insaniduygular-blog
insaniduygular-blog
insani duygular
178 posts
Çünkü ben yazmak için doğmuşum.
Don't wanna be here? Send us removal request.
insaniduygular-blog · 10 years ago
Text
Barış Atay ve Funda Eryiğit ile bugün gösterime giren “Eksik” üzerine
Yaşanan sansür olayları nedeniyle “Ulusal Yarışma” bölümü iptal edilen 34. İstanbul Film Festivali’nde prömiyerini yapmaya hazırlanırken, yaşanan olaylar sonrasında geri çekilme kararı alan tüm yarışma filmlerinden biri olan Eksik bugün vizyona girdi. Yönetmeni Barış Atay ve başrol oyuncularından Funda Eryiğit, 1980 darbesinin etkilediği bir ailenin hikayesini konu alan filmin, ajitasyondan uzak bir yerde durduğunu ve bir propaganda filmi olmadığını söylüyor. Röp Doğukan Güvercin
İnsanların filmi bir sanat yapıtından ziyade siyasi obje olarak değerlendirmesi sizi üzer mi? Politik filmlerle ilgili böyle yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Barış Atay: Hayır üzmez, sadece yanlış değerlendirildiğini düşünürüm ama bunu kendi filmim açısından söylüyorum. Bir film siyasi obje olması amacıyla da çekilmiş olabilir. Propaganda filmleri var buna örnek olarak ama Eksik bu türün dışında sayılır diye düşünüyorum.
Funda Eryiğit: Eksik’te hikayenin derdi bir dönemin siyasetinin yarattığı bir sancıdan doğuyor, dolayısıyla politik bir iddiası var bence. Sonbahar, Duvar, Açlık, Kanlı Pazar ve hatta Chaplin’in Modern Zamanlar’ı ya da şu an aklıma gelmeyen başka bir çok politik film örnekleri var. Bu filmleri bir siyasi obje olarak değerlendirebilir miyiz? Ya da propaganda yaptıklarını söyleyebilir miyiz? Bence hayır. Neye inanmamız gerektiğini, nasıl düşünmemiz gerektiğini söyleyen yapıtlar objeleşmeye, bir ideolojinin ya da siyasi sistemin malzemesi haline gelmeye açık olurlar. Eksik’in böyle bir film olduğunu düşünseydim oynamazdım.
Röportajın tamamı Bant Mag.’in Mayıs sayısında yayınlanacak. Bir kısmını ise hemen şimdi buradan okuyabilirsiniz!
0 notes
insaniduygular-blog · 10 years ago
Text
Bant Mag. No:38’den // Mert Fırat ve İlksen Başarır ile: Bir Varmış Bir Yokmuş üzerin
Başka Dilde Aşk’tan bu yana beraber ürettikleri işlerle Türkiye sinemasının dikkat çeken isimlerinden olan yönetmen İlksen Başarır ve oyuncu/senarist Mert Fırat’la bir araya geldik ve bu ay gösterime giren son filmleri Bir Varmış Bir Yokmuş’u konuştuk...
İşitme engelli Onur ve bir çağrı merkezinde çalışan Zeynep'in "konuşmadan anlaşmak" üzerine kurulu hikâyesiyle başladı her şey... Çok az salonda vizyona girse de hatırı sayılır bir gişe başarısı elde eden Başka Dilde Aşk, jenerasyonumuzun en bilinen ve beğenilen yönetmen–oyuncu ilişkisini de seyirciye sundu aynı zamanda.
Ensest meselesine sert ve dolaysız yaklaşımıyla dikkat çeken Atlıkarınca ve erkeğin şiddet diline odaklanan Erkek Tarafı Testosteron sonrası bu defa doğrudan kadın erkek ilişkisine dokunuyor İlksen Başarır ve Mert Fırat. Bir rock solisti olan Ozan ile anaokulu öğretmeni Nehir'in korkularıyla ve kendileriyle yüzleşme hikâyeleri, Bir Varmış Bir Yokmuş.
6 Mart'ta vizyona girecek olan film, fragmanı ve Bubituzak'ın yazıp Mert Fırat'ın seslendirdiği şarkılarıyla bir "aşk filmi”nden fazlası olduğunu şimdiden ortaya koymuş durumda. Biz de hem filmin ortaya çıkış sürecini anlamak hem de hikâyenin yaşadığımız hayata paralel yönlerini konuşmak üzere bir araya geldik Mert Fırat ve İlksen Başarır’la. Onlar anlattı, biz dinledik!
Röportaj için: http://www.bantmag.com/magazine/issue/post/38/489 
0 notes
insaniduygular-blog · 10 years ago
Text
Şairane bir başyapıt: "Gök Nerede"
Fotoğraf: Aytekin Yalçın
Müziğin seyrini değiştiren insanların yapıtlarına kendisiyle aynı dönemde şahit olmak büyük keyif. Ciddi bir heyecan ve merak barındıran bekleme süreci, daha sonra yapıtla karşılaşma ve ona dair kişisel kanılara varma.. Yalnızca iki albümle alternatif popu farklı bir boyuta taşıyan, sağlamlaştırdığı bu yeni yolda yıldızlaşan ve her yaptığı işi merakla bekleten bir isim Mabel Matiz. Özellikle ikinci albümü Yaşım Çocuk ile hem ilk albümünde yarattığı kitleyi doyurmuş, hem de çok daha büyük bir kitleyi müziğiyle kesiştirmeyi başarmıştı. Yaşım Çocuk, şüphesiz ki geçtiğimiz on sene içinde müziğimizin başına gelen en güzel şeylerden biriydi ve bu sebeple Mabel'in üçüncü albümünü beklemek çok daha heyecanlı bir hâl almıştı. Yaptığı müziği en başından itibaren takip eden biri olarak albümün i-Tunes'da yayınlanmasını takiben biraz tedirgince satın alıp dinlemeye başladım "Gök Nerede"yi. Şarkıları dinledikten hemen sonra albümle ilgili bir yazı kaleme istedim ancak böyle bir yazı yazmadan önce şarkıların tamamına hakim olmanın çok daha doğru olacağını düşündüm.  Albümün ilk teklisi "Gel" albüm yayınlanmadan bir gün önce çeşitli mecralarda duyurulmuş ve şarkıyı dinleme imkânı sunulmuştu. Şarkıyı dinler dinlemez önceki albümün çıkış teklisi Zor Değil ile istemsiz bir kıyas isteği duydum ve "Gök Nerede"nin "Yaşım Çocuk" keskinliğinden uzak bir albüm olduğunu düşündüm. Şarkı bana Sezen Aksu'yu hatırlattı ama bu Yıllar Saçlarına'daki gibi bir durum değil elbette, sanki bir Sezen Aksu şarkısı dinliyormuş gibi oldum. Hâlâ aynı duygular içinde dinlediğim şarkı -diğer şarkıları da dinledikten sonra anlıyorum ki- çıkış için çok doğru bir seçim ve muazzam bir çalışma. Şarkı şimdiden hit olmuş durumda. Açılış şarkısı Tuzla Buz ruhen önceki albümün açılış şarkısı Krallar'ı hatırlatır gibi ve en az onun kadar dolu, güzel bir şarkı. Albümdeki şarkıların aranjmanları beklendiği üzere Can Güngör tarafından yapıldı ve dinledikçe kavrayacaksınız önceki albümü çokça aşan bir sound söz konusu. Mabel'in Kars'ta yazdığı Sarışın albümün en başarılı çalışmalarından biri ve şarkıya muhakkak klip geleceğini düşünüyorum. "Gök Nerede"nin şarkı olarak tek coverı Nazan Öncel'in kariyerinde epey büyük önem taşıyan, ilk büyük albümüne de ismini veren Bir Hadise Var. Şarkıyı Nazan Öncel'den dinlemeye alışkın olan kesim bu coverı beğeniyle karşılayacaktır bana göre çünkü Nazan Öncel şarkılarını Mabel'den dinlemeye alışkınız ve Mabel cover konusunda oldukça başarılı. Başka bir şarkıcıya kendi şarkısını emanet ettiğinde şarkının her sürecinde bulunmasıyla bilinen Nazan Öncel de Mabel'in bu yorumunu oldukça beğenmiş durumda. Bunun dışında bir de adaptasyon var: Vals. Evgeny Grinko'nun en ünlü bestesinde Mabel'in sözleri ve yorumunu duymak değişik bir deneyim. Üstelik şarkının piyano kayıtlarını da besteci yapmışken! Rock and roll ruhunu yaşatan Atlar Yoruldu, şarkıları dinledikten hemen sonra albüm içinde şahsi favorim hâline geldi. Sözler, ahenk ve müzik şahane. Bir diğer favorim ise bu şarkıdan hemen sonra çalmaya başlayan Fena Halde Bela. Fena Halde Bela'nın introsunu duyunca "Ben bu müziği bir yerden hatırlıyorum" diyenlere şarkının Barış Manço - Ahmet Beyin Ceketi eserinden sample içerdiğini de belirteyim. Alaimisema ruhunda olan Fena Halde Bela kesinlikle albümün en başarılı işlerinden.  Daha önceden bildiğimiz iki şarkının albümde olacağını sosyal medya üzerinden duyurmuştu Mabel: Dört Duvar ve Geziyorum Dünya İşte. Özellikle Dört Duvar'ı albümdeki aranje ile dinlemek çok güzel. Geziyorum Dünya İşte ise hemen hemen canlı kayıtlarda duyduğumuz altyapıya sahip. Albüme ismini veren Gök Nerede, Kaba Kağıt ve Pullarımı Gömdüğüm Deniz albümün karanlık üç kolu. Kaba Kağıt altyapı olarak Atlar Yoruldu'nun biraz daha koyu hâli ve Mabel'in aranjesine katkıda bulunduğu iki şarkıdan biri. Diğeri ise Ahu. Nakaratında Göksel'in back vokallerini de duyduğumuz Ahu'yu bir balad olarak beklesem de çok kolay sevip, alıştım. Mabel'in de söylediği gibi doksanlar ruhunu yansıtan, başarılı bir çalışma olmuş. Ah Bu Sefer, Yarım Kalan Şarkı ve son olarak Denize Doğru bize gösteriyor ki Mabel ve Göksel hem söz, hem de ses olarak müzik piyasasında birbirine en çok yakışan ikili. Bütün şarkılardan bahsetme isteğimle birlikte, Adını Sen Koy'u en sona sakladım çünkü albümü sindirdiğim şu günlerde taze favorim kendisi. Giriş müziğiyle Sahilde Bir Sarhoş'u hatırlatan ama karakter olarak ondan çok farklı bir şarkı olan Adını Sen Koy, sözleri ve müziğiyle uzaklara götüren naif bir şarkı ve umarak söylüyorum ki zamanla albümde sıyrılan teklilerden birine dönüşecektir. Sonuç olarak albümü dinlemeden önceki kaygımın yersiz olduğuna sevindim. Yaşım Çocuk'tan farklı yerde duran, en az onun kadar başarılı hatta sound olarak onu da aşan bir albüm var elimizde. Şarkılardaki her kelam bize anlatıyor ki upuzun, yorucu ve emek dolu bir süreçten geçmiş albüm. Mabel'in albümün sürecini paylaştığı blog da bunun delili! Artık şundan emin olabiliriz: Mabel Matiz müziğimizin içinde bulunduğu dönemin en büyük ozanlarından biri, albümlerinde yer alan her şarkıya aynı derecede önem veren değerli bir müzisyen ve Gök Nerede şairane bir başyapıt!
