görünmek için dualar eder, kurbanlar keser, ama insanlar günah işlerse tanrılar da hışımlarını esirgemezler.
Yakın doğuda, özellikle Sümer’lerde; tanrıların yaşayış tarzı ve ihtiyaçları da insanlarınki gibi ayarlanmıştır. Onlar da insanlar gibi yer, içer, çalışır, onların da evleri, aileleri, çocukları bulunur; Atları, arabaları, hayvanları, sürüleri, hizmetçileri olurdu. Ama bu tanrılar insanlara görünmezler. Bazı olağan üstü hallerde birden görünür, nasihat eder, tenbihte bulunur, çekilir di.
Bu tanrılarla insanlar arasında esaslı ayrılık şurada idi:İnsanlar ölür, acizdir. Tanrılar ise ölmez, kudretlidir.
Tanrılaştırılanlar
Tanrılar kategorisine girmesi gereken ve temsili olarak şahıslandırılmış olan bu tip tanrılar genel olarak şöyle kısımlandırılabilir.
a) Kozmik varlıktan birinin adım taşıyarak natürist tanrılar araşma girebilen Oğuz’un oğulları.
b) Taoist’lerin kutsal tanıdıkları boşluğu dört yöne ayırarak, her yönün idaresini vermekle tanrı tanıdıktan dört hayvan.
c) Göktürk’lerce renklerle, Han etiketi ile tanrılaştrılarak Türk bölgelerini idare edenler.
Bir de; Hanlar, kıratlar, kahramanlardan da tanrılaştırılanlar vardır ki, taşıdığı özellikler ve kudretler, zaman geçtikçe insan hayalinden materyel ve kuvvet alarak büyütülmüş, nihayet bunlar da tanrılığa çıkarılmıştır.
0 notes
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde; Güneş, Ay Ve Yıldızlar
Yaradılış bahsinde geçen bir Sümer efsanesine göre;  Ap – Su ile Hamat’tan gökler ve yerler meydana geldikten sonra, gök tanrısı Anu, hava tanrısı Enlil ve deniz tanrısı Ea (Enki) yaradılmış bunlar da güneşi, ayı ve yıldızları yaratmıştır.
Güneş; kozmik âlemin yaradılışından önce var olmasaydı, Altaylı’ların Kara Han’ı dahi bu gökleri yaratırken onun ışığı, onun sıcaklığından faydalanmasaydı eli koynunda kalırdı.
Bunun içindir ki güneş efsanelerin dahi varamiyaca ğı kadar derinliklerden her şeye ışığım tutmakta, taşıdığı hayır ve şer vasıflan etrafındaki köklü inanışlarla, bu inanışların yarattığı geleneklerle tanrılar üstü bir tanrı olarak yer almış bulunmaktadır.
Onda bütün tanrısal kudretler toplandığı gibi, bir takım ruhlar da toplanmış bulunmaktadır. Türkler büyük vasıflarla tanrılaştırdığı güneşi çeşitli adlarla anarlardı:
Sümer’ler; Dingir, Utu, Ra, Babbar, Nin – Uraş, Meşarru adını vermiş, Araplar da Sümer’lerden alarak Şamaş demişlerdir. Hitit’lerin Ardıs, Elâmlı’ların Nan – Hunte dedikleri büyük tanrı da güneş’tir. Hom adındaki tanrı ise güneşin vasıflarından birini taşıyordu. Yukarıda adı geçen Nin – Uraş, tann Enlil’in oğlu iken, büyütülmüş ve güneş tanrı olmuştur ki, ilk baharın ılık havasını da bu tanrı temsil ederdi.
Güneş; Altaylı’larca Günine adıyla hayat veren bir tanrıça dahi tanınmıştır.Türk hakanları bile güneşin oğulları idi. Kendilerine kuvvet kaynağı olan güneş babaları idi. Mete’nin oğlu için de: (Yer ve gökten doğurmuş, Güneşle ay tarafından memur edilmiş Hün’larm büyük hakanı…) denilmektedir.
Geauli sülâlesinin kurucusu olan Çicumın, düşmanlarından kaçarken bir ırmağın kenarına gelmiş, geçemeyince ırmağa: (Ben güneş’in oğluyum) demiş, bütün balıklar, kurbağalar ona köprü olmuştu.
Hak ve adâlet yollarım da güneş tanrı gösterirdi. Ur kıralı Urengur’a hak ve adâleti o tamtmış, Hamurabi’ye de ünlü kanunlarını O bildirmişti.
Yâkut’lara da kahramanlarının adlarım o gönderirdi. Moğol’lar ona tapar, Sümer’ler onun ilk doğduğu zamanlarda ibâdetlerini yaparlardı. Şaman’lar ise çok büyük tanıdığı bu kudreti törenlerinde heyecanla anarlar, manyak adındaki elbiselerine, davullarına güneşi kudretlerin senbolü olarak resmederlerdi.
Hun’lar da geceleri aya, sabahları güneşe döner, secde ederdi.            –
Türklerden çokları evlerinin, çadırlarının kapılarını güneşin doğduğu tarafa yaparlardı.
Güneş ad olarak ta kullanılırdı. Oğuz’un oğlu (Gün Han) güneşten başka bir şey değildi. Ay Toyun’un kızı Güneş’e, Ulu To-yun’un aşık olduğuna dâir de bir efsâne vardır.
Güneş Hitit’lerde de büyük kudretleri taşıyan bir tanrı ve bütün tanrıların hâkimi idi. O her sabah denizden yükselir, Üç Çift gözü vardır, Canlı, cansız her şeyi görür, İşleri düzenler, bütün varlığı icabına göre idâre eder. Sabahleyin doğarak gökler âleminde, yeryüzünde hâkim olduğu gibi, akşam vakti de ufuktan indikten sonra, yer altı âleminde hüküm ve irâdesini yürütürdü. Yine Hitit’lerce Arinna adı ile anılan Güneş Tanrıçası da devletin kurucusu idi.
Yaradılışı güneş gibi, uzak ve yakın doğu Türklerince efsâ-neleştirilen ay; şahıslandırılmış, güneş ve yıldızlar gibi o da tanrılaştırılarak gökteki sarayına oturtulmuştu.
Türk’lerin ay tanrısı ve tanrıçaları hep merhametli ve sevimlidirler.
Sümer’ler; En – Zu yahut Nan – Nar adını verdikleri ay tanrıyı çok severlerdi. Altaylı’larm da (Ayata) sına karşılıktır. Arap’lar, Türklerin ay tanrısına Sin, Keldanlı’lar Zin, Hitit’ler Kaşku, Selârdis derler.
Öksüz kız hikâyesinde de; ay çalılıkta yürüyen zavallı bir kıza acıyarak, çalıya; (o kızı al, gel!) diye emir vermiş, çalı da hemen bu öksüz kızı alarak göğe, ayın sarayına çıkarmıştır. Ay bu kızı sevdi. Gökte şekilden şekile, halden hâle girişi de, bu sevgiden ileri gelmektedir.
Müneccimlik (yıldızlara bakarak geleceği anlamak) âleminde de aym önemli rolü vardır. Üzerinde bazen uğurlu, bazen de uğursuz yorumlar yapılır.(1) Ayla ilgili ve yalancı ay denilen bir (Mah-ı Nahşep) efsânesi vardır:
Türkistanda Nahşep şehrinin yakınında, Siyam dağının eteğinde İrandan gelen ibn-i Nukanna’ adındaki bir hilgin bir kuyu yapmış, bu kuyunun içinde hiyle ile bir ay tertiplemiş, bu ay altmış gün her gece kuyudan doğar, etrafındaki dört saatlik mesâfeyi ışıklandırmış.
Şamanist’ler göre:
Kötü ruhlar güneş ve ay ile mücâdele ederler. Çünkü güneşle ay iyilik yaparlar. Dünyaya, insanlara ışık, bereket ve hayat verirler. Kötü ruhlarla mücâdele de bu yüzden olurdu. Kötü ruhlar bu mücâdelede üstün geldikleri zaman güneşle ayı tuturak karanlıklar âlemine atarlar. îşte o zaman güneş ve ay görünmez. Ay tutuldu, güneş tutuldu da bunun için denirdi. Çünkü kötü ruhlar güneşle ayı hapsetmek için tutarlardı. Bu sebepledir ki Şamanıst’ler kötü ruhları korkutmak ve kaçırarak güneşle ayı kurtarmak için gürültü yaparlar, bağırırlar.
Bundan kalma “olarak şimdi de köylerde, hatta bazı şehirlerde ay tutulduğu zaman tenekelere vururlar, bağırırlar, tüfek atarlar.
1 note · View note
Text
New Post has been published on
Viyana Kuşatmasından Kayıtlarda Olan Üç Gün
4 Ağustos Çarşamba
Bu gün Kırşehir Alaybeyi şehit oldu. Yerine büyük tımar sahibi İskender tayin edilip Sadrazamın huzurunda hilat giydirildi. İkindiye doğru gâvurlar Samsuncu kolunda iki lağım patlattılar. Allahın yardımıyla sadece beş on istihkâm askeri yaralandı. Başka kimseye önemli bir zarar vermedi. Lağım yine geri tepmişti.
