Text
Katliamdan Sonra Bir Genç Kız
Antalya’dan kalkan otobüs Eskişehir’e yaklaşmak üzereydi. Arkadan bir feryat koptu… Genç bir kız ayağa fırlamış, yanında oturan yaşlı kadıncağızın da kolundan çekerek sürüklemeye çalışıyordu:
“İmdat, imdat! Bizi kaçırıyorlar. Vallahi anneciğim, doğru söylüyorum, bizi kaçırıyorlar.”
Herkes yerinden fırladı. Acaba arkada ne oluyordu? Ortam öyle bir ortamdı ki, her şey olabilirdi. İlk şaşkınlık çabuk geçti, kimsenin kimseyi kaçırdığı yoktu. Ama genç kız bağırıyordu:
“Anneciğim, anneciğim bizi kaçırıyorlar. Kurtarın bizi!”
Neredeyse annesiyle birlikte pencereden atlayacaktı. Annesi ve diğer yolcular genç kızı sakinleştirmeye çalışıyorlardı ama nafile! Genç kız bir kez kaçıracaklar korkusuna kapılmıştı. Kızcağızın ruhsal bir bunalım geçirdi��i ortadaydı. Zavallı kadıncağız bir taraftan evladını yatıştırmaya çalışırken, bir taraftan da etrafa dert anlatıyordu:
“Hukukun son sınıfında… Üniversiteye bomba attıkları gün oradaymış. Canını zor kurtarmış. Arkadaşlarının parçalanıp öldüğünü görmüş. O günden beri bu hale geldi. Doktorlar, sakin bir yere götürün bu çevreden uzaklaştırın, dediler. Aldım Antalya’ya getirdim, hiçbir şey değişmedi. Hep böyle! Okutmazolaydım. Ne kısmetler çıktı vermedim. Okusun, dedim. Ağzım tutulaydı. Yavrum bu hale geldi.”
Genç kız hâlâ aynı korku içinde çırpınıyordu : “Bizi kaçıracaklar anneciğim. Hani İstanbul’a gidiyorduk. Bak Antalya yazıyor.”
Kadıncağız yalvarıyordu: “Yapma kızım, güzel evladım, kimsenin bizi kaçıracağı yok. Bak burada beyler, hanımlar var, hepsi bizi koruyor. Kimse seni bırakmaz. Kim kaçıracakmış, niçin kaçıracakmışlar. Korkma güzel yavrum.”
“Hayır anneciğim kaçıracaklar. Seni de etkilemişler, bizi kaçırıp öldürecekler. Açın kapıyı inelim.”
Kadıncağız perişan olmuştu:
“Görüyorsunuz halimi, kendime mi yanayım, evladıma m” yanayım! Ben de kalp hastasıyım. Bana da bir ha! olacak…”
Bütün yolcular hem kadıncağızı, hem de kızını ellerinden geldiği kadar teselli etmeye çalışıyorlardı. Herkes son çareyi Eskişehir’de bulmuştu: “Eskişehir’e gelelim, otobüsten insin, biraz hava alsın iyileşir inşallah. Otobüs sıktı zavallıyı…”
Eskişehir’e gelindi ama kızcağız daha fena oldu. “Kaçıracaklar bizi!” diye çırpınıp duruyordu. Derken annesi de fenalaştı. Bir taksiye koyup ikisini de hastaneye yolladılar. Sonrasını kimse bilemedi. Otobüs, yolcularını alıp gitti. Yolcu yolunda gerekti…
1 note
·
View note
Text
Katliamdan Sonra Bir Genç Kız
Antalya’dan kalkan otobüs Eskişehir’e yaklaşmak üzereydi. Arkadan bir feryat koptu… Genç bir kız ayağa fırlamış, yanında oturan yaşlı kadıncağızın da kolundan çekerek sürüklemeye çalışıyordu:
“İmdat, imdat! Bizi kaçırıyorlar. Vallahi anneciğim, doğru söylüyorum, bizi kaçırıyorlar.”
Herkes yerinden fırladı. Acaba arkada ne oluyordu? Ortam öyle bir ortamdı ki, her şey olabilirdi. İlk şaşkınlık çabuk geçti, kimsenin kimseyi kaçırdığı yoktu. Ama genç kız bağırıyordu:
“Anneciğim, anneciğim bizi kaçırıyorlar. Kurtarın bizi!”
Neredeyse annesiyle birlikte pencereden atlayacaktı. Annesi ve diğer yolcular genç kızı sakinleştirmeye çalışıyorlardı ama nafile! Genç kız bir kez kaçıracaklar korkusuna kapılmıştı. Kızcağızın ruhsal bir bunalım geçirdiği ortadaydı. Zavallı kadıncağız bir taraftan evladını yatıştırmaya çalışırken, bir taraftan da etrafa dert anlatıyordu:
“Hukukun son sınıfında… Üniversiteye bomba attıkları gün oradaymış. Canını zor kurtarmış. Arkadaşlarının parçalanıp öldüğünü görmüş. O günden beri bu hale geldi. Doktorlar, sakin bir yere götürün bu çevreden uzaklaştırın, dediler. Aldım Antalya’ya getirdim, hiçbir şey değişmedi. Hep böyle! Okutmazolaydım. Ne kısmetler çıktı vermedim. Okusun, dedim. Ağzım tutulaydı. Yavrum bu hale geldi.”
Genç kız hâlâ aynı korku içinde çırpınıyordu : “Bizi kaçıracaklar anneciğim. Hani İstanbul’a gidiyorduk. Bak Antalya yazıyor.”
Kadıncağız yalvarıyordu: “Yapma kızım, güzel evladım, kimsenin bizi kaçıracağı yok. Bak burada beyler, hanımlar var, hepsi bizi koruyor. Kimse seni bırakmaz. Kim kaçıracakmış, niçin kaçıracakmışlar. Korkma güzel yavrum.”
“Hayır anneciğim kaçıracaklar. Seni de etkilemişler, bizi kaçırıp öldürecekler. Açın kapıyı inelim.”
Kadıncağız perişan olmuştu:
“Görüyorsunuz halimi, kendime mi yanayım, evladıma m” yanayım! Ben de kalp hastasıyım. Bana da bir ha! olacak…”
Bütün yolcular hem kadıncağızı, hem de kızını ellerinden geldiği kadar teselli etmeye çalışıyorlardı. Herkes son çareyi Eskişehir’de bulmuştu: “Eskişehir’e gelelim, otobüsten insin, biraz hava alsın iyileşir inşallah. Otobüs sıktı zavallıyı…”
Eskişehir’e gelindi ama kızcağız daha fena oldu. “Kaçıracaklar bizi!” diye çırpınıp duruyordu. Derken annesi de fenalaştı. Bir taksiye koyup ikisini de hastaneye yolladılar. Sonrasını kimse bilemedi. Otobüs, yolcularını alıp gitti. Yolcu yolunda gerekti…
0 notes
Photo
Türkiye’nin 1970 Yıllarındaki Siyasi Nabzından Bir Enstantane
İşte böyle Süleyman Bey! Meşru zemin İçinde çare istemiyor muydunuz? İşte bulundu! «Bir kırmızı oy fazla çıksın!» demiyor muydunuz? İşte 226 da aşıldı, on kırmızı oy da fazla çıktı.
Güle güle Süleyman Bey! 1978’in ilk günlerinde şöyle bir arkanıza dönüp baksanız. Hep kan görürsünüz. Fidan gibi delikanlılar, aslan gibi babayiğitler, gelinlik kızlar ve bilim adamları… Devri iktidarınızda icat ettiğiniz «cephecilik» bizi buraya kadar getirdi.
Nasıl geldik buraya? Hepsini bir bir sıralamanın gereği yok. Şu ilana bir göz atın ve okuyun;
“Beşiktaş Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Bölümünde 3. sınıfta okurken 27.12.1976 pazartesi günü, insanlık dışı bir saldırıda açtıkları yaylım ateşinde ağır yaralanan, kaldırıldığı Etfal Hastanesinde gösterilen bütün ihtimamlara rağmen 31.12.1976 cuma günü 10 Muharremde bizleri acılar içinde bırakarak aramızdan ayrılan sevgilimiz, ruhumuz, canımız, kanımız, medarı iftiharımız özgürlükçü, aydın, yiğit oğlumuz, ALİ NECİP BOZALİOĞLU’nu (26.8.1954)-(?)…”
Mezar taşına resmini oyduk Zalimin zulmüyle acıyla dolduk Annenin yanma kabire koyduk Kime ne de benim yavrum kime ne! Köz düştüğü yeri yakar ele ne!
UNUTMAYACAĞIZ! Az yaşadı, şerefle öldü. Özgürlük ve vatan uğruna, sadece bu mu?
Bir de İstanbul’un Vali Vekili Burhanettin Ergun’un «yeni yıl mesajını okuyun:
Bilmiyorum basınımız bu sade beyanlarımıza sütunlarında tümüyle yer verebilir mi, ama uzunca da olsa kendilerine hizmet gayreti içinde bulunduğumuz muhterem İstanbul halkının yeni yıllarını en candan dileklerle kutlama heyecanı içinde bulunduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Kısa bir dönem için de olsa kıdemli Vali Muavini olarak bana tevcih edilmiş bulunan şerefli İstanbul Valiliği görevini, hizmetin kapsam ve sorumluluğunu bilerek üstlenmekten duyduğum onuru muhterem halkımıza bu vesile ile iletmek ve paylaşmak isterim.
Halkımızın idareden beklemekte bulunduğu meseleler re idarenin yaklaşım tarzını dile getiren ve çok kere müjdeli hizmet haberlerini de içermesi mutat bulunan bu yılbaşı mesajını sadece iyi temennilere inhisar ettirerek halkının hizmet sorumluluğunu taşıyan bir görevlinin yalnız duygularını yansıtmak istiyorum.