0 notes
insaniduygular-blog · 10 years ago
Text
Bant Mag. No:37’den // Erzincan dağlarında bir medea: Nesrin Cavadzade
Altın Portakal Film Festivali’nde kazandığı En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ve geçtiğimiz yıl rol aldığı üç filmle son dönemde adından çokça söz ettiren Nesrin Cavadzade ile hem yakında vizyona girecek Kutluğ Ataman imzalı yeni filmi Kuzu, hem de gelecek planları hakkında konuşmak üzere buluştuk. Oyunculuktaki yeteneği hakkında sinema sektörünün ağız birliği ettiği Cavadzade, hem başarılı hem de belli bir duruş sahibi olunabileceğini de kanıtladı bugüne kadarki kariyeriyle. Söz konusu filmler ve Türkiye’de oyunculuk yapmak olunca, söz ister istemez bu topraklar üzerinde kadın olmaya geldi.
Röportaj için: http://bantmag.com/news/bant-mag-no37den-erzincan-daglarinda-bir-medea-nesrin-cavadzade/
0 notes
insaniduygular-blog · 10 years ago
Text
Avaz, Son Bölüm: "Hayat, Gerçek ve Yalanlar"
"Bütün hayallerim onunla mutlu olmaktan ibaretti." dedi Gül, ölümünün üzerinden henüz on dokuz dakika geçmişken... Şimdi ise hiç beklemediği ve daha önceden çok iyi bildiği bir sahradaydı.
Çocukluğundan itibaren ölümü karanlık ve korkutucu imgelerle saklamıştı zihninde, her şeyin başladığı bu toprakta çıplak ayaklarıyla bir kez daha yürürken yanıldığına sevindi. Hayatta dokunduğu, bulandığı her şey hakkında yanılmıştı halbuki ancak sevmek sonu neye dayanırsa dayansın pişman edemiyordu insanı; güzel hatıralar çabuk tükenmiyordu çünkü.
Zelâl tam arkasında durmuş, ses çıkarmadan onu izliyordu. Denize ulaştıkları an her şeyin bitmiş olduğunu düşünse de bu defa -bir kez daha yüzleşeceğini bilerek üstelik- onun kara gözleriyle karşılaşmaktan korkmadı Gül.
"Sen bir hayalin hayalini kurdun" dedi Zelâl kasî ses tonuyla ve hemen ekledi "tıpkı benim gibi".
"Hayat insanı kendine benzetir. Bugün taptığına yarın düşman olursun ve bunu yadırgamazsın. Ağzından çıkacak tek kelâma abid olduğun insanın sözleri gün gelip de sana dokunmuyorsa ve sen aynada kendinle karşılaşmaktan korkuyorsan nefesini kimseye bulaştırmayacaksın. Ya zaman yalnızca sana merhem olursa, ya kanattığın yaraların sızısı beyhude değilse?"
"Bana bunları neden anlatıyorsun" dedi Gül arkasını dönerek.
"Kendime anlatamadığım için".
"Aramızdaki bağın bu kadar güçlü olduğunu mu sanıyorsun gerçekten? Her şey bitti diye birlikte mutlu mu olacağız sence?"
"Eğer her şeyin zannettiğin kadar kolay olduğunu düşünseydim inan bu çabayı hayatım boyunca sürdürmezdim."
"Ben seni tanımıyorum, neler hissettiğini ya da nelere kalkıştığını bilemem. Bunları merak da edemem fakat hayatım ve yaşadıklarımla ilgili olanları anlatmanı isterim. Bütün bu olanlar, yani bütün yaşadıklarımdan sonra bir cevaba kavuşmalıyım."
Zelâl birkaç adım geri gittikten sonra arkasını denize verip yere ç��ktü. "Keşke anlatmak sandığın kadar kolay olsaydı" diye düşündü.
"Bir küçük uçurtma, rüzgârda savruluyor karşımda.."
Gül ne yapacağını bilmeden olduğu yerden hareketlendi ve Zelâl'in hemen yanına -ancak denizi karşısına alarak- oturduktan sonra fısıldadı:
"Anlatacağın masal hayatım olacak".
Sana hiç bilmediğin bir yerden bakıyorum hayat, hiç tanımadığın gözlerle. Ne kadar kaçmaya çalışsan da sahip olmak zorunda kaldığın, bî-tab köşende.
Bir çift göz açıldı geceye. Deniz, koyu karanlık ve rüzgâr.. Gül'ün bu sahilde gördüğü son rüyaydı. Serin taşlı kumlara basan çıplak ayakları hâlâ üşüyor, rüzgâra çarpan avuç içleri artık terlemiyordu. Bir çıkış kapısı vardı artık, dokundu. Soğuğa basan çıplak ayaklarına rağmen üşüdüğünü hiç hissetmedi. Eli istemsizce sol göğsüne gitse de acımadı.
"Bu ilk gece, bu ilk gece için bile hayatımı tarumar etmeye hazırdım ben" dedi Zelâl, yalnızca hırçın dalga sesleri ve Gül'ün sessiz nefesi eşlik ediyordu ona.
"Neden" dedi Gül sorgulamadan, onu anlamaya en çok bu kez hazır hissediyordu kendini.
"İnsan hayatı boyunca ruh eşini arar durur, peki ya daha sen aramadan karşına çıkmışsa ve henüz hayatınızın kesişme dönemi denk gelmediyse? O zaman yıpranırsın."
"Bu.."
"Güzel ve çirkin hikâyesi bu; asla kavuşmaz, asla mutlu sonla buluşmaz dediklerimizin hikâyesi. O gece, yani seni ilk kez burada yeniden gördüğüm gece ne kadar fazla korktuğumu anlatamam, hiç kavuşmadan ayrılmaktan. Seni görmem imkânsızdı, ya rüyalar ya da başkalarının gözlerinden bakmam gerekiyordu. Ben de bu rüyaları yarattım ancak hiçbir şeyden ben açıklamadan önce şüphelenmemen için kendimi gizledim. Gülriz, Attila ve diğerleri hepsi benim kontrolümle çıktılar karşına. Benim istediğim kadar olabilirdiler hayatında fakat buna rağmen bile hepsi özellikle de Attila ben fark edemeden düşmanım hâline geldiler. Benim yarattığım birine aşık olabiliyorsun ama bana... Bütün bunlardan sonra her şeyi bitirmeye karar verdim ve bitirdim de. Şimdi geriye yalnızca ikimiz kaldık. Ne baban anneni öldürmek üzere, ne İnan senin celladın, ne de Ebru kendi isteğiyle seni aldattı. Bunların hepsini ben istedim, bencilce. Kim bir aşıktan daha bencil olabilir ki?"
Zelâl asla Gül'ün gözlerine bakmadan anlatmayı sürdürdü öyküsünü, birkaç damla gözyaşı da katarak:
"Sonra benden nefret edeceğini anladım ki bu hayatta en fazla korktuğum şey. O gece, yani sen Gülriz'in evinde gözlerini kapatıp bana varınca her şeyi bitirmeye karar verdim. Özenle süslediğim kağıt evleri hiç düşünmeden yıktım. Ama şimdi her şey bitti, anlattıklarım ve hissettiklerim ufacık bir yalana bulaşmadı."
“Şimdi ne olacak peki, burada herkesten uzakta yaşayıp gidecek miyiz?”
“Burası sana herkesten uzak mı geliyor gerçekten, bana sanki herkes, her şey buradaymış gibi..”
“Bana bilmece sorma, yalnızca cevap ver.”
“Yedi ay önce, yani ilk rüyayı gördüğün gecenin sabahı bu rüyayı Doğu’ya anlatmanla başladı her şey. Basit bir rüya belki sebepsiz yere anlam kazandı senin için ve her geçen gün kafanda büyüttün. Zelâl’in, Gülriz’in kim olduğunu merak ettin ve bunlar yetmedi için hayatındaki insanların güvenilirliklerini sorguladın. Korktuğun bu karanlık kaçış noktan oldu senin.”
“Ne demek istiyorsun anlamadım… Yani bütün bunlar kafamda mı olup bitti, gerçek değil miydi yaşadığım onca şey?”
Zelâl geriye doğru bir adım atarak ilk kez Gül’den uzaklaştı ve bakışlarını birkaç saniyeliğine karanlık denize çevirdikten sonra dosdoğru Gül’ün gözlerine bakarak konuştu.
“Elbette kafanın içinde olup bitiyor ama bu neden gerçek olmadığı anlamına gelsin ki?”
Gül, son cümlenin etkisiyle yedi ay önceye açtı gözlerini. Sıcak rüzgarı üfleyen penceresinden kafasını uzatıp gerçekten de o “ilk” güne geri döndüğünden emin oldu. Elinde olmadan Doğu’ya telefon açıp yaşananların doğruluğunu teyit etmek istedi ancak bunun mantıklı olmayacağını anlayınca vazgeçti. Dün gece kimsenin inanamayacağı kadar uzun ve derin bir rüya gördüğünü düşündü yalnızca, saf doğruluğa inanmadan. Yüzünü soğuk suyla yıkadıktan sonra kahvaltı için salona indi, döndüğünde onu karşılayacak küçük nottan bi’ haber:
“Asla bilemeyiz; rüyalarımız mı yoksa uyandığımız hayat mı gerçek - Zelâl".
0 notes
insaniduygular-blog · 10 years ago
Text
The Cut: Aşk, Ölüm ve Şeytan
Öncelikle şunu söylemeliyim; birileri herhangi bir konuyla ilgili hep bir ağızdan, aynı cümlelerle ve keskin olarak negatif düşünceler iletiyorsa olası bir ön yargı ihtimaline karşın o kişilerden ve özellikle cümlelerinden uzak durmakta fayda var!
Fatih Akın’ın Aşk, Ölüm ve Şeytan üçlemesinin son halkası olan The Cut’ın işlediği konunun 1915 olayları olduğunu öğrenene kadar her şey yolunda gidiyordu aslında: film hakkında haberler alıyor ve çekiminin sona erip seyir vaktinin gelmesini merakla bekliyorduk. The Cut’a dair sansasyonel ilk haber Cannes Film Festivali ile birlikte geldi. Fatih Akın sürpriz bir şekilde filmi festivalden çekti ve bu hamleyle birlikte filmin yeterince güçlü olmadığına dair endişeler hızla yayıldı. Cannes Film Festivali pek çok eleştirmen için belirleyici, festivalden ödül alan filmler ise dokunulmaz olarak kabul edildiğinden belki filmi henüz izlememiş insanların kafasında bile olumsuz bir tik attı. Bu haber tam olarak hazmedilememişken yönetmen filmin 1915 Ermeni Soykırımı hakkında olduğunu açıkladı ve asıl bomba böylelikle kendini göstermiş oldu. Bundan sonraki süreci çok da iyi hatırlıyoruz aslında, henüz bu süreci sonuçlandırmış değiliz çünkü. Filmekimi’nde gösterilmesi beklenen film sebepsiz bir erteleniş sonrası geçtiğimiz hafta vizyona girdi, böylelikle de filmin dünya üzerinde vizyona girdiği son ülke oldu bağımsız ve özgür Türkiye! Ancak söz konusu ülkemiz olunca son dakika sürprizlerini de göz ardı etmek pek doğru olmaz: film içerdiği şiddet unsurları sebep gösterilerek on sekiz yaşından küçük izleyicinin filmi izlemesi yasaklandı.