Bir kalpazan yakalanıp iki yüz sopa vuruldu. İki tutsak getirildi. Biri düşman ordusundandı. Ötekisi açık arazide yakalanmıştı. İşe yarayacak hiç bir ifade veremediler. Serçeşmeye teslim edildiler. Geceleyin el humbaralarıyla tasvir edilemeyecek derecede şiddetli bir savaşa tutuşuldu.
Her şeye kadir Allaha hamd olsun ki, bizimkiler durmadan daha fazla toprak ele geçiriyorlar. Hem de öyle adım adım değil, kulaç kulaç, Gâvurlar artık nasıl bir felâketle karşı karşıyla geldiklerini anlamış bulunuyorlar. Onun için de bütün güçleriyle kendilerini savunuyorlar.
5 Ağustos Perşembe
Tatar Hanının oğlu, Macar kiralına varmak üzere yürüyüşteyken Pressburglu iki gâvuru tutsak almış. Bu tutsaklar bugün getirilip Sadrazamın huzuruna çıkarıldılar.
Geceleyin hem Zağarcı kolunda hem de Samsuncu kolunda şarampollerin metris kenarına kadar olan kısmı ele geçirildi. Bu sırada havaya savrulmuş olan topraklar metrislerin içine doldu. Bu sayede düşmana taş fırlatmak imkânı hasıl oldu. Hak Teala bizlere şu kaleyi tezelden fethetmeyi nasip etsin!
Sadrazam kuşluk vakti sol kanattaki Ahmed Paşa tabyasına, oradan yeniçeri ağasının tabyasına, arkasından kul kethüdasının tabyasına gitti. Burada bir süre kalıp savaşın gelişmesiyle ilgili çeşitli soruları cevaplandırdıktan sonra yeni tabyasına gitti. Öğle namazını orda kıldı ve sonra ön saflardaki tabyasına vardı. Tabyadan kethüdası Gürcü Ali Ağa’yı adadaki metrisleri denetlemeye yolladı.
Şimdiye kadar hazırlanan galeriler işe yarar görülmediğinden bugün öğleden sonra Rumeli koluna yeni bir galeriye başlamaları emredildi. Bununla mutlaka hendeklere ulaşılması öngörülmekteydi.
İkindi üzeri, gâvurlar, Zağarcı kolunda küçük bir lâğım patlattılar. Her şeye gücü yeten Allaha şükürler olsun ki, bu da geri teperek İslâm askerinden kimseye bir zarar vermedi.
Bu gece Zağarcı kolunda tüfek ve el humbarasıyla zorlu savaş olup şafak sökümüne kadar sürdü.
6 Ağustos Cuma
Viyana kalesine on saat uzaklıkta Avusturya ülkesine giden yol üzerinde iki dağ arasında bulunan çok iyi talikim edilmiş Schottwien palankası ile Viyana kalesine yedi saat uzaklıkta etrafı surlar ve hendeklerle çevrili Ebenfurt şehri hâlâ boyun eğmemiş olduğundan, bunlar için aman kâğıdı hazırlatılmış; sekban bölük başılarından yanına birkaç adam ve kılavuz katılarak gönderilmişti. Kendisine verilen buyrukta “Eğer boyun eğerlerse ne iyi, eğmezlerse o zaman da zorla eğdirilir denilmekteydi. Bugün her iki şehirden elçiler gelip boyun eğdikleri haberini getirdiler. Bunun üzerine muhafız olarak birer çavuş görevlendirilip yola çıkarıldı.
Karşı yakada bulunan Eflak ve Buğdan askerine Hızır Paşa ile Haznedar Haşan Paşa’nın bölgelerinde birer köprü kurmaları emredildi. Allah kendilerini başarıya eriştirsin.
Kethüda Sarhoş Ahmed Paşa’nın durduğu bölgede birkaç gâvur şarap almak için kaleden çıkmaya yeltendiler. Paşa’nın askerleri bunlarla kılıç döğüşüne tutuşup üç tutsakla iki kelle ele geçirdiler. Hepsi Sadrazama getirildi. İki tutsak kılıçtan geçirildi. Üçüncüsü alıkonuldu. Getirenlere hilat giydirildi. Tutsakların verdiği bilgiye göre, kalede yüz dirhem ekmek on-beş akça ve yarım okka et yirmi akçaymış. Her tarafta şaşkınlık hüküm sürüyormuş. Savaş birliklerinin kumandanı olan General Serenyiv de bir okla vurulup ölmüş.
Nâdasdy’den hediye olarak erzak geldi. Getirenlere Sadrazamın huzurunda orta dereceden iki ve bir küçük hilat giydirildi.
Ahmed Paşa ve Ömer Paşa kolundan iki kelle gönderildi. Getirenler bahşiş aldılar. Bugün Erdel Kıralı Apafy Mihâly’yi orduya katılmağa davet için gönderilmiş bulunan Recep Ağa geldi. Kendisiyle birlikte gelen Kralın ulağı bir mektup getirdi.. Mektupta Kralın emre uyup hareket ettiği ve Budun altından Tuna’yı aşmak niyetinde olduğu yazılıydı.
Bir tutsak daha getirildi ve Serçeşmeye teslim edildi.
0 notes
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde İnsanın Yaradılışı
İnsanın yaradılışı üzerinde Türk boyları arasında çeşitli efsâneler vardır.
Bu efsanelerden bir kaçı:
1— Altaylı’lara  göre; önce yalnız Kara Han ile sular vardı. Bu büyük tanrı tek başına canı sıkıldığı için bir insan yarattı. Bu insanın kanatları vardı, suların üzerinde uçuyordu. İnsan buna kanaat etmedi, yükseklerde uçmak istedi. Kara Han onun maksadını anladığı için uçmak kudretini aldı. Kanatlan işe yaramadı, suya batmağa başladı. Bunun üzerine Kara Han’a yalvardı, o da acıdı, her hassayı yeniden ona verdi, ama uçmak kudretini vermedi. O halde bu insan için kara lâzımdı. Kara Han gene düşündü. Yıldızlardan bir avuç toprak suların üzerine serptirdi. Böylece karalar oldu.
Kara Han ada şeklinde türeyen bu ilk karaya dokuz dallı bir çam dikti, her birinin altında birer adam daha yarattı. Bu-dokuz adamdan dokuz ırk türedi. Bu insanlara iyi yolu göstermek için de (Yayık) ı yarattı.
2— Yine Altaylı’larla Yakut’larm bir inanışına göre; Kara Han’ın oğlu büyük tanrı Ülgen, insan vücutları yarattı, bunların canı yoktu. Can vermek için Kara Han’a bir kuzgun gönderdi. Kara Han, Ülgen’in yarattığı insan için istenilen canı verdi. Kuzgun da canı gagaları arasına sıkıştırarak geri döndü. Yol uzundu. Kuzgun acıktı. Uçarken yer yüzünde bir deve leşi gördü. Iştihası onu leşe doğru sürüklüyordu. Fakat kuzgun leşten uzaklaştı, yoluna devam etti. Biraz gittikten sonra gözüne yerde bir at leşi göründü. İştihası kabaran kuzgun kendini tuttu, leşin yanından geçti. Son kuvvetini vererek uçan kuzgun bu defa bir inek leşi gördü. Bu leş kuzgunu daha çok kendine çekti, kuzgun: (Ah ne güzel) dedi. Bunu derken gagalarını açınca can bir çam ormanının üzerine düşerek ağaçlara dağıldı. Bunun içindir ki çamlar kışın, yazın yapraklarını dökmez, canlı dururlar.
Kuzgun havada uçarken, gecenin yansında Erlik Han yeraltından çıktı. Yer yüzünde bir saray gördü, yavaş yavaş yaklaştı. Bu sarayda Ülgen’in insan cesetlerinin yattığını anlardı. Bu cesetleri Erlik’in fenalıklarından korumak için Ülgen bir köpeği bekçi koymuştu. O zaman köpekler insanlar gibi tüysüzdü. Erlik, köpeğe : (Beni bu saraya bırakırsan sana kürk veririm.
Daha üşümezsin. Hem sana öyle bir yemek veririm ki, bu yemeği yersen bir ay açlık duymazsın.) dedi.
Köpek bu sözlere kandı. Erlik’i saraya cesetlerin yanma bıraktı. Erlik, kendi canından üfledi: (Bunların hepsi benim gibi olacaktır) dedi. Cesetler canlandı. Bunlar erkek ve kadın idi.
İşte yeryüzünde insanlar böyle türedi. Yâkut’larm bir efsânesine göre de; îlk insan yarı &t, yarı insan şeklinde gökten inmiştir.