Çetin bir yıl geçirdik. Ben de ikisi üniversiteye, biri ortaokula devam eden üç çocuk babasıyım. Çocuklarımın eve dönüş saatlerini anneleri ile heyecanla paylaşarak bekleriz. Özel bir vasıtamız, özel bir korunmamız yok. Halkımızdan bir kişi ve aile olarak sade yaşarız. Halkımızın geniş bir kitlesinin taşıdığı istek, endişe, değerlendirme ve mutluluk duygularından farklı bir dünyamız yok.
Bu dünyanın en büyük dileği gerçekten mutlu olmak için hudutsuz olanaklara sahip bu ülkede, düşmanlık duygularına dönüşecek görüş ayrılıklarının mutlu bir sonuca ulaşmasıdır.
Bu dileğin giderek yaygınlaşması ülkemizin geleceği açısından ümitleri güçlendirir. Ben bu arzuların yaygınlaştığı kanısını taşıyarak yeni yıl için gerçekten umutlanıyorum. Halkımızın güven ve esenliğine atfettiğimiz önem, her türlü hizmet anlayışının da ötesinde üzerinde özenle durulacak bir hizmet konusudur.Muhterem İstanbulluların yeni yıllarını huzur ve güven içinde geçirmeleri dileklerimi tekrarlar, kutlarım.
Sayın Demirel! Uzun lafa ne gerek. Cumartesi günkü sonucun doğruluğunu ispatlamaya sadece bunlar yeter. Bağrı yanık bir baba ve de «devletsin İstanbul’daki en büyük temsilcisi bakın neler diyorlar…
Anlıyor musunuz? Meşru zemin içinde geldiniz, gittiniz ve meşru zemin içinde yine gelebilirsiniz. Ama bir daha böyle gelmeyin!
0 notes
Photo
Barbarlık Nedir Ve Neye Denir?
İngiliz gazetesi Sunın manşeti bu. Barbarlık! Niçin? İstanbul’da 26 kilo esrar satarken suçüstü yakalanan İngiliz çocuğu Timothy’ye, Türk kanunlarının en hafif cezası verildiği için… Demek, haşmetlû majestelerinin ülkesinde barbarlık kelimesinin karşılığı bu olsa gerek. Oysa Barbarlık kelimesinin anlamını, küstah İngiliz çok iyi bilmesi gerek. Hem şuradan, buradan değil, kendi tarihlerinden… Zira haşmetlû majestelerinin ülkesinin tarihinde barbarlığın ne olduğu o kadar açık ve seçik olarak yazılıdır ki!
Belki unutmuşlardır; onun için tarihin inkâr kabul etmez gerçeğini bir kere daha hatırlatalım. Dünya tarihi afyon savaşı başlığı altında şöyle yazar:
İngiltere’nin Çin ile yaptığı ticaretin en büyük kısmını Hindistan’da yetişen afyonun satışı teşkil ediyordu, 1800 yılında Çin İmparatoru, halkına bu yabancı süprüntüsünü kullanmamasını emretmişti. Fakat afyon kullanılışı, azalacağı yerde arttı. 1767’de Çin’e bin sandık afyon sokulmuştu. 1820’de ithalat 20 bin sandığa ulaştı. 1838’de afyon hakkında İmparatora sunulan bir rapordan sonra, ithalat yasaklandı.
Kanton’a gelmiş bulunan 20 bin sandık afyon müsadere edilerek, yerine sandık başına 5 kilo çay verildi. Oysa bir sandık afyonun değeri 1000 sterlingdi. İngiliz çıkarlarını korumak amacıyla, Ingiliz – Hindistan kumpanyasının temsilcisi, Kanton’un karşısındaki Hong Kong’a gidip yerleşti ve itirazlarına hiçbir cevap alamayınca, iki İngiliz savaş gemisi Kanton’u topa tuttu. Kanton kalelerinde de üç top vardı. Ateşe karşılık verildi, bir Ingiliz gemisi batırıldı ve İngilizierin Kanton ile her türlü ticareti yasaklandı. Çin İmparatoru ülkesine afyon sokan tacirlerin başının kesilmesini emretti.
Bunun üzerine İngiltere, Çin’e savaş ilan etti ve 1840’ta bir İngiliz filosu Kanton nehrini kesti. 1841’de Kanton kalelerinin bombardımanından ve bir öncü birliğin karaya çıkarılışından sonra. Kanton halkı teslim oldu. Kanton valisi İngiltere’ye 6 milyon dolar tazminat verilmesini ve şehrinin afyon ticaretine açılmasını kabul etti. Fakat Çin İmparatoru Valinin verdiği tavizleri kabul etmeyince savaş yeniden başladı. Bu sefer İngilizler Yançe bölgesine çıkarma yaparak Amoy ve
Ningpo’yu ele geçirdiler. İngiliz donanması Yançe boyunca çıkarak, surlarla çevrili Şanghay’ı ele geçirdi. Küçük Mançu kasabasının halkı, İngiliz kuvvetlerine direniyordu. 16 bin Çinli teslim olmaktansa intihar etmeyi tercih etti. Hepsi öldü. Ancak bundan sonra, İngiliz kuvvetleri bu kasabayı aldı ve Çen – Kiyang – Fu’ ya girdi.
Bir ay sonra İngiliz ordusu Nanking önlerine geldi. Savaşta İngiltere sadece 520 kişi kaybetmişti. Çinliler ise 20 bin ölü vermişlerdi. İngilizlerin silah üstünlüğüne karşı koyamayan Çinliler, 29 Nisan 1842’de de Nanking Anlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşmaya göre, Ingilizler, artık Çin’de serbestçe afyon satabileceklerdi.
Afyon savaşını kazanmışlardı. Barbarlık ha! Barbarlık budur İşte! Önce kendi tarihini oku, barbarlığın ne olduğunu öğren, ondan sonra o kelimeyi kullan. 1972 yılında, karşında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti var. 1840’iarın Çin imparatorluğu ve Çin halkı değil.
Ve senin, o haşmetlû unvanın da, 1972’de, artık mizahtan öte bir anlam taşımıyor. Hem haşmetlû olsan ne çıkar? Çanakkale önünde gördük, senin o yenilmez armadanı…
1 note
·
View note
Photo
Memleketin En Büyük Eşkıyası
‘Bir hikâyemiz var bugün… Az duyulmuş bir hikâye sanırız Zengin bir adamın, babasının parasında gözü olan bir oğlu varmış. Babası, “Çalış oğlum” demiş, Baba parası fayda etmez, çalış da sen kazan! Baba yaşlanmış, oğlan bir iş sahibi olamamış ve bir gün adam yatağa düşmüş. Ağır hastaymış; oğlunu çağırmış:
Bak oğlum, beni iyi dinle: Şu sandıkta 6000 altın var. Üç bin altın senin, üç bin altın da memleketin en büyük eşkıyasının… Arayacaksın, tarayacaksın, memleketin en büyük eş-kıyasını bulup ona vereceksin. Vasiyetim bu! Eğer dediğimi yapmazsan ahrette iki elim yakanda olur. Ve baba ertesi gün can vermiş… . Oğlan 6000 altını cebine koyup düşmüş yollara. Memleketin en ‘büyük eşkıyasını arıyor. Dolaşmadığı yer, sormadığı kimse kalmamış. Kimi bulduysa Ondan da büyüğü var! demişler. Sonunda kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağın tepesinde yaşayan Kelle Koparan İbrahimi salık vermişler:
Memleketin en büyük eşkıyası odur. Ondan büyüğü yoktur. Oğlan başlamış dağı tırmanmaya. Mevsim kış, zemheri soğuğu. Tipi, bora, fırtına kıyamet… Tırmana tırmana dağın doruğuna yaklaşmış. Birden karşısına silahlı iki adam çıkmış. Kelle Koparan İbrahim’in muhafızlarıymış. Alıp kendisini ağanın
huzuruna götürmüşler. Memleketin en büyük eşkıyası ayı postlarıyla kaplı mağarasında çubuğunu tüttürüp yan gelir yatarmış. Oğlan huzura varınca selam verip derdini anlatmış: . Ağam, babamın vasiyeti var. Memleketin en büyük eşkıyasına üç bin altın bıraktı. Sordum soruşturdum, senden büyüğü yokmuş. Aldım altınları getirdim…
Kelle Koparan İbrahim Zahmet ettin yanlış kapı çaldın oğlum demiş. Bu memleketin en büyük eşkıyası ben değilim! Aman ağa. hazretleri nasıl olur? ‘Herkes sizi söyledi… Değil oğlum, benden de büyüğü var. Filan yerin kadısı Mehmet Efendi, benden de büyük eşkıyadır. Var git ona ‘babanın vasiyetini yerine getir. Ben hakkım olmayan parayı almam. Ağa hazretleri hiç kadıdan eşkıya olur mu? ‘Sen benim, dediğimi dinle, git, gör de eşkıyanın kim olduğunu anla!
Oğlan yine düşmüş yollara… Kelle Koparan İbrahim’in tarif ettiği yeri bulup, Kadı Mehmet Efendinin huzuruna çıkmış, el öpüp derdini anlatmış: Kadı Efendi, babam ölürken 6000 altın bıraktı. Üç bini benim üç bini de memleketin en büyük eşkıyasınındır. Fakat Kelle Koparan İbrahim, altınları almadı ve sizi tavsiye etti. Kadı Efendi birden celallenmiş: Vay küstah herif! Hiç kadıdan eşkıya olur mu?
Oğlan bıkmış artık, babasının vasiyetini bir yerine getirse rahat edecek. Başlamış yalvarmaya: Aman Kadı Efendi, ne yap, ne et de şu dertten beni kurtar. Al şu üç bin altını, ben de başımın çaresine bakayım. Kadı Efendi sakalını sıvazlayıp Hele kara kaplı kitaba bir bakalım demiş. Kitabı karıştırdıktan sonra Hile-i şeriye gerek! diye başını sallamış… Ocağına düştüm Kadı Efendi, ne yaparsan yap da, beni bundan kurtar! Kadı Efendi hile-i şeriyeyi anlatmış: Şu karşıki araziyi görüyor musun? Evet Kadı Efendi! İşte o arazi benim! Hayırlı olsun Kadı Efendi! Peki toprağın üzerindeki kar kimin? Bilmem! Nasıl bilmezsin yahu, toprak kiminse kar da onundur. Şimdi ben sana bu karları üç bin altına. satacağım… Aman Kadı Efendi ne yaparsan yap!