The Cut, 1915 öncesi mutlu olduğuna gönülden inandığımız demirci Nazaret’in ölüm yolundan sıyrılma hikâyesi. Hayatını Osmanlı Mardin’inde sürdüren Nazaret muharebe yenilgisi ve devletin küçülmesiyle birlikte mevcut mutluluğunu kaybeder ve deyim yerindeyse hayatını adadığı bir azap yoluyla karşı karşıya kalır. 1915, yani soykırım esnasında iyi niyetli bir Türk askerin kendisini “öldürememesi” sonucu hayatta kalan Nazaret, boynuna aldığı bir “kesik” ile sükuta mahkum edilir ve hapsedici bir sessizlikle hayatının geri kalanını sağ kalan iki kızını bulmaya adar. Filmde demirci Nazaret’i canlandıran isim özellikle son birkaç yıldır kariyerinde yükselişe geçen genç oyuncu Tahar Rahim. Bana kalırsa Tahar Rahim bu rol için biçilmiş kaftan, canlandırdığı karaktere de çok yakışmış ancak oyunculuğu ele alınınca pek nadir vasatın üzerine çıkabilmiş. Film tamamen Nazaret’in yoluna hedeflendiği için diğer oyunculukları değerlendirmenin pek bir anlamı olmuyor fakat özellikle yan rollerde Bartu Küçükçağlayan ile Arevik Martirosyan’ın epey başarılı olduğunu söyleyebilirim.
Filmin Fatih Akın’dan sıyrılan kısımlarını değerlendirecek olursam görüntü yönetmenliği ya da teknik yanlarıyla üstün bir başarısı bulunmuyor, buna karşın Alexander Hacke imzalı tema müziği ve prodüksiyon oldukça başarılı. Fatih Akın’a dönecek olursam ise ağız birliği eden eleştirmenlerin “çok kötü” mavalına inanmamanızı özellikle tavsiye ederim. Film bildiğimiz Fatih Akın filmleri kadar iyi değil belki – olmak zorunda mı bu tartışılabilir tabii – ama filmi izledikten sonra salondan darmadağın bir şekilde ayrılıyorsunuz. Bu noktada da Fatih Akın’ın cesareti ve açtığı yola hayran olmamak elde değil. Dünya basınından gelen ilk eleştirilerde yer alan “Fatih Akın sinemasının inceliğinden yoksun bir film” cümlesi hakkında da özellikle yazmak isterim. Biliyorsunuz ki Fatih Akın daha ilk uzun metrajıyla birlikte özel, farklı bir yönetmen olduğunu hissettirmiş ve seyirci kitlesini her filmde tatmin edip, daha da arttırmıştı. Birçok eleştirmenin dem vurduğu bu inceliğin yoksunluğu filmde somut olarak hissediliyor evet ancak bu yoksunluk bir dezavantaj değil, risk. Zira yüz yıl önce yaşanan ancak hâlâ konuşulamayan bir meseleyi herhangi bir dolaylamaya başvurmadan dosdoğru seyirciye sunuyor Fatih Akın ve giderek yükselen bir grafikte olan sinematografisini sırf bu meseleyi konuşulabilir kılmak adına kendisi baltalıyor!
Bana göre filmin en büyük sorunu: kesilmesi gereken ama kesilmemiş sahneler ve soykırıma paralel hikâyenin yeterince güçlü bir şekilde işlenmemiş olması. Filmde en sevdiğim sahne ise Nazaret’in hem kendini, hem de seyirciyi duygusal açıdan yoran yolculuğunun son noktasında aksayan kızını seyrettiği an. Bu sahne çok önemli çünkü yönetmen film boyu 1915 olaylarını belgesel gerçekçiliğinde anlatırken bu sahneye yorumsal bir boyut katıyor. Herkese, her şeye rağmen hayatta kalan iki insan: baba, kız. Biri sessiz, biri aksak ve tıpkı yönetmenin anlatmak istediği gibi bu meseleden yara almadan kurtulmak imkânsız…
1 note · View note
insaniduygular-blog · 10 years ago
Text
1970'ler naifliğinde bir Cem Yılmaz komedisi: "Pek Yakında"
Fanatik bir Cem Yılmaz hayranı değilim belki fakat çektiği, oynadığı hemen her filmi izlemişliğim; kimini beğenip, kimini sevmemişliğim var. Gişe, komedi ya da herkesin hücum ettiği Cem Yılmaz kaygısını bir kenara bırakarak yazıyorum bu yazıyı. Gerçekten filme odaklanma kaygısı ile! Korsan bir DVD'cinin naif "filmcilik" hikâyesine odaklanan film Yavuz Turgul'un unutulmaz filmi Eşkiya'nın finali ile başlıyor. Hani bir zamanlar hepimizin yüreğine hücum eden meşhur "Fırat türkü"lü final... Zaten film henüz basına yansımışken yönetmenin bir diğer filmi Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'nden ilham aldığını vurgulayan Cem Yılmaz, canlandırdığı Zafer karakterini filmdeki figüran polislerden biri olarak karşımıza çıkarıyor ve daha ilk umutsuzlukla birlikte ister istemez gönülden ortak oluyoruz Zafer'in hikâyesine. Zafer'in aşırı duygusal ve yer yer acıklı hikâyesi güvenini kaybettiği karısının kalbini kazanma serüveni temelinden yükseliyor ve tam da bu noktada tanışıyoruz "Şahikalar" ile. Zafer, Yeşilçam zamanında kendisine güvenen bir prodüktör bulamayan Ahben Sonel'in uçuk başyapıtı Şahikalar'ı sırf karısını yeniden hayatına kazandırabilmek için -karısı Arzu'nun başrolde olması şartı ile- çekmeye karar verip, filme prodüktör oluyor ve Pek Yakında'nın serüveni bu şekilde başlamış oluyor. Bahsi geçen bu serüvende neler olup neler olmayacağını çok iyi bilsek de hatırı sayılır bir tökezleme yaşamadan devam edebiliyoruz filmin sonuna dek. Yahşi Batı'daki kostümlü çekimler sonrası gerçek hayata ait bir hikâyeye dokunmak istediğini söyleyen ve bu kararı takiben projeyi oluşturan Cem Yılmaz, tıpkı her ne kadar korsan DVD işinde olsa da söz konusu Türkiye Sineması olunca yelkenleri indiren Zafer gibi sinemaya olan sevgisini seyircisine açıyor ve nostaljik fonu eskitmeden saygı duruşunu ihmal etmiyor. Bu saygı duruşu bir bakıma filmin en başarılı noktası hâline geliyor zira film aynı zamanda şapka çıkardığı yeşilçam filmlerinin samimiyetini yakalıyor ve bu büyük silah filme dair olumsuz noktaları görmek istemememize sebebiyet veriyor. -Hazır bu nostaljiye değinmişken Nurgül Yeşilçay ve Mazhar Alanson'un filmde konuk oyuncu olup, Her Şey Çok Güzel Olacak'a gönderme yaptığı sahne şahane! Mazhar Alanson konuk oyunculuğunun dışında filmin müziklerine de el atıyor ve özellikle "Neden Bana Aşk Şarkısı Yazan Çıkmaz" isimli film şarkısı ile filme dair öne çıkan ögelerden birine sahip olmayı başarıyor.- Pek Yakında, fragmanının yayınlanmasıyla birlikte sinema takipçilerine hemen Hokkabaz'ı anımsatmıştı hatırlarsınız... Hokkabaz, Cem Yılmaz'ın en az izlenen filmi olsa da hatırı sayılır bir eleştirmen kitlesine göre de en iyi filmi olarak kabul edilir. Ciddi bir seyirci olarak benim de bu kanıya vardığımı söylemek mümkün! Belki de bu sebeple filmin fragmanını görür görmez heyecanlanmış ve hemen görmek istemiştim. Filmi izledikten sonra ise Cem Yılmaz'ın en iyi filmi hâlâ Hokkabaz! Çünkü Pek Yakında, Hokkabaz kadar naif bir film olabilecekken özellikle finale doğru trajikomik melodram havasına fazla kaptırarak samimiyet vurgusundan sıyrılmış. Daha ilk duyumlardan itibaren oyuncu kadrosuyla ön plana çıkan film gerçekten de bu duyumların hakkını veriyor ve sinemada izleyebileceğimiz en keyifli kastı çıkarıyor karşımıza. Cem Yılmaz'ın canlandırdığı Zafer karakterinin eşi Arzu'ya hayat veren Tülin Özen karakterini oynarken bağımsız sinemadaki birikimini sonuna kadar kullanıyor ve ufacık bir sekteye yer vermeden kusursuz oyunculuk izletiyor biz seyircilere. Çağlar Çorumlu, Prensesin Uykusu'ndan sonraki ilk önemli performansında seyirciyi fazlasıyla tatmin edip, hayal kırıklığından uzaklaştırıyor. Ayşen Gruda ve Cengiz Bozkurt ikilisi özellikle birlikte oldukları sahnelerde seyirciyi bolca keyiflendirseler de, bana göre filmin en büyük bombası Zerrin Tekindor ve Zafer Algöz. Boşanmış bir çifti canlandıran iki oyuncu, karakterlerinin absürdlüğünün de katkısıyla yer aldıkları her sahnede kahkaha sunuyorlar seyirciye. Yalnızca Zafer Algöz'ün etkileyici performansı bile filmi izlemek için somut bir sebep -kanımca oyuncunun bugüne dekki en iyi performansı.- Yazımı gerçekten filme odaklanmanın verdiği rahatlıkla bitirirken filmi sevdiğimi, tekrar izleyeceğimi ve herkese önerdiğimi özellikle vurgulamak isterim. Bütün olumsuz yorumları bir kenara bırakın, ne kadar geç olduğunu önemsemeyin ve filmi izleyin. Çünkü salondan mutlu bir şekilde ayrılıyor ve içten içe "Şahikalar"ı bekliyor olmak kaçınılmaz... Sahi ya çıksa ne güzel olur! Doğukan Güvercin
0 notes
insaniduygular-blog · 10 years ago
Text
Avaz: "Sadece Aşıklar Hayatta Kalır"
"Ölüme ve karanlığa baktığımızda korktuğumuz şey bilinmezliktir, başka bir şey değil." Gözlerini açıp rüyasından sıyrıldıktan sonra yalnızca Zelâl'i düşündü Gül. Bu rüya nasıl onunla ilgili olabilirdi ki, daha da önemlisi o nasıl kendisini Gül için bu kadar önemli bir konumda görebiliyordu? Artık düşünmekten yorulmuş olacaktı ki bir süre yalnızca etrafa bakıp aklındaki tüm çıkmazlardan uzaklaştı. Yanındaki bu iki insan ona yardım etmek istiyordu, buna dair bir şüphesi kalmamıştı artık ancak bir şekilde ikisini de suçlamaktan alıkoyamıyordu kendini. "Benim artık gitmem gerek" dedi sessizliği bölerek. "Ben seni bırakırım" dedi Doğu, Gül onun gözlerine bile bakamıyordu artık. "Lüzumu yok, yalnız olmak bana daha iyi gelecektir." "Ama bu sakıncalı efendim" diyerek araya girdi Gülriz. "Lütfen artık bana efendim deme, ayrıca sandığın kadar çaresiz bir durumda değilim. Ne olacaksa olsun artık, bilinmezliklerden korkmaktan yoruldum." "En azından buna izin verin, eve yalnız gitmeniz hiç doğru değil. Sizin bir sene içinde yaşadıklarınızı ben doğduğum andan itibaren yaşıyorum yani sizi anlamam çok mümkün." "Onu hiç gördünüz mü?" "Zelâl'i mi? Evet efen- yani şey ben bu hayata onun için gelmişim de denebilir. Birimiz olmayacaksak yaşamamızın da bir anlamı olmazdı. Biz birlikte büyüdük, birlikte öğrendik hayatı. O benim çocuğum." "Nasıl yani onu siz mi doğurdunuz?" "Hayır, ama bu onun oğlum olmasını imkânsız kılmaz." Gül nedenini bilemeyeceği bir acıma duygusuyla salladı kafasını, gerçekten onu anlıyormuş gibi. Aslında tam olarak ne hissettiğini kendisi bile bilemezdi çünkü artık yavaş yavaş duygularıyla hareket etme yetisini kaybediyordu. "Eğer onu