3 — Bir Al tay efsanesinde de; tuzlu suları temsil eden Tia-mat’ın ikinci kocası Kingo, insan yaratmak istedi. Buna kızan tanrılar Kingo’yu kestiler. Kanı ile insan hamuru yoğruldu.
Böylece insanlar meydana geldi.
4— Bir başka efsânede de; büyük tanrı yer yüzünde bir insan yarattı. Bu insan erkekti. Bir gün bu insan uyurken şeytan onun göğsüne dokundu. Bunun üzerine kaburgalarından bir kemik büyüyerek yere düştü.
Bundan da bir kadın meydana geldi. Ama yine Altaylı’Iara göre böylece yaradılan ilk insanlardan erkeğin adı Törüngey, kadının adı da Eje’dir
5— Budist Türklerin bir efsânesinde de; Tanrı güzel bir kız olan (Rin ta no d gar) i gökten yere indirdi. Kendisi ile beraber bulunacak bir erkek yer yüzünde henüz olmadığı halde çok çocuk doğurdu.
Bu da insanların ilk anası oldu.
6 — Bir Sümer efsanesinde de; tanrılar kendilerine hizmet edecek varlıkların olmasını düşündüler. Bu işle Ea’yı görevlendirdiler. Bunun üzerine Ea, çamurdan bir insan yaptı, ona can verdi. işte insan, hayâlini ulaştırabildiği kadar çeşitli efsanelerle kendini yarattıktan sonra dahi, cismini normâl ve rahat şekilde bırakmamış, gitgide başka yaratıkların uzuvlarından da katarak insanla karışık acayip yaratıklar ortaya getirmiştir.
Kara Han’ın yarattığı ilk insana kanat takıldığı, Dede Korkut hikâyelerinde geçen (Tepegöz) e tepesine yalnız bir göz, Cengiz’in ceddi olan Bataçihan’dan sıra ile yetişen evlâtları arasında Duma-Sohor’un alnı ortasına bir göz konulmuş, sudan çıkan ilk insan Oannes’in vücudu insan, başı ve sırtı balık olarak gösterildiği gibi, it başlı, sığır ayaklı, yarısı akrep insanlar türetilmiştir.  Büyük işler yapan bir takım insanlar hakkında; merak ve korku uyandırmak, yahut kudretli göstermek maksadiyle vücutları çok büyütülenler de olurdu: Saka Türk’leri kahramanlarından Alp-Er-Tonga, Semerkant kalesinde otururken ayaklarını Zerefşan deresinde yıkardı. Sümer kahramanı Gılgamış’ın da boyu on metre idi.
Yakın doğu milletlerinin mitolojilerinden gelen bir efsânede de Deccal çok iri ve uzun bir adamdır. Başı bulutlardan dışarı çıkar, derin denizler topuğuna kadar gelirdi. Yine yakın doğu mitolojisi ile gelen (Uc Bin Unk) da o kadar büyük idi ki, başı Deccal’ın başı gibi bulutlardan dışarı çıkar, balığı denizden alır, güneşe tutarak kızartır, yerdi. Nuh tufanı zamanında su onun ancak dizlerine kadar çıkabilmişti.
Bunları yalnız Türk Mitolojisinde değil, her milletin mitolojisinde bol bol görmek mümkündür. Şu var ki, sosyal bünyenin ana geleneklerine, derin inanışlarına bağlanmak zorunda bulunan insanlar, çizdikleri bu gibi çeşitli tabloların hududunu aşamazlar, Gördüklerinin dışına hayallerini kaydırmağa yaradılış kanunları izin vermezdi. Ancak kendinden ve gördüklerinden materyel almakla yetinebilirlerdi.
1 note · View note
Photo
Tumblr media
Tanrılar, Tanrıçalar, Tanrı Aileleri
Theogonie
Türk mitolojisinin; kadrosu çok zengin olan Tanrılariyle Tanrıçaları içinde yabancılardan gelmiş olanlar yok değildir. Bunlara karşılık, başka milletlerin Türk’lerden aldığı tanrıların, mitolojik materyellerin ise epeyce yekûn tuttuğu bir gerçek halindedir.
Bunlardan bir kaçı: Bir takım Sümer tanrıları kendi adlarıyla, bir kaçı da değişik adlarla Keldan’lılara geçmiştir ki, büyük tanrılardan anşhar, Anu, Enlil, Ea (Enki) bu aradadır.
Yine Keldanlı’lar, Sümer efsanelerinden de çoğunun üzerinde işleyerek benimsemişlerdir. Keldan mitolojisi, Sümer mitolojisinin biraz daha değişik çehrelerle gelişmiş şeklinden başka bir manzara göstermiyor. Babil Kâhinleri bile Türk Şamanlarının karakter ve görevlerine vâris olmuşlardır. Zaten Keldanlı’larla başka Mezopotamyalı’lar da, Sümer mitolojisinin atmosferinden dışarı pek çıkamamışlardır.
Yunan tanrıları içinde de Türk tanrılarının izleri bulunduğu ileri sürülmekle beraber, Pushan, Varuna, Çıva adını almış olan Rudra, daha bir kaç tanrı da Hint Mitolojisinde yer almış birer Türk anrısıdır .
Bu üç tanrının. Hint tanrıları arasına geçince görevleri şöyle olmuştur:
Pushan:  İnsanlara bolluk, bereket verir, İneklerin sütünü çoğaltır, hayvanların, yolcuların koruyucusudur. Hint tanrısı olduktan sonra, indra’ nın yıldırımlarını, tanrıların yiyecek kaplarını yapmıştır. Varuna; Kâinatı idare eder. Güneşi, ayı, yıldızları parlatır, rüzgârları yapar, yağmur yağdırır, Rudra: Merhametli, iyiliksever bir tanrı olduğu halde, sonraları intikamcı olmuş, fenalıklar yapmıştır.
Yine Hint’lilerin Uma’sı, Türklerin Umay adındaki Tanrıçasının rolündedir. Sümer’lerin Ap-Su konusundaki kutsal inançları Hintli’lerin Veda’larında  Appas adı ile ve ayni inançlar çerçevesi içinde görülmektedir.
Tanrının Varlığına İlk İnanışlar
ilk insanlar; güçlerine, büyüklüklerine akıllarının ulaşamadığı varlıklarla alaylar önünde hayret, korku duyarak bunları tanrı tanıdığı başta Max Müller olarak ileri sürülmüş ise de, Durkhe-im bunu kabul etmemiş, tabiat varlığı ve kuvvetleri ile insanlar her vakit karşı karşıya bulunduklarından, bunlara alışılacağı; bu sebeple de tanrı konusunun, kutsal inançların gitgide gevşiyece ği, bu bakımdan Max Müller’in ve onun kanatlar ına katılanların ileri sürdükleri yorumun doğru olamayacağını söyleyerek, ilk Tanrı anlayışı ile inançlarının totemle başladığını ortaya koymuştur.
Bu kabul edilecek olursa; güneşin, ayin ve benzerlerinin, tabii olayların tanrılar mevkiine çıkmaları, çıksalar dahi çok geçmeden inmeleri lâzım gelirdi. Halbuki bu tabiat varlıklarının tanrılığına inananlar, sarsılmayan, gevşemeyen inançlara bağlanmış kalmıştır diye cevap verenler vardır.
Tanrı varlığına ilk inanışın sebepleri etrafındaki bu gibi mütalâalar konu dışı bırakılarak, Türk tanrılarının türeyiş ve çoğalışlarına bakılacak olursa, kesin bir hükme bağlamamak şartı ile, büyük vasıflar taşıyan ilkel tanrıların yoktan belirdiği görülür. Sonra da bir takım hayvanlar, bitkilerle, gök, güneş, ay, yıldızlar, rüzgârlar, fırtınalar, gök gürültüleri, yıldırımlar, ağaçlar, dağlar, denizler, büyük nehirlerden bir takımı doğrudan doğruya tanrı, bir takımı da totem tanınmış, bunlarda bir ruh, tanrısal bir kudret bulunduğuna inanilmış tır.
Biraz daha şöyle açıklanabilir:
İlk Türk Tanrılarının Türeyişi
Türk tarihinin derinliklerinde yapılan incelemeler, araştırmalarla tanrıların durumu gün geçtikçe daha aydınlanmakta, görevleri ile çehreleri daha iyi belirmekte, şimdiye kadar bilinenlere yenileri katılmaktadır.
Türk kollarında tanrıların türeyişi çeşitli olaylar ve tablolar içinde gösterilmiştir. Altay Türk’lerine göre, Kozmik âlem türemeden önce tek tanrı Kara Han ile bir de uçsuz bucaksız bir su âlemi vardır. Kara Han tek kudret halinde idi. Bunun Ülgen’le Erlik ve Mergen adınca üç oğlu oldu. Bunlar da birer büyük tanrı tanındı.