Kadı Efendi kâtibi çağırıp, satış senedini yaptırmış. Oğlan üç bin altını verip, karları satın almış! Delikanlı ertesi sabah- handa uyurken kapı vurulmasıyla uyanmış. Kadı Efendi seni istiyor! Hemen giyinip kadının huzuruna varmış:
Bre gafil bu yaptığın ne? Aman Kadı Efendi ne yaptım? Bu arazi kimin? Senin! Ya bu karlar? Cevap versene, dün sen satın almadın mı? Evet öyle oldu. O halde benim arazimin üzerinde, senin karlarının işi ne? Derhal kaldır bunları… Aman Kadı Efendi, kar kalkar mı? Ya bu karları kaldırırsın, ya da seni hapse atarım. Ne hakkın var benim arazimi işgale!
Delikanlı başlamış yalvarmaya: Etme, eyleme Kadı Efendi, şu kara kaplı kitaba bak da, bunun da bir hile-i şeriyesini bul! Kadı sakalını sıvazlamış, kara kaplı kitaba bakmış:
Zor ama bunun da bir hile-i şehriyesi var. Madem be-nim toprağımı işgal ettin, işgaliye rüsumu olarak 3000 altın ödersin, ben de davamdan vazgeçerim. Delikanlı, çaresiz, babadan kalan 3 bin altını da kadıya verip çıkmış dışarı ve Hey gidi Kelle Koparan İbrahim! Diye bağırmış. . Sen eşkıya değil, evliya imişsin meğer! Dediğin doğruymuş! Gel de eşkıya nasıl olurmuş gör! ‘Babamın da ruhu şad olsun… Vasiyetini tuttum!
1 note
·
View note
Photo
Eski Türk Hikayelerinden Derlemeler
Tevetoğlu Böyle Konuşur
AP Samsun Senatörü Fethi Tevetoğlu Çorum kongresine davet edilmişti. Tevetoğlu günlerden beri kongre kongre dolaşıyor ve hiç durmadan konuşuyordu. Çorum’da da kürsüye çıktı. Önce sağ kolunu dimdik ileri uzatıp dinleyicileri selamladı. AP liIer bu maruf senatörlerinin ne diyeceğini merak ediyorlardı. Tevetoğlu “Aziz Çorumlular!” diyerek söze başladı. Sonra birkaç saniye durdu, gözlerini kendisini dinlemeye hazırlanan kalabalığın üzerinde gezdirdi ve devam etti : “Sözlerime başlamadan size niçin ‘Aziz Çorumlular dediğimi izah edeyim!”
Konuşmasının başında cafcaflı birkaç laf ederek alkış toplamak istiyordu. “Siz azizsiniz, çünki” Dinleyenler merakla gözlerini dört açmış, lafın sonunu bekliyorlardı. “Siz azizsiniz çünkü, aziz olan ekmek Çorum’da yapılır!” Tevetoğlu birkaç alkış bekledi. Ne gezer! Siz azizsiniz çünkü, aziz camiler Çorum’da vardır!”
Hayret, yine alkış yok! Siz azizsiniz çünkü, aziz olan minareler Çorum’da yükselir!” AP’liler pür dikkat senatörlerini dinliyorlardı. Ne alkış, ne ses, ne de nefes!.. Tevetoğlu hırsından dudaklarını ısırdı. Nereden girmişti bu laf çıkmazına! Ama başaracaktı. Sağ yumruğunu sıktı, sesini ayarladı ve başladı:
Aziz Çorumlular! Siz azizsiniz! Çünkü Samsun’da denize iki beton kol uzanır. O kolların içindeki taşları birbirine tutturan, yapıştıran çimento Çorum’dan çıkar. Bu çimento azizdir! Siz de çimento gibi azizsiniz!” Salonda bir alkış yükseldi.
Tevetoğlu hızlandı : “Çimento gibi aziz hemşerilerim! Sağ olun, var olun Mübarek çimentonun çıktığı Çorum’un aziz sakinleri! İşte si; bundan dolayı azizsiniz! Siz bin yaşayın! Kahrolsun komünistler!..” Bütün salon ayağa kalkmış, Tevetoğlu’nu çılgınca alkışlıyordu.
Gökay Halı Altında Ne Arıyordu?
Yüksek Planlama Kurulu toplantılarından birinde, İmar ve İskân Bakanı Fahrettin Kerim Gökay salona telaşla girdi, çantasını masaya koydu, önce dolapları aradı, sonra eğildi masanın altına baktı. Bütün Bakanlar Gökay’ı hayretle takip ediyor, içlerinden “Dur bakalım ne olacak” diyorlardı. Gökay yerdeki halıyı da eliyle kaldırıp altını dikkatle inceleyince Sanayi Bakanı Fethi Çelikbaş dayanamayıp sordu : “Ne arıyorsun Allah aşkına?” Gökay cevap verdi : “Gazeteci!”
Norstad Yetişecek İnönü Bekleyecek
İnönü ve Norstad… İkisi de asker… Biri dün 79 yaşının ilk günü yaşadı, diğeri dün Türklere veda etmek için Türkiye’ye geldi. Bu, onun Türkiye’ye ikinci gelişi. Norstad Ankara’ya ilk gelişinde İnönü ile tanışmış ve Paris’e döndüğü zaman, “O günü asla unutamayacağım.” diyerek bir gazeteciye şunları söylemişti.
“O gece saat 22.30’a kadar süren bir yemek vardı. Ben işlerimin ve yolculuğun tesiri ile kendimi yorgun hissediyordum. Onu da yorgun görseydim hiç şaşmayacaktım. Çünkü sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar ağır bir mesai yaptığını biliyordum. Fakat o hiç yorgun gözükmüyordu. Konuşma sırasında yaşından bahsetti. Ona müsterih olmasını, kendisine yetişeceğimi söyledim. Güldü ve hemen cevap verdi ; ‘Sizi bekleyeceğim!’
#daha önce duyulmamış gerçekler#duyulmamış gerçekler#garip hadiseler#Hababam hikayeleri#ilginç hikayeler#komik hikayeler#olaylar olaylar#türk hikayeleri#Türk olayları#türkiye hikayeleri
0 notes
Photo
Tarihteki Kıssadan Hisseler
Dön Baba Dönelim
Olay Trabzon’da geçer. Vakit gece yarısıdır. Sokaklarda kimse yoktur. Ûç bekçi Adapark’ta buluşurlar. Birer sigara yakarlar ve sohbete başlarlar. Laf arasında bekçilerden biri arkadaşlarına Luna Parktaki döner salıncakları göstererek “Gelin şunlara binelim” der, “Gündüz binsek çoluk çocuk alay eder… Şimdi kimse yok.” Bu teklifi diğer bekçiler de beğenir. “Hadi be!” derler. “Oldu olacak biraz dönelim!..” İki bekçi salıncağa biner, üçüncüsü de elektrik şartelini indirir ve o da salıncağa atlar. Salıncak yavaş yavaş hızlanarak dönmeye başlar. Beş dakika, on dakika, on beş dakika… Salıncak döndükçe döner ve sonunda bekçilerin d© başı döner… Aşağı İnmek isterler ama nasıl insinler?!.. Salıncağı kim durduracak? Şarteli kim indirecek? “Hay Allah kahretsin!” diye başlarlar söylenmeye: “Binerken burî hiç düşünmemiştik!” Dön baba dönelim, hacılara gidelim misali tam üç saat dönerler… Nihayet sabaha karşı namaza giden bir adam onları görür… Gözlerini ovuşturur- “Allah, Allah…” diye hayret eder: “Bu bekçilere de ne olmuş? Delirmiş mİ bunlar!” Bekçiler adama bağırırlar. Adam gelir, şarteli indir ve üç bekçi yan baygın halde yere inerler.
Birol “Vefakâr Amigolar”A Veda Etti
Salı günü (Beşiktaş idarecisi Himmet Ünlü’nün yazıhanesi ana x baba günüydü. Ağlayanlar, birbirlerine sarılanlar, gömleklerini yırtanlar, kalfalarını duvarlara vuranlar, “Bileğimi kesseniz kanım siyah – beyaz akar!” diyenler… Neler de neler… Amigo çetesi, Bİrot’u Kadıköy’deki evinden kaçırmıştı!.. İdareciler taraftarların bu baskısı karşısında bunalmışlar, Birol’u geri almaya karar vermişlerdi. Ama Birol 110 bin lira istiyordu. ‘İdareciler de 55 bin lira teklif ediyorlardı. Anlaşmaya varılmasına imkân yoktu… Ve varılamadı! iBirol bir dram aktörüne yakışır pozlarla ((Beşiktaş’a gönül vermiş, vefakâr taraftarlara” veda etti, çıktı gitti. Oda boşalmış içeride birkaç kişi kalmıştı. Bunlardan biri Abdullah Ziya Kozanoğlu’na yanaştı. “Hoca!” dedi “2750 papel masraf yaptık!” Kozanoğlu hayretle sordu:
“Ne masrafı yahu?” “Birol’u taaa ‘Kadıköy’den buraya getirdik!”
“Hususi vapur mu tuttunuz?” “Yok be hoca! İki gecedir otelde kalıyoruz… Kolay mı Birol’u kaçırmak!”
“Oğlum size Birol’u kaçır, diyen oldu mu? Hem hiç kaçırılmışa benzemiyordu… Tıpış tıpış gelmiş” “Olur mu hoca! Bütün Fenerliler peşinde… Hırsız Semai’yi nasıl atlattık biz biliriz!” “Oğlum bu nasıl otelmiş?… İki günde 2750 lira!” “Vallahi hoca duman olduk! Sen şu parayı ver de belimizi doğrultalım!”