görürseniz.." dedi tam ayaklanmak üzereyken. Gülriz'in çakmak gözleri bir anda ışık aldı, umudu somutlaştırmış gözlerinde saklıyordu ve birden ortaya çıkarmıştı sanki. ".. benden uzak durmasını söyleyin." Gülriz'in gözlerinde ışık aynı hızla kayboldu, bu kız onun masum olduğunu neden anlamak istemiyordu... "Ben buna engel olamam" dedi direkt gözlerine bakmaya korkarak. Kimseye tek kelime daha etmeden evi  terketti Gül. Gülriz'e attığı cesaret mavalları içini yiyip bitiriyordu şimdi. Korkuyordu çünkü, hayatından ve yarınından. Evden çıkar çıkmaz Ebru'yu aradı, yüzleşmelerinin vakti fazlasıyla gelmişti zira. Ebru cevap vermeyince saaatine baktı Gül, tam yediyi gösteriyordu ve az sonra kalkacaktı kardeşi ne de olsa. O bu düşünce içinde yürürken telefonunun sesiyle irkildi dalgınlığından. "Nerdesin sen?" dedi Ebru ilk olarak. Yatağına dönüp bakınca onu görememiş ve başka odalardan birinde olduğunu düşünmüştü haklı olarak. "Dışarıdayım, yarım saate kadar sahilde olabilir misin? Konuşmamız gerekiyor." "Kafayı yedin sen herhalde, tamam hazırlan geliyorum." *** Gül sahile vardığında Ebru bir banka yerleşmiş onu bekliyordu. "Nerede kaldın sen salak? Ne yapmaya çalışıyorsun anlamıyorum." Anlıyordu aslında, çünkü sevdiğini inciten her insan yüzleşmekten korktuğu bu anın geldiğini anlardı mutlaka. Ebru da anlamıştı ancak düpedüz itiraf etme cesareti onu yalnız bırakmıştı bu defa. "Neden burada olduğumuzu biliyorsun, bunu nasıl yaptın?" Gül elinde olmadan ağlamaya başladı. Sevdiği, koruduğu ve titrediği kardeşi, o masumluk abidesi paramparça olmuştu karşısında. Bu yalnızca onun canını acıtmıyordu üstelik, acıtamazdı da.  "Anlamadım, elimde değildi... Yemin ederim Gül, aşık oldum. İnsan kalbine söz geçiremiyormuş, ben bile." Karşı karşıya gelen iki yabancı değil, iki kardeşti. Bu yüzdendir ki akan gözyaşlarıyla birlikte kimse bir başkasına kalp kırıklığı bırakamıyordu. "Hayatımda senden fazla kimseye değer vermedim ben, kendimden bile fazla... Onun benim için ne kadar önemli olduğunu biliyordun Ebru." Ebru bir yandan ağlayarak kafasını eğdi, yüzüne bakamıyordu ablasının. Uzun zamandır suçluluk ya da pişmanlık hissetmediğini bilse de karşı karşıya geldiklerinde bütün bu duygular kalbine hücum etmişti aniden. "Özür dilerim." "Keşke bu kadar kolay olabilse, keşke yalnızca onu kaybetmiş olabilsem. Ama artık önemi yok, ben gidiyorum." "Nereye?" "Uzağa, herkesten, her şeyden uzağa gidiyorum." "Saçmalama, hiçbir yere gidemezsin. Bunu kendi aramızda halledebiliriz." "Bu halledebileceğimiz bir mesele değil Ebru... Kırdıklarına bak, tekrar eskisi gibi olur mu sanıyorsun? Ben bunları kaldırabilir miyim sence?" Ebru kalbinden gelen bir kelama rastlayamadığı için sustu, yalnızca konuşmak için konuşmak ona göre değildi çünkü, her şeye rağmen! "Kendine iyi bak, aileme de iyi bak." Gül arkasına bakmaya teşebbüs bile etmeden yürümeye başladı, çünkü her şeye rağmen affedeceğini biliyordu. Bütün yaralarına, kırgınlıklarına ve kendine rağmen. Bu yüzdendir ki kalbinde ufacık bir pişmanlık hissetmedi. Yalnızca birkaç ay öncesi, yani her şeyin bilinmez olduğu geçmişe bile gitmek istemiyordu artık. Bütün bu yaşadıklarının gerçek olmamasını bile dilemiyordu. Çaresizdi evet ancak yaşadığı her şey gerçekti artık, korkuları bile.  Yaklaşık on beş dakika kadar yürüdükten sonra telefonu ikinci kez çaldı, bu kez tanımadığı bir numaradan gelen mesaj için çalmıştı telefonu: "Geri dön - Zelâl" Okuduğu iki kelimeyle birlikte nefes alamadığını anlayıp sol göğsünü tuttu. Vakti gelmişti demek, o her şeyden çok daha fazla korktuğu anı yaşamanın vakti gelmişti. Ne yapmalıydı peki? Yeniden belirsizliğe dönmek üzere kaçmalı mı yoksa bu kabusun kalbi ile yüzleşip her şeyi sona mı erdirmeliydi? Birkaç dakika durduğu yerde bu muhakemeyi yaptıktan sonra geriye doğru yürümeye başladı. Ateşe dokunmanın vakti gelmişti, kaçmak imkânsızdı. Geldiği yolu geri dönünce Ebru'nun orada olmadığını gördü ve biraz olsun ferahladı. Şimdi ise etrafına bakınıp onu arıyordu: Zelâl'i. Kendinden uzakta olan insanlar arasında Zelâl'i ararken siyah bir jeep önünde durdu. Demek ciddi bir gösterişle ortaya çıkmayı istiyordu Zelâl, bunca adımdan sonra buna şaşırmak çok zordu aslında. Otomobilin kapısı açıldığında Gül'ün kalbi şimdiye dek hiç olmadığı kadar hızlı çarpmaya başlamıştı. Yalnızca korkmak mıydı bunun sebebi, başka bir şey yok muydu bu korkunun içinde sahiden... Tek bir adımla karşısına geldi Zelâl, nefesi yüzüne savruldu.  "Hazır mısın?" dedi kara gözlerini Gül'ün gözlerine dikerek. Gül bakışlarını kaçırmaya engel olamadan kafasını salladı. Zelâl ön taraftaki koltuğun kapısını açıp onu bekledi, Gül ise başka çaresi olmadığını çok iyi bildiği için tereddütsüz geçti otomobile.  "Hazır mısın?" dedi Zelâl arabaya geçtikten sonra bir kez daha, hâlâ gözlerine bakıyordu düpedüz. "Evet hazırım" dedi Gül, bir kez daha ona bakmayarak. Zelâl otomobilin radyosundan bir şarkı açtıktan sonra Gül'ün gözlerine bakıp "Artık birlikte ölebiliriz" dedi ve ani bir manevrayla denize sürdü arabayı. Gül ne olduğunu anlamadan kapıyı açmaya çalıştı fakat başaramadı. Yalnızca ona bakıyordu şimdi, bütün kötülükleri yok etmesini beklediği adama. Otomobil sert bir şekilde suya daldıktan sonra gözlerini kapattı Gül, ölmek o kadar da kötü değildi sanki. Gözlerini kapattı ve dinledi hâlâ fısıldayan şarkıyı: "Kopar gider içimden aşk, tutamam ellerim ateş / Sabahımız yok sevdiğim, doğmaz artık bize güneş."
0 notes
insaniduygular-blog · 11 years ago
Text
Avaz: Zelâl'in Hikâyesi
Zelâl o gece bir rüya gördü. Daha önce de çoğu kez gördüğü bir rüya: deniz, koyu karanlık ve rüzgâr. Zifiri karanlığın kalbinde, bir sandalın içinde oturmuş sabırla Gül'ü bekliyordu. Hayatı boyunca beklemeye alıştığı için hiç gocunmuyordu durumundan. Onu ilk kez doğduğu gün görmüştü ve gözlerinin içine ilk kez baktığı an ne denli bir meftuna dönüşeceğini çok iyi anlamıştı. Hiç korkmamıştı, aşkın yalnızca mutluluktan ibaret olmadığını biliyordu çünkü. Zelâl, gördüğü ve hükmedebildiği bu rüyalarda büyük bir hakimiyet zorunluluğu ile sessiz kalmıştı hep. Sessizliğinin sebebi mevcut bir çaresizlikte olan Gül'ü daha fazla ürkütmemekti aslında. Onun yanında korkudan nasıl titrediğini ve kendisinden ne kadar tiksindiğini görebiliyordu. Hayat boyu karşılaşabileceğiniz en rahatsız edici duygu her şeyden ve herkesten daha fazla sevdiğiniz insanın sizden tiksinmesiydi şüphesiz. Üstelik bütün bunların üzerine bir de yalan söylemişti ona. "Bunu ben yapmadım, ben istemedim. Bana zorla yaptırdılar... Beni anlayacaksın. Buradayım, bekliyorum! Bu rüya ikimizle bitecek" derken avaz avaz yalan söylüyordu aslında bâriz bir kurtulma çabasıyla. Biliyordu ki yalanlar her zaman mutsuz etmezdi insanı, mutluluğun kalbi de olabilirdi bazen. Fakat söylediği yalanlar arasında apaçık duran ve onu bu yoldan vazgeçmemeye adayan bir gerçek vardı: bu rüya Zelâl ve Gül ile bitecekti. Daha en başından bildiği bu son onu hayata bağlayan yegane şeydi zaten.  "Benden korkmadı" diye aklından geçirdi heyecanla. "Beni gördü, ona dokundum ama benden korkmadı". Ne kadar da sıcak ve mübremdi teni, ateşe dokunmuştu sanki. Yanarak ölmek istediği, her korunu canında hissettiği deli bir ateş. Kalp atışını hissetti sonra... Göğsü ilk kez ağrımamıştı, ağrısa bilirdi. Keşke hemen uyandırmasaydı onu, biraz daha dokunup, biraz daha kalabilseydi onunla. "Bir gün her anımız birlikte geçecek" diye geçirdi aklından, ona kavuştuktan sonra onu asla bırakamazdı çünkü. Kimsenin bilmediği ve kimsenin olmak istemeyeceği karanlık bir kasabada, bir orospunun oğlu olarak hayata gözlerini açmıştı Zelâl ve annesini yalnızca bir gün görebilmişti hayatı boyunca. Annesi onu başka bir kadına sattıktan ve kadının onu yaşadığı yere götürmesinden sonra bir daha da gitmemişti doğduğu o köhne kasabaya. Yedi yaşına kadar kaldığı bu kadının evinden bir gece daha yaşlı bir kadının onu kaçırmasıyla birlikte ayrılmıştı. Kendisine sürekli "Efendim" hitabıyla seslenen bu kadın ona sanki gerçek annesiymiş gibi davranmış ve yıllar boyu tek bir kötü davranışta bulunmamıştı. Zelâl yıllar sonra, uzun yıllar sonra doğduğu kasabaya gelmişti. Annesininin izini sürmek ya da doğduğu kasabayı merak etmek değildi sebebi. Gülriz yollamıştı onu buraya. "Onunla yalnız orada kavuşabilirsiniz efendim" demişti bir gece. Aklında yaşadığı bütün imkânsızlıklardan haberdardi çünkü Gülriz ve ona hayattaki herkesten daha fazla güvendiği için kasabaya gitti. Tek tük insanın yaşadığı o karanlık yere gitmeden yalnızca sahile uğradı tıpkı Gülriz'in söylediği gibi ve burada beklemeye başladı herkesten uzakta. Ta ki dün geceye kadar! Dün gecenin bir kırılma noktası olduğunu anlayan Zelâl artık harekete geçmesi gerektiğini biliyordu. Gecenin şiddeti ile savrulan büyüklü küçüklü dalgalara baktıktan sonra buradan ayrılma zamanının geldiğine karar verdi, şimdilik. Her şeyi sonlandırıp, Gül'ü de yanına alarak dönecekti buraya.  "Hadi kalk, gitme vakti" dedi yatağında içi geçmiş bir şekilde kıvrılan adama. Adamın onu duyup da yeniden uykuya gömülmesini görünce elinde olmadan hiddetlendi. "Sana diyorum, Attila! Kalk ve bitsin..." Hayattaki en zor ve en ulaşılmaz duygudur aslında güven, ama yine de hiç düşünmeden koşulsuz açarız kapılarımızı etrafımızdaki yabancılara. Hiç tanımadığımız birine aşık oluruz, bilmediğimiz bir insanın dostu oluruz... En tehlikelisi ise magluk kapılarımızı açtığımız insanlardır; çünkü kalbimizin merkezinde olan bir nefesin kaybedeceği bir şey kalmamıştır.