Sümer’lere göre de tanrıların türeyişi şöyledir: Önceleri ancak Ap-su (Tatlı su) ile (Tuzlu su) yu temsil eden ve dev olarak cisimlendirilen Tiamat vardı. Ap-su erkek Tiamat dişi idi. Bunlar birbirine karıştı. Mummu denilen acaip bir yaratık ortaya çıktı. Bundan sonra da Lakhmu ile Lakhamu meydana geldi. Bunlar büyük birer yılandı.
Yine Ap-su ile Tiamat’tan gök (Anşhar) ile yer (Kishar) türedi, Sonra da gök tanrısı Anu, Hava tanrısı Enlil ve Deniz tanrısı Ea (Enki) oldu. Bu üç tanrı da güneşi, ayı, gezeğen yıldızları yarattı. Bundan sonra kozmik varlıklar da birer tanrı olarak tanınmaya başladı.
0 notes
Text
New Post has been published on
Türk Mitolojisinde Cennet ve Cehennem
Şamanlığın ilk devirlerindeki inanışlara göre, yeryüzü hayatı ile yeraltı hayatı arasında fark yoktur. Can vücuttan uçar, yeraltı âlemine gider, yeryüzü hayatı orada devam eder.
Sümer’lere göre; insanlar dünyada ettikleri iyiliklerin karşılığını ve hatalarının da cezalarını yine dünyada görürler. Her şeyin dünyada olduğu, sonsuz hayat ta insanlara verilmediği için, Sümer’ler ancak ömürlerinin uzun olması, rahat geçebilmesi için tanrılara dua ederler. Bununla beraber, insan ölünce ayrılan ruhunun, yeraltı âleminde ceza göreceğine veya rahat edeceğine dâir inançlar da aralarında yok değildi.
Sonraları her iki âlem, arasında ayrılıklar genişlemeğe, büyümeğe başladı. Yeryüzü âleminde kötülük edenlerin, yeraltında cezalarım çekecekleri inançları kuvvetlenmiş, bunun sonu I ^olarak kötüler için (Cehennem) ile, İyiler, yahut günahlarının cezalarını çekmiş olanlar için de (Cennet) diye İki ayrı âlem daha I türemiştir.
Bazı mitolojilerde; ahire t âleminde cennete ve cehenneme giden bir köprü, yahut her ikisi arasında bir geçit bulunur. Günahı I olmayanlar köprüden geçerek cennete, olanlar da köprüden düşerek cehenneme giderler. Mazdaist’lere  göre (cinvat) köprüsü böyledir.
Dante’nin (Divin komedi) sindeki (Îl Purgatorie) de cennetle  cehennem arasında bir geçittir.
Cennetler Ve Süt Gölü Cennetler
Altaylı’larla YAkut’lar’a göre Cennetler Göklerin üçüncü katında dır. Temiz eğlenceler, zevk ve safa namına ne varsa hepsi ‘oradadır. Günahsız, bahtiyar İnsanlar orada rahatlık içindedir. Melekler, periler ise Cennetleri süsleyen zarif varlıklardır. Budist Uygur’lara göre (Tuşita) adındaki Cennetlerde, dünyada ömrünü feragat la geçirmiş insanlar yer alacaktır.  Bununla beraber cennetler Türkleri cehennemler kadar meşgul etmemiştir. Cehennemlerdeki çeşitli azaplar üzerindeki daha çok durmuşlardır.
Süt Gölü
Bu göle (Ak göl) de derler. İnanlara ilk ruh ve ilk hayat da (Süt göl)  ünden alınan damla ile verilir. Yakut’larınTanrıçalarından (Ayzıt) bir çocuk doğacağı zaman tarla, çiçek ve yemiş perilerini alarak lohusanın  yanına gider. (Süt gölü) nden aldığı bir damla sütü çocuğun ağzına damlatır. Bu damla çocuğa verilen ruh olur.
Altaylı’larda bu görevi büyük tanrı Ülgen’in yakınlarından olan (Yayık) yapar. (Yayık) da çocuk doğacağı zaman Ülgen’in emriyle bu göle gider, bir damla alır. O da (Ayzıt) gibi çocuğun •ağzına damlatır.Yine Altaylilara  göre; günahı olan bir kimse, cehennemde yanarak azap gördükten, cezasını tamamladıktan sonra (Yayuci) tarafından alınır, üçüncü kat göğe götürülür. Dünyadaki güzel göller, fâni insanlara nasıl zevk ve eğlence yerleri oluyorsa, cezasını tamamlıyan suçlu, bundan sonra akrabaları ile birlikte (Süt gölü) nde altın sandallarla gezerler, bu gölün kenarındaki sedef kumsallarda oynar ve eğlenirler.
Bazı hayvanlar da dünya üzerine (Süt gülü) nden gelmiştir: Altaylı’lara göre (Pura) adı verilen üç boynuzlu keçiler de (Süt gölü) nden çıkar. Bir inanışa göre de bu (Süt gölü) Kaf dağının altındadır:
Hızır, ölüme çare ararken, yolu buraya düştü. Bu dağdaki (Süt gölü) nde havada uçmak için kanatlı, suda yüzmek için kürekli atların bulunduğunu gördü. Uçan atlardan tutmak istedi, ama tutamadı. O zaman bu göle şarap döktü, içen atlar sarhoş oldu. Hızır bunlardan bir çiftini tuttu. Uçmasınlar diye kanatlarını kırdı. Bunları çiftleştirdi ve cins atlar bunlardan türedi.
Cehennemler
Günahsız insanlar cennetlere gideceği gibi, günahı olanlarda yeraltındaki cehennemlerin azap kuyularında kalarak kaynayan katran kazanlarında yanacak, cezalarını çekeceklerdir. Sümerli’lere göre de yeraltında cehennem tanrıları ve tanrıçaları vardır. Nergal ile karısı Ereşkigal bunların başta gelenlerindendir. Dünyada suç işleyenlerin ceza sürelerini ve şekillerini, hangi  cehennemde ne kadar yanacaklarını kararlaştıran bir de hâkimler heyeti vardır ki bu heyeti; Sabıray, Arah, Toyer, Malahay ve Tarha teşkil eder.
Şamanist Altay Türklerinin inançlarına göre en büyük cehennem (Mangistocirius) adındadır. Bu cehennemi (Matman Kara) adında bir ruh idare eder. Bir başka cehennem daha vardır ki bunun da adı (Tünken Kara Tamu) dur. Bunu da (Matman Karaca) idare eder. Bir de; (Tepten Karateş) adında bir cehennem vardır ki bunu da (Kerey Han) idare ederdi.
Yine Şamanist’lere göre dünyada kötülük yapmış insanların azap çekmek üzere atılacakları cehenneme ve orada kaynıyan katran kazanlarına (Kazırgan) denir.
Budist Uygur’ların (Aviçi) adını verdikleri cehennem de böyledir. Altaylı’ların kötülük tanrısı Erlik Han ise, doğan bir çocuğun günahlarını yazdırmak için bir körmös gönderir. Büyük tann Ülgen de buna karşılık Yayucı’yı gönderir. O, çocuğun sağında, Körmös te solundadır. Bunlar çocuk büyüyüp te ölünceye kadar yamndan ayrılmaz. Ölünce Körmös onun ruhunu kapar, yerin altına götürerek (Kazırgan) a atar. (Kazırgan) daki kazanlarda katranlarla birlikte kaynar. Körmös, Erlik Han’ın huzuzurunda, götürdüğü ruhun günahlarını ispat ederse o ruh kazanlarda kalır. Yayuçi da beraber oraya gelmiştir. O da bu ruhun sevaplarını sayar. Eğer sevap günahtan çoksa ruh oradan kurtulur. Günahı fazla ise derecesine göre yanar. Sonra yukarı doğru ru çıkmaya başlar. O ruhun üçüncü kat gökte bulunan akrabası şefaat ederek Yayuçi’yi sıkıştırırlar. Yayuçi ruhun günahı kadar yanmasını bekler. Çünkü ruhun başı katran kazanındadır. Günahı kadar yanınca başı dışarı çıkar. O vakit Yayuçi ruhun tepesindeki saçtan tutup onu kazandan çıkarır ve ruhu üçüncü kat göke götürür. Oradaki akrabaları ile buluşturur. Süt gölünde hoş vakit geçirir.
0 notes
Photo
Tumblr media
Troya Savaş Öncesi Kahramanları; Theseus
Atina’lı kahramanlar içinde en ünlüsü olan Theseus, kral Aigeus’un oğluydu. Yunanistan’ın güneyindeki bir başka şehirde doğmuş, çocukken babasını hiç görmemişti. Babası daha o doğmadan Atina’ya dönmüştü çünkü ama gitmeden büyük bir taşın altına bir kılıçla bir çift ayakkabı koymuştu. Karısına, “Yakında çocuğumuz olacak, biliyorum,” demişti, “çocukluğunu burada, senin yanında geçirsin. Oğlan olursa, şu taşı kaldıracak çağa gelinceye kadar ayrılmasın bu şehirden. Büyüyüp de bu taşı kaldırdığı zaman altındaki kılıcı alsın, ayakkabıları giysin, Atina’ya gelip beni bulsun.”