Ve kafalarını duvarlara vuranlar, gömleklerini yırtanlar, ağlayanlar (Bileğimi kessen kanım siyah- beyaz akar” diyenler… 2750 lirayı alıp gittiler!…
Az Pilav Ver!
Urfa Valisi iken, Ankara’ya deve getirip devrin başbakanının evinin önünde kesen ve son seçimlerde milletvekili seçilen AP’li Kadri Eroğan, Meclis kürsüsünde 1963 bütçesini tenkit ediyor: “Vatandaş İsmet Paşa’dan plan değil, pilav istiyor!” CHP’liler de kendisine cevap veriyorlar: “Fasulyalı mı, salçalı mı, yoksa deve etinden kavurmalı mı?”
Film Nece
Feriköy’deki bir yozluk sinemanın gişesi önünde kuyruğa girmişti. Arkadaşı bekliyordu. O gün inşaatta çok yorulmuşlardı. Hem film seyredip, hem de dinleneceklerdi. Sıra kendisine gelince gişedeki memura sordu:
“Hemşerim filim nece?””Bini Türkçe, biri orijinal!” Kenarda bekleyen arkadaşına bağırıp sordu : “Ülen Memet! Filimin biri Türkçe, biri orcinalceymiş… Bilet a lam mı?
Hafıza Kuvveti Buna Derler
Asliye Hukuk Mahkemelerin den birinde, bir “yaş tashihi” davasına bakılıyordu. Dava konusu bir kızın yaşı idi. Nüfus kâğıdına göre 14 yaşında görülen kızın yaşının 16’ya çıkarılması isteniyordu. Kızın babası doğum tarihinin nüfus kâğıdına yanlış kaydedildiğimi iddia ediyordu. Bunu ispat etmek için de tanıklar getirmişti. Tanıklardan ilki yaşlı bir kadındı. “Bu kız benim elimde doğmuştur” diye söze başladı: “Hiç unutmam karli bir gündü. Onlar üst katta, biz alt katta oturuyorduk. Hacer Hanımın sancıları tuttu. Hemen ben yukarı çıktım. Doğum yakındı. Ebe hanım karşı sokakta oturuyordu. Ona koştum, aldım, geldim biraz sonra Gönülcüğüm dünyaya geldi. Bugün gibi aklımda,.. 1947 yılının Şubat ayının 18’inci günüydü!!” Gülümseyerek tanığı dinleyen yargıç sordu “Peki hanım! Bu kızın doğumunu bu kadar tafsilatlı olarak hatırlıyorsun… Sen ‘hangi yılın hangi ayı ve hangi günü doğmuşsun? Bunu bana söyler misin?”
Sirkeci De Film Çevriliyordu
Pazartesi sabahı Sirkeci Meydanında bir film çevriliyordu. Meraklılar filmcilerin etrafına toplanmış onları seyrediyor, bu yüzden de trafik aksıyordu. Oyuncular, teknisyenler kan ter içinde sahneyi bitirmeye gayret ediyorlardı. Bu sırada ağır ağır yürüyen otomobillerden birinden bir baş uzandı. Şoför, Ayhan Işık’a bağırdı: Ayhan abi.. Ayhan abi… Film bu akşam biterse bana da İki bilet ayır Galaya gelecem!.”
0 notes
Text
Olaylar Olaylar
Yaslı Kadın Ve Cumhuriyet Bayramı
Devrek mahkemesi başkâtibinin odasına, elinde dilekçe ile yaşlı bir kadın girdi. Oda doluydu. Vatandaşın biri girip, biri çıkıyordu. Yaşlı kadın köylüydü, korkaktı, ürkekti, elbisesi yamalıydı, çekiniyordu, devlet kapısına işi düşmüştü, kim bilir başına ne haller gelecekti! Hep öyle duymuş, hep öyle işitmiş, çok kere de öyle görmüştü. Ya «Bugün git, yarın gel» denecek, ya da terslenip tersyüz edilecekti.
Baş katibe dilekçesini uzatırken elleri titriyordu. “Arzuhalciye onca yalvarmış, onca yakarmış, “Gözünün yağını yiyem” demişti. “Şöyle guvvetli bir arzuhal yaz da, işim ola!» Arzuhalci “guvvetli” yazdığını söylemişti ama, bakalım başkâtip ne diyecekti? Başkâtip dilekçeyi aldı, kalın bir deftere kaydını yaptı, okudu, mühürledi, bir şeyler yazıp çizip hesapladı ve sonra «İki lira vereceksin teyze» dedi. Yaşlı kadın boğum boğum olmuş kesesini koynundan çıkardı, düğümü çözdü, içinden iki liracığım çıkarıp başkâtibe uzattı. Başkâtip parayı aldıktan sonra “Tamam teyze!” dedi. “Biz sana davetiye yollarız!” Kadıncağız inanamadı. İşi bitmişti ha! Hiç devlet kapısında iş bu kadar çabuk biter miydi? Bir bityeniği vardı bu işte! Utana, sıkıla, çekine sordu : “Oğlum, essahtan mı benim işim bitti?” “Bitti teyze.” “Başka bir yere gitmeyecek miyim?” “Gitmeyeceksin teyze.” “Oğlum ayağının kurbanı olayım, doğru söyle, beni uğraştırma”
Başkâtip ciddi ve biraz da kızgın teminat verdi ; “Tamam teyzeciğim, tamam! Merak etme, işin tamam. Ama müsaade et de şunları bitireyim, bak masanın üzerinde evrak dolu” Yaşlı kadın o zaman işinin olduğuna inandı, heyecanlandı, sevindi, bir şeyler söylemek geldi içinden ve birden bağırdı: “Yaşasın Cumhuriyet Bayramı!” “Ertesi gün Cumhuriyet Bayramıydı ve ilkokula giden torunu günlerdir bu şiiri ezberliyordu.
En Akıllısı Deli Memet, O Da…
Deli Memet’i tanır mısınız? Tanımaya değer bir adamdır Deli Memet. öyle hikayeleri vardır kİ Deli Memet’in arada sırada size anlatacağız. Deli Memet köy yerinde yarenlik ediyormuş. Birden karşıdaki lahana tarlasına bir dana girmiş. Tarlanın sahibi davranıp, koşmak isterken Deli Memet fırlamış yerinden: “Dur ağa. Ben şimdi kovalarım o danayı! Ve dalmış tarlanın içine. Ama ne dalış. Dana bir yanda, Deli Memet bir yanda ve en güzel lahanalar bir yanda. Lahana tarlasına kırk dana girse böyle olmazmış. Tarla sahibinin oğlu bakmış iş kötü o da başlamış tarlaya koşmaya. Arkasından da babası bağırırmış: Lan oğlum önce şu Deli Memet’i çıkar tarladan, vazgeçtim danadan!»
Deli Memet, köyden kasabaya gidecek. Yolun kenarına çıkıp kamyon beklemeye başlamış. Bir kamyon gözükmüş uzaktan. Deli Memet el edip kamyonu durdurmuş, atlamış içine… O havalide Deli Memet’i tanımayan yok. Şoför «Lan Deli Memet” demiş “‘Doğru dürüst dur, başıma iş çıkarma!” Ama Deli Memet bu, hiç durur mu? Kamyon rampa aşağı kayıp giderken rüzgârdan başındaki kasket uçmuş. Deli Memet de şapkasının ardından cup diye kendisini yere atmış. Kamyon şoförü basıp frene durmuş ve inip Deli Memet’in yanına koşmuş: Lan deli, ne demeye kalkıp kendini atarsın aşağı?»” “Kasketim uçtu” Lan kasketin mi kıymetli canın mı?” “Elbette canım kıymetli.” “O halde ne bok yemeye atlıyorsun?” “İyi emme kasketimin içine beş kağıt saklamıştım!”Deli Memet bu işte! Ne demişler? “En akıllısı Deli Memet” demişler. “O da kazığa bağlı!”
Düşmeye Göresin Bir Kere Demişler
Bir, “Hain-i vatan” diye yazıp, ilan etmedikleri kaldı. Ne faşistlikleri, ne solculukları ve ne de düşen maskeleri… Hepsi bir bir sıralandı. “12 Mart”ın kuyruk acısı, 11 Nisandan çıkarılıyordu. Düşmeye göresin, demişlerdi… Boşa söylenmemişti bu laf. İşte aynıyla vaki. Düne kadar önlerinde elpençe divan duranların, yarın neler yapacaklarını da göreceksiniz. Bitmeyen bir oyundur bu.Bekleyin. 11 adamdılar, adam. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, sevaplarıyla ve de inançlarıyla on bir adam. Kulun hatadan münezzeh olduğu görülmüş müydü? Onların da elbet hataları vardı. Ama namusları, şerefleri ve haysiyetleri dimdik ayaktaydı. Bildikleri çok şey vardı bilmedikleri tek şey: Politika! Politikayı bilmiyorlardı. Bu yüzden ters düşüyorlardı.
Politikanın alfabesi, karşılıklı taviz vermeyle başlardı. Politikanın belirli kuralları vardı. Bu kuralların doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilirdi. Ama politika yapınca, bu kurallara uymak gerekti. Fakat onların ne bu kuralları öğrenmeye niyetleri vardı, ne de hevesleri’.
Önce, “Sen bana bir kere gel, ben sana yirmi kere giderim» sözünü yadırgadılar. Oysa bunun yadırganacak yanı yoktu. Erim, politikayı biliyordu. Politikacıyı tanıyordu ve oyunun adı: P0litika’ydı. Futbol, futbolun kuralıyla, basketbol basketbolun kuralıyla oynanırdı. Politika da politikanın kuralıyla… Bu kuralı bilmedin mi, ters düşerdin… “11’ler” de ters düştüler. Aslında en büyük hataları, oyunun kuralının sonucunu işin başında görememeleriydi.