0 notes
insaniduygular-blog · 11 years ago
Text
Beş Soru Beş Cevap: Pınar Töre ve Tuğrul Tülek
Kısa bir aradan sonra Beş Soru Beş Cevap ile yeniden merhaba! Bu kez bir ilki gerçekleştirerek aynı soruları iki kişiye birden yönlendirdim: Dot'un iki kahramanı Pınar Töre ve Tuğrul Tülek. Bu beş sorunun içinde hem iki oyuncunun gelecek planı, hem de Dot'un yeni projeleri hakkında oldukça değerli bilgiler bulabileceğiz.
Bugüne kadar birçok önemli oyuncunun yolu Dot’tan geçti fakat sizin için durum biraz daha farklı. Yanılmıyorsam ikiniz de 2007’de dahil oldunuz ekibe ve şimdi Dot deyince neredeyse Murat Daltaban’dan çok Tuğrul Tülek ve Pınar Töre isimleri geliyor akla. Üstelik geçtiğimiz sezonlarda başarılı yönetmenlik serüveninize de şahit olduk… Murat Daltaban’ın sizi biraz daha fazla öne sürme isteğiyle ilgili bir durum mu bu yoksa oyunculukla yetinememeye mi başladınız? Pınar Töre: DOT’un işleyişi biraz böyle. Tiyatronun her alanında –ki bunun içinde oyun yazarlığı, ses-ışık düzeni, rejisörlük, çevirmenlik gibi pek çok alan var kendimizi geliştirmemiz için hem Murat Daltaban tarafından büyük bir teşvik ve destek var hem de biz zaten bu şekilde çalışmak istediğimiz için DOT ekibini oluşturuyoruz. Tuğrul Tülek: Bir de zaman içerisinde sizin oluşturduğunuz bir ekip dinamiği var ve o dinamik içerisinde siz de evriliyorsunuz, hele bir de etrafınızda size destek veren insanlar varsa başka sorumluluklar almak konusunda cesaretleniyorsunuz. Bu hem zamanla hem de sizinle ilgili bir durum tabii... Tiyatronun yanında sinema ve televizyon projelerinde de yer aldınız. Uzun yıllar tiyatro yapan oyuncuların kibri şehir efsanesi hâline gelip, çok konuşulmuştur. Elbette tiyatroda “disiplin” sinema ya da televizyona göre çok daha büyük bir zaruret ve Dot gibi bir tiyatrodan bahsedecek olursak bu disiplin en az iki, üç katına çıkıyordur herhalde… Bu durum sizce de televizyon oyunculuğunu daha önemsiz kılabilir mi? Tuğrul Tülek: Oyunculukta disiplin elbette çok önemli ve ben bu disiplin meselesinin tüm mecralarda gerekli olduğunu düşünüyorum. Eğer yaptığınız iş sizin için yeterince önemli değilse ve bir disiplin sorunu yaşıyorsanız mesela, söylenmektense yapmamayı tercih etmeniz size de çevrenizdekilere de daha az zarar verecektir. Pınar Töre: Elbette tiyatronun özünde disiplin vardır, tam da bunu söylemişken söz ettiğiniz şehir efsanesine inanmadığımı belirtmek zorundayım. Kibri herhangi bir meslek grubuna iliştirmenin sığ bir düşünce biçimi olduğunu düşünüyorum. Uzun yıllarını tiyatroya vermiş olan sanatçılar, tiyatronun bu disiplinini çalıştıkları her alanda bekler. Aslına bakarsanız uzun yıllardır tiyatro yapmış olan bir sanatçı bu noktaya gelebilmek için adı üstünde uzun yıllarını vermiştir, yani ustadır. Sanatçıdır ve kıymetlidir... Öte yandan bir sanat dalının bir başka sanat dalından daha önemli olduğunu iddia etmek bana göre çok tehlikeli. İşin aslı şu ki: sanat bir ifade biçimidir ve doğasındaki yaratıcılıkla bunun tek bir şekilde ortaya konması beklenemez. Ama sürekli sanattan bahsedip durdum, işte anahtar kelime o. Yeter ki yapılan iş “sanat” olsun. Bir de şöyle bir durum var: Televizyon projelerindeki karakterlere bakınca giderek daha fazla tek tip hâlini aldıklarını görüyoruz. Köşeleri olmayan, gerçekten uzak ve sığ karakterler. Hatta dramlardaki karakterler komedi projelerindekilere göre daha fazla karikatürize edilmiş gibi, gerçekte böyle insanların var olabileceğine inanmak imkânsız. Misal siz (Tuğrul Tülek) birkaç sene önce gay bir karakteri canlandırabilmiştiniz televizyonda, epey olay olmuştu evet ancak yine de başarılabilmişti. Şimdi mümkünü yok! Bu durum sizi rahatsız ediyor mu ya da ekrandan uzak durmanıza sebebiyet veriyor mu? Tuğrul Tülek: Tabii bir oyuncu olarak birbirinden çok farklı, sizi bu işi yapma konusunda heyecanlandıracak karakterleri canlandırmayı arzu ediyoruz hepimiz. Televizyondan bahsedecek olursak orada işin içine matematik giriyor, rating giriyor, reklam giriyor derken bir süre sonra tutulmuş bazı formüller tekrar tekrar yazılıp başka isimlerle karşınıza çıkıyor. Gönül ister ki hiç anlatılmamış hikyeleri canlandıralım, hiç hayalini bile kuramadığımız karakterleri oynayalım… Ama şunu itiraf etmeliyim ki çok severek canlandırdığım o karakter artık benim en büyük pişmanlıklarımdan biri çünkü o proje sayesinde televizyon mekanizmasının nasıl çalıştığını ve oyuncuyu nasıl dişlileri arasına alıp öğütebileceğini gördüm. Pınar Töre: Bu soruya cevap vermek gerçekten çok zor. Televizyonda da izleyici olarak bizi heyecanlandıran, algımızı, bakış açımızı, hayal dünyamızı genişleten ve besleyen işler yapılabileceğini başka ülkelerin televizyon işlerinden görebiliyoruz. İzleyicide bu bahsettiğim etkiyi yaratmak üzere bu sektörde olan insanlar, bizim ülkemizde de yok mu? Var, ama televizyon söz konusu olduğunda bu tür işler yapamayışımızın iki sebebi var: Siyaset ve sermaye. Televizyonla çok büyük kitleleri etkileyebilirsiniz, bizde de tam bu yapılıyor. Uzun zamandır sizinle ayrı ayrı röportaj yapma isteğim vardı, sonra sosyal medya sayesinde ne kadar iyi bir iki olduğunuzu keşfettim ve “Neden ikisiyle birlikte yapmıyorum” dedim… Ekşi’de ya da Twitter üzerinde de çok güzel iltifatlar okudum bu güzel ilişkiye dair ve açıkçası ikinizin birlikte olduğu fotoğraf ya da vine’lara herkes gibi ben de bayılıyorum! Birçok oyuncuyla yakın ilişkiniz var evet ancak ikinizin arasındaki uyum değişik bir güzellikte, siz de farkındasınızdır sanırım? Pınar Töre: Biz Tuğrul’la hem birlikte çalışmayı, üretmeyi, birlikte hayal kurmayı çok seviyoruz hem de özel hayatımızda dostuz. Sosyal medyada da olsa tiyatroda da olsa birbirimizin yeteneklerinden aldığımız zevkin, birlikte ne kadar çok eğlendiğimizin başkalarına da yansıdığını görmek beni şaşırtmıyor. Mesela, herhangi bir iş yaptığınızda-herhangi bir alanda olabilir bu ki bu bizim DOT’ta özellikle seçtiğimiz bir yol-anlatacağınız hikaye, söyleyeceğiniz söz, sizing için şahsen kıymetliyse, sizi sarsıyorsa, seyirciniz de o zaman bununla bir bağ kurabiliyor. Tuğrul’la sinerjimiz bunun olmasını sağlıyor. Biriyle böyle bir elektrik yakalamak hiç kolay değil. Tuğrul Tülek: Hanım efendiye katılmamak mümkün değil :) Yeni sezon yaklaşıyor ve zannediyorum sizi sahnede tekrar hem oyuncu hem de yönetmen olarak bulacağız. Tiyatro, sinema ya da televizyon… Yakın gelecek planlarınız paylaşılabilecek keskinlikte mi? Pınar Töre: Hemen DOT’taki yeni projeleri anlatarak başlayayım. Biz bu sezon Kanyon’a taşınıyoruz. Bu yeni mekan için 3 yeni projemiz var. Zinnie Harris’in “Midwinter” oyunu, David Greig’in “Midsummer” oyunu (Bu iki oyunun birbiriyle hiç alakası yok) ve Hakan Günday’ın Zargana romanının oyun uyarlaması. Midwinter’da rol alıyorum, Midsummer’ı yönetiyorum. Zargana henüz çalışma aşamasında. O projenin neresinde yer alacağımızı da göreceğiz. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yönettiği “Çekmeceler” filminde oynadım, onu 2015’te izleyebileceksiniz. Şu an henüz proje aşamasında başka bir sinema filmi var. Hazırlık aşamasında olan diğer projelerden şu an bahsedemeyeceğim :) Tuğrul Tülek: Ben Midsummer'da oynuyorum, yani anlayacağınız sayın Pınar Töre yönetmenim olacak : Bunun dışında 2 Ekim’de gösterime girecek olan Cem Yılmaz’ın hem yazıp hem yönettiği Pek Yakında filminde oynadım, ayrıca “Çekmeceler” filminde ben de varım. Ben de hazırlık aşamasında olan diğer projelerden şu an bahsedemeyeceğim :) Röportaj: Doğukan Güvercin
0 notes
insaniduygular-blog · 11 years ago
Text
Avaz: "Bir Başkasının Yalanları"