Aradan yıllar geçti. Babasını hiç görmeden büyüdü Theoeus. Günün birinde annesi onu taşın yanına götürüp babasının dediklerini anlattı. Theseus hiç zorluk çekmeden kaldırdı taşı. Ayakkabıları giydi, kılıcı kuşandı, gidip babasını görmeye karar verdi. Büyükbabası koca bir gemi hazırlattı, yanma adamlar verdi. Anlaşılan çabucak ün kazanmak istiyordu. Theseus, deniz yolculuğunun kolay, tehlikesiz olduğunu ileri sürerek Atina’ya kara yoluyla gideceğini söyledi. Aklında hep Herakles vardı.
Kendi başından da tehlikeli serüvenler geçsin, adı Herakles’in adı gibi bütün ülkelere yayılsın istiyordu. Annesiyle büyükbabasının yalvarıp yakarmaları para etmedi. Büyükbabası ne kadar, “Gemiyle git, sağ salim Atina’ya varırsın kara yolu soyguncularla, başıbozuklarla dolu,” dediyse de Theseus bu akıllıca sözlere kulak asmadı, tek başına yola çıktı.
Theseus’un büyükbabasının söyledikleri doğruydu. O zamanlar Yunanistan’ı soyguncular sarmıştı. Yolcuları her kayanın ardında, her ağacın gölgesinde bir tehlike beklerdi. Soyguncuların en ünlüleri Skiron, Siniş bir de Prokrustea Skiron, yakaladığı, yolcuya önce ayaklarını yıkatır, sonra onu bir tekmeyle kayalardan aşağı, denize fırlatırdı. Siniş, birini yakaladı mı hemen iki çam ağacını yere eğer, zavallının bir ayağını bir ağaca, bir ayağım da öteki ağaca bağlar, sonra çamları bırakıverirdi. Yolcu hemen parçalanırdı tabii. Prokrustes’in adam öldürmesi ise başka türlüydü. Demirden bir yatağı vardı bu soyguncumun. Yakaladığı yolcuyu o yatağa yatırır, adamcağızın boyu kısaysa kollarından bacaklarından çeke çeke uzatır, işkenceyle canım alırdı. Adamın başıyla bacakları yataktan taşıyorsa, kılıcıyla ‘‘fazlalıkları’’ doğrardı. Yatakla tıpatıp aynı boyda olan birine rastlayıp rastlamadığı bilinmiyor.
Theseus, yoluna çıkan bütün soyguncuları Öldürdü. Skiron’a ayaklarını yıkattı, sonra bir tekmeyle uçurumdan aşağı yuvarladı onu. Sinisi iki çam ağacının arasına gererek paramparça etti. Prokrustes’i de kendi yatağında doğradı. Yunanistan da soygunculardan, haydutlardan temizlenmiş oldu.
Bu kahramanlıklar büyük bir ün sağladı Theseus’a; bütün ülke onun adıyla çalkalanmaya başladı. Delikanlı, Atina’ya vardığı zaman kral Aigeus karşıladı onu. Karşısındakinin kendi oğlu olduğunu bilmeden sarayına çağırdı, bir şölen verdi. Bir yandan da, Theseus’un ününden korkuyor, tahtını elinden alır diye içi içini yiyordu. Medeia da saraydaydı o zamanlar. Korinthos’tan kaçtıktan sonra Atina’ya gelmiş, Aigeus’un gönlünü çelmişti. Büyü yoluyla, Theseus’un kiralın oğlu olduğunu öğrenmişti. Delikanlı, kendisiyle Aigeus’un arasını açar diye çekiniyordu. Gidip kirala, “Bu adamı öldür-sen iyi olacak,” dedi, “belki Şenin yerini almaya kalkar. En iyisi, şölende onu zehirle, kurtul.”
Şölen sırasında Aigeus, içine Şehir damlatılmış bir bardak içki sundu Theseus’a. Theseus, bardağı dudaklarına götüreceği sırada durdu; artık krala, onun oğlu olduğunu göstermenin sırası geldiğini düşünmüş olacak ki kılıcını kınından çekti. Karşısındaki delikanlının kendi oğlu olduğunu anlayan Aigeus, hemen fırlayıp bardağı kaptı onun elinden, içkiyi yere döktü. Sonra. Medeia’yı aradı gökleriyle. Ama Medeia ortalarda yoktu, yine arabasına atladığı gibi kaçmış, bu kere de Asya’ya gitmişti.
Aigeus, Theseus’un kendi öz oğlu olduğunu bildirdi Atinalılara: “Ben Öldükten sonra kiralınız o olacak,” dedi. Halk, böyle yiğit bir delikanlının ileride tahta geçeceğine çok sevindi. Kısa bir süre sonra Theseus, yiğitliğini yeniden göstermek fırsatını buldu.
0 notes
Text
New Post has been published on
Kuşatmada Şehit Düşen Kör Hüseyin Paşa’nın Mücadelesi
Serasker Hüseyin Paşa, İslâm gazilerini savaş düzenine sokturup kalenin karşısına geçti. Kalenin varoşundan ve Hristiyan ordusundan atlı yaya kırk bin gâvur askeri yürüyüp üç kola ayrıldı. Bir kol sağ kanattan, bir kol sol kanattan ve yayalardan meydana gelen üçüncü kol da önden İslâm askerinin yolunu kesmek amacıyla savaş düzenine girdi. Kalabalık yığınlar halinde hemen hücuma geçtiler. Serasker Hüseyin Paşa bütün ağırlığını geri gönderip yüksek sesle Fatiha okudu.
İlerlemek üzereyken Tököly İmre’nin kethüdası geldi. Kendisine uygun bir çözüm çaresi bulup Türkleri geri dönmeye razı etmek görevi verilmişti. Kethüda, Hüseyin Paşaya gelip şöyle dedi: “Eğer ben Padişah tarafından başınıza amir tayin edilmiş olsaydım, savaşmaz geri dönüp giderdim. Siz de lütfedin de bu niyetinizden vazgeçin. Çünkü gâvurlar çok güçlü. Biz, onların dengi değiliz. Yoksa bu iş, utanç verici bir sona varacak.”
Gerçekten din düşmanları sayıca çok üstün ve İslâm askeri ise onlara göre çok az olduğundan, bu öğüt tutulup geri dönüldü. Ağır adımla çekilmeye başlandı. Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa ardçı tayin olundu ve düşman kendisine yetişecek olursa derhal haber yollaması sıkı sıkıya söylendi.
Tam bu sırada Macar askerinden yedi bayrak, yön değiştirerek bin beş yüz kadar savaşçı geri döndü. Alman ordusuna gidip onlarla birleşti. Ve hemen İslâm askeri üstüne yürüdüler. Daha çeyrek saat geçmeden Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa ileriye ulak gönderip, düşmanın ardını kovaladığını ve çok çabuk ilk darbeyi vurmak gerektiğini bildirdi. Aynı anda gâvurlar sağtaraftan Serasker Hüseyin Paşa’nın üstüne yüklendiler. Kaşla göz arasında tüfek tüfeğe, kılıç kılıca öyle zorlu bir savaş oldu ki, tasvir edilemez.
Hüseyin Paşa’yı Cigirin seferinde Hristiyan ordusuna karşı savaşırken görmüş olan birkaç gâvur, kendisini tanıyıp canlı olarak tutsak almak gayesiyle üstüne çullandılar. Bu durumu İslâm gazileri görünce kılıcı keskin ikî yüz zorlu savaşçı, Paşa’nın üstüne köpekler gibi uluyarak saldıran gâvurların karşısına çıkıp hepsini kılıçtan geçirdiler. Bu sefer Paşa’nın yanındakiler, “Efendimiz” dediler; “buradan bir an önce uzaklaşmalıyız; gâvurlar sayıca çok üstündür. Yolumuzu kesip boğazı zapt ederler. Böyle sık ağaçlı bir orman içinde kılıçla döğüş olmaz.” Böyle söyleyip Paşa’yı istesin istemesin zorla çekip uzaklaştırdılar. Boğazı geçip öteki taraftaki Tököly İmre ordusunun yanma vardılar. Orda konakladılar. Üç saat sonra gâvurlar çekinerek boğaza yanaştılar. Orman içinde Müslüman askerinin pusuda olabileceği kaygısıyla boğazı geçmeyip öte tarafta kaldılar. Bu savaşta Müslüman gazileri birkaç şehit ve yaralı verdiler. Ama gâvurlardan yığınla insan kırıldı.