Devirler ışık gibi akıp gider, günler ses gibi gelip geçer, ama bir Karaosmanoğlu, bir Koçaş, bir Özgüneş, bir Çilingiroğlu, bir Olcay, bir Babüroğlu, bir Akyol, bir Derbil, bir Orel, bir Sav, bir Ömeroğlu unutulamaz… Hatalarıyla, sevaplarıyla ve inançlarıyla…
Geçmiş devirde vali bir köye gitmiş. Muhtarı çağırmış, “Bu köyü ağaçlandıracağız” demiş. “Hadi bakalım sıvayın kollarınızı, fidan dikin!” Akşama kadar köy arazisine yüzlerce fidan dikilmiş. Vali ayrılırken muhtara sıkı sıkı tembih etmiş : “Gelecek yıl geldiğim zaman bu fidanları yeşermiş göreceğim.” Vali ertesi yıl köye gitmiş. Bakmış ki arazide fidan filan yok. Kızmış, muhtara haber salmış: “Bütün köylüyü toplasın, buraya gelsin!” Biraz sonra başta muhtar, bütün köylü çoluk çocuk çıkagelmiş. Vali hepsini azarlamış: “Ben size ne dedim? Hani fidanlar? Sizde hiç Allah korkusu, vicdan yok mu? Ne yaptınız fidanları? “
Muhtar boynunu büküp, çocukları göstermiş: Kusura bakma vali bey, bizim diktiklerimiz tutmuyor da, şey ettiklerimiz tutuyor. Biz de anlayamadık bu işi!
#Enteresan olaylar#ilgi çekici olaylar#ilginç hikayeler#ilginç olaylar#komik hikayeler#komik olaylar#olaylar olaylar#rivayetler#türk hikayaler#türkiyedeki hikayeler#türkiyedeki olaylar#yaşanmış hikayeler
0 notes
Text
ALTINDAĞ TİYATROSUNUN SAMİMİ SEYİRCİSİ
Devlet Tiyatrosu yöneticileri Altındağ Tiyatrosunu açtoaya karar verdikleri zaman çok düşündüler. Ya tiyatro tutmazsa, ya halk tiyatroya ilgi göstermezse diye çok endişelendiler. Tiyatro açıldı ve bir hafta sonra endişelerinde ne kadar haksız olduklarını anlayıp, her gece salonu dolduran halkın yüzlerine bakarak utandılar. Halk İyiyi, güzeli anlıyordu. Mesele halka iyiyi, güzeli, doğruyu onun anlayacağı dilde verebilmekteydi. Gecekondu mahallesi Altındağ’ın halkı da böyleydi. Salon her gece allı güllü başörtülü kadınlarla, kasketli erkeklerle dolup taşıyor ve oyunu büyük ilgiyle izliyorlardı. Bir kusurları hislerini hemen yüksek şeşle anıklamalarıydı, O kadar samimi ‘tiyatro’ seyircisiydiler ki, neredeyse sahneye çıkıp oyuncularla kavga edecek ler, yahut sarılıp öpüşeceklerdi. İşte oyun esnasında Altındağ Tiyatrosu salonunda yükselen seslerden birkaçı:
“Herife ba… Zengin oldum diye böbürlenip duruyol… Ölen senin neren zengin? Galıbına, gıyafetine bakıp ta. gendin! zengin, oldun mu sanıyon? Golunda saatin bilem yok!”
“Ülen hizmetçi garıya bak! Zaten onda hizmetçi gılığt yoktu ki… Herifi yalandan dazlattılar.,. Ondan sonra hanımefendi oldu çıhtı! Sen ne diyon? Ben taa başından anladım o herifin ga-rısı olacağını.” “Yaşlı garıya bak! Leğeni önüne almış sözüm oğa çamaşır çiteliyo… Leğende su bilem yok! Lan kocakarı sen kime yutturuyon? Hem leğende öyle mî çamaşır yakana?! Öyle yıkanmaz! Sen srkmasını bilem beceremiyon!…”
“Tam vaktinde perdeyi kapattılar. Yoksam tüm rezalet çıkacaktı! Görüyon mu herifin gafasına ihtiyar nasıl da indiriverdi çantayı! Ama o herifte dayağı yiyecek göz yok! İçerde garanti dövüyo onu”. İşte Altındağ seyircisi böyle içten, böylesine samimi bir seyirciydi..
AMERİKALI GAZETECİ VE KIBRISLI TÜRK
Amerikalı bir gazeteci Kıbrıs’ta köyleri dolaşıyordu. Yanmış, yıkılmış bir Türk köyünde bir ihtiyarla karşılaştı. Yaşlı Türk sırtını bir ağaca vermiş, ağzında çubuğu, bacaklarının arasında değneği, dalgın dalgın batan güneşe bakıyordu. Amerikalı gazeteci ihtiyar Türkün yanına yaklaştı. Tek bildiği Türkçe keli-meyle ‘Merhaba!’ dedi. Yaşlı Türk Merhaba’ diye cevap verdi ve tekrar batan güneşi seyre devam etti. Amerikalı gazeteci tercümanı aracılığı ile ihtiyara bir soru sordu:
“Üzüntünüzü anlıyorum. Kim bilir belki siz de yüzlercenız ,! gibi çarpışmalarda çocuklarınızı, torunlarınızı, yakınlarınızı kaybettiniz. Eviniz barkınız yakıldı, yıkıldı. Bunların hepsinin sizi ne kadar müteessir ettiğini biliyorum. Fakat size şu anda bir şey sormak isterim. Belki zamansız ama… Bütün bu acıları bir gün unutup bu Ada’da Rumlarla bir arada yaşamayı düşünüyor musunuz?”
ihtiyar Türk dudaklarında buruk bir tebessüm, tercümana döndü. «Aniatacağım hikâyeyi hiç değiştirmeden Amerikalıya söyle» dedi. «Sorduğunun cevabını bu hikâyede bulacak!”
Ve hikâyeyi anlattı: Geçmiş zaman içinde bir çoban varmış. 8u çoban koyunları dağa götürüp otlatırken bir yılanla dost olmuş. Yılan her gün kovuğundan çıkar ve çobana ağzından bir altın çıkartıp verirmiş. Bu yıllarca devam etmiş. Çoban sırrını kimseye söylememiş. Çobanın bir gün şehre inmesi gerekmiş. Bir ay kadar orada kalacakmış. Sırrını oğluna açmış ve sürüsünü teslim edip gitmjş. Çobanın oğlu da birkaç gün sürüyü dağa götürüp yılandan birer altını almış. Ama bir gün şeytana uymuş. Her gün birer altın alacağına bu yılanı öldürüp kovuğundaki altınların hepsine sahip olayım diye düşünmüş… Ertesi gün yanına bir balta alıp dağa çıkmış. Kovuğun önüne gelmiş ve yılanın yıllardan beri alıştığı ıslığı çalmış. Yılan kovuktan çıkmış. Tam altını verirken çocuk arkasına sakladığı baltayla yılana hücum etmiş… Fakat yılan birden çekilince balta kuyruğuna inmiş ve yaralamış. Yılan can acısıyla çocuğa saldırıp sokmuş ve zehirleyerek öldürmüş. Bir ay sonra çoban dönmüş, durumu öğrenmiş… Bir süre oğlunun ölümüne ağlamış. Sonra acısı geçmiş, yılanla tekrar dost olmayı düşünmüş… Dağa çıkmış, kovuğun önüne gelmiş, ıslığı çalmış ve yılanı çağırmış. Yılan dışarı çıkmış. Çoban, ‘Gel artık barışalım’ demiş. ‘Olan oldu! Benim oğlum öldü, sen de kuyruğundan sakat kaldın! Her şeyi unutup eski düzene dönelim.
Yılan, Bak arkadaş!’ diye cevap vermiş. Bizim barışmamız imkânsız! Bende bu kuyruk acısı, sende bu evlat”acısı varken biz dost olamayız. Ve donup kovuğuna girmiş.” İhtiyar Türk bu hikâyeyi anlattıktan sonra başını çevirip yine -güneşin batışını seyre başladı. Amerikalı gazeteci de sorduğunun cevabını bin kere fazlası ile almanın sessizliği içinde uzaklaşıp gitti.
1 note
·
View note
Photo
YEŞİLÇAM VE AYLON SOKAKLARI NİSUAZ PASTANESİ
Bazı eski sinemaların (Melek, Emek, Opera, İpek, Ar) ve yapım şirketlerinin olduğu, bu yüzden de adını Türk sinemasına veren Yeşilçam Sokağı’ndan sapalım. Buranın da eski adı Yeşil Sokak’tı. Kimler geçmedi ki bu sokaktan… Sol tarafta, Emek Sineması’nın yerinde İstanbul’un ilk paten pisti bulunuyordu. Sağ taraftaki sinemaların en bilineni Saray’dı. Saray’ın yerinde yeller esiyor ama az ilerisinde Sinepop hâlâ duruyor. Tabii ilk açıldığı günlerde, yani 1943’te adı Ar Sineması’ydı. Sonra, Yeni Ar, 1973’te de nihayet Sinepop oldu. Sokak, Tarlabaşı’na doğru devam ediyor. Yeşilçam’m tam karşısında bugünkü Ayhan Işık Sokak’ın bir köşesinde Della Suda Eczanesi, diğer köşesinde de Nisuaz Pastanesi bulunuyordu.
1847 yılında açılan Della Suda Eczanesi, İstanbul’un ilk eczanelerinden biriydi. Sahibi François Della Suda, 1826 yılında annesinin ölümü üzerine İstanbul’a gelmiş bir İtalyan’dı. Osmanlı ordusuna hizmet veriyordu. Önce devletin başeczacısı, sonra da paşa unvanmı aldı. Adını da bir süre sonra Faik Paşa olarak değiştirmişti. Faik Paşa ölünce ailenin diğer üyeleri Beyoğlu’nun çeşidi yerlerinde aynı adı taşıyan eczaneler açtılar. İstanbul’un İtalyan karakteristiği en yoğun sokaklarından biri olan Çukurcuma’daki Faik Paşa Sokağı, admı bu ünlü eczacıdan almıştır.