“Elimi sakın bırakma” Dokuz yaşındaki bir çocuk için asla unutulamayacak olan bu cümleyi hayatı boyunca iki kez duydu Gül, bu ilkiydi. Annesi ellerini uyardığı harekete teşebbüsü dahi engeller biçimde tutmuştu zaten ancak kendisi sebebini tam olarak bilmediği bir telaşın esiriydi şimdi ve annesini hayatı boyunca ilk kez bu kadar çaresiz görmüştü. Neden olduğunu bilmeden daha önce hiç görmediği kadar çok insanın olduğu oldukça kalabalık bir yerdeydiler. Annesi ve babası önceki gece onu epey korkutan bir tartışma içindeydi ve bu seferki daha önceki tartışmalarına hiç benzemiyordu. En çok böyle durumlarda zordu çocuk olmak zira ufacık bir müdahaleye varmak bir yana sesini dahi çıkaramıyordu bu çaresizlik içinde. Annesi onu da peşinde sürükleyerek etraftaki onlarca ofisten birine girdi. “Adapazarı’na en yakın sefer kaçta” dedi masasının arkasında cinsel organını kaşıyan genç adama. “Aracın kalkmasına yedi dakika kaldı abla” dedi kafasını kaldırmadan. Annesi dağınık çantasının içinde önce cüzdanını buldu, sonra içinden parasını çıkardı ve bir koltukluk bilet aldı. Gül otobüs seferleri içinde hâlâ fasulye muamelesi görmeye alışkındı. Bütün yolculuklarını annesinin kucağında tamamlardı; yanlarındaki koltuğu kimsenin satın almadığı şanslı zamanların dışında. Otobüse binip, yanlarındaki koltuğun boş olduğunu görünce biraz heveslense de minyon ve yaşlı bir kadının hemen arkasında durmasını takiben birazcık morali bozuldu. Kadın, tam da tahmin ettiği gibi yanlarındaki boş koltuğun sahibiydi. Gül hızlıca annesinin kucağına geçti ve kadın azami çabasından bile sonuç alamayarak uyuşukça koltuğa yerleşti. Aracın hareket etmesiyle birlikte cama küçücük yağmur damlaları çarpmaya başladı. Uzun ve yağmurlu yolculukları pek severdi Gül ama annesinin de mutlu olması gerekirdi pek tabii. Daha önce adını bile duymadıkları o yere, üstelik de dün geceki vahim tartışmadan sonra gitmelerinin pek de güzel bir yanı yoktu herhalde. Bütün bu düşünceleri kafasından atarak yağmurun cama çarpışını izlemeye koyuldu Gül. Camdaki ceban yansımadan anladığı kadarıyla yanındaki kadın kendisinin onu fark edebileceğine ihtimal vermeden bir dikize başlamıştı. Annesinin yabancı insanlara karşı tembih ve uyarılarını hep dikkate almış ve korkuyla dinlemişti. Bu sebeple kendisine gülümseyen insanlardan bakışını çeker, bir daha göz göze gelmemek için de elinden geleni yapardı. Ancak yanında oturan kadınla ilgili durum diğerlerinden biraz daha farklıydı. Daha önce rastladığı insanların bakışları beyhudeydi, yanındaki kadın ise bakışlarını bir an olsun Gül’den ayırmıyordu. “Kaç saatte Adapazarı’nda olacağız anne” dedi Gül mecbur bir sessizliği yararak. Annesi önce duymasa da birkaç saniye sonra sorunu algılayıp cevap verdi kızına: “En geç iki saat içinde”. Bilet kontrolü yapan çocuk elindeki yolcu listesiyle birlikte en önde oturdukları için ilk olarak onların yanına geldi. Okumayı yeni öğrenmenin verdiği çocuk iştahla listedeki bütün isimleri okumaya çalıştı Gül. Yanlarında oturan kadının ismi bi’ hayli değişikti. Hayatı boyunca ilk kez karşılaştığı bu ismi unutması imkânsızdı: Gülriz Asya. “Ama unutman gerekiyor” dedi Gülriz kara gözleriyle direkt gözlerinin içine bakarak. Gül ne yapacağını bilmeden önce görevliye sonra da annesine baktı. Otobüs de dahil olmak üzere herkes hareketsiz bir hâlde Gül ve yabancı kadının konuşmasını bekliyordu şimdi. Gül ağlayarak içindeki korkuyu boşaltmayı düşünse de başarılı olamayacağını anladığı için hemen vazgeçti, tıpkı bağırmak istediği zaman sesinin çıkmadığını fark ettiği korkutucu rüyalardaki gibi. Bir çift elin vücudunu sarsması ile Gülriz’in evine uyandı Gül. Doğu ve Gülriz yanı başında uyanmasını bekliyorlardı. Elini istemsizce göğsüne götürdü ve birkaç saniye nefes almakta zorlandı. “Bunu yapmak istemiyorum, kendime acı çektirmek istemiyorum” dedi yanında oturan iki insana da dönerek. ���Kendini bulman gerekiyor Gül” dedi Doğu elini tutarak. “… acı çektiğinin farkındayız ancak zihnindeki kayıp anıları bulmadan bu oyunu bitiremezsin”. “Belki de bu oyunu yaşayarak bitirmeliyim” dedi Gül direkt olarak kimseye bakmadan. “Olmamalı efendi, herkes sizin yanınızda. Sizi bilen herkes sizin yanınızda… İnsan kötü ya da korkutucu anılarından hep kaçmıştır oysa ki ne zaman acılarıyla yüzleşir, o zaman acılardan kurtulur. Çünkü kabullendiğin hiçbir acı canını yakamaz.” Gülriz sözünü bitirirken Gül’den bir tepki bekler gibi yüzüne bakıyordu fakat Gül hâlâ kendine gelmemiş olacak ki kafasını yerden kaldırmıyordu. “Peki bu rüyanın bana ne gibi bir faydası olacak” dedi kafasını ve bakışlarını Gülriz’e çevirerek. “Bu oyunun başlangıcı. Bu oyunu başlatan kişi rüyandaydı”. “Kim?” “Bunu henüz bilemeyiz efendim” “Nedenmiş o?” “Çünkü bu rüya eksik.” “Nasıl yani” “Bu rüyada eksik olan bir şeyler var efendim. Siz yalnızca bu kadarını hatırlayabildiniz fakat gün gelecek hepsini hatırlayacaksınız, işte o zaman bu oyunu sonlandırma şansımız olabilecek.” “Yani bu rüyadaki eksik parçayı da hatırlayabilirsem düğüm çözülecek öyle mi?” “Öyle. Düşmanımızı tanırsak onun yapacaklarından korkmamız için bir sebep olmaz.” “Peki ne yapmam gerekiyor?” “İnanmanız gerekiyor.” Gül artık bu kabustan kurtulacağına tüm kalbiyle inanarak gözlerini yeniden kapadı. Etraf zifiri karanlıktı ve sakindi. Dışarıda ya da her zamanki sahilde değildi. Çıplak ayakları üşürken, avuç içleri terliyordu. Bir çift göz açıldı geceye: bir başkasının gözleri, kehribar. Karşısındakinin kim olduğunu anladığı an midesine bezim bir yumruk yedi. Elini istemsizce göğsüne götürüp korkudan çatallaşan sesine rağmen konuştu: “Zelâl”. Zelâl Gül’ün dudaklarını kocaman elleriyle kapattıktan sonra konuştu: “Bunu ben yapmadım, ben istemedim. Bana zorla yaptırdılar… Beni anlayacaksın. Buradayım, bekliyorum! Bu rüya ikimizle bitecek”. Yüz binlerce birbirine benzeyenleri seyret de aralarındaki yetmiş yıllık farka dikkat et. İki şey birbirine benzeyebilir: Acı su da berraktır, tatlı su da…
0 notes
insaniduygular-blog · 11 years ago
Photo
Tumblr media
imkânsız aşk yoktur.
0 notes
insaniduygular-blog · 11 years ago
Text
Avaz: "Sadece Katiller Ölür"
Her yalan bir başkasının gerçeği ve her doğru en az bir yalancının katilidir.
İnsan en çok masumiyetini kaybettiğinde kanar: İçindeki ölü çocuklar tek tek uyandığında. Acı çoğu zaman beyhude, sızı ise bâkidir. Bir de gözü kapalı teslim olduklarımız vardır ki; onların yok ettikleri masumiyet insanı hiç görmediği bir hırçınlığa savurur.
Elindeki telefonun ekranına tekrar tekrar bakan – sanki bir sonraki baktığında başka bir şey yazacağını umarak – Gül ekranı kapatıp bilinçsizce dizlerinin üstüne yığıldı. Hayatı boyunca yaşadığı en büyük ihanet ensesinde durmuş onunla yüzleşmeyi beklerken o, ne ara bu kadar derin karanlığa gömüldüğünü düşünüp göğsündeki giderek artan sancı ile boğuşuyordu. Ellerindeki mecnunane titreyiş ya da boğazını yırtan nefesler geçici değildi. Onlarla yaşamaya alışması gerektiğini hissediyordu zira bu gösterişli muhîs kapılarını yeni yeni açıyordu.
Ebru odaya girdiğinde Gül yatağına uzanmış uyuma taklidi yapıyordu. Birkaç saate kadar bütün sevgisini bağladığı kardeşine karşı belirgin bir his bulmaya çalışıyordu kalbinde. Nefret değildi bu..  Ne kadar istese de ondan nefret edemeyeceğini anlayacak ve çaresizliğine olan kızgınlığı çoğalacaktı. Ebru giyindikten sonra telefonunu eline alıp yatağına uzandı. Yüzünde sinsi bir tebessüm belirdikten sonra Gül’e baktı. Ne kadar aptaldı! Attila ile Ebru’nun arasındaki ilişki tanışmalarından birkaç gün sonra başlamıştı. Attila’nın açığa vurduğu duygular hiç sekmeden sahibini bulmuştu. Ebru daha ilk anda bu kavşağın içine hiç düşünmeden dalmıştı. İnsanın hayatı boyunca yalnızca bir kez aşık olabileceğine inanırdı ve doğal olarak bu duyguları Attila’dan başkasına saklamanın imkânsızlığının da farkındaydı. Gül’e birkaç kez üzülmeyi denemiş ancak samimi olamamıştı. Bu durumun saklanmaya müsâit olmadığını da biliyordu tabii ancak şimdilik kimsenin öğrenmesi de pek mümkün değildi. Ebru ışığı söndürüp yatağa uzandıktan sonra Gül telefonuna sarılıp Doğu’ya mesaj attı. Madem dünyası kabusa dönmüştü o zaman o da kabusunu makul kaderi olarak kabullenebilirdi. Doğu’ya hemen bu gece Gülriz’le buluşmak istediğini söyledi ve bir saat sonra Sarıyer’de buluşmak üzere anlaştılar. Doğu her zamanki gibi on dakika gecikmeyle vardı buluşma yerine. Gül ne yazık ki onu eskisi kadar yakın görmüyordu kendine, güvenemiyordu daha doğrusu fakat güvenmek zorunda olduğunun da pekâlâ farkındaydı. Sarıyer’de önce Bebek sonra da Beşiktaş’a doğru yürüdüler. Yürümek ve çıktığı yola varmamak çok rahatlatıyordu onu. Darphanenin arka tarafından dolaştıktan sonra Dikilitaş karakolundaki yokuştan sapıp Şair Leyla sokağı buldular. Doğu elindeki kağıdı inceleyerek tek tek bina numaralarına bakıyordu ve sonunda yedi numaradaki bîtap evin önünde durdular. Kapıyı yavaşca vurup birkaç dakika beklediler.