İslâm askerinin ileri gelenleri bir araya gelip durumu tartıştılar. Sonra Serasker Hüseyin Paşa bir mektup yazdırdı. Mektup, Eğri çavuşlar kethüdası ve adı olan Tököly İmre’nin Macar subaylarından biriyle Viyana önündeki Sadrazama gönderildi. Bu mektupta şunlar yazılıydı: “Yanıma verilmiş İslâm askeri az olduğundan ve dîn düşmanları ise sayıca çok üstün bulunduğundan, Tököly İmre’nin durumu ve onun Macar askerinin ihanet edip kaçmasından, bunların Devlet-i Aliyye’ye sadakatsizliklerinden ötürü, başarılı bir savaş düşünülemez. Bu kadar az bir kuvvetle, sayı bakımından kat kat üstün din düşmanlarına karşı etkili bir direnmeye girişmek de imkânsızdır. Dileğimiz, bize hiç değilse savaş gücü yerinde on bin İslâm askeriyle, bir o kadar sayıda Tatar askeri göndermenizdir.
Bize saldırmış olan Almanlar karşımızdaki bir ordugâha çekilmişlerdir. Boğazın başında bizi beklemektedirler. Yakalanan tutsakların anlattığına göre, Deli Kapıdan denilen bir Alman kumandanı yardıma gelmiş böylece düşman beş bini yaya, yedi bini zırhlı süvari olmak üzere on iki bin Alman gâvuruyla desteklenmiştir. Niyetleri, Komorn adasında duran atlı yaya otuz bin Alman ve Macar askeriyle birleşip üzerimize saldırmaktır.
0 notes
Photo
Tumblr media
Troyadan Efsanelerle Yer Altına İniş
Kartaca’dari Heaperla’nın batısına olan yolculuk kolay geçti. Yalnız İçlerinden Palinoros boğularak öldü.
Bakıcı Heienos, Aineias’a. “Hesperia’ya ayak basar basmaz Kyme’li Sibylle’yi bul. Akıllı bir kadındır. Sana geleceği söyler,” demişti. Troia’lı kahraman, Helenos’un dediği gibi yaptı. Karaya ayak basar basmaz gidip Sibylle’yi buldu. Sibylle, “Geleceği öğrenmek için yeraltına inmen gerekiyor,” dedi. “Orada, atlattığınız büyük fırtınadan önce ölen baban Ankhises’in ruhunu bulacaksın. O, sana öğrenmek İstediğin şeyleri söyler.”
Ankhises’in oğlu, Trolalı kolaydır Avemus gölünden inmek, Gece gündüz açık durur kapılan Hades’in, Ama çıkmak için yeryüzüne yeniden. Başına neler gelir, bilemezsin.
Aineias İsterse, Sibylle onunla birlikte Hades’e inecekti. Ama daha önce Troia’lının altın bir dal bulması gerekiyordu; o olmadan yeraltına giremezlerdi.
Ankhises’in oğlu, babasının ruhuyla konuşabilmek için her şeyi yapmaya razıydı. Yanına arkadaşı. Akhates’i alarak altın dalı bulmaya çıktı. Bir süre umutsuzluk içinde dolaştılar. Derken Aphrodite’nin kumrularından ikisi belirdi önlerinde. Troia’lılan arkalarından sürükleyerek küçük bir koruya götürdüler. Korudaki ağaçlardan biri altın gibi parıldıyordu uzaktan, Aineias ile arkadaşı, yaklaşınca dalların som altından olduğunu gördüler. Birini koparıp hemen Sibylle’nin yanma döndü Aineias. Korkunç yolculuğu bir an önce yapıp bitirmek istiyordu.
Başka kahramanlar da Hades’e inmişti. Odysseus, hortlakları görünce biraz ürpermişti; ama Herakles’in, Orpheua’un, Polluks’un kılları bile kıpırdamamıştı. Psykhe bile inmişti yeraltına. Geri dönenlerin anlattıklarına bakılırsa, Hades pek öyle sanıldığı kadar korkunç bir yer değildi.
Ama bir kere de Aineias’a sormalı. Troialı kahramanın bacakları korkudan birbirine dolaştı. Akla gelebilecek ne kadar tehlike, ne kadar garip yaratık varsa hepsi Hades’te toplanmıştı. Neyse, hiçbiri Aineias’a bir şey yapmadı.
Kısa sayılmayacak bir yolculuktan sonra Akheron’un Kokytos’la birleştiği yere vardılar. Kıyıda binlerce ölü bekliyordu. Hep bir ağızdan, kayıkçı Kharon’a yalvarıyor, kendilerini karşıya geçirmesini söylüyorlardı. Kharon, içlerinden bazılarını alıyordu kayığına; bazılarını da kıyıda bırakıyordu. Kıyıda kalanlar, gerektiği gibi gömülmeyenlerdi. Hades’e girmeden önce tam yüz yıl acı içinde dolaşıp durmaları gerekiyordu.
Kharon, az kalsın iki canlıyı da kayığına almayacaktı. “Ben yalnız ölüleri geçiririm karşıya, dirileri değil.” dedi. Ama altın dalı görünce kayığıyla onları karşı kıyıya, Hades’e götürdü. Orada üç başlı, ejder kuyruklu köpek çıktı karşılarına. Sibylle, Psykhe’nin yapmış olduğu şeyi yaparak Kerberos’a yemek verdi. Üç başlı canavar da Aineias ile kılavuzuna dokunmadı.
İki ölümlü, Tas Tarlalarına varmışlardı artık. Orada, aşk yüzünden kendilerini öldürmüş insanlar oturuyordu. Aineias, ölüler arasında Dido’yu gördü. Hemen yanma koştu onun; ağlayarak, “İsteyerek bırakmadım seni, Zeus’un buyruğuyla bıraktım,” dedi. Dido, mermer bir heykel kadar sessizdi. Ağzını açıp tek kelime söylemedi eski sevgilisine.
Yas Tarlaları’nda pek kalamadılar. Yapılacak İşleri vardı daha. Bir süre yürüdükten sonra iniltiler, çığlıklar, haykırışlar geliyordu. Aineias’ın korktuğunu gören Sibylle, “Korkma.” dedi, “elindeki dalı ver bana.” Altın dalı alıp yolun başlangıcındaki duvara astı. Artık kimse bir şey yapamazdı kendilerine. “Bu yolun sonunda Rhadamanthys vardır,” dedi Sibylle. “Yaşarken kötülük yapmış olan ölüleri yargılar. Sağdaki yol ise Elysion kırlarına gider. Orada oturanlar, iyi kişilerdir. Biz oraya gideceğiz. Baban, Elysion kırlarında..”
Ankhises’i bulmak zor olmadı. Baba-oğul kucaklaşıp öpüştüler, geçmiş günleri konuştular. Aineias, “Buraya senden geleceği, öğrenmek için geldim,” dedi babasına. “öyleyse Lethe’ye gidelim,’’ dedi Ankhises. Sonra oğlunu Unutuluş ırmağının kıyılarına götürdü önce ırmağın suyundan içirdi Aineias’a, sonra, “Geleceğin çok parlak dedi, yeni bir şehir kuracaksın. Bu şehir, zamanla büyük bir ülke olacak. Bütün düşmanlarını yenip arkadaşlarını başarıya ulaştıracaksın, öldükten sonra yeryüzünde saygıyla anılacak adın…”
Oğluna, ileride ne yapması gerektiğini söyledi; ırmağın sularında neler gördüğünü anlattı. Ayrılma zamanı gelince, baba-oğul sevinçle kucaklaştılar. Simdi ayrılacaklardı, ama ne çıkar. Bir süre sonra Elysion kırlarında birbirlerine kavuşacaklardı ya. Aineias, Sibylle’yle yeryüzüne çıktı yine. Hemen gidip arkadaşlarını buldu. Ertesi sabah, yelken açıp yeni ülkelerini aramaya başladılar.
0 notes
Text
New Post has been published on
Viyana Kuşatması Günlüğünün Arka Yüzü
Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa almış olduğu buyruk uyarınca, yanına verilmiş altı bin İslâm gazisiyle Yanık önünde orduyu hümayundan ayrılıp Orta Macar Kıralı Tököly İmre’ye gitmek üzere yola çıktı. Tuna’yı Gran köprüsünden geçip Ciğerde-len palankasına vardı. Burada üç gün dinlendi. Dördüncü gün yola çıkıp iki gün sonra Uyvar kalesi önüne vardı. Burada Tököly İmre’nin on bin Macar askeriyle Leva kalesi önünde olduğunu öğrenince, ertesi gün tekrar yola çıkıp 29 Temmuzda ikindi üzeri Leva kalesi önüne geldi. Tököly İmre ordusunun karşısında konakladı.
Ertesi gün savaş meclisi kuruldu ve Leva kalesi kumandanına bir elçi gönderilerek kalenin teslimi istendi. Kale silah zoruyla alınacak olursa, içindekilerin toptan kılıçtan geçirileceği bildirildi. Kale kumandanı ise şu haberi yolladı: “Viyana kalesi kimde ise biz ona bağlıyız. Teslim olmayı kabul ediyoruz, gelin kaleye asker koyun. Eğer Viyana fethedilirse, ne güzel. O zaman kale de bütün ülke de sizin olur. Allah mübarek etsin. Ancak bunun tersi olursa, o zaman da Kayzerimiz nasıl olsa sizin kaleye koyacağınız askeri yok eder.” Bu söz akla yakın görüldü ve tekrar yola devam edildi.