Nisuaz’a gelince… Nisuaz Pastanesi, 1920’li yıllarda, günümüzde Garanti Bankası’nın bulunduğu köşede açılmıştı. Müdavimleri arasında Orhan Veli, Salah Birsel, Necip Fazıl, Sait Faik, Avni Arbaş,İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi sanatçılar vardı. Nisuaz, özellikle Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu adlı denemesinde Salah Birsel tarafından sayfalar dolusu anlatılmıştır. İçinde küçük bir Atatürk büstünün de olduğu mekanda siyah elbise-beyaz önlüklü şık Rus kızları ve şuh bakışlı Rum kadınları ellerinde tepsilerle müşterilerin etrafında pervane olurlardı. Nisuaz’m yaz spesiyalitesi o zamana kadar İstanbul’da bilinmeyen buzlu kahveydi. Kışın soğuk günlerindeyse borç çorbası çıkardı. Nisuaz, 1950’lerde kapandı, binası da kapanışını takip eden senelerde yandı.
Taksim yönüne doğru yürüyüşümüze devam edelim. Az ileride, üst kısmında antik dönem kaynaklı mitolojik hayvan figürlerinin, girişinin iki yanında da birer heykelciğin bulunduğu, bugünlerde kapısına kilit vurulmuş olan Alkazar Sineması’m görüyoruz. Caddedeki en eski sinemalardan birisi olan Alkazar Sineması 1920’lerde açılmıştı. Alkazar, özellikle 1930’lu yıllarda Frankeştayn ve Drakula benzeri korku filmleriyle ün yaptı. Uzun yıllar kapalı kalan sinema 1990’lı yıllarda Onat Kutlar’ın çabasıyla yeniden açıldı. Özellikle gösterime sunduğu bağımsız filmlerle bilinen sinema 2010 yılının Mart ayında izleyicilerine perdelerini son kez kapattı. Alkazar Sineması ile aynı adı taşıyan pasaj ise 1880 tarihinde yapılmıştı ve Alyon (Alleon) Geçidi olarak biliniyordu. Alyon Geçidi, adını Fransa’dan İstanbul’a göçen Antuan Afyon’dan (Antoine Alleon) alıyor. Diğer iki kardeşiyle birlikte bankerlik sayesinde zengin olan Antuan Alyon, İstanbulluların dilinde “Alyon kadar zengin” tabirinin yer etmesine yol açmıştı. Aile fertleri zaman içinde teker teker Fransa’ya döndüler ve orada öldüler. Ancak çoğunun cenazesi İstanbul’a getirilerek Feriköy deki Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Geçit, arka sokaktaki tanınmış Dostlar Birahanesi’ne açılıyordu. Alyonlar’dan geriye kendi adlarını taşıyan Alyon Geçidi Sokağı kaldı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında nominalist politikayla sokak adlarının değiştirilmesi gündemdeydi. Grand Rue de Pera’nın İstiklal Caddesi yapılması gayet anlaşılırdır, doğaldır. Anlaşılmaz olan ise orada yaşayan kişilerden veya bulunan binalardan adını almış sokakların adlarının değiştirilmesidir. Levanten ailelerin isimlerini almış sokaklar da bir şekilde Türkçe’ye dönüştürüldü.
Alyon Sokağı’nın adı Gazeteci Erol Dernek olurken, önceki bölümlerde gördüğümüz Glavani Sokağı’nın adı Kallavi’ye, Balyos Sokağı’nm adı da Balyoz’a uyarlandı. Tarihin izlerini silmeyi, sokak isimlerini kafamıza göre değiştirmeyi öyle görünüyor ki bir yere kadar başarabiliyoruz. Bugün bildiğimiz Hava Sokak’m adı, muhtemelen Türkçe olduğu zannedilerek bırakılmış; halbuki Hava, Halepli Hıristiyan Arap bir ailenin soyadı!
0 notes
Photo
Cercle Dorient Abraman Paşa İnci Pastanesi
Aynı sıradan az daha ilerlediğimizde, cadde üzerinde, sol taraftaki köşeyi boydan boya kaplayan oldukça büyük bir bina ile karşılaşıyoruz. Burası, bir dönem gayrimüslimlerin ve yabancüarın üye olabildiği, istisna olarak da Türklerden ancak en büyük rütbede iki üç paşanın kabul edildiği, zamanın en şık kulübü Cercle d’Orient (Serkl Doryan ya da Büyük Kulüp). Aslında bir şehir kulübünün adı olan Cercle d’Orient’m müdavimleri genellikle bankerler, diplomatlar, tüccarlar ve devletin diğer üst tabaka gayrimüslim kesimiydi. Kulübe kabul edilen az sayıda Müslüman üyenin arasında Prens Aziz, Yunus Nadi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Damat Ferit Paşa, Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa vardı. Kulübün müdavimleri yukarıda adı geçenler olursa sahibi de onlardan aşağı kalacak değil!
Binayı ünlü mimar Vallauri’ye yaptıran Abraham (Eramyan) Paşa, Eğin’den İstanbul’a göç eden bir aüeden geliyordu. Ana dili Ermenice’ydi ama Türkçe ve Arapça’yı sular seller gibi öğrenmiş, Fransızca’yı da çok iyi konuşuyordu. Bir zamanların kapı kahyası olan Abraham Eramyan, sonra ayan oldu. En sonunda da divan üyesi olup paşalığa kadar yükseldi. Bu tanrının sevgili kulunun zaman içinde Boğaz’da yalıları, çeşitli apartmanları, arazileri oldu. Mesela, Beykoz’dan Riva’ya kadar bütün topraklar onundu. Benzer şekilde İstanbul’un dört bir yanında koruları, köşkleri, konaklan, dükkanları vardı. Abraham Paşa zevkine oldukça düşkündü. Avcılığa, özellikle de lüfer avına çok meraklı olduğu bilinir.
Hatta, Boğaz’da lüfer avlamak için ortasında olta sarkıtacak deliği olan, camekanlı özel bir yat bile yaptırmıştı. Tam bir zevk düşkünü olan paşa ata binmeye, tavla ve büardo oynamaya da meraklıydı. Tüm bunlar dışında Büyükdere’de bir polo kulübü de kurdurmuştu. Bir diğer tutkusu da Viyanalı kadınlardı. “Mutlu bir hafta sonu” geçireceği güzel kadınları Tuna kıyılarından bulup getirmek için adam dahi tutmuştu. Bu işle görevli adamı, Viyana’dan sarışın, beyaz tenli, renkli gözlü Tuna kadınlarının birini getirip diğerini geri götürüyordu ki, gün geldi Abraham Paşa öldü. Mirası da bir şekilde paylaşüdı gitti. İstiklal Caddesi üzerindeki bu bina da Emekli Sandığının malı oldu. Bu yüzden de kısaca Emek Pasajı diye anılmaya başladı. Özellikle de binayla aynı adı taşıyan sineması son derece bilinen bir yer.
Cercle d’Orient’m altında bir başka sembol mekan olan İnci Pastanesi’ni görüyoruz. İnci denince akla tek bir kelime geliyor: “Profiterol”. İnci Pastanesi’nin kurucusu Luca Zgonidis’e göre profitero-lün adı da kendisi de uydurmaca. Nasıl mı? İşte öyküsü: Arnavut asıllı Rum olan Zgonidis, Türkiye’ye on beş yaşında iken gelir ve babasının ölümünden sonra pastacı çıraklığı yapmaya başlar.
Mesleğinin inceliklerini Tokatlıyan ve Park Otel’de öğrenir. Sonra dört ortak, Tepebaşı’nda bir yapının bodrum katında pastacılık yapmaya başlarlar. Ortaklardan ikisi bir pastacı dükkanı açmaya karar verdiklerinde İkinci Dünya Savaşı yıllarının zor koşullarında 45 bin TL (Amerikan Doları’nın 38 kuruş olduğu dönemde) hava parası vererek İstiklal Caddesindeki İnci Pastanesinin bulunduğu mekanı tutarlar. İlk günler çok zorluk çeken iki ortak, ancak ucu ucuna kurtarır, pek bir kâr edemezler. Zgonidis, yeni bir tatlı üretmeye karar verir ve ilk yaptığında oranını kendisinin de bilmediği miktarda yağ, şeker, kakao ve unu karıştırır, bir de isim uydurur. Ancak ortaya çıkardığı tadı çok iyi tutar ve dünya pastacılık literatürüne mucidi Zgonidis, adı da “profiterol” olarak girer.
Zgonidis böyle anlatsa da etimoloji sözlükleri ve tarih onu pek desteklemiyor. Zira, profiterol sözcüğü 16. yüzyıldan kalan Fransızca bir deyim; “ufak kar” demek. Belki de şimdiki anlamını Zgonidis üe almıştır. 1942’den bugüne, İnci ve profiterol, birbirinden ayrılamaz iki kavram. İstanbul’da önüne ekler getirilerek “Bir İnci”, “Öz İnci” vesaire gibi adlarla türlü taklidi yapıldı. Ancak, İnci Pastanesi’nin profiterolünün tadı ve yıllardır duvarında asılı duran “başka şubemiz yoktur” yazısı her şeyi açıklamaya yetiyor.
#Bir inci#boğazda lüfer avlamak#eğlenceli İstanbul#İstanbul eğlence#İstanbul günleri#İstanbul hafta sonu#İstanbul hayatı#İstanbul keyif#İstanbul life#İstanbul turu#keyifli İstanbul#öz inci#profitorol#tarihi İstanbul
0 notes
Text
Radyometre, Lazer ve Flaş Hakkında Faydalı Bilgiler
Radyometre
Camdan bir ampul içinde, beyaz ve siyah kanatlı küçük bir fırıldak, motoru olmadığı hâlde kendiliğinden süratle döner. Bu fırıldağı bu kadar hızla döndüren, kanatlarının üzerine çarparak iten gün ışığıdır.