Gülriz kapıya dokunan ilk elle birlikte açtı gözlerini. Gül ile karşılaşacak olmalarının heyecanıyla koşar adım indi merdivenlerden: Onun gelmesini tam yedi yıldır büyük bir hasretle bekliyordu ne de olsa. Uykuya bulanan gözleri kapıdan sızan ilk ışığın muntazar acısıyla kapandı ve kalbi yıllar sonra ilk kez heyecana kavuşmanın dalaleti içindeydi.
“Hoş geldiniz” dedi kısık ve rahatsız edici, yorgun sesiyle. “Bugün geleceğinizi hissettim. En çok bu gece. Senelerdir bekliyorum ama bu gece geleceğinizi hissettim.”
Gül daha fazla ne kadar şaşırabileceğini bilemeden karşısındaki kadını inceledi. Kurşuni saçları ve cılız bedeninin yanında onun aslında genç bir kadın olduğunu düşündü. Bir savaşın tam ortasında kalmış, darmadağın bir kalp. Evin içinde ağır ve rahatsız edici bir koku vardı. Gülriz tek tek yaktığı lambalarla birlikte bu kasvetli ortamı bir nebze de olsa yok ediyordu. Doğu salonun tam ortasında bulunan kanepenin ucuna, Gül de hemen onun yanına oturdu. Gülriz hiç sapmadan Gül’ün köşesinde bulunan koltuğa geçti. Ona sanki hayatının aşkı yıllar süren bir hasretten kopup karşısına geçmiş gibi bakıyordu. Gül ise biraz korku, biraz da rahatsızlıkla kadının gözlerine bakmamaya çalışıyordu.
“Bu gece oraya bir kez daha gideceksin. Hazır mısın?” dedi çatallaşmış sesini bir kez daha duyurarak. “Nasıl yani? Oraya tekrar gidemem, buraya da bunun için geldim zaten: Beni bu kabustan kurtarman için". Gül’ün endişesine hak veren Doğu hemen araya girdi: “Gülriz’in amacı da bu zaten. Ama önce bu rüyayla yüzleşmen gerekiyor. Bu rüya gerçeğe dönüştüğünde hazırlıksız olmamalısın.” Gül kalbi titreyerek Doğu’nun elini tuttu. Ebru’yu, Attila’yı, annesini ve Zelâl’i düşündükten sonra boşaldı. Biriktirdiği bütün gözyaşlarını tüketme hevesiyle hıçkırarak Doğu’ya sarıldı.
“Bana yardım et, yalvarırım bana yardım et. Nasıl bir şey olduğunu bilemezsin. Beynime hapsoldum. Kendi gerçeğim bana acı veriyor. Yalvarırım kurtar beni, oraya gitmekten kurtar beni.” / “Sana söz veriyorum Gül, inan amacım bu. Seni bu kabustan kurtaracağız ama karanlığı mum ışığıyla yok edemezsin. Bütün kırgınlıklarını bir kenara bırak, bunları hepsi fazlada yük. Yalnızca mutlu anlarını al omzuna ve korkunun üstüne yürü". Gülriz hiç beklemediği bir şekilde Gül’ün ellerini tuttu. “Hayatımı bu an için yaşadım, yemin ederim kurtaracağım seni. Yalnızca bana güven, korkma. İçime baksan ve sana nasıl bağlı olduğumu görsen şaşırırsın. Seni kurtaracağım efendim, bu benim ölümüm olsa bile.”
Gül yanı başında duran bu iki insanın samimiyetine inanıp kapadı gözlerini. Bir çift göz açıldı geceye. Deniz, koyu karanlık ve rüzgar.. Gül’ün bu sahilde gördüğü sekizinci rüyaydı, şimdilik. Serin taşlı kumlara basan çıplak ayakları üşürken, rüzgara çarpan avuç içleri terliyordu. Bir çıkış kapısı yoktu henüz, devam etmeliydi bu bilinmez karanlığa bir kez daha dalmaya. Birkaç adım attıktan sonra sandalın kendisini beklediğini gördü fakat içinde Zelâl yoktu. Hemen sandalın içinde duran feneri alıp etrafına bakındı. Tam arkasını dönecekken ensesinde duyduğu bir nefesle birlikte yere yığıldı.
“Korkma” dedi Zelâl elinden tutup. “Çok az kaldı. Bitmesine çok az kaldı.”
Gül kilitlenmiş bir şekilde düştüğü yerden Zelâl’i izliyordu. Yedi rüyası boyunca aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri yapmıştı ama şimdi değişen bir şeyler vardı. Bu onu korkutmak yerine rahatladı ve ancak bu şekilde kendine gelip ayaklandı.
“Korkmuyorum. Bu benim rüyam.. Onu ancak ben sona erdirebilirim. Bana yardım et Zelâl.”
Zelâl’in gözleri öyle bir parladı ki, Gül bunu görse onun kendine aşık olduğunu hemen anlardı. Birlikte sekizinci kez sandala binip kan gölüne doğru sürüklendiler. Kayaların arasından geçip kabusun kalbine ulaştıklarında bu kez Zelâl de indi sandaldan. Gül tek bir bakışıyla neler olduğunu anlamak istediğini söyledi.
“Bu gece katilini göreceksin. Babanın bıçağındaki kanı görür görmez arkanı dön, çünkü ben gitmiş olacağım.”
Kafasını salladı Gül ve annesinin acısıyla göz göze geldi. Daha önce gördüğü yedi rüyanın aksine bu kez daha az bağırdı Gül. Bir gerçeğin içinde olmadığının bilincindeydi çünkü. En azından şimdilik huzursuz olması gerekmiyordu. Babasının kanlı bıçağıyla birlikte annesinin üzerine yürüdüğünü gören Gül nefesini tuttu ve göğsündeki korkulu heyecanla birlikte arkasını döndü.
Düşmanlarınızı, onlarla ne şekilde karşılaştığınızı hatırlayın. Kalbinize saplanan çığlıklar ve kanınızda yüzen ölü yüzler.. İnsanın en büyük düşmanı kendisidir çünkü bütün düşmanlar maktulün sevgisiyle büyür. İşte bu yüzden katiliyle yüzleşince daha öldürülmeden ölür insan. Gözleri kararan Gül kendisini boğmaya çalışanın kim olduğunu önce anlamadı ama her katilin kurbanını öldürmeden önce kendini ona gösterdiğini bildiği için bekledi. Hiçbir şey yapmadan, yapamadan bekledi. Son bir adımın sesini duymadan önce gözlerini kapatıp ellerini sıktı, sonra bir çift göz açıldı gerçeğe hiç korkmadan. Bir saat önce aynı odada nefes aldığı abisi İnan celladı olarak karşısındaydı şimdi.
0 notes
insaniduygular-blog · 11 years ago
Text
Avaz: “Bütün Çocuklar Masum Değildir”
İnsan bir kez karanlığa dokundu mu kaybettiği masumiyetinin asla geri dönmeyeceğini anlar. Soğuk ve dönüşsüzdür çünkü karanlık. Tam “Bir daha olmayacak” dediğin anda çıkar karşına, katil bir hevesle. Yalnızlık en çok o zaman hissedilir: Etrafındakilere hatta kendine rağmen.
İçindeki korku ve şaşkınlık hissi değişmeden uzun uzun Zelâl’in notuna baktı Gül. Hâlâ bir rüyanın içinde olmayı umuyordu. Kendisi inanmak istemediği bir korkuyla yüzleşirken uyuyan ailesinin uyku seslerini dinliyordu bir yandan. Çıplak ayaklarını yavaşça yere değdirip ayaklandı: Anne ve babasının yatak odasına gidip kapı aralığından onları seyretti. Onları gördükten sonra biraz da olsa rahatladı ve evden çıkmaya karar verdi. Gardıroptan gelişigüzel aldığı giysileri üzerine geçirdikten sonra hızlı adımlarla evden çıktı: Zelâl’in notunu da alarak!
Rüyasını ve yaşadıklarını düşünerek hızlı adımlarla, nefes nefese kalana dek yürüdü. Sahile vardığında biraz olsun dinlenmek istedi ve sabahın ilk simitçisinden aldığı simitle kahvaltı yapmaya karar verdi. Birkaç lokmadan fazlasını yiyemeden ayaklandı tekrar: İşe gidemeyeceğini anladı ve işyerine haber verdi. Telefonuna gelen mesajları göz ucuyla kontrol etti ve az önce oturduğu banka geçip denizi seyretti. Bunun tuhaf bir şaka olabileceğini düşündü önce fakat rüyasından henüz kimseye bahsetmemişti. Pantolonun cebine sıkıştırdığı notu tekrar eline alarak inceledi. Kusursuz güzellikte bir yazıyla yazılmıştı. Zelâl’in yazısını hiçbir zaman düşünmemişti tabii ancak bu kadar güzel olmasını da bekleyemezdi herhalde. Şu an, yani uyanıkken bir rüyada olduğu düşüncesi çok daha mantıklı geliyordu ona. Belki de hâlâ uyanmamıştı ya da sürekli başka bir rüyanın içine uyanıyordu. Aklında ardı arkası kesilmeyen teoriler belirirken ofisten arkadaşı Doğu’nun izinli olduğunu hatırladı. Hemen telefonunu çantasından çıkardı ve Doğu’yu aradı: Cevap vermiyordu! Uyuyor olduğunu tahmin ederek yılmadan birkaç kez daha aradı. Birileriyle konuşmaya ihtiyacı vardı ve şu an için en uygun insanın o olduğuna karar verdi. Doğu yedinci aramada telefonunu açtı. Uyku sersemi olan arkadaşını yanına gelmeye ikna etmesi tahmin ettiğinden uzun sürdü. Bankta yaklaşık bir buçuk saat geçirdikten sonra Doğu ile buluşmak üzere çarşıya doğru yürüdü. Birlikte adam akıllı kahvaltı ettikten sonra Gül rüyasını ve yaşadığı her şeyi tek tek anlattı Doğu’ya. Doğu sanki bütün gerçeklerin yanında duruyormuş gibi hemen inandı anlattıklarına. Gül ise önce şaşırdı, sonra da bunun üzerinde durmaması gerektiğini düşündü. Yaşadıklarını anlattığı tek insan yanındaydı ve belki de birlikte bir çözüme ulaşabileceklerdi.
“Kendini kötü hissetmen gerekmiyor” dedi Doğu kendinden emin bir şekilde. “Anlattıklarım mantıklı mı geliyor sana” dedi Gül daha fazla gerilerek.
“Yaşadığın her şeyin farkındayım, ne kadar korktuğunun da ama korkmak için henüz erken. Gördüğün rüyaların bir anlamı var.” / “Sen şimdi yaşadıklarımı zaten bildiğini mi söylüyorsun?” / “Bir sene önce hayatına tam da bu an için girdim Gül. Bana ihtiyacın olsun diye!”  / “Delirmişsin sen. Bunlar nasıl gerçek olabilir?” / “Rüyaların sandığın kadar masum değil Gül. Gördüğün her şeyin bir anlamı ve sebebi var. Ateş görürsen yanarsın, kan görürsen ölürsün.”