Aynı ayın 31 İnci günü asker Nitra kalesi önüne varıp orda konakladı. Nitra kumandanı da tıpkı Leva kumandanı gibi haber gönderdi. Böylece ordan da yola çıkıldı. Waag suyu üzerine köprü kurularak öte yaka ya geçildi ve Ağustosun 2sinde Sered kalesi önünde konaklandı.
Burası da öncekiler gibi cevap verdi Şimdiye kadar bütün kalelerin, palankaların, bölgede ki köy ve kasabaların halkı hep boyun eğmişti. Ancak Vİyana’ya bağlı olduklarını da bildirmişlerdi. Kalelerin, palankaların, köy ve kasabaların ileri gelenleri Komorn adasında Tököly İmre’ye elçilerini yollayıp bağlılıklarını belirttiler. “Bize mutlaka Türk muhafız kıtalar yollamalısın, ancak bu suretle kadınlarımızdan, çocuklarımızdan, mal ve erzakımızdan yana güven içinde oluruz” dediler. Fakat Hüseyin Paşa bunlara güvenmedi.
Burdan da kalkılıp Tırnova adlı büyük şehrin önüne varıldı ve hemen kıyısında konaklandı. Pressburg kalesine bağlı ne kadar köy varsa yakıldı. Fakat bu bölgenin köylüleri kaçıp Slovakya dağlarındaki sarp kalelere sığınınca, Tököly İmre yok edilmelerine razı olmadı. “Eğer Viyana kalesi müslümanlarm yenilmez avucuna düşerse, bu insanlar bizim uyruğumuza geçe’ çeklerdir. O zaman da bunlardan Padişah için yüklüce vergi almak mümkün olacaktır” dedi. Ama yine de bunlardan ele geçenleri kılıçtan kurtulamadılar.
Bu yerden de yola devam edilip 9 Ağustosta Pressburg kalesine dört saat uzaklıkta bir yerde konaklandı. Serasker Hüseyin Paşa, Abdullah Ağa’nın yanma serhat askerinden ve Tököly İmre Macarlarından bir miktar adam verip Pressburg kalesi kumandanına yolladı. Fakat Padişaha boyun eğme teklifine bu kumandan top, tüfek ve kılıçla karşılık verdi; üstelik askerini dışarı çıkarıp savaşa tutuştu. Cesur serhat askerleri bunlara göz açtırmayıp üzerlerine yüklendiler. Bir kısmını kırdılar. Geri kalanlar kaleye kaçıp oraya kapandılar.
Kalenin iki büyük varoşu ateşe verildi, evleri yağma edilip yıkıldı. Getirilen tutsaklar şunları söylediler: “Bir ordu kumandanı Viyana kalesinin karşısında bulunan Alman askerinden atlı yaya otuz bin kişilik tabur düzüp Pressburg kalesinin yakınlarına geldi ve orda konakladı. Kale kumandanı bu ordunun kumandanına ulak yollatıp şöyle şikâyet etti: Türk askeriyle Tököly İmre üzerimize geldi. Bizden kaleyi teslim etmemizi istiyorlar. Ne yapmamız gerekir? Şu anda Türklerin asıl ordusu Kayzerin başkenti Viyana kalesini kuşatmış bulunuyor. İçindekiler umutsuz ve çaresiz kalmışlardır.
Eğer Viyana silah zoruyla alınır ise, o zaman bizim de teslim olmamız mı gerekir? Gerekmezse imdadımıza yetişin. Ordunun kumandanı da şöyle karşılık verdi: Türk ve Macar askerinin gelip sizden kaleyi istediklerini işittik. Dayanın ve sakın kaleyi teslime kalkışmayın. Hemen imdadınıza koşacak durumdayız. İşte bu haber geldiği için size kaleyi vermedik.” Bunlar öğrenildikten sonra tutsaklar öldürüldü.
Hüseyin Paşa bu haberi alır almaz hemen hareket edip, Pressburg kalesinden iki saat uzaklıkta Tuna kıyısına geldi ve orda konakladı. Hemen arkasından da Tököly İmre’nin bir casusu gelip, gâvur ordusunun kalenin arkasına vardığını ve orda konakladığını bildirdi. Tököly’nin kendisi de Hüseyin Paşa’ya bir adam gönderip şöyle haber yolladı: “Gâvur güçlüdür, onlarla baş edemeyiz. Ben kendi askerime güvenemem.
Serasker Hüseyin Paşa ve Varat Beylerbeyi Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa ve alay beyleriyle serhat askerinin pirleri bir araya gelip şöyle karara vardılar: Bu şimdiye dek ne gâvur ordusuyla, ne de bir kaleyle savaşa tutuşmadık. Padişahımızın vekili, kaleyi ve gâvur ordusunu daha görmeden savaşmadan niçin geri döndünüz diye sorarsa, kendimizi haklı çıkaramayız, başımızdan korkarız. Zira böyle bir durumda bizim boynumuzu vurdurtur. Savaşmadan geri dönmemiz İmkânsızdır.”
Tököly imre tekrar haber yollattı: “Ben bu Hristiyan ordusuna karşı çıkamam, çünkü benim askerim onların din kardeşidir. Savaşa girişilirse o tarafa geçecekler, bize dönüp savaşacaklardır. Siz ise, sayıca çok azsınız. Hepimizi yere sererler. İşte düşman, işte siz! Onlara karşı koyabilirseniz, buyurun çıkın!”
Kırat böyle deyip askerini alarak geri çekilmeye başladı. Böyle bir davranış bu gâvurun Sadrazamın huzurunda söylediği lafların ve ettiği gevezeliklerin tam tersiydi. Bu şekilde ihanetine daha sonra çok daha acı biçimde pişman olacağını şimdiden göstermiş oluyordu.
0 notes
Text
New Post has been published on
Viyana Kuşatması Günlüğü Ağustos Ayından Notlar
Öğleden önce gâvurlar Arslan Mehmed Paşa kolunda serdengeçtilere karşı bir baskın yaptılar. Buradaki kavga top, tüfek, humbara ve taşla kızışmış olduğu sırada, gâvurlar lağımın karşısında bulunan taraftaki serdengeçtilerin üzerine de saldırdılar. Fakat burada hazır bekleyen gaziler bütün gayretleriyle gâvurları karşıladılar. O saat düşmandan alınan dört kelle Sadrazamın huzuruna getirildi ve getirenlere zengin armağanlar verildi.
Devletlû Sadrazam sağ kanattaki Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunun metrislerini ziyaret etti. Burada bir süre kaldı. Daha sonra yeniçeri ağası kolunda Çavuşbaşının tabyasına gitti. Burada galeriyi gözden geçirdikten sonra dış hatlarda bulunan kendi tabyasına dönerek orda kaldı.
Güneş doğmasından bir saat önce tabyanın ortasında iki lağım patlatıldı. Biri on beş, ötekisi yirmi beş kantar barutla hazırlanmıştı. Güneş batıncaya kadar zorlu savaşlar yapıldı. Bu noktada dört bayrak yeniçeri geceleyin metrislendi.
Rumeli kolunda da daha önce lağım patlatılmış bulunan yerde zorlu savaş oldu. Burada da üç sıçan yolunun yapımına başlandı. Birinin yapımını sipahi serdengeçtileri, ikisininkini timarlı serdengeçtileri üzerlerine aldılar. Adım adım ilerlemeye koyuldular.
Bugün ayrıca Ulak Çelebi posta atıyla gönderildi. Oyvar Beylerbeyi Hocazade Arnavut Paşaya derhal orduyu hümayuna katılması için sıkı bir emir gitti.
19 Ağustos Perşembe
Sıçan yolları içinde çalışmalar durmadan ilerlerken, gâvurlar, öğleden önce bir püskürme lağım patlattılar. Kimseye zarar vermedi. Birkaç kişi toprak altında kalıp yaralandı, ama hiç birinde tehlikeli bir hal olmadı.
Öğle namazından sonra Zağarcı kolunda bir lağım patlatıldı. Ordaki gâvurların ordaki şarampolleri ve domuz damları çöktü, içinde bulunan sefil mel’unlar toprak yığını altında kalıp yok oldular. Bu koldaki metrisler de kale duvarına bitişik bulunan tabyaya gelip dayandılar.
Batthyânyi’nin Sadrazama yolladığı hediyeler geldi. Her ne kadar ağalardan ve çavuşlardan birçoğu Selâm Ağalığına istekli ve bunların içinde işe yarar pek çok kimse bulunmakta ise de Sadrazam hiç birini incitmemek için kendi Çadırcıbaşısı Yaren Mehmed Ağa’yı adı geçen göreve, tayini etti. Kendisine, hilat giydirildi.