Siyah renk, ışık ışınlarını alıkoyar; beyaz ise yansıtır. Işık enerjisi (fotonlar) siyah cisimler üzerine, beyaz cisimler üzerine yaptığından çok daha fazla bir kuvvetle etki yapar. Işığın bu özelliği radyometre adlı bir filetle İspat edilir. İçindeki havası boşaltılmış cam bir ampulün içine, kolları, nın ucunda bir yüzü siyah, öteki yüzü beyaz kanatçıklar bulunan küçücük ve çok hafif bir fırıldak yerleştirilmiştir. Radyometre denen bu filet ışığın karşısına konur. Siyah kanatçıkların üzerine fotonların yaptığı itişle fırıldak dönmeye başlar. Etraf karartılırsa fırıldak yavaşlar ve durur.
Lazer
Lazer, özel bir ışık ışını veren modem bir aygıttır. Bu özel ışın çok sert cisimleri delmekte, ya da uzayda tel olmadan elektrik akımı nakletmekte kullanılır.
Lazer, gezegenler arası mesafeleri ya da iki kıta arasındaki uzaklığı kesinlikle ölçmemizi sağlar. Operatörler de lazerden hasta hücreleri, etrafındaki sağlamlarını zedelemeden yok etmek için yararlanırlar. Lazer aynı zamanda gerek sesli, gerek görüntülü haberleşmeleri, daha önceden teller çekilmesine ihtiyaç bırakmadan çok uzaklara nakletmeyi sağlar. Güç etkilenen cisimleri eritir, çok sert cisimleri bile kolaylıkla deler. Işını pek az ışıklıdır: Enerji ve sıcaklık bakımından çok zengin, bir kızılötesi ışındır.
Flâş
Flaş, fotoğraf çekildiği zaman gerekli anda şimşek gibi kuvvetli, fakat bir anda çakıp sönen ışık veren bir aygıttır. Fotoğrafı çekmek için ‘ basılan düğmeyle senkronize edildiği için aynı zamanda çakan bu şimşek gibi ışık özel bir ampulden çıkar.
Bir fotoğrafın iyi çıkması her şeyden önce konunun iyi ışıklandırılmış olmasına bağlıdır. Ne var ki her zaman tıpkı film stüdyolarında olduğu gibi sunî güneş ışığı veren özel projektörler kullanıp ışığı artırmak imkânsızdır. Eskiden fotoğrafçılar kötü ışıklı yerlerde fotoğraf çekerken bir sopanın üzerindeki tablada taşıdıkları magnezyum tozunu yakarlar, bol ışık elde ederlerdi. Bu usul hem kullanışsız, hem tehlikeliydi, üstelik de etraf dumana boğulurdu. Günümüzdeki elektronik flaşlarla yüksek voltajlı elektrik şimşekleri elde edilmektedir. Amatörler için en kullanılışlısı magnezyumlu küçük lambalardır.
0 notes
Text
Elektrik Direnci, Devre Kesici ve Sigorta
Elektrik Direnci
Elektrik akımı, her çeşit yalıtkan telin üzerinde aynı kolaylıkla yol almaz. Bir tel ne kadar inceyse akımın geçmesine o derece direnme gösterir ve o kadar da çok ısınır. Elektrik ampulünün içindeki telin büyük bir direnci vardır.
Elektrik akımı ileten bütün cisimlerin hepsi, akımın aynı kolaylıkla geçmesine imkân vermezler. En kötü iletkenler, en mükemmel yalıtkanlardır. Bir elektrik teli ne kadar uzun ve İnceyse akımın geçmesine o derece direnç gösterir. Bu da telin ısınmasıyla belli olur. Bir elektrik tesisatında çok yüklü elektrik akımı varsa teller kolayca kızar ve hele ev ahşapsa bir yangına sebep olabilir. Ama devrenin üzerine yerleştirilmiş olan sigorta adı verilen emniyet düzeni kendiliğinden eriyerek akımı keser. Bir radyo alıcısının reostası da bir çeşit elektrik direncidir.
Devre Kesici
Elektrik düğmesi ya da anahtarı, elektrik lambasını yakmaya veya söndürmeye yarar. Devre-kesici ise elektrik tesisatının ansa yapması halinde elektrik akımını otomatik bir şekilde kesen bir çeşit elektrik anahtarıdır.
Bir elektrik tesisatında, el şalteri, elektrik sigortası veya otomatik devre kesici gibi güvenliği sağlayıcı aygıtlar bulunur. Bunlardan halk arasında otomatik sigorta diye de anılan otomatik devre-kesiciler, elektromıknatıs prensibinden yararlanılarak yapılmış otomatik elektrik anahtarlarıdır. Devre kesici, temel olarak bir elek, tromıknatıs bobininden meydana gelmiştir. Elektrik akımının çok şiddetli gelmesi halinde bu bobin, yarattığı manyetik alanın gücüyle devreyi kesen bir anahtarın kolunu çeker. Elektrik tesisatının modern olduğu binalarda, otomatik devre-kesiciler, elektrik sayacının hemen yanındadırlar.
Sigorta
Bir elektrik tesisatındaki teller, çok kuvvetli bir elektrik akımı geçtiği zaman ısınır ve kızarırlar. Çoğu zaman da bir yangına sebep olurlar. Ama bu sıcaklık, sigortanın incecik telini eritince devre kendiliğinden kesilmiş olur.
Sigorta, gerektiği zaman akımı kesen bir düzendir. Bir tesisattaki akımın şiddeti, öngörülen dereceyi aşınca sigortanın teli kendiliğinden eriyerek akımı keser. Sigortanın telinin kolayca ısınıp kopabilmesi için genellikle erime ısısı düşük olan kurşun alaşımlarından yapılmıştır: Kalınlığı da, gereği kadar elektrik yükünü ısınıp kopmadan taşıyabilecek kadardır. Bunun İçin sigortanın teli değiştirilirken hiçbir zaman iki ya da üç katlı kalın bir tel hâline getirilmemelidir. Sigorta, elektrik tesisatını koruyan, elektrikle çalışan âletlerin bozulmasını önleyen çok önemli bir güvenlik düzenidir.
#devre kesici#devre kesici ne işe yarar#devre kesici nedir#Elektirik Direnci#Elektirik Direnci nedir#elektrik sigortası#sigorta nedir
0 notes
Text
Menkul Kıymetler ve Sermaye İle Ekonomiye Bakış
Menkul Kıymetler
Menkul kıymetler, diğer deyimle “taşınabilir değerler” “hisse senedi” ve “tahvil” adı verilen kıymetli belgelerdir. Bunlar, bir büyük ortaklığa ödenen parayı gösterirler. Hisse senetleri, yıllık kâr; tahviller ise yıllık faiz getirirler.
Menkul kıymetler (taşınabilir değerler) «hisse senedi» ve «tahvil» denilen belgelerdir. Bunlar, menkul kıymetler borsasında alınıp satılabilirler. Hisse senedi, bir anonim veya komandit ticaret ortaklığı tarafından çıkarılan ve sermayenin bölünmüş olduğu payı gösteren ortaklık belgesidir. Bu belgenin sahibi kimse, her yıl, ortaklığın elde ettiği kârdan elindeki hisse senedine göre bir pay alır. Tahvil ise devletin veya bir ticaret ortaklığının ödünç para elde etmek amacıyla belirli bir sûre geçer li olmak üzere çıkardığı; değişmez bir yıllık faiz getiren ve vâdesi sona erince üstünde yazılı bedeli tahvil sahibine ödenen kıymettir.
Sermaye
Güzel bir ses, şarkıcının sermayesidir. Bir ev, sahibi için iyi bir meslek de çalışan için birer sermayedir. Para, değerli eşya, bir mal, bir kabiliyet hepsi birer sermaye yerine geçer.
İhtiyacı olan biri için faydalı eşyanın çok büyük bir değeri vardır. Ona sâhip olan için sermaye yerine geçer. Böyle bir şeye sâhip olan kimse ya kullanarak ya kiraya vererek ya da ihtiyacı olan bir başkasına satarak ondan yararlanır. Parası olan da parasını bir başkasına ödünç vererek ondan faiz alır. Mal-mülk almayı sağladığı için para da bir sermayedir. Bunun gibi parasını bir başkasına ödünç verenler, o parayı, belirli bir süre kullandığı için o kimseden bir miktar faiz alırlar.
#Menkul kıymetler#menkul kıymetler ne işe yarar#menkul kıymetler nedir#sermaye#sermaye nedir#sermaye nelerdir#sermaye nerelerde kullanılır
0 notes
Photo
Ünü Tarihten Günümüze Gelen Efsaneler
Asklepios
Eski Yunanlılarda hekimlik tanrısı, Apollon’un oğluydu. Hastaları, şaşırtıcı bir şekilde iyileştirerek, halkın en sevdiği tanrılardan biri oldu.
Yunan Efsanelerine göre, Apollon’un oğlu olarak kabul edilen Asklepios, pek çok hastayı İyileştirdiği İçin halkın sevgi ve saygısını kazanmıştı. Hekimlik tanrısı, birçok hastalığın tedavisinde bitkilerden yararlanmayı öğrenmişti Yaptığı tedaviler o kadar büyük bir başarı kazandı ki ölüleri dirilttiği bile söylenmeye başlandı. Bu habere Cehennem Tanrısı Hades (Plüton) çok kızdı: Bu Asklepios, kurbanlarını elinden mi alacaktı? Zeus (Jüpiter) de, durumdan pek memnun değildi: Asklepios, tanrılar kralının kurtulmak istediği bazı münasebetsiz kimselerin de sağlıklarını düzeltiyordu. O zaman bu çok becerikli fakat artık can sıkmaya başlayan hekimden kurtulmak için Zeus onu takımyıldız haline getirdi.
Romulus ve Remus
Mars ile îlia’nın oğulları, Efsanevî ikiz kardeşler. M.Ö. VII. yüzyılda yaşadılar.