Duyduklarını karşısında ne yapacağını şaşıran Gül şaşkınca etrafına baktı.
“Zelâl kim?” / “Bunu ben de bilmiyorum ve anladığım kadarıyla öğrenmemiz şimdilik zor. Daha önemli olan şey ona uzanan yolda ne yapacağımız.” / “Ben ona ulaşmak istemiyorum, aksine ondan kaçmam gerek.” / “İşte bu çok zor. Çünkü çok uzun zamandan beri seni bekliyor, ondan asla kaçamazsın.” / “İyi de beni bulup ne yapacak? Hâlâ bir gerçeğin içinde olduğuma inanamıyorum.” / “Öncelikle bu gerçekle yüzleşsen iyi olur. Çünkü bu gerçekten kaçmaya çalışırsan korktuğun karanlığın içinde boğulursun.” / “Peki ya sen.. Sen de mi düşmanımsın?” / “Zelâl’i düşmanın olarak mı görüyorsun? Rüyalarında ona karşı sempati beslediğini düşünüyordum ben.” / “Onu gördün mü?” / “Gördüğün her şeyi ben de gördüm, bildiğin her şeyi ben de biliyorum.” / “Peki neden sustun, neden uyarmadın beni?” / “Bir yolun sonunda yanacağını bilsen o yola yürür müsün?” / “Seni arkadaşım sanıyordum.” / “Ben senin arkadaşınım.. Hatta daha da fazlası. Bu yolda birlikte yürümek zorundayız Gül. Bunu ben istemiş olamam değil mi?” / “Çok korkuyorum..” / “Korkmana gerek yok. Öncelikle rüyalarını kontrol etmeye çalışacağız, daha da vahim bir hâl almadan önce.” / “Nasıl?” / “Rüyalarını kontrol etmen için daha önce de  bu tür vakalarla ilgilenen birinden destek alacağız: Gülriz. Seni boğmaya çalışanın kim olduğundan başlayarak rüyandaki bütün gizeme ulaşacağız.” / “Rüyamda beni kimin boğduğunun ne önemi var?” / “Gördüklerin gelecekten Gül, engellemezsen olacaklar.”
Birkaç saat daha konuştuktan sonra ayrıldılar. Sabah kendini dışarı attığı andakinden daha kötü hissediyordu Gül. Gerçekle yüzleşmişti çünkü, yüzleşmek zorunda kalmıştı. Evdekilere hesap vermemek için biraz daha oyalandı ve işten dönüyormuş gibi tam saatinde döndü eve. Kimsenin yüzüne bakmadan odasına geçti ve kendini yatağa attı. Ebru henüz duşa girmişti. Elini cebine sokup Zelâl’in notunu aldı. Ağlamak istiyor ancak buna bile cesaret edemiyordu. Notu sabah bulduğu yere, komodinin üzerine koyarak yatakta kıvrandı. Tam gözlerini kapamışken telefonundan gelen bildirim sesiyle irkildi. Ayağa kalkıp telefonunu eline aldı ancak herhangi bir bildirime rastlayamadı. Tam yatağına geri dönerken bildirimin Ebru’nun telefonuna geldiğini anladı. Bakmakla bakmamak arasında gidip geldi ancak merakına yenik düşerek eline aldı telefonu: “Gül’e hafta sonu uçuşum olduğunu söyledim. Rahatça görüşebiliriz sevgilim. – Attila”
Sevdiklerinizin ihanetine uğradığınız anları düşünün, kalbinize gaip bıçakların saplandığı o karanlık anlar. Tıpkı karanlığın kendisi gibi bu anlar da engeller insanın bildiği gibi olmasını. Çünkü ihanet değil sevmek acıtır insanı en çok.
0 notes
insaniduygular-blog · 11 years ago
Text
Avaz: "Rü'ya Göçebesi"
Bir çift göz açıldı geceye. Deniz, koyu karanlık ve rüzgar..
Gül’ün bu sahilde gördüğü yedinci rüyaydı, şimdilik. Serin taşlı kumlara basan çıplak ayakları üşürken, rüzgâra çarpan avuç içleri terliyordu. Bir çıkış kapısı yoktu henüz, devam etmeliydi bu bilinmez karanlığa bir kez daha dalmaya. Ulumalar ve gaip ıslıklarla birlikte dalgalar ayağına ulaşana dek yürüdü. Beklerken üşüdüğünü hatırladı: Üzerinde yalnızca beyaz geceliği vardı. İki elini vücudunda kavuşturarak biraz da olsa ısınmaya çalıştı. Sol göğsündeki ağrıdan kurtulmaya çalışırken sandalın sesini duydu. Görünen hiçbir şey yoktu bu zifiri karanlıkta, yalnızca duyduklarının varlığından haberdar oluyordu insan.
Sandal kıyıya yaklaşınca fenerini yaktı Zelâl, hiçbir şey yapmadan Gül’ün sandala gelmesini bekledi. Suratında ne bir sinir, ne de ufacık bir tebessüm vardı. Tekinsiz bir insandı evet ancak kendisine zarar vermeyeceğini bildiğinden korkmuyordu Gül ondan. Hatta en az kendi kadar üzülüyordu ona, zira onun da bir mecburiyet esiri olduğunu düşünüyordu hep. Gül sandala adım atar atmaz kürek çekmeye koyuldu Zelâl. Geçmişteki altı rüyası boyunca aralarından tek bir kelam bile geçmemişti ancak bu defa onun üşüdüğünü tahmin ederek sandalın kıçına fırlattığı ceketini ona uzattı. Gül istemeye istemeye kabul etti ceketi ve hemen üzerine attı. Bu yolcuğun belli belirsiz yirmi dakika kadar sürdüğünü biliyordu Gül ve bu yirmi dakikayı yalnızca düşünmekle geçiriyordu. Bu karanlığın bir güneşle yırtıldığını, tenine vuran sert ayazın yerini yaz sıcağına bırakmasını hayâl etti. Karşısındaki Attila olabilirdi mesela ve öyle olsa ayaklarını hiç düşünmeden suya değdirirdi belki. Fenerin suya yansımasına baktı uzun uzun, denizin dibinde hareket eden balıkların olduğunu düşündü. Şu an bedeninin sıcak bir yatak üzerinde, güvende olduğunu biliyordu ve kafasının içinde yaşanan bu karmaşa için en çok kendine kızıyordu. Çünkü onu bu karmaşıklığa iten kendinden başka kimse olamazdı.
Akşamüzeri eve giderken kalabalıktan sıkılmış ve kendini otobüsten atıp sahil boyu uzunca yürümüştü. Kulağına taktığı kulaklık ve iPod’unda çalan şarkılarla birlikte hiç olmazsa yarım saatliğine dünyevi yorgunluğu atmıştı üzerinden. Henüz eve gitmek istemediğini anladığında ise kardeşi Ebru’ya mesaj atıp onu da çağırmıştı yanına. Birlikte uzun uzun vitrinlere baktıktan sonra Sarıyer sahilinde birer çay içip eve geçmişlerdi. Akşamları yemek yemediği için vakit kaybetmeden duşa girdi ve annesinin her hafta izlediği dizilerden birini yarım yamalak izledikten sonra odasına geçti. Ofisteki arkadaş grubuyla mesajlaştıktan sonra uykusuna direnemeden yatağına girdi.
Yolculukları bitmek üzereyken hava hafiften ağarmaya başladı ve rüyada onu en çok tedirgin eden kısmın biraz sonra başlayacağını anladı. Devasa ardışık kayalıkların arasından yavaş ve dikkatlice geçtikten sonra deniz kıpkırmızı kesildi nihayet. Her defasında bir kan birikintisi üzerinde yüzdüklerini düşünen Gül üzerindeki ceketi bir kenara bırakıp ayağa kalktı. Rüzgâr şimdi daha sıcak öpüyordu tenini ancak bir türlü rahatlayamıyordu. Uzaktan ufak bir nokta olarak görünen cam fanusa dikti gözünü. Elini istem dışı sol göğsünün üzerine götürdü. Hayatındaki en ağır acıya sıkışıp kalmıştı. Nefesleri azalmaya, gözleri yaşarmaya başladı fakat ağlayamıyordu. Ne kadar istese de ağlayamıyordu. Belki de bunun sebebi gözünden akan ilk damlayla birlikte rahatlayacak olmasıydı. Gözlerini hiç ayırmadan fanusa bakmayı sürdürdü. Zelâl ise içten içe üzülür gibi baktı yüzüne. Üzülmüyordu! Bu rüyalar olmasa onu başka nasıl görebilirdi? Tıpkı kendisi gibi onun da bu rüyalara hapsolmasını istiyordu.
“Buraya kadar” dedi Zelâl buz gibi sesiyle. Gül ona bakmadan ayağını kırmızı suya attı: Suyun boyu dizlerine yetişiyordu ancak. Çamura gömülen ayakları yorulmuştu hemen, yürümekte zorlanıyordu. Kafasını kaldırıp üzerinden geçen kuzgunlara baktı. Oradaydı..
Fanusun içinde çırılçıplak çırpınan annesini görür görmez çığlık atmaya başladı ve etraftaki sessizliği var gücüyle deldi. Annesi de çığlık atıyor olmalıydı ancak sesini yalnızca kendisi duyabilirdi. İnsan bir tek kendisiyle yüzleşemez hayatı boyunca / Herkese nefes bulur, kendine asla.. Fanusun olduğu uçurumda üzeri kanlarla babasını gördü bu kez. Elinde hâlâ sıcacık kan bulunan bıçağıyla birlikte fanusa doğru yürüdü.
Bir kez daha var gücüyle çığlık attıktan sonra ne olduğunu anlamadan suyun içine yığıldı Gül: Ağzını kapatan bir çift el dışarı çıkmasını engelliyordu. Ellerini dışarı salarak düşmanının kim olduğunu bilmeden karşı koymaya çalıştı ancak başarısız oldu ve çırpınmaya devam etti. Nefesinin kesilmek üzere olduğunu anladı, çaresiz ağzını açıp kendisini boğmaya çalışan eli ısırdı ve kanlı su ağzına doldu. Keskin, acı bir tadı vardı ve genzi alev alev yanıyordu. Nihayet kurtulmasının imkânsızlığını anlayınca ise daha fazla çırpınmasının anlamsızlığını da görerek boğulmaya teslim oldu.
Bir çift göz açıldı güne. Ferah ve aydınlık..
Gül nefes nefese doğruldu yatağında. Yedinci kez gördüğü bu rüyayı sanki ilk kez görüyormuş gibi hissetti geçmişi hatırlamayarak. Sol göğsü tuhaf bir şekilde rüyada hissettiğinden daha çok ağrıyordu şimdi ve elini oraya götürerek yavaşça ovmaya başladı. Komodinin üzerinden aldığı telefonun ekranını aydınlatarak saatine baktı: Yaklaşık bir saat daha vakti olduğunu görünce ise kafasını tekrar yastığına yasladı. Gözlerini kapatıp acısını dindireceğini umarak sol göğsüne doğru yaslandı. Son bir sancıyla açılan gözleri komodinin üzerinde duran kağıda takıldı. Birkaç dakika kağıda baktıktan sonra tekrar doğruldu ve kağıdı eline aldı: “Seni buldum – Zelâl”.
0 notes
insaniduygular-blog · 11 years ago
Photo
Tumblr media
1 note · View note
insaniduygular-blog · 11 years ago
Photo
Tumblr media
bi küçük Eylül meselesi
458 notes · View notes