Birkaç hristiyan arabacı yüz kadar öküzü Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunun arkasından sessizce geçirip kaledeki gâvurlara satmışlar. Hepsi yakalandı ve adam başı üç yüzer sopa vuruldu.
Deli Bekir Paşâ yer altından tabyanın altına varmak üzereydi. Vezir Ahmed Paşa kolunda da aynı şekilde yer altından tabyanın altına varmağa büyük bir gayretle çalışılıyordu. Bu gece orta koldaki serdengeçtiler bir hayli ilerlediler. Oradaki tabyanın bugüne kadar öçte ikisi ele geçirilmiş bulunuyordu. Geri kalan kısmında ise pek fazla gâvur kalmamıştı.
20 Ağustos Cuma
Sadrazam, kuşluk vakti Deli Bekir Paşa kolunu ziyaret etti ve sonra dış hatlardaki kendi tabyasına gitti.
Daha önce Padişaha gönderilmiş bulunan Ömer Bey bugün dönüp geldi. Kendisiyle birlikte Kızlar Ağasının ulağı olarak baltacısı Seyyid Abdülkerim Çelebi de geldi. Sadrazamın eteğini öpüp Valde Suttan Hazretlerinin Edirne’de dünyadan göçerek İstanbul’da kendisi tarafından yaptırılmış cami’nin türbesine defnedilmiş olduğu haberini getirdi. Ayrıca şevketli Padişahımızın ölen Küçük Haşan Paşa  öten Kethüda Ahmed Ağa’nın İstanbul’da bulunan mülklerini devlet malı yaptırdığını da bildirdi. Kızlar Ağasının armağanı olarak altın bir kılıçla elmas kaplı bir hançeri Sadrazama sundu.
Erdel Kiralından bir ulak geldi. Sadrazam tarafından kabul edildi ve eteğini öpebilmek şerefine erişti. Divan tercümanıyla daha başka üç kişiye üç orta derecede ve bir küçük hilat giydirildi.
Zağarcı kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını içinde bulunan bütün melunlarla birlikte toprağın altına gömdü.
Kiralın pazar günü gelerek Sadrazamın eteğini öpmesi kararlaştırılmış olduğundan kendisine bu yolda haber gönderildi.
21 Ağustos Cumartesi
Seher vakti Vezir Ahmed Paşa kolunda araziyi açmak için bir püskürme lağım patlatıldı, hayli yararlı oldu. Kaledeki düşmanlara ekmek satan üç Ermeni fırıncı yakalandı ve her birine üç yüzer sopa vuruldu. Ayrıca barut hazırlamakla görevlendirilmiş birkaç timarlı sipahiye hizmetlerinde gösterdikleri ihmalden ötürü yüz ellişer sopa vuruldu.
2 notes · View notes
Photo
Tumblr media
Önemli Görülmeyen Mitoloji Öyküleri: Erysikhton ve Pomona ile Vertumnus
Erysikhton, toprak ana Demeter’in korusunda bulunan en yüksek meşe ağacım keserek suç işlemiş biriydi. Adamları, meşeye dokunmamasını söylemişlerdi ona. Erysikhton; bu akıllıca sözlere kulak bile aşmamış, baltayı kapıp ağacın gövdesine indirmişti. Hemen kan fışkırmıştı baltanın değdiği yerden. Kabukların arasından gelen bir ses, “Beni kesersen Demeter seni cezalandırır,” diye bağırmıştı. Erysikhton yine aldırmamış, çevresinde orman perilerinin dansettiği meşeyi tek başına kesmişti.
Bunu gören orman perileri, Demeter’e ağacının kesildiğini haber verdiler. Öfkeden kanı beynine çıkan tanrıça, “Kim kesti?” diye gürledi.
“Erysikhton.”
“Onu öyle bir cezalandıracağım ki… Herkes görüp öğrensin bakalım, benim ağacımı – kesmek ne demekmiş!”
Sonra, Kıtlık’ın yaşadığı karanlık ülkeye koştu. “Aman,” dedi, “şu adama öyle bir oyun et ki ömrü boyunca doymak bilmesin.”
Kıtlık, tanrıçanın sözünü tutarak Erysikhton’un evine gitti Erysikhton uykudaydı. Kıtlık, cılız kollarına aldı onu, adamcağızın midesine açlık ekti.
İşte ne olduysa o anda oldu. Erysikhton uyanarak bağırıp çağırmaya başladı. “Karnım acıktı, yemek getirin, .çabuk!” diye haykırıyordu. Adamları hemen yemek yetiştirdiler ona; ama efendileri. Doymak bilmiyor, yedikçe yiyordu. Daha ağzına attığı lokma boğazından kayarken yine acıktığını söylüyordu.
Günlerce sürüp gitti bu durum. Erysikhton, nesi var nesi yoksa satıp karnım doyurdu. Daha doğrusu, doyurmaya çalıştı. Sonunda satacak eşyası kalmayınca, kızını elden çıkarmaya karar verdi. Zor olmadı bu, kızı güzeldi; hemen bir alıcı çıktı.
Zavallı kız, kendisini satın alan adamın arkasından gemiye giderken, tutsaklıktan kurtulmak için Poseidon’a yalvardı. Deniz tanrısı, yalvarışı duyup bir balıkçı yapıverdi onu. O kadar para döküp güzel bir tutsak alan adamcağız, arkasına dönüp de bakınca kıyıda bir balıkçıdan başka kimseyi göremedi. “Burada bir kız vardı demin. Gördün mü?” diye sordu. “işte bak, ayak izleri duruyor kumda.”
Balıkçı, “Deniz tanrısı üstüne yemin ederim ki, sizden başka kimseyi görmedim ben,” diye cevap verdi. Çıldıracağım sanan adamcağız, gemisine binip denize açılınca, Erysikhton’un kızı eski biçimini alıp eve döndü.
Bu olaydan sonra Erysikhton, kızını üst üste sattı. Kız her keresinde ya at, ya kuş, ya da başka bir şey olup kurtuluyordu.
Sonunda kızından elde ettiği parayla da doymaz oldu Erysikhtön, kendi gövdesini yiyerek öldü.
Pomona İle Vertumnus
Bu iki sevgiliye Yunan mitologyasmda değil, Roma mitologyasında rastlanır. Pomona bir nympheydi; ama öteki nymphelere benzemezdi. Ormanlardan, korulardan hoşlanmazdı hiç. Sadece, meyveleri, meyve bahçelerini sever, gününü bahçıvanlıkla geçirirdi. Evlenmeyi aklından bile geçirmiyordu. Güzeldi güzel olmasına, üstelik becerikliydi. İyi bir ev kadını olabilirdi, ama erkeklerden kaçıyordu.
Yakışıklı bir delikanlı olan Vertumnus, Pomona’yı seviyordu. Ne yapsın zavallıcık, kılık değiştirip dişi bahçıvanın karşısına çıktı. Çirkin bir çoban kılığına girip nympheye bir sepet meyve götürdü. Bir süre sonra da başka bir kılıkta ziyaret etti sevgilisini.
Vertumnus artık alışmıştı. Aşağı yukarı her gün başka başka biçimlerde Pomona’nın yanma gidiyordu. Biraz konuşup ayrılıyorlardı, ama aşktan yüreği yanan delikanlı, yeterli bulmuyordu bunu.
Sonunda yaşlı bir kadın kılığına girdi. Böylece, nymphernin kendisine daha yakınlık göstereceğini umuyordu. Umduğu gibi de çıktı. Pomona daha rahat konuştu onunla. “Ne güzel meyveler getirmişsin,” dedi. “Aman kızım,” dedi Vertumnus, “senin güzelliğin yanında bunlar ne ki? Gel de seni öpeyim bir kere.”
Sonra, kendisinin kim olduğunu bilmeyen kızcağızı öpmeye başladı, öptükçe öptü, öptükçe öptü, öpüşlerinin biçimi de değişti gitgide. Pomona baktı ki yaşlı kadının öpüşleri kendi bildiği gibi değil, kuşkulandı. Vertumnus’un kollarından kurtulup birkaç adım uzaklaştı.
Vertumnus, “Bana bak,” dedi, “şu meyve ağacını görüyorsun ya… Meyvesiz ne işe yarar bu ağaç? Sen öylesin işte. Tek başına yaşamak istiyorsun. Şimdi dinle beni. Vertumnus seni seviyor. Senden başkasına bakmıyor bile. O da usta bir bahçıvan. Sonra Venüs, evlenmeyenlerden, sevmeyenlerden hiç hoşlanmaz. Bakarsın taşa çeviriverir seni.”
Sonra üstündeki kadın elbiselerini çıkarıp attı. Karşısındakinin tığ gribi bir delikanlı olduğunu gören Pomona şaşırdı kaldı. Ne de güzel konuşmuştu delikanlı, bakarsın Venüs sahiden taşa çeviriverirdi adamı. Eh, öyleyse… O günden sonra ikisi el ele verip çeşit çeşit meyveler yetiştirdiler.
0 notes