Roma’nın kuruluşunda önemli rol oynadılar. Bu İkiz kardeşlerin hikâyesi heyecanlı olaylarla doludur. Doğdukları zaman bir sepet içinde Tiber nehrine atılırlar ve bir dişi kurt tarafından kurtarılarak emzirilirler. Romulus ve Remus arasında, Roma’yı kimin kuracağı konusunda kavga çıktı ve bunun sonunda Remus, kardeşi tarafından öldürüldü. Roma’nın kuruluşu hakkındaki efsaneye inanmak gerekirse Roma, Pales bayramı günü (M. Ö. 753 yılının 21 Nisan günü) kurulmuştur. O gün İlk Roma kralı Romulus, kutsal bir sapanın bronzdan demiriyle gelecekteki şehrin sınırlarını belirleyen çizgiyi çekti. Bu sınır, İçinde Capitolo ile Palatlno dağının da olduğu yedi tepeyi İçine alıyordu. Roma’lılar, devrimizde de, 21 Nisan gününü şehirlerinin kuruluş yıldönümü olarak kutlarlar. Romulus ve Remus’un dişi kurt tarafından emzirilmesi, birçok resim ve heykelde tasvir edilmiştir.
Don Kişot
Aynı adı taşıyan dünyanın en ünlü romanının kahramanı İspanyol şövalyesi, 1605’te ünlü İspanyol yazarı Cervantes’in kaleminden doğdu. Temiz yürekli fakat biraz delice kişidir.
Yaşlı, delice bir İspanyol soylusu olan Don Kişot, şövalye romanlarını okuya okuya şövalyeliğe heveslenir. Esir prensesleri kurtarmak, kötüleri cezalandırmak, kuvvetlilere karşı zayıfları korumak ve böylece ün kazanmak ister. Eski bir miğferle mızrağı kuşanır, cılız atı Rosinante’ye biner ve arkasında, ihtiyar bir eşeğe binmiş sadık uşağı Sancho Panza olduğu halde macera aramaya çıkar. Erişilmez hayâller peşinde koşan Don Kişot, korkunç devler gözüyle baktığı yel değirmenlerine karşı savaşır, İspanya’nın düşmanı olan Mağriplileri temsil eden bir kukla tiyatrosunun kuklalarının kellelerini uçurur, düşman sandığı bir koyun sürüsüne saldırır ve bu arada başına bir sürü İş açar. Cervantes, bu romanında modası geçmiş bir şövalyeliğin gülünç yanlarını insancıl bir görüşle ortaya koyar.
#asklepios#don kişot#hekim tanrısı#hikâye kahramanları#Mağripliler#masal kahramanları#Remus#Romulus#Romulus ve Remus#Rosinante#yunan tanrıları
0 notes
Text
Davy Lambası, Pil ve Elektrik İle İlgili Faydalı Bir İçerik
Davy Lambası
Kömür ocaklarım bazen «grizu» adı verilen patlayıcı bir gaz kaplar. “Davy lambası” denilen özel bir lamba, patlama tehlikesi olmadan kömür ocaklarım aydınlatmakta kullanılır. Bu lambanın alevi tel bir kafes içinde olduğundan grizu gazı patlamaz.
Bu lambay�� Davy adındaki (1778-1829) bir İngiliz kimyageri icat etmiştir. Lambanın alevi çok İnce bir madeni kafesin İçinde olduğundan, ateş dışardaki grizu gazıyla temas etmez. Ayrıca bu patlayıcı gaz etrafı kaplamaya başlamışsa patlama sadece tel kafesin içinde meydana gelir ve alev söner. Böylece emniyeti sağlamakla görevli ekiplere hemen haber verilir ve galerilerin havasını değiştirecek vantilatörlerin çalıştırılması istenir. Ayrıca madencinin akümülatörünü belinde taşıdığı, elektrikle yanan emniyetli özel madenci fenerleri de vardır. Bunlar aleviz olduğundan tamamen tehlikesizdir
Pil
Pil, kimyasal bir reaksiyonu elektrik akımına çeviren bir aygıttır. Hiçbir tepki göstermediği zaman pil; kullanılmış, bitmiş demektir. Elektrik pilini Volta adlı bir Italyan bilgini İcat etmiştir. Volta pili yapmak İçin ortası delik, tekerlek biçimindeki bakır ve çinko parçalarını, aralarına aba parçaları koyarak OatOate dizmişti. Bugün piyasada satılan piller, asitli eriyiği macunumsu bir madde İçine karıştırılmış olduğu İçin “kuru pil” diye adlandırılır. Fakat en verimli piller, sitil eriyiği sıvı Killinde olan Löklanşa Plilerledir. Zira sıvı hâlinde olan asitli eriyiği, kimyasal tepkiyi daha kolaylaştırır. Pillerle elde edilen elektrik akımı düşük voltajlı, düz akımdır. Piller; elektrik fenerlerini, radyoları ve elektrikle çalışan bazı âletleri çalıştırmakta kullanılır.
Elektrik
Pillerden, ya da dinamolardan elde edilen elektrik akımı, madensel tellerle nakledilir. Elektrik akımından evleri aydınlatmakta, ısıtmada ya da motorları çalıştırmakta yararlanılır.
Eskiler, iki kehribar parçasını birbirine sürterek statik elektrik elde etmeyi bilirlerdi. Bu kehribar parçalarını saçlara yaklaştırdıkları zaman saçların dimdik havaya kalk, tığını görürlerdi. Çok daha sonraları elektrik akımını üretmeyi ve bu akımı çeşitli alanlarda kullanmayı öğrendiler. Düz elektrik akımı kimyasal pillerle alternatif akım da manyetik jeneratörlerle üretilir. Elektrik yükü, yalıtkan bir devre üzerinde çok küçük elektronlar tarafından bir atomdan ötekine aktarılarak nakledilir. Hidrolik ya da termik santrallar elektrik üretme merkezleridir.
1 note
·
View note
Text
Efsanevi Kahramanlardan Üçü; Deli Dumrul, Alp Er Tunga, Robin Hood
Deli Dumrul
Dede Korkut Kitabı’ndaki bir hikâyenin delidolu konuşan, gözü-pek kahramanı, Bu hikâyede Deli Dumrul’un tabiatüstü kuvvetlerle savaşması ve Deli Dumrul ile karısının birbirlerine olan aşkı anlatılır.
Genç bir yiğidin’ canını aldığı için Azrail’e kızıp meydan okuyan Dumrul, Tanrı’nın gazabına uğrar ve ölüme mahkûm edilir, ölümden kurtulamayacağını anlayan Dumrul, Tanrı’ya yalvarır. Tanrı da cam yerine can bulması şartıyla onu bağışlayacağını bildirir. Dumrul, anasıyla babasına koşar, kendi yerine ölmeyi kabul edip etmeyeceklerini sorar; ikisi de çaplarım vermek istemez. Bunun üzerine ölümden kurtulamayacağını anlayım Dumrul, eşiyle vedalaşmaya gider. Karısı, onun yerine canını vermeyi teklif eder. Genç karı kocanın bu fedakâr ve temiz aşklarım mükâfatlandırmak İsteyen tanrı, Azrail’e yaşlı ana babanın canlarının almasını buyurarak onların ömürlerini de Dumrul ile eşine ekler. Dell Dumrul hikâyesi Oğuzların İslâmlığı benimsemesinden sonra din ve tek tanrı hakkındaki inanç ve düşüncelerini yansıtır.
Alp Er Tunga
Alp Er Tunga veya Tunga Alp Er, Türk destan kahramanı, bazı efsanelere göre Firdevsî’nin Şehname’sindeki Turaç hükümdarı Afrasiyab’dır.
Birçok Türk kavmi, onun soyundan geldiklerine inanırdı. Turaç hükümdarı Alp Er Tunga, İranlılarla savaşa tutuşmuş ve Türk-İran sınırı Ceyhun ırmağı ile çizilmişti. Sonra Alp Er Tunga, İran’a girerek Azerbaycan’ı aldı. Bâbil’e kadar ilerledi. Daha sonra Iran tahtına geçen Tahmasp. Türk ülkesine girerek söylentiye göre Alp Er Tunga’nın kızıyla evlendi ve ondan Zu adlı bir oğlu oldu. Zu tahta geçtikten sonra dedesiyle savaştı ve onu İran’dan çekilmek zorunda bıraktı, İranlılar bu yenilgiyi bir kurtuluş saydılar ve üç kutsal bayramlarından biri kabul ettiler. Daha sonraları İran tahtına Alp Ö- Tunga’nın başka bir torunu. Keyhüsrev geçti ve Alp Er Tunga ile yaptığı her savaşı kazandı. Son savaşta dede-torun karşılaştılar, yenilen Alp Er Tunga. Azerbaycan’da yakalanarak işkenceyle öldürüldü. Bu ölüm Türkler arasında derin acılar bıraktı.
Robin Hood
Bobin Hood veya Ormanların Robin’i, İngiliz halk şarkılarının kahramanı, Serüvenleri, XII. yüzyıla rastlar. Bobin Hood, kimsesiz, haksızlığa uğrayan, zavallı kimseleri, güçlülere karsı korur. Robin Hood, kanun dışı bir çetenin reisi olarak ün yapmış ve Sherwood ormanını kendisine barınak olarak seçmişti. Çeşitli adaletsizliklerin kurbanı olan zavallı kişiler. Robin Hood’un, imdatlarına koşacağını bilirlerdi. Ormanların Robin’i ve onun sâdık yardımcısı Little John, arkadaşlarını yanlarına alarak köylere ve şatolara baskınlar düzenlerler, oralardaki birkaç suçsuz tutukluyu kurtarır ya da haksız olarak toplanmış bazı servetlere el koyarlardı. Robin Hood’un yanılmaz oku, hedefini hiç şaşmazdı. Sonra bu ele avuca sığmaz, kanun, ferman dinlemez kişiler, saklanmak için ormanlarına dönerler, yeşil elbiseleriyle yeşil yapraklar içinde kaybolup giderlerdi. Robin Hood. Sakson ırkının, Norman istilâsına karşı direnişinin de sembolüdür. Walter Scott, Ivanhoe isimli romanında, onun maceralarından yararlanmıştır.
#Afrasiyab#alp er tunga#deli dumrul#efsanevi masallar#hikâye kahramanları#keyhüsrev#masal kahramanları#Robin hood#sherwood#tarihi kahramanlar#walter scoott
0 notes